Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Posta Kutuma Gelenler ! (1 Kullanıcı)

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Selamünaleyküm değerli kardeşim;

Şimdilik okuyabildiğim ilk konu bu.ALLAH celle celaluh evlerinin reis'i İSLAMİYET olanlardan eylesin bizleri.Faydalı ve bir çok kez unuttuğumuz gerçekleri ortaya koyan bu paylaşımlar için şahsım adına yazana,kurgulayana,bizlerin istifadesi için buralara sunana t.ederim,ALLAH celle celaluh razı olsun inşaALLAH.

Hayırlı ve bereketli günler dilerim kardeşim.Dua eder ve dua beklerim.Selametle kalınız.

ve aleykümselam Kaan kardeşimiz...

Duanıza '' Amin! '' diyorum.
Birbirinden değerli büyüklerimizin ; bizlere unuttuklarımızı hatırlatacak , bilmediklerimizi öğretecek yazılarını elimden geldiğince paylaşmaya çalışıyorum.
Rabbim , nasiplenebilmemizi sağlasın.

Dualarımızda yeriniz her daim vardır zaten.
Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
13. İLK ABDEST ...

Şimdi ikisinin de elleri, dünyada Muhammedi öğretiye göre alınacak ilk abdestin içindeydi.
Dünyada Muhammedi abdesti alan ilk iki kişi: Sevgili Efendimiz ve eşi Hz. Hatice Annemiz.
Birbirlerine gülümseyerek baktılar ilk abdest öncesinde... Suya vardılar sonra...

SU: Arınma... Uyanma... Hatırlama... Dirilme...
Bunların hepsi suyla birlikte gelenlerdi...
Bu ellerle girişilen ilk kulluk temeli, işte suyun üzerine bu eksiksiz yönelişle atılıyordu.

Elleri suya değdi.
Elleri kulluğa değdi.
Elleri rabbani aşka değdi ikisinin de...
Hayatın ilk evi olan su, onları ilk Müslümanlar olarak içine buyur etti. İkisinin de ruhu, tertemiz arı duru bir başlangıca yazıldı.

Su, ateşi söndürendi.
Su, rahmetti.
Onlar, bundan sonrasında kıyamete kadar kendilerini takip edecek milyarlarca insanın öncüsü olarak, niyetlerini suda yıkayıp, durultanlardı...
Suyla temizlenip, suyla duruldular.

Sonra yine eşine gülümseyerek baktı Elçi. Önce ağzına, sonra burnuna, sonra da tüm yüzüne suyun ferahlığıyla yepyeni bir diriltim gücü verdi.
Su, diriltici elleriyle değdiği her yeri yeni bir başlangıcın temeli kılıyordu. Suya değdikçe azaları, tek tek diriliyor, tek tek uyanıyor ve yeniden hareket kazanıyordu.
Kadını onu takip etti.

Su, eylemdi.
Su, birinci hareketti...
Su, bedeni ve ruhani bir açılımdı her ikisi için...
Su, alçak gönüllü olandı.
Onlara kendi ahlakını açıp öğretti her bir rüknünde.
Su, toprağın içine işleyip, hep en derinlere kadar yol alandı. Su, içlerine işledi, su içe işlemeyi öğretti onlara. Su hafif zarifti.
Su öğretmenleri olup, onlara kimseye yük olmadan yürümeyi, en sert kayaların bağrından, en yalımlı dağların başından yol bulup da akmayı öğretti... Akmanın ve zamanı geldiğinde taşmanın sırrını sudan öğrendiler...

Su sabırdı...
Seyri süluktu.
Onda keşfettiler halden hale geçmeyi. Vakti gelince kıvamında kaynamayı ve ölümden sonra basübadelmevt gibi buharlaşıp da göğe çıkmayı, suyun hallerinden bildiler...

Hatice Annemiz, abdestin her rüknünde, eşine bir kere daha aşık olurcasına, onu hayranlıkla seyrediyordu... Bir aşk ve sadakat yemini gibi, gözlerini eşinden ve sudan ayırmadan, onu takip ediyordu... Su takibi... Su gayreti... Su tanışması... Su yemini...

Onlar doğumu ve ölümü su ile karşılayacak ümmetin ilki olarak ilk abdestlerini, Kıble istikametine yönelik bir tevhid eylemi kılmışlardı...

Bu akşam suya dokunurken, ilk abdest alan kişileri de hatırlayarak konuşun su ile... Olmaz mı?


( Sibel Eraslan - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
14. Hz.ÖMER ' in Hayran Kaldığı İnsan.

Bir hadis-i şerifte, “Bir kimse kendisi için istediğini diğer bir mü’min kardeşi için de istemedikçe tam inanmış olmaz” buyurulur.

İnsan kendisi için neler ister?

Bolluk ve bereket içinde sıkıntısız, huzur ve mutluluk dolu bir hayat! İyilik ve güzelliklere sahip olarak yaşamak!

İşte iman kendimiz için istediğimiz ne kadar güzellik varsa diğer bir mü’min kardeşimiz için de istememizi emreder.

Allah kalplerimize, kalplerdeki niyetlerimize baktığı için biz başkaları hakkında iyi ve güzel şeyler isteyince bize de iyi ve güzel şeyler ihsan eder.

Hz. Ömer’in emekli valisi Amr bin Sa’d’ın uygulaması gerçekten bu hadis-i şerifteki hakikatle tam örtüşüyor ve onun bu hâli Hz. Ömer’in tebrik ve takdirini celbediyor.

Emekli bir valiydi Amr bin Sa’d, fakat iktisâdî durumu iyi değildi. Yediği arpa ekmeği, içtiği suydu. Şikâyetçi miydi? Hayır. Her şeye rağmen halinden memnundu. Zâten halk da ondan farklı bir yaşayışın içinde değildi.

Hz. Ömer emekli valisini sorup soruşturmuş, Medine’nin iki mil güneyindeki Kuba’ya yerleştiğini öğrenmişti. İhtiyaç içinde olabileceğini düşünerek para gönderdi.

Görevli, parayı getirip teslim etti. Fakat Amr, “Muhtaç değilim” diyerek almak istemedi. Ancak karısının, “Al da bir yere koy, lâzım olur” demesi üzerine alıp bir kenara koydu.

İhtiyaçlar içinde yüzerken, para da tam zamanında gelmişken böyle davranmıştı.

Çünkü Amr bin Sa’d’ın aklı sorular yumağıyla dop doluydu. İdareciliği esnasında hep halkı düşünmemiş miydi? Kendi muhtaçtı, ama kendinden daha çok muhtaç olanlar vardı. Parayı aldığı gibi dışarı fırladı. Ne kadar şehit çocukları, harp malûlü gaziler, yetimler, yoksullar, dullar varsa hepsini onlara dağıttı. Beş kuruşsuzdu artık. Fakat neşeliydi, gülümsemekteydi. Fakirlerin sevindiğini gördükçe kendi ihtiyaçlarını bile unutmuştu.

Çok zaman geçmeden Hakkın rahmetine kavuştu Hz. Amr. Hz. Ömer vefatını duyduğu zaman çok üzüldü. Bunu büyük bir kayıp olarak gördü. Bir grup arkadaşıyla birlikte onun mezarı başına geldi duâ etti. Şu dileklerde bulundu: “Ya Rabbi! Merhum Sa’d’in oğlu Amr temiz, dindar, feragat sâhibi, iyi huylu birisidir. Kıyamet gününde onunla dost olmayı, Müslümanların ondan gereği gibi faydalanmalarını içtenlikle diliyorum. Dileğimizi kabul eyle!”

“Bir kimse kendisi için istediğini diğer bir mü’min kardeşi için de istemedikçe tam inanmış olmaz” hadisi şerifi gerçekten bir şablon.
Amr bin Sa’d belki bir istisna.

Ama biz ne ölçüde uyuyoruz?


( Şaban Döğen - Yeni Asya Gazetesi)
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
15. Namazda okunan ayetleri hayata kim tatbik edecek?

Allah önümüze çetin bir imtihan koydu.Bu imtihan şudur:
''Parada, malda, elimizdeki maddi imkânlarda Müslüman'ca hareket ediyor muyuz?''Parada, malda Müslüman'ca hareket etmeyen, dünyada da ahirette de on para etmez.

Böyle deyince bazı arkadaşlar, "Bütün servetimizi İslam'a mı verelim?" diyorlar. Hayır. Kastımız,'' bir Müslüman'ın parasını yemeyin, birbirinize ihanet etmeyin, birbirinizi kandırmayın, doğru olun, emanete hıyanet etmeyin...'' Bunun gibi şeyler.

Zannediyoruz ki, ahirette yalnızca kılmadığımız namazların hesabı sorulacak! Halbuki bu gibi maddi meselelerin hesabı çok ağır... Çünkü bu konularda hata edilirse, dinin temeli sarsılıyor.

''Namaz kılmayan, kendine eder. İslamiyet'e zarar veren, Allah'ın hakkını yer!.. Ahirette de Allah'la karşı karşıya gelecek!.. ''

Yunus Emre, şeyhinin dergâhına yıllarca odun taşımış. Bir gün olsun o kapıdan içeri eğri odun sokmamış. Bu durumu ibretle izleyen şeyhi bunun sebebini sorduğunda Yunus Emre demiş ki: "Bu kapıdan içeri, doğru olmayan giremez."

Çok sinirli ve hırslı bir arkadaş tanıyordum. Bu arkadaş, İslam'ı hakkıyla yaşamaya karar verdiği zaman ilk iş, kimi kandırmışsa, kimin parasını almışsa, nereye borcu varsa gitti onları bir bir ödedi. O arkadaşa ateist bir tanıdığı şöyle demiş: "Senin gibi bir eşeği, bu din adam ettiyse demek ki İslamiyet yüce bir dindir."

Küçük küçük dükkânlarla dolu şehirler gezdim. Bu küçücük dükkânların arkasında itimatsızlık yatıyordu. Dindarlar birbirlerine itimat edemedikleri için, işlerini birleştirememiş.

Dünyayı dolaştım. Gördüm ki, Avrupa'da, Amerika'da başarılı olan şirketler, müesseseler varsa, hepsini ayakta tutan, İslam ahlakıdır.

Said Nursi Hazretleri diyor ki: "Eğer biz İslamiyet'i ef'alimizle (fiilen) yaşasak, sair dinlerin mensupları, cemaatler halinde İslam'a girecektir."

Almanya'da, Müslüman Almanlar Cemiyeti'ne gittim. Hangi Müslüman Alman'la konuştumsa çoğunlukla söyledikleri şu oldu: "Ben, Müslümanlara bakarak Müslüman olmadım. Kur'an'ın tefsirini okuyup Müslüman oldum."

Amerikan Harp Okulu'nda bir öğrenci, gece yatağının içine yastık koyarak yatakhaneden kaçıyor. Yani yatakta yatıyormuş görünümü veriyor. Nöbetçi subay bakıyor ki yastık konmuş, öğrenci yok. Hemen not tutuyor. Ertesi gün genci okuldan atıyorlar. Genç diyor ki: "Bir gün firar ettiğim için benim hayatımı yakmanız adalet midir?" Okul komutanı diyor ki: "Sen kaçtığın için değil, bizi kandırmak istediğin için atıldın. Amerikan subayı kimseyi kandırmamalı!"

Avrupa'da Mercedes fabrikasını gezmeye gittik. Orada bir şahsa sordum: "Bu fabrikayı ayakta tutan ne?" Bana dedi ki: "İnsanlar doğru, çalışkan, işini biliyor, mesaiye dikkat ediyor." Arkadaşlara dedim ki: "Arkadaşlar, bunların hepsi İslam ahlakının esasları!.. Muhammed-ül Emin'in ümmeti emanete hıyanet ederse, ticari hayat, kapitalistlerin, sosyalistlerin elinde olursa, İslamiyet camilere hapsedilmiş olmaz mı?" Bazı arkadaşlar ağladı: "Ne yapalım ağabey, söyle!"

Bugünkü Müslümanların ekserisi ibadet deyince namaz, oruç gibi şeyleri anlıyor. Elbette bunları yapacağız; fakat namazda okunan ayetleri, hayata kim tatbik edecek?

( Hekimoğlu İsmail - Zaman Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
16. Hz. Asiye’den selam ile...


Bugün Ramazan’ın ilk günü...
Allah, hepimize hidayet ve bereketler ihsan eylesin.
Kalbimizi ağartacak, dünya yükümüzü hafifletecek, vicdanımızı inceltip hakikate yakınlaştıracak vesilelerin en güzeline gelip dayandık: Bu akşam, bu yılın ilk iftarını yaşarken, bir bardak suyun ve bir dilim helal ekmeğin ne büyük nimet olduğunu bir kere daha keşfedeceğiz, Allah nasip ederse...
Hamdolsun, tebriklerle yaşansın...

Ramazan ayı içindeki Cuma günlerinde, “dört uzun çizgi”yi sizlerle beraber selamlamaya niyet ettim bu yıl...
Nedir “dört uzun çizgi”, derseniz...
Bir gün Sevgili Efendimiz (sav), elindeki hurma dalıyla yere dört uzun çizgi çekerek, bunların ne olduğunu sormuştu arkadaşlarına... Arkadaşları, bir Resul’e (sav) bir de toprak üzerinde çizilmiş hatlara bakarak cevaplamışlardı:
“Allah Resulü, doğrusunu bilir.”...
Arkadaşlarının gözleri içine eğilerek cevap vermişti Kainatın Efendisi:

“Bu dört çizgi, İmran Kızı Meryem, Firavnın eşi Müzahim Kızı Asiye, Huveylid Kızı Hatice ve Muhammed Kızı Fatıme Zehra’dır ki bunlar cennet kadınlarının efendileridir.”

Dört sayısı, mimaride ve uzay geometrisinde kararlı düzeneklerin kemali olarak anlatılır.
Dünyanın en uzun soluklu eserleri, dört sütun üzerine kuruludur. Dört kitap, dört halife, Kabe’nin dört sütunu, Efendimizin aba’sı altına aldığı ehlibeyt dörtgeni...
Hepsi de kutsal olanı sırtlarında taşımaya taliptir.
Hadiste geçen dört muhterem kadın, yani dört uzun çizgi de aslında dünya tarihini omuzlamış dört nurani sütun gibidir. İnsanlığın hikayesi ve Yeryüzü’nün ev oluşuna dair o muazzam kader, bu dört annenin omuzlarında taşınmaktadır...

Bir kadının “anne” olarak bilinmesi ve kabulü için muhakkak manada çocuk doğurması gerekir mi?
Anaçlık dediğimiz hilkate dair o varedici güç, elbette salt anlamıyla çocuk doğurmaya indirgenemez. Ama kader bizleri bazen öyle kuvvetli bir şekilde olayların içine sürükler ki, dünyaya getirmediğimiz çocukların dahi anası kılacak kadar...
Hatta anaçlık için, illa ki kadın olmak bile gerekmez. Öğretmen öğrencilerinin, usta çırağının, üstad talebelerinin, hekim hastalarının, aynı zamanda annesi gibidir.
Bu manada Hz. Asiye de dünyaya getirmediği ama Nil Nehri’ndeki küçük bir sandukayla kaderin kendisine teslim ettiği Musa Peygamberi büyüten, yetiştiren ve kol kanat geren bir hami olarak, annelerin sultanıdır elbette...

Hikaye, zorba iktidarın annesinden kopartarak ölüme mahkum ettiği bir bebeğin kundağından yükselir. Bebek Musa, zalimlerin şerrinden korunabilmek adına küçük bir sandık içinde Nil Nehri’ne bırakılır.
Kaderin, Nil Nehri’nin kollarına serdiği menkıbeye göre, bebeği öldürmeye antiçmiş Kralın Sarayı’nın havuzunda kıyıya vurur bebekli sanduka...
Çocuğu olmayan Kraliçe, Allah tarafından kendisine hediye edilmiş olduğunu düşünür bu bebeğin. Onu, bağrına basar...
Bir zaman sonra, denizleri ikiye yaracak kelimelerin sahibi olan bir büyük peygamberin analığına yazıldığını bilir miydi Asiye Hatun?
Arılara bal peteğini kurma yeteneğini bahşetmiş Allah, kadınların yüreğine de doğursunlar doğurmasınlar, evlat sevgisini ilham etmiştir.

Asiye Hatun, bağrı yanık, merhametli ve basiretli yüreğiyle, Mısır’dan Filistin’e uzanacak büyük bir tarihin mayasını tutmuştur...
Sonunda kral olan (firavn) eşi tarafından, ağır işkenceler altında katledilirken bile dirayetinden taviz vermeyecek bir merhamet abidesidir o...

Bugün gerek insanlığın gerekse dünya Müslümanlarının en büyük sorunu, zannedildiğinin tersine; bozulan ekolojik denge, iklim faktörleri veya nükleer silahlanmadan evvel... Yetimler meselesidir...

Sadece Irak’ta, işgalden sonra tam 5 milyon yetim çocuk bulunmaktadır. Buna Güney Amerika’da, Pasifik’te, Asya içlerinde ve Afrika Güneyindeki çocukları da ekleyince rakam, inanılmaz boyutlara erişiyor...

Aktüel gündemimizdeki Filistin, Afganistan, Çeçenistan, Somali, Endonezya gibi kırmızı alarm veren kuşağımızın ne yazık ki ilk sorunu da yine “yetimler” konusudur...

Sahip çıktığı yetimlerinden, Hz. Musa’ları, Hz. İsa’ları, Hz. Muhammed’leri (Allah’ın selamı her birinin ve hepsinin üzerine olsun) yeryüzüne sağlam dayanaklar olarak hediye eden bu büyük anneleri, Ramazan-ı Şerif’in kalplere merhamet yağdırdığı şu günlerde bir kere daha örnek alalım...

Kapıları çalalım, nehirlere terkedilmiş kundakların peşine düşelim, kollarımız öyle kuvvetlensin öyle uzasın ki, hiçbir çocuğu yeryüzünün, annesiz kalmasın...

Ramazan’da yeryüzü yetimleri bizleri bekliyor!


( Sibel Eraslan )
 

ya mucib

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Ara 2008
Mesajlar
1,037
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
34
ALLAH razı olsun kardeşim hepsini okuyamadım ama hepside çok faydalı yazılar emegine saglık fırsat buldukça okumaya çalışacagım
ALLAH a emanet olunnn
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
ALLAH razı olsun kardeşim hepsini okuyamadım ama hepside çok faydalı yazılar emegine saglık fırsat buldukça okumaya çalışacagım
ALLAH a emanet olunnn

Rabbimiz cümlemizden razı olsun.
Yazılardan faydalanabilmemiz duasıyla...

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 
Y

YAGMURBEY

selamın aleyküm.. yazılar çok anlamlı okumaya doyamadım ellerine sağlık hayırlı ramazanlar olsun..
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
selamın aleyküm.. yazılar çok anlamlı okumaya doyamadım ellerine sağlık hayırlı ramazanlar olsun..

ve aleykümselam ...

Okuyan gözlerinize sağlık olsun.
İnşaAllah faydalanabilmemiz duasıyla , hayırlı ramazanlar dilerim.

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
17. Rehber Ara


İslâm ile Müslüman özdeş değil. İslâm hak din, Müslüman aklı, kültürü, firaseti derecesinde o dine bağlı kişi.

Yüzde yüz Müslüman, Peygamber efendimizdir. Salat ve selâm olsun O'na.

Peygamber'den sonra İslâm'ı en iyi anlamış dört kişi Hulefa-i Râşidîn...

Sonra Ashabın seçkinleri. Ehl-i Beyt-i Nebevî. Aşere-i mübeşşire. Ashab-ı Bedr... 'Alâ meratibihim...

Ashab'tan sonra, Tâbiîn, Tâbiînden sonra Tebe-i Tâbiîn...

Eimme-i müctehidîn...

Her asırda yaşamış gerçek ulemâ, gerçek fukaha... Gerçek müfessirler, gerçek muhaddisler.

Gerçek tasavvuf ve tarikat büyükleri.

Evliyaullah.

Sâlihler.

Zamanlarının gavsı olanlar. Aktab, büdelâ, nüceba, nükeba, İmamân ve diğer mâneviyat uluları.

Resulullah'ın vârisleri, vekilleri, halifeleri olan zevat-i kudsiyet-meab.

İlimleri, kültürleri, firasetleri, birikimleri, ufuk genişlikleri, yeterli olmayan avamm-ı müslimîn; İslâm'ı hakkıyla öğrenmiş, anlamış sâlih ve veli kimselere tâbi olurlarsa doğru yolu bulurlar.

Kılavuzu olmayan yolunu şaşırır, tuzaklara düşer, helâk olur.

Din, sadece kendi kendine rasgele kitap okuyarak hakkıyla öğrenilmez.

Ucu Resûllerin Seyyidi'ne ulaşan bir silsileye sahip icazetli üstad ve hocadan öğrenmek gerekir İslâm'ı.

Bir hocaya muhtaç olduğu halde, hocası olmayanın hocası şeytan olur.

Gerçek âlim, icazetiyle Peygambere bağlı ve biatli olduğu için usûlde yanılmaz.

Gerçek icazetli âlimler, kul olarak hasbelbeşeriyye günahları olsa da, din konusunda âdildirler, İslâm'a ve Ümmet'e hıyanet etmezler.

Cumhur-i ulemâ dairesi içinde olan gerçek âlimlere, gerçek fakihlere, gerçek müfessir ve muhaddislere tâbi olanlar, onların nasihatlerini tutanlar Kur'ân'a ve Sünnete bağlanmış olurlar.

Gerçek icazetli şeyhler hidayet kılavuzudur.

Dikkat buyurunuz... Ulemâ-i su' (kötü ve sahte âlimler) demedim... Gerçek şeyh dedim, müteşeyyih (şeyh taslağı, sahte şeyh) demedim.

Gerçek âlimler ve gerçek şeyhler halkı tashih-i itikada, beş vakit namazın dosdoğru kılınmasına,Allah'ın emir ve yasaklarına uyulmasına, Peygamberin buyruklarına itaat edilmesine, Şeriat sınırlarının korunmasına, iyi ve güzel ahlâka çağırır ve yönlendirir.

Gerçek ulemâ ve meşayih insanları, nefslerine ve şeyâtîne uymaktan sakındırır.

Müslümanların Kur'ân, Sünnet,Şeriat'ta birleşmelerini mi istiyorsunuz? Öyleyse onları gerçek din âlimlerine ve gerçek şeyhlere itaat etmeye çağırınız.

Kötü ve sahte ulemâdan, kötü ve sahte şeyh taslaklarından uzak durmaları ve tuzaklarına düşmemek için azamî dikkat etmeleri hususunda onları uyarınız.

Gerçek âlimler ve şeyhler halktan ücret istemezler, riyaset istemezler. Alkış ve pohpoh istemezler. Onlar ücret hususunda mahlûkata değil Hâliq'a yöneliktir.

Veliler Allah dostlarıdır. Derecesi ve rütbesi yüksek olmayanlar, evliyaullahı sevsinler, onların öğütlerini dinlesinler, emirlerini yerine getirsinler.

Evliyaullah Allah'ın erleridir,Resulullah'ın neferleridir.

Onlar Tevhid dininin bayraktarlarıdır.

Onlara dil uzatanlar şakîdir, nasipsizdir.

Yolculuk çetin, yol çok tehlikeli, tuzaklar ve canavarlarla dolu, geceler zifiri karanlık, girdaplar fırtınalar, yağmur dolusu sis, pusular pusular pusular, nefsler sarhoş... Zavallı yolcu, sen bu bâdireleri rehbersiz atlatamazsın. Sen kendi güdük aklınla menzil-i maksuda ulaşamazsın.

Benden isim ve adres sorma... Sadece birkaç ölçü vereceğim.

1. Para istiyorsa kaç.

2. Ben ben ben diyorsa kaç.

3. Şeriata uymuyorsa kaç.

4. Kendisini uçuranları engellemiyorsa kaç.

5. Onda vahim bid'atler varsa bucak bucak kaç.

Gerçeğini ara, sahicisini ara...

Rehber, ihlâslı ve takvalı olur.

Rehber, doğru olur.

Rehber, âlim ve âriftir.

Rehber, Peygamberin vârisidir.

.........​

( M. Şevket Eygi - Milli Gazete )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
18. “Takva” ile mi iyi Müslüman olunur, yoksa “marka” ile mi?


Ramazan-ı mübarekte ramazanlaşmış, ya da ramazanlaşmaya karar vermiş yüreklere hitap etmek istiyorum...
Gerçi her ramazan kendi içinde farklı güzeldir, ama, insanlık ölçüleri açısından bir geçmişimize bakın, bir de bugünümüze lütfen.

Eskiden Müslüman hayatlar ebediyete dönüktü...
Dünya “ebedi” imiş gibi algılanmaz, “ahretin tarlası” olarak görülüp yaşanırdı...

Mü’minler bir birlerini “çıkar” için değil, “Allah için” severlerdi.
Müslümanın içten pazarlıkları yoktu.
İnsan göründüğü gibiydi: İçi başka, dışı başka insana nadiren rastlanırdı.
Bir iş yapılmadan önce “günah mı, sevap mı” diye bakılır, ancak “sevap” olduğu kanaati hasıl olduktan sonra yapılırdı...

Müslüman zenginler “ehl-i dünya” denilen “tek dünyalılar”a (ahret inancı olmayanlara) özenmez, ne kıyafette, ne siyasette, ne sosyal ve ticarî hayatta onları taklit etmezdi.

Dünyayı “mezra” olarak görür, “mükâfat”ı ebedi hayatta bekler, bu beklenti ile dünyanın “cazibedar fitneleri”ne karşı direnirlerdi.

Ebedi hayata yönelik beklentilerimiz mi kırıldı, yoksa kendimizi dünyanın cazibesine mi fazlaca kaptırdık bilmiyorum, bildiğim şu ki, git gide “tek dünyalılar” gibi yaşamaya başladık.
Hele bir de varlıklıysak, tüm emellerimize fani dünyada ulaşmak mecburiyetinde imiş gibi tüketiyoruz hayatı.

Eskiden böyle yapmaz, salt kendimiz için yaşamazdık.
Lüksümüz, tantanamız, “dünyacı” beklentilerimiz fazla yoktu...

“İsraf toplumu” değil, “infak (yardım) toplumu” yduk.
Komşumuzun başı ağrısa yüreğimiz ağrır, o aç yatıyorsa tok uyumayı “insanlık dışı” sayardık.
Bir mahallede birinin aç ve açıkta kalması demek, o mahallede yaşayan tüm zengin Müslümanların ayıplanması demekti.
Çünkü hayatı inançlar şekillendirmişti.

Hayatımızı inançlarımız şekillendirmiyor artık!..
Hayatımızı siyasal, sosyal, ekonomik, çoğu kâr amaçlı kaygılar biçimlendiriyor.
İnançlarımızı yitirmedik henüz, ama çoğunu yüreğimizle yaşamıyoruz...

Hayat tarzımızın inançlarımızla örtüşmediği gerçeği de işin cabası!
Hem “komşusu açken tok uyuyan bizden değildir” hadisi dilimizden düşmüyor, hem de en yakın komşumuzun zaruri ihtiyaçlarını görmezden geliyoruz!..

Daha da vahimi var...
Çoğumuz “moda” tutkunu olduk.
“Farklı” görünme hastalığı bizim de ruhumuzu avuçladı. Kefende “marka” aranmadığını bile bile elbisede “marka” arıyoruz.

Allah’a yakınlığın ölçüsü bile değişti sanki:
Artık “takva” ile değil “marka” ile yaşıyoruz!
“Zekât” ve benzeri mükellefiyetlerimizi (henüz) yerine getiriyoruz çok şükür, ancak yirmi milyonu fukaralık sınırında, on iki milyonu ise açlık sınırının altında yaşayan bir milletin dindar zenginlerinin daha duyarlı olma mükellefiyetleri var.

Komşumuz açken, çocuklarına defter-kitap alamazken, onuncu kez umreye, altıncı kez hacca gitmemizden Resulüllah çok mu hoşnut oluyor dersiniz?

Bencilliğimize “kutsal heves”, arzularımıza “ibadet” adını vermiş olmayalım!
Paramızın getirdiği imkânları pek tabii yaşayabiliriz: Mesela kendi çocuklarımızı daha iyi eğitim verdiklerini düşündüğümüz özel okullarda okutabiliriz...
Peki, bunun yanında, birkaç fakir çocuğa burs versek günah mı işlemiş oluruz?

Biliyorum, önerilerim “farz değil”.
Ama Müslümanlığımızı ve insanlığımızı “farz”la sınırlı tutarsak, “imanda kardeşlik” sırrına ulaşamayız...

O taktirde de “şefkat toplumu” na dönüşemeyiz.
Unutmayalım ki, zenginimizle, fakirimizle hepimiz kardeşiz. Şimdi bunu daha yürekten hissetmenin tam sırasıdır.

“Gemisini kurtaran kaptandır” mantığını terk etmeliyiz.
Gerçek “kaptan” kendi gemisinden sonra komşu gemileri de kurtarmaya çalışana derler!

Hepimiz yıllardan beri Avrupa özentisi bir hayat yaşıyoruz.
Düzen bunu dayatırken, medya özendiriyor.
İster istemez etkilendik: Birtakım güzel alışkanlıklarımız değişti. Yardımlaşma-dayanışma gibi bazı güzel geleneklerimizi unuttuk...
“Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı hayatımıza hükmetmeye başladı.
Ama kendi bacağından asılan koyunlar zaman içinde tüm ülkeyi kokuttu...
Rüşvet dal-budak saldı...
Soygun-vurgun arttı...
Bankaların içi sahipleri tarafından boşaltıldı...
Ergenekon misali çeteler cirit atıyor...
Uyuşturucu madde alışkanlığı çocuk yaşlara kadar indi...
Para uğruna nice Müslüman, insanlıktan çıktı!

Hayat başka nasıl kokuşur?

( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
19. İsrafta tükeniyoruz



Kapitalist sistemin önerileri doğrultusunda kendimizi dönüştürüp “israf haramdır” uygulamasından “tüketim toplumu”na geçtik ya, tükete tükete tükenmeye başladık.

Yaşamak için ihtiyacımız olmayan pek çok şey, “tüketim” alışkanlığımız yüzünden gözümüze “zaruri ihtiyaç” gibi görünüyor...
İmkânımız nispetinde evlerimizi ıvır-zıvırla doldurduk!
Adım atmakta bile zorlanıyoruz.

Kapitalizmin körüklediği “özenti” ile birleşip “elalem ne der” sendromuyla gelişen tüketim alışkanlıklarınızdan bir an için kurtulup düşünür müsünüz lütfen?

En iyisi bu konuyu, sorular ve tekliflerle biraz detaylandırmak...

Soru: Yüz mumluk bir ampul yirmi-otuz metrekarelik bir alanı rahatlıkla aydınlattığına göre, neden tepenizde (salonlarınızın, odalarınızın tavanlarında) üç yüz kristalli, altı (hatta on) ampullü avizeler sallanıyor?

Her kristali, kimyasal maddelerle sık sık temizleyip parlatma mecburiyeti var: Bu işlemin çok vakit alması bir tarafa, ayrıca kristalleri parlatmak için kullanılan parlatıcıların kanserojen etkisi, hatta ozon tabakasını delme özelliği bulunuyor. Avizelerden birinin çengelinden kurtulup başınıza düşmesi ihtimalini ise düşünmek dahi istemiyorum!
Bu kadar tehlikeli bir aydınlatma aperatini “Demokles’in kılıcı” gibi tepenizde asılı tutmanın ne anlamı var?
Daha basit, daha az emek isteyen aydınlatıcılar kullansanız ne olur?
Böylece, onlara harcadığınız zamanı ailenize harcama imkânına kavuşursunuz. Bu da çocuklarımızın daha düzgün yetişmelerine katkı sağlar.


Soru:
Salonunuzu neden kullanmıyorsunuz?
Ayda, yılda bir gelen misafire evinizin en güzel bölümünü tahsis etmek akıllıca mı?
Evin en güzel yerlerinin o evde sürekli yaşayanlara ayrılması gerekmiyor mu?

Soru: Kullanmadığınız salonunuzun (çoğunluk kullanmıyor, kullananlar da öyle özen gösteriyor ki, o evde eşya mı daha kıymetli, insan mı anlaşılamıyor) en güzel yerinde oturan koltukları hemen hemen her gün silmek, minderlerini kabartmak, cilasını parlatmak, çok seyrek kullanılan (misafirden misafire) koltuklara adeta hizmetkârlık etmek, size akılcı bir yaklaşım gibi görünüyor mu?

Soru: Salonunuzdaki vitrini tıka basa dolduran yaldızlı tabaklar-çanaklar, sürahiler, bardaklar ne işinize yarıyor?..
Sahi, en son o tabakları-çanakları, sürahileri, bardakları ne zaman kullandınız?
Çok seyrek kullanıyorsanız, neden onca para verdiniz?
Kullanmayacağınızı bildiğiniz eşyalara para harcamak, üstelik onlara hizmet etmek akılkârı mı?

Soru: Birkaç döküntüyü temizlemek için elektrikli süpürge, birkaç çamaşır, birkaç kap-kacak yıkamak için bulaşık makinesi açmak doğru mu?

Soru: Gerçekten ihtiyacınız olunca mı elbise alıyorsunuz, yoksa komşular ucuzlukta şahane giysiler olduğunu söyleyince mi?..
İhtiyacınız olmadığı halde sırf “indirimde” olduğu söylendiği için bir elbise, pardösü, ayakkabı almak akıllıca mı?
(Kural şu: İhtiyacınız olmayan her şey pahalıdır).

Soruları çoğaltabilirsiniz. Kendi yaşama biçiminize, ekonomik durumunuza, israf alışkanlığınıza göre, aynı konuda değişik sorular da üretebilirsiniz.
Fakat sonuç değişmeyecektir:
Biz hem fakiriz, hem de müsrif!
Üstelik modernitenin getirdiği pek çok yeniliği, modern dayatmaların bile öngörmediği bir açlıkla kullanan bir toplumuz.

Kendim için basit bir hesap yaptım:
Gördüm ki, her ay birtakım gereksizliklere harcadığım meblağla Anadolu’da fakir bir aile rahatça geçinebilir. Bu yüzden çektiğim ekonomik sıkıntılar da cabası...

Aslında hepimiz bir birimize benziyoruz:
İşyerinize toplu taşıma araçlarıyla gidebilecekken, alışkanlık, ya da gösteriş gereği, özel otomobilinizle gidiyorsanız bunun her ay bütçenize getirdiği yük (bakım-onarım dahil) en azından üç yüz milyon lira civarındadır...

Korunaklı, ya da kapıcılı bir sitede oturuyorsanız, ayda asgari yüz-yüzelli milyon ödüyorsunuz...
Cep telefonları dâhil, ailenin telefon masrafı da şöyle böyle elli milyon tutuyor...
Durmadan arızalanan elektrikli ev aletleri her ay ortalama elli milyon götürüyor...
Gereksiz aletlerin harcadığı aylık elektrik fazlası da herhalde bir elli milyon tutar... Televizyonlar, müzik setleri, su ısıtıcıları, su israfı, kullanılmayan bölümlerin ısıtılması derken, nereden bakarsanız bakın, ayda beşyüz TL. zarurî olmayan harcamamız var.
Yuvarlak hesap yılda beş bin lira eder. Bu da az kullanılmış yerli bir otomobilin fiyatıdır.

Kısacası, israfımız yüzünden her yıl az kullanılmış yerli bir otomobili çöpe atıyoruz.
Ramazan-ı mübarek hürmetine, bir tasarruf ve infak (yardımlaşma) alışkanlığı kazanmaya çalışsak ne güzel olur.

( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
İsrafta tükeniyoruz !

Önemli bir yazıdır.
Okumanızı rica ediyorum.

Anlayıp , uygulayabilme duasıyla...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
19. İsrafta tükeniyoruz



Kapitalist sistemin önerileri doğrultusunda kendimizi dönüştürüp “israf haramdır” uygulamasından “tüketim toplumu”na geçtik ya, tükete tükete tükenmeye başladık.

Yaşamak için ihtiyacımız olmayan pek çok şey, “tüketim” alışkanlığımız yüzünden gözümüze “zaruri ihtiyaç” gibi görünüyor...
İmkânımız nispetinde evlerimizi ıvır-zıvırla doldurduk!
Adım atmakta bile zorlanıyoruz.

Kapitalizmin körüklediği “özenti” ile birleşip “elalem ne der” sendromuyla gelişen tüketim alışkanlıklarınızdan bir an için kurtulup düşünür müsünüz lütfen?

En iyisi bu konuyu, sorular ve tekliflerle biraz detaylandırmak...

Soru: Yüz mumluk bir ampul yirmi-otuz metrekarelik bir alanı rahatlıkla aydınlattığına göre, neden tepenizde (salonlarınızın, odalarınızın tavanlarında) üç yüz kristalli, altı (hatta on) ampullü avizeler sallanıyor?

Her kristali, kimyasal maddelerle sık sık temizleyip parlatma mecburiyeti var: Bu işlemin çok vakit alması bir tarafa, ayrıca kristalleri parlatmak için kullanılan parlatıcıların kanserojen etkisi, hatta ozon tabakasını delme özelliği bulunuyor. Avizelerden birinin çengelinden kurtulup başınıza düşmesi ihtimalini ise düşünmek dahi istemiyorum!
Bu kadar tehlikeli bir aydınlatma aperatini “Demokles’in kılıcı” gibi tepenizde asılı tutmanın ne anlamı var?
Daha basit, daha az emek isteyen aydınlatıcılar kullansanız ne olur?
Böylece, onlara harcadığınız zamanı ailenize harcama imkânına kavuşursunuz. Bu da çocuklarımızın daha düzgün yetişmelerine katkı sağlar.


Soru: Salonunuzu neden kullanmıyorsunuz?
Ayda, yılda bir gelen misafire evinizin en güzel bölümünü tahsis etmek akıllıca mı?
Evin en güzel yerlerinin o evde sürekli yaşayanlara ayrılması gerekmiyor mu?

Soru: Kullanmadığınız salonunuzun (çoğunluk kullanmıyor, kullananlar da öyle özen gösteriyor ki, o evde eşya mı daha kıymetli, insan mı anlaşılamıyor) en güzel yerinde oturan koltukları hemen hemen her gün silmek, minderlerini kabartmak, cilasını parlatmak, çok seyrek kullanılan (misafirden misafire) koltuklara adeta hizmetkârlık etmek, size akılcı bir yaklaşım gibi görünüyor mu?

Soru: Salonunuzdaki vitrini tıka basa dolduran yaldızlı tabaklar-çanaklar, sürahiler, bardaklar ne işinize yarıyor?..
Sahi, en son o tabakları-çanakları, sürahileri, bardakları ne zaman kullandınız?
Çok seyrek kullanıyorsanız, neden onca para verdiniz?
Kullanmayacağınızı bildiğiniz eşyalara para harcamak, üstelik onlara hizmet etmek akılkârı mı?

Soru: Birkaç döküntüyü temizlemek için elektrikli süpürge, birkaç çamaşır, birkaç kap-kacak yıkamak için bulaşık makinesi açmak doğru mu?

Soru: Gerçekten ihtiyacınız olunca mı elbise alıyorsunuz, yoksa komşular ucuzlukta şahane giysiler olduğunu söyleyince mi?..
İhtiyacınız olmadığı halde sırf “indirimde” olduğu söylendiği için bir elbise, pardösü, ayakkabı almak akıllıca mı?
(Kural şu: İhtiyacınız olmayan her şey pahalıdır).

Soruları çoğaltabilirsiniz. Kendi yaşama biçiminize, ekonomik durumunuza, israf alışkanlığınıza göre, aynı konuda değişik sorular da üretebilirsiniz.
Fakat sonuç değişmeyecektir:
Biz hem fakiriz, hem de müsrif!
Üstelik modernitenin getirdiği pek çok yeniliği, modern dayatmaların bile öngörmediği bir açlıkla kullanan bir toplumuz.

Kendim için basit bir hesap yaptım:
Gördüm ki, her ay birtakım gereksizliklere harcadığım meblağla Anadolu’da fakir bir aile rahatça geçinebilir. Bu yüzden çektiğim ekonomik sıkıntılar da cabası...

Aslında hepimiz bir birimize benziyoruz:
İşyerinize toplu taşıma araçlarıyla gidebilecekken, alışkanlık, ya da gösteriş gereği, özel otomobilinizle gidiyorsanız bunun her ay bütçenize getirdiği yük (bakım-onarım dahil) en azından üç yüz milyon lira civarındadır...

Korunaklı, ya da kapıcılı bir sitede oturuyorsanız, ayda asgari yüz-yüzelli milyon ödüyorsunuz...
Cep telefonları dâhil, ailenin telefon masrafı da şöyle böyle elli milyon tutuyor...
Durmadan arızalanan elektrikli ev aletleri her ay ortalama elli milyon götürüyor...
Gereksiz aletlerin harcadığı aylık elektrik fazlası da herhalde bir elli milyon tutar... Televizyonlar, müzik setleri, su ısıtıcıları, su israfı, kullanılmayan bölümlerin ısıtılması derken, nereden bakarsanız bakın, ayda beşyüz TL. zarurî olmayan harcamamız var.
Yuvarlak hesap yılda beş bin lira eder. Bu da az kullanılmış yerli bir otomobilin fiyatıdır.

Kısacası, israfımız yüzünden her yıl az kullanılmış yerli bir otomobili çöpe atıyoruz.
Ramazan-ı mübarek hürmetine, bir tasarruf ve infak (yardımlaşma) alışkanlığı kazanmaya çalışsak ne güzel olur.

( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )


Selamun Aleykum Gevher kardeşim

Geleceğini yiyen bir toplum olduk değerli kardeşim,
Kapitalizmin binbir türlü reklamları ile bizlere yaptığı ayak oyunlarına kapılıp
bugün harca yarın ödersin mantığı ile malesef geleceğimizi bugünden yiyoruz, hemde ısraf ederek.

Hakikatlere kulak tıkadığımız gözlerimizi kapattıpımız bu devirde burdan birkez daha bu güzel hakikatleri bizlerin gözüne sokan Sayın.Yavuz Bahadıroğlu hocamıza ve bu yazıyı buraya taşıyıp bizlerinde gözüne girmesine vesile olan siz değerli kardeşime teşekkürlerimi sunuyorum...

Hayırlı, Bereketli Ramazanlar
 

Dicle_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Ağu 2009
Mesajlar
91
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Selamun Aleykum Gevher kardeşim

Geleceğini yiyen bir toplum olduk değerli kardeşim,
Kapitalizmin binbir türlü reklamları ile bizlere yaptığı ayak oyunlarına kapılıp
bugün harca yarın ödersin mantığı ile malesef geleceğimizi bugünden yiyoruz, hemde ısraf ederek.

Hakikatlere kulak tıkadığımız gözlerimizi kapattıpımız bu devirde burdan birkez daha bu güzel hakikatleri bizlerin gözüne sokan Sayın.Yavuz Bahadıroğlu hocamıza ve bu yazıyı buraya taşıyıp bizlerinde gözüne girmesine vesile olan siz değerli kardeşime teşekkürlerimi sunuyorum...

Hayırlı, Bereketli Ramazanlar

Katılıyorum size. Aynı zamanda bunların özenti olduğunu düşünüyorum. Artık insanlar maddi durumu elvermese bile zengin görünmek istiyor. Kimse ayağını yorganına göre uzatmıyor. Hep bir şaşaa merakı var. Kendimizi olduğumuzdan yüksek göstermek, lüzumsuz harcamalar yapmak, insanı hem maddi hem manevi yönden tüketir. Rabbim bizi daha kötü zamanlardan korusun. Allahım selamet versin ne diyelim...
 

hayri07

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Şub 2009
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
51
RABBİM sonumuzu hayr etsin kardeşim selametle.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Selamun Aleykum Gevher kardeşim

Geleceğini yiyen bir toplum olduk değerli kardeşim,
Kapitalizmin binbir türlü reklamları ile bizlere yaptığı ayak oyunlarına kapılıp
bugün harca yarın ödersin mantığı ile malesef geleceğimizi bugünden yiyoruz, hemde ısraf ederek.

Hakikatlere kulak tıkadığımız gözlerimizi kapattıpımız bu devirde burdan birkez daha bu güzel hakikatleri bizlerin gözüne sokan Sayın.Yavuz Bahadıroğlu hocamıza ve bu yazıyı buraya taşıyıp bizlerinde gözüne girmesine vesile olan siz değerli kardeşime teşekkürlerimi sunuyorum...

Hayırlı, Bereketli Ramazanlar


Ve aleykümselam Yusuf kardeşimiz...

Sizin de belirttiğiniz gibi Yavuz Bahadıroğlu 'nun bu iki yazısı da , ne yazık ki , müslümanlığa yakışmayacak davranışlarımızı yüzümüze tokat gibi çarpıyor.

Silkinip kendimize gelme ve müslümanlığa yaraşır şekilde davranabilme duasıyla...

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Selamünaleyküm değerli kardeşim
Rabbim razı olsun çok güzel ve sürekli okuduğum bir konu emeğine sağlık..
Bu konuyu çok beğeniyorum hergün farklı bir konu hakkında bilgi sahibi oluyoruz teşekkür ederim paylaşımlarınız için..
israfta tükeniyoruz mükemmel bir yazı olmuş herşey o kadar açık ve güzel anlatılmış anlayana..
israf dinimizde de günah inşaallah bu konuda biraz daha duyarlı oluruz ümidindeyim....
Selam ve dua ile...
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
20. Korkak ve ürkeğiz!


Evvel zaman içinde dev boyutlarda bir dişlek varmış.
Köy köy dolaşıp yakaladıklarının dişlerini sökermiş.
Bunu duyan bazı köylüler “hele bir gelsin düşünürüz” tembelliğiyle yan gelmişler.
Bazı köylüler birleşip Dişlek’le dişe diş mücadeleye karar vermişler.
Bazıları ise “Dişlek’e zahmet olmasın, yardım edelim de bizi bağışlasın” düşüncesiyle dişlerini bir dişçiye çektirmişler.
Gelin görün ki, Dişlek o köye hiçbir zaman uğramamış, durduk yerde dişsiz kalmışlar…


Ârif’e tarif gerekmez derler. Kıssa’dan hisse alma yeteneği olanlar alır. Olmazsa bilenler bilmeyenlere anlatır. Çünkü bilmek ve anlamak konusunda da derin endişelerim var.
Bilme bahsinde o kadar gerilerdeyiz ki, bazılarımız hayatın farkına varamadan hayatı bitiriyor.
Kendimizi eğitip hayatı algılar hale gelelim dediğim zaman ise, vakitsizlikten, parasızlıktan şikâyetler başlıyor.

Bize dokunmayan yılan bin yaşasın!..
İtle dalaşmaktan, çalıyı dolaşmak evladır!..
Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler!

Ya bize dokunmayacakmış gibi yapan yılan bizi sıraya koymuş, önünde sonunda dokunmaya karar vermişse?..
Ya it, kendisiyle dalaşanlardan çok çalıyı dolaşanları ısırıyorsa?
Ya ayı, kendisine “dayı” denmesinden hoşlanmıyorsa?

O takdirde yılanın sizi ısırmayacağını, itin ve ayının size dalmayacağını bilemezsiniz.
Belki ısırılma ihtimalini ortadan kaldırmanın yegâne çaresi cesur olmaktır.
İtin, kopuğun önünde dimdik durup “Sizden korkmuyorum” diye haykırmaktır.
Kaldı ki, it kısmı önce en çok korkanı ısırır!

Ben kavgayı sevmem. Dalaştan hazzetmem.
Ama teslimiyetçilik de aklın alacağı şey değildir. İnsan haysiyetine yakışmaz.



Git gide ürkek, korkak, pısırık insanlar haline geldik...
Siyasetle iştigal etmesi yasak makamlarda oturanlardan biri konuştuğunda, “Size bunun için para vermiyoruz beyefendi” diye uyaracağımıza, hatta dava edip vergilerimizin çarçur edilmesinin hesabını adalet önünde soracağımıza, hemen onun tarafına geçip oy verdiklerimizi kınamaya başlıyoruz.

Nasıl insanlarız sahi, nasıl Müslümanlarız?
“Höt” dendiğinde kümese kaçan tavuk gibi arkamıza bakmadan kaçıyoruz. Otur dendiğinde oturuyor, kalk dendiğinde kalkıyoruz. “Selam dur!” komutu gelirse hemen selam duruyoruz. Kime? Bilmiyoruz.
Her ihtimale karşı her isteneni yapıyoruz.
O zaman da darbelerin ardı arkası kesilmiyor!


En iyi yaptığımız iş şikâyetten ibaret:
Parasızlıktan şikâyet, işsizlikten şikâyet, işverenden şikâyet, eğitim sisteminden şikâyet, sağlık sisteminden şikâyet, ekonomiden şikâyet, politikacılardan şikâyet, baskılardan şikâyet, bölünmeden şikâyet...
Ama askeriyeden şikâyet yok!
Onlar işlerini çok mu iyi yapıyorlar, yoksa korku odağına dönüştüklerinden sataşmaya cesaret mi edemiyoruz?

“Son terörist ölene kadar savaş” narası atan kuvvet komutanına, “Bir kırk yıl daha ülkeyi tüketmeye kararlı mısınız?” diye sorabiliyor muyuz?

Üç sebepten soramayız:

1. Vergi vermediğimiz için nasıl kullanıldığını umursamıyoruz…
2. Vatandaşlık bilincimiz gelişmedi, kendimizi hâlâ şamaroğlanı sanıyoruz…
3. Çok açık: Korkuyoruz.
Ama tabii korkunun ecele bir faydası olmuyor. Dişlek gelmeden dişini söktüren dişsiz kaldığıyla kalıyor!


Okumamaya devam…
Merak etmemeye devam…
Sorgulamamaya devam…
Ürkmeye, korkmaya, pusmaya, kaçmaya, ezilip büzülüp kendimize acımaya ve kendimizi acındırmaya devam!

Ama ortalık süt limanken çok cesuruz maşallah!
Atıp tutaraktan mangalda kül bırakmıyoruz. Mutedil insanları pısırıklıkla suçlayıp cesaret nutukları atıyoruz.
Derken birileri sopanın ucunu gösterir göstermez tısss... Tabana kuvvet, yallah kümese!

Anlayış da “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı.
Neymiş?
“İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaş”mış…
“Köprüyü geçene kadar ayıya dayı” denecekmiş…
Ayıya “ayı” demek varken, neden “dayı” demeli?


Hayatı tüm evreleriyle kavramak gibi bir derdi olmayan, olayları, fikirleri algılamak gibi bir tasa taşımayan insan, yaradılış hikmetine uygun bir insani boyut geliştirip şuur planında cesur bir duruş geliştiremez.

“Gelene ağam gidene paşam” politikasında kişiliksizleşir.

( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
21. Namaz başlı başına bir tebliğdir


Kur’ân ’ın ve Namaz 'ın diğer insanlar üzerindeki olağanüstü etkisini gösteren bir olayı Şehid Seyyid Kutub’dan dinliyoruz:

“Sun’ullah (ilahi yapım) olma özelliği Kur’ân’da apaçıktır.
İşte bu özelliktir ki, onu beşer sözü ve yapımı olmaktan ayırmıştır. Bu konu temel mana ve mefhumlarında aynıdır. Bu öyle bir şey ki, hatta Arapça’ya hiç aşina olmayanlar bile onu mucizevi bir şekilde hissederler.”

Sonra şöyle devam ediyor:
“Bir keresinde gemiye binmiş, Atlantik’in ortasında New York’a doğru kendi istikametimizde yol alıyorduk. Cuma günü cuma namazını gemide ikame ettik.
Geminin altı Müslüman yolcusu muhtelif Arap memleketlerindendiler. Yöneticilerinden birçoğu da Nubelidiydiler. Cuma namazının hutbesini okudum. Hutbe esnasında Kur’ân’dan birkaç ayet okudum. Geminin değişik ırklardan oluşan diğer yolcuları da etrafımıza toplanmış bizleri seyrediyorlardı. Namaz bitince seyircilerden bir grup gelip bizim namaz kılmamıza karşı hissettikleri özel etki ve tepkiyi anlatıyorlardı. Bu insanların arasında Komünizmin ortaklık prensibinden dolayı Birleşik Devletler’e kaçan Yugoslavyalı bir kadın da vardı. Kadın göz yaşlarına hakim olamayacak kadar ağlamaklı bir halde ve titrek bir sesle, zayıf bir İngilizce’yle şöyle dedi:

“Namazınızda tam manasıyla aşikar olan huşu ve tevazu haleti öylesine ruhumu canlandırdı ve hoşuma gitti ki o özel duygu ve heyecan karşısında kendime sahip olamıyorum, kendimi tutamıyorum. Bununla beraber ben bu konu için yanınıza gelmedim. Demek istediğim şey şu:
Ben bir kelime olsun diliniz olan Arapça’yı bilmiyorum ama bu dilin ve beyanınızın başka hiçbir dilde görmediğim özel bir müziği ve ahengi olduğunu hissediyorum.
Daha ilginci bütün sözlerinizin arasında daha şiddetli etki ve yankılanması olan seçkin ve özel birkaç cümle de vardı. O cümlelerin benim üzerimde özel bir nüfuz ve etkisi oldu.”

Tabii olarak o cümleler belirgin bir etkisi olan özel bir güç ve nüfuz sahibi olan Kur’ân’ın ayetleriydi.

“Evet, sayısız pek çok kimsenin Kur’ân-ı Kerim ışığında Müslüman oluşu ve ruha canlılık veren bu ayetler sayesinde birçok kimsenin değişmesi bu kitabın kelimelerinin son derece güzel oluşunu, ibarelerinin tutarlılığını, manalarının canlılığını, hakikatlerinin yüceliğini, maarifinin yüksekliğini anlatır...”
(Ali Kerimi Cehrumi, Kur’ân’ı Yaşamak kitabından)

Namazın diğer insanlar üzerinde bıraktığı tesir ve intibalar üzerine merhum Üstad Muhammed Esed’in gözlemi ise şöyle:

“İslâm’ı bir din olarak seçmek yolunda herhangi bir eğilim duymadığım günlerde bile, bir camide ya da işlek bir caddenin kenarında ne zaman çıplak ayaklarıyla, halı ya da hasır bir seccade üzerinde ya da toprakta, ayakta dikilip, elleri birbirine kenetli, başı öne eğik, çevresinde olup biteni unutarak bütünüyle kendi içine gömülmüş, kendi kendisiyle barış içinde namaz kılan bir adam görsem, alışılmadık bir alçakgönüllülük, tuhaf bir boyuneğme duygusu kıpırdanırdı içimde.”

Demek namaz, sadece kul ile Allah arasında kalmıyor. Diğer kulları da etkiliyor.

( Abdullah Yıldız - Vakit Gazetesi )
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt