Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (2 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ziyad bin Samid ve Amr Sabit bin Rakş


Ziyad bin Samid radıyallahü anh, Eshâb-ı kiramdandır. Ensarın gençlerinden idi. Babası, yaşı küçük diye Bedir Harbine katılmasına izin vermedi.
Uhud Harbine katılmak için Peygamber Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) izin aldı. Savaş sırasında büyük kahramanlıklar gösterdi...


“CENNETTE BULUŞURUZ”
Uhud Muharebesinde küffarın saldırıları olanca şiddeti ile devam ediyor; mü’minler, canlarını dişlerine takmış ayakta kalmaya çalışıyorlar...
Ziyad bin Samid hazretleri, Ensardan on dört genç ile Resulullah Efendimizin etrafında bir fedai mangası gibi, hatta fedai mangasından da öte hayatlarını peşinen Peygamberlerine bağışlamış olarak seyrine doyulmaz bir yiğitlikle dövüşüyorlar.
Ne çare ki düşman, at ve zırh üstünlüğüne sahipken müminler yalın kılıçlı ve piyade... Kendileri ölüyorlar ama; düşmanı da öldürüyorlar.
Bu genç mücahidler, hiçbiri sırtından vurulmadan birer birer şehid oldu. Her biri, son nefesini verirken de ne kadar güzeldi; ne kahramandı.
İşte son nefeste dedikleri:
“Ya Resulallah! Bu canın ne kıymeti var ki yoluna feda edilmesin?.. Allahaısmarladık... İnşâallah Cennette buluşuruz...”

***

Amr Sabit bin Rakş hazretleri de Eshab-ı kiramdandır. Ensar-ı kiram içinde en son imana gelenlerden idi.
Uhud Harbinden önce imana geldi ve hemen harbe katıldı. Orada şehid düştü.
Amr Sabit bin Rakş’ın Müslüman olan akrabaları onun imân etmesi için ne kadar dil dökmüşlerse de, hiçbir netice alamamışlardı.
Hidayet elbette Allahü teâlâdan.
Mü’minler, Uhud’da bir kere daha kendinden kat kat çok düşmana karşı var olma veya yok olma savaşı verirken, Amr’ın Medine’de kalbi yumuşadı...
Kendini ve olup bitenleri hesaba çekti. Bunun akabinde de Allah’a ve O’nun Resulüne iman etti.
Hemen kılıcını kaparak cenk meydanına koştu. Birkaç müşrik öldürdü.
Ancak kendisi de ağır bir darbe aldı. Yerde can çekişiyordu. Onu bu halde gören mü’minler sordular:

-Ya Amr sen niçin geldin?

Amr’ın cevabı işitenleri şaşırttı:

-Şehid olmak niyetiyle!.. dedi ve son nefesini verdi. Vaziyeti Allah’ın Resulüne haber verdiler. Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:

-O, elbette Cennet ehlindendir!..

Üzerinden bir vakit bile namaz geçmemişti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Amr bin Vehb’in akıllı ve güzel kızı


Eshab-ı kiramdan biri, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme geldi ve şöyle dedi: -Ya Resûlallah! Siyahlığım ve yüzümün sevimsizliği, cennete girmeme engel olur mu?
Bunun üzerine, Resûlullah efendimiz “Hayır, olmaz” buyurdu.


“BEN, SOYLU BİRİYİM!..”
Buna karşı o kimse şöyle dedi:
-Ya Resûlallah! Benî Selim kabilesindenim. Kavmimin içinde soylu biriyim. Dayılarımın siyahlığı bana ağır basmış...
Onun bu sözlerini dinleyen Resûlullah efendimiz bir müddet sükût buyurdular ve sonra:
- Sakif kabilesinden Amr bin Vehb’in evine git. Kapısına yavaşça vur; selâm ver. İçeri girince şöyle söyle: “Resûlullah kızınızı bana zevce olarak verdi.”

Amr bin Vehb’in güzellikten ve akıldan yana nasipli bir kızı vardı. O kimse gitti, kapıyı vurdu, selâm verdi.
Arapça konuştuğunu görünce merhaba deyip kapıyı açtılar. Ama siyahlığını ve yüzünün sevimsizliğini görünce ondan hoşlanmadılar.
-Resûlullah efendimiz kızınızı bana zevce olarak verdi, deyince onu kötü bir şekilde reddettiler...
O kimse, oradan çıkınca, doğru Resûlullah efendimizin yanına geldi. O, gittikten sonra, kız, babasına şöyle dedi:
-Ey babacığım! Vahiy seni rüsvay etmeden bir kurtuluş yolu ara!
Eğer Resûlullah efendimiz beni ona zevce olarak vermiş ise, Allah’ın ve resûlünün rıza gösterdiğine razıyım.
Babası hemen çıktı, peygamber efendimizin yanına geldi ve ona yakın bir yere oturdu. Resûl aleyhisselam onu görünce sordu:
-Sen misin, Allah’ın Resûlünü reddeden?
O da bu söze karşılık şöyle dedi:
-Yaptım; ama Allah’tan bağışlanmamı istedim. O siyahî adamın yalan söylediğini sanmıştım.
Eğer doğru ise, kızımızı ona zevce olarak veriyoruz. Allah’ı ve Allah’ın Resûlünü darıltmaktan Allah’a sığınırız.


“DÜNYALIK HİÇBİR ŞEYİM YOK!”
Bunun üzerine dört yüz dirhem mehir ile nikâhı kıydılar. Resûlullah damada şöyle buyurdu:
-Hanımının yanına var; huzuruna gir!
-Ya Resûlallah! Seni hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, dünyalık hiçbir şeyim yok.
Kardeşlerime gidip bir şeyler istemem lâzım, deyince, Hazreti Osman ve Hazreti Ali ona hemen dörtyüz dirhem verdiler.
Damat, bunları aldıktan sonra pazara çıktı. Şen ve sevinçli idi. Hanımına bazı şeyler alıyordu. Bu arada bir ses duydu!..

Resûlullah’ın münadisi pazar yerinde şöyle bağırmaktadır:
“Ey Allah’ın süvarileri! Geliniz, cihad var, cihaaad!..”
Sa’d bunu duyar duymaz şöyle düşünür:
“Allahım! Yerlerin ve göklerin Rabbi... Ben bu paraları, Allah’ın, Resûlünün ve mü’minlerin sevdiği yola sarf edeceğim...”


TANINMAYACAK HÂLDE ÖRTÜNDÜ!..

Hemen bir at, bir kılıç, bir mızrak ve kalkan aldı. Kuşağını beline bağladı. Başını da güzelce sardı. O kadar sardı ki, yalnız gözleri görünüyordu...
Ve hemen cihada katıldı. Cephede mızrak vurdu, kılıç salladı...
Bir ara atından indi. Başı örtülü olduğundan, Resûlullah onun siyah kollarını görünce tanıdı ve sordu:
-Sen Sa’d mısın?
-Evet, ya Resûlallah! Anam babam sana feda olsun.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu:
-Ceddine saadetler olsun ey Sa’d!..
Bundan sonra durmadan mızrağı ile kılıcı ile kahramanca savaşmaya devam etti. Her vuruşta müşriklerden birini öldürüyordu.
Bir ara “Sa’d düştü, Sa’d düştü!..” dediler. Resûlullah efendimiz ona doğru yöneldi. Yanına vardı, başını göğsüne yasladı.
Yüzündeki toprakları mübarek elbisesi ile sildi ve şöyle buyurdu:
-Kokun ne kadar güzel ya Sa’d... Seni Allah’ın ve Resûlünün sevgisine ısmarlıyorum.
Bundan sonra, Resûlullah efendimiz ağladı. Sonra güldü. Sonra yüzünü beri yana çevirdi. Daha sonra şöyle buyurdu:
-Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki Sa’d Havz’a gitti!..
Ebû Lübabe dedi ki:
-Yâ Resûlallah! Havz nedir?
Resûlullah efendimiz şöyle anlattı:
-Havz’ı Rabbim bana ihsan eyledi. Onun genişliği San’a ile Basra arası kadardır. İncilerle yakutlarla süslüdür.
Onun suyu, sütten beyazdır. Tadı, baldan tatlıdır. Ondan bir kere içen ebedî susamaz.
Tekrar sordu:
-Ya Resûlallah! Önce ağladığınızı, sonra güldüğünüzü, daha sonra yüzünüzü çevirdiğinizi gördük.
Şöyle buyurdu:
-Sa’d’ı sevdiğim için ağladım. Onun Allah katındaki derecesine sevinip güldüm. Allah katındaki ikramına sevinip güldüm.
Yüzümü çevirmeme gelince, onun, hurilerden zevcelerini gördüğüm içindir. Onların kolları açık, halhalları gözüküyordu.
Onlardan hayâ ederek yüzümü çevirdim.
Resûlullah efendimiz, bundan sonra, onun silahı, atı ve ona ait diğer eşyaları için emir verdi:
-Bunları alın, zevcesine götürün ve deyin ki: “Allahü teala onu sizden daha iyi biri ile nikâhladı.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Budin Beylerbeyi Aslan Paşa

Kanuni Sultan Süleyman’ın Budin Beylerbeyiliğine tayin ettiği Aslan Paşa, emir almadan, arada anlaşmalar olmasına rağmen Avusturya’ya ait Paloto Kalesine hücum etti fakat mağlup oldu. Bu hareket üzerine Avusturya Kralı Maximillian da Osmanlı toprağı olan Macaristan’a girdi ve Vesperm ile Tato kalelerini zapt edip, oralarda yaşayan yüzlerce Macar ve Türk ahaliyi katletti...

PADİŞAH ÇOK ÜZÜLDÜ!..
Bu haber İstanbul’a ulaşınca Kanuni son derece üzüldü. Çok sevdiği Veziriazam Sokullu Mehmed Paşa’yı çağırıp:
-Budin Beylerbeyi ile ettiğiniz hünerler nice tedbir ve tedariktir?
-Şevketlû Padişahım, nice defadır ki Aslan Paşa’ya emirler ve yarar adamlar gönderdim ki: “Şevketlû Padişahımız memleket serhaddine geldi, senden bu vakte kadar hiçbir haber ve eser yoktur...” Bu haberi gönderdikçe asla cevap gelmiyordu. Fakat Aslan Paşa eskiden beri yararlık ile nam salmış olarak Devlet-i Hümayununuzda nice hizmet ve yoldaşlıkta bulunmuş bir kişidir... şeklinde Aslan Paşa’yı metheden konuşması üzerine Kanuni hiçbir şey söylemeden yanındaki çekmeceden bir mektup çıkararak Sokullu’ya verdi. Bu mektubu Aslan Paşa, Sokullu’yu şikayet için padişaha yazmıştı. Sokullu mektubu okurken renkten renge giriyordu. Padişah:
-Bu mektubu yakasın. Benim saltanatımın halkı senin ensendedir. Ona leke kondurmak isteyenin nâpâk vücudu âlem sahnesinden gidip cezasını vermek gerektir. Emrimi yerine getiresin!..
Kanuni’nin kendisi hakkındaki fermanını duyan Aslan Paşa, padişahtan affını istemek için İstanbul’a geldi. Onu gören Sokullu Mehmed Paşa:
-Niye buraya geldin? Askeri kime ısmarladın? Sözün nedir? Padişah sana Beylerbeyilik ihsan etti. Yazık senin namına. Tedbirsizlik ile İslam kal’alarına kafir düşürdün bre densiz. Padişah senin için siyaset buyurdu (idamını istedi)...dedikten sonra Çavuşbaşına:
-Kaldır şu densizin vücudunu ortadan...emrini verdi.

“FERMAN BÖYLE İMİŞ!..”
Padişahın, Sokullu aleyhinde yazdığı mektubu ona verdiğini anlayan Aslan Paşa:
-Padişahıma arzlarım vardı, fakat ferman böyle imiş, diyerek Çavuşbaşına döndü:
-Usta... Taşıdığın kılıç aşkına tezce beni kurtar. Yalnız serçe parmağını sağlam tut, dedi.
Çavuşbaşı, kılıcını çekip bir vuruşta Aslan Paşa’nın başını gövdesinden ayırdı...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şemseddîn ibn-i Münîr


Şemseddîn ibn-i Münîr hazretleri, Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve büyük velîlerdendir. Sûriye’nin Baalbek şehrindendir.
1531 (H.937) senesi Safer ayında Baalbek’te vefât edip, talebelerine ders verdiği zâviyesinin bahçesinde defnolundu...


YOLA ÇIKMAYA KARAR VERİRLER!..

İbn-i Münîr, evliyânın büyüklerinden olan İbrâhim Metbûlî hazretlerinin önde gelen talebelerindendir.
Yumuşak huylu, güler yüzlü, sevimli bir zat idi. Her sene hacca giderdi. Vefâtından evvel altmış yedi defâ hacca gittiğini söylemiştir.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlatır:
İbn-i Münîr hazretlerinin hastalığı haberi bana ulaşınca, Ebü’l-Abbâs el-Harîsî ve Ebü’l-Abbâs el-Gamrî ile birlikte onu ziyârete niyet ettik.
Ertesi günü sabah erkenden, Bâb-ün-nasr denilen yerde buluşup yola çıkmaya karar verdik. Oraya erken gelen ötekileri bekleyecekti.
Sabahleyin ben geldiğimde, arkadaşlarımı bulamadım. Oradaki kapıcı;
“Onlar buraya geldiler. Epey müddet beklediler. Sonra da, Hânke yolundan çıkıp gittiler” dedi.
Ben onlara yetişirim ümîdiyle yola çıktım. Biraz sonra Yemen tarafından gelen bir derviş ile karşılaştım.
Bana; “Nereye gidiyorsun?” dedi. “İbn-i Münîr hazretlerine gidiyorum” deyince; “Ben de aynı yere gidiyorum” dedi. B
enim bindiğim hayvan topal, vakit de kış günü olduğu için, normalde akşama ancak varabilirdik.
Fakat daha güneş az yükselmiş idi ki, birden kendimizi o zâtın yanında bulduk. Yanına girdik.
Çok hâlsiz düşmüş, gözlerinde tâkat kalmamıştı. Üç günden beri konuşmadığını öğrendik.
Bizim girdiğimizi hissetti, fakat kim olduğumuzu tanıyacak hâlde değildi. “Kimsin?” diye sordu. “Abdülvehhâb” dedim.
Bunu duyunca; “Kardeşim, buraya kadar niçin zahmet ettin?” dedi. “İnşâallah bu ziyâretimiz çok hayırlı olur. Sevap kazanırız” dedim.
Bana çok duâ etti. Öğle namazından sonra vedâ edip ayrıldım. Bu görüşmemizden hemen sonra vefat ettiğini haber aldım...


“ONU ZİYARETTEN GELİYORUM!”
Hanke’ye geldiğimde ikindi vakti olmuştu. Biraz sonra bulunduğum yere Ebü’l-Abbâs girdi. Benim henüz gitmediğimi yeni geldiğimi zannediyordu.
“Haydi, hayvanına bin gidelim” dedi. “Ben oraya gittim, ziyâret ettim. Şimdi geri dönüyorum” dedim. Bu sözüme çok hayret ettiler.
Ben anladım ki, yanına giderken ve gelirken aradaki çok uzak mesâfeyi Allahü teâlânın izni ile çok kısa zamanda almam, hep İbn-i Münîr hazretlerinin bir kerâmetiydi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Kelime-i şehâdeti söyleyemeyen adam!


Mâlik bin Dînâr hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 748 (H.131) târihinde Basra’da vefât etti. Ömrünü Basra’da geçirdi. Güzel halleri ve çok kerâmetleri görüldü. Nefsini hesâba çeker, bir an onu boş bırakmazdı...


BÜTÜN MALINI TALEBELERE VERDİ...

Bu mübarek zat, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. Basra’nın kuru veya yaş hurmasından yemezdi. Hurma mevsimi geçince; “Ey Basralılar! Benim hâlimi görüyorsunuz. Hurma yememekle bir şeyim eksilmedi. Sizin de hurma yemekle bir şeyiniz artmış değil” buyurarak nefsini, ibâdeti özler ve yapar hâle getirdi...
Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Kulun lüzumsuz ve boş sözlerle vakit geçirmesi, kalbi karartır, bedeni zayıflatır, geçim sebeplerini de zorlaştırır.”
“Bahar yağmurları yeryüzünü yeşillendirdiği gibi, Kur’ân-ı kerîm de kalbin yağmurudur ve onu canlandırır.”
Basra vâlisi bir gün Mâlik bin Dînâr’a; “Ey Mâlik, bize bu kadar ağır konuşabilmen için sana cesâret veren ve bizi karşı koymaktan âciz bırakan şey nedir biliyor musun?” diye sorduktan sonra cevabı kendisi verir: “Çünkü sen, dünyâya hiç kıymet, değer vermiyor ve bizden bir şey beklemiyorsun!..”
Mâlik bin Dînâr hazretlerinin yanına bir köpek gelip oturduğu zaman ona bir şey yapmaz ve uzaklaştırmazdı. “Onu neden kovalamazsın?” dediklerinde; “Bu köpek, kötü arkadaştan daha iyidir; kişinin iyi insanları yanında bulup da doğru yola gitmemesi, kötülük olarak kendisine yetişir” buyurdu...


BİR HASTAYI ZİYARETE GİDER...

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir gün hasta ziyâretine gider. Orada şahit olduklarını şöyle anlatır:
“Hastanın hâlinden, son anlarını yaşadığı anlaşılıyordu. Kendisine Kelime-i şehâdeti telkin etmek (söyletmek) için uğraştım. Fakat ne kadar uğraştımsa söylettiremedim. O durmadan ‘on, on bir...’ diyordu. Sonra kendisine gelip bana; ‘Ey üstâdım! Önümde ateşten bir dağ var! Ne zaman şehâdet kelimesini söylemeye çalışsam, bu ateş bana hücûm ediyor’ dedi. Bunun üzerine mesleğini sorduğumda; malını ribâya veren, fâiz yiyen, ölçü ve tartıda hîle yapan biri olduğunu anladım...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ali Efe ile Küçük Efe


Anadolu insanının yokluk ve çaresizlik içinde bitab düştüğü Kurtuluş Savaşı yılları...
Ege’nin efe ve kızanları son bir gayretle ayağa kalkmış, kümeler halinde silahlanıp dağa çıkmışlardı...
Yunan işgali altındaki Manisa ve Kırkağaç köylerinden dağa çıkanlar arasında yiğitliğiyle gönüllere taht kurmuş, namıyla dillere destan bir Ali Efe vardı...


“BENİ DE YANINA AL BABACIĞIM”
Ali Efe bir gün çizmelerini çekip kalpağını başına geçirmiş, mavzerini alarak ailesiyle vedalaşmış, kızanları (delikanlı) ile buluşacağı yere doğru yola çıkmıştı...
Gideceği yeri kendisi ve kızanları dışında kimse bilmiyordu. Tam ayağını atının üzengisine basarken oğlu Mehmet, yaşlı gözleri ve titrek sesiyle;
-Ne olur babacığım, beni de yanına al! Bak artık büyüdüm. Gideceğin yerde ben de bir işine yararım, seni mahcup etmem, diye yalvarmaya başladı.
Babası onun yalvarmalarına dayanamayarak yanına aldı.
Mehmet yola çıktıktan sonra iki dağın etekleri arasındaki yolda bir toz bulutu belirdi. Bunun atlı bir birlik olduğu fark ediliyordu.
Toz bulutu dağılınca Mehmet gelen askerlerden birinin mavili-beyazlı bir bayrak tuttuğunu gördü.
Ne olduğunu anlamadan bir kurşun vızıltısı işitti, başının üzerinden geçmişti. İkincisi göğsüne isabet etti.
Mehmet’in gözü karardı, başı döndü ve kendinden geçti.
Atı, sırtına yığılmış binicisini Ali Efe’nin karargâhına getirdiğinde akşam yaklaşıyordu.
Bulutları al renge boyayan güneş alçalmış, batmaya hazırlanıyordu.


“NE MUTLU SANA!..”
Ali Efe ve kızanları atın yaralı Mehmet’i taşıdığını görünce ona doğru koştular. Küçük Efe’yi yavaşça ve dikkatle indirip yere yatırdılar.
Mehmet gözlerini aralayarak gittikçe zayıflayan sesiyle:
-Anama söyleyin benim için ağlamasın... Vatanım için küçücük bir hizmette bulunabildiysem ne mutlu bana...
Beni köyüme defnedin... diyerek son nefesini verdi.
Ali Efe oğlunu kucaklayarak göğsüne bastırdı ve şöyle dedi:
-Biricik oğlum, yiğit Mehmet’im. Bu küçücük yaşında şehitlik sana nasip oldu, ne mutlu sana.
Ali Efe, kızanlarıyla birlikte oğlunun cenazesini köyüne götürerek defnetti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Cemal Halveti’nin Medine yolculuğu


Sultan İkinci Bayezid döneminde İstanbul iki büyük musibet ile karşı karşıya kalmıştı...
Bunlardan biri büyük bir deprem meydana geldi, ardından da artçı depremler uzun süre devam etti.
Deprem korkusu ile yaşayan halk bir de taun (veba) hastalığı ile karşılaştı...


HALK, KORKU VE PANİK İÇİNDEYDİ

Her gün birkaç kişi taun hastalığından dolayı hayatını kaybederken, kısa aralıklarla da İstanbul sallanmaya devam ediyordu.
Bu durum bir yıldan fazla sürünce, halktaki korku ve panik en üst seviyeye ulaştı.
Devrin âlimleri, İstanbul’da bir toplantı yaptılar ve şöyle bir sonuca vardılar:

“Umumi bela ve musibetlerin gelmesine sebep, ekseriyetin hatalarıdır. Hataların af edilmesi için istiğfar gerekir, halk topluca tövbe istiğfarda bulunacak...”

Bu toplantıda alınan bir başka karar da; devrin tasavvuf büyüklerinden Cemal Halveti hazretleri dua ile görevlendirilir.
Bu zat, Medine’ye gönderilecek, Resûlullah’ın manevi huzurunda dua edecektir.

Cemal Halveti hazretleri hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkar.
Kervan Gebze’de mola vererek, civardan katılacakları beklerken, kervandakiler de son hazırlıkları yerine getirir. Bir hafta kadar Gebze’de kalınır.
Tam hareket edecekleri sırada, İstanbul’dan Bursa’ya gitmekte olan ulak kervanın yanından geçerken selam verir aralarında şöyle bir konuşma geçer.
Kervancıbaşı ulağa sorar:
-İstanbul’dan yeni bir haber var mı?
-Son bir hafta içinde İstanbul’da zelzele olmadı.
Taun hastalığı da hız kesti, daha önce bir günde ölen insan, şimdi bir haftada öldü, musibetler İstanbul’un üzerinden kalkıyor...


BİR DAHA GERİ DÖNMEZ!..
Bu haber kervanda duyulunca, sevinç yaşandı. Cemal Halveti hazretleri haberi duyunca, secdeye kapandı.
Uzun secdesini gözyaşları ile süslüyor, hıçkırıkları çadırının dışından duyuluyordu. Kervancıbaşı, Cemal Halveti hazretlerinin yanına gider;
-Efendi hazretleri! Niçin ağlıyorsunuz, ne güzel haber aldık. Sevineceğiniz yerde ağlıyorsunuz, der. Halveti hazretleri;
-Ben de o haber için ağlıyorum. Ben ne günahkâr adamım ki şehirden ayrılınca musibetler durmuş.
Demek ki bela ve musibetlerin sebebi bu günahkârmış, günahlarım için ağlıyorum...
Ve kervan Medine’ye varır...
Cemal Halveti hazretleri Resûlullah’ın huzurunda gözyaşı döker. Bir daha geri dönmez ve orada vefat eder...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebû Seleme ve Ümmü Seleme


Ebû Seleme bin Abdülesed radıyallahü anh, en önce îmân edenlerdendir. Resûlullahın halası Berre ile Abdül-Esed bin Hilâl Mahzumî’nin oğludur.
İsmi Abdullah’tır. Resûlullahın ve amcası Hazreti Hamza’nın Süveybe’den süt kardeşidir.
Hanımı Ümmü Seleme radıyallahü anhadır. Ümmü Seleme de kocası ile birlikte Müslüman olmuştur...


DÖRT ÇOCUKLARI VARDI
Ebû Seleme radıyallahü anhın Seleme ve Ömer adında iki oğlu ile Zeyneb ve Dürre adında iki kızı vardır.
Habeşistân’a ve Medine’ye, hanımı ile birlikte hicret etmişlerdir.
Bu mübarek sahabe, Bedir ve Uhud harblerinde akrabaları olan Mahzûmoğullarına karşı kahramanca savaştı.
Uhud Harbinde aldığı yaranın iyileşmemesi sebebiyle hicretin dördüncü (m. 626) yılında şehîd oldu.
Ebû Seleme hazretleri, Uhud Gazvesine katılıp yara alınca, Ümmü Seleme kocasına;
“Gel seninle sözleşelim. Ne sen, benden sonra (Cennetteki evlenmesini kastederek) evlen; ne de ben, senden sonra evleneyim” deyince;
Ebû Seleme, hakikaten sözünü tutup, tutamayacağını sordu:
“Ben sana itâat etmek, sözünü dinlemek için danıştım.” Bu cevap üzerine Ebû Seleme;
“Ben vefât edince, sen evlen” buyurdu ve şöyle dua etti:
“Allahım! Hanımım Ümmü Seleme’ye, benden sonra, benden daha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasip et!”
Bu mübarek sahabe, bunları söyledikten sonra vefat etti...
Ebû Seleme hazretlerinin duası kabul oldu. Ümmü Seleme kocasının vefâtından sonra,
Resûlullah efendimiz ile evlenmek saâdetine kavuştu ve mü’minlerin annesi oldu...
Bu hususta başka bir rivayet de şöyledir: Ümmü Seleme hazretleri
“Allah’ım! Bu musibetten beni ecirlendir ve bana bundan daha hayırlısını ver” diye dua eder, bu duası kabul olunarak Resulullah efendimizle evlenir...


EN SON VEFAT EDEN ANNEMİZ

Ümmü Seleme validemiz, fesahat ve belagatta çok ileri derecede idi. Dirayet ve fetanet sahibiydi.
İbadete düşkün ve çok cömertti. Aynı zamanda çok mütevazı ve hayâ sahibiydi.
Peygamber efendimizin rahatına ve rızasına büyük ihtimam gösterirdi. Resulullahtan 378 hadis-i şerîf rivayet etti...
Ümmü Seleme hazretleri Peygamber efendimizle evlendiğinde 44 yaşında idi. 84 yaşında vefat etti.
Resulullah efendimizin en son vefat eden zevcesi oldu.
Cenaze namazını Ebu Hüreyre radıyallahü anh kıldırdı. Baki Kabristanı’na defnedildi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mısırlı büyük velî Ebü’l-Hasen Sabbag

Ebü’l-Hasen Sabbag, evliyânın büyüklerindendir. 1216 (h.613) senesinde Mısır’ın Kınâ şehrinde vefât etti. Ders verdiği medresenin bahçesine, hocası Abdurrahîm el-Kınâvî hazretlerinin yanına defnedildi...

“O ADAMI HEMEN BIRAK!..”
Ebü’l-Hasen Ali bin Sabbag hazretleri, o zamanda bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdurrahîm el-Kınâvî hazretlerinin dâmâdı ve en üstün talebesi idi. Zâhirî ve batınî birçok ilimleri ondan öğrendi.
İlmüddîn İsmâil bin İbrâhim el-Menfelûtî hazretleri şöyle anlattı:
“Bir gün hocam Ebü’l-Hasen Sabbag hazretleri ile berâber deniz sahilinde bulunuyorduk. Hocam abdest alıyordu. Birden bir feryâd sesi işittik. Bir kargaşa meydana geldi. Sebebini sorduk. Timsahın, kıyıda durmakta olan bir adamı yakalayıp götürdüğünü söylediler. Baktık, timsah kıyıdan uzaklaşıyordu. Hocam “Dur!” dedi. Timsah olduğu yerde kaldı. Sonra hocam, “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek, suyun üzerinde yürüdü. Timsahın yanına vardı. “O adamı hemen bırak!” dedi. Timsah adamı bıraktı. Sonra timsahın üzerine elini koydu ve “Öl!” dedi. Timsah o anda öldü. Sonra o adama “Haydi, kıyıya git” buyurdu. Adam, “Bu kabarık dalgalar arasında kıyıya nasıl giderim?” dedi. Hocam ise; “Sen kıyıya doğru git! Hiçbir şey olmaz. Bu suya batmadan çıkarsın. Çünkü bu yol senin için kurtuluş yoludur” dedi ve kendisi de berâber, sanki toprak üzerinde yürüyorlar gibi, su üstünde yürüyerek sahile geldiler. Orada bulunan herkes hocamın bu kerâmetini gördü.
Büyük hadîs âlimlerinden Abdülazîm-i Münzirî hazretleri diyor ki:
“Ebü’l-Hasen Sabbag hazretleri ile 1209 (h.606) yılında Kınâ şehrinde karşılaştım. Onun bereketli sohbetinde bulunanların hâllerinin değiştiğini, bunun açıkça belli olduğunu gördüm. Talebe yetiştirmekte pek mâhir idi. Kendisinden birçok kimse istifâde etti. Allahü teâlâ, onun vâsıtası ile çok kimseye hidâyet, kurtuluş nasîb etti.”

“HEP BİZİMLE MEŞGUL OLDUN!”
İmâm-ı Menâvî hazretleri şöyle anlatıyor:
“Ebü’l-Hasen hazretlerini, vefât hastalığında ziyâret ettim. Kendisine gâibden; “Sana fakirlik verdik. Şikâyette bulunmadın. Çok ni’metler verdik. Sen onlarla meşgûl olmadın. Hep bizimle meşgûl oldun. Sana belâ ehlinin hâlini veriyoruz ki, öncekiler gibi bunu da hoş karşılayasın ve bela ehline hüccet (delîl) olasın” buyurulduğunu söyledi.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Osmanlı ulemâsından Behâyî Abdullah Efendi


Behâyî Abdullah Efendi, Osmanlı ulemâsındandır. Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Selim ve Üçüncü Murad Han zamanlarında kadılık yaptı.

Bayramiyye tarikati büyüklerinden Behaeddin Efendinin torunu Lütfullah Efendinin oğludur.


MEKKE-İ MÜKERREME KADISI
Behâyî Efendi, 1533 (H.940) senesinde dünyaya geldi. Genç yaşta ilim öğrenmeye başladı.
Meşhur Taşköprüzade’nin yanında uzun zaman kaldı ve ondan çok istifade etti. Daha sonra ona damad oldu.
Önce Bursa’da, sonra İstanbul’da çeşitli medreselerde müderrislik yaptıktan sonra İstanbul kadılığına tayin edildi.
Daha sonra Anadolu Kadıaskeri oldu. Sonra da Rumeli Kadıaskerliğine terfi etti.
Nihayet Mekke-i Mükerreme kadılığına getirildi ve bu vazifede iken 1588 (H. 996) senesinde vefat etti...
Behâyî Efendinin hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“İlmi ile âmil olan âlimler, Müslümanlara analarından babalarından daha şefkatli, daha merhametlidirler.
Çünkü onlar, insanın âhiretini kurtarıp, Cehennem’e girmemelerini temin ederler.
Ana-baba ise, insanı ancak dünyâ ateşinden ve felâketinden koruyabilir.”
“Bir kimse, hocasının hareket ve davranışlarından istifâde edemiyorsa, sözlerinden hiç istifâde edemez.”
“Açlık nûrdur. Tokluk ateştir. Şehvet odundur. Şehvet ve tokluk bir araya gelince, ateş yanmaya başlar. Sâhibini yakıp bitirir.”
“Dünyâya aldanmaktan çok sakınınız. Burası, yolcu konağı gibi geçicidir. Bugün buradayız.
Belki yarın, belki daha önce göç edeceğiz. Burada bir an evvel azığımızı tamamlayalım.
O kadar çabuk olalım ki, konuşmaya vaktimiz kalmasın. Konuşmayı âhirete bırakalım.”
“Kalbinde dünyâ hırsı bulunan bir kimsenin ilmi, Abdullah ibni Abbâs hazretlerinin ilmi kadar olsa, o kimse, insanlar için zararlıdır.
Çünkü onun kendisine hayrı yoktur. Başkalarına nasıl olsun?”
“Evliyâ, insanları şeytanın elinden kurtaran zâttır.”
“Bir şeye ihtiyaç duyulduğu halde, çalışıp onu temin etmemek, çoluk çocuğu perişan bırakmak, câhillik ve tembelliktir.”


“ÖYLE BİR HÂLDEYİM Kİ!..”

Behâyî Abdullah Efendinin son sözleri şunlar oldu:
“Allahü teâlâ ve Resûlüne ve Sahabe-i kirama olan aşkım ile, onlara kavuşmak iştiyakı ile, dünyada emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkerin tadı arasında öyle bir haldeyim ki, Allahü teâlânın bu lutfu bana kafidir.
Yâ Rabbi! Sen benim Rabbimsin ve hiç şerikin yoktur.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Osmanlı Şeyhülislamı Dürrizade Arif Efendi


Dürrizade Mehmed Arif Efendi, seksenyedinci Osmanlı Şeyhülislamıdır. Şeyhülislam Dürrizade Mustafa Efendi’nin oğludur.
Doğum tarihi belli değildir. İlk tahsilini babasından aldı. Daha sonra çeşitli medreselerde ilim tahsil etti.
Nihayet müderrislik diploması alıp “Haric” rütbesine ulaştı.


AYNI VAZİFEYE İKİ DEFA GETİRİLDİ

Bursa ve sonra İstanbul kadılıklarında bulunan Dürrizade, daha sonra sırasıyla Nakibül-eşraf, Anadolu Kazaskeri, Rumeli Kazaskeri ve Reis-ül-Ulema oldu. Nihayet Sultan Birinci Abdülhamid Han devrinde Şeyhülislam oldu. Altı ay sonra bu vazifeden ayrılıp, hacca gitti. Mekke-i Mükerreme’de bir müddet kalıp Anadolu’ya, Kütahya’ya gitti. Sultan III. Selim zamanında İstanbul’a geldi ve tekrar Şeyhülislamlık vazifesine tayin edildi. Buradan emekliye ayrıldı.
Kıymetli sohbetleri vardır. Buyurdu ki:
“Ölümü bir tabağa koyup çarşıda satsalardı, âhiret ehli, başka bir şeye bakmayıp onu satın alırdı.”
“Cehennemliklerin amellerini işleyip, sonra da Cennet’i istemek büyük ahmaklıktır.”
“Tövbeden sonraki bir günah, tövbeden önceki yetmiş günahtan daha çirkindir. Kalb ve beden hastalıklarımız için en iyi ilâç, günahı terk etmektir.”
“Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar, herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktârda, herkes sana yardımcı olur.”
“Dünyâ sevgisini terk etmek gâyet zordur. Ama Cennet’e kavuşmak için, dünyâyı terk etmek lâzımdır.”
“Dünyâ ekin yeri, insanlar da sanki ekindir. Ölüm, bu ekinleri biçen oraktır. Azrâil (aleyhisselâm) harman sâhibi, mezar da harman yeridir. Cennet ve Cehennem ise, ekinlerin durumuna göre konulacağı ambar gibidir. İnsanların da bir kısmı Cennet’e ve bir kısmı da Cehennem’e gideceklerdir.”
“En çok sevindiğim ve sevdiğim şey, Allahü teâlânın bana ihsân ve ikrâm ettiği îmân nîmetidir. En çok korktuğum şey ise, onun benden gitmesidir.”


“İSTİKAMETTEN AYRILMAYIN!”

Dürrizade Mehmed Arif Efendi, 1810 (H.1285) senesinde İstanbul’da vefat etti. Üsküdar’da Miskinler Kabristanına defnedildi. Son nasihati şu oldu:
“İstikametten ayrılmayın. Bu, fırka-i naciyedir. Ehl-i sünnettir. Resulullah’ın ve eshâbının yoludur. Göklerde ve yerlerde olanlar, hep Allahü teâlâyı tesbih ederler. O güçlüdür, hikmet sahibidir...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebû’l Hasen-i Kerdeviyye


Şeyh Ebû’l Hasen-i Kerdeviyye, Basra’da yaşamış olan evliyanın büyüklerindendir.
Doğum ve vefat tarihleri hakkında bir bilgi yoktur. Vaaz ve nasihatleri çok tesirliydi. Herkes tarafından sevilirdi.
Cömertliği ve ihsanları gayri Müslimlere bile ulaşırdı. Çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:


“EY İNSAN! DİLİNİ TUT!..”

“Hayâ iki çeşittir: Dînî hayâ, Allahü teâlânın yapılmasını yasakladığı şeyleri yapmaktan duyulan hayâ utançtır.
Tabiî veya nefsî hayâ ise, yapılıp yapılmamasında kişinin kendi reyine bırakılan hususlardır.
Meselâ kişinin kendisine yakışmayan elbise ile sokağa çıkması, şahsî ve nefsî arzûlara dayanan hayâ, bir çeşit utanç duygusudur.”
“Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zîrâ söz, yayından çıkan bir oka benzer.
İnsandan yerinde olmayan bir söz çıkarsa, insan ona mahkûm, söz insana hâkim olur.”
“Ey insan! Dilini tut ve ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir yılandır.
Kabir, kendi dillerinin kurbanlarıyla doludur.
Bu kurbanlar öyle kimselerdi ki, babayiğitler bile kendileriyle karşılaşmaktan çekinirlerdi.”
“Evliyânın sohbetlerine katılmayan ve gitmeyen bir fıkıh âlimi, yenen katıksız ekmeğe benzer.”
Oğluna nasîhat ederken de buyurdu ki:
“Ey oğlum! Şunu bil ki, eski sâlih kişiler açlık yoluyla dillerine hâkim olurlardı.
Şimdi evliyâ olan fakirlerin elinde ve yolunda yetişmeyen kimseler, bu yolu da bir çıkmaza soktular.
Ey evlâdım! Bu yolu ehlinden öğrenmelisin.”
Şeyh Ebû’l Hasen-i Kerdeviyye hazretlerine, sevdiği bir kimse gelerek;
“Bir adam var, daima ‘Benim nefesim İsa aleyhisselâmın nefesi gibidir.
O nasıl ölüleri diriltirse ben de mânevi ölüleri öyle diriltirim’ diyor” dedi.


“BÖYLE SÖZLER İŞİTMEKTENSE!..”
Bu söz Ebû’l Hasen’in çok ağırına gitti. Herhangi bir kimsenin kendisini İsa aleyhisselâma benzetmesine tahammül edemedi.
Çünkü o bir peygamberdi. Nasıl olur da bir kimse evliya da olsa bir peygamber gibi olabilir, ona benzetilebilirdi.
Bu sözleri işiten Şeyh Ebû’l-Hasen derinden bir ah çekti ve;
“Ya Rabbi! Bana bu kadar ömür verdin, ben de bu ömürle bu zamana kadar yaşadım.
Bu yaştan sonra böyle sözler işitmektense ölmeyi istiyorum” dedi.
Şeyh Ebû’l Hasen, bu duayı yaptıktan sonra hemen ruhunu teslim etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Nurlu dedenin nurlu torunu


Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, Türkistan’ın büyük velîlerindendir.
Silsile-i aliyyenin on sekizincisidir. 1403 yılında Taşkent’te doğdu.
Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi...


HEPSİYLE VEDALAŞMAYA BAŞLADI...
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi.
Vefât edeceği sırada, torunlarıyla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah’ı yanına getirdiklerinde
“Beni yatağımdan kaldırın” deyip, yatağı üzerinde oturarak, onu kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi:
“Bu torunumun şânı âlemi tutacak, İslâmiyet’e hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat edecekler...”
Daha birçok müjdeler verdikten sonra, Ubeydullah’ın babası Mahmûd Şâşî’ye;
“Benim bu torunumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et” vasiyetinde bulundu...
Hâce Şihâbüddîn’in vefat etmeden önce buyurduğu gibi Ubeydullah-ı Ahrâr büyük bir velî oldu.
Çok hizmet etti. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Kibir sahipleri benim çok garibime gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldikleri, sonra da çürümüş, kokmuş leş olacaklarını bildikleri halde yine de kibirlenirler; bunlar neyine güvenirler!”
“Allahü teâlânın bütün yaratıklarını gözleri ile müşâhede ettikleri halde, öyle kimseler vardır ki Allahü teâlânın varlığı ile birliği hakkında şüpheye düşerler. Yoktan nasıl var edildiklerini gözleri ile gören pekçok insan var ki ölümden sonraki dirilmeyi inkâr ediyor.
Bunlar gelip geçici dünyâya emek verip, ebedî olan âhireti unuturlar. Ben bunların bu hallerine çok şaşarım!”


“HAKÎKÎ CÖMERT ODUR Kİ!..”
“Hakîkî cömert; Allahü teâlâya itâat eden, kulların haklarını gözeten, yaptığı iyiliği Allah için yapıp, karşılığında insanlardan teşekkür beklemeyendir.”
“Allahü teâlâdan korktukları için O’na ibâdet ederler. Bâzı insanlar da Allahü teâlânın rahmetini ve Cennet’ini istedikleri için O’na ibâdet ederler.
Bu ibâdet, tüccar ibâdetidir.
İnsanların diğer bir kısmı ise Allahü teâlânın gazâbından korkarak sâdece Cenâb-ı Hak ibâdete lâyık olduğu için, şükrünü îfâ etmek için ibâdet ederler. İşte bu tam mânâda müttekî olanların ibâdetidir...”
Bu eşsiz nasihatlerin sahibi Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri 1490’da Semerkant’ta vefat etti. Kabri oradadır...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Geylânlı büyük velî Seyyid Cemâleddîn


Seyyid Cemâleddîn hazretleri, İran’da, Hazar Denizinin güneybatı sâhili boyunca uzanan Geylân bölgesinde yetişen büyük velilerdendir.
1360 (H.762) senesinde Geylân bölgesinde bulunan İsâr köyünde vefât etti.
Kabri oradadır. Kıymetli nasihatleri vardır. Bir sohbetinde buyurdu ki:


KIYAMET GÜNÜ ÇAĞRILANLAR!..
“Kıyâmet günü, ‘fazîlet sâhipleri kalksın’ diye çağrılır. İnsanlar arasında bir grup kalkar. Onlara ‘hadi Cennete giriniz’ denilir.
Onlar Cennete giderken meleklerle karşılaşırlar. Melekler ‘nereye gidiyorsunuz?’ derler. ‘Cennete’ derler.
‘Hesaptan önce mi Cennete giriyorsunuz?’ derler. ‘Evet’ cevâbını verirler.
‘Sizler kimlersiniz?’ dediklerinde, ‘biz fazîlet ehliyiz’ derler. ‘Sizin fazîletiniz nedir?’ diye sorarlar.
Onlar da, ‘dünyâda bize hakâret edildiğinde tahammül ederdik.
Bize zulmedildiğinde sabrederdik ve bize kötülük yapıldığında affederdik’ derler. Bunun üzerine melekler, ‘hadi Cennete giriniz. Sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir’ derler...
Sonra ‘sabır ehli kalksın’ diye nidâ olunur. Bir grup insan kalkar. Onlara da, ‘hadi Cennete giriniz’ denilir.
Onlar da meleklerle karşılaşırlar. Melekler onlara da aynı şeyi sorarlar. ‘Biz sabır ehliyiz’ dediklerinde, ‘sizin sabrınız ne idi?’ derler.
‘Biz Allahü teâlâya ibâdet etme hususunda zorluklara katlandık. Nefsimize uymayıp, günâhlardan sakındık ve bu hususlarda sabrettik’ derler.
Melekler onlara da, ‘hadi Cennete girin, sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir’ derler...


ALLAHÜ TEALANIN KOMŞULARI!..
Sonra bir nidâ daha gelir. ‘Allahü teâlânın komşuları kalksın’ denir. Bir grup insan kalkar, fakat bunların sayıları azdır.
Onlara da, ‘hadi Cennete giriniz’ denilir. Melekler karşılayıp aynı şeyleri onlara da sorarak ‘sizin ameliniz nedir?’ dediklerinde,
‘biz Allah rızâsı için birbirimizi ziyâret ederdik. Allah rızâsı için oturup sohbet ederdik ve Allah rızâsı için birbirimize mallarımızı bol bol verirdik’ derler.
Bunun üzerine melekler ‘sâlih ve iyi amel işleyenlerin mükâfâtları ne güzeldir. Hadi girin Cennete’ derler...”

***

Seyyid Cemâleddîn hazretleri, bir gün halîfesi olan talebelerini topladı.
Onlara ayrı ayrı nasîhat ve vasiyet ederek, vazifelerini, nerelerde hizmet edeceklerini bildirdi. Bu vasiyetinden hemen sonra da vefat etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Duâ etseniz de gözlerim açılsa!”


Pîr Muhammed Gencevi hazretleri, Karabağ’ın Gence şehrinden olup, evliyânın büyüklerinden Şems-i Tebrîzî’nin torunlarındandır.
On altıncı asırda yaşamıştır. Sözleri çok tesirli bir zat idi. Buyurdu ki:


“GÜNAHIN KOKUSU OLSAYDI!”
“İnsan, ölüm, fakr ve ateşin (Cehennem’in) yarış meydanındadır.
Allahü teâlâ onun terbiyecisi, peygamberler sürücüsü, kitaplar öncüsüdür, o ise serkeştir, söz dinlemez.”
“Cihânı, karıncanın gözünden daha küçük gören Muhammed Vâsi buyurdu ki: Eğer günâhın kokusu olsaydı, hiç kimse benim yanımda oturamazdı...”
“Büyüklerden biri, saliha bir kadınla evlendi. Gece olunca ona; ‘Ey hanım, pijamamı hazırla yatacağım’ dedi.
Hanımı; ‘Efendim, senin Mevlâ’n (sâhibin) yok mu?’ dedi. ‘Vardır’ buyurdu.
‘Senin Mevlâ’n uyur mu, uyumaz mı?’ dedi. ‘Uyumaz’ buyurdu. ‘Mevlâ’n uyanık iken sen uyumaktan hayâ etmez misin?’ dedi.”
“Büyüklerimiz diyorlar ki:
‘Bir kimsenin başkasının emri altında olması, nefsinin emri altında olmasından iyidir.’
Dervişlerden biri, Cuma günleri dışarı çıkar, kimi görse; ‘Mescide hangi yoldan gitmeli?’ diye sorardı.
Birisi ona; ‘Senelerdir mescide gidersin, yolu öğrenemedin mi?’ dedi.
‘Biliyorum; ama gittiğimiz yolda mahkûm olmak, hâkim olmaktan daha iyidir’ derdi.”


“BENİM ÖLÜMÜM YAKLAŞTI!..”
Anadan doğma âmâ bir kimse, Pîr Muhammed hazretlerine gelip yalvararak;
“Dünyâyı aslâ görmemişim! Bana bir duâ etseniz de gözlerim açılsa, dünyâyı seyretsem” dedi.
Âmânın bu yalvarışı üzerine ona duâ etti. “İnşâallahü teâlâ ölümün yaklaştığı sıralarda gözlerin açılır” buyurdu.
Daha sonra Pîr Muhammed hazretleri vefât etti. Duâ alan âmâ kimse, epey bir müddet daha yaşadı.
Bir gün âniden gözleri açılıverdi. Dostları onun gözlerinin açılmasına çok sevindiler. Bunun üzerine gözleri açılan kimse;
“Gözlerim açıldı ama ölümüm de yaklaştı! Zîrâ Pîr Muhammed hazretleri hayatta iken gözlerimin açılması için ondan duâ istedim.
Bana duâ edip vefâtım yaklaştığı sırada gözlerimin açılacağını söylemişti.
Elhamdülillah o mübârek zâtın duâsı kabûl olunup gözlerim açıldı. Allahü teâlâ bilir, ölümüm de yakındır” dedi.
Gözleri açıldıktan birkaç gün sonra vefât etti.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Osmanlı âlimlerinden Muslihuddîn Tavîl


Muslihuddîn Tavîl, zamânındaki tasavvuf ehli zatların hiçbirinden feyz alamaz. En sonunda Şeyh İlâhî hazretlerine talebe olur...

Muslihuddîn Tavîl, Osmanlı âlim ve velîlerindendir. Kastamonu’ya bağlı Küre’de doğdu.
On altıncı asrın başlarında Bursa’da vefât etti. Orada medfundur...
Muslihuddîn Tavîl, zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti.
Birçok ilmî eserleri okuyup müzâkere etti ve yüksek derecelere ulaştı.
Şöhreti her tarafta duyulup, âlimler arasında yüksek bir dereceye sâhib olduktan sonra tasavvufa yöneldi.
Zamânındaki tasavvuf ehli birçok zâtın sohbetinde bulundu, fakat hiçbirinden kalbi mutmain olup, rahat bulup feyz alamadı.
En sonunda Şeyh İlâhî hazretlerine talebe olup, hizmetinde bulundu.
Ondan feyz alıp yükseldi. Vefât edinceye kadar onun yanından ve hizmetinden ayrılmadı.
Tasavvufta yüksek mertebelere ulaştı ve kemâle erdi. Ömrü boyunca kötü insanlardan uzak oldu.


“DİNLE, İYİ DİNLE!..”
Sohbetlerinde buyurdu ki:
“Dinle, iyi dinle! Vehb bin Münebbih anlatır: Ka’b-ül-Ahbâr, mescidde arka saflarda durur.
Ona; ‘Bunun altında hangi sır gizlidir?’ diye sordular.
Buyurdu ki: ‘Tevrâtta okudum ki, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden öyle insanlar vardır ki, onlardan biri başını secdeye koyunca, başını secdeden kaldırıncaya kadar, Allahü teâlâ onun arkasında olanı magfiret eder. Ben de hepsinden geride dururum, umarım ki, öyle birisinin secdesiyle benim işim görülsün...”
“Derler ki, bir gün bir genç, zengin bir kadının kapısına geldi ve; ‘Ben ona âşık oldum’ dedi.
Bu haberi kadına ulaştırdılar. Kadın onu çağırdı ve onunla konuşmaya başladı.
‘Sakın bir daha bu sözü söyleme!’ dedi. ‘Edemem ki’ dedi. ‘Sana iki bin gümüş vereyim’ dedi. ‘Yapamam’ dedi...
On bin gümüşe kadar çıkardı. Genç, on bin gümüşü duyunca râzı oldu.
Kadın bu durumu görünce, onun dilini kesmelerini emretti ve; ‘Bizi sevdiğini iddiâ edip de, bize değil malımıza râzı olanın cezâsı budur’ dedi...”


HASIR ÜZERİNDE KIRK GÜN!..

“Bir kimse, bir dervişe gidip; ‘Birkaç gün seninle berâber olayım’ dedi. ‘Ben olmasam kiminle olacaktın?’ diye sordu.
‘Allahü teâlâ ile’ dedi. ‘Benim olmadığımı kabûl et ve şu anda Allah ile ol’ buyurdu...”
Muslihuddîn Tavîl, Bursa’da Şeyh Tâceddîn Efendinin kabri yanına bir hasır serip, kırk gün müddetle sabah namazı vaktinde gelip, o hasırın üzerinde Yâsîn sûresini okuyup ibâdet etti.
Kırk gün tamâm olunca vefât edip, o hasırın bulunduğu yerde defnolundu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Gece okları ulaşır hedefe!”


Seyyid İbrâhim Desûkî Hazretleri Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir.
Hazreti Hüseyin vasıtası ile nesebi Peygamber Efendimize dayandığı için Seyyiddir.
1235 (H.633) senesinde Nil Nehrinin batısında Desûk köyünde doğdu. 1277 (H.676) târihinde vefât etti...


KERÂMETLER MENBAI İDİ...
Bu mübarek zat buyurdu ki:
“Hem babamın sulbünde, hem de annemin rahmindeyken, Allahü teâlâ bana pekçok lütuf ve ihsânlarda bulundu.
Doğduğum zaman hilâlin göründüğü daha anlaşılmamışken, o gün ramazân ayının başladığını insanlara müjdeledim.
Bu benim dünyâya gelişimin ilk kerâmetiydi. Altı yaşıma gelince, Allahü teâlâ, bana yüce âlemdeki şeyleri gösterdi.
Sekiz yaşımda, Levh-i mahfûzu ve onda olan şeyleri müşâhede edip gördüm.
Dokuz yaşımda, semâ ve onda olan şeylerin sırrını çözdüm. Fakat asıl olanlar, on dört yaşımdayken oldu.
Bunlar, Rabbimin bana sonsuz ihsânlarından birkaçıdır. Bunlardan dolayı Allahü teâlâya hamd ederim.”
Şeyh İbrahim Desûkî hazretlerinin iki talebesi iki kişiyle kavga etmişlerdi.
Kavga ettikleri şahıslar, kendilerinin dövüldükleri gerekçesiyle kadıya şikayette bulundular.
Kadı, maneviyat düşmanı biri olduğu için, talebeleri hapse attırıp işkence ettirmeye başladı.
Bir müddet sonra işkencenin sonu gelmeyeceğini düşünen talebeler, bir mektupla hocalarına durumlarını bildirdiler.
Şeyh Hazretleri bir mektup yazarak onların serbest bırakılmasını istedi. Vâliye şu satırları yazıp gönderdi:
“Gece okları ulaşır hedefe/Atılırsa huşû yayları ile/Menzile kavuşmak için erler kalkar/Rükû ile berâber secdeyi uzatırlar/Ellerini açıp Allah’a/Gönülden ederler duâ/Ok yaydan çıkınca/Zırh bile etmez fayda...”


“OK YAYDAN ÇIKINCA!..”
Mektup vâliye ulaşınca, adamlarını topladı.
“Şunlara bakın hele, hocaları bana bir mektup göndermiş” dedi ve ağır hakâretlerde bulunup, mektuptaki şiiri okumaya başladı.
Tam (Ok yaydan çıkınca) mısrasına gelince, bir ok gelip, vâlinin göğsüne saplandı ve hemen oracıkta öldü.
Bu hadiseye şahit olan vâlinin adamları, korku içinde mazlumları alelacele salıverdiler...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Senin hâllerin tamamlanmadı”


Muhammed Ma’sûm hazretleri Hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur.
“Silsile-i aliyye”nin yirmi dördüncüsüdür. Lakabı “Urvet-ül-vüskâ”dır.
Yani (sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim) demektir. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu...


“BU DÜNYADAN GÖÇ VAKTİDİR!..”
Muhammed Ma’sûm hazretleri, mübârek babasının feyzleri ve teveccühleriyle çok çabuk kemâl derecelerine ulaştı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki:
“Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi.
Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum.
Bu denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç etmem yaklaştı...”
Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî buyurdu ki:
“Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı.
Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı.
Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip;
‘Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur’ buyurdu...”
Muhammed Ma’sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vaaz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı.
O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti...
Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Ölmek üzere iken, talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi.
Sonra; “Senin hâllerin tamamlanmadı. Şimdi, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gidip, kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor.
Zannedersem, bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin” buyurdu, biraz sonra da vefat etti...


İRŞÂD DİYARI SERHEND...

Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend’e yolu düşmedi.
Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi.
Muhammed Ma’sûm hazretleri onu görünce;
“Üstâdının sana söylediği on iki sene bugün doldu” buyurdu.
Gelen talebe hesâb etti. Aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki:
“Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Cehaletin ilacı sormaktır!..”


Cabir bin Abdullah hazretleri, Ensar-ı kiramın büyüklerindendir. Bedir ve Uhud’da küçük idi.
Diğer on sekiz gazada bulundu. Ömrü sonunda gözlerine perde geldi.
İstanbul’u fethe gelen orduda da bulundu. 77 yılında 95 yaşında vefat etti...


ZAYIF BİR DEVESİ VARDI
İslâm ordusu Zâtü’r-Rikâ Gazvesi’nden dönüyordu. Câbir’in (radıyallâhü anh) devesi zayıf olduğu için arkadaşlarından geri kalıyordu.
Resûlullah Efendimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) onun yanına vardı ve;
“-Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordu.
Hazret-i Câbir durumu anlatınca Efendimiz bir değnek alarak deveye birkaç defâ hafifçe dokundu.
Deve, Resûlullah Efendimizin devesiyle yarışır hâle geldi...
Resûlullah Efendimiz yolda Hazret-i Câbir’le sohbet etmeye başladı.
Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu ve bir deveden başka malının olmadığını öğrendi.
Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi.
Hazret-i Câbir, Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı.
Medîne’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Resûlullah Efendimizin yanına gitti.
O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı.
Resûlullah Efendimiz, devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti...
Câbir hazretleri anlatıyor:
Arkadaşlarımla beraber sefere çıkmıştık. İçimizden birine taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı.
Sonra aynı adam uykuda ihtilâm olduğu için, arkadaşlarına;
“Teyemmüm edebilir miyim, bu hususta benim için ruhsat buluyor musunuz?” diye sordu. Arkadaşları da;
“Hayır, su mevcut oldukça teyemmüme ruhsat yoktur” diye cevap verdiler...


“TEYEMMÜM KÂFİ GELİRDİ...”
Bunun üzerine o şahıs gusül abdesti aldı ve açık vaziyetteki yaradan içeriye giren suyun tesiri ile vefat etti...
Peygamber aleyhisselâmın huzuruna geldiğimiz zaman, kendisine hadiseyi naklettiler. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz;
“Ölümüne sebeb olup, günaha girmişler” buyurdu.
Ve “Bilmiyorlarsa sorsaydılar; cehaletin ilacı sormaktır, o adama teyemmüm etmek kâfi gelirdi” diye ilâve ettiler...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Seni nereye defnedelim?”


Feridüddîn-i Attâr hazretleri, (Muhammed bin İbrâhîm) Sofiyye-i aliyyedendir. Nîşâbûr’da doğdu.
627 [m. 1230] senesinde Cengiz Han’ın askeri tarafından şehîd edildi. Babası attâr idi. Yani, ilaç, esans satardı...


NASİHATLERİ ÇOK TESİRLİYDİ
Büyük velî Feridüddîn-i Attâr hazretleri (Mantık-ut-tayr) kitâbında, tesavvufu kuşların ağzından anlatmakdadır.
Fârisî (Tezkiret-ül-Evliyâ) adlı eserinin bir kısmı İstanbul’da (Hakîkat Kitâbevi) tarafından (Akâid-i Nizâmiyye) içinde basılmıştır.
Feridüddîn-i Attâr hazretlerinin nasîhatlerinde büyük bir tesir, ârifâne sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hâl vardı.
Celâleddîn-i Rûmî gibi büyükler onun eserlerinin tesiri altında kalmışlardır.
Yazdığı eserlerden Tezkiret-ül-Evliyâ hâriç, hepsi manzumdur...
Şeyh Feridüddîn-i Attâr hazretleri buyurdu ki:
“Ey gâfil! Sen nefs sâhibisin. Bu dünyâda kendini hesâba çek. Kalbindeki pislikleri temizlemek için mücâhede et.
Büyükleri de kendine kıyas etme. Zîrâ bir velî, zehir de yese o zehir bal olur.”
Bu mübarek zat, “İlahiname” isimli eserinde şöyle bir menkıbe nakleder:
Horasan valilerinden Ebü’l-Fazl Hasan, ölüm anı yaklaştığında biri dedi ki:
“Ey şeriati mamur eyleyen yiğit! Can Yusuf’u kuyudan kurtulunca seni filân yere gömelim.”
Şeyh dedi ki:
“Sakın ha! Orası ekâbire aittir. Biz kim oluyoruz ki, bizim gibi yüzlerce elsiz, ayaksız kim oluyor ki mezarının öyle bir yerde olmasını istesin?”
Bunun üzerine;
“Ey temiz gönüllü yiğit! Öyleyse seni nereye defnedelim, neresini istiyorsun?” dediler.


“ORADAKİLERİN HEPSİ GÜNAHKÂR”
Ebü’l-Fazl üzgün bir halde cevap verdi:
“Mezarımı şu tepenin üstüne kazın. Orada bir hayli sarhoş var. Elinde hiçbir sevap olmayan bir hırsız da orada gömülü.
Kötü kişilerin birçoğu orada. Oradakilerin hepsi günahkâr. Beni de onların yanına gömün.
Başımı, onların ayağına koyun. Ben ancak onlara lâyığım, hakikatte onlardan pek farkım yok.
Yerim bu günahkârların arasındadır. O kâmil kişilere karışmaya hakkım yok benim.
Her ne kadar bu insanlar, pek karanlık olsa da Allah’ın rahmet nuruna onlar daha yakındır.
Susuzluk, bir yerde son hadde vardı mı nihayet susuz, suya kavuşur.
Âcizlik de nerede daha fazlaysa rahmet oraya daha fazla iner...”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt