Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

-sağlık sektöründeki son gelişmeler- (2 Kullanıcı)

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Yılın buluşu: Yeniden hücre programlama

Yılın buluşu: Yeniden hücre programlama

Science dergisi, yılın en büyük buluşunu seçti: Hücrenin yeniden programlanması yöntemi. Bu sayede embriyoya ihtiyaç duyulmadan kök hücre elde edilebiliyor. Yöntem gelecekte Parkinson ve diyabet gibi hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek.

İSTANBUL - Dünyanın en prestijli bilim dergilerinden Science’a göre, 2008’in en önemli buluşu hücrenin yeniden programlanması çalışması.
blank.gif



Uzmanlar, çok uzak olmayan bir gelecekte, bu program sayesinde kişinin hücreleriyle oynanarak pek çok hastalığın tedavi edilmesinin mümkün olacağını düşünüyor.

Japon ve ABD’li bilimadamları, bu yöntemi kullanarak insan derisinden kök hücre elde etmeyi başardı bile.

Üstelik, hücrenin yeniden programlanmasıyla hastanın genetik şifresine göre kök hücre yaratma imkanı doğmuş oldu. Böylece hastanın dokuyu reddetme riski de ortadan kaldırılıyor.

Dahası, bu yöntem etik tartışmalara da son verebilir. Zira, embriyo kullanılmadığı için dini grupların kök hücre çalışmalarına yönelik tepkileri azaltılabilir.

Kök hücre çalışmaları, Parkinson, diyabet, Alzheimer gibi hastalıkların tedavisi için umut ışığı olmuştu.

Şimdi, hücrenin yeniden programlanması yöntemiyle daha ileri bir adım atılıyor. Ama bilimadamları, yöntemin hastalıkların tedavisinde kullanılması için hala önemli yol alınması gerektiğini vurguluyor.


Japon ve Amerikalı bilimadamları, insan derisi hücrelerini kök hücreye dönüştüren bir yöntem geliştirdi. Yöntemin, hasta doku veya organların değiştirilmesinde devrim sayılabileceği belirtiliyor.

Amerikalı araştırmacı James Thomson’un Science dergisinin internet sayfasında yer alan makalesinde, bu buluşun araştırmaların seyrini tamamen değiştireceğini belirtti.

Yeni yöntemle, hastanın genetik şifresine göre kök hücre yaratma imkanı doğacağı ve böylece hastanın dokuyu reddetme riskinin ortadan kalkacağı kaydediliyor.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
20’lik yaş dişinden tedavi seçeneği

20’lik yaş dişinden tedavi seçeneği

yeditepe Üniversitesi Genetik ve Biyomühendislik Bölümü 20’lik yaş dişinden elde edilen kök hücrelerle yeni bir tedavi seçeneği geliştirdi.

STANBUL - Yeditepe Üniversitesi 100 yaşına kadar yaşamanın sırrını buldu. Bugün Yeditepe Üniversitesi rektörlük binasında YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın da katılımıyla yapılan açıklamada, kök hücre teknolojisinde yapılan devrim niteliğindeki çalışma, kamuoyuna duyuruldu.

Üniversitenin Genetik ve Biyomühendislik Bölümü’nün kurucusu Prof. Dr. Fikrettin Şahin, “Yetişkin insan hücrelerini yeniden programladık. Bu, bugüne kadar mümkün değildi” dedi. Bu çalışmanın insana 100-150 yıl yaşamanın kapılarını açacağı vurgulandı.

Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Bedrettin Dalan, 161 yıl yaşama hayaline bir adım daha yaklaştı. Son konuşmalarında üniversitenin Genetik ve Biyomühendislik Bölümü’nün kök hücre teknolojisinde devrim niteliğinde buluşlara imza atabileceğini anlatan Dalan’ın sözlerinin ardında bölümün kurucusu Prof. Dr. Fikrettin Şahin başkanlığındaki çalışmalar yatıyor. The Ohio State Üniversitesi tarafından “Uluslararası Bilimadamı Ödülü”ne layık görülen Prof. Şahin yönetimindeki bölümün çalışmalarının ilk bölümü başarıya ulaştı. Buluşun devamında insanların yaşama “dalya” demesinin, yani 100 yaşına ulaşmasının yolu açılacak. Kök hücreler üzerindeki çalışma, bugün üniversitenin rektörlük binasında, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın da katılımıyla kamuoyuna açıklandı.

KÖK HÜCREYE PROGRAM
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fikrettin Şahin, “yetişkin insan kök hücrelerini yeniden programladıkları”nı belirterek “Bu, bugüne kadar mümkün görünmüyordu. Bu kök hücre teknolojisinde bir devrimdir” dedi.

Enstitüdeki çalışmayla insan dişinden alınan kök hücrelere, yeniden programlama için gerekli olan genler başarıyla aktarıldı. Gen aktarılan yetişkin insan kök hücrelerinde yeniden programlamanın başarılı olduğu, laboratuvar ve hayvan deneyleri ile ispatlandı.

Prof. Şahin, söz konusu buluşun önemini “Kök hücre teknolojisi uygulamalarında karşılaşılacak sorunların bu gelişme ile aşılacağına inanıyoruz. Bunun için daha geniş ve kapsamlı hayvan modeli deneylerine de devam ediyoruz” dedi. Çalışmanın devamında birçok insanın hayali olan 100-150 yaşına kadar yaşamanın kapıları açılacak.



KÖK HÜCRE NEDİR, NE İŞE YARAR?
Kök hücreler, insan vücudunda bulunan ve her türlü vücut hücresine dönüşebilen ana hücrelerdir. Nerede bir zedelenme veya onarım ihtiyacı varsa, oraya giderek gereken hücre tipine dönüşür ve hasarı onarırlar. Kök hücreler, tüm vücut doku ve organlarıyla, kan dolaşımında bulunur. Özellikle bebeklerin göbek kordonu, kemik iliği ve damarlarımızdaki kanda daha fazladır.

Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Bedrettin Dalan, çalışmanın kamuoyuna tanıtımı amacıyla üniversitede düzenlenen basın toplantısında, eskiden insanda sadece göbek bağında ve daha sonra diş kökünde var olduğu ispatlanan kök hücreyi yeniden programlayarak bir nevi embriyonik kök hücre haline getirildiğini hatırlattı:
“Arkadaşların teknolojisiyle bu kordon bankacılığı, diş bankacılığı artık dünyada sonuna gelmiş oluyor. Çünkü şimdi insanın bankası kendi dişinde saklı. Bu ispat edildi. Bunu daha kolay saklanır hale dişi değil de hücreyi saklayacak hale geldiler. İkincisi de şimdiye kadar yeniden programlama yapılmış. Ancak bunlar iyileştirme için hastalıklarda kullanıldığı zaman kendi içinde başka yan tesirleri olabiliyor. Kanserler olabiliyor, hastalıklar ortaya çıkartabiliyor. Bu ekibin yaptığı yeniden programlamada, bu yan etkiler tamamen ortadan kaldırılmış oluyor. Bunun anlamı da şu; bundan sonra hücresel gen tedavisinin emniyetli bir şekilde yapılmasının önü dünya çapında daha emniyetli şekilde açılmış olacak. Gen tedavisi dediğinizde kanserden tutun, aklınıza ne geliyorsa bir sürü hastalıkların daha emniyetli bir şekilde hücresel gen tedavisi yoluyla tedavi edilmesinin yolu açıldı. Karaciğer hastalıkları, bir sürü hastalıkların dolasıyla genetik olarak emniyetli bir şekilde tedavi edilebilmesinin yolu bugün itibarıyla açıldı.”

Bedrettin Dalan, bu teknolojinin dünyada ilk olduğu, son derece geniş araştırmalarla yapıldığını ve bulunduğunu ifade ederek, patent için müracaatın da gerçekleştirildiğini bildirdi.

“SİVRİSİNEKLER TÜMÜYLE YOK OLACAK”
Üniversitenin Genetik ve Biyomühendislik Bölümü’nce daha birçok önemli çalışmanın yapıldığını belirten Dalan, insanlık için tehlike oluşturan sivrisinekleri tümüyle yok edecek çalışmaların üniversitede tamamlandığını söyledi. Dalan, “İnşallah çalışmalar tamamen bittiğinde, insanın bir düşmanı daha yer yüzünden yok olacak. Sivrisineğin larvasını tamamen yok eden çalışmalar, bakteriyel çalışma ile bitirildi” dedi.

Bölüm bünyesinde yapılacak çalışmalar için 60 milyon dolar yatırım yapıldığını kaydeden Dalan, çalışmalar ilerledikçe yatırımlarının artacağını ifade etti.




.mobilStyle{ font-family:Verdana; font-size:11px; font-weight:bold; color:#336699; text-decoration:none;} .mobilStyle:hover{ color:#336699; text-decoration:underline; } .userRating,.doThis{padding:6 0 6 0;background-color:#F3F3F6;border-bottom:solid 1px #A4ABC1;border-top:solid 1px #A4ABC1;width:460;} .t1{font-family:Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif;} .b{font-weight:bold;} .f11{font-size:11px;} .c000{color:#000000;} .bulletRedSmall{font-family: Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif;color: #CC0000;font-size: 65%} .textMedBlack{font-family: Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif;font-size:70%;line-height:140%;font: normal; color: #000000} .dSp{width:135px;padding-right:10;margin-left:10px} .dIc{height:20px;vertical-align:middle} .tb01 { border-bottom-width: 1px; border-bottom-style: solid; border-bottom-color: #B2B2B2; border-top-width: 1px; border-right-width: 1px; border-left-width: 1px; border-top-style: solid; border-right-style: solid; border-left-style: solid; border-top-color: #B2B2B2; border-right-color: #B2B2B2; border-left-color: #B2B2B2; background-image: url(/i/msnbc/tiled4.jpg); margin-left:10px; } .yazi { font-family: verdana; font-size: 11px; font-weight: bold; color: #205B96; text-decoration: none; } .username { font-family: verdana; font-size: 11px; color: #525252; text-decoration: none; } .yazi:link { color: #205B96; text-decoration: none; } .yazi:visited { text-decoration: none; color: #205B96; } .yazi:hover { text-decoration: underline; color: #205B96; } .yazi:active { text-decoration: none; color: #205B96; }
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Yaşlılığa karşı yeni silah: Kök hücre

Yaşlılığa karşı yeni silah: Kök hücre

İnsanın kendi vücudundan alınan yağ dokusundan elde edilen yetişkin kök hücreler, yüze nakledilerek kırışıklıkların giderilmesinde kullanılmaya başlandı.

İSTANBUL - İnsanın kendi vücudundan alınan yağ dokuları kök hücre bakımından zenginleştirildikten sonra yüze nakledilerek, hem kırışıkların giderilmesi hem de cildi daha gergin ve parlak hale getirilmesi amacıyla kullanılmaya başlandı.

Konuyla ilgili bilgi veren, özel bir hücresel tedavi merkezinde görevli Prof. Dr. Demir Tiryaki, yetişkin kök hücrelerin, organizmanın yaşamı boyunca kendini yenileyebilme özelliğini koruyan hücreler olduğunu kaydetti.

Yağ dokusundan elde edilen kök hücrelerin kemik iliğinden elde edilen kök hücreler kadar dönüşüm yeteneğine sahip olduğunu belirten Tiryaki, bu hücrelerin bulundukları doku ve organlarda küçük hasarların giderilmesinde rol oynadığı söyledi.

Tiryaki, bu hücrelerin farklı doku tiplerine dönüşebilmelerini ve vücut dışında daha uzun süre yaşayabilmelerini sağlamak amacıyla günümüzde yoğun şekilde çalışmaların devam ettiğini anlattı.

Kök hücrenin en fazla göbek yağında bulunduğunu ifade eden Tiryaki, dolgu maddesi halinde kullanılan kök hücrelerinin cildi yenilediğini kaydetti.

Demir Tiryaki, hücrelerin 50-60 defa çoğaldıktan sonra öldüğünü, kök hücrenin ise sınırsız çoğalma potansiyeline sahip olduğunu dile getirerek, dolgu maddesi içindeki kök hücrelerin çevrelerini de etkileyerek alttan yukarı doğru bir iyileşme sağladığını bildirdi.

Tiryaki, “Gelecek bunda... Kök hücre geleceğin teknolojisi. Şu anda estetik için kullanılıyor ama yakında vaktinden önce eskiyen herhangi bir organınızı yerinde yeniden oluşturabileceksiniz. İleride herhangi bir organınızı mükemmel yenileyebilirsiniz” dedi.

DR. OSMAN OYMAK
Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Uzmanı Dr. Osman Oymak da, yaşlandıkça insanın cilt altı dokularında azalma olduğunu ifade ederek, dokulardaki yer değiştirmeden dolayı zamanla özellikle yüzde çizgiler ortaya çıkmaya başladığını söyledi.

Yaşlılık sonucu ortaya çıkan çizgilerin içlerinin doldurularak giderilmesinde bugüne kadar silikon, kollagen, restylane gibi çeşitli maddelerinin kullanıldığını anlatan Oymak, zamanla bunlara bağlı bazı reaksiyon ve problemlerin ortaya çıktığını kaydetti.

Oymak, dolgu maddesi olarak sonra yavaş yavaş yağ dokularının kullanılmaya başlandığını dile getirerek, en son kullanılan yöntemin “yağ dokusunu kök hücresi bakımından zenginleştirerek transfer etme” olduğunu anlattı.

Yağ dokularının içinde kök hücre miktarının kemik iliğine göre 500 kere daha fazla olduğunun tespit edildiğini hatırlatan Osman Oymak, şöyle konuştu:
“Yağ dokuları kök hücre bakımından zengin dokular. Bunların içindeki kök hücre miktarını artırarak dolgu maddesi haline getiriyoruz ve cilt altındaki çökmelerin giderilmesinde kullanıyoruz. Bu konu üzerinde bir senedir uğraşıyoruz neticeler daha yeni ortaya çıkıyor.”

RİSKLER YOK OLDU
Osman Oymak, yağ dokusunun 3-5 sene kalacak, yani erimeyecek şekilde bir yerden başka yere transfer edilebildiğini belirterek, şu bilgileri verdi:
“Artık kollagen, hiyarülonik asit gibi dolgu maddelerinin avantajları kalmadı. Bu tür operasyonlardaki olası bütün riskler yok oldu. Yani hastanın kendi dokusundan yapılan malzeme kullanıldığı için reaksiyon yapmıyor, sertlik yapmıyor. Ayrıca kök hücreden zengin olduğu için koyulduğu yerdeki dokuların karakteristiğini alıyor. Yani gözaltındaki bir yağ dokusu neyse onun gibi davranmaya başlıyor. Çok başarılı bir yöntem ve iyi gidiyor.”

Oymak, Türk insanının vücudunun yağ bakımdan oldukça zengin olduğunu belirterek, göbek veya kalçadan alınan yağların çeşitli işlemlerden geçirilerek içinde kök hücrelerin zengin olduğu bir solüsyon elde edildiğini ifade etti. Bu kök hücrelerin daha sonra ikinci kere alınan yağa katılarak dolgu maddesi haline getirildiğini dile getiren Oymak, bunun gerekirse eksi 79 derecede saklanabileceğini kaydetti.

ELMACIK KEMİĞİ, BURUN VE YANAKTA UYGULANDI
Dr. Osman Oymak, bu yöntemin henüz birkaç ülkede uygulandığını belirterek, bu yöntemle ilgili sonuçların henüz resmen yayınlanmadığını dile getirdi. Oymak, şöyle konuştu:
“Şu ana kadar bildiğimiz, yağ dokusunu kök hücresi bakımından zenginleştirerek transfer edilmesi yönteminin, diğerlerine göre daha kalıcı ve en iyisi olmasıdır. Onlarca hastada elmacık kemiği, burun, yanak üzerinde uyguladık. Kök hücre bakımından zenginleştirilmiş yağ dokusunu cilde verdiğiniz zaman, kırışıklıkların giderilmesinin yanı sıra cildin parlaklığı geri gelmeye başlıyor, yaşlılık lekeleri düzeliyor. Bunlar yeni konseptler ama bunları görüyoruz. Bir iyileşme ve gençleşme var ve bu transfer edilen kök hücre miktarındaki fazlalığa bağlı.”

Oymak, bu yöntemin kişinin kendi dokusu kullanıldığı için tehlikesiz bir yol olduğunu ifade ederek, “Kişinin kendi dokusunu kullandığımız ve içine herhangi bir ilaç katmadığımız için, uzun vadede zararı dokunacak bir problem veya deneysel bir durumda yok. Yağ hücreleri zaten transfer ediliyordu. Biz sadece yapılan işin tekniğini geliştiriyoruz” diye konuştu.

Yönetimin şimdilik yüz için kullanıldığını ifade eden Oymak, “İleride meme büyütmede de kullanılabilir. Kanser hastası olan ve radyoterapi görmüş, yüzünün bir tarafı çökmüş bir hastada uyguladık. Yani sadece estetik amaçlı değil, yüzde kaza veya başka bir sebepten oluşan deformasyonların giderilmesinde de kullanılıyor” dedi.

ESTETİK DOKU MÜHENDİSLİĞİ
Estetik Cerrah Dr. Tunç Tiryaki de, yarım kilogram (500 cc) yağ dokusu içinde yaklaşık 200 milyon adet kök hücre olduğunu söyledi.

Yüzdeki yaşlanmanın yumuşak doku kaybına bağlı olarak ortaya çıktığını anlatan Tiryaki, “Bizim yapmaya çalıştığımız bir anlamda ‘Estetik Doku Mühendisliği’. Yani herhangi bir şekilde kaybolmuş organ ya da fonksiyon için yedek parça üretmek” diye konuştu.

Tunç Tiryaki, yüze nakledilen kök hücrenin sadece dolgunluk yapmadığını, etrafı da toparladığını belirterek, kök hücre bakımında zenginleştirilmiş yağ dokularının cilt altına iğne ile nakledildiğini anlattı. Tiryaki, “Bu yöntemle saati 10 sene geri alıyoruz. Bu konudaki çalışmalarda yurt dışındaki birçok merkezden daha ileriyiz” diye konuştu.

Tiryaki, bu konuyla ilgili tıp literatüründe tek yayının Japonya kaynaklı olduğunu belirterek, Japonya’da 23 vakada meme büyütmede yöntemin uygulandığını ve hepsinin başarılı olduğunu bildirdi.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Ölü farelerin kalplerini yeniden çalıştırdılar

Ölü farelerin kalplerini yeniden çalıştırdılar

ABD’li bilimadamları, ölü farelerden alınan kalpleri, laboratuvar ortamında nakledilen kalp hücreleri yardımıyla yeniden çalıştırmayı başardı.

CHİCAGO - Minnesota Üniversitesi’nden Dr. Doris Taylor, bu deneyin başarısının, bedene uyum sağlayacak organlar üretilmesi çalışmaları için umut verici olduğunu söyledi.

“Nature Medicine” dergisinde yayınlanan araştırmanın, hastalara nakledilmek üzere kök hücrelerden organ üretilmesi çalışmaları için yeni bir açılım olacağı belirtiliyor.

Araştırmayı yöneten Taylor ve ekibi, ölü farelerin kalplerinden, varolan tüm hücreleri temel kolajen yapıyı bozmadan “yıkadılar”. Geride kalan jelatin benzeri temel yapıya, yeni doğmuş farelerin kalp hücrelerini enjekte eden uzmanlar, bu karışımı besleyici bir solüsyonun içinde “gelişmeye” bıraktı.

4 gün sonra, aşılanmış kalplerin “büzülme” hareketi yapmaya başladıkları gözlendi.
Araştırmacıların, bu büzülmeleri koordine etmek için bir kalp pili kullandıkları, 8 gün sonra kalplerin “pompalama” işlemi yapmaya başladıkları belirtildi.

Taylor, aldıkları organlardan tüm hücreleri “yıkayarak” ayıkladıklarını, sonuçta ellerinde “hayalet bir doku” kaldığını söyledi. Bu yapı iskeletinin, “kolajen, fibronektin ve laminin” içerdiği belirtildi. Bu “iskeletleri” yeniden çalıştırabilmek içinse, daha iyi işlev göreceği düşünülen henüz olgunlaşmamış hücrelerin kullanıldığı kaydedildi.

Geçen ay bir İngiliz araştırma ekibi, kök hücrelerden, bir kalp yaması için kullanılabilecek olgun, “atan” kalp hücreleri üretmeyi başardıklarını açıklamıştı.

Minnesota’daki araştırmacıların, yeni bir yaklaşım benimsedikleri belirtiliyor.

Ekibin lideri Taylor, “doğanın, en mükemmel yapı iskelesini ürettiğini farkettiklerini” belirterek, laboratuvar ortamında doğaya gerekli malzemeleri sağlayıp yolundan çekilmenin mümkün olup olmadığını denediklerini kaydetti.

Uzmanların, gelecek aşamalarda bir domuz ya da kadavradan alınmış “yapı iskeletine” kök hücreler enjekte ederek işlev gören organlar üretmeyi amaçladıkları belirtiliyor.

Araştırma ekibinin, deneyi fare ve domuz kalpleri üzerinde uyguladıkları ancak yalnızca farelerde başarıya ulaştıkları ifade edildi.

Başlangıç olarak tanımlanan bu araştırmanın, bir donör kalbin “iskeletinde” kök hücrelerin gelişebileceğini gösterdiği ve bu nedenle çok önemli bir adım olduğu kaydediliyor.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
‘İnsanoğlu 800 yaşına kadar yaşayabilir’

‘İnsanoğlu 800 yaşına kadar yaşayabilir’

İngiliz uzmanlar, maya mantarlarının genleriyle oynayarak ömrünü 10 kat uzatmayı başardı. Araştırma ekibi, buradan yola çıkarak insanın da 800 yaşına kadar yaşayabileceğini savunuyor. Bazı uzmanlara göreyse bir insan en çok 120 yaşına kadar yaşayabilir.

279552.jpg


LONDRA - Ölümsüzlük... İnsanoğlunun varoluşundan bu yana peşinde koştuğu rüya. Bilim dünyası bugüne kadar, yaşlanmanın etkilerini azaltan, ömrü uzatan çeşitli araştırmalarla karşımıza çıktı. Bir grup İngiliz bilim adamının yürüttüğü DNA araştırmalarıysa tartışmaları çok daha ileriye götürüyor.

Zira İngiliz uzmanlar, DNA yapısından yaşlanmayla ilişkili iki geni çıkarttıkları maya mantarının ömrünü 10 kat uzatmayı başardı.

Bilim adamları, gelecekte aynı yöntemle insan ömrünün de uzatılabileceğine hatta 800 yaşına kadar yaşamanın mümkün olabileceğine inanıyor.

Ancak bu durum bilim dünyasını da ikiye böldü.

Zira kimi uzmanlar, teknik olarak 800 yıl yaşamak mümkün olsa da pratikte insan bedeninin de bir sınırı olduğunu düşünüyor. Bu sınırın da 120 yıl olduğuna inanılıyor.

Uzmanlar, bu yaşa kadar bedenin sağlıklı kalabileceğini ancak sonrasında büyük fiziksel sorunların baş göstereceğini söylüyor.

Ölümsüzlüğün ne kadar hayal, ne kadar gerçek olduğunu gelecek araştırmalar belirleyecek.


Bana göre sonsuzluk insanın yaşamasında değil yaşattıklarında aranmalıdır. insan eğer arkasında güzel hatıralar bırakıyorsa her zaman sevilen bir insan olarak yad ediliyorsa kadim zamanlardan ezele kadar yaşıyor demektir.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Gözlerden yaşı anlamanın yolu bulundu

Gözlerden yaşı anlamanın yolu bulundu

Danimarkalı bilim adamları, bir kişinin yaşının göz merceğine bakılarak anlaşılmasının yolunu buldular. Gözlerden yaşın bulunması yöntemi, ölenlerin kimliklerinin belirlenmesi konusunda adli uzmanlara ve bilim adamlarına yardım edebilir.

LONDRA - Danimarkalı araştırmacılar, buldukları yeni yöntemde, doğum zamanında gelişen ve hayatın geri kalanında değişmeden kalan göz merceği olarak bilinen özel proteinleri ölçmek için radyo karbon kullandıklarını kaydetti.
blank.gif

280815.jpg


PLoS One dergisinde yayımlanan çalışmaya göre, Danimarkalı araştırmacılar, göz merceğindeki karbon 14 olarak bilinen karbon izotopunu analiz ederek, 13 kişinin yaşını 1,5 yıllık bir çalışma sonunda doğru olarak buldu.

Gözlerden yaşın bulunması yönteminin, ölenlerin kimliklerinin belirlenmesi konusunda adli uzmanlara ve bilim adamlarına yardım edebileceğine dikkat çekiliyor.

Bilim adamları, fosillerin ya da kemiklerin tarihlerini belirlemek için uzun süredir radyo karbonu kullanıyordu. Kısa zaman önce de araştırmacılar, yakın zamanda ölmüş bir kişinin yaşının diş minesinden hesaplanmasıyla ilgili tekniği onaylamıştı.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Dağda yaşayanların genleri farklı

Dağda yaşayanların genleri farklı

ABD’li bilimadamları, bazı kişilerin yüksek irtifaya diğerlerine göre daha dayanıklı olmasının sebebinin bir gen olduğunu ortaya koydu.

287475.jpg

NKARA - ABD’deki Bethesda Üniversitesi’nden araştırmacılar, dağda yaşayan birçok topluluğu inceledi.”PDP2” geni ile akut dağ hastalığının bağlantılı olduğunu gören bilimadamları, bu genin solunum hücrelerine destek verebileceğini ve beyin dokusu ve alyuvarların enerji yakıtı olan glikozun azalmasında oksijenin etkisini dengeleyebileceğini belirttiler. Böylece oksijen ihtiyacının yanı sıra oksijeni taşıyan alyuvarların üretiminin sınırlandığı ifade edildi.

Fransız Le Nouvel Observateur dergisinde yayımlanan makaleye göre, bu gene en fazla 3600 metre yüksekliğindeki Etiyopya platosunda yaşayanlarda rastlanıyor. Araştırmacılar, en az akut dağ hastalığına yakalananların da burada yaşayan halk olduğuna dikkat çekti.

Bu duruma halkın uyum sağladığını belirten araştırmacılar, Etiyopyalıların akut dağ hastalığının en fazla görüldüğü And Dağları’nda yaşayanlardan çok daha önce dağlara yerleştiklerini hatırlattılar.


AKUT DAĞ HASTALIĞININ BELİRTİLERİ
Akut dağ hastalığı, düşük seviyelerden yüksek irtifalara kısa zamanda çıkan dağcılar ya da dağ kurtarıcılarında görülen, çıkıştan 6-72 saat sonra meydana çıkan ve kendini baş ağrısı, baş dönmesi, uykusuzluk, bulantı, kusma, iştahsızlık, teneffüs bozukluğu, sersemlik, görmede zayıflama ve göz önünde sinek uçuşmaları ile gösteren bir hastalık. Hastalığın ağır durumlarında solunum sistemi, göz merceği ve beyin sendromları da görülebiliyor.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
En yaşlı hücremiz 15 yaşında

En yaşlı hücremiz 15 yaşında

Vücudun doğumdan ölene kadar sürekli yenilendiği, vücuttaki en yaşlı hücrenin 15 yaşında olduğu belirtildi.

ANKARA - İsveçli bilim adamları, arkeoloji ve paleontolojide kullanılan karbon 14 yönteminden yola çıkarak bazı dokuların “hayat sürelerini” araştırdı.

Bazı hücrelerin DNA’sında bulunan karbon 14 düzeyini ölçen ve insan vücudundaki hücrelerin çoğunun 10 yaşından küçük olduğunu gören araştırmacılar, hücrelerin en yaşlısının 15 yaşındaki, en yavaş kendini yenileyen, bağırsak çeperindeki ve kaburga kemiğinin üzerindeki kas hücreleri olduğunu belirtti.

Araştırma, bölünerek çoğalamayan ve kendini yenileyemeyen tek hücre olan nöronlarının (sinir hücresi) kişiyle aynı yaşta olduğu iddiasını da doğruladı.

285520.jpg

Ancak hücreler yenilense de bunun yaşlanma sürecini engellememesinin nedeni halen sır. Bazı bilim adamları, hücrelerin belli sayıda bölünebilmeye programladığı görüşünü savunuyor.

İsveçli başka bir ekibin yakın zamanda yaptığı araştırma, obezitenin ve rejimden sonra aynı kilonun korunmasında zorlanmanın nedeninin hücre yenilenmesinden kaynaklanabileceğini göstermişti.

Bu araştırma, yağ hücrelerinin (adiposit) toplam sayısının vücutta sabit kaldığını, rejimin mevcut yağ hücrelerini zayıflattığını, yenilenenleriyse etkilemediğini ortaya koymuştu.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Kahve kadın kalbine iyi geliyor

Kahve kadın kalbine iyi geliyor

Uzun süreli ve düzenli kahve tüketimi özellikle kadınlarda kalp krizi riskini azaltıyor. İdeal miktar 2-3 fincan kahve.

WASHINGTON - İspanya’da Autonoma de Madrid Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre kahve tüketiminin erken ölüme sebep olmadığı, aksine kalp krizi riskini azalttığı ortaya çıktı.
blank.gif


Orta yaş katılımcılar üzerinde yapılan araştırmada günde 6 fincana kadar düzenli kahve tüketiminin kansere bağlı ölüm riskini artırdığına dair bir kanıt bulunmadı. İspanyol araştırmacı Lopez Garcia’nın Journal Annals of Internal Medicine’de yayımlanan araştırmasında, uzun süreli ve düzenli kahve tüketiminin özellikle kadınlarda kalp krizi riskini azalttığı açıklandı.

Araştırma günde iki ila üç fincan kafeinli kahve içen kadınların hiç içmeyenlere göre yüzde 25 oranında, dört ila beş fincan kahve içen kadınların ise yüzde 34 oranında daha az kalp krizi riski taşıdığını ortaya çıkardı. .

ÖNEMLİ BİR ANTİOKSİDAN KAYNAĞI
Araştırma son zamanlarda kahve üzerine yapılan diğer araştırmalarla aynı yönde. Bir başka araştırma da kahvenin önemli bir antioksidan kaynağı olduğunu ve kalp krizi ve kanser riskini azalttığını ortaya koymuştu.
 

YMMM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Tem 2009
Mesajlar
33
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
allah razı olsun senden kardeşim bizi gelişmelerden haberdar ettiğin için özellikle klon ve kök hücre araştırmaları ilgimi çekiyor sağol torresa
 

Kaan Erdem

Yönetici
Katılım
9 Ara 2006
Mesajlar
11,197
Tepki puanı
230
Puanları
63
Selamünaleyküm torressa kardeşim;

Paylaşımlarınızda edep,haram,namahrem olan resimlerin yayınlanmamasına önemle dikkat ediniz.Konu hakkında anlayışlı olacağınızı ümid ediyorum.

Selametle kalınız kardeşim.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
aleyküm selam kardeşim anlıyorum sizi yanlış konu olabilir belki farkına varmadan eklemiş olabilirim konu başlığını yazmanız yeterli silmem için uyardığınız allah razı olsun senden dikkat etmeye çalışıcağım
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Damacana sularında mikrobik tehlike uyarısı

Damacana sularında mikrobik tehlike uyarısı

Ankara'nın bir bölgesinde damacana sularının mikrobiyolojik incelemesi sonucunda; suların %53,1’inde mikrobik etkenlerin pozitif bulunduğu bildirildi.

Araştırma Ankara'da Gülhane Askeri Tıp Akademisi lojmanlarında, Doç. Dr. Ö.Faruk TEKBAŞ ve arkadaşları tarafından yürütüldü. Araştırma kapsamında GATA lojmanları bölgesinde bulunan 400 evde bulunabilenlerden, kullanıyorlarsa damacana suyu numunesi alındı.

Mikrobiyolojik incelemesi sonucunda damacana sularının %53,1’inde mikrobik etkenlerin pozitif bulunduğu görüldü. Ayrıca numunelerin %10,2’sinin bulanıklık ve renk açısından, %99,0’unun sülfat, kalsiyum ve potasyum açısından, %98,0’inin sodyum ve magnezyum açısından, %94,9’unun klor ve %14,3’ünün nitrit açısından uygun olmadığı sonucuna ulaşıldı.

Alınan su numunelerinde mikrobiyolojik üremenin ve suların anyon-katyon değerlerinin yüksek olduğunun belirlendiği araştırmada, mikrobiyolojik kirliliğin nedeninin ise pompa temizliğine gereken önemin verilmemesi olabileceği belirtildi.

Çalışmaya dahil edilen katılımcıların %90 damacana suyu kullandıkları, söz konusu kullanıcıların %50’sinin damacana pompasını hiç değiştirmedikleri, %15,3’ünün de pompayı hiç temizlemedikleri saptandı. Damacana suyu kullanan kişilerin damacanaların pompalarının hafta 1 kez klorlu suyla temizlemeleri öneriliyor.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Soğan hem şekere hem tansiyona iyi geliyor

Soğan hem şekere hem tansiyona iyi geliyor

Kan şekeri ve tansiyon düşürücü etkinin yanı sıra pek çok vücut fonksiyonu üzerine olumlu etkileri bulunan soğanın, çokça tüketilmesi gereken besinlerden biri olduğu belirtiliyor.

Soğanın antibakteriyel etkisinden faydalanılarak salgın hastalıklarla mücadelede eski devirlerden beri kulanılmakta olduğu bilinmektedir. Heredot, Mısır Keops piramidleri üzerindeki kitabede, piramidin inşası sırasında 1600 gümüş talenlik değerde soğan, turp ve sarımsak dağıtıldığını belirtir.

Soğanın sağlık üzerine etkileri
şu şekilde sıralanabilir:

-İdrar söktürücü etki
-Kan şekerini düşürücü etki
-Mide asidini arttırıcı ve sindirimi kolaylaştırıcı etki
-Barsak hareketlerini arttırma
-Müshil
-Antibakteriyel etki
-Yara iyileşmesini kolaylaştırıcı etki
-Tansiyon düşürücü etki
-Kalp fonksiyonlarını destekleme

Kullanım şekli:

Soğanın kolaylıkla alınabilmesi için şaraplı bir preparatı hazırlanabilir. 300 gr. soğan başı rendelenir, 600 gr. şarapta ezilir, üzerine 100 gr. bal ilave edildikten sonra hergün bir miktar içilir.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Grip virüsü tedaviye direnç geliştiriyor

Grip virüsü tedaviye direnç geliştiriyor

Mevsimsel grip hastalığına yol açan grip virüsünün, tedavide kullanılan tamiflu isimli ilaca hızlı bir şekilde direnç geliştirdiği bildirildi.

Çalışma ABD Tıp Birliği Dergisi'nde yayınlandı. ABD Hastalık Kontrol Merkezi uzmanlarından Dr. Alicia Fry, tamiflu adlı grip ilacına karşı geçen yıl %12 direnç gösteren H1N1 tip grip vürüsünün, direnç oranının %100'e yaklaştığını belirtti.

Grip virüsünün H1N1 türü, ABD'de bu yıl en sık gribe yol açan virüs alt türünü oluşturuyor. Bu alt türün tamiflu adlı ilaca direnç geliştirdiği ilk olarak geçen yıl tespit edilmişti.

Grip virüsünün tamiflu ilacına yönelik direnç geliştirmesi özellikle bağışıklık yetersizliği bulunan ve hastanede tedavi gören hastalar için tehlikeli olabileceği belirtiliyor.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Kötü anıları silen ilaç geliştirildi

Kötü anıları silen ilaç geliştirildi

Hollanda’nın Amsterdam Üniversitesi’nden bilim adamları, insan hafızasındaki acı ve korku veren, kötü anıları silen bir ilaç geliştirdiğini açıkladı.

300510.jpg

LONDRA - İngiltere’de yayımlanan Daily Mail gazetesinin haberine göre, bilim adamları geliştirdikleri ilacın özellikle kötü olayların ardından ortaya çıkabilen “travma sonrası stres bozukluğu”nun tedavisinde olumlu etki yaratabileceğini düşünüyor.
Hollandalı bilim adamları, kötü anıların genellikle kalp hastalarında kullanılan “beta bloke edici” ilaçlarla silinebildiğini öne sürüyor.

Hayvanlar üzerinde yapılan denemelerde, ilacın beyindeki kötü anıların canlanma mekanizmasına müdahale edebildiği görüldü. İlaç daha sonra 60 kadın ve erkek denek üzerinde denenirken, bu kişilere gösterilen fotoğraflarla önce hafızalarında rahatsızlık verici anılar oluşturuldu, sonra da bu anıların aynı fotoğraflar gösterilerek canlandırılmasına çalışıldı.

Deneklerin bir bölümüne ilacın kullandırıldığını, diğer gruba ise placebo verildiğini belirten uzmanlar, ilacı kullanan grubun korku uyandıran fotoğraflar karşısında az tepki verdiğini, diğer grubun tepkilerinin ise daha güçlü olduğunu belirtti.

Bir gün sonra ilaç kullandırılan deneklerin ilacın etkisinden çıkmalarından sonra aynı teste tekrar tabi tutuldukları, yine ilacı kullanan grubun, placebo kullanana göre çok daha zayıf tepki verdiği tespit edildi.

Bilim adamları, bu testler sonucunda ilacın kötü ve ürkütücü anıları silmekte etkili olduğu sonucuna vardı. Bilim adamlarına göre ilaç kötü anının yeniden canlanmasını önlüyor ve beynin bu anıyı tekrarlamasının önüne geçiyor.

ETİK TARTIŞMALARA YOL AÇACAK
İngiliz uzmanlar ise ilacın İngiltere’de büyük bir etik tartışmasına yol açacağına işaret ediyor. Uzmanlara göre, pek çok kesim, insanı insan yapanın yaşadığı acılar olduğunu ileri sürerek, ilaca etik açıdan karşı çıkacak.

Uzmanlar, ilacın ayrıca, insanların hatalarından ders alma imkanını da ellerinden alacağına işaret ediyor ve bunun da zararlı psikolojik etkilerini hatırlatıyor.

St. George’s Üniversitesi Tıp Etiği Bölümü öğretim üyelerinden Dr. Daniel Sokol, “Kötü anıları hafızadan kazımak bir siğili ya da et benini yok etmeye benzemez. Bu, insanı anılarından kopararak, kişiliğini değiştirir. Bazı durumlarda faydası dokunabilir, ama genelde anıları silmenin şahıslar, toplum ve insanlık üzerindeki yıkıcı etkilerinin iyi hesaplanması gerekir” dedi.


bana göre bizi biz yapan biraz da çekmiş olduğumuz acılardır. Biriken anılarımız bizi şekillendirerek zamanla bir taş parçasından bir heykele çevirir. Böylesi bir ilacı kullanmak bir insanın kişiliğini ortadan kaldıracaktır.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Limonlu salam, portakallı sosis

Limonlu salam, portakallı sosis

Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Karakaya ve ekibi, daha kolay sindirilmesini sağlamak amacıyla limon ve portakal lifli et mamulleri üretti.


KONYA - Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Karakaya bölüm olarak öğrencilerin en iyi şekilde eğitim alması ve toplumun sağlıklı beslenmesi için birçok araştırma yaptıklarını söyledi.

Araştırmaların yanı sıra bölümde bazı gıdaların üretiminin de yapıldığını vurgulayan Karakaya, böylece öğrencilerinin okuldan sonraki iş hayatına hazırlanmış olduğunu söyledi. Bu yıl et ürünlerinin sindirimini kolaylaştırıcı sonuç alacak bir çalışma yaptıklarını vurgulayan Karakaya, şunları kaydetti:
“Et ve ürünleri, posalı olmadığı ve sebzelerle birlikte tüketilmediği için sindirimi zor oluyor. Bu yüzden et ürünlerinin daha kolay sindirilmesi, içindeki besin ögelerinin daha fazla emiliminin sağlanması için bir çalışma yaptık. Et ürünlerinde limon ve portakal liflerinden yararlandık. Sucuk, salam ve sosis gibi kırmızı et ürünlerinde limon lifi, tavuk eti ürünlerinde ise portakal lifi kullandık. Limon ve portakalın kabuğunun altında bulunan beyaz lifli bölümü kattık. Turunçgiller sayesinde et ürünlerini liflendirmiş olduk.”

Ürünlerde yüzde 4-5 civarında bir katkı bulunduğunu ifade eden Karakaya, bu durumun sağlıklı beslenme açısından önemli olduğunu söyledi.

Lifli gıdaların bağırsakları çalıştırdığını dile getiren Karakaya, “sindirim sistemini destekliyor. Suyu tuttuğu için tokluk hissi veriyor, aşırı yemeyi önlüyor. Yani biz kepekli sucuk gibi bir şey üretmiş olduk. Ayrıca bu tür et ürünleri kabızlığı da önlemiş olacak. En önemlisi de lifler, ette bulunan mineral gibi önemli maddelerin emiliminde önemli rol oynayacak” dedi.

Karakaya, bu araştırmalarının yurt dışı ve içinde yayınlanan bazı bilimsel dergilerde yer aldığını ve ilgi gördüğünü belirterek, çalışmalarının Türkiye’de ilk olduğunu kaydetti.

Prof. Dr. Mustafa Karakaya, laboratuvar ortamında ürettikleri bu mamuller konusunda, istedikleri takdirde ticari üretim yapan firmalara katkı sağlayabileceklerini sözlerine ekledi.
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Salepin tek faydası öksürüğe mi?

Salepin tek faydası öksürüğe mi?

Kış aylarının vazgeçilmez içeceklerinden olan salep, kronik ishali kesiyor, soğuk algınlığına ve öksürüğe iyi geliyor...

BURSA - Uludağ Üniversitesi (UÜ) Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Utku Çopur, dondurma üretiminin yanı sıra soğuk kış günlerinde tüketilen ve yüzyıllardır kullanılan bir içecek olan salebin, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde doğal olarak yetişen bazı orkidelerin yumrularından elde edildiğini belirtti.

300370.jpg


Salebin, soğuk günlerde vücudu sıcak tutan, soğuk algınlığına karşı direnç veren, özellikle sütle hazırlandığında besleyici, geleneksel bir içecek olduğunu ifade eden Çopur, salebin kronik ishali kesici etkisinin bulunduğunu vurguladı.

“AFRODİZYAK ETKİSİ DE VAR”
Çopur, salebin yapıldığı orkide yumrularının içinde bulunan bazı maddelerin, boşaltım sistemi hastalıklarında tedavi edici özelliği bulunduğuna dikkati çekerek, şunları söyledi:
“Salebin bağırsak rahatsızlıklarına, soğuk algınlıklarına ve öksürüğe karşı etkileri halk arasında çok eski dönemlerden beri bilinmekte ve bu içecek yaygın olarak kullanılmaktadır. Ayrıca afrodizyak etki göstermektedir. Türklerin saleple tanışması çok eski dönemlere rastlamaktadır. İslamiyetin kabulüyle birlikte, İslam dininin yasakladığı şarap ve kımız gibi alkollü içkilerin yerini boza, şıra ve salep gibi alkolsüz içecekler almıştır. Şıra daha çok yaz aylarında tercih edilirken, boza ve sıcak servis edilen salep kış aylarında içilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahlar için hazırlanan kuvvet macunlarına zencefil, kişniş, sinameki, çörekotu, Hindistan cevizi, anason gibi birçok şifalı bitkinin yanı sıra salep de eklenmekteydi. Yine o dönemde kış aylarında sokaklarda güğümlerle salep satılmakta, büyük ve kulpsuz porselen fincanlarda salep içilmekteydi.”

“1 KİLO KURU SALEP İÇİN 2 BİN 600 ORKİDE”
Prof. Dr. Çopur, botanik uzmanlarının, dünya tıbbi bitki ticareti sıralamasında 3. sırada bulunan Türkiye’de, salebin, doğal ortamlarının tahrip edilmesi ve aşırı söküm yüzünden yok olmaya başladığını belirttiklerini dile getirerek, 1 kilogram kuru salep elde edebilmek için ortalama 2 bin 600 civarında orkideye ihtiyaç olduğuna işaret etti.

Türkiye’de yılda 30 milyon civarında, 40 farklı orkide türü yumrusunun toplandığının tahmin edildiğine değinen Çopur, şunları kaydetti:
“Bu nedenle Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından salep ihracatı
yasaklanmıştır. Eğer, alternatif çözümler üretilmezse salep orkideleri, aşırı söküme bağlı olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Salep orkidelerinin doğal çevrelerinde bollaştırılması ve uzun vadede bu orkidelerin korunması, sorunun çözümüne katkıda bulunacaktır. Bazı türlerinin yalnızca Türkiye’de yetiştiği, geleneksel içeceğimizin ham maddesini oluşturan ve ünlü Kahramanmaraş dondurmasına katılık, esneklik ve lezzet vermesi için kullanılan, ayrıca ilaç ham maddesi olarak da yararlanılan salebin, elde edildiği bitkilerin kültüre alınıp yetiştiriciliği artırılarak yok olmasının önlenmesi, acilen ele alınması gereken bir konudur.”
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Türk bilim adamları şizofreninin şifresini çözdü

Türk bilim adamları şizofreninin şifresini çözdü

Türk bilim adamları, günümüzde kesin tedavisi olmayan ve her yüz kişide bir görülen şizofreniye, beyinden fazla miktarda salgılanan “agmatin” adlı kimyasalın neden olduğunu kanıtladı.


ANKARA - Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Tıbbi Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı Albay Prof. Dr. Tayfun Uzbay ve ekibi, şizofrenide yeni bir tedavi yönteminin kullanılabileceğini ortaya koydu. Türkiye’de patent alan buluş, yurt dışında önemli tıp dergilerinde yayımlanarak literatüre girdi.
300460.jpg


Prof. Dr. Tayfun Uzbay ve ekibi, yüksek dozda agmatin verilen farelerde şizofreninin modellendiğini ve hastalığın tedavisinde kullanılan mevcut ilaçların bu modelde hiçbir şekilde iyileşmeyi sağlamadığını belirledi.

Araştırmacılar, ABD’de tarım alanında kullanılan 3 maddenin yeni bir tedavi yöntemi olarak şizofrenide kullanılabileceğini ortaya koydu.

Bilim adamları, tıp literatürüne giren ve patent alan araştırma kapsamında, şizofreniye neden olduğu saptanan maddenin kanda tahlil edilip edilemeyeceğine ilişkin yeni bir çalışmaya da imza attı.

GATA Ocak 2009 Haber Bülteni’nde, “çalışmanın TÜBİTAK destekli olduğu ve patent alınmasının ardından araştırma sonuçlarının ‘European Neuropsychopparmacology ve Journol of Psychopharmacology’ isimli dergilerde yayına kabul edildiği” belirtildi.

ŞİZOFRENLERDE REALİZASYON YAPILAMIYOR
Uzmanlardan alınan bilgiye göre, hezeyanlar ve paranoid düşüncelerle kendini gösteren şizofreni, dışardan gelen uyarılar beyinde realize edilemediği ya da yanlış kodlandığı için, kişi konuya ilişkin doğru bir değerlendirme yapamıyor.


Sağlıklı kişilerde iletişim esnasında kurulan sözlü ya da davranışsal uyarılar, beynin içindeki duygu ve düşünceleri yönlendiren kısımda realize ediliyor ve sinir ağları aracılığıyla beyin kabuğuna iletilerek uygulamaya sokuluyor. Sistem doğru işlemediğinde, uyarı dış katmana hatalı gidiyor ve realizasyon yapılamıyor. Bu nedenle şizofreni hastası “Bana bakıyor, benimle ilgili planları var ya da beni öldürmek istiyor...” gibi düşünceler içine giriyor. Bu durumun, ağırlaşması halinde de kişi gerçekte var olmayan kişilerle konuşmaya başlıyor, kendini çeşitli hayallere inandırıyor ve hezeyanlar içine giriyor.

Şizofreni tedavisinde günümüzde kullanılan ilaçlar ise bunları dengeliyor ancak kesin iyileşme sağlamıyor. Hepsinden önemlisi hastalığın nedeni tam olarak bilinmediğinden, kullanılan ilaçların etkisi kişiden kişiye değişebiliyor. Bilim adamlarının öngörüsüne göre, ilaçlar ya bu semptomları bastırıyor ya da onarıyor. Vakaların çoğunda ya ömür boyu ilaca bağımlılık ortaya çıkıyor ya da ilaca rağmen semptomlar devam ediyor. Özellikle hezeyan dönemlerinde intihar oranlarının oldukça yüksek olduğu belirlenen şizofreni hastaları, bu dönemde yakın çevresine de zarar verebiliyor.

PROJE BAŞLATILDI
Çalışmaya imza atan GATA Tıbbi Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı Albay Prof. Dr. Uzbay başkanlığında Doç. Dr. Gökhan Göktalay, uzman Dr. Hakan Kayır ile uzman Dr. Murat Yıldırım, alkol-nikotin-eroin gibi maddelerin etkilerini deney hayvanları üzerinde araştırıyor.

Araştırmacılar, yaptıkları çalışmalarla madde bağımlısı yapılan farelerle şizofreni hastalığı arasındaki ilişkiyi ele aldı ve “Alkol ve madde bağımlılığı ile şizofreninin nörobiyolojik temellerinin araştırılması” adlı projeyi başlattı.

Projede, araştırmacılar madde bağımlısı yapılan hayvanlarla, şizofreni modellenen hayvanların beyinlerindeki ortaklıkları ve ilaçların madde bağımlılığı tedavisinde kullanılıp kullanılamayacağını, madde bağımlılığı yapan bazı maddelerin de şizofreniyi tedavi edip edemediğini inceledi.

KİMYASAL MADDE VERİLEN FARELER ŞİZOFREN OLDU
Proje kapsamında GATA’lı araştırmacılar, 5 yıl süren araştırmaları sonunda şizofreni modellenen fareler üzerinde yaptıkları incelemelerde önemli bulgulara ulaştı.

Çalışmada laboratuvar ortamında alkolik yapılan farelere ayrı ayrı deneylerde şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçlar ve beyinden salgılanan “agmatin” isimli kimyasal bir madde veriliyor.

Araştırmacılar, deneylerde yüksek dozda agmatin verilen hayvanlarda, şiddetli şizofreni belirtilerini saptadı. Farelerde, şizofreni ilaçları verildiğinde de iyileşme sağlanamadığını ortaya koyan araştırmacılar, agmatinin şizofreni yapabilecek önemli bir etken olduğunu saptadı.

Türk araştırmacılar, bu durumun kullanılan şizofreni ilaçlarında tam başarı elde edilememesinin nedeni olabileceğini de ortaya koydu.

Prof. Dr. Uzbay ve arkadaşları ayrıca agmatin oluşumunu engelleyen ve halen ABD’de tarımda parazit ve mantar öldürücü olarak kullanılan üç kimyasal maddenin veya buna benzer kimyasalların toksisite değerlendirmeleri yapıldıktan sonra şizofreninin tedavi edilmesinde denenebileceğini de öngördü.

Bu kapsamda Uludağ Üniversitesinde yürütülen “Kan analizi ile agmatin tayini yapılabilir mi?” çalışmasının sonuçlanmasıyla da hezeyan dönemlerindeki şizofreni hastalarında agmatinin artıp artmadığı araştırılabilecek.

Öte yandan, şizofreni tanı ve tedavisinde çığır açacak olan buluşa ilaç firmalarının da ilgi göstererek klinik araştırmalar için kaynak aktarması, altyapısı uygun araştırma merkezlerinde klinik öncesi ve sonrası faz çalışmalarının yapılması gerekiyor.

PATENT ENSTİTÜSÜ NE DİYOR?
Türk bilim adamları, bu önemli buluşlarıyla Türk Patent Enstitüsünden (TPE) patent aldı. Çalışmaya Avusturya Patent Enstitüsünden de “uluslararası incelemeli patent” verildi.

TPE Başkanı Başkanı Prof. Dr. Habip Asan da Prof. Dr. Uzbay ve ekibinin 31 Ekim 2007’de “Şizofreni Tedavisi İçin Yeni Bir Farmasotik Bileşik” başlıklı başvuru yaptıklarını belirterek, patentin 21 Ocak 2009’da yayımlanan Resmi Patent Bülteninde ilan edildiğini bildirdi. Asan, “Verilen bu patent, başvuru tarihi olan 31 Ekim 2007 tarihinden başlamak üzere 20 yıl süre ile geçerli olacak” dedi.

Sağlık alanındaki patentin önemini vurgulayan Asan, çalışmanın “madde bağımlılığı ile şizofreni arasında biyolojik bir benzerlik olması düşüncesi, bu hastalıklardan biri için kullanılan ilaçların diğeri için de yararlı olabileceği fikrinden doğduğunu” belirtti. Asan, çalışmayla ilgili şu bilgileri verdi:
“Çalışmada agmatinin morfin ve alkol bağımlılığı üzerine olumlu etkileri göz önüne alındığında şizofreni modelinde de olumlu etkiler oluşturabileceği öngörülmüş ancak agmatinin şizofreni belirtilerine neden olduğu gösterilmiştir. Buluşun amacı, agmatin ile şizofreni arasındaki bağlantıyı göstermek suretiyle şizofreni tedavisinde kullanılmak üzere yeni bir farmasotik terkip, sözü geçen terkibin farmasotik olarak kabul edilen türevleri ve farmasotik olarak kabul edilen tuzlarını elde etmektir. Buluşun bir diğer amacı ise agmatin ve şizofreni arasındaki doğrusal ilişkiye dayanarak şizofreni tanısı için yeni bir yöntem ve bu yönteme uygun kanda ve beyinde agmatin düzeyini hızlı ve doğru bir biçimde ölçmeye yardımcı olabilecek bir kit veya düzenek geliştirmektir. Bu amaçla, agmatin ve şizofreni arasındaki bağlantıyı gösterir çalışmalar gerçekleştirilmiştir.”



fare şizofren olunca heryerden kedi gelecekmiş gibi hisse kapılıp tedirgin oluyomuş. şizofren belirtileri gözlenmiş işte merak edilecek ne var bunda
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Aşk bir hastalık mı?

Aşk bir hastalık mı?

Aşk, yaşanabilecek en karmaşık ve iz bırakan duygu durumlarından birisidir.

İSTANBUL - Bayramlar, doğum günleri ve yıldönümlerinden sonra modern pazarlama tekniklerinin yaşamımıza kattığı vazgeçilmez kutlamalardan biri de “Sevgililer Günü”, diğer adıyla St.Valentine Günü”. Amerikan Hastanesi Uyku Bozuklukları Kliniği Şefi Dr. Sabri Derman, romantik aşkın bir hastalık olmadığını; yakın çevremizle ilgili farkındalıklarımızın keskinleşmesinde, sosyal farkındalığımızın artmasında, varlığı ve yokluğu ruhumuzun balansını en derinden bozan öğe olan aşk hayatımızı yeniden irdelememizde çok yararlı bir rol oynadığını belirtiyor.

Nasıl evlilik yıldönümleri beraber geçmiş ve geçmemiş zamanların yeniden değerlendirilmesine, yılbaşları daha çok iş ve sosyal yaşamımızın gözden geçirilmesine, doğum günleri yaptıklarımızla yapacaklarımız hakkındaki perspektif ayarlamalarına vesile oluyorlarsa “Sevgililer Günü” de, sevdiklerimizi ve sevemediklerimizi düşünmemize yol açıyor. Psikolojik anlamda bu özelleştirilmiş günler, bizim kendimiz ve yakın çevremizle ilgili farkındalıklarımızın keskinleşmesinde, sosyal farkındalığımızın artmasında, çiçek, çikolata, yemek, tiyatro, mum, hafif müzik, tütsü, kırmızı iç çamaşırı gibi rutinlere ilaveten, varlığı ve yokluğu ruhumuzun balansını en derinden bozan öge olan aşk hayatımızı yeniden irdelememizde çok yararlı bir rol oynuyor.

Son yıllarda dinamik görüntüleme tekniklerinin yardımıyla sadece beyin yapılarının değil, işlevlerinin de renkli resimler ve kliplerle belirlenebilmesi, iki kulağımızın arasındaki 1.350 gramlık et parçasının fiziksel olduğu kadar duygusal alanda da ne denli olağanüstü karmaşık bir yapıda olduğunu bir kere daha ortaya koyuyor.

“Aşka dair” konularda sürpriz sayılacak gelişmelerden bazıları, kadın beyninin gerçekten daha küçük olmakla beraber en az erkek beyni kadar mükemmel olduğunun bunu da gramajdan kaybettiğini “verimli çalışmayla” dengelediğinin gösterilmesi, anatomik yapı olarak, sinir hücresi yoğunlukları, sinirlerarası kimyasal ileticilerin cins ve miktarlarındaki dağılım farklılıkları ve nihayet bilgiyi alma, işleme, depolama ve geri-çağırma konularındaki işlevsel farklılıklar gösterilebilir. Kadınlarla erkeklerin beyni hem yapısal hem işlevsel olarak farklılıklar gösteriyorlar çünkü bazı farklar onların biyolojik olarak üstlendikleri görevleri daha iyi yerine getirmelerini sağlıyor.

İnsanların aşık olacakları ve/veya eş seçecekleri insan hakkında beyinlerinde taşıdıkları şablonların 2 ile 8 yaşlar arasında oluştuğu düşünülüyor. Bu özellikler sadece yakınlarında olan anne, baba, kardeş, bakıcı, akraba, öğretmen, arkadaşlar tarafından değil, sinema, TV, dergi vb. kaynaklarda rastladıkları ve etkilendikleri sanal kişilerle de belirleniyor. Beynin derinliklerinde birçok farklı alanda depolanan bu sevgili/eş resmine uygun bir kişiye rastlayınca, şimdi beyinde romantik aşk dediğimiz bir “kimyasal heyelan” ortaya çıkıyor. Basit bir tetiklenme değil bu! İlk etkileri saniyeler, dakikalar içinde (yıldırım aşkı), daha karmaşık etkileri günler, haftalar içinde beliriyor ve beynimizde - zorlama bir ayırım yaparsak bir çok farklı duygusal ve bedensel olayı harekete geçiriyor. Bunların en önemlileri, otonomik sistemimizi canlandıran dopamin ve noradrenalin salgılarının artması. Testosteron hormonunun artmasıyla artan sex dürtüsünün aksine bunlar, bedensel ve duygusal bir ödüle ulaşma konusunda beynin ve vücudun hedefe kilitlenmesini ve ona ulaşmak için biyolojik anlamda “gaza basmasını” sağlıyor. Kalp atışları hızlanıyor, ateş basmaları, terlemeler oluyor, iştah azalıyor, sevgili dışında herşey ve herkes giderek önem ve açıklık kazanıyor. Konsantrasyon saplantıya varacak düzeylere çıkıyor, uyku kaçıyor, aşık olunan dünyanın en akıllı, güzel, sevimli, iyi huylu bulunmaz hazinesi haline getirilirken bütün olumsuz özellikler beyin tarafından filtreleniyor, çarpıtılıyor ve bastırılıyor. Bu süreç içinde aşık olunana ulaşamama, sadece ulaşma dürtülerini daha da arttırmaya, yanmaya tutuşmaya sebep oluyor. Tahmin edileceği gibi, biyolojik bir sistemin yemeden içmeden uyumadan kısıp metabolizmasını ve beyin faaliyetlerini tek bir kişide yoğunlaştırması uzun süreli olamaz. Bu noktada iki olasılık var: Birincisi sevgiliye ulaşmak, birlikte olmak, birlikteliği sürdürmek ve bunun sonucu “motorun turunu düşürmek” ikincisi, ilgiyi hastalıklı bir saplantı haline getirmek, yıkıcı ve zarar verici fikirleri giderek arttırmak ve sonunda sevgiliye ve kişiye zarar verecek akıl hastalığı düzeyine vardırmak. Cinayetler, intaharlar, yakmalar, yıkmalar bu aşama ortaya çıkan çaresizliklerin olumlu yoldan çözümlenememsi halidir. Eğer sevgiliye ulaşılırsa beyinde farklı hormonlar, oksitosin ve vazopressin gibi kimyasallar, çiftin “aşkın ateşinden” çıkıp, zamanla “oda ısısında” bir sevgiye, güvene ulaşmalarına , karşılıklı saygı ve bağlılığa ulaşmış bir çift olarak çok uzun yıllar beraber olmalarını sağlıyor. Bütün bu anlattıklarım hem insanlardaki laboratuvar testleriyle, hem de hayvanlar aleminde yaşayan bazı tek eşli hayvanlarda yapılan deneysel yöntemlerle ortaya konmuş bulunuyor.

Aşk konusundaki anlaşılmazlığın temelinde, sanırım, kavram kargaşası yatıyor. Seks, şehvet, arzulama, üreme dürtüsü, sosyal statü aracı olarak seks alma ve verme, toplumsal baskınlık için elde etme, elde tutma ve elden çıkartma gibi çok farklı duygusal durumlar için “aşk” kelimesi kullanılıyor. Cuma akşamından Pazartesi sabahına “aşklar” yaşanıyor, yenisi bulunana kadar seviyeli beraberliklere giriliyor, ve bunların hiçbirisi “romantik aşkı” tarif etmiyor.

Aşkın biyolojik önemi ve temel işlevi, evrim süreci içinde ortaya çıkan ve bizi akıllı maymunların çok ötesinde yaratıklar haline dönüştüren beyin gelişmesi ile ilgili. Bence romantik aşk olmasaydı insan neslinin sürmesi mümkün olmazdı. Bizi nesli tükenmiş maymunsu/insansı diğer primatlarda ayıran en kritik evrimsel sıçrama, üreme yaşına gelmiş insanlar arasında ortaya çıkan “mucizevi” aşk duygusu ve bağlılığıdır. Atalarımızın dört ayaktan vazgeçip ayağa kalkmasının bedeli olarak doğum kanalının küçülüp uzamasına yol açan sürecin, bir yandan beynin büyüyüp özelleşmesine olanak sağlarken, tam gelişmiş büyüklükte bir beyni olan çocuğun normal yoldan doğumunun olanaksız hale gelmesi, nesil tüketecek bir sorun yarattı: Yüzbinlerce yıl öncesinin mağra koşullarında aylarca gebe, sonra aylarca-yıllarca aciz bir bebek bakmakla yükümlü olan bir annenin, kendisini ve yavrusunu koruyup besleyecek bir “partner” bulmaya ve elde tutmaya ihtiyacı var! Bu ikilinin, bizim şimdiki babalık kavramı ve bilgilerinin olmadığı bir çağda, seks, şehvet, sosyal üstünlük kanıtlama gibi katma getirileri olmadan birbirine ve yeni doğan bebeğe yıllarca (yaklaşık 3 yıl kadar) “karşılıksız” bakmaları ancak son derece güçlü ve özverili bir duygusal ilişkiyle olur. Bu ilişkiyi yönlendiren duygular ve bunları yöneten fizyolojik sistemler, tıpkı gebelik, doğum, erkenlik, menapoz gibi doğal yaşamın doğal süreçlerinden biri olan Aşk’tır. Ne hastalıktır, ne anormallik. Her insanda biraz farklı ortaya çıkan ve gelişen bir insanlık halidir. Son 8-10 senede evrimsel gerekliliğinden uzaklaşıp daha çok duygu zenginlikleriyle bezenmiş olsa da, aşk yaşanabilecek en karmaşık ve iz bırakan duygu durumlarundan birisidir. Üstelik bu haliyle aşk, üreme fizyolojisinin ve neslin sürdürülme dürtülerinin çok üstünde farklı bir düzeye çıkmıştır önbeynimizin gelişmesi sayesinde. Üstelik duygu ağırlığı üstün bu tutkular, sevenler arasındaki cinsiyet, yaş, sosyal statü, ırk, din gibi farklılıkların da üstesinden gelebilecek bir güce ulaşmıştır. Montaigne’nin dediği gibi “Her insanda insanlığın her hali vardır”, bu nedenle de insan sayısı kadar çeşitli aşk vardır, her aşk eşsizdir, kendi içinde herbirisi güzel ve saygıdeğerdir. Marifet yargıcı olmadan bu duyguyu dürüstce ve alabildiğine yaşamak, değerini bilmek ve anısına saygı gösterebilmektir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt