Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (1 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Bu kimseye sual sormayın!”


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerindendir.
Soyu baba tarafından hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’a, anne tarafından İbrâhim Edhem hazretlerine ulaşmaktadır.
1207 (H.604) senesinde Belh şehrinde doğdu. 1273 (H. 672) senesinde Konya’da vefât etti.


O BİR HAK ÂŞIĞIDIR...
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır.
İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatleri bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. Buyurdu ki:
“Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah’a (aleyhisselâm) uydurmalıdır.”
“Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.”
“Tenhâda, yalnız kalınca da günâhtan sakınmalıdır.”
“Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.”
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi hazretlerini çok seven bir Müslüman, ölüm hastalığına yakalanır. Öleceğini anlayınca evlâdını çağırır ve;
“Oğlum, ben ölünce hazret-i Mevlânâ kabrimde biraz dursun. Affım için, Allahü tealaya niyâzda bulunsun” diye vasiyette bulunur ve vefat eder. Durumu, hazret-i Mevlânâ’ya bildirirler.
“Memnûniyetle” buyurur ve gidip kabir başında durur. O zâtın affı için yalvarır. Ölen kişinin fazla bir ameli yoktur aslında. Ama hazret-i Mevlânâ’ya sevgisi çoktur. Çocuklarından biri, rüyâsında görür ki, babası çok yüksek bir mertebededir. Merak edip sorar:
- Babacığım, sen bu yüksek makâma nasıl kavuştun?
- Amel defterimde fazla bir amelim yoktu evlâdım, ama hazret-i Mevlânâ’yı çok seviyordum.
- Sebep bu mu yâni?


“MEVLÂNÂ HÜRMETİNE AFFETTİ!..”

- Evet. Ben kabre girince, Münker Nekir melekleri çok korkunç şekilde geldiler.
Ve bana; “Rabbin kim? Dînin nedir?” diye sormaya başladılar.
O sırada çok güzel ve pek sevimli iki melek gelip;
- Bunları, bu kimseye sormayın! dediler.
Çocuk sevindi.
- Öyle mii, ne güzel.
- Evet oğlum. Münker Nekir, “Neden?” deyince de; “Çünkü Allahü teâlâ, hazret-i Mevlânâ hürmetine bunu affetti” dediler.
- Sonra babacığım?
- Sonra da Münker Nekir bana dönüp; “Sen müsterih ol. Rahatça uyu!” deyip geri gittiler.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük mücâhid Tac’ül-Mülk Böri


Şiî Fatımîlerin saltanatına son vererek, bütün İslâm âleminin takdirini kazanan Selâhaddin Eyyûbî, Mısır’dan başka birçok ülkeyi de idaresi altına almıştı.
Yemen, Hicaz, Suriye, Lübnan ve Filistin gibi beldeler onun idaresinde tek devlet halinde sırt sırta vermişti...


KUDÜS’Ü HAÇLILARDAN KURTARDILAR
Selahaddin-i Eyyubi’nin gayesi İttihad-ı İslâm’ı temin etmekti.
Kendisini İslâm’ın hizmetkârı biliyor ve İslâm âleminin her türlü meselesini halletmek için uğraşmayı en mühim vazife addediyordu.
İslâm ülkelerinde kısmen birliği temin ettikten sonra Haçlıların üzerine yürümüş ve 5 Temmuz 1187’de büyük Haçlı ordusunu tamamen imha ederek, Kudüs’ü 88 yıl devam eden Haçlı işgalinden kurtarmıştı.
Bu zafer üzerine sadece İslâm âleminin değil, bütün dünyanın da takdirini kazanmıştı.
Çünkü, Haçlılar Kudüs’ü işgal ettiklerinde, binlerce masum insanın yanı sıra hayvanları bile kılıçtan geçirmişken;
Selahaddin-i Eyyubi, Hıristiyanlara dokunmamış, onlara bütün hak ve hürriyetlerini iade etmişti.
Üçüncü Haçlı Seferi ile teşekkül ettirilen ordulara karşı da yaman bir mücadele veren ve onları perişan eden Selahaddin-i Eyyubi, dünya tarihinde mümtaz bir yere sahip olmuştu.
Tac’ül-Mülk Böri ağabeyinin bütün seferlerinde bulundu.
1099 senesinde Haçlılar, Papa’nın teşviki ile Filistin’e gelerek bütün şehirleri ele geçirmişlerdi.
Nihayet Kudüs’ü de zapt etmişler, burada büyük bir katliam yaparak Müslüman ve Yahudi 70 bin kişiyi katletmişlerdi.
Bunun üzerine Mısır’daki Fatımî devletine son vererek burada bir hükûmet kuran Selahaddin-i Eyyubi, kısa
zamanda Filistin şehirlerini Haçlılardan geri aldı.

“HALEB’İ ALDINIZ ANCAK!..”

Kardeşi Tac’ül-Mülk Böri de Haçlılarla mücadelede onun en büyük yardımcısı idi.
Bilhassa Kudüs’ün Haçlılardan geri alınması için büyük kahramanlıklar gösterdi.
Son olarak Haçlıların elinde kalan Haleb Kalesi muha-sarasında büyük kahramanlıklar gösterdi.
Fakat kaleden atılan bir mancınık taşıyla yaralandı. Selahaddin-i Eyyubi kardeşini ziyarete geldi ve teselli etmek için:
“Müjdeler olsun, Haleb’i aldık ve bundan sonra senin olacak” dedi. Böri ise şu karşılığı verdi:
“Hükümdarlık, yaşayanlar içindir. Ben ise ölüler sırasındayım. Haleb’i ağır bir bedel karşılığında aldınız.
Onun karşılığında beni kaybediyorsunuz...” Bu onun son sözleri oldu ve biraz sonra ruhunu teslim etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender


Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender, Hindistan’ın büyük velîlerindendir.
Pâni-püt şehrindendir. Soyu İmâm-ı A’zam hazretlerine dayanır.
1323 (H.723) senesinde Kirnâl’in Bûte Kihtar Kasabasında vefât etti. Sonra kabri Pâni-püt’e nakledildi...


DOSTLARIN KAVUŞMA YERİ...
Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender hazretleri, nasihatleriyle meşhur bir Hak âşığıydı.
Vefatından önce talebelerine yaptığı nasihatlerde buyurdu ki:
Ey kardeşim! Allahü teâlâ Cennet’i ve Cehennem’i yarattı. İkisini de dolduracağını buyurdu.
“Mâşûkları âşıkları ile (müminleri sevdikleri ile) berâber Cennet’e koyacağım.
Şeytanı da tâifesi ve sevenleri ile birlikte Cehennem’e atacağım” buyurdu.
Ey kardeşim! Cennet’te ve Cehennem’de âşıktan, sevenden başkası yoktur. Cennet, dostların kavuşma yeridir.
Kâfirler ve münâfıklar, dünyâda inanmayıp yalanladıkları hakîkati âhirette görüp anladıklarında,
Cennet’e gitmek arzuları olacak, fakat dünyâda yapmış oldukları düşmanlıklarının netîcesi olarak ebediyyen Cehennem’de kalacaklardır.
Cennet nîmetlerinden mahrûm olmak acısı ile yanacaklar, Cehennem’in acı azapları, bu sıkıntı yanında hiç kalacaktır.
Cennet’te, dünyâda iken Allahü teâlânın muhabbeti ve sevgisi ile yananlar bulunduğu gibi, Cehennem’de de, dünyâda iken nefslerinin, şehvetlerinin ve şeytanın esîri olarak, bu ilâhî muhabbet ve sevgiden uzak yaşayıp da, öldükten sonra, Allahü teâlâya îmân, O’na sevgi ve muhabbetin ne büyük bir nîmet olduğunun farkına vararak;
“Keşke bizler de dünyâda iken îmân etseydik, ilâhî muhabbet ve sevgi nîmetine kavuşsaydık” diyerek, pişmanlık içinde yananlar bulunacaktır.
Bunun için Cennet, dostlar için buluşma yeri, Cehennem ise, düşmanlar için ayrılık ve pişmanlık yeridir.
Ayrılık ve pişmanlık, kâfirler ve münâfıklar içindir. Kavuşmak ve sevinç ise, Muhammed aleyhisselâmın âşıkları ve sevenleri içindir.


“NEFSİ İYİ TANIRSAN!..”
Ey kardeşim! Nefsi iyi tanırsan, dünyâyı iyi tanımış olursun. Rûhunu tanırsan, âhireti tanımış olursun.
Gelip geçici olan dünyâyı terk edip âhirete yönelmen, âhirete faydası olacak ameller yapman, nefsi, dünyâyı rûhu ve âhireti tanıman nisbetinde olacaktır.
Allahü teâlâ hepimize selâmet, saâdet versin! Âmin.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ölmeden Müslüman olan Yahudi genci


Tevrat, Musa aleyhisselama inince büyük Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak:
-İnsanların kalbine baktım. En mütevazı olarak seni gördüm.
Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma devletine erdirdim, buyurdu ve ilave etti:
-Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili Muhammed Mustafa’nın Resulüm olduğunu tasdik et ve kalbine O’nun muhabbetini yerleştir!
-Ya Rabbi, Muhammed kimdir; O’nu tanımıyorum?
-O öyle bir kimsedir ki yerleri ve gökleri yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini Arş’ın üzerine yazdım.
Ya Musa, sana çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhtan ve gözünün siyahına beyazından daha yakın olayım!..
-Allahım bundan gayrı ne arzum olabilir?
-Öyleyse Habibime çok salevat oku!
Hak teala devam etti:
-Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkâr etmişse, o bedbahtı sürükleterek cehenneme attırırım.
Beni görmesini nasip etmem ve hiçbir melek ve peygamberin şefaat etmesine de izin vermem!.. Bunu yolundakilere bildir.
-Ya Rabbi O’nun hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak isterim.
-Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı; yeri, göğü, cenneti, cehennemi, ayı, güneşi, geceyi, gündüzü, melekleri, Peygamberleri ve hiçbir şeyi yaratmazdım...
-Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul ettim Ya Rabbi!..


“BEN ŞEHADET EDERİM Kİ!..”
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün, Hazreti Ebu Bekir’le Hazreti Ömer’in (radıyallahü anhüma) arasında yürüyüp gittiği sırada, hasta olan oğluna (bir rivayete göre yeğenine) şifa için Tevrat okuyan bir Yahudiye rastladı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ona:
“Ey Yahudi! Musa’ya Tevrat’ı indirmiş ve İsrail oğullarına denizi yarmış olan Allah aşkına doğru söyle! Sen Tevrat’ta benim natımı, sıfatımı ve zuhur edeceğim yeri yazılı bulmadın mı?” diye sordu.
Yahudi, başıyla işaret ederek; “Hayır!” demek istedi. Yahudinin oğlu, bu inkâra dayanamadı:
“Musa’ya Tevrat’ı indiren, İsrail oğullarına denizi yaran Allah için şehadet ederim ki; o, senin natını, sıfatını, zamanını ve zuhur edeceğin yeri kitabında yazılı bulmuştur.
Ben şehadet ederim ki; Allah’tan başka ilah yoktur. Sen de Allah’ın Resûlüsün!” dedi ve ruhunu teslim etti.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem onun cenaze namazını kıldı.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
İhtiyar mücahid ve pehlivan Büteyrak


Me’mun, Abbasi halifelerinin yedincisidir. Halife Harun Reşid’in oğludur. 786’da doğdu.
Küçük yaşta devrin ünlü âlimlerinden ilim tahsiline başlayıp, onların terbiyesiyle yetiştirildi.
Arap edebiyatı, fıkıh, hadis ve diğer yüksek İslami ilimleri öğrenip, ihtisas sahibi oldu.
Hikmet (fen), felsefe ve diğer sosyal ilimleri tamamiyle öğrendi. 813’te ağabeyi Muhammed Emin’den sonra halife oldu.
Ehl-i beyte hürmetkâr, ilmi faaliyetleri sever, âlimleri himaye ederdi... İlim ve fennin yükselmesine çalıştı.


ANADOLU SEFERİNE ÇIKTI...

Me’mun, Bizans hudut boylarına Sugur ve Avasım adıyla akıncılar gönderdi.
830’da bizzat Anadolu seferine çıktı. Tarsus’a gelip, etraftaki kaleleri fethettirdi.
Anadolu’da fetihlerde bulunup, Abbasi hakimiyetini kuvvetlendirmek için, fethedilen Bizans arazilerine Müslüman nüfusu yerleştirmek istedi.
833 yılında Anadolu’dayken Pozantı Suyu kenarında hastalandı. 9 Ağustos 833’te ordugahında vefat etti. Tarsus’ta defnedildi.
Halife Me’mun zamanında ve Rum gazalarından birinde, İslâm askerleri ile kâfir askerleri karşılaşmıştı.
Kâfir askerlerinden pehlivan Büteyrak, meydana çıkıp:
“Bir ilâha inanan kim varsa, benimle cenge çıksın. Benim üç ilâhım vardır” diyerek İslâm askerlerinden meydana bir er istedi.
Halife Me’mun, kendi kendine; “Acaba buna kim mukabele eder?” diye düşünürken,
İslâm askeri içinden, arkasında pembe kaftan, elinde âsâ ve at üzerinde olduğu halde, bir ihtiyar mücahid çıktı ve
“Benim Rabbim birdir, seninle cenk ederim” dedi. Büteyrak:
- Evvela sen mi hamle yaparsın yoksa ben mi? İhtiyar:
- Sen hamle yap, dedi.


“SANA ÜÇ PUTUN YARDIMI OLMADI!”
Büteyrak hamle yaptı, fakat ihtiyar atının altına girdi. Hamle geçtikten sonra yine üstüne çıktı.
Hamle sırası ihtiyar mücahide geldi. Bir hamle ile, elindeki âsâyı attı ve âsâ, Büteyrak’ın göğsünü delip geçti.
Atından yere yuvarlandı. İhtiyar da hemen atından inerek mel’unun göğsü üzerine oturdu.
Hançerini çıkararak, sakalından yapıştı ve;
- Ey mel’un! Sana üç putun yardımı olmadı. Fakat bana bir olan Rabbimin yardımı oldu” diyerek kâfirin başını kesip İslâm askerlerine getirdi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Bir kerre ihlas ile secde etmek


Nasr Bin Ahmed, şimdiki Özbekistan ve Tacikistan adıyla anılan Buhara diyarında hüküm süren Sâmânî Devleti Hükümdârlarındandır.
864 tarihinde doğdu, 892’de Buhara’da vefat etti. İran’da sapık îtikâd ve akımlara karşı Ehl-i sünneti müdâfaa etti.
Sünnî itikadının Horasan ve Mâverâünnehr bölgelerindeki hâkimiyetlerini kuvvetlendirdi. Sarayında İslami ilimler tedris edilir ve âlimler yetiştirilirdi...


TOPRAK ÜSTÜNDE NAMAZ!..
Samanîler dönemi, Tacik milletinin başlangıcı olarak kabul edilir.
Egemenlikleri 102 yıl süren Samanîler topraklarını, Horasan, Taberistan, Kirman, Cürcan, Rey ve Maveraünnehir’e kadar yaymışlardır.
Başkentleri Buhara, Semerkand ve Herat gibi kentler olmuştur.
Samanîler İslâmiyet’in yayılması için de büyük çaba sarf ettiler.
Toprakları içindeki birçok topluluk İslâmiyet’e girmeye başladı.
Tarihçilere göre Samanîlerin gayretleri ile o dönemde yaklaşık 200.000 Türk Müslüman oldu.
Türklerin İslâma girişi gelecekte bölgeyi egemenlikleri altına alacak olan Gazneliler’in büyük bir hızla güçlenmesine ortam hazırladı...
Nasr Bin Ahmed, sert ve celalli bir hükümdardı.
Bir cuma günü atına binerek cuma namazına gider. Mescide geldiğinde içeri girmeden, ikamet okunmaya başlar.
Hemen atından iner ve mescidin dışında, kuru yer üzerinde namaza durur.
Adamları her ne kadar seccade getirip orada kılmasını dilerse de o, asla iltifat etmeyip kum üzerinde namazını eda eder...


“İZZET VE İKRAMA KAVUŞTUM”
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Nasr Bin Ahmed vefat eder, o zamanın din büyükleri;
“Bu Bey tebaasına karşı sert idi, üzerinde mazlumların hakkı vardır, acaba Cenab-ı Hak nasıl muamele etti!..” diye düşündüler...
Rüyalarında o Bey’i çok yüksek bir makamda gördüler. Kendisine, bu makama nasıl çıktığını sordular. Bey şöyle anlattı:
- Ruhum bedenimden ayrıldığı anda, Cenabı Hakka arz ettiler. Allahü teala da bana hitaben;
“Sen, üzerinde çok mazlumun hakkı olan bir kimse idin. Lâkin filan gün cuma namazında atından inip benim için kuru yerde namaz kıldığın için, senin günahlarını affettim ve rahmet-i ilâhiyeme mazhar ettim” buyurdu.
Elhamdülillah bu kadar izzet ve ikrama nail oldum, dedi...
İşte ömründe bir kerre ihlas ile secde etmenin ehemmiyetini buradan da anlamalıdır...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Hazreti Haris (radıyallahü anh)


Haris (radıyallahü anh) Eshâb-ı Kirâm’dandır. Rivayet ettiği bazı Hadis-i şerifler Kütüb-i Sitte’de yer almaktadır.
Bunlardan biri şöyledir: Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu duydum: “İleride kargaşa olacaktır.”
“Peki ondan kurtuluş nasıl olur, yâ Resûlallah?” diye sordum.
Şöyle buyurdu:
“Allahın Kitabına sarılmakla. Çünkü sizden öncekilerin haberi ile sizden sonrakilerin haberi onun içindedir.
Aranızda vereceğiniz hükümler de onun içindedir. O, önemli bilgileri içerir, içinde gereksiz söz yoktur.
Kim onu, akılsızlığından dolayı terk ederse, Allah onun belini kırar. Kim iman yolunu ondan başkasında ararsa, Allah onu saptırır.
O, Allahın sapasağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir. O, dosdoğru yoldur.
O, kendisiyle arzuların sapmadığı, dillerin yalan şeyler söylemediği, âlimlerin doymadığı, çok okunmakla eskimeyen, olağanüstülüğü tükenmeyen bir kitaptır.
O, cinlerin işitip de şöyle dediği kitaptır:
“Gerçekten biz, doğru yola ileten görülmedik oranda güzel bir Kur’ân dinledik de ona îman ettik.”
Kim ondan bir haber getirirse, doğru söylemiş olur. Kim onu uygularsa, sevap alır. Kim onunla hükmederse, âdil olur.
Kim insanları ona dâvet ederse, doğruya iletmiş olur. Dinle, kulağına küpe olsun!” (Tirmizî)
Hâris radıyallahü anh vefat edeceği zaman, Fahri Kâinat Efendimiz Hazretleri, eshâbı ile beraber O’nu görmeye giderler ve ruhunu teslim edeceği zaman da Kelime-i şehadeti telkin buyururlar.
Fakat o söyleyemez ve susar. Efendimiz:
- Ya Haris! Niçin Kelime-i şehadet getirmezsin?
- Ya Rasûlallah, önümde ateşten bir dağ vardır ki, onu söylememe mani oluyor.
- Ya Haris! Kelime-i şehadetten seni meneden hangi şeyi işledin?
- Ya Rasûlallah, valideme söylemeden bir şey ile meşgul olmuştum. O beni menediyor.
Fahri Kâinat Efendimiz, validesini çağırtır ve oğluna hakkını helâl etmesini söyler. Fakat kadın râzı olmaz.

YA HAKKINI HELÂL ETMESEYDİ!..

Bunun üzerine Efendimiz eshabı ile beraber, O’nun Kelime-i şehadeti söyleyebilmesi için Cenab-ı Hakka dua etmek isteyince, hemen Hazreti Cebrail gelir ve;
- Ya Resûlallah! Cenab-ı Hak selâm etti. Hâris’in validesi râzı olmadıkça ben de razı değilim, buyurdu.
Fahri Kâinat Efendimiz tekrar annesine döndü ve affetmesini arzu etti.
O da kabul ederek hakkını helâl etti. Hazreti Haris, o anda Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Eshabım hakkında konuşan bu mudur?”


Eshâb-ı kiramın büyüklerinden Ebû Mûsâ el-Eş’arî buyurdu ki:
Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde idim.
Medîne-i münevvere bağlarından bir bağda idik. Bir şahıs geldi. Kapıyı açmayı talep etti. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu ki:
(Var, kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı açtım. Baktım ki, hazret-i Ebû Bekir’dir.
Resûlullahın buyurduğu şey ile müjde verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etti...
Ondan sonra bir şahıs dahâ geldi. Kapıyı açmayı talep etti. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Var kapıyı aç ve Cennet ile ona müjde ver.)
Ben de varıp, kapıyı açtım. Baktım ki, hazret-i Ömer’dir. Ona, Resûlullah hazretlerinin buyurdukları şeyi haber verdim.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etti...
Ondan sonra bir şahs dahâ kapının açılmasını talep etti. Resûlullah buyurdu ki:
(Var kapıyı aç ve Ona Cennet ile müjde ver ve o belâlar onun üzerine erişir.) Ben de varıp, kapıyı açtım.
Baktım ki, hazret-i Osmân’dır. Ona, Resûlullah hazretlerinin buyurduklarını haber verdim.
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd edip, sonra dedi ki: “Allahül müste’ân” (Yardım ancak Allahü teâlâdan istenir.)


İLTİFATA MAZHAR OLAN TÜCCAR
Bir zamanlar Eyyub bin Hasan isminde bir tüccar vardı. Bir hükümdara kumaş ve mal satmak için huzûruna varmıştı.
O sırada hükümdar, çevresindekilere, Hazreti Ebû Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü anhüm) hakkında yakışmayan sözlerde bulunuyordu.
Bu sözler tüccara ağır geldi ve hemen işlerini görüp gitti. O gece Resûlullahı (Sallallahü aleyhi vesellem) rüyasında gördü.
Hükümdar da huzurlarında idi. Resûl-i Ekrem tüccâra iltifat buyurup sordu:
- Benim Eshabıma yakışmayan sözlerde bulunan bu mudur? Tüccâr;
- Evet budur yâ Resûlallah. Sultan-ı Kâinât;
- Bunu öldür! diye emir buyurdu. Tüccâr:
- Yanımda onu öldürecek bir şey yok, dedi. Server-i âlem (tüccarın eline bir bıçak verip) “bununla öldür!” buyurdu.
Tüccâr, emre uyarak hükümdarı öldürdü. Sonra uykudan uyandı. Rüyasını hükümdara anlatmaya gitti.
Sarayın kapısına varınca ağlama sesleri işitti. Oradakilere “Ne oldu?” diye sordu:
- Bu gece hükümdarı yatağında öldürmüşler, diye cevap verdiler...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Fıkıh ve hadîs âlimi İbn-i Ebî Şeybe


Muhammed bin Osman bin Ebî Şeybe (Ebû Ca’fer) fıkıh ve hadîs âlimidir. Aslen Kûfelidir.
Hadîs ilminde hâfız (yüzbin hadîs-i şerîfi râvileriyle beraber, ezbere bilen) idi. Muhammed bin Osman marifet ve dehâ sahibiydi.
Târih ve diğer sahalarda kaleme aldığı değerli eserleri vardır.
Kûfe’den Bağdâd’a gelmiş ve burada hadîs-i şerîfle meşgul olmuştur. 297 (m. 910) yılında Bağdâd’da vefât etmiştir...


AFFEDİLMENİN SEBEPLERİNDEN...

İbn-i Ebî Şeybe’nin naklettiği hadîs-i şerîflerden bazılarında Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrûm ise, hayırdan mahrûm olur.”
“Herkese selâm vermek ve güzel konuşmak, magfiretin (affın) sebeplerindendir.”
“Her haslet mü’minde bulunabilir, yalnız hıyânet ve yalan bulunamaz.”
“Mecliste olanlar yerlerini alıp oturdukları zaman, birisi bir kardeşini da’vet ederek yer verirse; o bir ikrâmdır. Onu kabûl etsin. Şayet yer göstermezse, müsait olan bir yer bulsun ve oraya otursun.”
“Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahûdi ve dinsiz yapar.”
“Gönlünden dünyâlık bir şey geçirmeden, huzûr ile iki rek’at namaz kılan kimsenin, geçmiş günahları af olunur.”
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle duâ ettiğini rivâyet eder:
“Allahım! Ben Cehennemin fitnesinden ve Cehennem azâbından, kabrin fitnesinden ve kabir azâbından, zenginlik fitnesinin şerrinden ve fakîrlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Allahım! Günahlarımı kar ve dolu suyuyla yıka. Kalbimi, beyaz elbiseyi kirden pakladığın gibi günahlardan pakla. Benimle günahlarım arasını magrip (batı) ve meşrik (doğu) arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır. Allahım! Ben sana tembellik, ihtiyârlık, günah ve borçtan da sığınırım.”


“BİZE İLİM ÖĞRET!..”
Bir gün yabancı kavimden bazı kişiler, Muhammed bin Osman’a “Ey Ebû Ca’fer, biz yabancı kavimdeniz. Bize ilim öğret” dediler.
Bunun üzerine Muhammed bin Osman onlara “Sizin hakkınız var, komşularımın da hakkı vardır (Bağdâdlıların).
Ben hasta olursam beni ziyârete geliniz. Ben ölürsem, cenâzemde bulununuz. Kabrimi ziyâret ederseniz, bana duâ ediniz”
diye nasîhat ve istekte bulundu. Bunları söyledikten kısa bir müddet sonra da vefat etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Bir mü’minin duâsı ile...


Âriflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, Müslümanların baş tacı, müceddid, müctehid ve İslam âlimlerinin göz bebeği İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:


İMDÂTLARINA YETİŞMEK LAZIM...

Ölülere, duâ ile, istigfâr etmekle, onun için sadaka vermekle yardım etmek, imdâtlarına yetişmek lâzımdır.
İbrâhim aleyhisselâm, (Ey Rabbimiz, [kıyâmette] hesâb için ayağa kalkıldığı gün, beni, ana-babamı ve bütün mü’minleri magfiret eyle) diye duâ etmiştir. (İbrâhim 4)
Bir mü’minin duâsı ile diğer mü’minlerin günâhları affediliyor ki, böyle duâ edilmesi emredilmiştir.
Yine her gün namazda, (İbâdillâhissâlihin) diyerek Müslümanlara duâ ediyoruz. Faydası olmasaydı, her tehıyyatta bunun okunması emredilmezdi...
Mü’min ölünce, geride kalan evlâdı, onun için duâ ederse, o kişinin amel defterine sevâb yazılır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak şu üçü bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, faydalı ilim ve kendisine duâ eden sâlih evlâd bırakan.) [Buhârî]
Ölmüş ana-babası için ne iyilik yapılacağı suâl edildiğinde, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
(Onlar için duâ ve istigfâr et!) (Hâkim)
Yine buyurdu ki: (Sadaka veren kimse, sevâbını Müslüman ana-babasına da niyyet ederse, verdiği sadakanın sevâbı, onlara da gider, kendi sevâbından da bir şey eksilmez.) [Taberânî]


“BENİ MAHZUN ETME!..”
Sâliha bir kadın vefatı yaklaşınca çocuğunu çağırır ve der ki:
“Yavrum benim hayatımda ve memâtımda senden başka itimad edeceğim kimse yoktur. Beni ölümüm hâlinde mahzun etme. Kabrimde beni korkutma.”
(Duasız bırakma, gerek telkin ve gerekse Hakk’a tazarru ve niyaz gibi...)
Vaktâ ki, anne vefat etti. Oğlu onu her cuma günü ziyaret eder; ona ve komşularına okur idi.
Rüyasında annesini gördü ve ona halinden sordu:
“Nasılsın anneciğim?” dedi. O da şöyle cevap verdi:
“Oğlum, ölüm çok şiddetli ve zor bir şeydir.
Ben ise Allahü tealaya hamd ü sena olsun ki, çok güzel bir yerde; ipekli kumaş yataklarda ve gayet güzel kokular içindeyim, kıyamete kadar.
Oğlum, sakın cuma günleri ziyaretimi bırakma. Çünkü ben ve komşularım, senin duan bereketiyle çok serin ve ferahlık içindeyiz...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Beni çoraplarımla defnedeceksiniz!..”


Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve veli Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “rahmetullahi aleyh” (Sefer-i âhiret) risâlesinde özetle buyuruyor ki:


“ÖLÜMÜ ÇOK HATIRLAYINIZ!..”

“Îmânı olan ve aklı olan ve bâliğ olan erkek ve kadınlara, (mükellef) denir. Mükellef olanların, ölümü çok hâtırlaması sünnettir.
Çünkü, ölümü çok hâtırlamak, emirlere sarılmaya ve günâhlardan sakınmaya sebeb olur. Harâm işlemeye cesâreti azaltır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!)
Bir kimsenin îmân ile öleceği son nefeste belli olur. Bir insan, bu devlete kavuşunca, Allahü teâlânın ihsânları başlar.
Bu ânda, elbette sevinir. Se’âdet sâhibi ol kimsedir ki, Azrâîl “aleyhisselâm” gelip,
(Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!) der.
Böyle kimseye, bundan dahâ şerefli bir gün yoktur...
Dünyâ hayâtı, rü’yâ gibidir. Mevt uyandırıp, rü’yâ bitecek, hakîkî hayât başlayacaktır.
Müslümânın ölümü, hayâttır. Hem de, sonsuz hayât!..”

***

Çevresinde sevilen, sayılan zengin bir adam çok hastalanmıştı. Öleceğini anlayınca çocuklarını yanına çağırdı.
“Size bir tek vasiyetim var” dedi: “Beni çoraplarımla gömeceksiniz!..” Sonra da büyük oğlunu yanına çağırdı ve kapalı bir zarf verdi.
“Bunun içinde bir mektup var. Ama zarfı çok zor durumda kaldığında, halledemediğin bir mesele olduğunda ya da ne yapacağını bilemediğin zaman açacaksın...”
Sonra adamcağız öldü. Fakat herkesin kafasında “çorapla gömülme” meselesi vardı. Bunu kime danıştılarsa, aynı cevabı aldılar:
“Çorapla defnetmek caiz değildir!”


“BUNU SAKIN UNUTMAYIN!..”

Çocuklar kara kara düşünürken büyük oğulun aklına babasının bıraktığı zarf geldi.
Kardeşlerine söyledi, hepsi birden “Açalım belki orada bir çare buluruz” dediler. Büyük oğul zarfı sakladığı yerden getirdi.
Küçük, sade bir zarftı. Açtılar. İçinde küçük bir kâğıt vardı. Üzerindeki yazıyı büyük oğul okudu, sonra kardeşlerine verdi.
Kâğıtta şunlar yazıyordu:
“Sevgili çocuklarım, işte gördünüz, öbür dünyaya çoraplarınızı bile götüremiyorsunuz. Size bıraktığım malı mülkü kullanırken bunu hiç unutmayın!..”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Kalbleri de tedavi edebilir misin?..”


Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin (Ma’rifetnâme) adlı eseri çok kıymetlidir. Onda yazılı hadîs-i şerîflerde buyuruyor ki:
(Mes’ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir.),
(Arzûsu âhiret olup, âhiret için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetçi yapar.),
(Yalnız dünyâ için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur.)


ÖLÜMDEN ÖNCEKİ HER ŞEY...

Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın.
Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmayan, Cennet ni’metlerine kavuşur.
İki âlemde azîz ve muhterem olur. Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir.
Bunlardan, ölümden sonra fâidesi olanlar, dünyâdan sayılmaz. Âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır...
Dünyâda olanlar ahkâm-ı islâmiyyeye uygun kullanılırsa, âhirete fâideli olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret ni’metlerine kavuşulur.
Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır.
O hâlde, mel’ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir...

***

Anlatıldığına göre salihlerden biri bir cemaatin yanından geçiyordu.
Baktı ki, bir doktor, hastalıkları sayıyor ve bahsettiği her hastalığın nasıl tedavi edileceğini tarif ediyordu.
Salih kişi doktora seslendi, “Ey bedenlerin tedavi edicisi! Kalbleri de tedavi edebilir misin?” Doktor “evet, hastalığını bana anlat” dedi.
Salih kimse “Bahsettiğim kalbi atışında da büzülüşünde de günahlar karartmıştır. Onun tedavisi var mıdır?” dedi.


“SEN NE İYİ BİR DOKTORSUN”

Doktor şu cevabı verdi: “Böyle bir kalbin ilâcı, gece-gündüz Allah’a yalvarmak, yakarmak, O’ndan af dilemek, O’na ibadet etmeye koyulmak.
O’ndan özür dilemektir. Kalblerin tedavisi böyledir, şifa ise gaiblerin bilicisi olan Allah’tandır.”
Doktordan bu cevabı alan salih kişi yüksek bir nara atarak ağlaya ağlaya yoluna devam etti. Yürürken şöyle dedi:
“Sen ne iyi doktorsun, kalbimin tedavisini doğru bildin...” Doktor sözlerini şöyle bitirdi:
“Bu tarifim, tövbe ederek kalbiyle tövbelerin kabul edicisi olan Allah’a yönelenlerin tedavisidir.”
O salih zat, doktordan bu sözleri duyunca “Allah” diye bir nara attı ve ruhunu teslim etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük velî Sa’dî-i Şîrâzî


Sa’dî-i Şîrâzî hazretleri, evliyânın büyüklerindendir.
1193 (H.589) senesinde Şîrâz’da doğdu. 1292 (H.691) senesinde orada vefât etti.
On iki sene çocukluğu dışında, Sa’dî-i Şîrâzî, yüz iki senelik ömrünün otuz senesini ilim tahsîli ile, otuz senesini seyahat ve askerlikle, otuz senesini de talebe yetiştirmekle geçirdi.
Yazdığı “Bostan” ve “Gülistan” kitaplarında kıymetli nasihatler vermektedir.


“KİMSENİN ARKASINDAN KONUŞMA!”
Sa’dî-i Şîrâzî buyurdu ki:
“Ey akıllı kimse! İster iyi, ister kötü olsun, kimsenin arkasından konuşma. Çünkü hakkında konuştuğun kişi gerçekten kötü ise, onu kendine düşman etmiş olursun.
İyi ise, çok kötü bir iş yapmış olursun. Biri sana gelip de filân adam kötüdür derse, iyi bil ki, o kendi kusûrunu söylemiş olur.”
“Ey iyi insan! Bir insanın iki şeyi dostlarına haramdır. Birisi; onun malını haksız yere alarak yemek, diğeri; arkasından iyi olmayan şekilde konuşmaktır. Biri senin yanında başkasının aleyhinde konuşuyorsa, zannetme ki başkasının yanında seni medheder. Benim nazarımda bu dünyâda en akıllı insan, kendisiyle meşgûl olup, başkalarından gâfil olandır.”
“Düşmandan lâf getiren, insana düşmandan daha büyük düşmandır. Ey laf taşıyıcı! Düşmanım bile yüzüme karşı kötü şey söylemiyor. Sen ondan daha büyük düşman olmasan, onun arkamdan söylediğini, gelip de yüzüme karşı söyler misin? Söz taşıyan, eski düşmanlıkları yeniler, kinleri tâzeler. En yumuşak insanları bile çileden çıkarır. Uyuyan fitneyi uyandıran kimseden en kısa zamanda kaç! Kavga iki kişi arasında yanan bir ateşe benzer. Söz taşıyıcı ise, o ateşin sönmemesi için odun taşıyan oduncu gibidir.”


“BİZE KEREMİNLE NAZAR KIL!”

Sa’dî-i Şîrâzî hazretleri vefat ederken buyurdu ki:
“Yâ Rabbî! Bize kereminle nazar kıl. Biz kullarından ancak hatâ sâdır olur. Yâ İlâhî! Senin rızkınla beslendik. Senin ihsân ve lütuflarına alıştık. Yâ Rabbî! Bizi bu dünyâda azîz kıldın. Öbür dünyâda da azîz kılmanı senden umarız. Azîz eden de sensin, zelîl eden de sensin. Senin azîz kıldığın kimse horluk görmez. Yâ İlâhî! İzzetin hakkı için beni zelîl etme ve günahlarımdan dolayı beni utandırma!..”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Türkistanlı âlim Sâbit Ebü’l-Meânî


Sâbit Ebü’l-Meânî, Türkistan’ın Fergana bölgesinde son asırda yetişen velî ve mücâhid âlimlerdendir.
1866 (H.1283) senesinde Özbekistan’da bulunan Nemnekan’da doğdu. 1927 (H.1346) senesinde aynı yerde vefât etti...


ÖZBEKİSTAN İŞGAL ALTINDAYDI

Nemnekân âlimlerinden ilim öğrendikten sonra Hokand şehrine giden Sâbit Ebü’l-Meânî hazretleri, bir müddet orada kalıp ilmini ilerletti.
Son hac ibâdeti sırasında Medîne-i münevvereye gidip, orada üç sene kaldı. Burada pekçok feyz ve bereketlere kavuştu.
Pekçok âlim ve velî ile görüşüp sohbet etti. Peygamber efendimizden aldığı mânevî bir işâret üzerine tekrar memleketine döndü...
O tarihlerde Özbekistan Rus işgali altında idi. 1918 senesinden itibaren komünist idare bütün memlekete hakim oldu.
Yaşadığı beldedeki pekçok âlim ve sâlih zâtın komünistler tarafından şehîd edildiklerini görmesine rağmen hiç korku ve ümitsizliğe kapılmadı.
Bilhassa onlara karşı mücâdele azmi kuvvetlendi.
Îmânsızlığın, insanlığı dünyâ ve âhirette felâkete götüreceğini açıkça ifâde eden Sâbit Ebü’l-Meânî’yi yakalayıp hapsetmek üzere gelen komünistler onun üzerini ve evini aradılar.
Çok dikkatli arama ve tarama yapmalarına rağmen suç âleti ve unsuru sayılacak bir şey bulamadılar.
Fakat Şeyh Sâbit Ebü’l-Meânî’yi alıp Komünist Partisi Reisinin yanına götürdüler.
Oraya varınca da; “Biz seni buraya seninle tanışmak ve aramızda dostluk kurmak için getirdik.
Bizim aleyhimizde konuşmayı bırak. İnsanları bize yaklaşmaktan sakındırma. Bizi kötülemekten vazgeç.
Eğer vazgeçmezsen senin hâlin de senden öncekiler gibi olur” dediler. Sâbit Ebü’l-Meânî hazretleri onlara şöyle dedi:
“Kâfirlerle dostluk kurmak istemem. Onlarla benim aramda en ufak bir yakınlık olmasın.”


TEHDİTLERE BOYUN EĞMEDİ!..
Komünist partisi başkanı onun beyazlaşmış sakalından tutarak;
“Başak olgunlaştı ve hasad zamânı yaklaştı” diyerek tehdid ettiler ve serbest bıraktılar.
Fakat İslâm düşmanlarının üzerine çekilmiş bir kılıç olan Sâbit Ebü’l-Meânî hazretleri bilhassa komünistlere karşı büyük mücâdeleler verdi.
Bolşevikler onun karşısına en acımasız adamlarını gönderdiler. Fakat Sâbit Ebü’l-Meânî hazretleri bu tehditlere boyun eğmedi.
Onlara; “Benim sevdiklerim zâten gitti. Onlara kavuşma şevkim ve arzum da fazlalaştı” diye cevap verince, mübarek zatı orada şehid ettiler...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“O zaman sözün bana tesir etmedi”


Şakîk-i Belhî evliyanın büyüklerindendir. Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:
“Bir kimsenin yanında mübârek bir zâtın iyilik ve güzel hâlleri anlatılır da, o kimse bundan zevk duymaz ve o mübârek zâta karşı kalbinde muhabbet hâsıl olmazsa, bilsin ki kendisi kötü kimsedir.”


“HAYDİ, İÇERİ GİRELİM!..”
Şakîk-i Belhî, gençliğinde, bulunduğu bölgedeki gençlerin reisi idi.
Bir gün arkadaşlarıyla birlikte, Mecûsilerin taptıkları ateşin bulunduğu tapınağa geldiler. Arkadaşlarına,
“Haydi içeri girelim. Mecûsiler ne yapıyorlar, ateşe nasıl tapıyorlar, bakalım” dedi.
İçeride güzel yüzlü bir gencin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî o gence, Müslüman olmasını teklif etti.
O genç, Şakîk-i Belhî’nin yanına gelip ona bir tokat vurdu. Şakîk-i Belhî ve arkadaşları buna bir mânâ veremeyip, dışarı çıktılar.
Şakîk-i Belhî; “Kendi kusurlarım sebebiyle bu Mecûsi Müslüman olmadı. Sözüm tesir etmedi” diyerek, tövbe ve istigfâr eyledi.
Hattâ kusur ve günahlarının affı için ağladı, çok gözyaşı döktü...
Uzun yıllar ilim öğrendi. Büyük âlimler arasına girdi. Allahü teâlânın katında sevilen kimselerden oldu...
Yıllar sonra bir gün talebeleriyle yine o Mecûsilerin tapındığı yere geldiler.
Talebelerine; “Geliniz Mecûsileri görelim de, onlar gibi olmadığımız için Allahü teâlâya şükredelim” buyurdu.
İçeri girdiklerinde, ihtiyar bir mecûsinin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler.
Şakîk-i Belhî ona; “Niçin Müslüman olmuyorsun? Güzel simâlı bir ihtiyarsın” deyince, ihtiyar; “Bana İslâmı anlat” dedi.
Şakîk-i Belhî ona İslâmiyeti anlattı, o da Müslüman oldu...


“İŞTE O GENÇ BENİM!”
Berâberce dışarı çıktılar. Giderken, Şakîk-i Belhî, yeni Müslüman olan ihtiyara;
“Filan târihte, Mecûsilerin bu tapınağında bir genç vardı. Şimdi ne hâldedir?” diye sordu.
İhtiyar; “İşte ben o gencim” dedi. Şakîk-i Belhî çok hayret etti ve “Sana o zaman Müslümanlığı anlattım, Müslüman olmanı teklif ettim, kabûl etmedin. Şimdi anlattım, hemen Müslüman oldun. Hikmeti nedir?” diye sordu.
İhtiyar bunu şöyle cevaplandırdı: “O zaman senin sözün bana tesir etmedi.
Şimdi ise o kadar temiz ve nurlusun ki, benim pislik ve zulmetimi giderip temizledin. Allahü teâlâ da senin nûrunu arttırsın!”
Oradakiler “Âmin” dediler. İhtiyar bunları söyledikten kısa bir zaman sonra vefat etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Gümüşlüzâde” Pîr İlyâs


Pîr İlyâs hazretleri, büyük velîlerdendir. “Gümüşlüzâde” diye de bilinir. Amasya’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
1433 (H.837) târihinde Amasya’da vefât etti. Sevâdiye Mahallesi mezarlığı başındaki “Pîrler Türbesi”ne defnedildi...


“EVLİYANIN ALÂMETİ NEDİR?”

Bu mübarek zata; “Evliyânın alâmetleri nedir?” diye sordular. O da; “Velilerde üç alâmet vardır: Birincisi, bir söz söylemek îcâb etse, nasîhat veren olur. İkincisi, mâlâyânî, boş şeylerle uğraşmaz ve fitne çıkaran olmaz. Üçüncüsü, Kur’ân-ı kerîm okuduğunda dinleyenlerin kalpleri yumuşar” buyurdu... Çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:
“Hayâ iki çeşittir: Dînî hayâ, Allahü teâlânın yapılmasını yasakladığı şeyleri yapmaktan duyulan hayâ utançtır. Tabiî veya nefsî hayâ ise, yapılıp yapılmamasında kişinin kendi reyine bırakılan hususlardır. Meselâ kişinin kendisine yakışmayan elbise ile sokağa çıkması, şahsî ve nefsî arzûlara dayanan hayâ, bir çeşit utanç duygusudur.”
“Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zîrâ söz, yayından çıkan bir oka benzer. İnsandan yerinde olmayan bir söz çıkarsa, insan ona mahkûm, söz insana hâkim olur.”
“Ey insan! Dilini tut ve ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir yılandır. Kabir, kendi dillerinin kurbanlarıyla doludur. Bu kurbanlar öyle kimselerdi ki, babayiğitler bile kendileriyle karşılaşmaktan çekinirlerdi.”
“Evliyânın sohbetlerine katılmayan ve gitmeyen bir fıkıh âlimi, yenen katıksız ekmeğe benzer.”
“Ey oğlum! Şunu bil ki, eski sâlih kişiler açlık yoluyla dillerine hâkim olurlardı. Şimdi evliyâ olan fakirlerin elinde ve yolunda yetişmeyen kimseler, bu yolu da bir çıkmaza soktular. Ey evlâdım! Bu yolu ehlinden öğrenmelisin.”


ENTERESAN BİR HÂDİSE YAŞANDI!..

Pîr İlyâs hazretleri hak yolun bilgilerini ve güzel ahlâkı yayma vazifesiyle meşgûl iken Allahü teâlânın rahmetine kavuştu. Vefât ettiklerinde mübârek cesetlerini kendi bağlarındaki sofada gasledip, yıkadılar. Bu esnâda sofanın bir ağacı kırıldı. Üzerlerine düşmek üzere iken, Pîr İlyâs hazretleri doğrulup bir eliyle ağacı tutup kaldırdı. Sonra tekrar uzandı. Cenâze başında bulunanlar, bu hâli görünce hayretler içinde kaldılar. Bu hâdise çok kimsenin hak yola girmesine ve tövbesine sebep oldu.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük fıkıh âlimi Recâ bin Hayve


Recâ bin Hayve, Tâbiînden velî ve büyük bir fakîhdir. 730 (H.112) târihinde vefât etti.
Aynı zamanda tesirli ve fasîh konuşan bir vâiz idi. Halîfe olmadan önce ve sonra Ömer bin Abdülazîz ile çok yakın dostlukları vardı.
Sık sık görüşürlerdi. Süleyman bin Abdülmelik’e kendisinden sonra, Ömer bin Abdülazîz’i halîfe yapmasını, o tavsiye etmişti.


“İSLAM, İNSANI SÜSLER...”

Recâ bin Hayve buyurdu ki:
“İslâm, insanı îmân nîmetiyle süsler. İnsanın; îmânını, takvâsıyla; takvâsını, ilmiyle; ilmini, hilmi, yumuşaklığı ile; hilmini de rıfk, tatlılık ile süslemesi ne kadar güzeldir.”
Halife Süleyman bin Abdülmelik’in oğlu Eyyûb vefât etmişti. Süleyman, oğlu Eyyûb’a bakmaya başladı.
Gözleri iyice dolmuştu. Sonra “İnsana, böyle bir musîbet gelince, hislenmemesi, içinin galeyâna gelip, kabarmaması mümkün değil.
Böyle bir durum karşısında, insanların bir kısmı, Allahü teâlâya karşı tam bir teslimiyet gösterip, mükâfâtını ondan bekleme olgunluğunu gösterir.
Bir kısmı sabır ve tahammül etme gücüne sâhib olur. Bunların ikisi de, sağlam ve metin kimselerdir.
Bir kısmı da vardır ki, sabır ve tahammül gösteremezler. Bunlar zayıf kimselerdir.
Fakat, şu anda ben, kalbimde bir hislenme, acı bir coşma görüyorum.
Eğer içime bir serinlik vermezsem, ciğerimin, üzüntü ve kederden parça parça olacağından korkuyorum” dedi.
Bunun üzerine Recâ bin Hayve şöyle dedi:


HALİFEYİ AĞLATAN SÖZLER!..

“Ey müminlerin emîri! Sizin bu derece, aşırı bir üzüntüye kapılmanıza, bir mânâ veremiyorum. Ortada o kadar önemli bir mesele yok. Bana şöyle anlattılar:
Resûlullah efendimizin, ezvâc-ı mütahherasından olmakla şereflenen, Mâriye vâlidemizden İbrâhim adında bir oğulları olmuştu.
Fakat daha küçücük iken vefât etmişti. Onun vefâtında, Resûlullah efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar akıp;
‘Göz ağlar, kalb üzülür. Ancak Allahü teâlânın râzı olduğunu söyleriz. Ey İbrâhim, bizler senin için çok mahzûnuz’ buyurmuşlardı.”
Bu sözler karşısında, Süleyman bin Abdülmelik hıçkıra hıçkıra ağladı. O kadar ağladı ki, orada bulunanlar bir şey oldu sandılar.
Vefat etmeden önce buyurdu ki: “İnsan, ölümü hatırladığı müddetçe, hasedi, kıskançlığı terk eder.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Filistinli velî Şihâbüddîn Remlî


Şihâbüddîn Remlî (Ahmed bin Hüseyin) fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerindendir.
1371 (H. 773) senesinde Filistin’in Remle köyünde doğdu. 1440 (H.844) senesinde Kudüs’te vefât etti.
Ebû Abdullah el-Kuraşî’nin yanına defnedildi...


DENİZDE ISLANMAYAN KİTAP!..

Münâvî, Tabakât-ül-Evliyâ kitabında şöyle anlatır:
“Şihâbüddîn Remlî, Safvet-üz-Zekât adlı eserini tamamladığı zaman, deniz kenarına getirip, üzerine taş bağlayarak denizin dibine attı ve;
“Ey Allah’ım! Eğer bu kitap, senin rızân için ihlâs ile hâlisâne olarak yazılmış ise yukarıya çıkar, yoksa imhâ eyle” diyerek duâ etti.
Biraz sonra kitap denizin dibinden yükselip, suyun yüzüne çıktı. Hiç ıslanmamış ve bir harfi bile silinmemişti.”
Bu mübarek zatın kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:
“İnsanı arzulardan kurtaran dost ikidir: Gözü ve kulağı muhâfaza etmek.”
“Kalbin hasta olmasının alâmeti dörttür:
Birincisi; tâatten (ibâdetten) tad, haz almaz. İkincisi; Allahü teâlâdan korkmaz.
Üçüncüsü; eşyâya, mahlûkâta ibret gözüyle bakmaz. Dördüncüsü; dinlediği ilim ve nasîhatten istifâde etmez.”
“Sabır, Allahü teâlânın emirlerine muhâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”
“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde, O’nun sevgili peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma uymaktır.”
“Doğruluk, Allahü teâlânın bir kılıcıdır ki, üzerine konulan her şeyi keser.”
“Doğru kimse, dili hak ve gerçek olanı anlatan kimsedir.”
“İnsanların ayıpları ile meşgûl olan, kendi ayıbını görmez.”


“ÖĞRENDİĞİMLE AMEL ETTİM!”
Hüseyin el-Kürdî, Şihâbüddîn Remlî’yi vefâtından sonra rüyâsında gördü.
“Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ beni huzûrunda durdurup;
‘Ey Ahmed Remlî! Sana ilim verdim, onunla ne yaptın?’ diye sordu. Ben de; ‘İlim öğrendim. Öğrendiğimle amel ettim’ dedim.
‘Doğru söyledin ey Ahmed! Benden ne dilersen iste’ buyurdu. Ben de;
‘Benim cenâze namazımı kılanları mağfiret eyle’ dedim. Allahü teâlâ;
‘Cenâze namazını kılanları ve cenâzende bulunanları mağfiret ettim’ buyurdu” dedi.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şamlı büyük velî Arslan Dımeşkî


Arslan Dımeşkî, büyük velîlerdendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1164 (H.560) senesinde Şam’da vefât etti.
Kıymetli nasihatleri vardır... Ona bir gün; “Ârif kime denir?” dediler. Şöyle cevap verdi:


“ÂRİF ÖYLE BİR KİMSEDİR Kİ!”

“Ârif, öyle bir kimsedir ki, Allahü teâlâ onun kalbine bütün varlıkların sırlarını bir sayfa hâlinde yerleştirmiştir.
Değişik şekillerine rağmen, Allahü teâlânın ihsânı ile onların hepsini idrâk eder, anlar. Yapılan her işin sırrını çözer.
Dünyâ ve melekût âleminde, ister zâhir, açık, ister bâtın ve gizli olsun, bütün hareket ve işlere Allahü teâlâ onu muttalî kılar.
Gözünden perdeyi kaldırır. Artık o, her işi ve her hareketi, ilim ve keşif yoluyla müşâhede eder, görür.
Melekût âlemine yükselir. Orada bir güneş gibi parlar. Güneşe bakılmadığı gibi, ona da bakılamaz.
Ârifin, Rabbini tanıyan irfân sâhibinin sıfat ve alâmetleri ise şunlardır:
Amellerinin ilme, dîne uygun olması ve hallerinde gizliliğe uyması, gizlemesidir...”
Bu mübarek zata güzel ahlâktan sorulunca şöyle buyurdu: “Güzel ahlâk şunlardır:
1) Gücü yettiği halde affetmek,
2) Her hâlükârda tevâzu üzere olmak,
3) Karşılık beklemeden ve başa kakmadan vermek, bağışlamak...”

Kızmak ve öfkenin zararları hususunda da buyurdu ki:
“Hiddet (kızgınlık), şerrin (kötülüklerin) anahtarıdır. Gadab (kızgınlık), seni öyle bir hâle sokar ki, artık orada özür zelîldir, geçmez...
Gadabın sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke, insanın içinden dışına doğru çıkar.
Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar...”


“GÜCÜN YETTİĞİ HÂLDE AFFET”

Arslan Dımeşkî hazretleri, kendisine eziyet edenleri affeder, başkalarına da böyle davranmayı tenbih ederdi.
Bu hususta buyurdu ki:
“Eğer kendinde, sana düşman olan kimseyi yenmeye bir güç bulursan; bulduğun bu güce, kuvvete şükür olarak onu affet.
Ahlâkın en güzeli, gücü yettiği halde affetmek ve kendi ihtiyâcı olan şeyi cömertçe vermektir...”
Bu mübarek zat, Şam’da yaşayıp, insanlara uzun seneler feyz verdi. Vefat ederken buyurdu ki:
“Kerim olan kimse, eziyetlere dayanır, belâlardan şikâyetçi olmaz.”
Cenâzesi defnedilmek üzere omuzlar üzerine alınıp götürülürken, gökte yeşil renkli bir kuş sürüsü ortaya çıkıp, tabutu hizâsında kanatlarını gererek durdular...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Seven kurtuldu sevmeyen öldü!

Pîr Muhammed Gencevî hazretleri, evliyânın büyüklerinden Şems-i Tebrîzî’nin torunlarındandır. On altıncı asırda yaşamıştır. Menkıbeleri, adına yazılan “Menâkıbnâme”de toplanmıştır...

“MÜRŞİD-İ KÂMİL O Kİ!..”
Pîr Muhammed Gencevî hazretleri buyurdu ki: “Hind beldesinde bir talebem vardı. Beni hiç görmemişti. Ama onu tasavvufta yetiştirip kâmil ve mükemmil yetişmiş ve yetiştirebilen hâle getirdik. Kâmil ve yetişmiş olan mürşid o kimsedir ki, iki talebesinden biri doğuda biri de batıda olsa ve ikisi aynı anda vefât etmek üzere olsa, her ikisinin de başında bulunup îmânlarını şeytanın vesvesesinden muhâfaza eder.”
Eriş şehrinden Molla Bâbâ adında biri, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerine talebe olmuş ve hizmetinde bulunmuştu. Bu kimse şöyle anlattı:
“Şeyh hazretleriyle bir yere gidiyorduk. Yol üzerinde bir kuş ölüsü gördük. Hocam bana; ‘Şu kuşcağızı bana ver’ dedi. Ben de alıp verdim. Bir müddet elinde tuttu. Sonra kuşcağız canlandı ve uçup gitti. Bunun üzerine dedim ki: ‘Efendim, İsâ aleyhisselâm duâ edince, ölü dirilirmiş... Sizin nefesiniz ile de bu kuşun dirildiğini gözümüzle gördük’ dedim. Buyurdu ki: ‘Kuşcağız ölmemişti. Fakat tesbihini yâni Allahü teâlâyı zikrederken söylediği şeyi unutup onu düşünürken kendini kaybetmiş. Tesbihini hatırlattım. Aklı başına geldi ve toparlanıp, uçup gitti. Her varlığın kendi lisânına göre tesbihi vardır. Allahü teâlânın velî kulları ve mürşid-i kâmiller bunu bilirler...”

“GÖĞSÜNÜ DELİP GEÇTİ!..”
Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin hanımı Zeyneb Ananın iki erkek kardeşi vardı. Bunlardan biri Gencevî hazretlerini severdi ve ona talebe olmuştu. Diğerinin hiç muhabbeti yoktu. İki kardeş birlikte askere gitmişlerdi. Bir gün Gencevî hazretleri hanımı ile evinde otururken; “Eyvâh!” dedi. Hanımı “ne oldu?” diye sorunca; “Birâderine bir kâfir tüfek attı. Bizi seven kardeşine gelen kör kurşuna bir ağacı eğdim. Kurşunu meşe ağacı tuttu. Birâderin kurtuldu” dedi. Zeyneb Ana; “Öbür kardeşime gelen kurşun ne oldu?” diye sordu. “Göğsünü delip geçti!” deyince; “Aman böyle söyleme!” dedi. “Allahü teâlâ bilir ama, böyle oldu” Askerler dönünce, Gencevî hazretlerini seven kayınbirâderi sağ sâlim geldi. Sevmeyip muhâlefet eden ise vurularak ölmüştü...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt