Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (4 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Harem-i şerîf imâmı Ebü’l-Hüseyin Şirvânî


Ebü’l-Hüseyin Şirvânî, İran’da yetişen büyük velîlerdendir. Onuncu asrın ortalarında vefât etti.
İlim öğrenmek için çok yerleri dolaştı. Mısır’da yerleşti. Sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Vefâtına kadar orada ikâmet etti...


FELÇLİ İDİ; ANCAK!..

Ömrünün sonlarına doğru felç oldu. Eli ayağı tutmaz, ayağa kalkamazdı.
Fakat müezzinin namaz için ikâmet okumaya başladığı andan, namazını bitirdiği âna kadar olan zamanda ve sohbet esnâsında çok sağlam olur,
hiçbir şeyi kalmazdı. Bu zamanlar hâricinde, yine felçli hâle dönerdi!..

Bu mübarek zat vefât ettiğinde 124 yaşlarındaydı. Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfin imâmı idi.
Kendisine; “Tasavvuf nedir?” diye sordular. “Hakîkî din âlimlerinden birine bağlanıp, ona teslim olmak.
Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmek. Kimseye karışmayıp, kendi hâlinde insanlardan ayrı yaşamaktır buyurdu.
Bir gün de şöyle buyurdu: “Sıddîkların, yükseldikçe istedikleri bir şey vardır ki, o da riyâset muhabbetidir. (Şefâat makâmı)”
(Saîd-i Fergânî buyurdu ki: Buradaki “riyâset muhabbeti” insanların başına geçmek arzusu değildir.
Zâten, evliyâlık yolunda bulunmanın ilk şartı, bunu terk etmektir. Nerede kaldı ki, en sonda hâsıl olan şey “riyâset muhabbeti” olsun.
Bu ifâdeden murâd; Allahü teâlânın indinde, evliyâyı sevenler için şefâat makâmı taleb etmektir.)
Yine buyurdu ki:
“İzzet ve şerefi, Allahü teâlânın dînine uygun olmayan hâllerde arayan kimseyi, Allahü teâlâ, hor-hakîr ve zelîl eder.”
“Dîne uymakta gevşek davrananlarla berâber olmaktan, son derece sakınmalıdır. Onlar, insanın felâketine sebep olurlar.”
“Fakirler dünyâ ve âhirette her bakımdan rahattırlar.”
“Bâzı kimseler vardır ki velîdirler. Büyük zâtlar bu kimselere bakınca, tasavvuftaki makamlarını görürler.
O kimsenin ise, bunların hiçbirinden haberi olmaz.”


“GERÇEK VELÎ ŞUDUR Kİ!..”

Ebü’l-Hüseyin Şirvânî, vefatından önce buyurdu ki:
“Velî, içinde bulunduğu ânı değerlendirmek için çırpınır. Diğer vakitleri kıymetlendirmek için çalışsa, içinde bulunduğu vakti harcamış olur.
İleriki vakte kavuşacağı da, zâten belli değildir. Bunun için gerçek velî, her an, içinde bulunduğu ânı değerlendirir. Böylece bütün ömrü kıymetli olur.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük mutasavvıf Hasan Efendi


Hasan Efendi, Osmanlı devri ulemâsındandır. İlim tahsîlini İstanbul’da yaptı.
İstanbul’da “Mirahor Zâviyesi”nde yerleşip zâhir ve bâtın ilimlerinde yetişmek için çalıştı...
Bu mübarek zat, Şeyhülislâm Şeyhî Efendinin sohbetlerine devâm etti. Sonra İbrâhim Gülşenî’nin halîfelerinden Hasan Zarîfî’ye talebe oldu.
Tasavvufta epey yol katetti. Fakat tam olarak yetişmeden hocası Zarîfî Efendi vefât etti.
Bunun üzerine Şeyh Yâkûb Efendinin hizmetine girdi ve talebesi oldu.
İlim tahsîl ettiği sıralarda kendini o kadar ilme vermişti ki, odasına girer kapısını kilitletirdi.
Sâdece namaz ve ders vakitlerinde açtırırdı. Odasında dâimâ çalışmakla, ibâdet ve zikir ile meşgûl olurdu.
Devamlı yalnız kalmayı tercih eder, mânen yükselmek için gayret gösterirdi...


CİNNÎLERE DE FETVA VERİRDİ
Hasan Efendinin kaldığı zâviyenin çevresinde oturanlardan biri şöyle anlatmıştır:
“Bir gece evde otururken pekçok kimsenin câminin üzerinden inip Hasan Efendinin odasına girdiğini gördüm. Gidip kapısını çaldım.
Böyle böyle kimseler gelip odanıza girdiler, dedim. ‘Onlar cinnîlerdir. Dînî suâller sormaya geldiler. Merak edilecek bir şey yok korkma!’ dedi.”
Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İlk zamanlarımda uygun olmayan bir düşünce ile uyumuştum.
Rüyâmda hocam gelip bir tokat vurup gitti. Ertesi gün huzûruna vardığımda, şeyhler, talebeleri ileri gittiklerinde, uygunsuz hallerinde îkâz ederler.
Bâzan döverler, bâzan okşarlar. Bunlar gam değildir” buyurdu.
Bir genç onların bulunduğu yerde yoldan gelip geçenleri rahatsız ederdi.
Bir gün Hasan Efendinin yolu oraya düştü. Genç atını Hasan Efendinin üzerine sürüp; “Bana şarap parası ver” dedi.
Parası olmadığını söylediği halde ısrar etti. Hakâret dolu sözler söyleyip uzaklaştı. Biraz sonra bir kağnı arabasına çarpıp öldü.


BİR HASEDCİNİN SONU!..

Birisi Hasan Efendiye hased eder ve kahvehânelerde devamlı aleyhinde konuşurdu.
Bu uygunsuz davranışı üzerine Hasan Efendi onu zaman zaman îkâz ederdi. Ancak bir türlü bu huyundan vazgeçmedi.
Bir gün yine aleyhinde uygunsuz sözler söyledi. Sevenlerinden biri Hasan Efendiye gidip durumu anlatınca,
Hasan Efendi çok yüksek sesle ve sesi kesilinceye kadar; “Bizden vazgeçmezler mi?” diye bağırdı.
O gece kendisine dil uzatıp, aleyhinde konuşan kimsenin boğazında bir yara çıktı. Günlerce konuşamadı, sonra öldü...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şâfiî fıkıh âlimi Şeyh Hubeyşî


Şeyh Hubeyşî, Yemen’de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir.
1378 (H.780) senesinde vefât etti. Zamânında bulunan İslâm âlimlerinin önde gelenlerinden, yüksek bir zât idi.
Çok talebe yetiştirdi. Bir ara kâdı oldu. Doğruluk ve takvâ üzere hareket ederdi. Verdiği kararlarda çok isâbet etmekle tanınmıştır...


SÂLİH RÜYALARIYLA MEŞHURDUR

Zebîdî diyor ki: “Ebû Muhammed el-Hubeyşî, sâlih rüyâlar görmekle de tanınmıştır.”
Bu rüyâlardan birisini kendisi şöyle anlatır:
“Bir sene hacca gitmiştim. Kendi kendime kâdılığı terk etmeye niyet ettim. Bu niyetimi Harem-i şerîfte tekrarladım.
Bu kararımda sâbit olup, sekiz ay kadar iki kişi arasında hüküm vermedim. Bir gece rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm.
Benim hüküm vermek için oturduğum yerde oturuyordu. Etrâfında da Eshâb-ı kirâmdan bâzıları vardı. Onlardan hazret-i Ebû Bekir’i tanıdım.
Resûlullah efendimize yakın bir yere oturdum. Benim o sırada bâzı müşkil meselelerim vardı. Kendi kendime;
“Resûlullah efendimiz bu müşkil meseleleri hâlleder” diye düşündüm. Daha sonra bu meseleleri Resûlullah efendimize sormaya başladım.
Bana, bu meselelerin cevâbını tek tek açıklıyordu. Sonra ben huzûrunda dizüstü oturduğum halde, başımı eğdim.
Bu arada kâdılığı bırakmak niyetimin uygun olup olmadığını onlara anlatmaya çalışıyordum.
Ben bu şekilde otururken, iki kişi bana geldi. Onlardan biri diğerinden dâvâcı oldu. O iki kimseye;
“Burada, her şeyin kendisinde son bulduğu asıl vardır. Niçin O’na değil de bana soruyorsunuz?” diyerek, Resûlullah’ı işâret ettim.
Resûlullah efendimiz bana;
“Aralarında hüküm ver!” buyurdu. Bu durum bana çok ağır geldi. Huzûrlarında bir şey söylemekten, hele hüküm vermekten çok utanıyor ve sıkılıyordum.
Bununla berâber, Resûlullah efendimizin emrine itâat ettim. Aralarında hüküm verdim. Sonra uyandım.
Bu rüyâdan, Resûlullah efendimizin, benim kâdılığa devâm etmemi arzu ettiklerini anladım ve kâdılığa devâm ettim.


“ÂHİRETE GÖÇME VAKTİM GELDİ”
Hubeyşî hazretleri vefat edeceği zaman buyurdu ki: “İki sene önce, rüyâmda, vefât edeceğim yer ve zaman bildirilmiştir.
Artık ahirete göçme vaktim gelmiştir...”
Vefât ettiği zaman, cenâzesinde hazır bulunanlardan bâzıları;
“Biz onun cenâzesinde bulunmakla, çok nûrlar, apaçık işâretler, hayra alâmetler ve güzel hâller gördük” demişlerdir...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Bir zaman bize muhabbeti vardı”


Seyyid Tâhâ hazretleri Hakkâri’de yaşamış evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin otuz birincisidir. 
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunudur. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerindendir.
Doğum târihi bilinmiyor. 1853 (H.1269) senesinde Şemdinli yakınındaki Nehri’de vefât etti.
Kabri orada olup ziyâret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde olunmaktadır...


CÜBBEDEN ÇIKAN BALIK!..
Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gün câmide büyük bir cemâate namaz kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden ileri uzattı.
Geri çektiğinde bir mikdar su, mübârek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmaya başladı. Cemâat hayrette kaldı.
Namaz kılındıktan sonra Halîfe Köse cesâret edip; “Efendim, bu su ve balık nereden geldi?” diye arz etti.
Seyyid Tâhâ hazretleri cevâben; “Kızıldeniz’de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin;
“İmdât yâ mübârek hocam!” diye çağırması üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik.
Büyüklerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır” buyurdu...
Van’ın Gürpınar kazâsından bir zât, Nehrî’ye gidip, Seyyid Tâhâ’ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi.
Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan;
“Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi” diye vesvese verdi.
O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi iâde etti.
Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ’ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu...


“DEFOL YÂ LÂİN!..”
Aradan günler geçmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp;
“Defol, yâ laîn!” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halîfe Köse; “Efendim, mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?” diye suâl etti.
O da; “Gürpınar’da bir Müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhillâne îmânsız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti” buyurdu.
Halîfe Köse; “Tesbihi iâde eden olmasın?” dedi. “Evet, odur!” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik etmişti” deyince de;
“Bir zaman bize muhabbeti vardı” buyurdular...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Argûn Şah öldürüldü!..”


Takıyyüddîn Sübkî meşhûr velîlerdendir. 1284 (H.683) senesinde, Mısır’ın Sübk köyünde doğdu.
1355 (H.756) senesinde Kâhire’nin dışında bir yerde vefât etti. Çok kerâmetleri görülmüştür. Ona karşı çıkanın başına mutlak bir şey gelirdi.
Kendisinden kerâmet hâsıl olunca veya birisi kerâmetinden bahsedince çok sıkılırdı...


MÜDERRİS OLDU; ANCAK!..

Kadı’l-kudât Cemâlüddîn Züreî, Mensûriyye Medresesindeki müderrislik vazifesinden, Şam kâdılığına tâyin edilince, Takıyyüddîn Sübkî onun yerine müderrislik vazîfesine tâyin edildi.
Bir müddet sonra, Cemâlüddîn Züreî, Şam kâdılığından azledildi. Bu sırada Şam Nâibi Argûn, Hicaz’da bulunuyordu.
Bu nâibin, Cemâlüddîn Züreî ile arasında çok iyi bir dostluk vardı.
Züreî’nin azledilmesi Argûn’a ulaşınca, buna çok üzüldü ve Mısır’a varınca, Mensûriyye müderrisliğini, Takıyyüddîn Sübkî’den alıp, tekrar Züreî’ye vermeye karar verdi.
Bu haber Takıyyüddîn Sübkî’ye ulaşınca, gece iki rekat namaz kılarak, Allahü teâlâya niyazda bulundu.
Bu sırada; “Argûn tutuklandı!” diye bir ses duyuldu. Ertesi gün derse gittiğinde kendisine, Nâib Argûn’un tutuklandığı söylendi...
İmâm-ı Sübkî şöyle anlatır:
Babam Takıyyüddîn Sübkî’ye rahat vermeyenlerden birisi de, Şam nâibi Argûn Şah idi...
Biz, bir gün yatsı namazını kılmak için toplanmıştık. Namazdan sonra, babam yüksekçe bir yere çıktı.
Başı eğik bir vaziyette durmaya başladı. Hiç konuşmuyordu. Ayakta olduğu hâlde, sabah namazına kadar aynı vaziyette kaldı.
Bu sırada öyle heybetli bir hâli vardı ki, târifî, anlatılması çok zordu. Sonra oradan inip sabah namazını kıldı. İnerken bize; “Argûn Şah’ın işi bitti” dedi...


“ŞEMÂTET YAPMAYI BIRAK!..”
Salı günü Trablus’tan yola çıkan Ulcîbuğa isminde birisinin, Perşembe günü gecenin yarısında Argûn Şah’ın başını kestiğini öğrendim.
Sonra babamın odasına geldim. İçeride Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Okumayı keserek kapıyı açtı. Bana;
“Müslüman kardeşin için şemâtet yapmayı bırak (şemâtet; başkasına gelen belâya, zarara sevinmektir).
Belki Allahü teâlâ ona âfiyet verir de, seni o musîbete düçâr eder” dedi.
Sonra ben ona, biraz sevinçli bir hâl içinde; “Argûn Şah öldürüldü” dedim. O zaman bana;
“Kim demiş? Sus! Bu ne biçim söz böyle! Müslüman kardeşin hakkında şemâtet yapma dedik, değil mi?” dedi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“İşte rüyâda gördüğüm zat!”


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Türkistan’ın büyük velilerindendir. Silsile-i aliyyenin on sekizincisidir.
1403 yılında Taşkend’de doğdu. 1490’da Semerkant’ta vefat etti.
Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır:


TAŞKEND’E DOĞRU YOLA ÇIKTI...

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı.
Bu sırada “Sultan Ebû Saîd Mirzâ” diye bir isim yazıp, cebine koydu.
Ebû Saîd Mirzâ’ya rüyasında Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin büyüklüğünü gösterdiler.
Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kim olduğunu sorup araştırdığında;
“Evet, Taşkend’de buyurduğunuz gibi bir zat vardır” dediler. Hemen atına binip, maiyeti ile Taşkend’e doğru yola çıktı.
Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr Firket’e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Firket’e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Sultan’ı, Firket yakınlarında karşıladı. Sultan Ebû Saîd Mirzâ, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini uzaktan görünce;
“İşte rüyâda gördüğüm zat!” diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de Sultân’a alâka gösterip, sohbet etti.
Sultan, bu sohbetin câzibesi ile, Ubeydullah-ı Ahrâr’dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi.
“Fâtiha bir kere okunur” buyurarak, Sultân’ın gördüğü rüyâya işâret etti...


SEMERKAND’I FETHETTİLER...

Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın etrâfında çok asker toplandı.
Bunun üzerine Semerkand’ı almak istedi. Durumunu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arz etmek üzere huzûruna tekrar geldi.
Maksadını anlatıp, himmet istedi.
“Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir” buyurdu.
Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi.
Bunun üzerine; “İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir” buyurdu.
Bu duayı aldıktan sonra Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın askerleri hep birden düşman üzerine hücûma geçtiler.
İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar.
Semerkand Sultanı Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Bir hikmet ehli Yahyâ bin Muâz


Buyurdu ki: “Bir kimse, hocasının hareket ve davranışlarından istifâde edemiyorsa, sözlerinden hiç istifâde edemez...”

Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri büyük velîlerdendir. İran’da Rey şehrinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
872 (H.258) târihinde Nişâbur’da vefât etti. Bu mübarek zatın hikmetli sözleri çoktur. İşte bunlardan bir demet:


İLMİ İLE ÂMİL OLAN ÂLİMLER...

“İlmi ile âmil olan âlimler, Müslümanlara analarından babalarından daha şefkatli, daha merhametlidirler.
Çünkü onlar, insanın âhiretini kurtarıp, Cehennem’e girmemelerini temin ederler.
Ana-baba ise, insanı ancak dünyâ ateşinden ve felâketinden koruyabilir.”
“Bir kimse, hocasının hareket ve davranışlarından istifâde edemiyorsa, sözlerinden hiç istifâde edemez.”
“Açlık nûrdur. Tokluk ateştir. Şehvet odundur. Şehvet ve tokluk bir araya gelince, ateş yanmaya başlar. Sâhibini yakıp bitirir.”
“Gâfillerden, câhillerden ve yaltakçılardan uzak dur.”
Yahyâ bin Muâz hazretleri Bağdât ve Belh şehirlerine gitti. Tasavvuf ehli büyük âlimlerle görüşüp sohbet etti.
İbrâhim ve İsmâil adında iki kardeşi olup, onlar da yüksek hâl sâhibi idiler. Kardeşlerinden birisi Mekke’ye gidip oraya yerleşti.
Yahyâ hazretlerine bir mektup yazıp;
“Üç arzum vardı. Ömrümün sonunu en kıymetli yerde geçirmek, bir hizmetçimin olması ve ölmeden önce sizi bir defa daha görmek...
Bunlardan ikisine kavuştum. Şu anda Harem-i şerîfte bulunuyorum ve bir hizmetçim var.
Duâ edin de Allahü teâlâ üçüncü arzuma da kavuşmayı nasîb etsin” dedi...


“KEŞKE BÖYLE BİR ARZUN OLMASAYDI!”
Yahyâ bin Muâz, kardeşine şu cevabı yazdı:
“Sen insanların en iyisi ol da, istediğin yerde yaşa. Yerler, insanlarla değer kazanır, insanlar yerlerle değil.
İki cihânın efendisi Resûlullah efendimiz o taraflarda bulunduğu için, oralar çok kıymetli olmuştur.
Hizmetçiye sâhib olmak gibi bir arzun keşke bulunmasaydı. Efendilik Allahü teâlânın, hizmetçilik ise kulun sıfatıdır.
Birini kendine hizmetçi edip de, o kimsenin Hakk’a kulluk etmesine mâni olmak mürüvvete yakışmaz. Uygun değildir.
Beni görmek arzu ettiğini söylüyorsun. Eğer hep Allahü teâlâyı hatırlar, her an O’nunla meşgûl olursan, beni hatırına getirmezsin.
Şu anda bulunduğun yer, evlâdı kurbân etmek yeridir. O’nu bulmuş isen, ben senin işine yaramam. Eğer O’nu bulamadınsa, benden sana ne fayda gelir!..”

Kardeşi bu mektubu okuyunca yazdıklarına tövbe etti ve kısa bir zaman sonra da vefat etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mekke âlimlerinden Vüheyb bin Verd


Vüheyb bin Verd hazretleri Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir.
770 (H.153) yılında Mekke’de vefât etti. Çok ibâdet eder, hikmetli sözler söylerdi. Buyurdu ki:


“İNSANLAR ÜÇ KISIMDIR...”

“Midenize inen lokmanın haram veya helâl olup olmadığına dikkat etmedikçe ne yapsanız kurtulamazsınız.”
“Bir gün Yahyâ aleyhisselâm şeytanı gördü. Ona; “Bana, insanlara nasıl musallat olduğunu anlat!” buyurdu. Şeytan şöyle anlattı:
“Bize göre insanların hepsi üç kısımdır. Birinci kısmı siz peygamberlersiniz. Biz, size, hiç güç yetiremeyiz.
İkinci kısımda olanlarla çok uğraşırız, nihâyet onu aldatırız. Ama o hemen tövbe eder ve bizim uğraşmamız boşa gider. Lakin biz peşini bırakmayız.
Yine çok uğraşırız. Nihâyet aldatırız. Fakat onlar gene tövbe eder, bizim uğraşmamız gene boşa gitmiş olur.
Yâni bu kısım insanlardan ne memnun oluruz ne de ümid keseriz.
Üçüncü kısımdaki insanlara gelince, onlar bizim emrimizdedir ve onlara istediğimizi yaptırırız...”

Bir gün kendisine, “Ölümden bahseder misiniz?” diye sordular. Onlara;
“Bir insan vefât edince, dünyâda onun amelini yazmakla vazifeli iki melek onunla berâber olur.
O kimsenin amelleri iyi ise, o melekler kendisine derler ki:
“Allahü teâlâ sana büyük hayırlar versin. Biz senin yanında bulunmakla çok rahatız. Dünyâda hayırlı ameller işledin. Şimdi de hayırlı şeylere kavuştun.”
Sonra melekler bunun rûhunu semâvât ehli ile tanıştırırlar. Onlar da onu tebrik edip; “Allahü teâlâ, kavuşmuş olduğun bu nîmetleri mübârek etsin” derler.


“KÖTÜ AMELLİ KİMSE!..”
Dünyâda hep kötülük işleyen kimse de vefât edince, dünyâda iken onun amellerini yazan iki melek yine onunla berâber olur.
Fakat o, kötü amellerinin karşılığı olarak azâb görmekte olduğundan, onun yanında olmakla rahatsız olurlar ve derler ki:
“Sen, burada dünyâda yaptığın kötülüklerin karşılığını görüyorsun.” Sonra melekler onu kötü amelli kimse diye tanıtırlar. Diğerleri de bundan tiksinirler.
Oraya hep kötülük işleyerek gelmiş olan kimse, bu karşılaştığı hâle çok üzülür, yaptığı kötülüklere çok pişman olur.
Tekrar dünyâya gelip sâlih ameller işlemek ister. Lâkin, artık bu pişmanlık ona fayda vermez” buyurdu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Asrın Yesevîsi Ahmet Arvasi


Seyyid Ahmet Arvasi, zamanımızın eğitimci ve yazarlarındandır. Yaptığı hizmetlerden dolayı ona “Asrımızın Ahmed Yesevîsi” denilmiştir...

Seyyid Ahmet Arvasi, zamanımız mütefekkir, eğitimci ve yazarlarındandır.
Babası Van gümrük müdürlüğünden emekli Abdülhakim Efendi, annesi Cevahir Hanımdır.
Dedeleri, Van-Bahçesaray’a bağlı Arvas köyündendir. 15 Şubat 1932 (H. 7 Şevval 1350)’de Ağrı ilinin Doğubayezid kasabasında doğdu.
31 Aralık 1988 (H. 22 Cemaziyel evvel 1409) tarihinde İstanbul’da vefat ettiğinde gazetemizin yazarı idi. Edirnekapı Kabristanında medfundur...


İLK KİTABINI TALEBE İKEN YAZDI

Ahmed Arvasi yedi yaşına geldiği zaman, babası Van’a tayin edilince ilk tahsiline Van’da başladı, Doğubayezid’de bitirdi.
Ortaokula Ağrı’da başladı, Erzurum’da bitirdi. İmkansızlıklar yüzünden liseye devam edemediği için, Erzurum Erkek Öğretmen Okulu’na (sonra Nene Hatun Kız Öğretmen Okulu oldu) kaydoldu ve 1952 senesinde bitirerek, öğretmen oldu. Önce Konya’ya sonra Ağrı’nın Molla Şemdin köyüne tayin edildi...
Buradan askere gitti. Askerlik vazifesini bitirdikten sonra tekrar öğretmenliğe döndü.
1958 senesinde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünü bitirdi.
Eğitim Enstitüsünde okurken, Anadolu’dan gelen saf temiz gençlerin Enstitüdeki menfi propagandalarla dinlerini, imanlarını kaybettiklerine çok üzüldüğünü söylerdi.
Bunun için ilk kitabı olan “Kendini Arayan İnsan”ı yazdı.
Pedagoji bölümünü bitirdikten sonra, Erciş Öğretmen Okulu, sonra da Balıkesir Savaştepe Öğretmen Okuluna tayin edildi.
“İnsan ve İnsan Ötesi”, “Diyalektiğimiz Estetiğimiz”, “Eğitim Sosyolojisi” adlı eserlerini bu zamanda yazdı...
Senelerce Türk Milli Eğitimine hizmet etti. Ona, hayat tarzından dolayı “Asrımızın Ahmed Yesevîsi” denilmiştir...


MÜBAREK BABASI MEMUR İDİ...

Seyyid Ahmet Arvasi’nin babası Abdülhakim Efendi, Rüşdiye mezunu idi. Memur olarak çalıştı. Van Gümrük Müdürlüğü’nden emekli oldu.
Tasavvufta Seyyid Fehim Arvasi’nin oğlu Seyyid Masum Efendi’den Halidî yolunu aldı.
Ağabeyi Seyyid Abdülkadir Efendi bu yola intisab edince, ona da bu yolun bağlılarından olmasını teklif etti.
“Daha gencim ve memurum. Sonra intisab etsem olmaz mı?” deyince, Masum Efendi ona Farisi olarak su beyti okudu:
“Baharın taze yaprağı sarardı/Tenceremizin ateşi soğumakta...”
Bu beyti söyleyerek daha önceki bir hadiseye işaret edip vefatlarının yakın olduğunu hissettirerek bu fırsatı kaçırmamalarını tenbih ve emir buyurmuştu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Bana olan sevgin hürmetine bağışla!”


Büyük mutasavvıf Zünnûn-i Mısrî Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir.
772 (H.155) târihinde doğdu. 859 (H.245) târihinde Mısır’da vefât etti.
Hikmetli sözleri çoktur. Bu mübarek zata bir gün; “Bozulan kalbi düzeltmek için ne yapmak lâzımdır?” diye sordular. Cevabında buyurdu ki:
“Beş şey yapmalıdır. Helâl yemek, Kur’ân-ı kerîm okumak, sâlihlerle sohbet, gece ibâdet etmek, seher vaktinde ağlamak...”
“Kalbini en güzel koruyan kimdir?” diye sorduklarında; “Diline en çok hâkim olan” cevâbını verdi.
Bu mübarek zat bizzat yaşadığı enteresan bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Bir gün Mekke’de Kâbe-i şerîfi tavaf ederken, Kâbe ile gök arasında bir nûrun sütun gibi durduğunu gördüm.
Sonra kaybolan bu nûrun, kimden veya kim için yükseldiğini merak ettim.
Tavâfımı bitirdikten sonra iki rekat namaz kıldım. O nûru düşünürken, acıklı bir ses duydum.


“EY DOSTLAR DOSTU!..”
Sesin kimden geldiğini merak ettim ve bir kadının Kâbe’nin örtüsüne tutunup gözyaşı döktüğünü gördüm. Ağzından şu kelimeler dökülüyordu;
“Ey dostlar dostu, sen bilirsin! Ey gönül dostum sen bilirsin! Sana olan sevgimi o kadar gizledim ki, kalbim ve rûhum daralmaya başladı...”
Kadının muhabbet ateşi içinde söylediği bu sözler içimi sızlattı. Sonra kadın kendinden geçti. Biraz sonra kendine gelince, şöyle niyazda bulundu:

“Allahım! Ey tek sâhibim! Ey koruyucum! Bana olan sevgin hürmetine beni bağışla!”
Buna şaşırdım ve kendisine yaklaşarak;
“Allah’ım! Sana olan muhabbetim hürmetine, deseydin olmaz mıydı?” diye sordum. Bana dikkatle baktı ve;
“Yaklaş ey Zünnûn! Bilmez misin Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sevdiği bir milletten söz ederken; (Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever) buyurmuştur.
Bunun için benim O’na olan sevgim hürmetine demedim. O’nun bana olan sevgisi hürmetine dedim” diye cevap verdi.


“BENİ NASIL TANIDINIZ?”
Ben ona; “Doğru söylediniz. Fakat benim Zünnûn olduğumu nereden bildiniz?” dedim.
“Ey Zünnûn! Cebbâr olan Allahü teâlânın mârifetiyle tanıdım” deyince, vilâyet makâmına ulaşmış bir hâtun olduğunu gördüm.
Daha sonra bana;
“Ey Zünnûn! Dön arkana bak, ne var?” deyince, arkama baktım, hiçbir şey göremedim, hemen kadına döndüm, kadın kaybolmuştu.
Daha sonra onun vefat ettiğini öğrendim...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şeytanın son hamlesi!..


Muteber kitaplarda bildirildiğine göre, şeytan, son nefesini vermek üzere olan herkese musallat oluyor.
Vefat etmiş olanlardan en sevdiğinin kılığında geliyor ve son nefesini vermek üzere olan kimseye; Müslüman olarak ölmemesi için her telkinde bulunuyor!..


İMANI TAM OLANLAR KURTULUR!..

Bir rivayet de şöyle: Bir kimse can çekişmeye başlayınca, son derece hararet bastırır, ciğeri yanar, boğazı kurur fakat su içemez.
O zaman ağzına zemzem, yoksa su damlatmak lazımdır.
Zira kişi bu haldeyken şeytan, elinde bir bardak serin su ile gelir, karşısında dikilir ve suyu ona gösterir.
Onun şeytan olduğunu anlamayıp suyu içmek isterse şeytan;
-Bu âlem kendiliğinden yaratılmıştır, yaratıcısı yoktur, dersen bu suyu sana veririm, der.
Sonra ayak ucuna gider ve yine suyu gösterir;
-Peygamberler yalandır, dersen bu suyu sana veririm, der.
O kimse şeytanın bu tekliflerine kanıp da inkâr ederse son nefesinde imanından olur.
İmanı tam olan mü’minler onun şeytan olduğunu anlar, yüzünü ondan çevirir. Hafaza melekleri de onu korur...

***
Allah adamlarından Zahid Ebû Zekeriyyâ hazretleri vefât edeceğinde, dostları başına toplandılar.
Ona Kelime-i şehadeti söylemesi için telkinde bulundular. Fakat O;
“Hayır” deyip başını çevirdi. İkinci defa tekrar Kelime-i şehâdeti telkin ettiler. o yine;
“Hayır!” dedi. Dostları şaşkın olup, içlerinden bayılanlar oldu. Üçüncü defa yine Kelime-i şehadeti telkin ettiler, yine;
“Hayır!” dedi. Dostları üzüntüden perişan oldular...


“ÖFKE İLE DÖNÜP GİTTİ!”
Aradan biraz zaman geçince, Ebu Zekeriyyâ hazretleri biraz kendine gelip gözlerini açtığında;
“Bana bir şey söylediniz mi?” buyurdu.
Oradaki dostları üzüntü ile, kendisine Kelime-i şehadeti telkin ettiklerini, her üçünde de; “Hayır!” cevabı verdiğini söyleyince, Ebu Zekeriyyâ hazretleri buyurdu ki:
“Dostlarım! O zaman şeytan, elinde su dolu kadehi ile sağımdan geldi. Ben çok susamıştım.
“İsa Allah’ın oğludur dersen veririm” dedi. Ben de;
“Hayır!” dedim. Ayak tarafımdan geldi yine;
“Hayır!” dedim. Tekrar; “Âlemlerin yaratıcısı yoktur, de!” dedi. Ben de;
“Hayır!” dedim. Söylediğim “Hayır!” kelimeleri bu sebeptendir. Ben onun dediklerini yapmayınca, şeytan kadehi yere çaldı. Öfke ile dönüp gitti.
Yoksa ben sizin telkin ettiğiniz Kelime-i şehadet için hayır demedim.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Taşkesenli Gazi İbrahim Efendi


İbrahim Efendi, Anadolu’da yetişen velîlerdendir. 1855 (H.1272) senesinde Bingöl’de doğdu.
Küçük yaşta tahsil hayatına başlayan İbrâhim Efendi, çeşitli medreselerde eğitim gördü.
Amcasının oğlu Şeyh Ahmed Efendinin sohbetlerinde kemâle geldi. Hocası Ahmed Efendi ile Erzurum’a gidip, Taşkesen köyüne yerleşti...


ÇİLELİ YILLAR BAŞLIYOR...
İbrâhim Efendi 1914 Rus harbinde Kafkas cephesinde talebeleriyle birlikte savaştı.
Sarıkamış yakınlarında harp esnâsında bir şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak “Gâzi” oldu.
Birinci Dünyâ Harbi, Erzurum’un işgâli, Ermeni zulmü ve Cumhuriyetin ilk yıllarında meşakkatli bir hayat sürmesine rağmen, talebe yetiştirmekten vazgeçmedi...
1926 senesinde tutuklanarak Elazığ İstiklâl Mahkemesi tarafından, İzmir’de mecbûrî ikâmete tâbi tutuldu.
Bir süre sonra da Manisa’nın Demirci ilçesine sürgün edildi...
Talebelerinden Şeyh Muhammed şöyle anlatır:

“İzmir’de iken bir gün Bitlis’ten bir telgraf aldım.
Şeyh Abdurrahman Tâgî’nin âilesinin İzmir’e sürgün edildiği bildiriliyor, ikâmetleri için büyükçe bir ev tutulması isteniyordu.
İzmir’in yabancısı olduğumuz için şaşırıp kaldım. Sıkıntı ve moral bozukluğu içinde hocam İbrâhim Efendinin huzuruna gittim. Durumu anlattım.
Hocam biraz düşündükten sonra bana dönerek; ‘Rahat ol! Ev arama! Şeyh hazretlerinin âilesi İzmir’e gelmeyecek’ dedi.
Ben rahatladım ve ev aramaktan vazgeçtim.
Birkaç gün sonra aldığım telgrafta şeyhin âilesinin mecbûrî ikâmetinden vazgeçildiği, bu yüzden Nurşin’e geri döndüğü bildirildi...”


“BEN DE GELİRİM; ANCAK!..”

Sevenlerinden Agit Bey şöyle anlatır:
“Bir akşam bâzı sürgün arkadaşlarla birlikte İbrâhim Efendiyi ziyârete gittik.
Hepimiz sıkıntılı ve geleceğimizin ne olacağı merâkı ve endişesi içinde sohbeti dinliyorduk.
Bir süre sonra bizlere; ‘Hiç üzülmeyin, yakında hepiniz evlerinize gideceksiniz. Çoluk çocuğunuzla refah içinde yaşıyacaksınız.
Ben de geleceğim; ancak ne zaman ve nasıl geleceğimi söyleyemem’ dedi.
Birkaç gün sonra vefât etti ve Demirci’de defnedildi...
Bir süre sonra biz evlerimize gönderildik. ‘Ben de gelirim’ sözünün mânâsını ancak yirmi yedi sene sonra naaşının nakli sırasında anladık...”
İbrâhim Efendi 1927 (H.1346) senesinde Demirci’de vefât etti ve 1954 senesinde cenazesi Erzurum’a nakledildi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Yular sahibi kadının oğlu


Şamlı Ebu Kudame isimli bir mücahid, Mescid-i Nebevi’de oturmuş arkadaşlarına, başından geçen enteresan bir hadiseyi anlatıyordu.
Gelin, biz de kulak verelim bu mücâhidin anlattıklarına:

“KOCAM ŞEHİD OLDU!..”

Rikka bölgesine gittiğim yıllardan birisinde silah taşımak için satın alabileceğim bir deve arıyordum.
Bir gün bir yerde otururken bir kadın çıkageldi ve bana:
“Ey Eba Kudame! Duyduğuma göre sen, insanları cihada teşvik ediyormuşsun. Allahü teâlâ bana başka kadınlara vermediği ölçüde saç verdi. Ben onları kestim ve ördüm, atlar için onlardan yular yaptım. Herhangi bir kimsenin dikkatini çekmemesi ve ona bakmaması için de onu toprağa, çamura buladım, rengini değiştirdim. Onu beraberinde alıp götürmeni arzu ettim. Cephede ihtiyaç duyarsan onu kullanırsın... Ben dul bir kadınım. Kocam ve ailemden birçokları Allah yolunda şehit oldular. Kocam öldüğü zaman geride; Kur’an-ı kerîmi ezberlemiş, gecelerini namazla gündüzlerini ise oruçla geçiren on beş yaşında çok yakışıklı bir çocuk bıraktı. Allah yolunda cihad etmek üzere onu seninle göndereceğim. Arzu ettiğim sevaptan beni mahrum etmeyeceğini umarım.”
Saçlarından örülmüş olan yuları ondan aldım ve eşyalarımın arasına koydum. Sonra oğlunu da yanıma alarak diğer mücahidlerle birlikte Rikka’dan çıktık...
Düşmanla harb edeceğimiz yere varıncaya kadar konaklamadan yolumuza devam ettik ve güneş batarken müşriklerin topraklarına vardık.
Orada indik ve konakladık... Çocuğun uykusu bastırdı ve uyudu. Uykusu esnasında bir ara gülümsediğini gördüm. Uyandığında ona:
-Sevgili dostum! Uykunda bir ara seni gülümserken gördüm, dedim. Çocuk;
-Bir rüya gördüm, beni çok şaşırttı ve güldürdü... Kendimi, hurilerle dolu bahçe içerisindeki bir köşkte gördüm.
Köşkün en üst kısmında yüzü güneş gibi pırıl pırıl parlayan bir cariye vardı.
Eğer Allah gözlerimi korumasaydı gözlerim körelir, odaların ve cariyenin güzelliğinden dolayı da aklımı kaybederdim. Cariye beni gördüğünde;


“BEN SANA AİDİM!..”

-Merhaba, hoş geldin. Ey Allah dostu ve sevgilisi. Sen benimsin ben de sana aidim, dedi.
Onu bağrıma basmak istediğimde;
-Bekle, acele etme. Benimle senin arandaki buluşma yarın öğleden sonra olacaktır, dedi.
Ebu Kudame:
-Sevgili dostum, sen hayırlı bir rüya görmüşsün, dedim.


Ebu Kudame ve arkadaşları cepheye varmışlar ve savaş başlamıştı.
Allah’ın zelil kıldığı küfür ordusu çekirgeler gibi hücuma geçti. Bizden onlara karşı ilk önce on beş yaşındaki küçük mücahid hamle yaptı.
Onların topluluklarını darmadağın etti, aralarına daldı, birçoklarını öldürdü, onları yerden yere vurdu...


“RÜYAM BENİ DOĞRULADI!..”

Bizden de düşmandan da çok zayiat vardı...
Atımla öldürülenler arasında dolaşıyordum. Atların ayakları arasında çocuğu buldum. Üzerinde toprak vardı, kan revan içerisindeydi. Bana;
-Ey Amca! Rüyam beni doğruladı, Kâbe’nin Rabbi beni tasdik etti.
Daha önce sana söylediğim huriler başımın üzerinde dolaşıp duruyorlar. Ruhumun çıkmasını bekliyorlar...
Ey Amca! Eğer Allah seni sağ salim geri döndürürse kana bulaşmış olan şu elbisemi, anneme götür ve ona teslim et. Selamımı ona ulaştır ve ona:
Allah’a verdiği hediyeyi Allah’ın kabul ettiğini söyle... Benim on yaşında bir kız kardeşim var.
Bir yere çıkacağım, gideceğim zaman benimle en son o vedalaşır ve bana; Abiciğim, geç kalma derdi. Ona da selamımı ulaştır ve şöyle de:
“Benden sonra kıyamete kadar benim yerime Allah senin vekilindir.”
Genç mücahid, bir müddet sonra tebessümle ruhunu teslim etti. Onu defnettik...
Bu gazveden dönüp Rikka’ya vardığımda çocuğun annesinin evine gittim.
Ahlak ve yüz güzelliğinde çocuğa benzeyen kız kardeşini evin kapısında ayakta bekler halde buldum. Bana;
-Ey amca! Nereden geliyorsun?
-Gazveden geliyorum.
-Kardeşim falan sizinle birlikte döndü mü? diyerek ağlamaya başladı.


“HEDİYEN KABUL EDİLDİ!..”
Bu esnada kapıda olan kadın sesimizi duydu ve dışarı çıktı. Bana:
- Müjde mi yoksa taziye mi? dedi. Ben;
- Müjdeler olsun. Hediyen kabul oldu, dedim. Ağladı ve;
- Oğlumu kıyamet gününün azığı yapan Allah’a hamd olsun, dedi.
Kız kardeşi bana yöneldiğinde ona dedim ki:
- Kardeşinin sana selamı var. Senin için: “Benden sonra kıyamete kadar benim yerime Allah onun vekilidir” dedi.
Bunun üzerine kızcağızın yüzünü bir tuhaflık kapladı ve kendinden geçti. Bir müddet sonra onu salladığımda vefat etmişti.
Bu durum beni çok şaşırttı. Oğlunun annesine vermem için bana emanet olarak verdiği elbiseyi teslim ettim.
Çocuğun ve kız kardeşinin hallerine üzülerek, annelerinin sabrına da şaşırarak oradan uzaklaştım...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Abbasi Halifesi Muntasır


Abbasiler, Emevi hanedanından sonra iş başına geçerek İslam dünyasının halifeliğini elinde tutan hanedandır.
Muhammed aleyhisselamın amcası hazreti Abbas’ın soyundan gelen Abbasiler, Emevi yönetimine karşı ayaklanarak 750’de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler.
Bu tarihten başlayarak Abbasiler 1258’e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular...
İlk Abbasi halifesi Ebu’l-Abbas Seffah (750-754) idi. Biz bugün size onbirinci halife Muntasır’dan bahsetmek istiyoruz...
Mu’tasım hicretin 227’sinde Samerra’da ölünce yerine oğlu Vasık geçti. Nihayet hicretin 232’sinde Samerra’da öldü.
Vasık’tan sonra kardeşi Mütevekkil hilafete geçti.
Fakat oğlu “Muntasır”ın tahrikiyle ordusundan bir grup Türk onu veziri Feth bin Hakan’la birlikte öldürüp Muntasır’ı halife ilan ettiler.
Muntasır, Mütevekkil’in öldürüldüğü günün gecesi hilafete geçti ve babasının bazı saraylarını yıkmalarını emretti.
Babasına karşı işlediği suç (askerle bir olup babasını öldürtmesi), onu vicdanen epey rahatsız etmişe benziyordu;
zira kendisi babasının öldürülmesi olayını çok dile getirir ve asker hakkında “Bunlar halife katilleridir” derdi.
Muntasır’ın hilafet dönemi altı ay kadar kısa sürmüş, hicri 248 yılında vefat etmiştir.
Ondan sonra amcası oğlu ve Mu’tasım’ın torunu “Mustain” hilafete geçti.
Askerler, Halife Muntasır Muhammed’den, iki kardeşi Mu’tez ve İbrahim’i veliahtlıktan azletmesini istediler.
Tarihçiler Halife Muntasır’ı çok sabırlı, çaplı ve zeki olarak tanımlar.
Buna rağmen o, askerlerin hem kendisine hem de halka yönelik baskısına dayanabilecek gibi değildi.


ALTI AY HALİFELİK YAPTI...

Nitekim askerler de Muntasır’ın kendilerinden rahatsız olmaya başladığını fark edince, zehirlemek yoluyla ondan kurtulmayı planladılar ve bu durum;
Muntasır’ın altı aylık halifelik görevinden sonra 862 yılında ölümüyle sonuçlanmıştır.
Muntasır da ölümü esnasında sıkıntı içerisinde kıvranıyordu. Kendisine;
“Bu o kadar önemli değil” dediklerinde, o;
“Sıkıntım, dünya hayatının sona erip âhiret hayatının başlaması içindir” dedi.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
İbrahim bin Sırrı Zeccac


İbrahim bin Sırrı Zeccac (Ebû İshâk) Bağdad’da yaşamış olan Nahv, tefsir ve lügat âlimlerindendir.
Camcılık yaptığı için “Zeccac” lakabı verildi. Arabi ilimleri, zamanın en büyük nahv âlimi Müberrid hazretlerinden öğrendi.
Medresede talebe yetiştirdi. Birçok âlim ondan hadis-i şerif ve kıraat dersi aldı...


HER GÜN BİR DİRHEM HOCAYA!..

Bu mübarek zat, ilminin çokluğu ve gelirinin bolluğuna rağmen elinin emeği ile maişetini temin eder, camcılıkla uğraşırdı.
Zamanında “Arabî ilimleri en iyi bilen” diye meşhûr olan Müberrid hazretlerinin talebesi olan Zeccâc, ilmini arttırmak için çeşitli yerlere gidip,
birçok âlimden ilim öğrendi. Din ve âlet ilimlerinde âlim oldu. Nahiv ilminde asrının bir tanesiydi.
Tefsîrinden, daha sonra gelen meşhûr müfessirler istifâde ederek, benzer eserler yazdılar.
Hocası Müberrid’in tavsiyesiyle Abbasî halifesi Mu’tesid’in veziri Ubeydullah bin Süleymân’ın oğlu Kâsım’ı terbiye için görevlendirildi.
Talebesi Kâsım vezir olunca, ona kâtiplik ve bazı bölgelerin gelirini verdi. Eline geçen paradan bir dirhemini, her gün hocası Müberrid’e verirdi.
Hocası vefât edinceye kadar bu usûlde ikrâma devam edip, her gün muhakkak ziyâret eder, hatırını sorardı.
Talebelerine hep hocasından nakil yapardı. Bir gün yine hocasından bahsederek şöyle buyurdu:
“Hocam Ebü’l-Abbas Müberrid buyurdu ki: Denilir ki, güzel ahlâka yöneldiğin zaman, harâm olan şeylerden sakın.
Geçimi ve rızkı en iyi olan, başkasının geçimini üzerine alandır.”

Şu hikmetli sözler de onun eserinden alınmıştır:
“Hazreti Âişe validemiz buyurdu ki: Resûlullahtan’tan işittim. Buyurdu ki:
(Bir kimse, insanların kızacakları şeyde Allah’ın rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur.
Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır.)”
“Kim, kalbini kibir, riya, haset ve gıybet gibi ma’nevî hastalıklardan temizlerse, Allahü teâlâ da ona; bedeni ve âzâlarıyla, hayırlı, rızâsına uygun işler yapmayı nasîb eder.”


BAĞDAD’DA VEFAT ETTİ...

Birçok kimseye Kur’ân-ı kerîm kırâati, nahiv ve lügat bilgileri öğreten Ebû İshâk Zeccâc hazretleri, 923 (H.311) senesinde Bağdad’da vefat etti.
Ölmeden önce son sözü şu oldu:
“Yâ Rabbi! Beni Hanbeli mezhebi üzere haşreyle!” oldu.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Sadrâzam Ohrili Hüseyin Paşa


Ohrili Hüseyin Paşa, Sultan İkinci Osman Han (Genç Osman) döneminde sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır...
On yedinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından olan Ohrili Hüseyin Paşa, bir timarlı sipâhinin oğludur.
Bostancı Ocağında yetişti. Bostancıbaşılık, Yeniçeri Ağalığı ve Rumeli Beylerbeyliği yaptı.
Vezirlikle Dîvân-ı Hümâyûnda bulunurken Güzelce Ali Paşanın yerine 1621 senesinde Veziriâzam oldu.
Sultan İkinci Osman Hanın Lehistan Seferinde de bulunan Hüseyin Paşa, Hotin önündeki savaşta meşhur gâzilerden Karakaş Mehmed Paşanın düşmana hücumu esnâsında, ona yardım etmeyerek şehid düşmesine sebep olduğu iddiasıyla sadrazamlıktan azledildi...


2. DEFA VEZİRİÂZAMLIĞA GETİRİLDİ

İkinci Osman vakası sırasında Dilaver Paşanın Yeniçeriler tarafından öldürülmesi üzerine ikinci defa Veziriâzamlığa getirildi. Ancak isyan giderek büyüdü.
Sultan Osman, Üsküdar’a geçip Bursa’ya gitmek istediyse de Hüseyin Paşa ile Bostanbaşı bunu uygun bulmadılar ve Pâdişâhın Ağa Kapısına gitmesini istediler...
Hüseyin Paşa Şehzâdebaşı’ndaki Yeniçerileri iknâ ederek Sultan Osman Han’ı Ağa Kapısına götürdü.
Ancak Osman Han, Ağa Kapısından alınıp Orta Câmiye götürüldüğü esnâda Hüseyin Paşayı yakalayan âsiler derhal oracıkta öldürdüler.O ölüm anında;
“Yoldaşlar, pâdişâhınız ocağınıza sığındı, mürüvvet sizindir, pâdişâhınızı bu hakârete lâyık görmeyin!” diye yalvardı.
Sultan İkinci Osman Han “Yeni Odalar”a getirildiği sırada yolda Hüseyin Paşanın cesedini görünce ağlayarak;
“Bu mazlum bî-günâh idi. Her zaman bana kul hakkında iyilik söylerdi. Bunun sözünü dinleseydim başıma bu işler gelmezdi!” demiştir.


YAHYA EFENDİ TÜRBESİ’NDE...

Ohrili Hüseyin Paşa, Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Türbesi mezarlığına defnedildi. Paşanın memleketi Ohri’de pekçok hayır eserleri mevcuttur.
Ayrıca Çırağan Sarayının bulunduğu yerde bir mevlevîhâne yaptırmıştır...
(Ohri, Makedonya’nın Arnavutluk sınırında bulunan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında bir şehirdir...)
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Kıraat ve fıkıh âlimi Abdurrahman Echûrî


Abdurrahman Echûrî hazretleri, Maliki mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Mısır’da Echur köyünde dünyaya geldi.
Doğum tarihi belli değildir. İlk önce Kur’ân-ı kerimi ezberledi. Çok güzel okurdu.
Daha sonra Kahire’de birçok âlimden Kıraat ve Fıkıh dersleri aldı ve Maliki fıkhında Mısır’ın sayılı âlimlerinden oldu...


KAHİRE MEDRESELERİNDE...
Abdurrahman Echûrî hazretleri, Kahire’de çeşitli medreselerde fıkıh dersleri vererek birçok talebe yetiştirdi.
Maliki fıkhında yazdığı “Şerh-i Muhtasar-ı Şeyh Halil” kitabı meşhur oldu.
Uzak yerlere giden kervanlar onun kitaplarını Mağrib ve Tekrur’a (Sudan) kadar götürdüler. Böylece eserleri çok yerlere yayıldı.
Bu mübarek zat, çok talebe yetiştirdi. En meşhur talebesi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’dir.
Bu talebesi öyle meşhur oldu ki; etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı.
Talebelerine hem zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi.
Hattâ kendisini çekemeyen ve aleyhinde olanlara rüyâda görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu.
Böylece onların da istifâde etmesini sağlar, Cehennemde yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Bu talebesinin merhameti çok fazlaydı.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı...
Abdurrahman Echûrî’nin bu kıymetli talebesi üç yüzden fazla eser vermiştir.
Bunların en kıymetlisi dört mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı “Mîzân-ül-Kübrâ”dır...


SON NEFESTE BİLE FIKIH...

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri diyor ki:
“Hocam Abdurrahman Echûrî hazretlerinin ölüm hastalığında yanındaydım. Gücü kuvveti gitmiş, eliyle ağzına su götürmeye mecali kalmamıştı.
O sırada bir şahıs, fıkhî bir mesele sormak için geldi. ‘Beni oturtunuz’ dedi.
Biz de onu oturtup, yaslanması için arkasına bir şeyler koyduk. O şahıs sualini yazıp uzattı.
Hastalığının çok şiddetli olmasına rağmen şuuru ve aklı yerindeydi.
Sualin cevabını yazıp verdi ve sonra da Kelime-i şehadeti söyleyerek ruhunu teslim etti.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Karamanoğlu Mehmed Bey


Karamanoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Niğde, Konya ve İçel çevresinde kurulan bir Türk beyliğidir.
Mehmet Bey de bu beyliğin ikinci beyi Kerimü’d-din Karaman’ın oğludur. Doğum tarihi belli olmayıp ölümü 1280’dir.
Mehmet Bey askerî ve idarî yönden bilgili bir devlet adamı idi...


“RESMÎ DİL TÜRKÇE’DİR!..”
İdareciliği sırasında Türkçe’yi resmî dil olarak ilan eden fermanını vererek; sadece siyasî ve askerî değil aynı zamanda kültürel bir zafer kazanmıştır...
Karamanoğlu Mehmed Bey, Osmanlılar’ın fetret dönemi içinde bulundukları ve Çelebi Mehmed ile Musa Çelebi’nin Rumeli’de savaştıkları bir sırada Bursa üzerine yürümeye karar vermişti.
Çünkü “Türk dünyasını en iyi ben yönetirim” diyordu...
1413 yılında, yanında Türkmen boyları olduğu halde önce Sivrihisar üzerine yürüyüp burayı zapt eden Mehmed Bey,
daha sonra Bursa önüne gelip Bursa hisarını kuşatma altına alır.
Otuz iki gün devam eden bu kuşatma sırasında hisarın subaşısı bulunan Hacı İvaz Paşa, Bursa halkının yardımı ile şiddetle mukavemet etmişti.
Karamanoğlu da artık bir şey yapamayacağını anlamıştı...
Bu sırada Musa Çelebi’nin tabutu, dedesi Murad Hüdavendigâr’ın kabri yanına defnedilmek üzere Bursa’ya getirilir.
Karamanoğlu, bundan haberdar olunca cenazenin düzme olma ihtimalini düşünerek bizzat kendisi kontrol etmek ister.
Bu maksatla varıp kefeni açar ve cenazenin gerçekten Musa Çelebi’ye ait olduğunu görünce maneviyatı daha fazla bozulur.
Bunun üzerine şehre bayağı bir zarar vererek Karaman’a geri döner.
Fakat gelirken takib ettiği güzergâh tutulduğundan oradan dönmeye cesaret edemez ve Kirmasti (Mustafakemalpaşa) ve Isparta üzerinden Karaman iline gider.


“ÖLÜSÜNDEN BÖYLE KAÇARSIN!..”
Musa Çelebi’nin cenazesini görüp teşhis ettikten sonra devlet idaresinde tek başına kalan Çelebi Sultan Mehmed ile başa çıkamayacağını anlayınca,
Bursa kuşatmasını kaldırıp sür’atle ülkesine dönerken Harman Danası denilen ve şişman olan nedimi,
kaçmaktan yorulunca Karamanoğlu Mehmed Bey’e;
“Beyim, Osmanoğlu’nun ölüsünden böyle kaçarsın, ya dirisi gelmiş olsaydı ne çare ederdin?” deyiverir.
Bu, onun son sözleri olur. Karamanoğlu, onu bulunduğu yerde bir ağaca astırarak cezalandırır...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük mutasavvıf Muhammed Huccetullah


Muhammed Huccetullah, (Muhammed Nakşibend) Hindistan’da yaşıyan evliyânın en büyüklerindendir.
Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretlerinin oğlu, yani İmâm-ı Rabbanî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunudur.
1034 (m. 1624) senesinde dedesinin vefât ettiği yıl doğdu...


SULTANLARA NASİHAT EDERDİ!..

Bu mübarek zat babasından tefsîr, hadîs, fıkıh, bunun yanı sıra zamanın fen ilimlerini en mükemmel şekliyle öğrendi.
Kalb ilimlerinde de yüksek ma’rifet sâhibi oldu...
Zamanın devlet reîslerine, beylere, vâlilere, âlimlere ve sâlihlere nasîhat eder, uzak yerde olanlarına da mektuplar yazarak dînin emirlerini bildirirdi.
Bu yazdığı mektuplar toplanmış iki cild olmuştur.
Birinci cildde yüzyirmisekiz, ikinci cildde altmışsekiz mektup vardır.
İki cild bir arada 1383 (m. 1963) senesinde Pakistan’ın Haydarâbâd şehrinde basılmıştır...
Muhammed Huccetullah, tasavvufta “Hullet” ismi verilen pek yüksek makamların sâhibi idi.
1115 (m. 1703) senesinde Muharrem ayının yirmidokuzuncu gecesi vefât eyledi... Vefatına yakın şunları yazdı:
“Ölüm yaklaştı. Kabir ve kıyâmet hâlleri görünmeye başladı. Bunun çâresi nedir? O’nu zikretmeden, anmadan yaşamamalıdır.
Sevdiklerimiz ve dostlar gittiler, toprağa karıştılar. Kendi hesapları ile baş başa kaldılar.
Biz de gidiciyiz ve toprak altında iki heybetli meleğe cevap vermek zorundayız...
Yolu bilmek, tanımak lâzımdır. Şimdi iş vaktidir. Yemek, içmek, yatmak zamanı değildir. O hâlde, ey basîret sâhipleri ibret alınız.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ölüyü defnedip, yakınları onu bırakıp dönünce, o elbette ayakkabılarının seslerini işitir.
Sevdikleri onu toprak altında bırakır giderler. O bunu hisseder. Fakat yapacak bir şeyi yoktur...)


“DÜNYAYA BİR DEFA GELİNİR!..”

Heyhât, sonucunda herkesi ve her şeyi bırakıp gideceklerdir.
O hâlde bugün niçin onlar bırakılmıyor ve Allahü teâlânın emirlerine dönülmüyor.
Âyet-i kerîmede meâlen; “Allah de, onları bırak” (En’âm-91) buyuruldu. ‘Bu’ ve ‘şu’ bağlarını kesip atmalıdır.
Hadîs-i şerîfte; “Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir” buyuruldu.
Dünyâya iki defâ gelmek yoktur ki, birincisinde kaçırdıklarını ikincide telâfi eyleyesin!..”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Irak Valisi Ziyad bin Ebih


Ziyad bin Ebih, Haccac bin Yusuf, Hâlid bin Abdullah Kasrî gibi her biri sert mizaçlı devlet adamları,
Emevî tarihinin şekillenmesinde önemli roller oynamışlardır...
Bugün sizlere, Hazreti Muaviye’nin valilerinden Ziyad bin Ebih’ten bahsetmek istiyoruz...

HAYIRLI BİR HİZMET...

O dönemde İslam harflerinde nokta ve hareke yoktu. Vali Ziyad bin Ebih, Arapça’yı bilmeyen Müslümanların,
Kur’ân’ı yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu’l Esved Dueli’yi görevlendirmiş.
O da kelimelerin sonuna “hareke”yi belirlemek için nokta koymuştu.
Daha sonra Haccac-ı Zalim, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer’e harflere nokta koymalarını emreder.
Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren ise Halil bin Ahmet’tir...
Bu sert tabiatlı idarecilerin böyle de hayırlı hizmetleri olmuştur...

***

Ziyad bin Ebih, Basra ve Kûfe (Irak) Valisi iken, Şam’da bulunan halife Muaviye hazretlerine şöyle bir mektup yazdı:
“Ben Irak’ı sol elimle zaptetmiş, orada hakimiyet kurmuş bulunuyorum. Sağ elim ise şimdi boşta. Onu da Hicaz ile meşgul etsem diyorum...”
Bunun üzerine Muaviye radıyallahü anh, ona bir de Hicaz valiliği görevini verdi. Ancak Hicaz halkı bunu duyunca telaşlandılar. Çünkü Ziyad, çok sert bir idareciydi. İdaresi altındakiler kendisinden çok korkarlardı.
Hicazlılar, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden Abdullah bin Ömer radıyallahü anhın yanına giderek bu konudaki endişelerini bildirdiler.
Abdullah bin Ömer hazretleri de, onları dinledikten sonra şöyle dua etti:
“Allahım! Bizi Ziyad’ın şerrinden koru! Bizleri onun sağ elinden, Iraklıları da sol elinden kurtar!”


PARMAĞINDA ÇIBAN ÇIKAR!..

O sırada henüz Kûfe’de bulunan Ziyad’ın sağ elinin bir parmağında çıban çıkar ve onu yatağa düşürür.
Meşhur âlimlerden Kadı Şureyh’i yanına çağıran Ziyad, onunla şöyle istişarede bulunur:
“Gördüğün gibi parmağıma bir şey oldu. Bana bunun kesilmesi teklif edildi. Sen bana bir yol göster!..”
Kadı Şureyh ona şöyle buyurdu:
“Ecelinin yaklaşmış olmasından korkarım. Ecelin gelmişse kesik parmakla Allah’a kavuşmuş olursun.
Eğer ecelin gelmemişse kesik parmakla yaşarsın ve olsa olsa çocuğun durumu yadırgar...”
Ziyad, bu sözlerden sonra parmağını kestirmekten vazgeçer, ancak bir müddet sonra da vefat eder...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt