Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (3 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Hüsrev Beyin üç şehit oğlu


Kanije, Macaristan ve Avusturya sınırlarında küçük bir kaledir. lll. Mehmed Han zamanında ve 1600 tarihinde Avusturya’dan alınmıştı.
Fakat ertesi yıl, 1601’de Avusturya Arşidük’ü Ferdinand büyük bir kuvvetle bu kaleyi kuşatmıştı...
Kanije’yi savunan askerlerimiz çok zor durumda kalmışlardı. Kaleyi kuşatan yüz bin kişilik düşman kuvveti yüklendikçe yükleniyordu.
Üstelik Kanije önündeki nehri de doldurmaya başlamışlardı. Bunu yaptıkları takdirde kaleyi korumak çok güçleşecekti.
Düşmanlar sonunda nehri doldurmayı başardılar.
Kanije önündeki nehri, nisbeten geçit verdiği yerde sazlarla doldurup, üzerine çitten siperler yerleştirdiler.
Bunun yanı sıra bir de tahtadan muntazam bir köprü yaptılar ve bunu kalenin hendeğine bağladılar. Artık hendeği rahatlıkla aşabileceklerdi...


“SİZ MÜSTERİH OLUN PAŞAM”
Tiryaki Hasan Paşa gözü pek subayı Kara Peçe’yi çağırarak fikrini sordu. Ne yapacaklardı? Kara Peçe şöyle dedi:
“Paşa Hazretleri, siz müsterih olun. Biz düşmanın demirinden korkmadık da tahtasından mı korkacağız?
Siz bizi duadan unutmayınız. Ben şimdi gider, o köprüyü yıkar gelirim.”
Böyle diyen Kara Peçe, Hasan Paşayla helalleşti. Tam kale bedeninden inmek üzereydi ki, kendisine doğru gelen üç çocuk gördü.
Bu çocuklar Alaybeyi olan Hüsrev Beyin oğulları idiler. “Biz de geleceğiz. Köprüyü birlikte yıkalım” diyorlardı.
Kara Peçe ne dediyse çocukları geri döndüremedi. Sonunda razı oldu. Böylece hep birlikte sessizce kale bedeninden aşağıya kaydılar.
Kara Peçe ve çocuklar, tam köprünün üzerinde iken düşman tarafından fark edildiler. Çocuklar Kara Peçe’ye, “Siz kaçın! Biz köprüyü yakarız!” dediler.
Kara Peçe razı olmadı. “Vakit kalmadı, haydin, hep birlikte hendeğe atlayacağız.
Oradan da bizi kaleye çekerler!” dedi ve “Atlayın!” emrini verdikten sonra suya daldı.
Fakat çocuklar atlamamıştı. Üçü baş başa vererek köprüyü tutuşturdular. Alevler bir anda her tarafı sardı ve üçü de oracıkta şehit oldu...


HAZİNE OSMANLININ ELİNE GEÇTİ
Neticede, Tiryaki Hasan Paşa, üç bin kişilik kuvvetiyle kaleden çıktı ve müthiş bir saldırı yaparak Avusturya ordusunu bozguna uğrattı.
Düşmanın bütün ağırlıkları ve hazineleri Osmanlıların eline geçti.
Bu durumu öğrenen III. Mehmed Han, Tiryaki Hasan Paşaya vezirlik verdi...
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
emeğine sağlık kardeşim çok güzel bilgiler paylaşıyorsun bizimle tarihi hatırlatıyorsun..
selam ve dua ile:a03:
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Şems-ül-evliyâ” Şemseddîn Pâni-pütî


Şemseddîn Pâni-pütî, Hindistan’ın büyük velîlerindendir. Türkistan’ın Verşâne vilâyetindendir.
1336 (H.736) senesinde Hindistan’daki Pâni-püt şehrinde vefât etti. Seyyid olup hazret-i Hüseyin’in neslindendir...


“BENİM MÂNEVÎ OĞLUMSUN!”

Şemseddîn Pâni-pütî, irşâd edici, yol gösterici bir mürşid-i kâmil aramak üzere, bulunduğu Verşâne şehrinden çıkıp, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmaya başladı.
Hindistan’daki Mültan şehri civârına geldiğinde, Hâce Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri ile karşılaştı.
O büyük zâtın sohbetlerinde bulunup, icâzet aldı.
Bundan sonra, Genc-i Şeker hazretlerinin izni, işâreti ve emri ile, Kalyar şehri tarafına gitti.
Orada, Hâce Alâüddîn Ali Ahmed Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuştu.
Hazret-i Hâce onu görünce çok sevinip;
“Şemseddîn! Sen benim mânevî oğlumsun. Bizim bu yolumuzun, silsilemizin senden devâm etmesini ve uzun zaman ayakta kalmasını Allahü teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti” buyurup, onu talebeliğe kabûl etti ve “Şems-ül-evliyâ” ismini verdi.
Alâüddîn Sâbir, çok sevdiği bu talebesini, insanları irşâd etmesi vazifesiyle Pâni-püt şehrine gönderdi.
Hocasından aldığı vilâyet nûru ile o tarafları aydınlatan Şems-ül-evliyâ, binlerce kişiyi evliyâlık mertebelerine kavuşturdu...
Rivâyet edilir ki, her kimin mühim bir işi, derdi, sıkıntısı, müşkili bulunduğunda, abdest alıp, Hâce Şemseddîn’in mübârek ismini yüz bin defâ okusa, bunu yapmak zor geliyorsa, bir miktar kimse toplanıp, bölüşerek okusalar ve yüz bine tamamlasalar, Allahü teâlâ, Şemseddîn Pâni-pütî’nin mübârek ismi hürmetine, o kimsenin sıkıntısını, ihtiyâcını giderir.
Şu kadar var ki, bunu yapanların Ehl-i sünnet îtikâdında olup, haramlardan sakınmaları ve bunu abdestli olarak, sıdk ve ihlâs ile okumaları şarttır.


“YAKINDA NAMAZIMI KILARSINIZ!”

Hâce Şemseddîn Pâni-pütî vefat edeceği zaman buyurdu ki:
“Hocam Alâüddîn Sâbir hazretleri senelerce önce bana; “Şems-ül-evliyâ (Evliyânın güneşi)” lakabını vermişti.
Buradaki harflerin sayılarının toplamı, Ebced hesâbına göre 736 etmekte, bu ise, o benim vefât edeceğim seneye karşılık gelmektedir.
Yakında benim namazımı kılarsınız!..”
Nitekim buyurduğu gibi oldu ve bunları söyledikten kısa bir zaman sonra vefat etti.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Tefsîr ve fıkıh âlimi Şeyh Ahmed Efendi


Şeyh Ahmed Efendi, Osmanlılar zamânında Anadolu’da yetişen evliyâdandır. Evliyânın büyüklerinden Emir Sultan hazretlerinin yoluna mensûbdur.
Babası Abdurrahmân Efendi isminde bir zâttır. 1529 (H.935) senesinde Bursa’da vefât etti. Kabri, Bursa’da Emir Sultan Câmii bahçesinin sağ tarafındadır...


“O KİMSEDEN GÂFİL OLMA!..”
Ahmed Efendi, zâhirî ilimlerde, bilhassa tefsîr ve fıkıh ilimlerinde pek derin âlim ve yüksek bir velî oldu.
Rumeli Yenişehiri’nde bulunup insanlara vaaz ve nasîhat etti. Hicaz’a giderek hac vazîfesini yerine getirdi.
Sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîflerini ziyâret etti. Babasıyla birlikte hacca giderken babası ona;
“İnşâallah Makâm-ı İbrâhim’de ikâmet okununca, gaybdan bir kimse zuhûr edip imâmlık etse gerektir. O kimseyi şüphesiz kutb-ı zaman bil. Ondan gâfil olma”
diye nasîhat etti. Nihâyet Makâm-ı İbrâhim’e varıp namaz vakti olunca, ikâmet okunduğunda âniden bir kimse zuhûr edip imâm oldu ve namaz kıldırdı.
Namaz bittikten sonra Şeyh Ahmed Efendi imâmlık yapan zâtın yanına yaklaşıp müsâfeha etti ve; “Beni sâlih duânızdan unutmayın” dedi.
O zât Şeyh Ahmed Efendiye duâ etti. Ahmed Efendi; “Elhamdülillah kutb-ı zaman ile müşerref olduk” diye sevincini zaman zaman beyân ederdi...
Hacdan döndükten sonra Emîr Sultan hazretlerinin dergâhında talebe yetiştirdi.
Yıllarca insanlara İslâmiyeti anlatan Şeyh Ahmed Efendi, vefât etmeden önce talebelerinden İbrâhim Efendiyi yanına çağırdı ve;

“Evladım, artık ahirete sefer vakti geldi. Seni kendi yerime halîfe bıraktım. Talebeleri iyi yetiştiresin ve onları her an kollayasın” dedi ve buna benzer nasihatlerde bulundu. Sonra vefât etti...


BEDENEN PEK ZAYIFTI!..

Şeyh Ahmed Efendi; uzun boylu, beyaz benizli, zayıf bedenliydi.
Dünyâya ve dünyâ malına önem vermez, çok ibâdet eder, nefsinin istemediklerini yaparak, istediklerinden sakınarak riyâzet ve mücâhede yapardı.
Çok zayıf olduğundan beline üç kuşak kuşanırdı. Emîr Sultan hazretlerinin bildirdiği yol üzerine hareket ederdi. Çok Kur’ân-ı kerîm okurdu.
Geceleri çok az uyur, günlerinin çoğunu oruçlu olarak geçirirdi.
Sözleri pek tesirli olup, vaaz vermek üzere kürsüye çıktığında cemâatten pekçok kimse ağlardı.
Güzel halleri ve kerâmetleri gerek sağlığında, gerekse vefâtından sonra devamlı anlatılırdı...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Şeyhlerin Şeyhi” Abdullah ibni Hafif


Ebu Abdullah Muhammed bin Hafif hazretleri 889 (H.276) senesinde Şîrâz’da doğdu. 981 (H.371)’de aynı yerde vefât etti. Babası sultan idi.
Çağındaki “Şeyhlerin Şeyhi” olup âlemde bir tane idi. O asırda tasavvuf yolunu tutanlar hep ona başvururlardı.
Büyük bir ifade gücüne sahipti. En derin hakikatlere dair kırk günde bir eser telif ederdi...


BİR REKATTE ON BİN İHLAS!..
Bu mübarek zatın, zahiri ilimler üzerine birçok nefis eseri vardı, hepsi de meşhur ve makbuldü.
Yapmış olduğu mücahedeler, beşer takatine sığmayacak derecede idi.
Hakikatler ve sırlar hakkında sahip olduğu (tesirli ve nafiz) nazar, çağından olan hiçbir kimsede mevcud değildi.
Ondan sonra Faris’te sıhhatli bir şekilde ona mensub olan bir halef kalmamıştı...
İbni Hafif hazretleri, bir rekat namazda on bin ihlas okur ve birçok defa sabahtan akşama kadar bin rekat namaz kılardı.
Yirmi sene âbâ giyinmişti. Her sene kırk çile çıkarırdı. Vefat ettiği sene kırk defa çileye girmiş ve bunların sonuncusunda vefat etmişti.
Âbâsını sırtından çıkarmamıştı.
Onun gıdası iftar vakti, sadece yedi üzüm tanesinden ibaretti. Bedenen, ruhen hafif ve hassastı. Ona, bunun için “ibni Hafif” demişlerdi...
Bir gece hizmetçisi ona sekiz tane kuru üzüm vermiş, o da farkına varmadan bunların hepsini yemişti.
Her zamanki gibi taatinden (ruhani bir) zevk alamayınca hizmetçisini çağırıp ondan durumu soruşturdu. Hizmetçi:
-Bu akşam sekiz kuru üzüm getirmiştim, deyince, ona;
-Artık sen bundan sonra benim dostum değilsin. Eğer dostum olsaydın sekiz tane değil, yedi kuru üzüm getirirdin, dedi.
Bundan sonra şeyh ona hizmetten el çektirdi ve bu iş için başka bir hizmetçi tayin etti.


“DUR, EY GAFİL!..”
Ebu Abdullah Muhammed bin Hafif, vefatına yakın hizmetçisine şöyle vasiyet eder:
“-Ben yaşarken asi bir kul idim. O nedenle vefat edince boynuma bir zincir vur, ayağımı da zincirle bağla ve beni o şekilde kıbleye çevir.
Belki bu halimle Rabbimin Rahmetine kabul edilirim!..”
Bunları söyledikten sonra ruhunu teslim etti. Vefatından sonra hizmetçi vasiyeti yerine getirmeye teşebbüs eder.
Fakat gizliden gelen bir ses, daha ilk saniyelerde hizmetçiyi durdurur.
“Dur, ey gafil! Bizim üstün kıldığımızı sen aşağılamaya mı kalkıyorsun! Sakın böyle bir şey yapma!”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Nakîbü’l-eşrâf” Mehmed Efendi


Şerîfzâde Mehmed Efendi, 1553 (H.960) yılında Eğirdir’de doğdu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.
Sultan Dördüncü Murâd Hanın tahta çıktığı sene (1623) Anadolu kâdıaskeri oldu.
Murâd Han ertesi yıl onu, seyyidlerin ve şerîflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleri ile ilgilenen “Nakîbü’l-eşrâf”lık müessesesinin başına getirdi.
1625 yılında ise askerî en büyük kâdılık makâmı olan Rumeli Kâdıaskerliğine getirildi.
Fakat çok geçmeden bu görevinden ayrılarak kendini tamâmen ibâdete verdi. 1630 (H.1040) senesinde de rahmet-i rahmâna kavuştu.
Kabri İstanbul’da Eyüp Sultan Türbesi civârındadır...


4. MURAD HAN’A YAZILAN MEKTUP
Şerîfzâde hazretleri vefatından evvel, bir sefere çıkacak olan Sultan 4. Murad’a bir mektup yazar. Özetle şöyle der:
“İleriyi gören, hakkı bâtıldan ayıran akıl sâhipleri ister sultan, ister hâkan, ister derviş, ister vezir, ister zengin isterse fakir olsun, kerâmetleri anlatılan evliyâ hakkında temiz niyet ve doğru îtikâd sâhibi olmalı...
Zamânımızdaki kutupların, velîlerin de hazır bulunduğu gazâlara, vefât etmiş bulunan ricâl-i gayb, evliyâullah da katılarak yardımcı olur.
Bu îtibarla devlet adamları, pâdişâhlar bu nîmetin kadrini bilip adâlete meylederek, zulüm ve haksızlıkların def’ine ve zâlimlerin kökünü kazımaya gayret sarf etmelidir.
Aksi halde zaman zaman devlet ileri gelenlerinin fukarâ ve zayıflara ettikleri pekçok zulüm ve haksızlık, ayrıca bizim kötü işlerimiz ve günahlarımız sebebiyle, zafer ve nusret diğer tarafa döner.
Her ne kadar evliyâullahın İslâm askerini kırması söz konusu olmasa da, Allahü teâlânın irâdesi diğer tarafın kazanması yönünde olunca, ricâl-i gayb bunlara yardım etmediği gibi, bâzan; (Ey kâfirler! Şu fâcirleri, âsileri, günahkârları öldürün!) diye hitâb etmişlerdir.
Pekçok zulüm ve isyanları sebebiyle ehl-i İslâma olan gadab-ı ilâhîyi bildirmek için kâfirlere böyle hitâb edip Müslümanlardan nice kimseye de işittirmişlerdir.
Tâ ki bâzı gâfiller bu sırra şâhid olup uyansınlar, ibret alsınlar...


“ALLAH ADAMLARINI ÜZMEYELER!..”

Bu sebeple pâdişâh efendimiz hazretleri de Allahü teâlâya iyi tevekkül edip, zulmü def ve adâleti yaymaya çok gayret etmelidir.
Gerek kendileri, gerekse vezirler ve vekilleri tarafından Allah adamlarından birini üzmeyeler.
Yoksa müşkil bir iş tam olmaya yüz tutmuş iken tehire ve gecikmeye sebeb olur...”
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
selamun aleyküm kardeşim emeğine sağlık..
selam ve dua ile:a03:
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
emegine sağlık arkadaşım


okuduğunuz için teşekkür ederim.



Kerametler menbaı Ahmed Şemseddîn


Ahmed Şemseddîn vebâya tutulmuştu. Ağabeyi Ömer Ziyâeddîn Efendiye şöyle dedi: “İçim yanıyor. Bir parça kar getirebilir misiniz?..”

Ahmed Şemseddîn Tavilî hazretleri, büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Osman et-Tavilî’nin dördüncü oğludur.
Hacı Şeyh Ahmed Şemseddîn diye meşhûr olmuştur. 1811 (H.1226) senesinde doğdu. 1890 (H.1308) senesinde vefât etti.
Kabri Kuzey Irak’taki Tavila’da babasının kabri yanındadır...


BİR DENİZ YOLCULUĞU...

Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîl eden Şeyh Ahmed Şemseddîn; âlim, fazîlet sâhibi, zâhid, dünyâya önem vermeyen, çok ibâdet eden ve fakîh bir zât oldu.
Zap Suyunun yakınında bulunan Ahmedova köyünde yerleşti. Babası ona insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet verdi.
Pek çok güzel halleri ve kerâmetleri görüldü... Talebelerinden Hacı Mehmed Emin Efendi onun şu kerâmetini anlattı:
Deniz yolu ile hacca gidiyorduk. Bindiğimiz gemi bir ara şiddetli bir fırtınaya tutuldu.
Gemi batacak duruma geldi. Kaptan, yolcuları boşaltmak niyetiyle can kurtaran sandallarına yolcuların binmesini istedi.
Yolcular sandallara binmek üzereyken Şeyh Ahmed Şemseddîn hazretleri kaptana seslenerek; “Korkma, bu gemiye hiçbir zarar gelmeyecektir!” buyurdu.
Allahü teâlânın kudretiyle biraz sonra hava yumuşayarak fırtına dindi, ortalık durgunlaştı. Yolcular da kendilerine geldiler.
Gemi ise yoluna emniyetle devâm etti. Kaptan, denizcilerle birlikte Şeyh Ahmed Şemseddîn hazretlerinin ellerini öpüp talebesi oldular...
Ahmed Şemseddîn Tavilî hazretleri 1890 senesinde ortaya çıkan salgın vebâ hastalığına tutuldu.
Hastalığı sırasında büyük kardeşi Ömer Ziyâeddîn Efendi yanına geldi. Şeyh Ahmed içi yandığından ağabeyine:
“İçim yanıyor. Bir parça kar getirebilir misiniz?” dedi.


KAR GETİRDİLER; ANCAK!..

Ömer Ziyâeddîn Efendi, mevsim yaz olduğundan, ancak yüksek dağların doruklarında bulunan kardan getirtmek için adam gönderdi.
Fakat giden şahıs geri dönmeden Şeyh Ahmed Şemseddîn vefât etti.
Ömer Ziyâeddîn Efendi, gelen kardan bir avuç alarak rûhunu teslim etmiş olan Şeyh Ahmed’in avucuna koydu.
Bu sırada Şeyh Ahmed karı öyle sıktı ki, kar eridi. Orada bulunan Molla Şeyh Abdülkâdir, Ömer Ziyâeddîn Efendiye dönerek;
“Şeyh Ahmed kalbiyle Allahü teâlâyı anıyor. O henüz ölmemiştir” dedi.
Ömer Ziyâeddîn Efendi de Molla Abdülkâdir’e; “Şeyh Ahmed’in ölümü böyledir” buyurdu...
 

BİLAL-İ HABESİ

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Kas 2008
Mesajlar
9
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
ALLAH razi olsun kardesim. Emegine yuregine saglik insan okumaya doyamiyor.
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
ALLAH razi olsun kardesim. Emegine yuregine saglik insan okumaya doyamiyor.

cümlemizden kardeşim, teşekkürler.



Müslim bin Avsece


Hicrî 61 senesinin 10 Muharreminde (10 Ekim 680) cereyan eden elim bir hadise olan Kerbela vakası, İslam aleminde derin izler bıraktı.
Ali (radıyallahü anh) hazretlerinin oğlu Hüseyin (radıyallahü anh) ve yakınları bu hadisede şehid edildiler.
Hazret-i Hüseyin’in başını, kızları ve kardeşleri ile hasta olan oğlu küçük Ali’yi, Emevi kumandanı İbn-i Ziyad’a götürdüler.
İbn-i Ziyad bunları Halife Yezid’e gönderdi. Şam’a varılıp da bu haber Yezid’e ulaştırılınca, Yezid ağlayarak şöyle dedi:
“Size, Hüseyin’i öldürmeden itaat ettirmenizi istemiştim. İbn Sümeyye’ye Allah lanet etsin. Hüseyin’le ben karşılaşsaydım, kendisini bağışlardım.
Muhakkak ki validesi Fâtıma, Resûlullah’ın kızıdır ve benim anamdan daha üstündür. Dedesi de benim dedemden daha üstündür.
İmanı olan kimse onun bu dünyada bir benzeri olduğunu düşünemez.”
Sonra kadınların kendi evine alınmalarını emretti. Yezid ailesinden olan bütün kadınlar, teker teker gelerek acılarını paylaştılar.
Daha sonra mal ve zînetlerinden ne kaybolmuşsa kendilerine bedelini ödediler.
Yezid, bir ara Zeynelabidin Ali bin Hüseyin’i yanına getirtti, Medine’ye gitmeleri için gerekli hazırlığı yaptırdı ve orada herhangi bir ihtiyaçları olursa kendisine yazmalarını söyledi.
Böylece İslâm tarihindeki bu elîm olay da arkasında silinmeyecek izler bırakarak kapanmış oldu.
İşte bu Kerbela hadisesi cereyan ederken, Hz. Hüseyin’in ilk Esbabından olan Müslim bin Avsece, çarpışma sırasında vurulup yere düştü.
Son nefesini vermek üzere idi ki, Hz. Hüseyin onun yanına geldi:
“Ey Müslim! Allahü Teala sana rahmet etsin!” dedi ve “Onlar, hiçbir suretle ahidlerini değiştirmediler. (Ahzab: 23)” âyetini okudu.
Habîb bin Müzahir de, onun yakınında bulunuyordu.
Müslim bin Avsece, Habîb bin Müzahir’e: “Benim, sana vasiyyetim şudur” deyip eliyle Hz. Hüseyin’e işaret ederek
“Vasiyyetim onun yanında, önünde ölmendir!” dedi.
Habib bin Müzahir “Kabe’nin Rabbine and olsun ki öyle yapacağım” dedi.
O sırada Müslim bin Avsece, ruhunu teslim etti.
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
selamun aleyküm kardeşim emeğine sağlık..
selam ve dua ile:a03:
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
selamun aleyküm kardeşim emeğine sağlık..
selam ve dua ile:a03:

ve a.selam, TEŞEKKÜR ederim, bilmukabele..



Mevlânâ dergâhına dil uzatanın sonu!..


Emîr Ârif Çelebi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin torunu, Sultan Veled’in oğludur.
1271 (H.670) senesinde doğdu. 1319 (H.719) senesinde Konya’da vefât etti.
Kabri oradadır. Küçük yaşta dedesi Mevlânâ hazretlerinin teveccühlerine kavuştu.
Babası Sultan Veled’den zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi. Babasının vefâtından sonra onun halîfesi, vekîli oldu...


“İNCE BİLGİLER”DEN ANLATIYORDU!..
Sultan Veled, bir gün oğlu Ârif Çelebi’ye;
“Evlâdım! Sen her nereye baksan, Mevlânâ’yı görür, Mevlânâ’dan bahsedersin. Küçük aklınla mârifetlerden, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden anlatırsın.
Sen Mevlânâ’nın hâllerini ve makamlarını ve bu mârifetlerini nereden biliyorsun da, bize hiç tenezzül etmiyorsun?” diye sordu. Ârif Çelebi de;
“Efendim! Ben o yüce zâtı, mânevî âlemde gördüm.
O da bu fakîri gördü ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün bağışlanmasına vesîle oldu” diye cevap verdi...


Lala Fahreddîn anlattı:
“Arada sırada Ârif Çelebi’yi kucağıma alıp, Hüsâmeddîn Çelebi hazretlerinin evine giderdim.
Hüsâmeddîn Çelebi, bizi hep kapıda karşılar, Ârif’i kucağına alarak odaya kadar götürürdü.
Ona her türlü yiyeceklerden, nefis şerbetlerden ziyâfet çekerdi. Daha önceden alıp hazır ettiği güzel elbiseleri, kendi eliyle giydirirdi.
Gideceğimiz zaman da, onu omuzuna alıp eve kadar götürür ve; “Ah! Mümkün olsaydı da Ârif Çelebi’nin lalası olup hizmetiyle şereflenebilseydim.
Zîrâ, onun nûrunun doğu ile batıyı kuşatacağını ve âleme ışık salacağını, makâmının çok yüce olacağını hocam Mevlânâ hazretleri haber verdiler.
Ne mutlu o kimselere ki, Ârif Çelebi’nin hizmetiyle şereflenip, sevgilisi oluyorlar” diyerek, hasretini dile getirirdi.”


“BU ÖKÜZ DE NEDİR?..”

Sultan Veled anlattı:
“Ârif Çelebi, beş yaşlarında idi. Bir gün, başı iple bağlı bir öküzün yularından tutmuş götürüyordu. Onu o hâlde görünce;
“Ey Ârif, bu öküz de nedir? Onu nereye götürüyorsun?” dedim. Cevâbında;
“Bu yular, filân beyin başına takılan yulardır. Çünkü Mevlânâ dergâhına dil uzatmaktadır” dedi.
Çocuğun bu hâline güldüm, fakat üç gün sonra duyduk ki, o beyin evini yağma edip, başını kesmişler!..
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mudurnulu Mehmed Dede


Mehmed Dede Bolu-Mudurnu’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1523 (H.930) senesinde vefât etti. Tasavvufta, Çelebi Efendinin sohbetlerinde kemâle erdi. Halvetî yolunda yetişti...


ONU İMTİHAN ETMEK İSTEDİ
Bu mübarek zat, hocasının dergâhının mutfağında hizmet ederdi. Hocası onu yetiştirdikten sonra Karaman’a gönderip, insanlara rehberlik yapması için vazîfelendirdi. Karaman’da fetvâ işlerine bakar, bir taraftan da halkın irşâdı ile meşgûl olurdu... Bu hizmeti yaptığı sırada Karaman’da bulunan müderrislerden Mevlânâ Dâvûd, Mehmed Dedenin kerâmet sâhibi bir zât olduğunu işitince onu halkın gözünden düşürmek için imtihan etmek maksadı ile yanına gitti. Konuşmaya başladılar...
Mehmed Dede sohbetiyle müderrisi hayran bıraktı. Onun hatırında olan nice müşkül meseleleri daha o sormadan cevaplandırdı. Cevapları ve îzâhları son derece iknâ edici ve rahatlatıcıydı... Diğer sorularına daha sormadan birer birer cevap verince, Müderris Dâvûd Efendi onun âlim ve velî bir zât olduğunu anlayıp sevdi ve talebesi oldu...

***

Mustafa Bey anlatır: “1582 senelerinde İran’a yapılacak bir sefere katılmak için gidecektim. İzin ve duâ alıp, vedâ etmek için Mehmed Dede’nin yanına vardım. Hayır duâlarını istirhâm edip, ellerini öptüm. Himmet edip nasîhat ettikten sonra;
“Mustafa Çelebi, sefere gidersen bir çift Macar bıçağını yanından ayırma, zor zamanda insana ondan üstün silâh olmaz” buyurdu. Emirlerini yerine getirip, yola revân oldum...


“BIÇAĞIM VAZİFESİNİ YAPTI!..”

Günler sonra Demirkapı Kalesine ulaştık. Orada iki sene kaldık. Bir gün buğday tedâriki için kaleden dışarı çıkıp, bir köyde geceledik. Düşmandan ses sedâ olmadığı için, herbirimiz bir köşeye çekilmiş, silâhlardan uzaklaşmış, uyumakla meşgûldük... Birden kapı kırılıp, içeriye bir İran askeri girdi. Hiç aman vermeyip üstüme saldırdı. Uyku mahmurluğu ile yerimden fırladım. Yanımda hiç silâh yoktu. Ölümle aramda bir bıçak boşluğu kadar yer kalmıştı. O anda iki senedir Mehmed Dede’nin emriyle yanımdan hiç ayırmadığım Macar bıçağım hatırıma geldi. Elime alıp, hasmımın boşluğunu hedef aldım. Allahü teâlânın takdîri ile, beni öldürmek için saldıran düşmanın kılıcı evin direğine denk gelip kırıldı. Benim bıçağım vazifesini yaptı, adamın işini bitirdi. Mehmed Dede’nin kerâmeti zâhir oldu.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Büyük velî Ali el-Venâî


Ali Venâî hazretleri, âlim ve velîlerdendir. Tam ismi “Ali bin Abdülber bin Ali” künyesi “Ebü’l-Hasan el-Hüseynî el-Venâî”dir.
1756 (H.1170) senesinde, Mısır’ın Saîd limanı köylerinden Venâ’da doğdu. 1797 (H.1212) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti...


ON SEKİZ YAŞINDA KİTAP YAZDI

Ali Venâî, Kâhire’de büyüdü. Zamânının ileri gelen âlimlerinden ilim ve edeb öğrendi.
Muhammed bin Ali eş-Şirvânî’den icâzet, diploma aldı. Henüz on sekiz yaşında çeşitli ilimlerde kitaplar yazmaya başladı.
Bir taraftan da büyük hadîs âlimi Seyyid Murtaza’nın derslerine devâm edip hadîs ilmi mütehassısları arasına girdi.
Mânevî ilimler adı verilen tasavvuftan da nasîblendi. Halvetî yolunun büyüklerinden Ahmed ed-Derdî’nin sohbetlerinde kemâle gelip olgunlaştı...

Ali el-Venâî hazretleri çok ibâdet eder, nefsinin terbiyesi ile uğraşırdı.
Bu gayretleri neticesinde kendisinden çok kerâmet; hârikulâde hâlleri görüldü.
Bu mübarek zat, sık sık rüyâsında Peygamber efendimizi görür ve mânevî iltifatlarına kavuşurdu.
Yine bir rüyâsında, Peygamber efendimiz mübârek parmağını Ali el-Venâî’nin ağzına koyup hareket ettirdi ve;
“Gece sana ‘Lâ ilâhe illallah Vallahü ekber Allahü ekber’ demen kâfidir” buyurdu.

Ali el-Venâî iki defa da Resûlullah efendimizi uyanık iken gördü. İlkinde Tâhâ sûresini okurken görmüştü.
Bir sohbetinde talebelerine buyurdu ki:
“Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir?
Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden aslâ şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin.”


İSM-İ A’ZÂMI BİLİYORDU!..

Ali el-Venâî’ye rüyâsında İsm-i A’zâm duâsı öğretildi. Geceleri çok namaz kılardı.
Bir ara Mekke-i mükerremeye gitti, orada üç sene kadar ilim öğretti ve ibâdetle meşgûl oldu.
Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Mısır’a döndü.
Herkes kendisini sevgi ve hürmetle karşıladı. Çok geçmeden mânevî bir işâretle Medîne-i münevvereye gitmesi emredildi.
Zîrâ bu, vefâtının Medîne’de olacağına dâir bir müjde idi. Derhâl yola çıkıp önce Mekke’ye oradan da Medîne-i münevvereye vardı.
Çok geçmeden müjdelendiği gibi hakîkaten Medîne’de vefât etti...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Toprak onu kabul etmedi!


Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Efendimiz, âhirete sefer ettikten sonra, münâfıklar baş kaldırıp, Arabların ekserîsi mürted oldular.
İki vilâyetin ehâlisi İslâmiyyetten ayrılmadılar. Mekke ve Medîne ehl-i islâmı sakladılar...


“VALLAHİ ONLARLA HARB EDERİM!”

Mürtedler ittifâk edip, zekât toplayanları öldürdüler. İtâ’atten çıktılar.
Kadınlarının ellerine kına yaktılar. Resûl-i ekrem hazretleri âhirete sefer ettiği için, def çaldılar. Nağme ile şiirler okudular...
Bu haber Eshâb-ı Güzîne geldi. Çok üzüldüler ve mahzûn oldular. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) buyurdu ki:
“Ey Müslamânlar! Biliniz ki, münâfıklar, açıktan fitne çıkardılar. Allahü teâlâ ve Resûlünün zekât toplayıcılarını öldürdüler.
Eğer biz bu işi basit tutarsak, onlar kuvvet bulur. İslâmiyyet za’îf olur. Vallâhi, bugünden sonra onlar ile harb ederim. Onlar ile benim aramda kılınç vardır...”

Hazret-i Ebû Bekr, Hâlid bin Velîd’i, on bin askere kumandan ta’yîn edip, mürtedler üzerine gönderdi.
Hâlid bin Velîd askeri ile varıp, zekât toplayan me’mûrlarını şehîd eden tâifeyi, katleyledi.
Ondan sonra Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Resûl-i ekrem hazretlerinin vefâtında ellerine kına yakan, defler çalan kadınları cezalandırdı...
Ondan sonra bütün mürtedler gelip, pişmân olup, emân dilediler.


EN DERİN MEZARI KAZDILAR

Nasrânî bir kimse Müslümân olmuştu. Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerini okudu ve vahiy kâtibliği yaptı. Sonra mürted oldu.
Müslümânlıktan çıkıp, eski dînine döndü. “Muhammed benim yazdığım şeylerden başka bir şey bilmez” derdi...
Ölünce onu defnettiler. Sabâhleyin cesedini dışarıda buldular. Yer onu kabûl etmeyip, dışarı atmıştı.
“Bu işi Muhammedin “aleyhisselâm” Eshâbı yapmıştır” dediler. Onun için derin bir kabir kazdılar ve tekrâr gömdüler.
Ertesi sabâh, onu yer yine dışarı attı. Üçüncü defa güçleri yetebildiği kadar derin bir mezâr kazıp, onu defnettiler.
Sabâhleyin baktılar ki, toprak onu kabûl etmeyip, yine dışarı atmıştı.
Artık bu işin insanlar tarafından yapılmadığını anlayıp, onu öylece bıraktılar...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Bir hikmet ehli Şumeyt bin Aclân


Şumeyt bin Aclân, Tâbiînin büyüklerindendir. Hikmetli sözleri, güzel huyları ile herkesin sevgilisi olmuştu. Buyurdu ki:
“Ey Âdemoğlu! Sen sustuğun müddetçe selâmettesin. Konuştuğun zaman sakınmaya (düşünüp, ölçülü ve dikkatli konuşmaya) yapış!..”


MÜMİNİN KALBİNDEKİ KUVVET!..

Bu mübarek zat, Allahü teâlânın müminlere ayrıca bir îmân kuvveti verdiğini bildirmiş ve;
“Allahü teâlâ müminin kalbine bir kuvvet vermiştir ki, bu kuvveti âzâlarına vermemiştir.
Şu ihtiyarı görüyor musunuz? İhtiyar hâliyle geceleri nasıl ibâdet ediyor, gündüzleri oruç tutuyor. Gençler ise bunu yapmaktan âcizdirler” buyurmuşlardır.
“Sizden biriniz Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrenir ve ilim tahsil eder. Bu ilimleri öğrenir ve dünyâyı kalbine yerleştirir, dünyâya koşar.
Dünyâyı (taç gibi) başına geçirir. Bunu görenler: “Bu kimse bizden daha âlim. Eğer dünyâyı istemekte bir fayda görmeseydi böyle yapmazdı” derler,
sonra dünyâya rağbet ederler, onu toplamaya başlarlar. Buna sebep olan ilim sâhipleri meâlen şu âyet-i kerîmede bildirilenlerden olurlar:
“Kıyâmet günü kendi günahlarını tamâmen yüklendikten başka, saptırdıkları insanların günâhlarından bir kısmını da yükleneceklerdir” (Nahl sûresi: 25).
“Kim, fısktan günahtan râzı olur beğenirse, onu yapanlardan olur. Kim de Allah’a isyân edenleri beğenirse, râzı olursa, Allahü teâlâ onun ibâdetlerini kabûl etmez.”
“Şaşılır şu kimseye ki, kalbi âhirete bağlı iken kendisine ufak bir şey tesir etse veya pire ısırsa, âhireti hemen unutuverir.”


“İNSANLAR ÜÇ KISIMDIR!..”

Şumeyt hazretleri insanların üç kısım olduğunu beyân etmiş ve;
“Birincileri hayırlı amel işleyen, ona devam eden ve ona devâm ettiği halde ölenler. İşte bunlar mukarreblerdir.
İkincileri; ömürlerini günah ve uzun bir gafletle geçirip, sonra tövbe etmiş olanlar. İşte bunlar Eshâb-ı yemîndirler (Cennet ehlidirler).
Üçüncüsü ise; ömürlerini Allahü teâlânın men ettiği şeylerle geçiren, harama günaha devâm eden ve o hâliyle dünyâdan ayrılanlar.
İşte bunlar Eshâb-ı şimâldirler (cehennemlikdirler).
Şumeyt bin Aclân hazretleri vefat edeceği zaman buyurdu ki:
“Ölümü düşünen insan, ne dünyânın geçici sıkıntılarına üzülür, ne de gelip geçen nîmetlerine sevinir.”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Hindistanlı velî Şeyh Behrâm


Şeyh Behrâm onyedinci asırda Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Şeyh-ul-meşâyıh olarak bilinir...
1647 senesinde Mirzâ Muzaffer, Beytûlî ve çevresini zabt etmesi için bir Hindû’yu görevlendirip gönderdi.
Dinsiz ve zâlim olan bu Hindû oraya gelince, kasaba halkı çok sıkıntı çekti. Müslümanlara yapmadığı zulüm ve işkence kalmadı...


BİR SEYYİDİN DUASI...

Zalim Hindû, Beytûlî ve civârını istilâ edip, Şeyh Behrâm’ın türbesinin bulunduğu yeri dahî kendisine bağlamak istedi.
Kasaba halkı ve ileri gelenleri, ne kadar mâni olmak istedilerse de fayda vermedi...
O sırada Seyyidlerden biri, Şeyh Behrâm’ın nûrlu kabrine gidip, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etti.
Henüz oradan ayrılmamıştı ki, türbenin dışından kulağına büyük bir gürültü geldi. O zât hemen dışarı koştu. Bir de ne görsün.
O kâfirin atı yıkılmış ve iki ayağı da havada kalmıştı. Hayret edip nasıl olduğunu sordu. Orada bulunanlar dediler ki:
“O zâlim, kibrinden ve gurûrundan kimseyi dinlemedi.
‘Pâdişâhın malını sebepsiz yere niçin kalenderler yesin’ dedi ve zabt ettiği toprakları ölçen memura işâret etti.
Kendisi de kızıp atını ileri sürdü. Birkaç adım gitmeden atı tökezleyip yere yıkıldı. O zâlim eyerden öyle bir sıçradı ki, ayakları havada asılı kaldı.”
O sırada Seyyidin dilinden; “Ey hazret, bu alçağı niçin havada durdurursunuz, niçin toprağa düşüp boynu kırılmaz?” sözleri çıktı.
O anda öyle bir düştü ki, orada bulunanlar toprağa çakıldı zannettiler...
Adamları onu kaldırıp, Şeyh Behrâm’ın türbesine götürdüler. O seyyid de berâber idi.
Kabre yaklaşınca şuuru biraz yerine gelip güçsüzlüğü ve aczi sebebiyle başını yere koydu ve adamlarına dedi ki:
“Ey insanlar beni buradan çabuk kaldırın. Siz görmüyorsunuz, fakat beni dövüyorlar.
Çabuk, döve döve ‘bu kâfiri dışarı atın’ diye emreden bir ses işitiyorum...”


SONU ÇOK KÖTÜ OLDU!..

Adamları bunu duyunca, Hindû’yu kaldırıp eve götürdüler. Bir divanın üzerine yatırdılar.
Biraz sonra divan üzerinde duramayıp yere düştü ve divanın ayakları havaya geldi.
Adamları divanı kaldırıp düzelttiler. Onu tekrar divana yasladılar. Tekrar düştü.
Tekrar düzeltip oturtmak istediklerinde, öbür taraftan başı yere düşüp ayakları havada kaldı.
Ne kadar uğraştılarsa da düzeltemediler. Bu şekilde can verdi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Anadolu velîlerinden Şücâeddîn Karamânî


Şücâeddîn Karamânî, Anadolu velîlerindendir. Aslen Aksaraylı olup, Karamânî nisbetiyle meşhûr olmuştur.
Doğum ve vefât târihleri bilinmemekle birlikte, Çelebi Sultan Mehmed Han ve İkinci Murâd Han zamanlarında yaşadığı bilinmektedir...


EDİRNE’DE VEFAT ETTİ...

Bu mübarek zat, Edirne’de vefât etti ve bu şehirde Debbağlar Mahallesindeki mescidi ve dergâhının bulunduğu yerde defnedildi.
Zamânının büyük velîsi Şeyh Hamîd-i Kayserî’nin (Somuncu Baba’nın), sohbetinde bulunup, ondan aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve feyz aldı.
Yüksek derecelere kavuştuktan sonra, Edirne’de talebe yetiştirip,
Allahü teâlânın yüce dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla meşgûl oldu.
Bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne’de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü.
O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu.
Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne’nin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti.
Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu...
Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî’yi buldu.
Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu.
Debbağlar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı.
Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu.
Şücâeddîn Karamânî, vefatına az bir zaman kala, kendi mezarının duvarını, kendi eliyle ker***ten yaptı.
Her kerpici, yerine üç defâ İhlâs sûresi okuyarak koydu.
Mezarını tamamladıktan kısa bir zaman sonra da vefat etti...


RÜYADA BİLE DAVET!..

Kânûnî Sultan Süleymân Hân, pâdişâhlığı zamânında Edirne’ye geldiğinde, bu mübarek zatın mescidini büyültüp câmi hâline getirdi.
Oraya Kur’ân-ı kerîm okuyan hâfızlar, müezzin ve hatîb tâyin etti.
O sırada dergâhında vazifeli olan Cerrahzâde Mustafa Çelebi, Şeyh Şücâeddîn hazretlerinin yaptığı duvarı yıktırmayıp, bereketlenmek için olduğu gibi bıraktırdı.
Şücâeddîn Karamânî, dergâhını ve mescidini büyütüp îmâr eden Müslüman olmayan mîmârın rüyâsına girip, onu İslâma dâvet etti.
O da ertesi gün İslâmı kabûl edip, hidâyete kavuştu ve ismini “Hidâyet” olarak değiştirdi.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt