Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (1 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Âşıkların rehberi” Rûzbehân Baklî




Rûzbehân Baklî hazretleri, meşhûr velîlerdendir. Babasının sebzeci olması ve kendisinin gençliğinde bu işle meşgûl olması sebebiyle “Baklî” lakabı ile anılmıştır. 1132 (H.527) senesinde doğdu. 1209 (H.606) yılında vefât etti. Kitaplarda “âriflerin sultanı”, “âlimlerin burhanı” ve “âşıkların rehberi” ifâdeleriyle zikri geçmektedir...



HAZRETİ HIZIR’LA GÖRÜŞTÜ
Tasavvufta yetişmek için Irak, Kirman, Hicaz ve Şam’a seyâhatlerde bulundu. Irak’ta Şeyh Câgir’e talebe olup ondan feyz aldı. On beş yaşlarında iken Hızır aleyhisselâmla görüştü...
Bu mübarek zatın da kıymetli sohbetleri vardır. Buyurdu ki:
“Dâimâ şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arz etmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.”
“Kalb, şehvete batarsa, aklın almadığı kederler kendisine yüklenir.”
“Tövbe, nefse uymaktan dönmek, kalbin Hak yoluna girmesidir.”
“Allahü teâlâ, safâyı, güzelliği helâl yemede, helâl giymede; katılık ve sıkıntıyı da haramda kıldı.”
“Sıddıkların kalbine gaflet gelmeseydi kendilerine Allahü teâlâdan gelen tecellîlere dayanamaz, can verirlerdi.”
Rûzbehân Baklî hazretleri, herkese acır, günah işleyenlere de ıslah olmaları için duâ eder, herkesin de duâ etmesini isterdi.
“Günahkârlara karşı nefsinde merhamet duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tövbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zîrâ yeryüzündekilere Allahü teâlâdan mağfiret dilemek meleklerin ahlâkındandır.”
“İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur”.



“İŞLERİN EN HAYIRLISI...”
Rûzbehân Baklî, çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu. Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. “Şehvetlerini ve yeme içmeyi terk eden kimse kerâmet sahibi olur” buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda idi. “İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır” buyurmuştur.
İki defâ hacca giden Rûzbehân Baklî hazretleri, Mekke’de bir müddet ikâmet etti. Ömrünün sonlarına doğru bir ayağı felç oldu. Şiraz’da vefât etti. Vefat ederken Kur’ân-ı kerîm okuyordu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Vâiz ve fakîh Recâ bin Hayve




Recâ bin Hayve, Tâbiînden olup, velî ve büyük bir fakîhdir. 730 (H.112) târihinde vefât etti. Aynı zamanda tesirli ve fasîh konuşan bir vâiz idi. Halîfe Süleyman bin Abdülmelik, ondan kendisine mektup yazmasını istemişti. Halîfe olmadan önce ve sonra Ömer bin Abdülazîz ile çok yakın dostlukları vardı. Süleyman bin Abdülmelik’e kendisinden sonra, Ömer bin Abdülazîz’i halîfe yapmasını, o tavsiye etmişti...



“BEN ONA YAPACAĞIMI BİLİYORUM!”
Recâ bin Hayve, fakihliği yanında, büyük bir hadîs âlimidir. Abdurrahmân bin Abdullah anlattı:
“Bir gün vaaz ve nasîhat ederken, Recâ bin Hayve; Adiy bin Adiy ve Ma’n bin Münzir’e dedi ki: Bakınız! Herhangi bir işi yapıyorsunuz diyelim. Şâyet o işi yaparken Allahü teâlâya kavuşmak, içinizden geliyorsa o işe iyi sarılınız. Eğer içinizde hoşnutsuzluk ve tiksinti duyuyorsanız hemen o işi terk ediniz.”
Recâ bin Hayve hazretleri, bir gün Abdülmelik bin Mervân’ın yanında bulunuyordu. Orada, birisinden kötü bir şekilde bahsedildi. Abdülmelik; “Vallahi, Allahü teâlâ nasîb ederse, elime geçtiğinde, ben ona yapacağımı biliyorum” dedi... Bir gün o şahsı yakalamış, ona cezâ vermek üzere kalkmıştı. Bu sırada, orada bulunan Recâ bin Hayve şöyle dedi: “Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ, sana istediğin şeyi nasîb etti. (Sen böyle arzu etmiştin. Allahü teâlâ da sana, istediğin gibi fırsatı verdi.) Öyleyse, sen de Allahü teâlânın sevdiği bir şey olan, affı yap!”
Bu söz üzerine, Halîfe Abdülmelik bin Mervân, o şahsı hemen affetti ve ona ihsânlarda bulundu...



KENDİNE İHANET ETMEK!..
Recâ bin Hayve buyurdu ki:
“Bir mezarlığa uğrayıp da, oradakilere duâ etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine, hem de kabirdekilere ihânet etmiş sayılır.”
“Bir kimsenin, dîninde sağlam bir bilgisi olmadan, Müslümanlardan uzakta kalması hiç doğru değildir. Dînî bilgileri öğren sonra uzlet et!”
Recâ bin Hayve hazretleri vefat ederken buyurdu ki:
“İslâm, insanı îmân nîmetiyle süsler. İnsanın; îmânını, takvâsıyla; takvâsını, ilmiyle; ilmini, hilmi, yumuşaklığı ile; hilmini de rıfk, tatlılık ile süslemesi ne kadar güzeldir...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Rebî bin Haysem




Rebî bin Haysem hazretleri, Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerdendir. 687 (H.68) senesinde Tûs şehrinde vefât etmiştir... Bu mübarek zat kimseye bedduâ etmezdi. O, her şeyi Rabbinden bilir, O’ndan gelene sabr eder, tevekkülünü bozmazdı...



NAMAZ KILARKEN ATINI ÇALDILAR!
Bir gün namaz kılarken, yirmi bin dirhem değerindeki atının çalındığını fark etti. Fakat ne namazı bozdu, ne de üzüldü. Yanında bulunanlar:
“Nasıl oldu bu iş, yazık oldu atına!” diye kendisini teselli ediyorlardı. O ise;
“Atın yularını çözerken çalan adamı fark ettim” dedi. Onların;
“O halde niçin mâni olmadınız?” demeleri üzerine;
“Atımdan daha sevimli olan bir şey ile, yâni namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım” dedi. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî hazretleri;
“Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediye ettim. Sadakam olsun” dedi...
Rebî bin Haysem hazretleri, kimseyle münakaşa etmez, kimseye kötü söylemezdi. Bir gün kendisine biri kötü sözler söyleyince, ona şöyle buyurdu:
“Söylediklerini Allahü teâlâ duyuyor. Şâyet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennet’e girersem, senin sözlerinin bana zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarım ki; söylediklerinden de kötü bir insanım...”
Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Bir âlim, nasıl olur da ilmine riyâ, gösteriş karıştırabilir? Çünkü o, Allah’ın rızâsı olmaksızın elde edilen ilmin, başından bozuk olduğunu bilir. O halde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?”
Kendisine; “Evliyânın alâmetleri nedir?” diye sordular. O; “Velilerde üç alâmet vardır: Birincisi, bir söz söylemek îcâb etse, nasîhat veren olur. İkincisi, mâlâyânî, boş şeylerle uğraşmaz ve fitne çıkaran olmaz. Üçüncüsü, Kur’ân-ı kerîm okuduğunda dinleyenlerin kalpleri yumuşar” buyurdu.



“ÖLÜMDEN HAYIRLISI YOKTUR!”
Bir arkadaşına yazdığı mektupta buyurdu ki:
“Ey kardeşim! Kendine nasihat eden yine kendin ol!.. Bir noksanın olduğu zaman, kardeşlerinin seni uyarmalarını bekleme! Bu güzel haslet, artık kendisine vedâ edilen bir şey oldu. Vesselâm...”
“İnsanlar iki sınıftır: Bir kısmı mümindir. Ona eziyet etme! Bir kısmı da câhildir. Onu hiç karşına alma!”
Rebî bin Haysem hazretleri vefat etmeden önce buyurdu ki:
“İnsanın beklediklerinde, ölümden daha hayırlısı yoktur.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Amasyalı Pîr İlyâs hazretleri




Pîr İlyâs, büyük velîlerdendir. Amasya’da doğdu. 1433 (H.837) târihinde Amasya’da vefât etti. Sevâdiye Mahallesi Mezarlığı başındaki “Pîrler Türbesi”ne defnedildi...

AKLÎ VE NAKLÎ İLİMLERİ ÖĞRENDİ
Pîr İlyâs, zamânındaki âlimlerden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Amasya müftîliği vazifesini yürüttü. Tîmûr Han Amasya’yı aldığı zaman, onu Azerbaycan’da bulunan Şirvân ahâlisinin istifâdesi için gönderdi. Ona ihtiyâcını karşılayabilecek kadar bir maaş verilmesini emretti. Bir müddet dergâhta kaldıktan sonra memleketi olan Amasya’ya döndü.
Hikmetli sözleri çoktur. Herkese nasihat ederdi. Kendisine gelip soranlara cevap verirdi. Bir gün sordular: “Hangi huylar mümini alçaltır?” Buyurdu ki:
“Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin sözünü kabul etmek insanı küçük düşürür.”
“Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, onu dünyâ düşkünlüğünden kurtarır, dinde fakih kılar ve ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”
“Üç haslet sâhibinin îmânı kemâle ermiştir. Bunlar huzurda iken bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği halde haddi aşmamaktır.”
“Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir. İyiler ondan yüz çevirir, kötüler ona koşar. İnsanların kötüsü ona rağbet eden, iyisi ondan uzaklaşandır. Dünyâ kendine bağlanana sıkıntı verir, helâke düşürür. Boyun eğene hâinlik yapar. Zenginliği fakirlik, çokluğu azlıktır. Günleri gelip geçer.”

DERS ESNASINDA VEFAT ETTİ
Kendisinden; “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlemişse onu görür” meâlindeki (Zilzâl sûresi: 7-8) âyet-i kerîmesi sorulduğunda buyurdu ki:
“Kâfir olan bir kimse hayırdan zerre miktarı bir iş yapsa karşılığını dünyâdan ayrılmadan önce kendisinde veya ehlinde veya malında bulur. Karşılığını dünyâda görmesi kendisi için bir hayır değildir... Mümin kişi de şerden zerre miktarı bir iş yapsa, âhirete gitmeden onun cezâsını kendisinde, ehlinde ve malında görür. Böyle olması kendisi için şer değildir...”
Pîr İlyâs hazretleri hak yolun bilgilerini ve güzel ahlâkı yayma vazifesiyle meşgûl iken, talebelerine ders verdiği esnada “Allah” diyerek Allahü teâlânın rahmetine kavuştu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Hâlid bin Saîd bin Âs




Hâlid bin Saîd (radıyallahü anh), Peygamber efendimizin insanları İslâm dînine dâvet ettiği ilk zamanlarda Müslüman oldu. Hanımı Ümeyye ve kardeşi Ömer onun teşvîki ile iman etti. Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Müslümanlığı kabul ettiği için oğlu Hâlid’e çok eziyet etti. Onu evinin mahzenine hapsettirip günlerce aç ve susuz bıraktı. Bir fırsatını bulup kaçan Hâlid bin Saîd, Mekke’nin kenarında bir yere gizlenerek babasına görünmedi. Fakat dâimâ Peygamber efendimizle bulundu...



HABEŞİSTAN’A HİCRET ETTİ
Peygamber efendimizin emriyle diğer Müslümanlarla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Birkaç sene orada kaldı. 628 (H. 7) senesinde Medîne-i münevvereye dönen Hâlid bin Saîd, Hayber’in Fethi, Umret-ül-kazâ, Mekke’nin Fethi, Huneyn Harbi, Taîf ve Tebük Seferlerine ve bâzı küçük seriyyelere katıldı. Fakat Habeşistan’da olduğu için Bedir ve Uhud harplerine katılamadı...
Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Peygamber efendimiz yazışma ve mektublaşma işlerini Hâlid bin Saîd hazretlerine verdi. Yabancı devlet başkanlarına yazılan mektuplardan bir kısmını, yapılan antlaşmaları o kaleme aldı. Peygamber efendimiz onu Yemene vâli tâyin etti. Peygamber efendimizin vefâtına kadar Yemen Vâliliği yapan Hâlid bin Saîd, hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği sırasında ortaya çıkan mürtetler, yâni dinden ayrılanlarla yapılan muhârebelere katıldı ve büyük başarılar gösterdi. İrtidad yâni dinden dönme hareketlerinin bastırılmasından sonra Şam taraflarına gönderilen İslâm ordusuna katıldı.



“ŞEHİD OLMAYI ARZU EDERİZ!”
Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muhârebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hâlid bin Sa’îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa’îd hemen ön saflara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden birisi, kendisi ile teke tek dövüşmek için bir er istedi. Hâlid hemen oraya çıkıp “Senin yaşamayı arzu etmenden daha fazla, biz şehid olmayı arzu ederiz” diye haykırarak vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehîd oldu.
Kocasının şehîd edildiğini gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryât ve figân etmeyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırdı ve Bizanslıları kılıçtan geçirdiler...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mısırlı Şeyh İbn-i Nûh




Şeyh İbn-i Nûh, Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir. 1309 (H.708) senesinde Kâhire’de vefât etti.

Soyu Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından olan Sa’d bin Ubâde hazretlerine ulaşır...
İbn-i Nûh hazretlerinin kıymetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:



“EVİNİ TEMİZ TUT!..”
“Her zaman şu hususlara riâyet et:

Evini temiz tut! Gıybeti terk et! Âhiret işlerine sarıl! Dâimâ Allahü teâlâyı an, O’nu hâtırından çıkarma! Bunlardan sonra şunları yap:

Senden ayrılacak şeyden, o seni terk etmeden önce, sen ondan ayrıl. Sana lâzım olacak şeye, o şey sana lâzım olmadan önce, ona sâhib ol! Takvâya sarıl! Her şeyi Allah için yap!”
“Bütün hayırlar şu beş şeydedir:

1) Allah için sevmek.

2) Allahü teâlâya kulluk vazifelerini samîmî ve doğru olarak yapmak.

3) Allahü teâlânın emirlerine uymak.

4) Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden sakınmak.

5) Allahü teâlâdan uzaklaştıracak işleri bırakıp, O’nun rızâsını kazandıracak işleri yapmak.

Bunlardan sonra şu beş şeyi yapmalıdır:

1) Allahü teâlânın sevdiğini sevmek.

2) Allahü teâlânın buğzettiğine buğzetmek.

3) Allah için sabretmek.

4) Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek.

5) Her işini Allahü teâlâya havâle etmek. Allahü teâlânın dilediği ve takdîr ettiğini güzel görmek.”
“Şu hasletleri kendinde bulundur:

Ahlâkını iyi yap. Vakitlerinin kıymetini bil. Kaçırdığın şeye üzülme. Gelenden memnûn ol. Allahü teâlânın bütün mahlûkâtına karşı şefkatli ol.”
“İnsanlarla arkadaşlık ederken şunlara riâyet et:

Onlardan gelen eziyet ve sıkıntılara sabret. Fakat sen onlara kat’iyyen eziyet etme.

İyi olsun, kötü olsun, bütün herkese iyilik yap. Onlara adâletle muâmele et. Onlara Allah için nasîhatte bulun.“
“İnsanlara karşı kendinde şu vasıfları bulundur:

İnsanların arasında selâmı yay. Onlardan aç olanları doyur. Onlara karşı yumuşak konuş. Herkese güler yüz göster. İnsanlarla münâkaşa ve münâzara yapma!”
“İnsanlar arasında şunlara da riâyet et:

Onlara düşmanlık yapma. Onlarla münâkaşa yapma. Onlar arasında lüzumsuz konuşma. Onların kusûr ve eksiklerini ortaya koyma!”



“HİÇ KİMSEYİ KÜÇÜMSEME!..”
İbn-i Nûh hazretleri vefat etmeden önce buyurdu ki:
“Kişinin kendisini, insanların en aşağısından bile daha üstün görmemesi gerekir.

Çünkü kişi, Allahü teâlâ katında durumunun ne olacağını bilemez.

Hiç kimseyi küçümsememeli, hiç kimse ile alay etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, insanı en güzel şekilde yaratmıştır.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şeyh Derviş Hüseyin Efendi




Şeyh Derviş Hüseyin Efendi “Ganîzâde” lakabıyla meşhur velîdir.

Sipâhi iken, Şeyh Mustafa Köstendilî hazretlerine talebe olup, onun sohbetlerinde kemâle erdi.



“GÖNÜL EHLİNDEN KORKMA!..”
Hüseyin Efendi, berberlik yapardı. Dükkanında kendi hâlinde oturur, kimse ile görüşmezdi.

Kendisine yetecek kadar kazanç sağlayacağı müşteri gelirdi.

O zamânın parası ile çocuklar için bir akçe, büyükler için ise bir para ücret alırdı.

Fazla veren olursa, fazlasını geri verir, kabûl etmezdi...

Tasavvuf hallerine dalmıştı. Gece-gündüz, yaz-kış dükkanından ayrılmazdı...
Derviş Hüseyin Efendi, divâne bir halde idi. Bir gün ona tıraş olmaya gelen bir zât, tam sakalının alt tarafını tıraş ederken içinden;
“Bu divâne bir kimsedir. Usturayı boğazıma çalıvermesin!” diye düşündü.

Hemen kalbinden geçeni anlayıp güldü. Meraklanmamasını, gönül ehlinden kimseye zarar gelmeyeceğini söyledi.
Bir gün de, bir yerde otururken yanına biri yaklaşıp;
“Hüseyin Efendi, bizim Ali şimdi nerede?” diye yolculukta olan oğlunu sordu. Gözlerini kapayıp açarak;
“Falan tepenin alt tarafında, falan derbentte bir asker ile gidiyorlar” diyerek bulunduğu yeri târif etti.

Soran kimsenin oğlu Ali yolculuktan döndüğünde, Hüseyin Efendinin yerini söylediği gün o yerden geçmekte olduğunu söyledi.

Böylece Hüseyin Efendinin, kerâmet sâhibi bir zât olduğunu anladılar.
Bir gün şöyle buyurdu:
“Yeryüzü iki kişi için gözyaşı döker: Birincisi, üzerinde Allahü teâlâya ibâdet edip, sâlih amel işleyen, ikincisi de üzerinde Allahü teâlâya günâh ve isyânla vakit geçiren kimse içindir. Zîrâ günah işleyen ona çok ağırlık verir.”
Bir kimse bir şey sorduğunda eğer kalabalık arasında ise işi dîvâneliğe vurup başka sözler söyler, yalnız iken sorarsa, doğru cevap verip müşkilini hallederdi.



“RIHLET VAKTİMİZ GELMİŞTİR!”
Bir gün onun aniden abdest almaya kalktığını gören biri, “neden hemen abdest almaya kalktınız?” diye sorunca;
“Biraz sonra cenâze var da onun namazını kılmak için hazırlanıyorum” dedi. Sonra baktığında Hüseyin Efendinin küçük oğlunun vefât ettiğini gördü.
Bu mübarek zat, vefât edeceğini anlayıp;
“Rıhlet vaktimiz gelmiştir. Gayri bunlar lazım değildir” diyerek dükkânını kapatıp evine döndü.

Üç-beş gün hasta yatıp vefât etti. Üzerinden, kefen ve defin ihtiyacı için lâzım olan kadar para çıktı...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Nûri bin Hüseyin Efendi




Nûri bin Hüseyin Efendi, İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerindendir.

Lakabı “Şemseddîn”dir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânînin onbeşinci bâtından torunudur.

1801 (H.1216) senesinde İstanbul’da doğdu. 1866 (H.1282) senesinde İstanbul’da vefât etti.

Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:



KENDİLERİ DE BİLMEZ!..
“Zamanımızda ‘Şeyhiz’ diyerek, insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat kendileri doğru yolun hangisi olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan gibidir. Bunların talebeleri de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir uçuruma düşmelerinden korkulur.

Bir başka grub daha vardır ki, bunların ne gusül abdesti, ne abdesti, ne namazı, ne de oruçları vardır!..

Her türlü yasakları mübâh derecesinde işlerler. ‘Bizim guslümüz ezelîdir. Abdestimiz o zaman alınmıştır.

Namaz ve oruçlarımız o zaman edâ olmuştur’, ‘Biz cemâl âşıkıyız.

Bizim Cennet ve Cehennemle işimiz yoktur’ derler. Bu gibi kimselerden uzak olmak lâzımdır.”
Nûri Efendi vefat edeceği zaman talebelerine şu vasiyeti yaptı:
“Ey hakkı hak olmayandan ayırt ederek, Allahü teâlânın rızâsına tâlib olan ve Resûl-i ekremi çok seven kardeşlerim!

Doğru yolu gösteren bir rehber bulup, ona talebe olmaya çalış.

Çünkü rehbersiz yola çıkmak ve yolu bulmak, gecenin zifirî karanlığında bilinmeyen bir yolda, ışıksız ve tek başına gitmek gibidir. Böyle bir durumda, insan gittiği yeri görmez, bastığı yeri bilmez.

Önünde çukur mu yoksa uçurum mu var, fark edemez. Bu şekilde yola çıkanların, tehlikeye düşmelerinden korkulur.

Mürşid-i kâmilin huzûruna gidip geldiği için, o yolların hatâlarını ve tehlikelerini görüp anlamıştır.

Mürşid-i kâmil, kendisine bağlanan talebesini o yollardan kolaylıkla geçirir.



MÜRŞİD-İ KÂMİLİN ALÂMETİ
Mürşid-i kâmilin alâmeti çoktur. Fakat söyleyeceğim şu üç husûsu iyi dinle:
1) Huzûruna vardığın zaman bütün gamın ve kederin gider. İçinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır.

2) Meclisinden ayrılmayı istemezsin. Bir inci tânesi gibi olan sözleri, muhabbetini arttırır.

3) Ziyâretine gelen herkes duâsını niyâz ile mesrûr olurlar.

Bu üç sıfatı kendisinde toplayan zâtın bütün ahlâkı Resûl-i ekremin ahlâkıdır.

Bu üç sıfat ve alâmet, riyâsız, gösterişsiz hangi zâtta görülür ve bilinirse, hemen o zâta tam bir teslimiyet ile teslim ol!

Cenâze yıkayanın elindeki mevtâ gibi emrettiği yerde dur, her emrine uy. Hizmetlerini ve emirlerini kendine nîmet bil!..”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Osman bin Merzûk el-Kureşî




0sman bin Merzûk el-Kureşî, büyük velîlerdendir. Mısır’da doğdu.

Doğum târihi bilinmemektedir. 1168 (H.564) târihinde Mısır’da vefât etti.

Kurâfe Kabristanında İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin kabri yakınına defnedildi. Mâlikî mezhebi müftîsiydi...



O, ÂRİFLERİN SÜSÜ İDİ...
Osman bin Merzûk hazretleri, fıkıh ilmi ile tasavvuf ilmini birleştirenlerden biriydi.

Zamânında yaşayan velî ve âlimler kendisine çok hürmette bulunur ve büyüklüğünü kabûl ederlerdi.

İçinden çıkamadıkları bir meseleyi ona sorarlardı. Verdiği cevaplara hiçbir velî veya âlim îtirâz etmezdi.

Osman bin Merzûk, âriflerin süsü olup, çok heybetliydi. Görüldüğünde korku hâsıl eden bir muhabbet meydana gelirdi.

Allahü teâlâdan çok korkar, gelen dert ve belâlardan lezzet alırdı.

Zaman zaman; “Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak lâzım gelir.

Bir kimse Allahü teâlâdan râzı, Allahü teâlâ da ondan râzı ise, en büyük makâma kavuşmuştur” buyururdu.
Osman bin Merzûk hazretlerinin hikmetli sözleri de pek çoktur. Sevdiklerine sık sık şöyle buyururdu:

“Nefsini bilene, insanların övmesi zarar vermez. Kendini bilmeyip de insanların medhetmesine kapılanların vay hâline!..”
Kendisine; “Tasavvuf nedir” dediler. Bunun üzerine o;

“Tasavvuf, halk içinde Hak ile olmaktır. İnsan, sâhibini bir an unutmamalıdır.

Allahü tâlâyı bir an kalpten çıkarmak (unutmak), büyük bir felâkettir. Yüksek bir yerden düşmektir” buyurdu.

Yine ona; “Hakîki kul kime denir?” dediler. O;
“Hakîkî kul, Mevlâsı hâriç, her şeyden ümidini kesendir” buyurdu. Kimlerden sakınalım diye sorduklarında;
“İşi karışık kimselerle düşüp kalkanın, hâli de karışık olur” buyurdu. Talebelerine nasîhati şöyle oldu:
“Bu yola girenin, her şeyden önce bu yolun edebini öğrenmesi lâzımdır.

Hiçbir edepsiz vâsıl-ı ilallah olamamış, Allahü teâlâya kavuşamamıştır.”



İBRET NAZARIYLA BAKANLAR...
“Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında mârifet sâhibi olmak isteyenin, basîret sâhibi olması lâzımdır.

Zerreden Arş’a kadar bütün mahlûkât, Allahü teâlânın ezelî varlığının bir delîlidir.

İbret nazarıyla bakanlar, O’nun varlığını, birliğini, kudret ve azametini ancak basîreti kadar görebilirler.”
Osman bin Merzûk hazretleri vefat edeceği zaman buyurdu ki:
“Hiç kimsenin elinde bir şey yoktur. Allahü teâlâ dilerse olur, insanın güç yetirip yetirmemesi önemli değildir.

Bize düşen, çalışıp neticeyi beklemektir. Ölmeden önce ölmek lâzımdır.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük velî Niyâzî-i Mısrî




Büyük velî Niyâzî-i Mısrî 1618 (H.1027) senesinde Malatya’nın Soğanlı köyünde doğdu.

1693 (H.1105) senesinde Limni adasında vefât etti. İlahileri günümüzde de söylenmektedir...



ONU ÇEKEMEDİLER!..
Niyâzî-i Mısrî, Malatya’da, önce İslâmî ilimlere âit temel bilgileri, sonra da medrese tahsîline başlayıp tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Sonra Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdât’a gitti. Burada tahsîlini tamamlayan Niyâzî-i Mısrî, Kâhire’ye gitti. Câmi-ul-Ezher’de hem ders verdi hem de ilmini genişletti. 1646 senesinde Mısır’dan ayrılarak İstanbul’a gitti. İstanbul’da Sultanahmed Câmii civârında Sokullu Mehmed Paşa dergâhında ikâmet edip, uzun süre riyâzette kaldı. Sonra Uşak ve Afyon’da insanları doğru yola sevk etmeye çalıştı. Sonra da Bursa’ya gitti. Halkın isteği üzerine, Şeker Hoca Câmiinde cumâ geceleri vaaz verdi. 1669 senesinde Bursa’daki dergâhı yapıldı. Birçok ilim tâliblisi, ilim öğrenmek için dergâha koştular...
Rusya ile harb başlayınca, Sadrâzam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, pâdişâh nâmına Niyâzî-i Mısrî’yi Edirne’ye dâvet etti. Niyâzî-i Mısrî üç yüz talebesi ile orduya katılmak için Edirne’ye gitti. Sonra tekrar Bursa’ya döndü. 1671 senesinde Kamaniçe seferinde ikinci defâ Edirne’ye gitti. Oradaki Eski Câmide vaaz ederken, yapılan muhârebenin millet ve devlet üzerindeki acı tesirlerini anlattı. Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin bu vaazı yanlış anlamalara sebep oldu. Kendisini çekemeyenlerin şikâyeti üzerine Rodos’a gönderildi. Dokuz ay sonra mecbûri ikâmet şartıyla Bursa’ya dönmesine izin verildi. Yine Bursa’daki vaazı sırasında bâzı konuşmaları sebebiyle Limni Adasına gönderildi. 1692 senesinde tekrar Edirne’ye gitti. Selimiye Câmiinde kaldı. Ziyâretine gelen kalabalık halka vaaz ve nasîhat ederken, devlet işlerine dâir söylediği bâzı sözlerden dolayı tekrar Limni’ye gönderildi. Bir sene sonra da vefât etti.

“BİZİ GÖRMEK İSTEYENLER...”
Niyâzî-i Mısrî, vefatından az önce Limni hapishanesinden bir talebesine şöyle bir mektup yazdı:
“Mısrî’nin her şeyi yağma oldu. Ancak görünür bir cesedi kaldı. Mısrî’yi şimdiden sonra görmek isteyenler, muhabbet ehli ise, gönülde arasın. Mârifet ehli ise, sözlerimizde arasın. Her ne kadar uzak isek de evvelce ikrârı olanlardan biz ayrı değiliz. Ne kadar yakın olsalar da inkârı olanlar bizi göremez. Hakîkî âşinâlık ise gönülde olup uzak-yakın birdir. Doğru yolda olanlara selâm olsun.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Nûreddîn Cerrâhî hazretleri




Nûreddîn Cerrâhî hazretleri, İstanbul evliyâsının büyüklerindendir.

1671 (H.1082) senesinde Cerrah Mehmed Paşa Câmiinin karşısındaki Yağcızâde konağında doğdu.

Soyu, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a (radıyallahü anh) ulaştığı için, Cerrâhî denilmiştir.

Cerrahpaşalı olduğu için böyle denildiği de söylenmiştir...



SAADETE KAVUŞMAK İÇİN...
Nûreddîn Cerrâhî hazretleri buyurdu ki:
“Biliniz ki, saadete kavuşmak için, bir velîye mânevi bağ ile bağlanmak lâzımdır.

Bu da, onun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğuna inanmak ve onu sevmektir.

[Allahü teâlânın nîmetlerini, ihsânlarını düşünerek, Onu sevene mümin ve Müslüman denir.

Onun sevgisini kazanmak için, şeriate uyana ve bir mürşidi sevene (sâlih) denir.

Allahın sevmesini kazanmış olana (velî) denir. Başkalarının da kazanması için çalışan velîye (mürşid) denir.]

Velîye mânevi bağ yâni muhabbet çok olunca, [Resûlullahın mübârek kalbinden çıkıp] velînin kalbinden gelen feyzlerden, bereketlerden almak da çok olur.

Velîyi görür, sesini işitirse ve O da, teveccüh ederse, yâni feyz vermek isterse, daha çok feyz alır.

Fakat, herkese isti’dâdı, kâbiliyyeti kadar feyz gelir. Kâbiliyyet, şeriate uymakla artar.

Şeriate uymayana, feyz gelmez. Mânevi râbıtası bozuk olan, mürşidi tanımayan, kendine gelen feyzlerden alamaz.

Senelerce riyâzet yapmak, onu bu saadete kavuşturamaz.”
“Hakk’ı seven kişi dâimâ Hakk’ı söyler, sonunda âriflerden olup, Hakk’ın lütuf ve ihsânına kavuşur.”
“Dünya hayatında his ve hareket vardır. Kabir hayatında yalnız his vardır. Harekete ihtiyaç yoktur.

Dünya ve âhiret hayatlarında ise, hem his, hem de hareket lâzımdır.”
“Aba giyinmiş birini görünce küçültücü bir nazarla bakma. Kibirle arkadaşlık eden sonunda kahredilmişler safında yer alır.”



“MAHLUKTAN BİR ŞEY BEKLEME”
“İnsâna gelen marazlar, elemler, takdîr-i ilâhî ile gelmektedir. Râzı olmak lâzımdır.

İbâdetlere devam, elemlere, hastalıklara sabredilmelidir. Allahü teâlânın kereminden âfiyet beklemelidir.

Mahlûklardan bir şey beklememeli, her şeyin Hak teâlâdan geldiğini bilmelidir.

Dertlerden, elemlerden kurtulmak için duâ ve istigfâr etmelidir.

[Te’sîri, faydası kat’i olan sebeplere yapışmalı, sebeplerin te’sîrini Allahü teâlâdan beklemelidir.]

Onun takdîri, irâdesi olmadıkça, kimse kimseye zarar veremez. Bununla berâber, sebeplere yapışmak, Peygamberlerin yoludur.”
Nûreddîn Cerrâhî hazretleri vefat etmeden önce buyurdu ki:
“Sen dünyâya gönül verme, aşk denizine dalarak lezzete kavuş. Hakk’ı tanımayanın, O’ndan uzak olacağını bil.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Muhammed Hanefî hazretleri




Muhammed Hanefî hazretleri Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir. Doğum târihi bilinmemektedir.

Hazret-i Ebû Bekr’in soyundandır. 1443 (H.847) senesinde vefât etti.

Mısır’da Berekât denilen yerdeki kabri meşhûr olup, ziyâret edilmektedir.



“KERÂMETİ İNKÂRA KALKIŞMA!”
Bu mübarek zatın kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:
“Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile sâbittir.

Âdet dışı hâllerin olması, velîler için câizdir. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir.

Çünkü, rivâyete göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir sofra indi.”
“Velî, ‘Lâ ilâhe illallah’ deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları;

Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir.”
“Dünyâdan elime geçenler, bana verilmiş özel bir mal değildir.

Ben bu mallara, yoksulların da ortak olduğunu görüyorum.

Bunları, benden daha fakir kimseler varsa onlara veririm. Zîrâ, bu rızıkları bana bu iş için veren Allahü teâlâdır.

Beni bu hayır işine memur eden, fakirlere yardımdan başka bir işle uğraştırmayan yüce Rabbime hamd ve senâlar olsun.”
“Dünyâlık peşinde koşanlar, dünyâya sımsıkı sarılıyorlar.

Hâlbuki her nefes alışta ondan uzaklaşmaktadırlar. İleriyi göremediklerinden kördürler.”
“Zenginlikle fakirlik, birbirlerine karşı övündüler. Zenginlik, fakirliğe dedi ki:

‘Sen kim oluyorsun? Ben, Allahü teâlânın vasfıyım.’ Fakirlik, zenginliğe şu cevâbı verdi:

Ben olmasaydım, senin vasfın bilinmeyecekti. Benim tevâzum olmasaydı, senin kıymetin artmayacaktı ve yükselmeyecekti. Ben ubûdiyyetin nişânesiyim.”



“YOL KESİCİLERİN CEZASINI VER!”


Muhammed Hanefî hazretlerinin bir komşusu vardı. Bu mübarek zatı hiç sevmezdi.

Devamlı aleyhinde konuşurdu. Ziyâretine gelenleri kapısından çevirerek;

“Geldiğiniz zât, büyük kimse değil, o benim komşumdur, o sihirbâzın biridir” derdi.

Muhammed Hanefî hazretleri, defâlarca ona nasîhat etti fakat fayda vermedi...

Yine bir gün, uzak bir yerden kalabalık bir grup insan onun ziyâretine geldi.

Bu zât, hemen bunların önüne geçip, aynı şeyleri tekrâr ederek, gelenleri geri çevirdi.

Bunun üzerine Muhammed Hanefî hazretleri;

“Yâ Rabbî! Yol kesicilerin cezâsını ver” diye duâ etti.

Kısa bir müddet sonra, o kimse hastalandı. Ağzından kan ve ciğer parçaları geldi.

“Beni Muhammed Hanefî’nin bedduası öldürüyor” diyerek öldü...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Muhammed bin Sûka




Muhammed bin Sûka hazretleri Tâbiîndendir. Çok ibâdet eden, dünyâya hiç düşkün olmayan, cömertliği ile tanınan büyük bir İslâm âlimidir. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik ve Ebu’t-Tufeyl Âmir bin Vâsıle’nin ve Tâbiînin büyüklerinin sohbetinde bulundu... Allah korkusundan çok ağlardı. Cuma günleri arkadaşlarını arar bulur ve onlarla birlikte ibâdet eder, aynı düşünceler içinde gözyaşı dökerlerdi.



“ÇOK KONUŞMAKTAN SAKIN!”
Ya’lâ bin Ubeyd, Muhammed bin Sûka’dan nasîhat istedi. O da buyurdu ki:
“Sizden önceki, insanlar çok konuşmaktan pek sakınmışlar, çok konuşmak üç yerde iyidir demişlerdir. Birincisi, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi çok okumak, ikincisi, çok emr-i mâruf yapmak sebebiyle fazla konuşmak. Üçüncüsü, fazla nehy-i münkerden dolayı çok konuşmak. Bu üç şeyden başka ancak çok lüzûm olursa konuşun. Zîrâ sizlerle beraber kirâmen kâtibîn melekleri vardır. İsimleri Rakib ve Adid’dir. Onlar hayır ve şer konuşulan her şeyi yazarlar. Akşam olduğu vakit, meleklerin yazdıklarında âhiretle ilgili yazıları çok olan ne bahtiyar kimsedir. Dünyâ ile ilgili olan yazısı çok olan ne bedbaht kimsedir.
Allahü teâlâ, müstahak olmayan hiçbir kimseye azap yapmaz. Azap yapılan kimseler, muhakkak ona lâyıktır. Şöyle ki; bir kimseye dünyâlık verilir. O kimse, verilen dünyâlığa çok sevinir. Fakat, dîninden bir şey fazlalaştığı zaman hiç farkına varmaz. Böyle kimse nasıl azâba müstahak olmasın?..”
Yine buyurdu ki:
“Bir kimsenin aksırdığını duysam, aramızda deniz de olsa ‘Yerhamükellah’ derim.”
“Allahü teâlâdan korkan mümin hiç neşelenmez. Onun rengi hiçbir zaman açılmaz. Yüzü devamlı mahzûn olur.”
“Bir insan, Müslüman kardeşinin ihtiyâcını görürse, Allahü teâlâ da ona çok yüksek dereceler verir, o kimse çok yüksek derecelere yükselir.”



AZABA MÜSTAHAK OLANLAR!..
Muhammed bin Münkedir, Muhammed bin Sûka’ya “Sana en hoş gelen amel hangisidir?” diye sordu. Muhammed bin Sûka hazretleri de “Mümini sürûra boğmaktır” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir?” dedi. “Kardeşlere ikrâm etmektir” buyurdu.
Muhammed bin Sûka hazretleri vefat etmeden bir müddet önce buyurdu ki:
“Bir kimsenin dünyâlığından bir şey eksildiği zaman çok üzülür. Lâkin, o kimsenin dîninden bir şey eksildiği zaman o kadar üzülmez. Hattâ umûrunda bile olmaz. İşte o kimse de kendisini Allahü teâlânın azâbına müstahak eder.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Muhammed Sıddîk Keşmî




Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî hazretleri, Hindistan’da yetişen büyük velîlerdendir. Küçük iken, Hân-ı Hânân Abdürrahîm’in sohbetinde bulundu. Bunun vâsıtası ile Hâce Bâkî-billah hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Bu hocasının vefâtından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbet ve hizmetine kavuştu...



SONSUZ FELAKET SEBEBİ!..
Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ayrı ayrı kâğıtlara yazdığı “Mebde’ ve Me’âd risâlesini 1610 (H.1019) senesinde toplayıp, kitap hâline getirdi.
İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubât’ında Muhammed Sıddîk Keşmî’ye yazılmış mektublar vardır. Bunlardan birisinde özetle buyuruyor ki:
“Aşırı sevgi ve tâm bağlılıkla yazılmış olan güzel mektûbunuz geldi. Bundan dolayı, Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun! Bu yolda olanları tanımak ve sevmek, Allahü teâlânın nîmetlerinin en büyüklerindendir. Hangi mes’ûd kimseyi acaba bu nîmetlerle şereflendirirler? Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Ensârî Hirevî buyuruyor ki: (Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan, onları tanımıyor!) Bu büyüklere düşmanlık etmek, sonsuz ölüme sürükleyen bir zehirdir. Onları incitmek, sonsuz felaketlere sebep olur. Allahü teâlâ bizi ve sizi bu belâya düşmekten korusun! Şeyh-ul-islâm yine buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Her kimi felakete düşürmek istersen, onu bizim üzerimize atarsın)...
Allahü teâlânın size yeniden ihsân etmiş olduğu bu tevbeyi ve bu yola kavuşmayı büyük nîmet biliniz! Bu yolda ilerlemek için Allahü teâlâya yalvarınız! Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın izinde gidenlere selâmet versin!..”



“O ÖLÜM Kİ, ONA YAŞAMA DERİM”
Muhammed Sıddîk hazretleri, 1640 (H.1050) senesinde vefât etti. Kabri, Delhi’de, hazret-i Hâce Bâkî-billah hazretlerinin bulunduğu kabristandadır. Vefat etmeden önce buyurdu ki:
“O ölüm ki, ona yaşama derim, beyti meşhurdur. Gerçekten sonsuz hayat, ölüme bağlıdır. Ölüm, ebedî hayatın süsleyicisi, donatıcısıdır. Hayır, belki âb-ı hayâttır, yâni hayat bahşeden, hiç öldürmeyen sudur. Ölüm, dostluğun kuvvetlendiricisidir. Ölüm, mâsivâ binâsını ateşe vericidir. Ölüm, üzüntü perdelerinin yakıcısıdır. Ölüm, hakikâtin aynasıdır. Ölüm, görünmeyen güzelin yüzünden perdeyi kaldırıcıdır. Gönlümün, gelmesinden hoşlandığı, beklediği şey ölümdür. Dağınıklıkları toplayan ölümdür. Ölüm seveni sevdiğine kavuşturucudur. Resûlullah efendimiz; ‘Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprüdür’ buyurdu...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Muhammed Murâd Efendi




Muhammed Murâd Efendi, İstanbul’da yetişen âlim ve velîlerdendir. 1788 (H.1203) senesinde doğdu. 1847 (H.1264) senesinde vefat etti. Kabri, Fatih-Çarşamba’daki tekkesinin yanında kurduğu Dâr-ül-Mesnevî bahçesindedir...



“ŞU KİMSELERLE ARKADAŞ OL!”
Bu mübarek zatın da kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:
“İlim ve mârifet ehli şöyle tenbih etmişlerdir: Üç kimse ile arkadaş olup sohbet et. Birincisi, ilim ehli ve hüner, sanat sahibi olan kimselerle arkadaş ol. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşman kolay olur. İkincisi, güzel ahlâk sahibi kimselerle arkadaş ol. Çünkü böyle kimseler dostun ayıbını görmezlikten gelerek örterler ve bu ayıbını nasîhatle, düzeltirler. Bu hususta çok gayret gösterirler. Üçüncüsü; kötü niyetli olmayan, dünyaya düşkünlük göstermeyen, sâdık ve ihlâslı olan kimseler. Şu üç sınıf kimseden de sakınmak lazımdır: Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen, nefislerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık ne dünyâ rahatı kazandırır ne de âhirette rahmete kavuşturur! İkinci grup, yalancı ve hâin olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felâkete sebeb olur. Senden başkasına, başkasından sana söz taşır... Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır. Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı gördükleri faydalıdır.”
“Şu hususlar iyi bir Müslümanın vasıflarındandır. Allahü teâlâ mealen; “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat Sûresi-13) buyurdu. Mü’minin itikadı doğru olmalıdır. Kendi nefsi için ne muâmele yaparsa Müslüman kardeşleri için de aynı muâmeleyi yapmalıdır. Devamlı tâat üzere bulunup günahlardan sakınmalıdır. Doğru sözlü ve yalandan uzak olmalıdır. Hayra koşmalı ve hayra teşvik edici olmalıdır. Çok merhametli ve şefkatli olup her hususta adaletten ayrılmamalıdır. İslamiyetten asla ayrılmamalı, ahdinde sağlam ve vadinde doğru olmalıdır. Hayır işleri tehir etmemeli ve değiştirmemelidir. Yumuşak huyluluğun yanında şüphe ve tereddütten kurtulmuş bir kalbe sâhib olmalıdır...”



“DOSTLAR İÇİN İYİ NİYETLİ OLMALI”
Muhammed Murâd Efendi, vefat etmeden önce talebelerine buyurdu ki:
“Sâlih ve başkasının iyiliğine çalışan iyi kalbli bir kimse olmalıdır. Allahü teâlâ meâlen; “Kim salih amel işlerse (sevab) kendinedir” (Fussilet Sûresi-46) buyurdu. Gururlu olmamalı ve ibâdeti dünya menfaati için yapmamalı. Dostlar için iyi niyetli olup her feyzini Allahü teâlâdan bilmeli...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mîrim Halvetî hazretleri




Mîrim Halvetî hazretleri, Anadolu’da yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1409 (H.812) senesinde Kırşehir’de vefât etti. Vefât zamanları Karamanoğlu Mehmed Beyin o bölgeye hükmettiği târihlere rastlamaktadır...



KÜLÂBÂD’DAN GÜLÂBÂD’A...
Mîrim Halvetî, Afganistan’da Herat’ta dünyaya geldi ve orada ilim tahsîl etti. Tîmûr Han zamânında Anadolu’ya gelip Kırşehir’e yerleşti. Ahî Evrân oğullarındandır. Kırşehir’e geldiğinde burası hoşuna gidip; “Külâbâd’dan çıktık ise Gülâbâd’a geldik” buyurdu.
Mîrim Halvetî, Halvetî büyüklerinden Ömer Halvetî’nin sohbetine katıldı ve nefsiyle uzun seneler mücâdele edip, ıslâha çalıştı. Netîcede hocasından icâzet, diploma aldı. İnsanlara güzel ahlâkı öğretmekle vazîfelendirildi. Hocasının vefâtından sonra ona bir türbe yaptı. AyrıcaTebriz’de dergâhlar inşâ etti...
Bu mübarek zat, talebelerine yaptığı nasihatlerde buyurdu ki:
“İnsanın şerefi ve mertliği kimseyi hoşlanmadığı bir şeyle karşılamaması; ahlâkının güzelliği başkasına eziyet veren şeyi terk etmesi; cömertliği, üzerinde hakkı olan kimselere iyilik etmesi, insaflı olması; hak ortaya çıktığı zaman hakkı kabul etmesidir.”
“Üç şey vardır ki, kimde bulunursa Allahü teâlâ ondan râzı olur. Çok istigfâr etmek, yumuşaklık ve sadâkat çokluğu.”
“Üç şey kimde bulunursa, pişman olmaz. Bunlar acele etmemek, meşveret ve tevekküldür.”
“Eğer câhiller susup, konuşmasalardı, insanlar arasında ihtilâf olmazdı.”
“Kim arkadaşına kimsenin olmadığı yerde yalnız başına nasihat ederse, onu süslemiş olur. Kim de arkadaşına alenî, halk arasında nasihat ederse, onu lekelemiş olur.”
“İnsanın günahlarla mânen ölmesi, gerçekten ölmesinden daha büyük bir ölümdür. Hayâtının bereketli kısa bir hayat olması bereketsiz uzun hayattan daha hayırlıdır.”
“Kim Allahü teâlâya bağlanıp, tevekkül ederse, Allahü teâlâ onu her türlü kötülükten ve düşmandan korur.”
“Dindarlık şeref, ilim hazine, çok konuşmamak nur, aynı zamanda zühdün ve verânın en yükseğidir.”



HAK YOLUN YOLCUSU...
Mîrim Halvetî hazretleri vefat etmeden evvel sevdiklerine şöyle buyurdu:
“Hak yolun yolcusu gönlünü âhirete vermeli, dünyâlıklara kapılmamalıdır. Bir olan Allahü teâlâya bağlanmalı, başka şeylere heves etmemelidir...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Muhammed Kurd Efendi




Muhammed Kurd Efendi, Osmanlılar zamânında yetişen İslâm âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerindendir. Aslen Rumeli’de, Filibe’nin otuz altı kilometre batısında, Meriç Nehri sâhilinde ve demir yolu hattı üzerinde bulunan meşhur Tatar Pazarcığı kasabasındandır. 1524 (H.931) senesinde doğdu. 1588 (H.996) senesinde vefât edip, babası Helvacı Ömer Efendinin yanına defnolundu...



BİR REHBER ARIYORDU!..
Tahsilini İstanbul’da yapan Muhammed Kurd Efendi, medrese tahsilinden sonra tasavvufa karşı alâka duyup, velîlerin sohbetlerine devâm etti. Kendisini yetiştirecek kâmil ve olgun bir velî aradı. Bu ateşle yanıp tutuştuğu sırada İstanbul’dan memleketine gitmek üzere yola çıktı. Sofya’ya geldiği sırada Sofyalı Bâlî Efendi ismindeki âlim ve velî bir zât ile karşılaşıp onun sohbetine ve hizmetine devâm etti. Tasavvuf yolunda ilerleyip insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma aldı...
Bâli Efendi onu kendi memleketinde irşâd vazîfesine getirdi. Bâlî Efendi 1553 senesinde Sofya’da vefât edince, vasiyeti üzerine onun halîfesi olarak vazîfesini yürüttü. Sofya’da onun dergâhında talebelere ders vermeye ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Ders verdiği talebeler ve diğer insanlar ondan çok istifâde ettiler. Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından Zigetvâr’ın fethinden sonra sınırlara çıkıp, Mustafa Paşaya çok yardım etti. Budin’e (Budapeşte) gitti. Sınırdaki nice kaleler onun bereketi, gayret ve himmeti ile fetholundu.
Kanuni’den sonra padişah olan Sultan İkinci Selim, onu sever ve hürmet ederdi. İkinci Selim’den sonra padişah olan Sultan Üçüncü Murâd Han da ona çok hürmet ve iltifât ederdi.



İSTANBUL’DA DA TALEBE YETİŞTİRDİ...
Bir ara, İstanbul’da Çarşamba semtinde, Fethiye’de bulunan Mehmed Ağa Câmiinin yanındaki Halvetiyye Tekkesine yerleşen Muhammed Kurd Efendi, orada talebe yetiştirmeye devâm etti...
Muhammed Kurd Efendi, İstanbul’da bulunurken, 1588 (H.996) senesinde, hocasının kabrini ziyâret için Sofya’ya gitti. Kendisi ve yanında bulunanlar, Bâlî Efendinin kabrini ziyâret ederken, çok feyzlere, bereketlere kavuştular. Bundan sonra akrabâ ziyâreti için Tatar Pazarcığı’na geldi. Orada hastalandı. Nakledilir ki, hastalığı şiddetlenip vefâtı yaklaştığında bile, hiç âh vâh etmedi. Sabretti. Vefat etmeden önce buyurdu ki:
“Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine tam râzı olduk. Ondan gelen baş üstüne...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mazhar-ı Cân-ı Cânân




Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarındandır.

Hindistan’da, Delhi şehrinde yaşamıştır. 1701 (H.1113) senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cumâ günü doğdu.

1781 (H.1195) senesinde şehîd edildi. Hazret-i Ali’nin neslinden olup, seyyiddir...



“BABAMIN VASİYETİNE UYDUM”
Kendisi şöyle anlatmıştır: “Fârisî lisanını ve diğer bâzı bilgileri babamdan, Kur’ân-ı kerîmi, tecvîd ve kırâat ilmini Kârî Abdürresûl’den, aklî ve naklî ilimleri de zamânımızın âlimlerinden öğrendim. Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefât etti. Vefât etmeden önce şöyle vasiyyet etti: ‘Bütün vaktini, kemâlâtı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme...’ Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devâm ettim...”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile bağlıydı. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en kuvvetli vâsıtadır” buyurdu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin, sevenlerine ve talebelerine nasîhatleri şöyledir:
“Takvânın ve verânın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resûlullah efendimize mütâbeat yâni tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabûl etmektir. Kendi hâlinizi, Kitab ve Sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer hâliniz, Kitab ve Sünnette bildirilen hususlara yâni dînin emirlerine uygun ise makbûldür. Uygun değilse merdûddur, reddedilecektir. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lâzımdır...”



SOHBETİN BEREKETİNE KAVUŞMAK...
“Her kim ki dünyâya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz!

Bir kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve hâlis niyetle ve bâtınî nisbetini muhâfaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur...”
“Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da mel’ûndur.

Allahü teâlânın sevgisi ile dünyâ sevgisi bir araya gelmez.

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için mâsivâyı yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lâzımdır.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri




Büyük velî İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimidir.

986 (H.376) senesinde Horasan’ın Üstuvâ nâhiyesinde doğdu.

1072 (H.465) senesinde 92 yaşında Nişâbûr’da vefat etti...

HOCASINA DAMAT OLDU...
Nişâbûr’da büyük velîlerden Ebû Ali Dekkak ile karşılaşan Kuşeyrî mânevî ilimlere yöneldi.

Hocası Ebû Ali Dekkak’a tam bağlanarak, tasavvuf yolunda büyük merhaleler katetti.

Bu arada hocası Ebû Ali Dekkak’ın kızı, ilim, edeb sâhibi ve zamanın en çok ibâdet edenlerinden olan Fâtıma Hâtunla evlendi.

Kuşeyrî’nin hanımı Fâtıma’dan altı erkek ve bir kız olmak üzere yedi çocuğu olmuştur...
Büyük Selçuklu hakanı Alp Arslan ve veziri Nizâm-ül-mülk, Kuşeyrî’ye çok hürmet ederlerdi.
“İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri buyurdu ki:

Takvâ; seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerden sakınmaktır. Verâ; şüphe edilen şeyleri terk etmektir.”
“Kalbi huşû’ içinde bulunan kimseye şeytan yaklaşamaz.”
“Her düşmanlığın kalkması ümid edilir. Yalnız kıskançlıktan sonra düşmanlık edenin düşmanlığının kalkması ümid edilmez.”
“Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum.

Şâyet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dîninin emirlerini yapmayı terk etmem.

Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O’nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.”
“Şarab haramdır. Çünkü aklı gideriyor ve insanı sarhoş ediyor.

Gaflet, yânî Allahü teâlâyı unutmak şarabından sarhoş olanın sarhoşluğu, şarab içenin sarhoşluğundan daha zayıftır.

Şarab içmenin cezâsı haddir. Gaflet şarabının cezâsı uzaklıktır. Şarab içen, sarhoşken namaz kılmaktan men olunur.

Gâfil olan, namazdan mahrum olur. Sarhoş ayılmayınca had vurulmadığı gibi, gaflet sarhoşu da ölüm kamçısıyla uyanmayınca, kendine gelmeyince, nasîhat kâr etmez.

Şarab bütün günahlara ve hatâlara sebeb olduğu gibi, gaflet de bütün uzaklık ve ayrılıkların sebebidir.”



ŞİFAYA KAVUŞMAK İÇİN
“Kur’ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir.

Hasta içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette şifâ verir. Fakat şartların gözetilmesi de lâzımdır.

Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması lâzımdır.

Hastanın zararlı gıdâlardan, şüpheli ilâçlardan perhiz etmesi, soğuktan sakınması, lüzumlu şeyleri yapması, haramdan, zulümden sakınması lâzımdır.”
İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri vefat etmeden önce buyurdu ki:
“Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Nefse uymamak ibâdetlerin başıdır.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şemseddîn Ahmed Sivâsî




Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri 1519 (H.926) senesinde Tokat’ın Zile ilçesinde doğdu.

1597 (H.1006) senesinde Sivas’ta vefât etti. Amasyalı Şeyh Muslihuddîn Efendinin talebesidir.

Sivas’ta Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri ziyâret edilmektedir...



ÇOK TALEBE YETİŞTİRDİ...
İlk tahsilini Amasya’da yapan Şemseddîn Ahmed Sivâsî daha sonra Tokat Medresesine devam etti.

Tokat’ta aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip yükseldikten sonra, İstanbul’a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazifelendirildi.

Bir müddet ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonra, memleketi Zile’ye döndü...
Bu mübarek zat, bir gün talebelerine buyurdu ki:
“Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bunun için az yemelidir.

Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir. N

ormal ve basit giyinmeli, süsten, gösterişten uzak olmalıdır.

Süslü elbiseleri gösteriş için giyen, kendini aşağılamak yolunda silâhlı bir soyguncu gibi olur. Az uyumalıdır.

Değersiz ve kıymetsiz dünyâ işlerine gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır.

Böyle dünyâlık şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusûr, kabahat ve bu yolda ilerlemeye mâni bilmelidir.
Dînin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalıdır.

Zîrâ bu olmayınca, bu yolda ilerlemek olmaz.

Bir kimse hem bu yolda ilerlediğini söylüyor, hem de dînimizin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranıyorsa, biliniz ki o kimse yalancıdır.

Bu yolda bulunanlarda olan hâllerden biri veya birkaçı o kimsede bulunursa, biliniz ki o hâller şeytandandır, onu aldatmaktadır...”



“RÜYÂN AYNİYLE VAKİ OLACAK”


Şemseddîn Ahmed Sivâsî, gördüğü bir rüyâsını şöyle anlatır:

“Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mushaf-ı şerîf bulunuyor.

Bu Mushafı o ağacın en yüksek dalına asmak istiyordum.

Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. ‘Eyvah bu ne haldir’ diye üzülürken uyandım.

Ertesi sabah rüyâmı hocam Muslihuddîn Efendiye anlattım.

‘Rüyân ayniyle vâki olacaktır. Ağaçtan murâd bizim vücûdumuzdur. Yakında biz göçeriz.

Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip seccâde ve âsâ verirlerdi.

Biz dahi size icâzet verelim’ deyip, elleriyle icâzetnâme yazdılar.

Aradan birkaç gün geçmeden rüyâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti...”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt