Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (3 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Çerkeşli Hacı Mustafa Efendi




Mustafa Efendi 1743 (h.1156) yılında Çankırı-Çerkeş’te doğdu. 1814 (h.1229) yılında 73 yaşında aynı yerde vefat etti. Çerkeş Kadınşah Camii haziresindedir... Hacı Mustafa Efendi başlangıçta dedesi ve babasından manevi ilimler tahsil etmiş sonra da Hacı Mehmet Zaravî’den feyz almış ve kemâle ermiştir. Kerametleri pek çoktur. Şabaniyye koluna yenilikler ve kolaylıklar getirdiği için “Pîri Sanî” diye meşhurdur...

“BENİM ARKADAŞIM GIYBET ETMEZ”
Bu mübarek zat, Müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünya işlerini yapmayı vazife bilirdi. İnsanlar beğensin diye Kur’ân-ı kerîm okuyan hâfızlardan hoşlanmazdı. “Zamânımızda kurrâ (hâfız) kalmadı. Hepsi okuyuşlarıyla dünyâ nîmeti toplamaya çalışıyorlar” buyurdu. Kimseyi gıybet etmez ve gıybet edilmesini istemezdi. “Yanımda gıybet yapan benim arkadaşım olamaz” buyururdu. Ehil olmadan, anlamadan veya dünya için yazı, kitap yazanların hâline acır ve bunlara nasihat ederdi. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Kıyâmet günü birtakım insanlar olacak; dünyâda yazdıkları uygunsuz şeyler için; ‘ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık’ derler.”
“Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat saâdete kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim. İyi biliniz ki; Allahü teâlâ bir kuluna, îmân ile ruhunu teslim etmekten, îmân ile ölmekten daha büyük bir nîmet vermemiştir.”
“Verâ (şüpheli şeyleri terk etmek), yalnız kendini bu hâle ehil kılanlara (farzları yapıp, haramlardan sakınan ve Allahü teâlânın rızâsını isteyenlere) gelir.”
“Dâimâ şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arz etmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.”
“Kalbin doğruluğu amellerin doğruluğu iledir. Amellerin doğruluğu da niyetin doğruluğu iledir.”

ARTIK SON ANLARINI YAŞAMAKTADIR...
Çerkeşli Mustafa Efendi talebeleriyle sohbet ettiği sırada Sâfî Efendiye dikkatle bakar ve; “İşte bu zât benden sonra yolumuzu (tarîkatımızı) o dereceye ulaştırır ki kimsenin inkâra mecâli, gücü kuvveti kalmaz. Hakîkat ilmiyle âlemi doldurur” buyurdu ve kısa bir zaman sonra vefât etti. Vefât etmeden önce Mustafa Sâfî Efendinin tasavvufta kemâle erdiğini belirtip, onu kendine halîfe tâyin ettiğini vasiyet etti.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Faziletler sâhibi Saidüddîn Fergânî




Saidüddîn Fergânî, evliyânın meşhurlarındandır. Türkistan’da, Fergana şehrinde yaşamıştır.

1299 (H.699) senesinde vefât etti. Derin âlim ve büyük velî olup faziletler sâhibi idi.

Zamanın büyük velîlerinden olan Sadreddîn Konevî hazretlerinden de ilim ve feyz almıştır. Ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi.



“LÂ İLÂHE İLLALLAH” DEMEK...
Bu mübarek zat, kıymetli eserler yazmıştır.

“Menâhic-ül-İbâd ile’l-Meâd” adlı Farsça eseri dört mezhebe göre fıkıh bilgilerini, ibâdet mevzularını anlatmakta, tasavvuf ve güzel ahlâk üzerinde geniş bilgi vermektedir.

Bu kitap İstanbul’da İhlâs Vakfı tarafından yayınlanmıştır...
Saidüddîn Fergânî hazretleri buyurdu ki:
Yetmiş bin kerre “Lâ ilâhe illallah” söyleyerek ölmüşlerin ruhlarına hediye etmek sadakanın en güzeli ve en iyisidir.

Bunu hâlis niyyetle ve bağışlanan kimsenin Cehennem ateşinden kurtulması için söylemelidir.

Bir kişi de söylese olur bir cemâat aralarında paylaşarak söylese de olur. Şeyh Muhyiddîn ibni Arabî hazretleri buyurdu ki:
“Eğer bir kimse kendisi için veya başka birisi için hâlis niyyetle ve azabdan kurtulmak niyyeti ile bunu yetmiş bin defa söylese, elbette kimin için söylenmişse o kimse Cehennem azabından kurtulur.

Bu hususta nakil vardır. Bana Ebû’l-Abbas Kastalânî şöyle anlattı:

Şeyh Ebü’r-Rebi’ bu kelime-i tevhîdi yetmiş bin defâ söylemişti.

Fakat bir kimse adına veya bir kimseye bağışlamaya niyyet etmemişti.

Bir gün bir cemâatle birlikte bir sofrada yemek yiyordu. Aralarında kalb gözü açık bir çocuk da vardı.

Çocuk yemeğe elini uzatıp yiyeceği sırada âniden feryad etmeye başladı. Yemekten elini çekti. Ona ‘niçin ağlıyorsun?’ dediler.

Çocuk; ‘Şu anda annemin Cehennemde azâbda olduğunu görüyorum! Bu sebebden ağlıyorum!’ dedi.



ÇOCUĞUN YÜZÜ GÜLDÜ...


Şeyh Ebü’r-Rebi’ dedi ki: Bu sözleri duyunca içimden; ‘Yâ Rabbî sen biliyorsun ki ben yetmiş bin defa (Lâ ilâhe illallah) demiştim.

O yetmiş bin kelime-i tevhîdin sevâbını bu çocuğun annesinin Cehennem azâbından kurtulması için bağışladım’ diye niyyet ettim.

Ben içimden böyle niyet edince çocuk tebessüm etti ve yüzü güldü:

‘Annemi görüyorum. Cehennem ateşinden kurtuldu. Elhamdülillah!’ dedi. Sonra yemek yemeye başladı.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük âlim ve velî Senâullah-i Sebnehlî




Senâullah-i Sebnehlî, Hindistan’da yetişen büyük âlim ve velîlerdendir.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin önde gelen talebelerindendir.

Ondokuzuncu asrın başlarında vefât ettiği bilinmektedir...



“DERVİŞLİK, HİZMET ETMEKTİR!”


Senâullah-i Sebnehlî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp, icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, talebe yetiştirmek üzere memleketi olan Sebnehl’e gitti.

Vazifeye başladığı sırada, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân, ona bir mektup yazarak buyurdu ki:
“Her nerede bulunursanız bulununuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. Oraya gittiniz. Mübârek olsun!

Bu fakîre olan bağlılığınızın harâreti eksilmesin; yâni her hâlinizle bizi temsil edin ki, bu yolun kıymeti oralarda da anlaşılsın.

Dervişlik demek, sâdece birine bağlanmak demek değildir.

Dervişlik, gönlünü toparlayıp, kul olduğunu düşünmek ve kulluğu ile meşgûl olmak, kalbe dağınıklık getirmemek, vakitlerini hep hâlis niyet ile, Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmektir.

Allahü teâlâ size büyük bir saâdet vermiştir. Bunun şükrünü yapmak ancak şöyle olabilir ki;

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri “Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O’nun râzı olduğu şeye sarf etmektir” buyurmuştur...
Tevekkül, gönül huzûrunu temin eder. Tasavvuf ehlinin sermâyesi de işte bu gönül huzûrudur.

Allahü teâlâ Resûlullah’ın sünnet-i seniyyesine bağlı olanları ve Müceddidiyye yolunun bağlılarını zâyi etmez.

Bu mübârek yolu öğretmekle, bu hususta talebelere ders vermekle meşgûl olunuz...

Her sabah büyük âlimlerin isimlerini söyleyiniz, etrâfınızda bulunanlara da böyle yapmalarını, duâ ederken onların isimlerini araya koyup, onları vesîle ederek duâ etmelerini söyleyiniz...

Çevrenizde dinsizlerin çıkardıkları fitnelerden endişe etmeyiniz.

Öyle ümit ediyorum ki, Allahü teâlâ benim dostlarımı zarara uğratmaz. Bizi yanınızda biliniz. Vesselâm...”



COŞKUN BİR SEL MİSALİ!..
Senâullah-i Sebnehlî hazretleri vefatına yakın buyurdu ki:

“İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin mübârek sînelerinden, büyükler yolunun feyz ve nûrları, coşkun bir sel misâli öyle akmakta idi ki, onu sevenlerdeki bütün karartı ve lekeleri, kalbden silip götürürdü...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Ben hayattayken kimseye söyleme!”




Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri, Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu’da yaşayan velîlerdendir.

Semerkand’da doğdu. Buhârâ, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti.

Tefsîr, fıkıh ve tasavvuf, ahlâk ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra Anadolu’ya hicret etti.

Lârende’ye (Karaman’a) geldi. 1456 (H.860) târihinde yüz elli yaşlarında iken vefât etti.

Kabr-i şerîfi, İçel’e bağlı Gülnar ilçesinin Zeyne kasabasındadır...

(Ankara-Çamlıdere’deki Şeyh Ali Semerkandi başka bir zattır.)


Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri buyurdu ki:
“Bizi sevenler dünyâda nâmerde muhtaç olmasın, şeytan şerrinden emin olsunlar, şirkten, Allahü teâlâya ortak koşmaktan uzak olsunlar ve zâlimlerin şerrinden, kazâ ve belâdan emin olsunlar doğru yoldan ayrılmasınlar...”


EŞKIYANIN BIÇAĞI KESMEDİ!..


Alâeddîn Semerkandî hazretlerini sevenlerden biri, bir gün yola çıkmıştı. Yolda onu bir eşkıyâ öldürmek istedi.

Tam o sırada eşkıyâya; “Bütün eşyâm param, neyim varsa senin olsun. Beni serbest bırak, öldürme” dedi.

O şahıs; “Onlar nasıl olsa benim olacak, maksadım seni öldürmektir” dedi.

O zât o anda Alâaddîn Ali Semerkandî’yi hatırladı ve;

“Yâ Rabbî! Kudretinle Seyyid Alâaddîn hazretlerinden bana yardım ulaştır” der demez,

eşkıyâ, o zâta üç kere bıçağı çaldı ise de, Allahü teâlânın izniyle ve Alâaddîn Semerkandî’nin himmeti bereketiyle bıçak kesmedi.

Bunun üzerine eşkıyâ, bıçağın keskin olup olmadığını denemek için büyük taşa vurdu. Taş ikiye ayrıldı.

Tekrar o zâtı kesmek istedi, fakat bıçak yine kesmedi. O zât eşkıyaya şöyle dedi:


“SEN BENİ ÖLDÜREMEZSİN!..”
“Ey kişi! Benim bir azîz hocam var. Onun bereketiyle beni öldüremezsin” dedi. Eşkıyâ bu sözü duyar duymaz kızıp;

“Görelim bakalım hocan seni elimden kurtarabilecek mi?” dedi ve elindeki bıçakla tekrar saldırdı.

O zât canından umudunu kestiği zamanda âniden; elinde mızrak, beyaz bir ata binmiş,

yeşiller giymiş bir zât yıldırım gibi geldi ve eşkıyâya mızrağı ile öyle vurdu ki, mızrağın ucundan kıvılcımlar çıktı.

Eşkıyâ o anda öldü.

Atlının Alâeddîn Ali Semerkandî olduğunu anlayan talebe, Zeyne’ye gelince, başından geçenleri henüz anlatmamıştı ki,

Alâeddîn Semerkandî ona; “Ben hayatta iken sırrımı kimseye söyleme, sakla!” buyurdu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Cenâze namazımı Emîr Külâl kıldırsın”

Seyyid Emîr Külâl (Gilâl) hazretleri, “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsüdür.
Buhârâ’nın Sûhârî kasabasında doğdu. 1370 (H. 772) sensinde vefât etti. Onun üstün hâllerini gösteren çok menkıbesi vardır...


GÜREŞİRKEN ONU SEYRETTİ!..

Emîr Külâl hazretleri gençlik yıllarında bir gün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi.
Zamânın büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Muhammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi.
Uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine;
“Acaba bu işle meşgul olanları seyretmesinin sebebi nedir?” diye düşündüler...
Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp buyurdu ki:
“Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu, bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum...”
Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl’in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye takıldı.
Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin ellerine kapandı.
O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye sâdık bir talebe oldu...


ONA DAHA ÇOK BAĞLANDILAR
Nakledilir ki, bir köyde sâlih zâtlardan biri vefât edeceği sırada;
“Benim cenâze namazımı Emîr Külâl hazretleri kıldırsın” dedi ve son nefesini verdi.
Fakat Emîr Külâl hazretleri, uzak bir yerde bulunuyordu. Onu çağırmak için, bulunduğu yere birilerini göndereceklerdi...
Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sûfî;
“Haberci göndermenize lüzum yok, o gelir” dedi... Bu arada iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı.
Tam gidecekleri sırada, Emîr Külâl hazretleri âniden karşıdan gözüktü.
Halk onu görünce, karşılamaya koştular ve bu kerâmeti karşısında onu daha çok sevip, bağlandılar...
Bundan sonra Emîr Külâl hazretleri, vefât eden zâtın cenâze namazını kıldırdı ve toplananlarla birlikte kabre götürüp, defnettiler...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Hasan Berzencî’nin İran Şâhına nasihati




Seyyid Hasan Berzencî hazretleri, Kuzey Irak’ta yetişen evliyâdandır. Çok cesur ve gayretliydi.

Allah yolunda kimsenin kınamasından çekinmez, zâlim kimselerden korkmazdı...



“BİZE KATILMANIZ LAZIMDIR!..”
Bir zaman İran hükümdarı Nâdir Şâh, ordusuyla Musul’a yönelmiş, Surdaş nâhiyesi Merkibe köyüne kadar gelmişti.

Nâdir Şâh burada nüfûz sâhibi vilâyetin önde gelenlerini öğrenmek istedi. Kendisine Seyyid Hasan hazretlerini söylediler.

Şah bunun üzerine Seyyid Hasan hazretlerine bir mektup yazdı. Şâhın mektubu özetle şöyleydi:
“Fazîletli Seyyid Hasan hazretlerine: Maksâdım dedeniz Câfer-i Sâdık’ın yolunu yaymaktır. Bize katılmanız en lüzumlu bir iş olur.

Mektubum size ulaşır ulaşmaz bize geliniz. Aksi halde öfke ve gadâbımı çekmiş olursunuz. Vesselâm...”
Bu mektuba Seyyid Hasan şu cevâbı yazdı:
“Mektûbuma besmele ile başlarım. Rabbime hamd ederim.

Salât ve selâm sevgili Peygamberimizin ve âlinin ve eshâbının üzerine olsun...

Mektûbunuzu aldım. Ecdâdımı (dedelerimi) sevdiğinizi söylüyorsunuz.

Ancak Eshâb-ı kirâmdan bâzısına düşmanlık ediyorsanız, ecdâdıma olan sevginiz kıyâmet günü size fayda vermeyecek, belki azâba ve hesâba çekilmenize sebeb olacaktır...

Hedefinizin İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ın (rahmetullahi aleyh) mezhebini yaymak olduğuna dâir sözünüze gelince;

o, Tâbiînin ve müctehidlerin en büyüklerinden olmakla berâber, talebeleri kalmadığı için, mezhebi tedvîn edilmemiş, derlenip toplanamamıştır.

Tedvîn edildiğini bilseydik, onun neslinden geldiğimiz için, mezhebine tâbi olurduk!..



“OSMANLI’YLA HARB ETME!..”
Oraya gelmemizi istiyorsunuz. Fakat gelecek durumda değilim. Ancak size bâzı tavsiyelerde bulunacağım.

Bunlara uyarsanız kurtulur, rahat edersiniz:

1) Osmanlı sultanları ile harb etme.

2) Musul’u tahrîb etmeyi, halkı ile harb etmeyi düşünüyorsun. Bunu yapma. Çünkü ordunun yok olmasına sebeb olur.

Ecel gelmeden önce tövbe ve istiğfârda acele et. Çünkü bâzı akrabâların seni öldürmek istemektedir...”
İran Şâhı, Seyyid Hasan hazretlerinin nasîhatlerini dinlemedi ve onun buyurdukları aynen çıktı.

Şah hezimete uğrayıp İran içlerine çekildi. Çok geçmeden de akrabâları tarafından öldürüldü.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri




Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, İstanbul evliyâsının büyüklerindendir.

1664 (H.1075) târihinde Tokat’ta doğdu. 1745 (H.1158) târihinde İstanbul’da vefât etti.

Kabr-i şerîfi, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır...



“HEP MEKTÛBAT’TAN ANLATIRDI!”


Talebelerinden Seyyid Yahyâ Efendi anlatır:

Hep İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ve oğlu Muhammed Ma’sûm hazretlerinin altı cildlik Mektûbat’ından anlatırdı.

Bu hususta o: “Mekke-i mükerremede iken, okuyup mütâlaa ederek, hoş vakit geçirdiğim bu altı ciltlik Mektûbât’tan bir nüshasının, Şeyh Muhammed Murâd hazretlerinin kütüphânesinde mevcûd olduğunu işittim.

Fakat elde edemedim. İnşâallah sen bir nüshasını bulup tercümesine vesîle olursun” buyurdu. Vefat ederken de bana son nasihati bu oldu.
Hocam Mehmed Emîn Efendinin göğsünde küçük bir sivilce çıkıp, rahatsızlandı. Gün geçtikçe ağırlaştı.

Sonra bir sivilce de omuzlarında çıktı. Tabipleri getirip gösterdiğimizde, o sivilcenin şirpençe olduğu anlaşıldı.

İhtimamla, dikkatle tedâvi etmeye başladık. Aradan kırk-elli gün geçti.

Fakat bir türlü iyileşme alâmeti göremedik. Nihâyet bu hâlde iken vefât etti...

Vefâtından bir iki sene sonra Mektûbat’ın tamâmını elde edip, 1750 senesinde, arkadaşlarımızdan Müstakimzâde Sâdeddîn Süleymân Efendiye vererek, tercüme edilmesini istedim.

O da 1752 senesinde tercümeyi tamamladı. İşte o Mektubattan bir kısım:



“BUNDAN BAŞKASI HİÇTİR!..”


“Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun!

Sevgili oğlum! Fırsat ganîmettir. Ya’nî, zamân çok kıymetlidir. Bu kıymetli zamânları fâidesiz şeylere harc etmemelidir.

Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeyleri yapmakla geçirmelidir.

Beş vakit namâzı, dünyâ işlerini düşünmeyerek ve cemâ’at ile kılmalıdır. (Ta’dîl-i erkân) ile kılmaya dikkat etmelidir.

Teheccüd namâzını kaçırmamalıdır. Seher vakitleri istiğfâr etmelidir.

Ölümü hâtırlamalı, âhiretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir.

Kısacası, yüzümüzü dünyâdan âhirete çevirmelidir.

Sözün özü, gönül Allahtan gayrisine tutulmaktan kurtulmalı, beden ve a’zâları da, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla süslemelidir.

İş budur, bundan başka her şey hiçtir!..”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Sırrî-yi Sekatî ve saraylı talebesi




Sırrî-yi Sekatî vaaz veriyordu. Sultânın adamlarından birisi, merâsim ile oradan geçerken; “Şuraya bir uğrayalım” deyip içeri girdi. Giriş, o giriş!..

Büyük velî Sırrî-yi Sekatî Bağdadlıdır. Ma’rûf-i Kerhî hazretlerinden feyz aldı. Cüneyd-i Bağdâdî’nin dayısı ve hocasıdır... Bu büyük velî bir gün vaaz veriyordu. Sultânın adamlarından birisi, merâsim ile oradan geçerken; “Şuraya bir uğrayalım” deyip içeri girdi...



YEMEDEN İÇMEDEN KESİLDİ!..
O sırada Sırrîyi Sekatî; “En âciz ve zayıf olan mahlûk, insandır. Bununla berâber, bu kadar mahlûk arasında, Allahü teâlânın emirlerine insan kadar isyân edip yüz çeviren mahlûk da yoktur. Eğer insan iyi olursa, melekler ona gıpta eder imrenirler. Eğer kötü olursa, şeytanın bile kendisinden nefret edip, kaçtığı, şerli bir kimse olur. Ne kadar hayret edilir ki, bu kadar zayıf ve âciz olan insanoğlu, kendisine her nîmeti veren, her an varlıkta durduran, yaşatan, kudret ve azamet sâhibi olan Allahü teâlâya karşı gelmekte ve isyân etmektedir...” diye anlatıyordu. Sultânın yakınlarından olan bu kişi, bu hikmet dolu sözlerin tesiri ile, ağlaya ağlaya kendinden geçti. Bir zaman sonra kalkıp evine gitti. Hiç konuşmuyor, bir şey yiyip içmiyor, hep ağlıyordu. Sabah olunca, yürüyerek, Sırrî’yi Sekatî’nin sohbet ettiği yere gelip, anlatılanları dikkatle dinledi. Üçüncü gün yine geldi. Sohbet bittikten sonra; “Efendim, kabûl ederseniz, talebelerinizden olmayı arzu ediyorum” dedi. Kabûl edildi. Ahmed ismindeki bu talebe, az zamanda çok yüksek derecelere kavuştu...
Bir gün Sırrî-yi Sekatî hazretlerine biri gelip, “Efendim, beni talebeniz Ahmed gönderdi. Rahatsız olduğunu size bildirmemi söyledi” dedi. O da gelen kimse ile talebesi Ahmed’in bulunduğu yere gitti. Şehrin dışında, sahrada çukur bir yerde yattığını ve ölmek üzere olduğunu gördüler. Bu ihlaslı ve sâdık talebesinin başını kaldırıp dizine koydu. Yüzünün tozlarını sildi. Ahmed gözünü açıp hocasını görünce çok sevindi. Huzûr içerisinde rûhunu teslim etti...



BÜTÜN HALK CENAZEDE!..
Gasl ve defin hizmetlerini yerine getirmek için şehre geri geldikleri bir zamanda, şehir halkının kendilerinden tarafa geldiklerini gördüler. Hayret edip nereye gittiklerini sordular. Onlar; “Biz şehirde (Her kim, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulunmak isterse, Şûnîzîye Kabristanına gitsin) diye bir ses duyduk. Onun için yola çıktık” dediler.
Cenazeyi yıkayıp kefenledikten sonra defnettiler...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Rumeli velîlerinden Sofyalı Bâlî Efendi




Bâlî Efendi, Rumeli’de yetişen büyük velîlerdendir. Bugünkü Arnavutluk sınırları içinde kalan Ustrumça’da doğdu.

1553 (H.961) senesinde, bugün Bulgaristan’ın başşehri olan Sofya’da vefât etti...



ON BİN TALEBE YETİŞTİRDİ
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Bâlî Efendi, Sofya ve İstanbul’da ilim tahsil etti.

İstanbul’da Kâsım Çelebi’nin hizmetine girdi.

Kısa zamanda kemâle gelip olgunlaşan Bâlî Efendi, ahlâkta güzel, amelde gayretli, ilimde üstün oldu.

On binden fazla talebesi arasında, en meşhûr ikisi; Kurd Efendi ve Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendilerdi.

Yavuz Sultan Selîm Hanın kâdıaskerlerinden Sarıgürz Nûreddîn Hamzâ Efendiye de mektuplar yazıp nasîhat ederdi.

Bir nasihatinde şöyle buyurdu:
Ey oğul! Devamlı cömert ol. Allahü teâlânın sana rızık olarak verdiği şeylerde cömert ol.

Cimrilikten, hasedden, kin ve hîleden sakın. Çünkü, cimri ve hasedci kimsenin yeri Cehennem’dir.

Hiçbir zaman hâlini insanlara açma. Zâhirini süsleme. Çünkü zâhirini süslemek, bâtının harâb olmasındandır.

Rızık konusunda Allahü teâlânın vaatlerine güven. Çünkü Allahü teâlâ, her canlının rızkını vereceğine dâir kefil oldu.

İnsanlardan hiçbir şey bekleme. Hakkı söyle. Mahlûkâttan hiçbirisine meyletme. Mâlâyânîyi terk et...”
Hayâtını İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren Sofyalı Bâlî Efendi, Sofya yakınındaki Salâhiyye’de vefât etti ve orada defnedildi.

Vefat ederken şu beyti söylemiştir:


“Hûr-ı în’in düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi

Geç hevâsından behiştin maksad-ı Aksayı gör!”

Yâni: “Cennet hûrilerinin zülfünün tuzağına düşme. Cennet’in nîmetlerine de bakma, asıl maksadı gör. Allahü teâlânın rızâsını gözet!”



ALTINLAR KADIYA TESLİM EDİLDİ


Bu mübarek zatın kabri kazılırken, bir küp altın çıkarıldı. Hepsi de kâdıya teslim edildi.

Uçlardaki derviş gâzilerin her halleriyle yakînen ilgilenen zamanın pâdişahı Kânûnî Sultan Süleymân Hana durum arz edildi.

Mezarından çıkan altınlarla kabri üzerinde bir dergâh ve câmi yapılmasını emretti.

Bu işle Fâtih Sultan Mehmed Han devri âlimlerinden Ali Kuşçu’nun torunu Sofya kâdısı Abdurrahmân bin Abdülazîz Efendi’yi vazîfelendirdi.

Sonunda güzel bir dergâh ile zarîf bir câmi inşâ edildi.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şâfiî âlimlerinden Muhammed Sumâdî




Muhammed Sumâdî Dımeşkî hazretleri, Şam’da yetişen Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerindendir.

1505 (H.911) senesinde doğdu. 1586 (H.984) senesinde, bir cumâ gecesi Şam’da vefât etti.

Tesirli sohbetleri vardır. Buyurdu ki:


“BÜTÜN SERMAYEN, ÖMRÜNDÜR
“Ey insan! Senin bütün sermâyen, dünyâdaki birkaç günlük ömründür.

Bugünler mutlaka gelip geçecek, hattâ birçoğu geçti. O halde hiç olmazsa geride kalanlarının kıymetini bil.”
“Bir din kardeşin seni ziyârete geldiği zaman ona; yemek yer misin? Karnın aç mı? Bir şeyler getireyim mi? diye sorulmaz.

Hemen bir şeyler hazırlanıp getirilir yemezse kaldırılır.”
“Ölüm her an gelebilir. Yarına kadar yaşayabileceğini zanneden bir kimse ölüm için hazırlıklı değildir.

Allahü teâlâya yapılan ibâdetler, ölümü hatırlamaya işârettir. Günah ve kusur olan işler de, ölümü unutmuş olmanın alâmetidir.”
“Dîni ve îmânı hakkında, ‘Sonum ne olur?’ diye söğüt yaprağı gibi titremeyen kimsenin, sonu tehlikelidir.”
“Kişinin Allah’tan korkmak, haramlardan uzak durmak, şüphelilerden sakınmak ve sabırlı olmak gibi güzel huylara sâhib olması, ilmi, Allah rızâsı için öğrendiğinin alâmetidir.”
Necmeddîn-i Gazzî şöyle anlatır:
“Bir zaman şiddetli hasta olmuştum. Bu hastalığım esnâsında, bir gece rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm.

Geniş bir halkanın başında oturmuşlar, Allahü teâlâyı zikrediyorlardı.

Peygamber efendimizin bir tarafında Muhammed Sumâdî, diğer tarafında da Sumâdî’nin oğlu Müslim vardı.

Halkanın diğer kısmında da Sumâdî’nin diğer talebeleri vardı.

Zikir bittikten sonra Sumâdî, Resûlullah efendimize, talebelerinden suâl etti.

Kendisinden sonra yerine kimin geçeceğini anlamak istiyordu. Peygamber efendimiz onun bu suâline;
-Yâ Şeyh Muhammed! Onlar içinde senin yerine geçmeye en lâyık olan oğlun Müslim’dir, buyurdu.


“RÜYANI BANA ULAŞTIR!..”
Ben, bu rüyânın heyecânıyla uyandım. Hastalığım da geçmişti.

Böyle bir rüyâ gördüğümü Sumâdî’ye bildirdim. O da bana haber gönderip;
-Muhterem Necmeddîn Efendi! Rüyân bana ulaştı. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, rüyâ haktır.

Fakat bir de bana anlatmanı istiyorum, dedi.
Kendisiyle görüştüğümüzde, rüyâyı bir de kendim anlattım. Bana dedi ki:
-Vallahi rüyân doğrudur, gerçektir!..
Bu rüyâyı görmemden az bir zaman geçmişti ki, Muhammed Sumâdî vefât etti ve yerine oğlu Müslim geçerek talebelere ders vermeye başladı.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Sonunda kör olarak ölürsün!”




Süfyân bin Abdullah hazretleri on üçüncü asırda Yemen’de yaşamış olan meşhur velîlerdendir.

Çok kerameti görülmüştür. Bazı menkıbeleri şöyle anlatılır:

SULTANIN YAHUDİ MEMURU
Bir defâsında Aden şehrine gitmişti. Oranın Sultanı, memurlarından bir Yahûdî’ye geniş salâhiyet vermişti. Öyle ki Müslümanlar âdetâ bu Yahûdî’nin esiri durumuna düşmüştü. Onlara zulmediyordu. Süfyân bin Abdullah hazretleri, bir fakir kıyâfetinde şehre girdi... O Yahûdî bir kürsü üzerine oturmuş, Müslüman halkı etrafına toplamıştı. Yahûdî’ye yaklaşıp Kelime-i şehâdeti söyleyip îmân etmesini istedi. Bu sözlerini duyan Yahûdî, gurur ve kibir içinde bağırıp çağırmaya başladı. Askerleri toplayıp Süfyân bin Abdullah hazretlerinin üzerine gönderdi. Ancak ona hiçbir şey yapamadılar... Tekrar şehâdet getirmesini söyledi. Fakat yine Müslüman olmadı. Üçüncü defâsında da Kelime-i şehâdeti söylemesini istedi. Direnince, sol eline bir çakı bıçağı alıp Yahûdî’nin boynunu kesti. Bu haber sultana ulaşınca inanamadı. İşin doğru olduğunu anlayınca, “Kâtili yakalayıp bana getirin!” diye emir verdi. Askerler yakalamak için yanına gittiler. Fakat bir türlü yaklaşamadılar. Mânen korunuyordu. Müslümanları büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. Yakalamaya güç yetiremeyince şehri terk etmesini istediler. Ancak o bâzı dostları ile istişâre ederek hapsedilmeye râzı oldu. Hapiste ellerini ve ayaklarını bağlamışlardı. Cumâ günü gelince namaza gitmek istedi. Bağladıkları kelepçeler kerâmetiyle çözüldü. Hapishâneden çıkıp câmiye gitti. Câmide sultanın yanına kadar gidip oturdu. Namazdan sonra câmiden çıkıp hapishâneye döndü. Bir müddet daha hapishânede kaldı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu iyice anlayıp serbest bıraktı...



“TÖVBE EDER MİSİN?”
Bir talebesi yabancı bir kadına yaklaşmak istediğinde ona gözüküp bir tokat vurdu. Talebenin gözleri görmez oldu. Gelip ağlayarak yalvardı. “Tövbe eder misin?” deyince, “evet ederim” dedi. Bunun üzerine gözlerin açılır ama sonunda kör olarak ölürsün dedi. Bu talebesi ölümünden birkaç gün önce yine kör oldu ve o hâl üzere vefât etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Fıkıh ve hadîs âlimi Süfyân bin Uyeyne




Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh) Tebe-i tâbiînin büyüklerden olup fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerdendir.

725 (H.107) senesinde Kûfe’de doğdu. 813 (H.198) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti...

Süfyân bin Uyeyne hazretleri çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:



GIYBET GÜNAHININ BÜYÜKLÜĞÜ!..
“Bir kimse, ölmüş bir kimsenin kendisinde bulunan hakkını, Allahü teâlâdan korkarak götürüp vârislerine verse, helâllık almış olur.

Ama gıybet günâhının durumu böyle değildir.

Bir kimse, bir kimseyi gıybet etse, gıybet edilen kimse vefât etse, gıybet eden kimse, gidip, gıybet ettiği kimsenin vârislerinden helâllık alsa, yine helâl olmaz.

Yeryüzündeki bütün Müslümanlar, o gıybet eden kimseyi affetseler, gıybet edilen kimse, hakkını helâl etmedikçe helâl olmaz.

Müminin ırzı, şerefi, malından daha kıymetlidir.”
“Maddî hayâtın devâmı için, dünyâdaki su ne kadar mühim ise, mânevî hayat için de; Kelime-i tevhîd (La ilahe illallah, Muhammedün resulullah) o kadar, hattâ daha fazla mühimdir.

Bu kelimenin yüksek mânâsını rûhuna sindirebilen kimse diridir.

Bu yüksek mânâyı rûhuna işlemeyen kimse ölüdür.

Allahü teâlânın, kullarına ihsân ettiği nîmetlerin en yükseği bu kelimedir.”



İNSANDAN YAYILAN KOKULAR!..
Hazret-i Süfyân bin Uyeyne’ye; “Bir insan, bir işi yapmaya niyet eder, sonra yapmazsa, o kimse bu ameli işlemediği halde, kirâmen kâtibîn melekleri nasıl yazarlar?” diye sordular.

Şöyle cevap verdi:

“İnsanın iyiliğini ve kötülüğünü yazan melekler, gâibi bilemezler.

Lâkin, insan güzel ve hayırlı bir amel yapmayı kalbinden geçirince, ondan misk gibi güzel kokular yayılır.

Melekler bu kokuyu aldıkları zaman o kimsenin iyilik yapmaya niyet ettiğini anlarlar.

Kötülük yapmaya niyet ederse o zaman da rahatsız edici pis bir koku çıkar.

Bu kötü kokudan melekler, o kimsenin kötülük yapmaya niyet ettiğini anlarlar.

Güzel amel yapmaya niyet edince, kul yapamasa da melekler yazarlar.

Kötülüğe niyet edince ise, o kötülüğü yapmadıkça yazmazlar. Bu, Allahü teâlânın ihsânlarındandır.”
Vefat ederken buyurdu ki:
“Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever.

Allahü teâlânın sevdiklerini seven, Allahü teâlânın rızâsı için sever...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebû Abdurrahmân es-Sülemî




Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, Horasan’ın büyük velîlerindendir.

Şâfiî mezhebi fıkıh, tefsîr, hadîs, lügat, târih âlimiydi. 942 (H.330) senesinde doğdu. 1021 (H.412) senesinde vefât etti.



ZAMANININ BİR TANESİ İDİ...
Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, zamânında bulunan evliyânın imâmı idi.

Bütün ilimlerde âlim, hadîs ilminde hâfız olup, tasavvufun inceliklerine hakkıyla vâkıftı.

Bu yolun büyüklerinin hâllerini, yollarını, târihlerini anlatan çok kıymetli eserler tasnif etti. İlim öğrenmek için çok sıkıntılara katlandı.
Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin bildirdiğine göre, Ebû Ali Şebevî, Resûlullahı rüyâsında görüp;

“Yâ Resûlallah! (Benim saçlarımı Hûd sûresi ağarttı) sözünün sizden rivâyet edildiği doğru mudur?

Bu doğru ise, buna sebeb olan, bu sûrenin hangi kısmıdır? Peygamberlerin kıssaları mı? Yoksa geçmiş milletlerin mahvolmaları mı?” diye sordu. Resûlullah efendimiz cevâbında;

“Bunların hiç biri değil. Sâdece, Allahü teâlânın (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!) emri beni ihtiyarlattı, saçlarımı ağarttı” buyurdu.
Ebû Abdurrahmân es-Sülemî buyurdu ki:
“Biz öyle büyük zâtlara yetiştik ki, onlar Kur’ân-ı kerîmde bulunan âyet-i kerîmeleri onar onar öğrenirlerdi.

Öğrendikleri on âyetteki hükümleri, kendi yaşayışlarında tatbik etmedikçe, diğer on âyete geçmezlerdi.”
“Hakîkî bir Müslüman, kötü arkadaşlardan sakınır. Âlimlerin sohbetlerini kaçırmaz.

Kendisinden daha fakir olanlarla oturup kalkar ve bunu kendisi için bir aşağılık olarak düşünmez.

Allahü teâlâdan korkar, ümîdini kesmez ve kadere rızâ gösterir. Verdiği sözü yerine getirir.

Yaptığı iyiliği başa kakmaz. Fitne çıkarmaktan şiddetle kaçar.

Kulağını kötü söz işitmekten, dilini de kötü söz söylemekten korur.

Yâni bunlara riâyet edilmeyen yerlerde bulunmaz.

Malı ve mevkii ile Müslümanlara elinden gelen her iyiliği yapar.

Peygamber efendimiz; (Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece, herkes uyurken namaz kılınız! Bunları yaparak, selâmetle Cennet’e giriniz!) buyurdular.”



DOĞRULUK VE EDEB
Bu mübarek zat vefat ederken buyurdu ki:
“Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen bir talebeye şu iki şey mutlaka lâzımdır:

Her hâlinde doğruluk ve bütün işlerinde edeb üzere bulunmak...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Gariplerin sığınağı Şeyh Abdüsselâm




Şeyh Abdüsselâm hazretleri ihtiyaç sâhiplerinin sığınağı idi. Kapısına gelen muhtaçların işleri görülür, hastalar şifâ, dertliler derman bulurdu...

Şeyh Abdüsselâm Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Hayâ ve ilim menbaı olan hazret-i Osman’ın temiz neslindendir. On altıncı asrın ilk senelerinde doğdu. 1623 (H.1033) senesinde yüz yirmi beş yaşını geçmiş olarak vefât etti. Hânekâhının bahçesinde medfûndur. Vefâtına yakın dişleri yeniden çıkmış, beyaz olan saçı-sakalı siyahlaşmış, birkaç sene sonra tekrar beyazlamıştı...



CÖMERT BİR ZAT İDİ...
Şeyh Abdüsselâm, zamânındaki evliyânın yükseklerindendi. Hânekâhı dert ve ihtiyaç sâhiplerinin sığınağı idi. Kapısına gelen muhtaçların işleri görülür, hastalar şifâ, dertliler derman bulurdu. Ahlâk-ı Muhammedî ile ahlâklanmış, ilim, hilm ve hayâ gibi üstün sıfatlarda hazret-i Osman’a benzemişti. Cömertlikte engin bir deniz gibiydi.
Bu mübarek zat, sohbetlerinde buyurdu ki:
“İnsanın sâlih olan çoluk çocuğuna, dünyâ sıkıntılarından korunacak kadar mal bırakması, diğer şeylerden daha fazîletlidir.”
“İlmin süsü, ilim sâhibinin hilmidir (yumuşaklığıdır).”
“Cehennemlik olmanın alâmeti; Allahü teâlânın rızâsı için bir fakire bir parça ekmek vermemek. Fakat nefsin isteklerini tatmin etmek için, bir ziyâfette yüz altın harcamaktır. Cennetlik olmanın alâmeti ise bunun tam tersidir.”



“EY KAFASIZ ADAM!..”
Talebelerinden biri, bir iş için uzak bir yere gitmişti ve oradan dönüyordu. Dönerken, vakti geçtiği hâlde hocasına câzip bir hediye olsun diye kavun satın alıp getirmişti. O talebe, hocasının huzûruna girdi ve getirdiği kavunu hocasına arz etti. O da kavunu, bozuk itikadlı kimseye verdi. Bir müddet sohbetten sonra gitmek için izin istediler. O da izin verince ayrıldılar. Dışarı çıktıktan sonra herkes o büyük zâttan hürmet ve medh ile bahsederken, o edebi kıt kimse yine alaylı alaylı konuşmaya başladı. Arkadaşları onu ayıpladılar ve; “Ey kafasız adam! İstigfâr et. Hâline tövbe et. Yoksa rezil ve helâk olursun. Böyle bir kâmil zât için uygun olmayan sözler söyleme...” dediler. O bedbaht, kimseyi dinlemedi ve bozuk sözler sarf etmekte ısrâr etti. Nihâyet bu hâdiseden beş-on gün sonra hastalandı. Gün be gün hastalığı arttı. Hiçbir ilâç fayda vermedi. Sonunda herkese ibret olacak bir şekilde öldü...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Fıkıh âlimi Şâkir Hamevî




Evliyânın büyüklerinden olan Ahmed Şâkir Hamevî, Hanefî mezhebi fıkıh âlimidir. Aslen, Suriye’nin Hama şehrindendir. 1709 (H.1121) senesinde doğdu. Şam’da yerleşti ve çok talebe yetiştirdi. Kıymetli sözleri vardır. Oğluna yaptığı nasîhatte şöyle buyuruyor:



“İNSANLARA FAYDALI OL!..”
“Ey oğul! Devamlı cömert ol. Allahü teâlânın sana rızık olarak verdiği şeylerde cömert ol. Cimrilikten, hasedden, kin ve hîleden sakın. Çünkü, cimri ve hasedci kimsenin yeri Cehennem’dir. Hiçbir zaman hâlini insanlara açma. Zâhirini süsleme. Çünkü zâhirini süslemek, bâtının harâb olmasındandır. Rızık konusunda Allahü teâlânın vaatlerine güven. Çünkü Allahü teâlâ, her canlının rızkını vereceğine dâir kefil oldu... İnsanlardan hiçbir şey bekleme. Hakkı söyle. Mahlûkâttan hiçbirisine meyletme. Mâlâyânîyi (faydası olmayan şeyleri) terk et...
Ey oğul! İnsanlara nasîhat edici ve faydalı ol. Yemeyi, içmeyi, konuşmayı ve uykuyu azalt. Namaz, oruç ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûl ol. Kalbin mahzûn, gözün yaşlar dökücü, amelin hâlis, duân hamd, arkadaşların fakîr, evin mescid, malın ilim, zînetin zühd olsun...
Ey oğul! Bu fânî dünyânın zînetine aldanıp gurûrlanma. Bir kimse dünyâya meylederse helâk olur. Âhiret yolculuğuna hazır ol. Fırsat elinde iken, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın fayda vermez...”
Ahmed Şâkir hazretleri 1779 (H.1193) senesinde Şam’da vefât etti. Selîmiye Câmiinde cenâze namazı kılınıp, Kasyûn Tepesindeki kabristana defnedildi. Vefatından önce şöyle dua etti:



“GİDECEK BAŞKA KAPIM YOK!”
“İlâhî! Günahım çok. Senin kapından başka gidecek kapım yok. İlâhî! Ben günahkâr kulunum, ne ilmim var, ne amelim. Senden başka yardımcım yok. İlâhî! Hatâlarımı azaltmam için bana yardım eyle. İlâhî! Ben hatâ ve kusurlarımdan dolayı senden çok hayâ ediyorum. İlâhî! Günahlarım yedi deryâ gibi pekçoktur. Fakat senin affın yanında onlar azıcık bir damla gibi kalır. İlâhî! Eğer senin affının genişliğine ve kerîm olduğuna dâir ümîdim olmasaydı, benden meydana gelen hiçbir hatâya sabır ve tahammül edemezdim. İlâhî, Habîbin Muhammed aleyhisselâmın hürmeti için, beni azâbından kurtar! Çünkü ben senin azâbından çok korkuyorum. Lütfunla ve güzel affın ile bana muâmele eyle. Son nefeste bana lütuf ve ihsân eyle...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Bir gönül sultanı Sarı Abdullah Efendi




Büyük velî ve âlim Sarı Abdullah Efendi, 1584 (H.992) senesinde dünyâya geldi.

“Abdî” mahlası ve “Sarı” lakabıyla meşhûr oldu. 1660 (H.1071) senesinde İstanbul’da vefât edip, Topkapı’dan Maltepe’ye giden yolun kenarında, set üstüne defnedildi.



“İNSANLAR ÜÇ ÇEŞİTTİR!..”
Sarı Abdullah Efendi buyurdu ki:
“Umûmiyetle insanlar üç çeşittir: Hayvanlara benzeyenler, meleklere benzeyenler, peygamberlere benzeyenler.

İnsanlardan bâzıları dünyâya düşkün olurlar, âhireti hiç düşünmezler. Bunların kalbleri katılaşmış, kabuk bağlamıştır.

Dünyâ malına âşık olmuşlar, âhireti düşünme hâssasını kaybetmişlerdir. Sanki kalbleri mühürlenmiştir.

Bir kısım insanlar da kâfi miktârda dünyâ ile meşgûldürler. Bunlar Cennet’e gidecek Müslümanlardır.

Bâzıları da mukarrebûn olup Allahü teâlâya yakın olurlar. Bunlar Hak ve hakîkat yolunun yolcularıdırlar.

Bunlar, Allahü teâlânın rızâsını esas alıp dünyevî keyif, zevk ve lezzetlere yaklaşmayan îmân ve vicdân sâhipleridirler.

Bunlar ilâhî tecellilere, ilâhî sırlara şâhid olurlar, onları müşâhede ederler.

Bunlar öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ yanında dereceleri çok yüksektir.

Dünyâ ile alâkalarını kesmişler, yalnız âhiret ile ilgilenir olmuşlardır.

Allahü teâlânın emri ve rızâsı dâhilinde, insanları irşâd edip doğru yola dâvet ederler.

Allahü teâlânın varlığına ve birliğine kendileri kalbden inandıkları gibi, diğer insanları da inandırmaya çalışırlar ve bu işlerinde muvaffak olurlar.”

“Yükü hafifler kurtulur. Yükü ağır olanlar helâk olur.

Allahü teâlâ, dünyâyı kendilerine verilmiş bir emânet bilip, o emâneti sâhibine teslim ederek yüklerini hafifletmiş olanları mağfiret eder, kurtuluşa erdirir.”
“Baban ile annen için hazırladığın nîmetten bile mesûl olursun. Ama misâfirler için tedârik ettiğin nîmetten mesûl olmazsın.

Hele o misâfirler Allahü teâlânın dostlarından ise, kazancın daha da çok olur.”



“NE ŞÜKREDEBİLDİM NE SABIR!..”
Bu mübarek zat, vefat etmeden önce buyurdu ki:
“Ey benim Allah’ım! Nîmetine mazhar oldum, şükredemedim. Belâlara mübtelâ kıldın, sabredemedim.

Şükretmediğim için nîmetini keseceğin yerde eksiltmedin. Sabırsızlığımı cezâlandırmak için bana belâ vermedin.

Yâ Rab! Bu sana mahsus kerem ve inâyetten başka bir şey değildir.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Şeyh Saltuk Türkî




Saltuk Türkî, büyük velîlerdendir. Zamânının büyüklerinden Mahmûd Rıfâî’den ilim öğrenip feyz aldı. İlimde yüksek mertebeler, tasavvufta üstün dereceler sâhibi oldu. Pekçok talebe yetiştirip, Allahü teâlânın dîninin yayılmasına faydalı hizmetlerde bulundu. Türkistan’da, Sabiha denilen yerde, 1297 (H.697) yılında vefât etti...



CEPHEYE GİTMEDEN HARB ETTİ!..
Saltuk Türkî’nin kerâmetleri pek meşhûr oldu. Bunlardan bâzıları Tuhfet-ül-Ervâh adlı eserde anlatılmaktadır...
Aralarında Seyyid Behram Şâh Haydârî’nin de bulunduğu îtimâd edilir bir topluluk şöyle anlattılar:
“SaltukTürkî’nin bulunduğu şehirden mevcudu binden az bir grup, düşmanla muhârebe etmek üzere yola çıkmışlardı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Saltuk Türkî, bulunduğu yerde ayağa kalkıp, muhârebe eder gibi hareketlerde bulundu. Vücûdundan kanlar aktı. Yanında bulunanlar kanları sildiler. Üç saat böyle devâm etti. Sonra oturup, sükûn buldu. Yanındakiler, bunun sebebini sordular:
-Birkaç gün önce buradan ayrılanların karşısına, büyük bir düşman kuvveti çıktı. Sayıları üç bine yaklaşıyordu. Müslümanların zayıf olduğunu anlayınca, Allahü teâlânın izni ile onlara katıldım. Düşmana karşı ben de harb ettim. Müslümanlardan üç kişi şehîd oldu. Onlardan ilk grup, yedi gün sonra buraya gelecekler, dedi.
Bunun üzerine yanında bulunanlar, o günün târihini attılar. Yedi gün sonra, ilk grup gelmeye başladı. Gelenler, evlerine gitmeden önce Saltuk Türkî’nin zâviyesine geldiler ve önünde boyunlarını büktüler;
-Uzun zamandan beri senin büyüklüğünü, senin kıymetini bilemedik. Ey Allah’ın velîsi! Biz bin kişiden azdık. Üç bin civârında kâfir karşımıza çıktı. Tam, mağlûb olup helâk olacağımız sırada sen yetiştin. Bizim ile berâber harb ettin. Biz seni görüyorduk. Onları, Allahü teâlânın izni ile üzerimizden def ettin. Sağ-sâlim onlardan kurtulduk, dediler...



“SEN BİZİMLE ALAY ETTİN!..”
SaltukTürkî, seccâdesi üzerinde otururken yanına bir şahıs geldi. O şahsa; “Hatırlıyor musun? Sen bana ekmek diyerek necis bir şey yedirmek istemiştin?” deyince, o şahıs; “Evet öyle oldu” dedi. Şeyh Saltuk Türkî; “Sen, Allahü teâlânın velîsi ile istihzâ ve alay eden birisin” dedi. Saltuk Türkî sözünü tamamlar tamamlamaz, o şahsın karnı çok fenâ bir şekilde şişti ve oracıkta öldü...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Sâlih bin Beşîr el-Mürrî




Sâlih bin Beşîr el-Mürrî, Tâbiîn devrinde Basra’da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velîlerdendir.

Basra’da doğdu. Orada ilim öğrendi. Hadîs, fıkıh ve kırâat ilimlerinde yüksek bir âlim oldu.

Halîfe Mehdî onu Bağdat’a götürdü. 792 (H.176) târihinde Bağdat’ta vefât etti...

“LEZZETİ ÜÇ ŞEYDE ARAMALI”
Sâlih bin Beşîr, hadîs ilminde büyük bir âlimdi. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i Ebû Dâvûdda yer almaktadır.

Hikmet dolu sözleri vardır. Buyurdu ki:
“Dünyâda lezzeti üç şeyde aramalıdır. Aradığını bulursan, sevinip keyfine bak! Şâyet bulamazsan, bu kapının sana kapalı olduğunu bil!

Bunlar: 1- Namaz kılmak, 2- Kur’ân-ı kerîm okumak, 3- Allahü teâlâyı çok zikretmek, hatırlamaktır.”
“Allahü teâlânın sana istediğin şekilde lütuf ve ihsânda bulunmasını istiyorsan, kullarına O’nun istediği gibi davranman lâzımdır.”
“Dünyâdan sonraki yolculuk çok uzundur. O uzun sefer için, yol azığı hazırlayınız ve biliniz ki, azıkların en hayırlısı, takvâdır.

Yâni Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan sakınmaktır.”
“Dünyânın fânî, geçici ve sıkıntılarla dolu olduğunu bilen bir kimse, dünyâya sarılmakla nasıl mutlu olabilir?”

Ve sonra ağlayarak ilâve etti: “Dünyâ, bizden evvelkilerin artığı, geçmişlerin terk edip boşadığıdır.

Buradan, ayrılık zamanı gelmeden önce ayrılın ve ölüm, baş ucunuzda imiş gibi hareket edin!”
“İnsanlara şaşıyorum! Onlar ki, azık tedarik etmek ve âhiret yolculuğuna hazırlanmakla emrolunmalarına rağmen, birbirlerini engelleyip oyalanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.”



KUR’ÂN-I KERÎMİ ÇOK OKURDU
Sâlih el-Mürrî, çok ibâdet eden sâlih bir zât idi. Herkese nasîhat eder, ibretli kıssaları ile insanlara emr-i mârûf yapardı.

Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okurdu ve çok ağlardı.

Sâlih-i Mürrî’nin Kur’ân-ı kerîm okuyuşu, çok hüzünlü ve çok güzel olup, dinleyenlere tesir ederdi.

Onun zamânında Bağdat’ta, ondan daha güzel okuyan kimse yoktu. Kur’ân-ı kerîm okurken, bayılıp yere düşerdi. Şöyle anlatılır:
Ahzâb sûresinin:

“O gün, yüzleri Cehennem ateşine döndürülünce, ‘Eyvah bize! Keşke, biz Allaha itâat etseydik, Peygambere itâat etseydik’ diyeceklerdir” meâlindeki 66’ncı âyet-i kerîmesini okuyunca bayılıp düştükten sonra vefât etmiştir.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Hindistanlı velî Hamza Dehrsevî




Hamza Dehrsevî hazretleri, Hindistan’da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden ve Şeyhül-islâm Hâce Behâüddîn Zekeriyyâ’nın soyundandır. 957 (m. 1550) senesinde vefat etti.



MAKAM-MEVKİ İSTEMEDİ!..


Rivâyet edilir ki, Hamza Dehrsevî, aslen Hindistan’da bulunan Nevher beldesinden olup, ilk zamanlarında vâlilerden birinin hizmetinde bulunuyordu. Yüksek derecede bir mevkiye sahipti. Bunun için, gece, evinin etrâfında bekçi ve nöbetçiler bulunurdu. Bir gece geç vakitte uyanıp dışarı baktığında, bekçiyi evin etrâfında dolanıyor gördü. O ânda kalbinde bir değişiklik hissetti. Kendisinin buna lâyık olmadığını düşündü. Kendi kendine; “Ben, benim kendisine hizmet etmeye çalıştığım zâta değil, benim ve benim hizmet ettiğim zâtın hakîki koruyucusu ve her ni’metin sâhibi olan zâta, ya’nî Allahü teâlâya yönelir, O’nun dînine hizmet ederim. Kullarla benim ne işim var?” dedi. Bundan sonra evinden çıkıp, yollara düştü...
Bu düşünceler ile Ecmîr’e gelip, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Şeyh Ahmed Mecd’in ve başka büyük zâtların sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda yetişip kemâle geldikten sonra, memleketine dönüp, bundan sonra da Nârnûl’dan altı kilometre mesafede bulunan Dehrsev beldesine yerleşti. Kendi asıl beldesine değil de Dehrsev’e yerleşmesinin sebebi, Dehrsev’de bazı kimselerin büyüklere karşı uygunsuz düşünceler içinde bulunmaları idi. Onların ıslâhına vesile olmak niyetiyle oraya yerleşti. Niyeti hâlis olduğundan, maksadı hâsıl olup, onun vesilesiyle o kimselerin hepsi düzelerek sâlih insanlar oldular...



“DÜNYA ATEŞ GİBİDİR!..”


Hamza Dehrsevî hazretleri de diğer büyük zâtlar gibi, dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlar ile birlikte bulunmaktan son derece sakınırdı. Dünyâya düşkün olanların bu hâllerine acıyarak ve çok üzülerek buyurdu ki: “Dünyâ, ateş gibidir. Ondan, bir şey pişirip yiyecek kadar ve üşüyünce ısınacak kadar olan miktarı yeterlidir. Herkes bilir ki, ateşten bu kadar istifâde edilir, yine herkes bilir ki, ateşin bundan fazla olan miktarı yakar ve helâk eder.”
Hamza Dehrsevî hazretleri, bir akşam namazını kılarken rûhunu teslim etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Âmâ kadının vebalı oğlu!




Enes bin mâlik (radıyallahü anh) Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. En çok hadis-i şerif rivayet eden odur. İşte o hadis-i şeriflerden bazıları:



“ALLAHIM! BİZE İYİLİK VER!”
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) çoğu zaman şöyle dua ederdi:

“Allâhümme rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ hasene ve fi’l-âhireti hasene ve kınâ azâbe’n-nâr:

Allahım! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azâbından koru!”
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Zulüm de etse, zulme de uğrasa kardeşinize yardım ediniz.”
“Yâ Resûlallah! Zulme uğradığında yardım edelim, fakat zulmederken nasıl yardım edeceğiz?” dedim.

Zulmüne engel olarak. Bu senin ona yardımındır” buyurdu.
Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu:

“Allahü teâlâ, yemek yedikten veya bir şey içtikten sonra kendisine hamdeden kuldan hoşnut olur.”


***


Enes bin Mâlik anlatıyor:
“Gözleri görmeyen yaşlı bir hanımın Saib adında bir genç oğlu vardı.

Daha hayatının baharında olan bu delikanlı Medine vebasına yakalanmıştı.

Uzun zaman hasta yattı. Bir gün delikanlının ziyaretine gittik.

Fakat maalesef biz orada iken delikanlı ruhunu teslim etti.

Biz de gözlerini kapadık ve üzerine elbisesini örttük. İçimizden biri annesine;
- Onun için Allahü tealaya dua et, dedi. Annesi;
- Ama o öldü, dedi. Biz;
- Olsun sen yine de dua et, dedik. Bunun üzerine kadın çocuğun ayak ucuna oturdu, ayaklarını tuttu ve;
- Allahım, ben isteyerek sana iman ettim. Senden korktuğum için, putları bıraktım. Arzumla sırf senin için hicret ettim.

Allahım, puta tapanları bana güldürme, gücümün yetmeyeceği bu yükü bana yükleme, diye dua etti.
Allah’a yemin ederim ki, kadın sözünü bitirir bitirmez, çocuk ayaklarını kımıldatmaya başladı. Sonra da yüzünden örtüyü attı.

Bu genç, Resulullah Efendimiz ve annesi vefat edinceye kadar yaşadı.”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt