Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (4 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Oğullarımın üçü de birer cevher idi”




1616 (H.1025) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde şiddetli bir tâûn (vebâ) salgını başladı.

Bu salgın her geçen gün şiddetleniyor, yüzlerce insan her gün kabre konuyordu.

Bu hâli gören İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük oğlu Muhammed Sâdık hazretleri;

“Bu tâûn yağlı lokma istiyor. Biz gitmedikçe (ölmedikçe) geçmez” buyurdular.

Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üç oğlu, Muhammed Sâdık, Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ, arka arkaya vefat ettiler...



“BAŞIMIZA GELENLERİ DİNLE!..”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektupda oğulları hakkında şöyle buyurdu:
Allahü teâlânın nîmetlerine hamd olsun ve O’nun seçtiği kullarına selâm olsun!

Kardeşim Molla Sâlih! Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle!

Büyük oğlum iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikte âhirete gittiler.

“İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn.”

Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabır gücünü ihsân eyledi.

Bundan sonra, bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi. Fârisî beyt tercümesi:
“Beni ne kadar incitsen, dönmem senden yine,

Dayanmak tatlı olur sevgili elemine...”


Merhûm oğlum, Hak teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül’âlemînin rahmetlerinden bir rahmet idi.

Yirmi dört yaşında iken, öyle şeylere kavuştu ki, az kimseye nasîb olur.

Mevleviyyet mertebesine, naklî ve aklî ilimlerin profesörlüğüne yükselmişti.

Öyle olmuştu ki, yetiştirdiği gençler Beydâvî Tefsîri’ni, Şerh-i Mevâkıf ve benzeri yüksek kitapları okuyorlardı.

Mârifet ve irfânını anlatmak ve şühûdünü, küşûfünü yazmak, başarılacak şey değildir...



“DOSTTAN KONUŞMAK DAHA TATLI”
Muhammed Ferrûh’dan ne yazayım ki, on bir yaşında ilim talebesi idi.

Kâfiye okuyordu. Tam anlayarak ders görüyordu. Dâimâ âhiret azâbından korkar ve titrerdi.

Çocuk iken, bu dünyâdan ayrılmak için ve böylece, âhiret azâbından kurtulmak için duâ ederdi.

Ölüm yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini gördüler.
Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ’dan ne yazayım!
Oğullarımın her üçü de, birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi.

Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Y

â Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine bizi onların sevâbından mahrûm bırakma!

Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra tercümesi:
“Her ne olursa olsun, dosttan konuşmak daha tatlı.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ka’b-ül-Ahbâr hazretleri

Ka’b-ül-Ahbâr hazretleri, Tâbiînin büyüklerindendir. Hazret-i Ömer zamânında Müslüman olduğu söylenir. Yemen’de doğdu.
Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamânında Medîne-i münevvereye geldi. Humus’a yerleşti.
Burada hazret-i Osman zamânında 652 (H.32) târihinde vefât etti...


DERECENİN YÜKSELMESİ İÇİN
Ka’b-ül-Ahbâr hazretlerinin hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Allahü teâlâ, mümin kulunu sevdiği zaman, Cennet’te onun derecesini yükseltmek için, dünyâyı ondan uzaklaştırır.
Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyâda rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennem’in aşağı derecelerine düşürür.”
“Kim zenginlere ve mal sâhiplerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.”
“Dünyâdan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer.
Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.”
“Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.”
“Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allah korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim.”
“Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nûrlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak nasiplendiriniz.
Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar.
Gök ehli; ‘Falan oğlu falan, evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor’ derler.”
“Sükût iyi bir huydur. Çünkü verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesîledir.”
“Allahü teâlâ, yersiz güleni, bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez.”
“İdârecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.”
“Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ona gösterilse, ateşinin sıcaklığına aslâ dayanamazdı.
Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır.
Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.”
“Cehennem’de dört köprü vardır:
Birincisinde, akrabâsı ile münâsebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınlık ve azgınlık yapanlar, dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.”


ATEŞİ SÖNDÜREN GÖZYAŞI...
Ka’b-ül-Ahbâr hazretleri vefat etmeden önce buyurdu ki:
“Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün).
Böyle yaparsa âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz.
Hatâlarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
İdris-i Muhtefî (Hacı Ali Bey)




İdris-i Muhtefî hazretleri, İstanbul evliyâsındandır. İsmi Ali’dir. Halk arasında Hacı Ali Bey diye bilinir.

Terzilik mesleğiyle meşgûl olduğu için “İdris”, kendi hâllerini ve yakînlerini insanlardan gizlediği için “Muhtefî” lakaplarıyla anılmıştır.



“ŞEYTAN ARKADAŞIN OLUR!”
Aslen Rumeli’deki Tırhala’dan olan İdris-i Muhtefî hazretleri, 1615 (H.1024) senesinde İstanbul’da vefât etti.

Kabri, Kasımpaşa’da Kulaksız Câmii karşısında Okmeydanı’nın Haliç Tersânesi’ne bakan kısmındadır. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın!

Topluluktan ayrılan helâk olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur.

Yolun başlangıcında olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır.

Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcı vardır.

Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur.

Bunun misâli dağlardaki meyveler ile bahçelerdeki meyvelerdir.

Yâni dağlardaki ağaçların meyveleri terbiye ve bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar.

Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyveleri hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.”
Kassâm (vefât eden kimselerin mîrâslarını taksim eden kimse) Kâtibi Mustafa Efendi anlatır:



HÂLLERİNİ HEP GİZLEDİ...
“Bir gün mahallemizden bir kimse Kassâm Mahkemesine gelerek;

‘Semtimizde bir kimse vefât etti. Geride bıraktıklarının yazılmasını istiyorum’ dedi.

Kassâmdan bir kâtip istedi. O semtte olduğum için kassâm beni bu işle vazîfelendirdi.

O kimse ile birlikte gittik. Meğer bu kimse, İdris-i Muhtefî imiş ve vefat eden de kendisi imiş.

O zamâna kadar kapısının açıldığını görmediğim ve sâhibini bilmediğim bir eve gittik,

orada vezirlerden, âlimlerden ve ileri gelenlerden pekçok kimse olduğunu gördüm.

Ayrıca onların hizmetinde bulunan hûrî ve gılmân ise bir mahalle halkından fazlaydı.

Her cins mal bir tarafa ayrıldı. Ayrıca bâzı yazılı belgeler çıktı. ‘Bunlar nedir?’ diye sorduğumda;

‘İdris Efendinin geriye bıraktıklarındandır’ dediler.

‘Ömrümüz boyunca yakınımızda olup da hiç görmediğimiz zâtın eşyâlarıdır’ diye hayretimizi belirttik.

Bu derece yüksek olmasına rağmen hal ve kerâmetlerini gizlediğine şâhid olduk...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mansûr bin Ammâr




Mansûr bin Ammâr hazretleri büyük velîlerdendir. Künyesi Ebü’s-Sırrî Sülemî’dir.

Aslen Mervli olup, Basra’da yaşamıştır. 839 (H.225) senesinde Basra’da vefât etti. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:



“KENDİ AYIPLARINI GÖREN...”
“Kendi ayıplarını gören kimse, başkasının ayıbı ile uğraşmaz.

Haramlardan sakınma elbisesini soyan ve takvâdan mahrum olan kimseyi, artık dünyâda hiçbir şey örtmez.

Kim Allahü teâlânın verdiği rızka râzı olursa, kaybettiği şeye üzülmez.

Kendi kusurlarını unutan kimse, başkalarının kusurlarını büyük görür.

Kendi görüşünü beğenen sapıtır. Aklına güvenenin ayağı kayar.

İnsanlara büyüklük taslayan zillete düşer. İnsanların malına göz diken fakir düşer.

Âfiyet isteyen sabreder. Hakk’a karşı savaşan, yıkılır...

Tevâzû; hakka uymakta sıkıntılara, acılara sabretmek, dinde bildirilen edeplerle edeplenmek ve başkalarının fazîletini üstün tutup, kendi fazîletini büyük görmemektir.”
“Sıkıntıdan kurtulmak istiyorsan, dünyâyı istemeyi bırak, özür dilemekten kurtulmak istiyorsan, diline hâkim ol.”
“Şeytan bir kimseyle eğlenmek istediği zaman, ona koğuculuk (lâf taşıma) yapması için vesvese verir.

Dedikodu yapmaya teşvik eder ve kötü sözler taşıtır.

Bu koğuculuk yapan adam, yaptığı dedikodu sonunda öyle işler yapmaya başlar ki, şeytan onların birini dahi yapmaktan utanır ve korkar.”
Kendisi şöyle anlatır: “Bir gün Mısır’a gitmiştim. Orada büyük bir kuraklık ve kıtlık yaşanıyordu.

Cumâ namazından sonra halk ağlayarak duâ etmişti. Hatırımdan câminin ortasına gidip, bu cemâate nasîhatta bulunayım diye geçti.

Aklımdan geçirdiğim gibi yaptım. Sonra câminin ortasına gidip onlara şöyle dedim:

“Ey cemâat! Allahü teâlâya, sadaka vermek sûretiyle yaklaşınız. Allahü teâlâya en güzel yaklaşma şekli budur.” dedim.

Sonra; “Ey Allah’ım! Benim üstümdeki cübbemden başka hiçbir şeyim yok, ancak bunu verebiliyorum, dedim ve cübbemi çıkarıp ortaya attım.

Beni tâkip eden halk, cübbemin üzerine sadakalarını koymaya başladı.

Bunları fakirlere dağıttık. Bir müddet sonra yağan yağmurlarla her taraf su ile doldu.”



“YETER Kİ İMANLI ÖLELİM”
Bu mübarek zat, vefatı yaklaştığında buyurdu ki:
“İnsan ölünce malını vârisler, canını melek-ül-mevt alır, etini kurtlar yer.

Kemiklerini toprak çürütür. İyiliklerini ve sevaplarını da hasımları alır.

Bunlar olacak, Allahü teâlâ îmânımızı şeytanın çalmasından bizi muhâfaza etsin.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Muhammed bin Hâmid Tirmizî




Muhammed bin Hâmid Tirmizî hazretleri, hadîs âlimlerindendir. Dokuzuncu asırda Belh şehrinde yaşamıştır. Derslerinde ve sohbetinde çok talebe yetişmiştir. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:



“TEFEKKÜR BEŞ ÇEŞİTTİR”
“Tefekkür beş çeşittir.

1- Allahü teâlânın yarattığı şeylere bakıp, O’nun yüceliğini düşünmek. Bundan mârifet, Rabbini tanımak hâsıl olur.

2- Allahü teâlânın nîmetlerini ve ihsânlarını düşünmek. Bundan muhabbet hâsıl olur.

3- Allahü teâlânın vâdettiği nîmetleri ve mükâfâtları düşünmek. Bundan ibâdete karşı rağbet ve ibâdet yapma şevki hâsıl olur.

4- Allahü teâlânın azâbını düşünmek. Böyle tefekkür eden kimse, Allahü teâlâya isyân etmekten sakınır.

5- Allahü teâlânın verdiği nîmetler ve ihsânları yanında, nefsin kötülüklerini düşünmek.

Bundan da, geçmiş günahları hatırlayarak Allahü teâlâya karşı hayâ, utanma hâsıl olur.”
“Yol belli ve açık; delil, âlimler (müctehidler), azık tam, binek kuvvetli. Fakat insanı asıl maksada kavuşmaktan uzaklaştıran şeyler var.

Bunlar: Âlimlere (müctehidlere) uymadan, kendi görüşüne uymak, nefsinin istekleri peşinde koşmak.

Azığı (yiyeceği) gayrimeşrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup, bineği zayıflatmaktır.”
“Câhillerin evliyâyı inkâr etmesi, büyüklere dil uzatması; onları anlamaktan uzak olmalarından ve kalblerinin hikmeti almamasındandır.”
“Evliyâ olan zâtlar, evliyâlıklarını dâima gizlerler, söylemezler. Fakat onların hâlleri ve davranışları, evliyâ olduklarını gösterir.

Evliyâlık iddiasında bulunan kimseler, dilleriyle bunu söylerler. Fakat hâl ve hareketleri, onların yalancı olduklarını ortaya çıkarır.”
“Allahü teâlâya en yakın olan kimseler, fakirlerle bulunmaktan hoşlanan kimselerdir. Ebedî olanı, geçici olana tercih edenler ve kazâya rızâ gösterenlerdir.”
“Bir şeyi yapmaktan âciz kalırsan, bu âcizliğini, zayıflığını anlamaktan da âciz kalma.”



ÎMÂN VE MÂRİFET ZAYIFLIĞI!..
“Bir kimsenin bir Müslümanı hor görmesi, îmân ve mârifet zayıflığındandır.”
“İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.”
“İnsanın kalbine nur yerleşince; dışı, âzâları, iyilik yapar ve iyiliği konuşur.”
Muhammed bin Hâmid Tirmizî hazretleri vefat etmeden önce buyurdu ki:
“Kalb ve vakit, insan için sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, düşüncelerle meşgûl eder.

Vaktini de boş şeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acı bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim kâr getirebilir.”
 

_ZÜMRA_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
9,962
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
46
selamün aleyküm kardeşim konunuzu okumaya başladım çok faydalandım inşallah devam edicem Allah celle celalühü razı olsun.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
selamün aleyküm kardeşim konunuzu okumaya başladım çok faydalandım inşallah devam edicem Allah celle celalühü razı olsun.

ve a.selam, cümlemizden inş.


Muhammed Rukıyye hazretleri




Muhammed Rukıyye hazretleri, büyük velîlerdendir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Bu mübarek zat, talebelerine şöyle buyurdu:



“DİLİN YİRMİ BİR ÂFETİ VARDIR”
“Dilin yirmi bir âfeti vardır. Bu âfetler şunlardır:
1)Fâidesiz konuşmak.

2) Bâtıla dalmak, yâni içki meclislerini, fâsıkların yaptığı işleri, zenginlerin rahatını, sultanların zulmünü güzel görerek anlatmak.

3) Sözde başkalarına galip gelmek için münâkaşa ve mücâdele etmek.

4) Düşmanlık.

5) Halk beğensin diye konuşmak.

6) Edebe uygun olmayan sözler söylemek.

7) İki dilli ve ikiyüzlü olmak.

8) Bir kimseyi yüzüne karşı medh etmek.

9) Günâhı ve suçu olmayan bir Müslümanı alaya almak.

10) Günâha götürecek latîfeler yapmak.

11) Bir Müslümanla alay etmek.

12) Bir Müslümanı bir toplumda maskara yapmak.

13) Müslümanın sırrını başkasına duyurmak.

14) Verdiği sözü yerine getirmemek.

15) İki Müslüman arasında söz taşımak.

16) Yalan söylemek.

17) Yalan yere yemin etmek.

18) Küfre sebeb olan sözleri söylemek.

19) Konuşulmaması gerekeni konuşmak. Şeyh Sa’dî buyuruyor ki: “Şu iki şey aklın noksanlığındandır: Konuşulacak yerde konuşmamak, konuşulmayacak yerde konuşmak.”

20) İnsan ve hayvana lânet etmek. 21) Gıybet etmek...”
Muhammed Rukıyye hazretleri buyurdu ki:
“Hocam Yûsuf Mahdûm vefat etmeden önce talebelerine şöyle buyurmuştur:
-Büyüklerimiz buyurdular ki: ‘Susmak, açlık, az uyumak, uzlet ve zikre devâm yolumuzun aslıdır.’

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: (Ya hayır söyle veya sus.) Susan kurtulur.

Yâni sükût eden kimse, dünyâda düşmanlarından, âhirette ise ateşten kurtulur.



“KURTULUŞ NE İLE OLUR?”
Eshâb-ı kirâmdan Ukbe bin Âmir buyurdu ki:
-Resûlullah efendimize; ‘Dünyâ ve âhirette kurtuluş ne ile olur?’ diye suâl ettim. Resûlullah efendimiz;

(Dilini muhâfaza eyle. Zarûret olmadıkça evinden çıkma. Günahlarını hatırlayıp, ağla. Kurtuluş bunlarla olur) buyurdu.

Tasavvuf yolunun esâsı, devamlı Allahü teâlâyı zikretmek, hatırlamaktır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen;

‘Allahü teâlâyı her hâlinizle çok anın ki, (dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşup azaptan) kurtulabilesiniz’ buyurulmaktadır (Cum’a suresi 10).

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede kurtuluşu, çok zikre bağlı kılmıştır.

Mu’âz bin Cebel’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem efendimiz; (Cennet ehli, dünyâda zikretmeden geçirdikleri zamanları için pişmân olurlar) buyurmuştur...”
 

abdullah1354

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 May 2010
Mesajlar
135
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Salankamen şehidi Fazıl Mustafa Paşa


1683’teki II. Viyana bozgunundan sonra, Osmanlı ordusu bütün cephelerde yeniliyor, on binlerce şehidin kanları pahasına fethedilen şehirler, kasabalar, kaleler, birer birer düşman eline geçiyordu...


FERAHLIK, DÜZEN VE DİSİPLİN...

1689 yılı Kasımında sadaret makamına Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa getirildi. Bu bir ümit ışığı idi.
Bu vezir, Osmanlı’nın en büyük sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa’nın ikinci oğlu ve Fazıl Ahmet Paşa’nın kardeşi idi...
Zaten Köprülü Ailesi 17. yüzyılda Saltanata önemli vezir ve sadrazamlar yetiştirmiş bir aile idi...
Fazıl Mustafa Paşa, ilk olarak, halka ağır bir yük olan, “avarız, nezil, sürsat, ve imdadiye” gibi manasız vergileri kaldırdı.
Büyük servetler elde eden yüksek rütbeli memurların mallarını hazineye devretti ve bu sayede ödenemeyen asker maaşlarını ödedi.
Bu icraatlar kısa zamanda memlekette bir ferahlık meydana getirdi.
Fazıl Mustafa Paşa bundan sonra ordu ile meşgul olmaya başladı. Bu işi de başardı.
Orduda da düzen ve disiplini sağladı ve eskisinden daha mükemmel bir hale getirdi.
Sıra düşmandan intikam alınmasına ve elimizden çıkan toprakların ve kalelerin kurtarılmasına gelmişti.
Padişah ona “Serdar-ı Ekrem” unvanını da vererek, ordunun başına tayin etti.
Hemen harekete geçen Fazıl Mustafa Paşa üst üste büyük başarılar kazanmaya başladı.
Kanuni Sultan Süleyman yadigârı Belgrad kalesini yeniden fethetti.


“BU, HAYRA ALAMET DEĞİL!”
Kışı burada geçirip Sava Nehrinin karşı yakasına geçmek için bir seyyar köprü kuruldu.
Fakat askerin az bir kısmı henüz karşı sahile geçmişti ki, yağan şiddetli yağmurların tesiriyle Tuna ve Sava nehirleri taştı. Seyyar köprü yıkıldı.
Askerin yarısı da diğer yakada kaldı. Fazıl Mustafa Paşa’nın buna çok canı sıkıldı. “Bu hayra alamet değil” diyordu...


AVUSTURYA ORDUSU SALDIRDI!..

Osmanlı ordusunun Macaristan üzerine doğru hareket ettiğini haber alan Avusturyalılar,
Prens Baden kumandasında kalabalık bir ordu ile harekete geçmişlerdi.
Bu sıralarda Osmanlı ordusunun bulunduğu Salankamen mevkiine geldiler ve hiç vakit kaybetmeden saldırıya geçtiler.


Fazıl Mustafa Paşa, mevcut askeri ile Prens Baden kumandasındaki Avusturya ordusunun hücumuna karşılık verdi.
Çatışma çok kanlı oldu. Osmanlı ordusunun esas kısmı, taşan nehrin karşı sahilinde kalmıştı.
Düşmanla karşı karşıya kalan kısmı ise, tecrübesiz ve sayıca çok azdı. Buna rağmen düşman hücumunu püskürtmeyi başardılar...


“GAYRİ İŞ BİZE DÜŞTÜ!..”
Prens Baden, ertesi gün, aldığı takviye kuvvetlerle ani bir baskın yaptı.
Fazıl Mustafa Paşa, daha önceden siperlerin önüne toplar yerleştirmiş olduğundan, düşman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi.
Buna rağmen Prens Baden ısrarla hücumlarına devam ediyordu.
Avusturya süvarileri, Anadolu Beylerbeyi Kemankeş Ahmet Paşa kumandasındaki Anadolu sipahilerine şiddetle saldırdılar.
Daha önce böyle bir savaş görmemiş olan Anadolu askeri, bu saldırı karşısında dağıldı. Bu hali karşıdan takip eden Fazıl Mustafa Paşa;
-Gayri iş bize düştü, diyerek Kapıkulu süvarilerinin başına geçti. Kılıcını çekerek:
-Yiğitlerim, ne durursuz? Koman ha, urun ha! diye bağırarak askeri teşvik ediyordu.
Serdar-ı Ekrem’in elinde kılıç, en ön safta düşmana hücum ettiğini gören asker bir anda gayrete geldi ve hızla saldırıya geçti.
Fazıl Ahmet Paşa, Sultan II. Osman‘ın kendisine verdiği kılıcı düşmana doğru uzatıyor ve;
-Bak a küffar! İşte Osmanlı geliyor! diye bağırıyordu. Kendisini tamamen kaptırmış, düşman alaylarını bozarak, parçalayarak ilerliyordu.
Kethüda kendisini ikaz ediyor;
-Paşa baba, kendine dikkat et! diye bağırıyordu. Fakat o;
-Biz hayatımız için değil, padişahımız ve devletimiz için cenk ederiz. Canın ne kıymeti var oğul? diyordu.


DÜŞMAN ÇARESİZ KALMIŞTI!..
Orduyu gayrete getiren ve mağlup olmak üzere iken zafere ulaştıran şey, vezirin cesareti ve ordunun başına geçmesi idi.
Gaziler onun arkasında büyük bir şevk ve imanla ileri atılmışlardı. Artık Avusturyalılar için kurtuluş çaresi kalmamıştı.
Fakat tam bu sırada, hain bir kurşun, kahraman vezir Fazıl Mustafa Paşa’nın tertemiz alnına isabet etti ve o anda şehit düştü. Ruhu şâd olsun...

sevgili kardeşlerim ben fazıl mustafa paşayı 2.ci viyana bozgunundan sonra sorumlu tutuldugu iç.in idam edildiğini biliyordum ama burda
kör bir kurşunla şehit oldugu yazıyor yanlışık varsa düzeltin kardeşelrima
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Eşrefoğlu Rûmî (Eşrefzâde)




Eşrefoğlu Rûmî, Anadolu’da yaşayan büyük velîlerdendir. Şiirleri ile meşhur oldu.

İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref’tir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır’dan İznik’e göç etti.
Eşrefoğlu Rûmî İznik’te doğdu. 1484 (H. 889) senesinde vefât etti.

Türbesi İznik’tedir. Eşrefzâde-i Rûmî diye de bilinir.



BURSA, ANKARA VE İZNİK...
Eşrefoğlu Rûmî, Bursa’da bulunan Emîr Sultan’ın huzûruna gitti.

Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi.

Emîr Sultan hazretleri, Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce, evliyânın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayrâm-ı Velî’ye gönderdi.

O da, Ankara’ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu.

Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi.

Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti.

Yaptığı güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı.

Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti neticesinde, Hacı Bayrâm-ı Velî’ye damad olmakla şereflendi.

Hocasından izin alarak İznik’e gitti. Söylediği tasavvufi şiirler zamanımızda da söylenmektedir.
Eşrefzâde Rûmî vefatına yakın şöyle buyurdu:
“Ey Müslümanlar! Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir. Hiç olduğu şuradan anlaşılıyor ki, sonucu hiçtir.

Hiç olan dünyâya gönül veren, yolunda ömrünü çürüten ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibâret kalacaklardır.

Amma hiçi hiç sayan âriftir.
Azîzim! Sen o sultanları gözünün önüne getir ki, onlar dünyâya geldiler. Lâkin dünyâya îtibâr etmediler.

Dünyânın arkasına düşüp hırsla dünyâlık toplamaya çalışmadılar. Âhiret amelleriyle meşgûl oldular.

Onlar, bu dünyânın âhiret yolunun üzerinde bir yol uğrağı olduğunu anladılar.

Buna aldanmak olur mu? Yol tedârikinde bulunup kâfileden ayrılmadılar.

Bu dünyâya gönül verip aldanmadılar...



“BU DÜNYAYA ALDANMADILAR!”
Azîz kardeşim! Temiz ve pak erler ile aziz canları gör. Onlar bu dünyâya aldanmadılar.

Allahü teâlâ kendilerine ne verdi ise nefislerinden kestiler. Kendi nefislerine vermeyip fakirlere dağıttılar.

Açları doyurup, çıplakları giydirdiler. Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler.

Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler. Şu hadîs-i şerîfi kendilerine düstûr edindiler:

“Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır.

Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Emânullah Lâhorî hazretleri




Emânullah Lâhorî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûr ve sohbetlerinde kemâle gelen velîlerin büyüklerindendir.

Hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, rûhlara hayat veren teveccüh ve himmetleriyle yetişerek, evliyâlık yolunda çok ilerlemişti.

Kendisi de bu yolda çok talebe yetiştirdi. İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri bu yüksek talebesine yazdığı mektublardan birinde özetle buyurdu ki:



“ÖNCE ÎTİKÂDI DÜZELTMELİDİR”


“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin!

İyi bil ki, Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lâzım olan şey, îtikâdını düzeltmektir.

Doğru îtikâd; Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan öğrendikleri, anladıkları îtikâddır.

Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâsını doğru anlayan, doğru yolun âlimleridir.

Bunlar da, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleridir.

Bunların anladığı, bildirdiği mânâlara uymayan her şeye; akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşf ve ilhâm ile anlaşılsa da, hiç kıymet verilmemelidir.

Bu büyüklerin anladığına uymayan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır.
.....
Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mânâlar doğrudur, kıymetlidir. Bunlara uymayanlar kıymetsizdir.

Çünkü bu mânâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir.

O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsus oldu.

Sonsuz saâdete bunlar kavuştu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.



“ONLARA UYAN KURTULUR...”
Îtikâdı bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, İslâmiyete yapışmakta gevşek davranırsa, kusurlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur.

İnatçılık olur. Onların doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünkü, doğru bilgileri bizlere ulaştıran onlardır.

Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır.

Onların hidâyet ışıkları olmasaydı bizler doğru yolu bulamazdık.

Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler, taşkınlık ve azgınlık uçurumlarına düşerdik.

İslâmiyeti bozulmaktan koruyan, her yere yayan, onların çalışmasıdır.

İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan kurtulur, saâdete kavuşur.

Onların yolundan ayrılan, sapıtır, herkesi de saptırır...”
Emânullah Lâhorî hazretleri vefat edeceği zaman bütün evlad ve ahbabına, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin yolundan ayrılmamalarını vasiyet ederek son nefesini verdi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebü’l-Hasan Cûsukî




Ebü’l-Hasan Cûsukî hazretleri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin halîfelerinden, Ali bin Hîtî’nin talebesi idi.

On ikinci asır sonlarında vefât etti.

Doğum yeri olan Cûsuk köyüne defnedildi. Kabri halk tarafından ziyâret edilmekte, onun feyz ve bereketinden faydalanılmaktadır...



“CEHENNEMLİĞİN ÜÇ ALAMETİ!”
Bu mübarek zat, Ali bin Hîtî’nin yanında kemâle geldi. Maddî, mânevî bütün ilimlerin inceliklerine kavuştu.

Allahü teâlâya olan aşkını, şiirlerinde terennüm eyledi. Ali bin Hîtî hazretlerinin halîfesi oldu.

Pekçok talebe yetiştirdi. Feyz ve nûrları her tarafa yayıldı.
Ebü’l-Hasan Cûsukî hazretlerinin hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Bir kimsenin Cehennemlik olduğu, üç şeyde açıkça görülür:

Kendisine ilim verilir, amelden mahrûm edilir. Amel verilir, ihlâstan mahrum edilir.

Allah adamlarının sohbetleri ile şereflenir, onlara hürmet etmez.”
“Âlimlerin bozulmasının alâmeti ikidir:

Biri, bildiklerini yapmazlar, bilmedikleriyle amel ederler. İkincisi, yapmamaları emredilen şeyleri yaparlar.”
“Faydasız söz söylemek ve herkesle haşır neşir olmak, Allahü tealadan yüz çevirmenin alâmetidir.”
“Sabır şecâat, yalan âcizlik, doğruluk kuvvettir.”
“İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğreterek, seni yanlış yollara düşmekten sakındıracağını bilmediğin kimselerle arkadaşlık etme!”
“Süleymân aleyhisselâm oğluna buyurdu ki:

Ey oğlum! Allahü teâlâdan kork! Çünkü Allahü teâlâdan korkmak, her şeyi yener.

Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık, çok konuşur, az iş yapar.”
“Sünnete uymakta sabırlı ol. Daha önce yaşamış olan büyüklerin durduğu yerde dur.

Söylediklerini söyle, sakındıklarından sen de sakın. Onların yoluna gir.

Îmân sözle, söz amelle, bunların üçü (îmân-söz-amel) ise ancak Peygamberimizin bildirdiklerine uygun ise doğrudur. Büyüklerimiz, îmânı amelden, ameli de îmândan ayırmazlardı.

Îmân bunların hepsini içine alan bir isimdir. Amel de îmânı doğrular.

Kim diliyle inandığını söyler, fakat, kalbiyle inanmaz, ameliyle de inancını ve sözünü doğrulamazsa, onun îmânı kabûl edilmez. Âhirette zarara uğrayanlardan olur.”



“KALBİM SENİ ARZULUYOR!..”
Ebü’l-Hasan Cûsukî hazretleri, vefatına yakın şu şiiri söyledi:
“Gözlerimin göremediğini gören kalbim seni arzuluyor

Gönlüme ümid etme ve isteme arzusunu sen verdin.

Bana bu isteği verdiğin gibi, isteyeceğimi de bilmektesin.

Kalbim, yalnız seni istiyor ve ben, gönlümde senden başkasına yer ayırmadım...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebû Abbâs Ahmed Sebtî




Ebû Abbâs Sebtî hazretleri Fas’ta yaşamış olan evliyânın büyüklerindendir.

1130 (H.524) senesinde Sebte’de doğup, 1204 (H.601) târihinde Merrâkeş’te vefât etti...



ONU VESÎLE EDEREK...
Nefh-ut-Tîb kitabının sâhibi Makkarî şöyle anlatır:
“Ebû Abbâs Ahmed Sebtî’nin kabrinin yanında birkaç defâ durup, Allahü teâlâdan dileklerde bulundum.

Dileklerimden birisi de; ilim sâhibi olmam ve öğrenmek istediğim bazı kitapları bana anlamayı nasîb etmesi idi.

Ebû Abbâs Sebtî’nin kabrinin yanında duâ ettim. Allahü teâlâ benim bu duâmı kısa zamanda kabûl etti.”
Bir gün köylüler Ebû Abbâs Sebtî’ye;

“İnsanlar kuraklık ve pahalılık sebebiyle büyük bir sıkıntı içerisindeler” deyince, ona;

“Cimriliklerinden dolayı, Allahü teâlâ onlara yağmur vermiyor.

Eğer siz, elde ettiğiniz mahsûllerin zekâtı ile fakirlere sadaka verseydiniz, buna karşılık Allahü teâlâ da size yağmur verirdi” dedi.

Ebû Abbâs’ın bu sözleri üzerine Ebû Hasan Habbâz, fakirlere sadaka verip, yardımda bulundu.

Güneş pek kızgın, hava çok sıcaktı. Yağmurdan, ümîdini kesmişti.

Ağaçların ve diğer bitkilerin kurumaya yüz tuttuğunu gördü. Bir müddet sonra, öyle bir yağmur yağdı ki, bütün her taraf suya kandı...
Ebû Abbâs Sebtî hazretleri, bir sohbeti sırasında şöyle buyurdu:

“Allahü teâlâ sözlerinde doğru ve işlerinde ihlâslı olana dünyâda yağmur gibi rızık verir.

Onu kötülüklerden korur. Âhirette de günahlarını affedip, bağışlar. Ona yakın olur.

Cennet‘ine koyar ve yüksek derecelere kavuşturur.

Kendi kusurlarını ıslâh etmek istersen, insanların kusûrlarını araştırma.

Çünkü hüsn-i zân, îmân şûbelerinden olduğu gibi, insanların ayıplarını araştırmak da münâfıklıktandır.

Kıyâmet günü, yol gösteren nûr içinde haşrolunup karanlıktan korunmak istersen Allahü teâlânın hiçbir mahlûkuna zulmetme!”



MUHAMMED ALEYHİSSELAMIN KALBİ
“Allahü teâlâ bütün kalplere nazar kıldı.

Kendisini görmeye Muhammed aleyhisselâmın kalbinden daha şevk ve iştiyak duyan bir kalp bulamadı.

O sebeple Allahü teâlâyı görme ve O’nunla konuşma hâlini çabuklaştırmak için kendisine mîrâcı nasîb eyledi.”
Vefatına yakın kendisinden nasîhat etmesini istediklerinde;

“Kim yaptığı işlerde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezse, hallerinde Allahü teâlâyı göremez.

Kim Allahü teâlânın kendisini dâimâ bildiğini ve gördüğünü düşünmezse, Allahü teâlâ da ona rahmet nazarıyla bakmaz.” buyurdu.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebü’l-Hayr el-Aktâ




Ebü’l-Hayr el-Aktâ hazretleri, Mısır’ın büyük evliyasındandır. Aslen Mağripli olup doğum târihi bilinmemektedir.

Sonradan Şam sâhil beldelerinden Tinat’a yerleşti. 960 (H.349) senesinde Mısır’da vefât etti.

Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına defnedildi. Kabr-i şerîfi Küçük Kurâfe’de Deylemî minâresi yanındadır...



“GÖSTERİŞ YAPMIŞ OLURLAR!”
Ebü’l-Hayr el-Aktâ hazretleri buyurdu ki:
“Allahü teâlâyı zikreden, O’ndan bir karşılık beklememelidir.

Kim zikrine karşılık Allahü teâlâdan bir şey bekler ve o beklediği şey olursa, karşılığında maddî bir şey aldığı için, zikrin bir mânâsı kalmaz.”
Kendisine; “Kalbin îmân ile dolu olmasına alâmet nedir?” diye soruldu.

O; “Bütün Müslümanlara şefkat etmek, onların dertleri ile dertlenmek, işlerinde onlara yardımcı olmaktır.

Nifakla dolu olan kalbin alâmeti; kin, hased ve düşmanlıktır” buyurdu.
İnsanları gösterişten sakındırır ve; “Yaptıkları ibâdetleri herkese gösterme arzusunda olan, gösteriş yapmış olur.

Her durumunu, bulunduğu her hâlini, insanlara göstermek isteyen de, gösteriş yapmış demektir” buyururdu...
Ebü’l-Hayr el-Aktâ hazretleri, bir zaman talebelerine şöyle anlattı:

“Sakın Allahü teâlâdan sabır istemeyin. Lütfunu isteyin. Lütuf, sabır acılığını tatmaktan iyidir.

Çünkü sabır, bizim gibilere güç gelir.” Bundan sonra hazret-i Zekeriyyâ’nın kıssasını anlattı:



ONU TESTEREYLE BİÇTİLER!..
“Zekeriyyâ aleyhisselâm Yahûdîlerden kaçarken, bir ağacın yanından geçti.

Ağaç dile gelip, ‘gel yâ Zekeriyyâ’ dedi. Zekeriyyâ aleyhisselâm ağaca yaklaştı. Ağaç açıldı, içine saklandı.

Sonra ağaç, onu arayan düşmanlar geçerken dile gelerek, hazret-i Zekeriyyâ’nın kendi içinde saklı olduğunu söyledi.

Birisi gelip ağaca bakınca; ‘İşte Zekeriyyâ buradadır’ dedi. Testereyi çıkarıp ağaçla birlikte onu da biçtiler.

Testere, hazret-i Zekeriyyâ’nın başına geldiği zaman bir defâ; ‘Ah!’ dedi.

Bunun üzerine Hak teâlâ ona; ‘Bir defâ ah dedin.

Eğer ikinci defâ ah deseydin, izzetim ve celâlim hakkı için seni Peygamberlik dîvânından silerdim’ diye vahyetti.

Zekeriyyâ aleyhisselâm hâline sabretti. Testereyle vücûdunu ikiye böldüler...”
Ebü’l-Hayr el-Aktâ hazretleri, vefat etmesine yakın buyurdu ki:

“Kalp; niyetleri düzeltmek, yaptıklarımızı sırf Allah için yapmakla, riyâ ve gösteriş kirlerinden temizlenir.

Beden de, Allahü teâlânın velî ve sâlih kullarına hizmet etmekle kıymet kazanır.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî




Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri, Kuzey Afrika’da yetişen büyük velîlerden olup, Şâziliyye adı verilen tasavvuf yolunun kurucusudur.

1196 (H.592) senesinde Tunus’un Şâzile kasabasında doğdu. 1256 (H.654) senesinde vefât etti. Binlerce talebe yetiştirdi...



“GÜZEL AHLÂKLI OLMALISIN!”
Şâzilî hazretleri, talebelerine buyurdu ki:
“Bizim yolumuzda olan talebe, din kardeşlerini, arkadaşlarını, son derece merhametle gözetmeli, onlara son derece hürmet etmelidir.

İçlerinden birini kendisine sohbet arkadaşı seçmeli, bu arkadaş, gaflete düştüğünde, seni uyandırmalı, ibâdette tembelliğe düştüğünde seni heveslendirmeli, âciz kaldığın yerde sana yardım etmeli ve sen doğru yoldan kaydıkça seni doğru yola çekmeli.

Sana nasihat vermeli, kötü harekette bulunduğunda veya bir günah işlediğinde sana uymayıp vazgeçirebilecek vasıflarda olmalıdır. Arkadaşlarına gelebilecek eziyetlere mâni olmalısın. Güzel ahlâk edinip, şefkat ve merhamet üzere bulunmalısın. Hak teâlâya, itâat ve ibâdeti, bu yola hizmeti gözetmeli ve buna sımsıkı sarılmalısın. Lüzumsuz şeylerle gözü meşgûl edip, gönlü dağıtmamalısın. Zîrâ bu, insandaki şehvet kuvvetini artırır...”
Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî Hizbü’l-Bahr adlı kitabında buyurdu ki:
“Yedi defâ Fâtiha okuyup, dert ve ağrı olan uzva üflenirse, şifâ hâsıl olur.

Âyet-i kerîmenin ve duânın tesir etmesi için, okuyanın ve okutanın Ehl-i sünnet îtikâdında olması, haram işlemekten, kul hakkından sakınması, haram ve habis şey yiyip içmemesi ve karşılık olarak ücret istememesi şarttır...”



“NİÇİN SOHBETE GELMİYORSUN?”
Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin talebelerinden birisi, tasavvuf yolundaki dereceleri geçerken kendini hocası gibi görmeye başladı.

Neye baksa şeyhini görüyordu. Bu sebeple hocasının sohbetlerine gelmemeye başladı.

Bir gün İmâm-ı Şâzilî hazretleri yolda giderken talebesiyle karşılaştı ve;

“Canım sen nerede kaldın. Sohbetlere gelmiyorsun!” buyurdu. Talebe;

“Efendim, sizinle sözden müstağnî oldum. Yâni her an sizi karşımda görüyorum ve kendimi sizin sûretinizde görüyorum.

Sohbetinize gelmeye ihtiyaç duymuyorum” dedi. Bu cevap üzerine Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki:
“Çok garib. Eğer iş senin söylediğin gibi olsaydı, hazret-i Ebû Bekr’in Resûlullah efendimizin sohbetlerine gitmemeleri gerekirdi.

Eğer sohbetten müstağnî olsaydı, hazret-i Ebû Bekr efendimiz müstağnî olurdu.”
Talebe bu sözleri işitince “Allah” diyerek can verdi.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebû Ali Müştevlî




Ebû Ali Müştevlî, Mısır evliyâsının büyüklerindendir.

Ebû Ali Kâtib, Ebû Ya’kûb Sûsî ve başka zâtlardan ilim öğrendi.

Kahire’ye on fersah mesâfede bulunan Müştevl köyündendir.

951 (H. 340) senesinde orada vefât etti. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:



NEFSİNE BİR DEFA UYAN!..
“Kalp, rûh ve nefs dışarıdan gelen kötü tesirlerden emin olunca, kalpten hikmet, nefsten hizmet ve ruhtan mükâşefe yâni gizli sırların açılması zuhur eder.

Bu üç şeyden sonra da Allahü teâlânın sıfatlarının tecellilerini görme, mânevî sırlarını mütâlaa etme ve O’na âit hakîkatleri anlamak nasîb olur.

Söylediklerinizin alâmeti nedir? denilecek olursa deriz ki;

sağa sola bakmamak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeylerden kaçınmaktır.

Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, kâinâttaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz.”
“Yükselen ancak tevâzû ile yükselir, alçalan da ancak kibirle alçalır.”

Bir sohbetinde; “Muhabbetin alâmeti muvâfakat, yâni emredilene uyup, peki demektir.

Sevgi, kendini büsbütün sevgiliye hîbe ettiğin için sana senden hiçbir şeyin kalmamasıdır” buyurdu.
Sohbet edilecek ve berâber bulunulacak kimseyle alâkalı olarak;

“Ehil olmayan bir kimse ile oturmak; insanı, dar bir zindanda olmaktan daha çok sıkar” buyurdu.
“Affa, mağfirete, müsâmahaya kavuşurum diyerek, günahlardan tövbe etmeyi terk etmek, o günahı işlemekten daha beterdir.”
“Tefekkür nedir?” diye soran birisine ise; “Tefekkür dört türlü olur:

Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzel sanatları, faydaları düşünmek, O’na inanmaya ve sevmeye sebeb olur.

O’nun vadettiği sevapları düşünmek, ibâdet yapmaya sebeb olur.

O’nun haber verdiği azapları düşünmek, O’ndan korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebeb olur.

O’nun nîmetlerine, ihsânlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allah’tan hayâ etmeye, utanmaya sebeb olur” diye cevap verdi.



“SABRETMEYENDE RIZÂ YOKTUR”
Sabır husûsunda buyurdu ki: “Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede kemâl yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler, Allahü teâlâya muhabbet, O’nun takdirine rızâ ve O’nun nîmetlerine şükür ederek vâsıl olmuşlardır.”
Ebû Ali Müştevlî hazretleri vefatına yakın günlerde buyurdu ki:
“Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır.

Acaba niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine, fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçerler?”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt