Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Posta Kutuma Gelenler ! (1 Kullanıcı)

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
35. İman, hayatın bütün safhalarına nüfûz eder

İman gücü sanıldığı gibi, yalnızca kerâmet/olağanüstü hâl göstermede veya ibadetleri îfâ hususunda kendisini göstermez.
O, öyle bir enerji, iksir veya güç kaynağıdır ki, hayatın bütün safhalarında, bütün olaylar karşısında tezâhürünü gösterir.

Evvelâ, olumlu duyguların yükseltilmesinde gücünü icrâ eder.

İkinci olarak, olumsuz duyguları dizginler.

Muhteşem bir güç kaynağı olan tahkîkî iman, ruhumuza/duygularımıza muhteşem bir enerji pompalar. Kabiliyetlerimizi inkişâf ettirir.
Tıpkı elektrikli bir ev âletinin fişini prize takmak gibidir. Elektrik, bir taraftan ışık verirken, sobada ısıtır, buzdolabında soğutur, fırında pişirir, vantilatörde/pervanede serinletir, süpürgeyi çalıştırır vesâire... Binlerce değişik ve tam zıddı cihazlarda fonksiyonunu icrâ eder.

İman, bir taraftan ibadet etme gücü aşılarken, aynı zamanda sevgimizin dalgaboylarını güçlendirir ve yaygınlaştırır. Adeta, kâinatı kaplayacak mahiyet kazandırır.
Meselâ duâ eden bir kalp, anlar ki, sonsuz kudret ve zenginlik Sahibi onun kalbinden dahi geçenleri işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczini giderir, fakirliğine imdad eder.

Son derece aciz ve fakir olan insan; imanın tezahürü olan duânın gücüyle, rahmet hazinesine ve tükenmez bir kuvvet kaynağına ulaşır.
Bütün varlıkların duâlarını kendi duâsına katarak muhteşem bir güç elde eder. 1

Diğer taraftan iman, olumsuz olaylar karşısında direncimizi arttırır, hastalıklar karşısında moralimizi yükseltir.
Öte yandan stresi ve dolayısıyla bazı hastalıklara düşmemizi engeller. Bütün psikosomatik hastalıklarımızı tedavi eder.

İman, duygu kontrolünü de temin ettiğinden, olumlu hasletlerimizle olağanüstü hâller gösterirken; olumsuzlarını mecrâlarına yönlendirme gücü verir.
Nefsimizi kontrol etme mahareti kazandırır. Dolayısıyla günahlara, harama karşı direnç aşılar.

Kalbimiz, bütün kâinatla ilgilidir. İmanın mahallî kalptir.
İman, kâinattaki bütün gayb/metafizik âlem ve onların sakinleriyle de iletişimimizi sağlar. Böylece iman, şuurlu tefekkür, ibadet, zikir ile kâinat Hâlıkının ve İdarecisinin sonsuz gücüyle irtibata geçilir.
Dolayısıyla iman, akıl, zekâ, kalp gibi his ve duyguları inkişaf ettiriyor, duyarlılıklarını arttırıyor.

Meselâ, iman, niyetimize farklı bir boyut kazandırır.
Tıbbın keşifleri arasındadır: Soğan soyarken oluşan gözyaşı ile duygusal gözyaşlarının protein yapıları farklıdır. 2
Teslimiyet, rıza, olumlu niyet iman gücünden beslenirse; stresi ortadan kaldırır, hastalıklarımızı bile tedavi edebiliriz.

İşte, iman gücüyle dökülen veya içimize akıtılan gözyaşlarının protein yapıları elbette olumlu ve güzel olacaktır.
Buradan kıyasla hareket edersek; nasıl ki, kötü söz, tehdit, küfür, bizi endişeye, korkuya, heyecana vs. sevk ederse ve bedenimizde tahribât yaparsa; iman enerjisi yüklü güzel söz, müjde, sevgi, ümit verir, moralimizi yükseltir, enerji kaynağı olur.

İflâs, işini veya çok yakınını kaybetme kimi zayıf karakterli insanları intihara sevk eder.
İman gücü, intiharlara giden yolları kapatır.
Alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların pençesinden kurtarır. Günahlara dalmaktan insanı korur.


Dipnotlar:

1- Sözler, s. 288.

2- Stresi Mutluluğa Dönüştürmek, s. 165.


( Ali Ferşadoğlu - Yeni Asya Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Bugün '' AREFE - Diriliş Günü ''

Bugün '' AREFE - Diriliş Günü ''

36. BUGÜN ARAFE, DİRİLİŞ GÜNÜ…

Hacılar, bembeyaz kar taneleri gibi, yağacak bugün Arafat’a...

Bütün diller, kalplerinden yarılarak çıkan kelimelerle konuşmaya başlayacak.
Dünyanın bütün dilleri ve dünyanın bütün renkleri, nehirlerin denizlere aktığı gibi, özlemle koşacaklar duaya...

Kalplerin inşırahıdır bugün.
Herkes, kendini ve kainatı şerh ederek girecek tefekkür denizine.
Göklerin altındaki büyük hacılar kalabalığı, yerlerin üzerindeki yapayalnızlığını aklından geçirecek.
Gökler yerlere, yerdekiler göklere bakacak.
Ve sükunetle, kalbini vakfedecek bugün hacılar, Rablerine...

Tüm evlerden hatta Allah’ın Ev’inden bile, çıkma ve ayrılma vakti bugün.
Bugün gurbet hakkında düşünmenin, sıla ve anayurt için özlem çekmenin günü. İndirildiğimiz dünyanın, eğreti bir yolculuk limanı olduğunu fark ediş günü.
Bugün Furkan Günü. Ölmeden evvel, öteler hakkında, ölümlü dünyadan ölümsüz dünyaya geçiş hakkında, düşünmenin günü...

Bugün dünyanın geçiciliğini, ev’lerin ve sevgililerin, ancak ve ancak gurbet yaramızı ve ayrılık kanamalarımızı biraz olsun, durdurabilmek için türettiğimiz duraklar olduğunu, hatırlamanın günü.
Bugün, evden çıkma günü, zincirlerimizden kurtulma günü... Aslen evsizliğimize yüz değdirmenin günü.
Allah içiniz ve Allah’a dönücülerden demenin günü...
Evsizliğin ve mahşerin provası.
Bugün, kendi kendimizden çıkma günü...

Kefen, kundak ya da ihram...
Yeni doğmuş bir bebekle, birazdan toprağa verilecek ölüyü aynı anda duyumsamanın günü.
Bugün ihram günü.
Bugün tüm dünyalık dayanaklardan vazgeçmenin günü.
Bugün yolculuk günü...
Bugün, istasyona taşınma günü...
Kıyametin sanki tiyatrosudur bugün. Yerler düzelmiş, dağlar tükenmiş, meydanlar açılmıştır kullara, her yan arsa, her yan meydandır bugün...

Bugün hacılar, ses’ten başka bir şey değildir sanki...
Avuçlar kalplerle birlikte açılır Rabbe... Ve sesler, sesler...
Bir rüzgar gibi inleyerek döne kıvrıla göklere çıkan sesler. Avazın tırmanışı, gönül tellerinin titreyerek yakarışı...

Bugün hacıların miracı, “Emret Allahım, kullarınız, geldik, buyur Emret” diye ağlayan milyonlarca Mü’min’in nimet tacı...

Bugün Arafat, marifet günü, irfan günü, görmediğimizin, göremediklerimizin hasret yolu, gerçekten hakikate geçmenin yolu...

Bugün bekleme günü...
Afvı bekleme, affedilişi umma, Sen’den başka gidecek kapımız yok Ya Rabbi diyerek, yönünü, gönlünü Allah’a açma günü...

Bugün akın etme günüdür, cevelan etmenin, koşmanın, yüreği Rabbe açmanın günüdür...

“... Sonra insanların (topluca) akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 198-199)”


İşini bırak, gayreti bırak, tasayı, elemi, kederi, savaşı ve barışı, kısacası normal dediğin her şeyi bırak...
Bugün, Rabbinle selamlaşma, ahitleşme günüdür.

Bugün öleceksin ve öldüğün yerden, yeniden doğacaksın.
Bugün diriliş günü, bugün günlerden arefe...

Rabbimiz bize hidayetini yolla, bize kurtuluşu nasip et.
Kendine kul, Resulüne ümmet eyle.
Bizi affeyle... Ne olur!

( Sibel Eraslan - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
37. Arefe gününün en önemli mesajı

Bu kutsal zaman ve mekanda, bundan böyle hiç kimseye haksızlık yapmayacağımıza ; kul hakkı yemeyeceğimize ; hayatımızı ALLAH Teâlâ'nın koyduğu sınırlar içerisinde sürdüreceğimize ; Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin örnek ahlakını izleyeceğimize ; İslâm'ın izzet ve onuruna uygun davranacağımıza ; haksızlıklara arka çıkmayacağımıza ; kul ve insan haklarını koruyacağımıza ve onları ihlal etmeyeceğimize ; yetim ve kimsesizin hakkını gözeteceğimize ; velhasıl iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olacağımıza söz vermeliyiz.

İşte Arafat bu sözleşmenin mekânıdır ve bu büyük misâkın zamanıdır.
Bunlara tek tek söz verip, sözümüzün arkasında durabilecek miyiz?
Durabileceksek emin olun, Arafat hepimiz için milat, yeni bir başlangıç olacaktır.
Zaten şu an üzerimizde bulunan ihrâm elbisesi, bu sözleşmeyi kabul etmenin simgesidir.

Arafat af, mağfiret, şükür, zikir dua ve yalvarış-yakarış günüdür.
Bugün, ihlasla yapılacak duaların geri çevrilmeyeceği bir gündür.

Arafat, dualarımızın arşa yükseldiği ve kabul edildiği, böyle bir ilahi iltifata mazhar olduğumuz bir gündür.
ALLAH Teâlâ'nın huzurunda, kıyamette mahcubiyete, boyun büküklülüğüne sebep olabilecek günahlarımızdan af dileyip temizlendiğimiz gündür.
Arafat, duaların taçlandığı mekân, yalvarış ve yakarış günü, kulluk sorumluluğunu tam bir yükleniş ve bu konuda Rabb'e kesin bir söz veriş anıdır.

Hac görevini ifa eden kimselerin ALLAH Teâlâ katındaki değeri çok yüksektir. Arefe günü hac ihrâmıyla Arafat'ta bulunmak, bir Müslüman için en büyük nasiplerden biridir. Çünkü, bu kutsal yerde ve bu mübarek zaman diliminde yapılan dua ve ibadetler geri çevrilmez.

Yüce Rabbimiz bizi çağırdı, biz de geldik.
Şayet o nasip etmeseydi bizler burada olamazdık. Madem ki O, bize buralara gelmeyi nasip etti ve bizleri misafiri olarak kabul buyurdu, öyleyse inanıyoruz ki misafirlerinin meşru ve samimi isteklerini asla reddetmeyecektir. Çünkü O'ndan daha iyi misafirlerine ikramda bulunabilecek birisi olabilir mi?

İşte bu inanç ve duygularla, Arafat'ta gönlümüzü her türlü dünyevî düşüncelerden arındırarak, bütün samimiyetimizle ALLAH Teâlâ'ya yönelmeli, el açıp yalvarıp yakarmalı, bilerek-bilmeyerek, isteyerek-istemiyerek yaptımız günahları hatırlayıp göz yaşları içinde tevbe etmeli, af ve mağfiret dilemeli, kendimiz, annemiz-babamız, çocuklarımız, kardeşlerimiz, akraba ve arkadaşlarımız, memleketimiz ve tüm İslâm alemi için içtenlikle dua etmeliyiz.

Arafat, bir tarağın dişleri gibi eşit olmanın bilincinin fiilî olarak ve eşitlik, kardeşlik ruhunun zirvede yaşandığı bir gündür.
Dilleri, ırkları, renkleri ve kültürleri farklı, fakat imanları ve gönülleri bir; milyonlarca Müslümanın bir araya geldiği bu büyük günde, âdeta kefene bürünmüş vaziyette hac ihrâmıyla Arafat'ta bulunmak, Mü'minler denizinde bir damla olabilmek ne büyük bir mutluluktur.
Bugün, ayrılıkları ve gayrılıkları kalbimizden silmiş olarak Arafat'tayız.
Hepimizin Hz. Adem (A.S.)ın çocukları olarak ALLAH Teâlâ'nın huzurunda eşit olduğumuzu, topraktan yaratıldığımızı ve toprağa döneceğimizi bilerek, kıyameti ve mahşeri hatırlatan ihrâmlarımız içinde Rabbimize dönüşün arefesindeyiz.

Arafat, âdeta mahşerin bir provası, kimsenin kimseye faydasının olmadığı mahşer ve mizanı hatırlama, ALLAH Teâlâ'nın huzurunda durmayı ve hesaba çekilmeyi idrak etme, üstünlüğün mevki-makam, servet vb. şeylerde olmayıp sadece takvada olduğunu kavrama günüdür.

Arafat nefis muhasebesi yapma günüdür.
İnsanlığımızı ve Müslümanlığımızı sorgulama günüdür.
ALLAH Teâlâ'nın emir ve yasaklarına, Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin örnek ahlâkına ne derece uyabildik? İslâm'ın güzelliklerini ne derece hayatımıza geçirebildik?
Bugün bu sorular üzerinde de bir hayat muhasebesi yapma günüdür.

Arafat, sabır ve metanet günüdür.
Burada sabır ve metanet yüklenmeliyiz. Çünkü ALLAH Teâlâ sabredenlerle beraberdir.

Arafat, Peygamberlerin tevhit ve tebliğ mücadelesini, örnek hayatlarını ve teslimiyetlerini hatırlama günüdür.
Üzerimize çokça titreyen, bize son derece merhametli olan Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şefaatini hatırlama, O'nun mahşer gününde sığınacağımız gölgesinin serinliğini şimdiden hissedebilme günüdür.

( Mehmet Talu - Milli Gazete )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Allah'u teala razı olsun...
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
38. Mülkün gerçek sahibi


İslam dininde iktisat, tasarruf vardır, ancak ‘malı yığıp biriktirme’ yoktur.
İnsanlar yığdıkları mallara değil rızıkları, nimetleri adalet, hikmet ve rahmet içinde taksim edip herkese nasibini veren Yüce Allah'a güvenip dayanırlar.
İman edenler her konuda olduğu gibi, maddi konularda da yalnızca Allah’a tevekkül ederler; buna karşılık O da onlar üzerindeki rahmetini, bereketini artırır.
İnfak ibadetindeki bu bereket bir ayette şöyle ifade edilir:

" Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat artırır. Allah , ihsanı bol olandır, bilendir. " ( Bakara Suresi - 261 )


İnsanın yok olacak şeylere tutkuyla bağlanması ve yaşamının merkezine/hedefine koyması ne kadar akılsızca davranıştır.
Yok olacak dünyevi malları sahiplenerek, hayır yolunda kullanmayan, biriktirdikçe biriktiren, saydıkça sayan kişinin alacağı karşılık, " ... O, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. "Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. "(Hümeze Suresi, 2-6) ifadesiyle bildirilir.

Dünya hayatında mala duyulan sevgi, " Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahiddir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı çok katıdır. "(Adiyat Suresi, 6-8) ayetiyle bildirildiği gibi insanların sapmalarına neden olabilir.
Ellerindeki malı kendilerinin kazandığını zanneden, bu nedenle büyüklenen ve kendilerini müstağni gören kişilerin duydukları bu hırs ve sevgi kalplerini katılaştırır ve onları din ahlakından uzaklaştırır.

Allah’ın kimseye nasip olmayan büyük bir mülk verdiği Hz. Süleyman’ın, mal sevgisinin kaynağını şu sözlerle ifade ettiği Kur’an’da haber verilir:

"Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim... " (Sad Suresi, 32)

Hz. Süleyman, sahip olduğu muhteşem mülk nedeniyle Allah'ı övgüyle yüceltmiştir.
Samimi inanan insanlar mal ve mülke farklı açıdan bakarlar ve sahip olduklarının Allah’tan geldiğini, yine O’nun dilemesiyle gideceğini bilirler.
Bu bilinçteki mümin, kendisine mal verildiğinde büyüklenmez, kibir ve gurura kapılmaz, şımarmaz. Malları kaybetme korkusu da yaşamaz. Allah'ın vermiş olduğu tüm nimetlere şükreder ve hepsini O'nun rızası için O'nun yolunda kullanır.

Hz. Süleyman " Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin."(Sad Suresi, 35) ayetiyle bildirildiği üzere, hoşnutluğunu kazanmak ve O'nun yolunda harcamak için Allah'tan büyük bir mülk istemektedir.
Bu ayetle müminlerin Allah yolunda harcamak için büyük bir zenginlik isteyebileceklerine işaret edilir.

Mal ve mülk sevgisiyle yaşayanlar Allah'a kulluk etmek için yaşamak yerine, mal biriktirmek için yaşarlar.
Dünyevi olan her şeyin birer imtihan vesilesi olduğunun bilincinde olan müminin ise, sahip oldukları nedeniyle Allah'a olan saygısı, korkusu ve sevgisi daha da artar.

Hz. Süleyman da, benzersiz bir güce sahip olmasına rağmen, her zaman Rabb’ine karşı derin bir saygı içinde olmuş ve dine hizmet etmiştir.

Allah'ın sonsuz kudretinin bilincinde, mallarını sırtlarına yüklenmeyip binek olarak kullanan insanlar kurtuluş yollarına doğru yol alırlar.
Ve umulur ki binekleri onları Rabb’lerinin hoşnutluğuna ulaştıracaktır…


( Elif Alaca )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
39. Örnek Bir Kadın Önder : Hatice’tül Kübra


Biliyorsunuz Hazret-i Hatice, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in (sav) ilk eşidir.
Aralarında onbeş yaş fark bulunmakla birlikte, Efendimiz onu hep özlemiş,

“ Hıristiyan kadınların en hayırlısı İmrân’ın kızı Meryem, Müslüman kadınların en hayırlısı ise, Hüveylid’in kızı Hatice’dir ”

ya da

“ Dünya ve âhirette değerli dört kadın vardır: İmran’ın kızı Meryem, Firavun’un karısı Asiye, Hüveylid’in kızı Hatice ve Muhammed’in kızı Fâtıma ”

şeklinde hadislerle ilk eşini övmüş, ölümünden sonra bile akrabalarıyla yakından ilgilenmiş, hatta bu yüzden Hz. Ayşe, Hz. Hatice’yi kıskanmıştır.

Öte yandan Hz. Hatice, “kişilik” olarak, bana çok ilginç gelen bir “kadın”dır. Tabii bunun çeşitli sebepleri var:

1. Efendimiz’in peygamber olduğuna inanan ilk insan olması...
(Bazı din âlimleri, “ilk Müslüman” olma şerefini bir kadına vermeyi kabullenememiş gibi, Hz. Hatice’nin “ilk kadın Müslüman” olduğundan söz ederler; halbuki, Efendimiz’e, Hz. Hatice’den önce iman eden kimse yoktur, dolayısıyla Hz. Hatice erkekler ve kadınlar arasında ilk Müslümandır)

2. Kocasıyla aralarındaki yaş farkını kadın duyarlılığıyla telafi edip hissettirmemesi...

3. Peygamber olduğunu söylediğinde kocasını yadırgamayacak, yargılamayacak, düşünmeye bile gerek görmeyecek kadar yakından gözlemlemiş, bir anlamda hayat arkadaşını derinlemesine okumuş olması...

4. Efendimiz’e babalığı tattıran ilk kadın olması...
(İkisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocukları oldu. Sırasıyla, Kaasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah)

5. Eşine her şart altında çok güvenmesi...

6. Efendimiz’e tüm varlığıyla âşık olması...

7. Yıllarca çalışarak kazandığı servetin her kuruşunu, İslâm’ın geleceği için harcaması.

Efendimiz’e o kadar âşıktı ki, yörede geçerli adetlere meydan okuma pahasına sevdiği erkeği istemiş, O’na evlenme teklifinde bulunmuştu...
Kadının önemsenmediği, hatta kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir dünyada, hem de evlilik gibi kuralları son derece belirgin bir konuda şartları zorlamak, toplumun hışmına uğramaya sebepti.
Bu yüzden, Hz. Hatice Validemiz’in bu tavrı, erkek egemen dünyanın geleneklerine derin ve anlamlı bir meydan okuyuştu...
Hz. Hatice bunu göze alabildi:
Bu bakımdan, sadece Müslümanlığıyla değil, meydan okuyan kadınlığıyla da kadınlar dünyasında bir “ilk”tir.

Efendimiz’e öyle âşıktır ki, deve kervanıyla ticari seferlere çıktığı sıcak günlerde, “O şimdi güneş altında yanıyor” düşüncesiyle evinin damına çıkmakta, güneş altında akşama kadar oturmaktadır...
Tâ ki, onun yaşadıklarını yaşasın... Onun çektiklerini çeksin.

Meziyetlerinden dolayı İslâm Tarihi ona “Kübra” lâkabını verdi, “Hatice’tül Kübra” (Büyük Hatice) olarak andı...

Ve meziyetlerinden dolayı, 39-40 yaşlarında, başından iki evlilik geçmiş bir kadın olmasına rağmen, o tarihte 25’ini süren Son Peygamber’e eş olmayı hak etti.

Efendimiz, aldığı vahyin etkisinden titreye titreye girdiği yatakta, “Ey bürünüp sarınan, kalk ve uyar!” emrini Allah’tan alır almaz , ilk uyarısını ona yaptı: “Ben peygamberim, peygamberliğime iman et!”
Hatice Ana’mız, hiç tereddüt etmeden, düşünmek için zaman istemeden iman etti.

Her insan için, eşinin desteği kuşkusuz önemlidir, ama Âlişan Efendimiz için, o an, eşinin desteği her şeyden daha önemliydi.
Çünkü Hz. Âlişan Efendimiz öksüz ve yetimdi. Önce babasını, sonra annesini kaybetmiş, bir anlamda yapayalnız kalmıştı.
Hatice Ana’mızla evlenince, bütün sevgisini ve ilgisini ona verdi, yüreğinde oluşan sevda boşluklarını onunla doldurdu. Bu yüzden onun tarafından onaylanmak çok mühimdi. Omuzlarına binen ağır sorumluluğu taşıma gücü ve cesareti veriyordu.

Cebrail’den namaz kılmayı öğrenir öğrenmez de, yine ona koştu.
Namazı ilk ona öğretti. İlk kez ona imam oldu ve ilk cemaatle namazı onunla kıldı.

Bir gün Cebrail, Peygamber Efendimiz’e gelerek, “ Hatice’ye Allah’ın selamlarını söyle ve onu Cennet’te inciden yapılmış bir sarayla müjdele” dedi.
Resul-i Ekrem, “Ya Hatice, bu Cebrail’dir, sana Allah’tan selam getirdi” deyince, Hz. Hatice, Allah’ın selamını büyük bir memnuniyetle aldı.
Bu hadise Hz. Hatice’nin Allah katındaki değerinin çok güzel bir göstergesi ve Cennet’le müjdelenmesinin de delilidir.

Efendimiz, onunla yirmi beş yıl süren mutlu bir evlilik yaşadı.
O kadar sevdi ki, kendisinden on beş sene kadar büyük olmasına ve Araplar arasında çok eşlilik geleneği bulunmasına rağmen, sağlığında başka kadın almadı.

Hz. Hatice, nübüvvetin onuncu yılında, Ramazan ayında vefât etti (Milâdi 10 Şubat 620). Mezarı Mekke’deki Hacun Kabristanı’ndadır.


( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
40. Müslümanların aile yapısı


Muhterem Müslümanlar!

Günümüzde insanlar ızdırap ve problemlerle huzursuzluk içinde kıvranıyor.Bu olumsuzluklardan kurtulmak için çareye özellikle aileden başlamak lazım.
Bu noktada problemlerimiz çözümsüz değildir. Çünkü önümüzde Peygamber (SAV) Efendimizin İslâmî aile örneği mevcuttur.

Bu örneğe bakıp nasıl bir aile reisi, nasıl bir koca, nasıl bir baba olmamız gerektiğini öğrenip öyle olabiliriz.

Elimizde Kur'ân varken sıkıntılar içinde kıvranmamız bu imkândan faydalanmadığımızın sonucudur.
Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:

"İnsanlar ancak Allah'ın koyduğu ölçüler doğrultusunda yaşamakla mutlu olurlar."
( Râd sûresi - 28 )


Muhterem Müslümanlar!

İslâm'a göre aile:

* Anne-baba,

* Evlât ve

* Hizmetçilerden oluşur.

Bu durumu ana hatlarıyla Nûr sûresi, âyet: 58-61 tesbit eder.

Âyet, "kendi evleriniz" diye başlar, "evlât" ve "zevceler" kendi'nin içinde dâhil olduğu için onlar zikredilmez. Bu çekirdek ailedir. Kur'ân-ı Kerîm "geniş aile"yi de câiz görür.

Muhterem Müslümanlar!

Günümüz insanı, bunu şöyle dersek daha gerçekçi oluruz:
Hepimiz büyük ölçüde dünyevîleştik. Dünyayı maddî amaçlar için vasıta yaptık. Ekonomik gayretlerimiz kapitalistçe, sosyal hayatımızı egoist bir tarza sürükledik.
İbadetlerimizi baştan savma yapıyoruz. Çocuklarımızı yetiştirirken tamamen dünya hayatında başarılarını amaçlamaktayız.

Sohbet etmeyi toplum olarak unuttuk. Onun yerini televizyon seyretmek almıştır.

Ülkemizde radikal lâiklik anlayışı dindarlığı âdeta "gizlenmesi gereken bir ayıp" haline getirmiştir. Böylesi bir anlayış içinde ruh dünyamızı zenginleştirici bir dindarlık için seçilmiş çevreye şiddetle ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyacımızı bizler elele vererek karşılamak mecburiyetindeyiz...

Muhterem Müslümanlar!

Mutlu olmak için:

* Aile içi uyumu sağlayın,

* Sık sık dost toplantılarına katılın.

Bu toplantılar:

- Hafızayı kuvvetlendirir.

- Yaşlanmayı erteler.

- Sevgi ve muhabbeti artırır.

- Yaşantımıza heyecan katar.

- Aile ilişkilerimizi onure eder.

Kahvaltı ve akşam yemeklerinizi bütün aile fertleriyle birlikte yiyin. Yemeklerinizi yerken kesinlikle televizyon açmayın. Aile fertleriyle konuşarak yiyin. Bu aile fertleri arasındaki sevgiyi artırır. Kırgınlıkları giderir.

Güne erken başlayın. Sabah vaktinde aile fertlerini uyutmayın ve uyumayın.

Her akşam en az 30 dakika aile meclisini toplayın, muhabbet edin. Televizyon muhabbet düşmanıdır, ona fırsat vermeyin. Ekranları karartmadan gönülleri aydınlatamazsınız.

Hanımlarımıza ve çocuklarımıza iyi davranalım. Peygamberimiz:

"Mü'min bir koca, mü'min hanımına buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyuna bakarak ondan hoşlansın..." buyurmuştur.

Eğer huzurlu bir hayat, mutlu bir yuvada yaşamak istiyorsak Peygamberimiz gibi bir aile reisi, O'nun gibi bir koca, bir baba olmak mecburiyetindeyiz. Dindar olmak mutluluğun ilk basamağıdır.


( Mevlüt Özcan - Milli Gazete )
 

ibra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Eyl 2009
Mesajlar
6,106
Tepki puanı
12
Puanları
38
Yaş
30
Konum
Konya
'' Oglum neden hafız yada hoca olmuyor da ya topçu ya popçu olacak diyorsunuz ? ''

Teşekkürler.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
41. Müslüman Hanımların Dünyalık Hevesleri

Bir tarafta açlık sınırında yoksulluk ve sefalet içinde hayat süren Müslüman kadınların yürek yakan acı feryatları…
Diğer tarafta lüks ve konforun esiri olmuş, butik ve bujiteri mağazalarından çıkmayan mücevher ve takı tutkunu Müslüman hanımların şen-şakrak şuh çığlıkları…
Ve Müslümanların çağımız dünyasındaki iki farklı hayat arasında korkutan ve ürküten uçurum!...

Bunu doğal karşılayanlar, bu durumun sadece çağımızda değil, her dönemde var olduğunu, geçmişte de bunların yaşandığını söyleyebilir. Bu doğrudur da. Hatta, bundan daha fazla uçurumun yaşandığı dönemler de olmuştur. Mesele bu değil. Acaba bunun böyle olması, bunun doğal karşılanması gerektiği sonucunu doğurur mu? Olması gereken nedir? İşte, üzerinde durmak istediğimiz nokta budur.

Şüphesiz, sadece kadına değil, erkek ve kadın olarak insan cinsinin genç-ihtiyar hepsine; altın, gümüş, dünya ziynetleri ve nimetleri sevdirilmiştir (Al-i İmran -14).
Ancak, kadınların ziynet eşyasına ilgi, sevgi ve merakının daha fazla olduğu da bilinen bir gerçektir. Bu, biraz da yaratılıştan gelen bir özellik olsa gerektir. Çünkü, Allah Rasûlü “Erkeğin ziynetinin sakal, kadınların ziynetinin de altın (ve mücevherat)” olduğunu belirtiyor.
Ama bu sevginin ve ihtiyacın sınırı nedir?

Lâfa geldiğinde Hz.Aişe’leri, Hz.Fatıma’ları (R.Anhüma) kendilerine örnek gösteren Müslüman hanımlarımızın bugünkü yaşantıları Peygamber eşleriyle ve hanım sahabelerle ne derece örtüşüyor?
Bizzat Müslüman hanımlarımızla, eş ve kız çocuk sahibi Müslüman erkeklerimizin bunları ciddi olarak düşünmeleri gerekmiyor mu?

Şüphesiz Peygamberin eşleri ve hanım sahabeler de bizim gibi hevesleri olan, zevkleri bulunan, her biri nefis sahibi birer insandılar.
Nitekim, Hz. Peygamber Aleyhisselam’ın hanımları da, kendisinden daha fazla dünyalık, daha fazla yiyecek, giyecek ve ziynet eşyası, daha fazla refah ve konfor istemişlerdi.
Çünkü onlar, kralların ve devlet başkanlarının hanımlarının gayet lüks bir hayat sürdüklerini, her türlü nimet ve imkan içerisinde olduklarını, refah ve bolluk içinde yüzdüklerini görüyorlar, biliyorlardı.

Emsallerine bakıldığı zaman bu istekler, çok makul, haklı ve normal karşılanabilirdi. Çünkü, Hz. Muhammed aleyhisselam, Mü’minlerin hem Peygamberi(dini lideri) hem de devlet başkanı (siyasi ve askeri lideri) idi.
Öyle ise, Hz. Peygamber’in hanımlarının da böyle bir hayat sürmeleri gerekir ve olmalıdır, diye düşünülebilirdi.
İşte böyle düşünen eşlerinden bazıları Hz. Peygamber’den elbise, kimisi ziynet eşyası, kimi de daha farklı şeyler talep etmişlerdi.

Ama bu talepler, yaşantısı boyunca sade bir hayat sürmüş, geçici dünyanın ziynetine ve aldatıcı güzelliklerine değer vermeyen Hz.Peygamber’i rahatsız etmişti.
O, kendi yaşayışının ve hayat standardının, toplumun hayat standardının üstünde olmasını istemiyor, onlardan biri gibi yaşamak, hatta onlardan daha fazla sıkıntılara göğüs germek, sabrettiğini göstermek istiyordu.

Bu durumu görüp gözeten yüce Allah, sonuçta Rasûlü’nü destekleyen aşağıdaki ayetleri indirdi. Böylece, Hz.Peygamber’in yaşadığı sade ve mütevazı hayata razı olup şeref duydukları halde yaratılıştan taşıdıkları kadınca özelliklerden bazılarının açığa çıkması sonucu diğer kadınlardan etkilenerek dünyalık bir şeyler isteyen eşleri için ayet şöyle sesleniyordu:

"Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Rasûlü’nü ve ahiret yurdunu tercih ediyorsanız, iyi bilin ki Allah, içinizden güzel davrananlara büyük bir mükafat hazırlamıştır."
(Ahzab -28 /29).


Bu âyetlerden anlaşıldığına göre Hz.Peygamber’in hanımları için iki seçenek vardı:
1-Ya Allah ve Resûlü’nü seçip içinde bulundukları hayat tarzına razı olacaklar ve sıkıntılara katlanacaklar,
2-Ya da dünyalık, lüks ve konfor istiyorlarsa Rasulullah’tan ayrılıp istedikleri gibi hayat süreceklerdi.

Bu âyet indikten sonra Hz. Peygamber aleyhisselam, önce bu talepleri seslendirenlerden biri olarak Hz. Aişe validemizden işe başlamış ve ona şöyle demiştir:

"Kuşkusuz sana bir emir hatırlatıyor ve arzu ediyorum ki, anne ve babana danışmadan bu konuda acele etmeyesin."
Hz. Aişe de: "Ey Allah’ın elçisi! Nedir o emir? deyince, Hz. Peygamber ona bu ayeti okumuştur.
Bunun üzerine Hz. Aişe: "Anne ve babama bu konuda mı danışacağım! Hayır, ben Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ediyorum" demiştir. Ardından diğer hanımları da hiç tereddüt etmeden aynı tercihte bulunmuşlardır. (Geniş bilgi için bkz:İbn Kesir,Tefsir, III, 480.)

Çağdaş Müslüman hanımlarımızın önündeki seçenekler, dün olduğu gibi bugün de değişmemiştir.
Tercihimiz, dünyadaki ve ahretteki konumumuzu tayin edecektir.


( M. Emin Parlaktürk )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
41. Müslüman Hanımların Dünyalık Hevesleri

Bir tarafta açlık sınırında yoksulluk ve sefalet içinde hayat süren Müslüman kadınların yürek yakan acı feryatları…
Diğer tarafta lüks ve konforun esiri olmuş, butik ve bujiteri mağazalarından çıkmayan mücevher ve takı tutkunu Müslüman hanımların şen-şakrak şuh çığlıkları…
Ve Müslümanların çağımız dünyasındaki iki farklı hayat arasında korkutan ve ürküten uçurum!...

Bunu doğal karşılayanlar, bu durumun sadece çağımızda değil, her dönemde var olduğunu, geçmişte de bunların yaşandığını söyleyebilir. Bu doğrudur da. Hatta, bundan daha fazla uçurumun yaşandığı dönemler de olmuştur. Mesele bu değil. Acaba bunun böyle olması, bunun doğal karşılanması gerektiği sonucunu doğurur mu? Olması gereken nedir? İşte, üzerinde durmak istediğimiz nokta budur.

Şüphesiz, sadece kadına değil, erkek ve kadın olarak insan cinsinin genç-ihtiyar hepsine; altın, gümüş, dünya ziynetleri ve nimetleri sevdirilmiştir (Al-i İmran -14).
Ancak, kadınların ziynet eşyasına ilgi, sevgi ve merakının daha fazla olduğu da bilinen bir gerçektir. Bu, biraz da yaratılıştan gelen bir özellik olsa gerektir. Çünkü, Allah Rasûlü “Erkeğin ziynetinin sakal, kadınların ziynetinin de altın (ve mücevherat)” olduğunu belirtiyor.
Ama bu sevginin ve ihtiyacın sınırı nedir?

Lâfa geldiğinde Hz.Aişe’leri, Hz.Fatıma’ları (R.Anhüma) kendilerine örnek gösteren Müslüman hanımlarımızın bugünkü yaşantıları Peygamber eşleriyle ve hanım sahabelerle ne derece örtüşüyor?
Bizzat Müslüman hanımlarımızla, eş ve kız çocuk sahibi Müslüman erkeklerimizin bunları ciddi olarak düşünmeleri gerekmiyor mu?

Şüphesiz Peygamberin eşleri ve hanım sahabeler de bizim gibi hevesleri olan, zevkleri bulunan, her biri nefis sahibi birer insandılar.
Nitekim, Hz. Peygamber Aleyhisselam’ın hanımları da, kendisinden daha fazla dünyalık, daha fazla yiyecek, giyecek ve ziynet eşyası, daha fazla refah ve konfor istemişlerdi.
Çünkü onlar, kralların ve devlet başkanlarının hanımlarının gayet lüks bir hayat sürdüklerini, her türlü nimet ve imkan içerisinde olduklarını, refah ve bolluk içinde yüzdüklerini görüyorlar, biliyorlardı.

Emsallerine bakıldığı zaman bu istekler, çok makul, haklı ve normal karşılanabilirdi. Çünkü, Hz. Muhammed aleyhisselam, Mü’minlerin hem Peygamberi(dini lideri) hem de devlet başkanı (siyasi ve askeri lideri) idi.
Öyle ise, Hz. Peygamber’in hanımlarının da böyle bir hayat sürmeleri gerekir ve olmalıdır, diye düşünülebilirdi.
İşte böyle düşünen eşlerinden bazıları Hz. Peygamber’den elbise, kimisi ziynet eşyası, kimi de daha farklı şeyler talep etmişlerdi.

Ama bu talepler, yaşantısı boyunca sade bir hayat sürmüş, geçici dünyanın ziynetine ve aldatıcı güzelliklerine değer vermeyen Hz.Peygamber’i rahatsız etmişti.
O, kendi yaşayışının ve hayat standardının, toplumun hayat standardının üstünde olmasını istemiyor, onlardan biri gibi yaşamak, hatta onlardan daha fazla sıkıntılara göğüs germek, sabrettiğini göstermek istiyordu.

Bu durumu görüp gözeten yüce Allah, sonuçta Rasûlü’nü destekleyen aşağıdaki ayetleri indirdi. Böylece, Hz.Peygamber’in yaşadığı sade ve mütevazı hayata razı olup şeref duydukları halde yaratılıştan taşıdıkları kadınca özelliklerden bazılarının açığa çıkması sonucu diğer kadınlardan etkilenerek dünyalık bir şeyler isteyen eşleri için ayet şöyle sesleniyordu:

"Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Rasûlü’nü ve ahiret yurdunu tercih ediyorsanız, iyi bilin ki Allah, içinizden güzel davrananlara büyük bir mükafat hazırlamıştır."
(Ahzab -28 /29).

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre Hz.Peygamber’in hanımları için iki seçenek vardı:
1-Ya Allah ve Resûlü’nü seçip içinde bulundukları hayat tarzına razı olacaklar ve sıkıntılara katlanacaklar,
2-Ya da dünyalık, lüks ve konfor istiyorlarsa Rasulullah’tan ayrılıp istedikleri gibi hayat süreceklerdi.

Bu âyet indikten sonra Hz. Peygamber aleyhisselam, önce bu talepleri seslendirenlerden biri olarak Hz. Aişe validemizden işe başlamış ve ona şöyle demiştir:

"Kuşkusuz sana bir emir hatırlatıyor ve arzu ediyorum ki, anne ve babana danışmadan bu konuda acele etmeyesin."
Hz. Aişe de: "Ey Allah’ın elçisi! Nedir o emir? deyince, Hz. Peygamber ona bu ayeti okumuştur.
Bunun üzerine Hz. Aişe: "Anne ve babama bu konuda mı danışacağım! Hayır, ben Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ediyorum" demiştir. Ardından diğer hanımları da hiç tereddüt etmeden aynı tercihte bulunmuşlardır. (Geniş bilgi için bkz:İbn Kesir,Tefsir, III, 480.)

Çağdaş Müslüman hanımlarımızın önündeki seçenekler, dün olduğu gibi bugün de değişmemiştir.
Tercihimiz, dünyadaki ve ahretteki konumumuzu tayin edecektir.


( M. Emin Parlaktürk )

Selamün Aleyküm Gevher kardeşim
Bahsedilen konu günümüz gençlerinin bekar kalmalarındaki en büyük nedenlerden bir tanesi konumunda.
Mümine bacılarımızın orta yolu tutmalarını ve aşırıya kaçmamaları gerektiğini düşünüyorum.
Emeğinize sağlık olsun
Hayırlı akşamlar
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Selamün Aleyküm Gevher kardeşim
Bahsedilen konu günümüz gençlerinin bekar kalmalarındaki en büyük nedenlerden bir tanesi konumunda.
Mümine bacılarımızın orta yolu tutmalarını ve aşırıya kaçmamaları gerektiğini düşünüyorum.
Emeğinize sağlık olsun
Hayırlı akşamlar

ve aleykümselam Yusuf kardeşim...

Ne yazık ki '' Dil ile ikrar ; Kalp ile tastik '' sözünü hayata geçirememiş kişilerin sayısı yadsınamayacak kadar çok.
Efendimizin hayatını her anlamda örnek alabilmek , maddiyatın sadece hayatı idame ettirebilecek kadar önemli olduğunu kavrayabilmek çok önemli.

İnşaAllah bunların idrakine varanlardan oluruz.
Hayırlı akşamlar ...
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
42. KERBELA... Yas ve Bilinç...


Bir gün yolda arkadaşlarıyla yürürken, aniden durdu Allah’ın Resulü (sav)...
Yönünü değiştirip, oyun oynamakta olan bir çocuğun yanına vardı hızlıca... Çocuğu tutup kucağına aldı, saçlarından öptükten sonra, arkadaşlarının yanına geri döndü...
Arkadaşları bu iltifata şaşırmışlardı. “Bu çocuk kimdir ya Resulallah?” diye sual ettiler.
Kainatın Efendisi, onlara dönerek: “Bu çocuk, bizim Hasan’ın arkadaşlarındandır” diye cevap verdi...

Başka bir gün...
Küçük Hasan ve Hüseyin, bir ceylanın peşine düşerek gözden kaybolmuşlardı. Ceylan önde, iki kardeş ardında dağ tepe giderlerken, evlerinden epeyce uzaklaştıklarını fark edememişlerdi...
Bu arada onların gözden kaybolduğu hemen anlaşılınca peşlerine düşen sahabeler tarafından aranmaya başlamışlardı... “Hasannn!” “Hüseeynn!” “Neredesiniz cennetin iki küpesi?” “Neredesiniz Resulullah’ın reyhanları?” herkes sağa sola ayrılıp, adlarını çağıra çağıra onları aramaktaydı...
Allah’ın Resulü (sav) de dayanamamış, Bilal-i Habeş ile birlikte can parçalarını aramaya çıkmıştı...
Sonunda onları tepelik bir yerde ceylan ve yavrularının yanında buldular. Ceylanlar, çocuklardan hiç kaçınmıyor, sanki lisanı halleriyle onları konuk ediyorlardı, çocuklara arkadaşlık etmenin memnuniyeti ile Hasan ve Hüseyin’i oyalamakla meşguldüler...
Resulullah (sav) onları bu halde bulunca, çok sevinmiş, Rabbü Tealaya şükürler ederek, can parçalarına sarılmıştı... O kadar ki, birini sağ omzuna, diğerini ise sol omzuna oturtup götürecek kadar...
Sırdaş Bilal, onları tebessüm ederek seyrediyor, hatta memnuniyetinden inci gibi parlayan dişleri gözükecek kadar gülümsüyordu bu manzara karşısında...
Dayanamayıp çocuklara şöyle demişti en sonunda: “Maşaallah çocuklar, dünyanın en güzel binitinde gidiyorsunuz şu anda...”
Efendimiz, yüzünde güller açarak cevaplamıştı sevgili Bilal’i...
“Onlar da dünyanın en güzel süvarileridir ey Bilal!”...

Başka bir gün...
Bebekler bir ağızdan ağlaşıyorlar...
Hemen bitişikteki evinden, daha fazla dayanamayarak kapıya gelen Kainatın Efendisi, kızı Fatıma ve eşi Ümmü Seleme’ye sesleniyor: “Lutfen onları avutunuz, onların ağlaması kalbimi paramparça eder, hiç bilmiyor musunuz?”

Bu, her seferinde böyle olmuştur.
Hatta bazen çocukları kadınların ellerinden alıp, bizzat avutmuş, yufka yürekli bir büyükbabadır Kainatın Efendisi... “Dünyadaki bütün çocuklar, babalarının künyesiyle tanınırlar, Hasan ile Hüseyn müstesna, onlar benim künyemdendir” diyecek kadar...
“Onların babası Ali ki Seyfullah’tır, onların anası Fatıma ki binti Resulullah’tır ve onların dahi babası ben Muhammed’im” (sav) der Sevgili Efendimiz...

Ah “Baba” biz sana ve emanetlerine ne yaptık?

Onlar ki, tathir ayetiyle temizlendikleri Allah beyanı ile sabit bir ailenin ferdidir.
Onlar ki; ebrar ayetleriyle iyilikler mertebesinin en mükemmel örneğidir.
Onlar ki, mübahale ayetiyle furkan masasına, temsil ve alamet-i farika olarak sunulanlardır...
Allah onlardan razı olsun, nurlu yollarından yürümeyi nasip etsin...

Bizler... Ahir zaman ehli olan bizler, kulluğun altın emsali bu parlak neferlere, hakkıyla tazim edemedik.
Onların hatırasını, vasiyetini ve Kulluk bilincini kendimize ne kadar şiar edinebildik?
Onlar şiardı, işaretti, Rabbani Nurun nazargahı, ahir zamana dair dırahşan birer emsaldi...
Biz Ehli Beyti sevmenin imani esaslarımızdan olduğunu hakkıyla idrak edemedik...

Resulullah’a (sav) iman etmeden, onu dünyadaki her şeyden çok sevmeden İslam olunur mu?
Ya Resulullah’ın “Fatıma benden bir parçadır, beni seven onu sevsin, onu üzen beni üzmüş gibidir” vasiyetine ne yaptık?
Fatıma, babasından sonra, “beytül ahzan”da altı ay boyunca yapayalnız, yanında Hasan ve Hüseyn olmak üzere, ağladı, ağladı da canını öyle teslim etti...
Geride kalan Resul hatırasına, Fatıma’nın yetimlerine biz nasıl davrandık?
Ki “yetim hakkı”, imani esasların başında gelir (Duha suresi 9. ayet, inzal olmuş ilk ayetlerdendir)...
Bundaki hikmeti hiç düşündük mü? Yetimleri itiştirip kakıştıranları, “dini yalanlamakla” suçlayan Maun suresini günde kaç defa ezberden okuruz?
Peki biz Fatıma’nın yetimlerine ne yaptık?
Hem Hasan hem Hüseyin, cennetin en genç efendileri, ikisinin de şehit olmasını kılı kıpırdamadan seyreden bir ümmet olarak, ziyanlar ve ziyanlar içindeyiz...

Yarın Kerbela Günüdür...
Toprağın üzüntüden yarılıp, göklerin kederden parçalandığı gün.
Dağların taşların, uçan kuşlarla kurtların dahi ağladığı bir gün...
Hz. Hüseynimizin ailesinden 70 kişiyle birlikte, kundaktaki bebeğine kadar kılıçtan geçirildiği gözü dönmüş bir soykırımın yıldönümüdür yarın...


Evladı Resul’ün suçu neydi ki bir avuç su bile çok görüldü onlara?
Evlad-ı Resul’ün suçu neydi ki çöl ortasında çadırları yakılarak, avuçlarının üstlerinden oklanarak, başları doğranarak tarumar edildiler?
Allah’ın tathir ayetiyle tertemizliğini beyan ettiği bu aziz aileye niçin reva görüldü bu zulüm?

En mühimi...
Asırlar sonra biz neredeyiz?
Tarafımız neresidir?
Yönümüz, cevherimiz, içinde akmakta olduğumuz nehir yatağı bizi ne yana götürmektedir?

İslam toplumları, bugün batıl dünyanın ayakları altında işgal, adaletsizlik, yoksulluk ve her türlü yoksunluğu yaşarken ve bununla mücadele ederken, en büyük sınavı, birbirimizi hakkıyla sevmek konusunda, ümmet ve tevhid bilinci üzerinden verdiğimizin farkında mıyız?

Biz, Kerbela Gününde Evlad-ı Resul’e yetişemedik gerçi.
Ama her Kerbela Gününde şöyle haykırıyoruz:

“Sana yetişemedik Ya Hüseyn, ama yoluna ve şahitliğine yetiştik! Canımız ve Ruhumuz senin yoluna feda olsun! Sen şehadetinle bize en büyük ibreti verdin. Allah’ın selam ve mağfireti üzerine olsun.”

( Sibel Eraslan - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
43. Kur’ân’ı yaşayan örnek nesil

“Hayatın Kitabı” olan Kur’ân-ı Kerim, insan hayatını bütünüyle kuşatıp düzenleyen zamanlar ve mekanlar üstü şaşmaz hüküm ve hikmetleriyle elimizin altında durmaktadır.
Bize düşen görev ise, onu gereği gibi okumak, anlamak ve yaşamaktır.
Ancak, Kur’ân’ı doğru anlayıp doğru yaşamak için doğru bir örnekliğe ve usûle ihtiyacımız vardır.
Önümüze dosdoğru örneği koymadığımız zaman, maazallah, “Kur’ân’ı kendimize uydurmak” gibi sonu hüsran ve cehennem olan bir sapmaya sürüklenebiliriz.


Hz. Ömer (r.a), Kur’ân’a nasıl yaklaşmamız gerektiğini şöyle ifade eder:

“Siz Kur’ân’a tâbi olunuz. Sakın Kur’ân’ı kendinize uydurmayınız. Çünkü kim Kur’ân’ı kendisine uydurursa, Kur’ân onu yüz üstü cehenneme atar. Fakat kim Kur’ân’a tabi olursa, Kur’ân onu Firdevs cennetlerine götürür.”

Ne yazık ki, son zamanlarda Kur’ân’ı çağımızın moda söylemlerine, düşüncelerine, ideoloji ve yaşam biçimlerine uydurmaya yönelik zorlama yorumlara, tevillere ve saptırmalara fazlasıyla şahit olmaya başladık.
İnsanlar kendi önyargılarına, zihni şablonlarına ve mevcut hayat tarzlarına meşruiyet üretme konusunda hiçbir sınır ve kural tanımıyorlar.
En kötüsü de, Kitabullah’ı kendi indi görüşlerine, spekülatif iddia ve tezlerine meşruiyet kazandırmak için kullanmaktan perva etmiyorlar.

İşte böyle bir hüsrana sürüklenmemek için Kur’ân’ı, Allah Rasûlü (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) ve O’nun kutlu ashabının (radıy’allahü anhüm) anladığı gibi anlamak ve onların yaşadığı gibi yaşamak en sağlıklı ve pratik yoldur diye düşünüyorum.
Bunu tespit etmek için de, ‘Onlar Kur’ân âyetlerini nasıl okudular, nasıl anladılar, nasıl hissettiler ve nasıl yaşadılar?’ sorularına cevaplar aramak gerekir.

Hiç kuşku yok ki, vahyin bizzat muhatabı olan Allah Rasûlü (s.) ile birlikte, vahyin nazil oluşuna tanıklık eden, Kur’ân’ın adeta gökten yağmur yağar gibi sağanak sağanak indiği ortamı teneffüs eden ilk nesillerin onun mesajlarını algılamaları ve Rabbimizin Kitâb’ında ebedileştirdiği üzere “semi’nâ ve eta’nâ: işittik ve itaat ettik” şuuruyla hemen uygulayıp hayatlarına aktarmaları, Kıyamet’e kadar gelecek tüm nesillere model oluşturacak ölümsüz ve eşsiz tecrübeler niteliğindedir.

Onlar, ahlâkı Kur’ân olan Hz. Peygamber’i (s.) “en güzel örnek” kabul ederek “yaşayan Kur’ânlar” oldular. Onlar, Kur’ân’ın hayata ve tarihe müdahale eden eli, konuşan dili, yaşayan bedeni oldular. Bize düşense, o nadîde örneklikleri bugünün dünyasına taşıyarak yaşamak ve ebedi kurtuluşa nail olmaktır.

Bu mülahaza ile, Allah Rasûlü (s.) ve ashabının Kur’ân’ı nasıl anlayıp yaşadıklarına dair güzel örnekleri tespit etmeye ve bu örneklikleri sizlerle paylaşıp günümüze taşımaya gayret ediyoruz.

Allah Rasûlü ve ashabının, günlük hayatlarında yerken, içerken, ibadet ederken, cihad ederken, ticaret yaparken, mescideyken, evdeyken…
Kur’ân’ı nasıl ete-kemiğe büründürdüklerini öğrenip bugünün dünyasında onlar gibi yaşayabilmek yegane arzumuzdur.
Gayret bizden Tevfik Allah’tandır.


( Abdullah Yıldız - Vakit Gazetesi )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Allah'u teala razı olsun
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Nefsime ithafen...



44. Allah müminleri yardımıyla destekler


"...İman edenlere yardım etmek ise, Bizim üzerimizde bir haktır."
(Rum Suresi, 47)



Yüce Allah gönülden iman eden kullarına yardımı üzerinde bir hak olarak görür ve tümüne vaat eder.
Kulu aciz ve çaresiz kaldığında, güç yetiremediğinde onu ‘yardımıyla destekler.’ Çünkü, “O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” (Ali İmran Suresi, 150)


Dünya hayatı insan için özel, hikmetle ve kusursuzca hazırlanmış bir imtihan mekanıdır. Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmek ve sonsuz kurtuluşa ulaşabilmek için tüm imtihanları başarıyla geçmek gerekir.
İlk imtihanı yaşayan Hz. Âdem’den itibaren bu şekilde olmuştur, Kıyamet saatine kadar da bu şekilde olacaktır.

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?..” (Bakara, 214)
ayeti gereği bugüne dek yaşamış tüm iman edenlerin başına gelenler bugün yaşayanların da başına gelecektir.
Dolayısıyla yalnızca iman ettim diyerek insanın kurtuluşa ulaşması mümkün değildir. Musibet ve belalara sabır ve tevekkül göstererek, Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olarak kişi imanını kanıtlamalıdır.

Ayetin devamında ise Allah, “…Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 214)
ifadesiyle, zorluk yaşayan ve çaresiz kalan kullarına yardımını ve desteğini vaat eder.


Allah’ın kutlu elçisinin ve beraberindeki müminlerin, "Allah'ın yardımı ne zaman?" diye sorması, yaşanan zorluk ve sıkıntının büyüklüğünü gösterir.
Zorluk ne denli büyük olursa olsun, söz konusu ayet, Allah’ın kesinlikle yardım edeceğinin, destek olacağının müjdesidir.
Allah,-Kur’an’da bildirildiği gibi-göklere, yere ve dağlara sunulan ancak korkarak yüklenmekten kaçındıkları emaneti yüklenen insana, güç yetiremeyeceği şeyi taşıtmayacaktır.


Yine de müminden istenen Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olması ve zorlukla imtihan sırasında sabretmesidir.
Dünyada yaşanan tüm sıkıntıların sonu vardır. Hatta yaşanan en zor zamanlar bir süre sonra, adeta başkalarının başından geçmiş gibi gülümseyerek anlatılır.
Oysa Allah’ın kader gereği hayır ve hikmet üzere yarattığı her olayda insan Rabb’ini görmeli, gülümseyerek sabır göstermelidir.
Ahirette yaşanacak ve asla tükenmeyecek sıkıntıdan uzak olabilmek için böyle davranmalıdır; orada her şey gibi azap dolu sıkıntılar da sonsuzdur çünkü…


Samimi mümin her durumda Allah’a teslimiyette, Allah’a bağlılıkta kararlıdır, ısrarcıdır. Yaşadığı musibet, diğer her şey gibi geçici, yok olucu ve sonludur. Ancak biteceği anı bekleyerek dişlerini sıkmak/tahammül etmek değildir samimi müminin yaşadığı.
O Rabb’i için sabreder. Ve teslimiyetle, tevekkülle, yine O’nun yardımını bekler.


‘Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır." (Bakara, 214)
Ancak yakın/uzak kavramları dünyevi ve bizim için geçerli kavramlardır. Allah katında zaman yoktur, O bundan münezzehtir.
Bu nedenle yardım o an da gelebilir, yıllar sonra da.
İnsan yalnızca sabrederek, umutvar olarak yardım diler; yardım gelene dek, hatta ondan sonra da sözüne olan sadakatiyle denenir.


Sonunda Allah’ın yardımı ve desteği kesin olarak gelecektir. “Öyle ki elçiler, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; Biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu-günahkarlar topluluğundan zorlu azabımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.” (Yusuf Suresi, 110)

Allah’ın yardımı, O’na kesin bilgiyle iman eden ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak için çaba gösteren samimi müminlere olan bir vaaddir.
"Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslam'a ve Müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır." (Muhammed Suresi, 7)

Zorluk ve sıkıntı anları insanın samimiyetini ve içinde taşıdığı Allah aşkını en iyi gösterebileceği zamanlardır.
Yalnızca sözüne sadık ve amaçlarına gönülden bağlı olan kullar bu durumlara aşk ve şevkle göğüs gerebilirler.


"Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahidlerin (şahitlik için) duracakları gün elbette yardım edeceğiz." (Mümin Suresi, 51)


Şu unutulmamalıdır ki; her şey muazzam olsa, o zaman imtihan olmaz.
Belalar musibetler müminlerin üzerine yağmur gibi yağar; ancak dinmeyen yağmur yoktur…Her yağmur kul için aşkını kanıtlama fırsatıdır; kerem ve ikram sahibi Allah kuraklık vermesin...

( Elif Alaca)
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
45. Takvâ dairesinde yaşamak

Takvâ, zannedildiği gibi, dünya işlerinden el etek çekip, sadece ibadetlerin şekil yönü üzerinde hassasiyet göstermek değildir. Hayatın bütün safhalarını, katmanlarını içine alır.
Târifi şöyle yapılmaktadır:

''Takvâ ; bütün günahlardan kendini korumak , dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek ; amel-i salih denen emir dairesinde hayrat kazanmaktır. ''

Hakkın en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakiler; yâni takvâ ile yaşayanlardır.
Mü’minin en saf, en duru mesajı, en koruyucu elbisesi takvâdır.
Onun sayesinde şeytanın vesveseleri tesirsiz kalır.

Bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma mânâlarına gelen takvâ sayesinde insan ; esfel-i sâfilîn denen aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve alâ-yı illiyyin (yüksek mertebeler) yolcusu olur.

İnsan, niçin ibâdet ve takvâ üzere yaşamak zorundadır?
Çünkü, insanların yaratılışından maksat, ibâdetin kemâli olan takvâdır. Yâni, istidat (potansiyel yetenek) ve kabiliyete ekilen veya vazife ve yaratılışta kastedilen takvânın kuvveden/potansiyel hâlinden fiile/pratiğe çıkarılması lâzımdır.

Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği (çeşitli bilgi ve cihazlarla donattığı) zaman , o işin o adamdan yapılmasını ümit eder.
Temsilde hata olmaz, Cenâb-ı Hak, insanlara, tekâmül için bir istidat, imtihan için bir kabiliyet ve bir ihtiyar/hür irâde vermiştir. Bu itibarla, Cenâb-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını beklemektedir denilebilir.
Sanki beşere emrediyor:
“ Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecrâmı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar izaz ve ikramlarda bulunan Cenâb-ı Hakka ibadet ediniz ve sizlere yaptığı kerâmete karşı liyakatinizi izhar ediniz! ” 1

İşte hayatlarını, bu takvâ çizgisinde sürdürenler, şeytanın bir hücumuna maruz kaldıklarında vartaya düşmekten kurtulurlar.
Doğru ilmin, tâdil-i erkân ile kılınan namazın, sahibini istikamete ve mutluluğa ulaştırması gibi...
Bu husus, “Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiğinde güzelce düşünürler ve derhal hakkı görüverirler” 2 âyetiyle dikkate sunulur.

Takvâ çizgisinden sapanlar ise, bundan mahrumdurlar. Altyapıları olmadığından şeytan onları aldatıp vartalara düşürebilir.
Meselenin bu yönünü Kur’ân, “ Şeytanların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra yakalarını hiç mi hiç kurtaramazlar ” 3 şeklinde dikkate verir.
Allah sevgisi, yardımı ve koruması da ancak takvâ ile elde edilebilir:
“ Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir.” 4

Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:
Birincisi, şirki terk ; ikincisi, maâsiyi/günahı, isyanı terk ; üçüncüsü, mâsivâullahı/Allah’tan gayrısını terk etmektir.


Temizlik ise hasenât/iyilik, sevap, güzellik ile olur. Hasenât da ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur.
Kalbî amellerin güneşi, imândır. Bedenî amellerin fihristesi, namazdır. Mâlî ibâdetlerin kutbu, zekâttır. 5

İnsan taşkınlık ve azgınlıktan ancak takvâ yörüngesinde bulunursa kurtulabilir. Çünkü, insandaki “şehvet gücünü” meşrû çizgiye, takvâ çeker.

Bediüzzaman bu noktayı da şöyle aydınlatır:

Kuvve-i şeheviye ile arzda fesat meydana gelir. Gadap gücünün tecavüzüyle de cinayet ve savaşlar olur. Halbuki arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir. 6

Ebedî yolculukta da en mükemmel binek takvâdır:
İnsan, mezara, haşre/diriliş meydanına, ebede olan yolculuğunda amele (ibadete) takvâ kuvvetine göre o uzun yolu farklı derecelerde alır.
Bir kısım takvâ sahipleri, şimşek gibi; bin senelik yolu bir günde keser.
Bir kısmı da, hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder. 7

Dini görevleri/farzları bilen ve işleyen ve kebâiri (büyük günahları) terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden takva üzere ibadet etmesi gerektiği âyetle ortaya konmaktadır:

“ Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mabud ve hâlıkınız yoktur. ” 8


Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 152-154

2- Kur’ân, A’râf, 201.

3- Kur’ân, A’râf, s. 202.

4- Agk, Nahl, 128.

5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 45.

6- Age, s. 252.

7- Sözler, s. 27.

8- Kur’ân, Bakara, 21-22.


( Ali Ferşadoğlu - Yeni Asya Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
46. Mekke fethinden hayata bakış


Bir sohbet esnasında dinleyicilerim, kalabalık olmamasından yakındılar...
Onlara dedim ki: “40 kişi olduklarında, Âlişan Efendimiz topluca Kâbe’ye yürümüş ve tavaf etmişti. Siz 40’tan daha fazlasınız. Sayınızı küçümsemeyiniz” demiştim.

Hâlâ aynı fikirdeyim: Homojen, bilinçli 40 kişinin yapabileceğini bazen ordular yapamaz.

Nitekim maddi anlamda imkâna ve güce sahip olmalarına rağmen Nemrutlar, Firavunlar, Ebu Cehiller mağlup ve perişan oldular.



İslâmiyet, putların yerine ‘Tevhid İnancı’nı yerleştirmek için gönderilmişti.
Halbuki ‘Tevhid inancı’nın yeryüzündeki âbidesi olan Kâbe, İslâm güneşinin doğuşundan 20 yıl sonra bile putların işgali altındaydı: Kâbe’yi artık kurtarmak gerekiyordu.

Rasûl-i Âlişan Efendimiz (s.a.v), Hicret’in 8. yılı, Ramazan'ın 10. Pazartesi günü, (1 Ocak 630) Mekke’yi fethetmek amacıyla Medine'den yola çıktı. Yoldan katılanlarla birlikte ordu mevcudu 12 bini bulmuştu.
Mekke'ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesafede bulunan “Merru'z-zahrân” denilen yerde karargâh kurdu.

Yollar iyice tutulduğu için, İslâm ordusu Merru'z-zahrân'a gelinceye kadar Mekkeliler hiçbir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar...

Ebû Süfyân durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek için yanına birkaç kişi alarak, Mekke'den ayrıldı.
Peygamber Efendimiz’in huzuruna girdiğinde, Efendimiz onu gülümseyerek karşıladı ve iltifat etti:

“Her kim Ebû Süfyân'ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf'e girerse, emniyettedir. Ebû Süfyân bunu Mekke ahalisine ilan edecektir.”

Ebu Süfyân kendisine gösterilen hüsnü kabulden o kadar etkilendi ki; hemen Kelime-i Şahadet getirip Müslüman oldu.

Mekke’ye döndüğünde dedi ki: “Muhammed (s.a.v) , karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile üzerimize geliyor.”

Ebu Süfyân'ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde konuşan adama bir şeyler olmuştu!
Herkesi telâş sardı. Azılı kâfirler, savunma hazırlığı için koştururken, Ebû Süfyân'a inananlar evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerîf'te ve Ebû Süfyân'ın evinde toplandılar.
Artık Mekke fethe hazırdı.

Rasûlullah Mekke'ye girmeden önce, “Zî Tuvâ” denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin şehre giriş noktalarını tâyin etti.
Ve buyurdu ki: “Saldırıya uğramadıkça kan dökmeyin...”

Mekke’ye baktı: Doğduğu yerden ayrılmak zorunda kaldığı günün üzerinden sadece 8 yıl geçmişti.
8 yılda hakikat yüreklere kök salmış, dirilmiş, yeşermişti. Başta İslâm’ın aleyhinde gibi gözüken tüm beşeri şartlar, sabır, sebat, sadakat ve bütün bunların temeli olan inanç sayesinde değişmişti.

Bir fatih azametinde görünmek istemeyen Resûl-i Âlişan Efendimiz, devesinin üstünde alabildiğine eğilmiş, için için bunları düşünüyor ve sessizce hamdediyordu.

Mekke kan dökülmeden fethedilmişti. (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.) Artık sıra Kâbe’nin putlardan arındırılmasındaydı.

Rasûlullah, Kâbe’ye gitti. Putları değneğinin ucuyla itekleyerek devirirken, “Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok olmaya mahkûmdur” diyordu.
Sonra Kâbe’nin içini de putlardan temizledi.
Nihayet kapıya çıktı, eşikte durdu. Derin derin Mekkelilere baktı:
Karşısında, 20 yıl boyunca şahsına ve Müslümanlara zulmeden insanlar duruyordu. Hepsini bir emirle yok edebilirdi.
Sordu:
“Ey Kureyş! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı zannediyorsunuz?”

Mekkeliler, bir ağızdan umutlarını seslendirdiler:
“Senden hayır (iyi şeyler) umuyoruz. Çünkü sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun.”

Resûl-i Âlişan Efendimiz gülümsedi:
“Ben de size Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi, ‘Bugün size geçmişten dolayı azarlama yok’ (Yûsuf Sûresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”
Hepsini affetti.

Halbuki bunlar Hz. Peygamber’e ve tüm inananlara yıllar boyu zulmetmiş insanlardı. En korkunç işkencelere tâbi tutmuşlar, akla hayâle gelmedik eziyetler yapmışlar, dinlerinden zorla döndürmeye çalışmışlar, nihayet Mekke’den hicret etmeye zorlamışlardı.
Resûl-i Âlişan Efendimiz’in yerinde kendilerinden biri olsaydı, kuşkusuz intikam almaya kalkışırdı. Fakat o affediyor, üstelik de hepsini kendine “kardeş” yapıyordu. Çünkü o bir Peygamber’di, o Son Peygamber’di.



Sevgili dostlarım; meşru hedefinize meşru vasıtalarla yürürken, kaç kişi olduğunuza bakmayın, arkada kalanlarla ilgilenmeyin, başarısız olabileceğinizi bir an bile düşünmeyin...
Sadece hedefe kilitlenin ve kimsenin emeğine-yüreğine basmadan koşun! Unutmayın ki, muvaffakiyet Allah’tandır!
Umudumuzu asla yitirmeden, bugünkü durgunluğu, yorgunluğu aşmak için kıble koşusuna devam edeceğiz...
Tevfik Allah’tandır!


( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Selamün aleyküm
Mevlam razı olsun kardeşim
Fetih için, gerekli ve olmassa olmaz olan tek şey İMAN dır.

Mevlam imanlarımızı artırsın dünyadada ukbadada sabit kılsın inşaAllah
Selam ve dua ile
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt