Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Posta Kutuma Gelenler ! (1 Kullanıcı)

deniz hışır

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
10 Haz 2008
Mesajlar
145
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
allah razı olsun. gündemin ve her yaştan insanın nabzını tutan yazılar. ne zaman yazılmış olursa olsun. paylaşımlarınız için çooook teşekkür edrm.. benim üzerim de çoook teesiri oldu we oluyor yazıların. allah işinizi rast getirsin..:a16:
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Hepinizden Allah razı olsun kardeşlerim.çok sağ olun

Rabbim cümlemizden razı olsun kardeşimiz.

2. '' Oglum neden hafız yada hoca olmuyor da ya topçu ya popçu olacak diyorsunuz ? ''


kardeşim Allah razı olsun 2 ve 3 de okudum ..geriye kaldı 48 mi:a36:

şaka bi yana bütün bunlar insanı düşünmeye sevkeden..silkelenmesine sebep konular.içinde geçen "çocuk yarışmaları" pırıl pırıl, berrak sesli çocuklar ve onalra verdikleri şekil..daha fidanken aşılama..
vee hayatını sadece tv'den ibaret sanan insanlar ki malesef kendi ailem de dahil toplum tv'nin esiri olmuş durumda..
ne acı ki topa tüfeğe gerek kalmadan hem de daha acı bi şekilde amaçlarına ulaştılar..Rabbim bizleri korusun ,anlayan gören kullarından eylesin

İnşaAllah durmak yok di mi bir_umut kardeşim , okumaya devam... :a12:

Allah razı olsun kardeşim.
çok güzel konular seçilmiş.
hepsini okumam biraz zor olduğu için
bazı satırları atlaya hoplaya geçeceğiz artık
konuya bakmakta da biraz geç kalmışım galiba ama ,:),neyse artık

Varsın geç farketmiş olun kardeşim , hiç önemi yok.
Yeter ki faydalanabilelim bu değerli yazılardan ... :a12:

selamun aleyküm modum:a12: süper paylaşımlar gerçekten ama hepsini okumaya zaman ister şimdilik ilk 3ünü okudum yavaş yavaş hepsini okurum inşaallah emeğine yüreğine sağlık, selam ve dua ile :a03:

Evet ayşe.a kardeşim , bu kadar yazı olunca okuması da biraz vakit alır değil mi?
Sizleri yoracağız biraz , ama emin olun ki yorulduğunuza değecek inşaAllah.

allah razı olsun. gündemin ve her yaştan insanın nabzını tutan yazılar. ne zaman yazılmış olursa olsun. paylaşımlarınız için çooook teşekkür edrm.. benim üzerim de çoook teesiri oldu we oluyor yazıların. allah işinizi rast getirsin..:a16:

Rabbim cümlemizin işini rast getirsin kardeşimiz.
İnşaAllah nasiplenenlerden olma duasıyla.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
52. Empati yapmak


“Empati” denen şeyi biliyorsunuzdur…
Kendini ötekinin yerine koymak…

Aslında bu Kur’an-ı Kerim’de öneriliyor…
Kendi kitabımızdan öğrenmediğimiz bu kavramı Amerikalılardan yeni yeni öğrenmeye başlamamız, ne acınacak bir haldir.
Oysa İslâm “empati” üzerine kuruludur.

Kur’an–ı Kerim bize bazı empati örnekleri de sunmaktadır aslında.
Mesela Nisa Suresi, 4/9’da şöyle buyruluyor:

“Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, yetimlere haksızlık etmekten de öylece korksunlar da Allah’ın cezalandırmasından sakınsınlar ve doğru söz söylesinler”

Allah empati yapmamızı ve kendimizi “Yetim ve başkalarına muhtaç çocuklar bırakmış kişiler” olarak düşünmemizi, yetimlere karşı davranışlarımızı buna göre ayarlamamızı emrediyor.

Fakat biz maalesef eski Batı’nın (çünkü yeni Batı’yı hâlâ keşfedemedik) “bencil” ve “bireyci” tavrını taklit ediyoruz…
“Biz”den saymadıklarımızı acımasızca dışlıyoruz.
Dolayısıyla hayat “biz ve onlar” şeklinde ayrışıyor.



Dünyada bir “biz” varız, bir de “onlar”...
“Biz” olmayanlar “onlar”dır ve mutlaka “biz”leşmeleri gerekmektedir...

Bizim gibi inanmalıdırlar, bizim gibi düşünmelidirler, bizim gibi giyinmelidirler, bizim gibi yaşamalıdırlar...
Bizim inançtan, bizim mezhepten, bizim tarikattan, bizim cemaatten, hatta bizim aşiretten, bizim siyasetten olmalıdırlar.

Alimallah, kendileri olarak kalmayı sürdürürlerse, “bizleştirme”yi başarana kadar uğraşırız.
Çünkü bize göre “biz” iyiyiz, “onlar” kötüdür, “biz” doğruyuz, “onlar” eğridir, biz” sevabız, “onlar ” günahtır, “biz” cennetiz, “onlar ” cehennemdir, “biz” gerçeğiz, “onlar ” sanaldır, “biz” temiziz, “onlar ” pistir, “biz” her şeyiz, “onlar” hiç bir şeydir.



“Onlar”, “biz”i anlamıyor!..
“Onlar”, “biz”i çekemiyor!..
“Onlar”, “biz”i sevmiyor!..
“Onlar”, “biz”i istemiyor!..



Düşündünüz mü? “Onlar” dediklerimiz gerçekte “biz” isek ne olacak?..
“Onlar”, “biz”e ayna oluyor da, “biz”e gerçeğimizi, gerçek yüzümüzü gösteriyorlarsa?..
Yani “onlar”da kendimizi görüyorsak?..
Belki de “onlar” hiç yoktur...
Belki de “onlar” “biz”iz!
Öyleyse nasıl olmalarını istiyorsak, öyle olmalıyız.



İnançlarımızdan, ibadetlerimizden, kıyafetlerimizden, tarikatlarımızdan, cemaatlerimizden, siyasetlerimizden dolayı horlanmamak, hırpalanmamak, dışlanmamak istiyorsak, hiç kimseyi inançlarından, ibadetlerinden, kıyafetlerinden, tarikatlarından (tutulan yol anlamında), cemaatlerinden (cemiyetlerinden), siyasetlerinden dolayı horlamamalı, hırpalamamalı, asla dışlamamalıyız.

İnsanların “vazgeçilmez”lerini de artık sorgulamamalıyız.
Bırakalım herkes istediği yerde dursun…
İstediği gibi yaşasın…
İstediği gibi giyinsin…
İstediği gibi inansın.
Herkes “kendisi” olsun.
“Uzlaşma”yı bile değil, bir birimizle sadece konuşmayı bile öğrenebilsek yeter.



İnançlar “farklı”, fikirler “farklı” kalsın…
Herkesin “özel”i kendinde saklı kalsın…
Bırakalım herkes kendini sorgulasın, dilerse kendi kendisini yargılasın…
Biz ne cennet pazarcısı, ne cehennem zebanisiyiz!..
Herkes Allah’la ve toplumla bağını kendisi kursun, hesabını kendisi versin.



“Onlar”ı “düzeltmek” için ayırdığımız zamanı kendimizi düzeltmeye ayırırsak...
“Onlar”a önerdiğimiz “doğru”ları kendi hayatımıza hâkim kılıp yaşarsak...
“Onlar”ın kusurlarını irdelemeye harcadığımız zamanı kendimizi, eşimizi, çocuklarımızı, kısacası ailemizi mutlu etmeye harcarsak...
“Onlar”ın kusurlarını keşfetmek için sarf ettiğimiz vakti, kendimizi ve aile bireylerimizi keşfetmekte değerlendirirsek...
“Onlar”ın hata, kusur ve eksiklerini okumaya çabalayacağımıza, kendimizi okumaya çabalarsak…
Kafalarımızda “onlar” kavramı kalmayacaktır...

Farklı insanlar özelleriyle, özellikleriyle, özgürlükleriyle, kutsallarıyla ve saygınlıklarıyla birlikte yaşayacaktır.
Şimdi yeniden “empati” yapmaya var mısınız?


( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
53. Allah’tan razı mıyız?

Allah’ın (c.c) kuldan ve kulun Allah’tan razı olması, birbirini tamamlayan karşılıklı bir durumu ifade eder..
Aslı Kur’an’da olan ve toplumun derin dinî şuurunun imbiğinden süzülerek diline pelesenk olmuş “Allah razı olsun!” duası, “Allah rızası”nın toplum algısında tekabül ettiği şeyin büyüklüğünü gösterir.

Bugün sekülerleşen temenni dilimizde modası geçmiş kocakarı söylencesi muamelesi görse de, yeri hiçbir modern iyi temenni ibaresiyle doldurulamayacak kadar zengin bir duadır o.
Bir anlamda Kur’an mesajının çağırdığı konsantre hâl...

Önce bir anekdot paylaşayım müsaadenizle.
Lise yıllarımızda “Koç” dediğimiz bir kütüphânecimiz vardı. O bizim kütüphânecimizden çok, bir dostumuz ve ağabeyimizdi.
Zaman zaman câminin bir köşesine sığınmış, tek başına namaz kılarken görürdüm.
Kıraat ettiği Kur’an âyetlerini kelime kelime, harf harf özenerek ve vurgulayarak tilâvet ederdi. Uzak mesafeden de olsa hissettirmeden göz ucuyla ve gıptayla izlerdim onu. Düşüncelerinde marjinal olduğu gibi ibâdet tarzında da marjinaldi!
Bir gün, bir arkadaşım heyecanla yanıma geldi ve Koç’un kendisini ne kadar etkilediğini anlattı.
Kütüphânedeydim, dedi. Beyaz dosya kâğıdına ihtiyacım vardı, Koç’tan istedim. Bir tane verdi, “Allah razı olsun!” dedim.
O hemen bir tane daha verdi, ben de yine “Allah razı olsun!” dedim.
O hemen bir tane daha uzattı. Ben “Allah razı olsun! Kâfi artık, istemiyorum” dedikçe o duanın tekrarını yapmam için bir kâğıt daha uzatıyordu.

Böyle anlatmıştı arkadaşım.
Bir kağıt parçası dolayısıyla da olsa O’nun rızasını aramak o kadar hoşuma gitmişti ki, o anekdot hafızamın unutulmazlar listesinde yerini bütün canlılığıyla hâlâ korumakta.


“Rıza” Allah’ın kadîm sıfatlarındandır.
Son nefesini iman üzere verenlere ve bunun için de hayatını istikâmet üzere yaşama mücadelesine adayanlara taalluk eder.
Allah’ın razı olduğu kullar, mutlaka Allah’tan razı olan kullardır.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın (c.c), Hz. Peygamber’in (s.a.s) sohbetinde bulunanlardan hoşnutluğunu; “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” ( Tevbe - 100 ) diyerek anlatmıştır.
Karşılıklı hoşnut olma hâli, o güzîde topluluğun niyet ve amellerinde, kazaya teslimiyetlerinde tecelli eder.

Diyebiliriz ki; Allah, büyük günah işlemeyen, küçük günahlarda ise ısrar etmeyen, hata yaptığında hemen tövbe eden istikamet sahibi her kulundan razı olur.

Peki, Allah’tan razı olmak nedir? Kimler Allah’tan razıdır?

“Allah’tan razı mısın?” sorusuna tefekkür etmeden cevap verdiğimizde, “Evet” cevabı vereceğimiz neredeyse kesindir.
Ama, hayır, durup düşünüp öyle cevap vermeyi deneyelim.

Bizim kendi tercihlerimizin sonucu olmayan; Allah’ın bizim için irade ettiği ırk, dil, renk, cinsiyet, fizikî yapı, coğrafya, anne-baba, kardeş, çocuk, toplumsal çevre, maddî durum, akıl gücü gibi verili durumlardan razı mıyız?

Bazen genetik hastalıklardan, bazen bütün tedbirleri almamıza rağmen bize musallat olan bir virüs sebebiyle acı çekeriz.
Sevdiğimiz insanlar hastalanır, bazen de kaybederiz onları.
O zaman Allah’tan razı olmayı sürdürebiliyor muyuz?

Ticarette başarılı olmak için gâyet ciddi çalışmamıza rağmen işimiz kesat gidebilir.
Yangın, sel ve deprem gibi hâdiseler vuku bulabilir. Derken elimizde ve kontrolümüzde olmayan bu sebeplerden dolayı bir ânda maddî birikimimizin tümünü yitirebiliriz.

Bu dünya hayatında bize emanet olan maddî servetimizi kaybederken, mânevî servetimizi korumak için kaç kişi gönlünün derinliklerinde ilâhî takdire “razı” olmayı sürdürebilir?

Yoksa, “Neden ben, ya Rab!” itirazları mı hâsıl olur dilimizde, O’nun takdirine karşı bir hoşnutsuzluk mu belirir kalbimizde?

Rıza, Allah’ın takdirine nefse zor gelse de teslim olmak ve şikâyet etmemek demektir. O’na güvenmek, O’nun takdirine varlıkta ve bollukta, gizli ve âşikâr, verdiğinde ve aldığında itirazsız boyun eğmektir.
Bunun üst mertebesi ise, takdiri sevmektir. Allah’tan gelen her şey güzeldir, diyebilmektir. İlahî takdirin hükümlerine yüreğin hoş bakması ve teslim olmasıdır.

Allah’tan gelene razı olmak vaciptir. Bu vacibi yerine getirenler de övülmüş ve yüceltilmişlerdir.

Velhâsıl, insanın yeryüzü sürgünündeki serüveninin özünü “Hakk’a mı, Batıl’a mı rıza göstereceği” oluşturur.

O hâlde soralım kendimize, “Allah’tan razı mıyız?”


( Serdar Demirel - Vakit Gazetesi )
 

berat05

Yönetici
Katılım
26 Eki 2007
Mesajlar
7,764
Tepki puanı
1,036
Puanları
163
Yaş
48
Konum
Gönlün olduğu yerde
esselamünaleykümverahmetullahiveberakatuhu

esselamünaleykümverahmetullahiveberakatuhu

53. Allah’tan razı mıyız?

Allah’ın (c.c) kuldan ve kulun Allah’tan razı olması, birbirini tamamlayan karşılıklı bir durumu ifade eder..
Aslı Kur’an’da olan ve toplumun derin dinî şuurunun imbiğinden süzülerek diline pelesenk olmuş “Allah razı olsun!” duası, “Allah rızası”nın toplum algısında tekabül ettiği şeyin büyüklüğünü gösterir.

Bugün sekülerleşen temenni dilimizde modası geçmiş kocakarı söylencesi muamelesi görse de, yeri hiçbir modern iyi temenni ibaresiyle doldurulamayacak kadar zengin bir duadır o.
Bir anlamda Kur’an mesajının çağırdığı konsantre hâl...

Önce bir anekdot paylaşayım müsaadenizle.
Lise yıllarımızda “Koç” dediğimiz bir kütüphânecimiz vardı. O bizim kütüphânecimizden çok, bir dostumuz ve ağabeyimizdi.
Zaman zaman câminin bir köşesine sığınmış, tek başına namaz kılarken görürdüm.
Kıraat ettiği Kur’an âyetlerini kelime kelime, harf harf özenerek ve vurgulayarak tilâvet ederdi. Uzak mesafeden de olsa hissettirmeden göz ucuyla ve gıptayla izlerdim onu. Düşüncelerinde marjinal olduğu gibi ibâdet tarzında da marjinaldi!
Bir gün, bir arkadaşım heyecanla yanıma geldi ve Koç’un kendisini ne kadar etkilediğini anlattı.
Kütüphânedeydim, dedi. Beyaz dosya kâğıdına ihtiyacım vardı, Koç’tan istedim. Bir tane verdi, “Allah razı olsun!” dedim.
O hemen bir tane daha verdi, ben de yine “Allah razı olsun!” dedim.
O hemen bir tane daha uzattı. Ben “Allah razı olsun! Kâfi artık, istemiyorum” dedikçe o duanın tekrarını yapmam için bir kâğıt daha uzatıyordu.

Böyle anlatmıştı arkadaşım.
Bir kağıt parçası dolayısıyla da olsa O’nun rızasını aramak o kadar hoşuma gitmişti ki, o anekdot hafızamın unutulmazlar listesinde yerini bütün canlılığıyla hâlâ korumakta.


“Rıza” Allah’ın kadîm sıfatlarındandır.
Son nefesini iman üzere verenlere ve bunun için de hayatını istikâmet üzere yaşama mücadelesine adayanlara taalluk eder.
Allah’ın razı olduğu kullar, mutlaka Allah’tan razı olan kullardır.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın (c.c), Hz. Peygamber’in (s.a.s) sohbetinde bulunanlardan hoşnutluğunu; “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” ( Tevbe - 100 ) diyerek anlatmıştır.
Karşılıklı hoşnut olma hâli, o güzîde topluluğun niyet ve amellerinde, kazaya teslimiyetlerinde tecelli eder.

Diyebiliriz ki; Allah, büyük günah işlemeyen, küçük günahlarda ise ısrar etmeyen, hata yaptığında hemen tövbe eden istikamet sahibi her kulundan razı olur.

Peki, Allah’tan razı olmak nedir? Kimler Allah’tan razıdır?

“Allah’tan razı mısın?” sorusuna tefekkür etmeden cevap verdiğimizde, “Evet” cevabı vereceğimiz neredeyse kesindir.
Ama, hayır, durup düşünüp öyle cevap vermeyi deneyelim.

Bizim kendi tercihlerimizin sonucu olmayan; Allah’ın bizim için irade ettiği ırk, dil, renk, cinsiyet, fizikî yapı, coğrafya, anne-baba, kardeş, çocuk, toplumsal çevre, maddî durum, akıl gücü gibi verili durumlardan razı mıyız?

Bazen genetik hastalıklardan, bazen bütün tedbirleri almamıza rağmen bize musallat olan bir virüs sebebiyle acı çekeriz.
Sevdiğimiz insanlar hastalanır, bazen de kaybederiz onları.
O zaman Allah’tan razı olmayı sürdürebiliyor muyuz?

Ticarette başarılı olmak için gâyet ciddi çalışmamıza rağmen işimiz kesat gidebilir.
Yangın, sel ve deprem gibi hâdiseler vuku bulabilir. Derken elimizde ve kontrolümüzde olmayan bu sebeplerden dolayı bir ânda maddî birikimimizin tümünü yitirebiliriz.

Bu dünya hayatında bize emanet olan maddî servetimizi kaybederken, mânevî servetimizi korumak için kaç kişi gönlünün derinliklerinde ilâhî takdire “razı” olmayı sürdürebilir?

Yoksa, “Neden ben, ya Rab!” itirazları mı hâsıl olur dilimizde, O’nun takdirine karşı bir hoşnutsuzluk mu belirir kalbimizde?

Rıza, Allah’ın takdirine nefse zor gelse de teslim olmak ve şikâyet etmemek demektir. O’na güvenmek, O’nun takdirine varlıkta ve bollukta, gizli ve âşikâr, verdiğinde ve aldığında itirazsız boyun eğmektir.
Bunun üst mertebesi ise, takdiri sevmektir. Allah’tan gelen her şey güzeldir, diyebilmektir. İlahî takdirin hükümlerine yüreğin hoş bakması ve teslim olmasıdır.

Allah’tan gelene razı olmak vaciptir. Bu vacibi yerine getirenler de övülmüş ve yüceltilmişlerdir.

Velhâsıl, insanın yeryüzü sürgünündeki serüveninin özünü “Hakk’a mı, Batıl’a mı rıza göstereceği” oluşturur.

O hâlde soralım kendimize, “Allah’tan razı mıyız?”


( Serdar Demirel - Vakit Gazetesi )




Yazılanları İdrak edebilmek ve yaşama geçirebilmek duasıyla

Allah c.c. razı olsun
 

bir_umut

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Şub 2009
Mesajlar
2,564
Tepki puanı
4
Puanları
0
Yaş
41
5. “İnsan” olmanın anlamı üzerine...

Tarihimiz baştan sona “insanlık” örnekleriyle doludur...
Bu konuda zaman zaman o kadar ileri gidilmiştir ki, Osmanlı mülkünü gezmeye gelen Avrupalı gezginlerin dudakları uçuklamış, “Bu kadar da olmaz!” demek zorunda kalmışlardır.
Tarihteki insanımız insana saygılıydı, çünkü insan olmanın ne anlama geldiğini biliyordu.
Bir birimizin hakkını-hukukunu bu anlayış içinde gözetiyor, bizimle aynı dini, aynı inancı, aynı milliyeti, aynı siyaseti, aynı kıyafeti paylaşmayanlara karşı, yine bu anlayış içinde müsamahakâr olabiliyorduk.
Çünkü “KUL” olduğumuzu biliyorduk. Bizi “EFENDİ”lik makamına yücelten işte bu “KULLUK ŞUURU”ydu.



Sonra her şey değişti.
Kendimizi okumayı ve okuyarak hayatı kavramayı unuttuğumuz gibi başkalarına saygı duymayı da unuttuk.

Şimdi gelin, aşağıdaki tüm sorulara “evet” deyin de, ondan sonra oturup “insan olmanın anlamı” üzerine kafa patlatalım:

- Zaferi ve hezimeti, galibiyeti ve mağlubiyeti, başarıyı ve başarısızlığı, kârı ve zararı aynı olgunlukla karşılayabiliyor musunuz?

:a03:



- Yüreğinizde açan her çiçeği sulayabiliyor, yüreğinize gelen her baharı koklayabiliyor, din, dil, ırk, renk ayırımı yapmadan her bayramı kutlayabiliyor, kendi iç mehtabınızda gölgenizi gezdirebiliyor musunuz?

- Hiç ummadığınız bir zamanda, ummadığınız zorluklarla karşılaşmanız halinde de şükredebiliyor musunuz?

- Rotanızı başkasına sorarak, danışarak değil, kendi iç güneşinizin aydınlığında kendi yürek pusulanıza bakarak bulabiliyor musunuz?

- Zindanda özgürlüğü, esarette hürriyeti yaşayabiliyor musunuz?

- İnanıyor, inandığınızı yaşıyor ve her gerektiğinde imanınızın burcunda dirilebiliyor musunuz?

- Yüreğinizi her daim hayata ve tüm sevgilere açık tutuyor musunuz?

- Vehimlerinizden, endişelerinizden, kuşkularınızdan, korkularınızdan, tereddütlerinizden ve nefretinizden örülmüş utanç duvarlarını bir hamlede yıkıp hayatla buluşabiliyor musunuz?

- Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyebiliyor musunuz?

burası gevher kardeşimize :) kendisi kıdemli koltuğunda, kardeşine değil vermek üstüne bir de savunma geliştiriyor:rolleyes::p

- Size vermeyene sizde olandan verebiliyor, hem kendinizi, hem malınızı insanlarla paylaşabiliyor musunuz?

- Size acımayana da acıyabiliyor musunuz?

- Size taş atana ekmek sunabiliyor musunuz?

- Diken olup yüreklere batacağınıza, çiçek olup yüreklerde açabiliyor musunuz?

- Hata ettiğiniz zamanlarda hiç yüksünmeden özür dileyebiliyor musunuz?

- Sizden nefret ettiğini bile bile, size nefret besleyeni sevebiliyor musunuz?

- Yaradılış hikmetine uygun bir hayat yaşayabiliyor musunuz?

- Gerektiğinde dünya malından geçebilecek bir insani boyutta kalabiliyor musunuz?

- Sizin inancınızdan, sizin milletinizden, tarikatınızdan, cemaatinizden, partinizden, takımınızdan, ilinizden, ilçenizden, köyünüzden olmayan birine de “kardeş” gözüyle bakabiliyor, hiç karşılık beklemeden sevebiliyor musunuz?

- Size yanlış yapan birine hakkınızı helal edebiliyor musunuz?

- Tanıyın tanımayın, insanları selamlıyor, selamlarken gülümsüyor, karşılık verenlerin halini-hatırını soruyor musunuz?

- Elinizde, avucunuzda var olandan fakirin hakkını ayırıyor musunuz?

- İşyerinizde çalışan, ya da yönettiğiniz insanların aile durumlarıyla ilgileniyor, haklarını eksiksiz veriyor musunuz?

- Akşam yorgun argın geldiğiniz evinizde, size sevdiğiniz bir şeyler hazırlamak için çırpınan eşinize, “eline sağlık” diyor musunuz?

- Annenizi, babanızı memnun ediyor, en azından bu konuda çaba gösteriyor musunuz?

- Hayatı sorgulamak yerine yaşamayı tercih ediyor musunuz?

sorgulamadan yaşanmaz ki..

- Her gününüzü son gününüz gibi yaşamaya çalışıyor, böyle bir hassasiyet içinde bulunuyor musunuz?

- Hakkı-hukuku, haramı-helâlı gözetiyor, “günah” işlememek, “yanlış” yapmamak için uğraşıyor musunuz?

- Tanıyın tanımayın, zora düşmüş insanların elinden tutmayı, ama asla başlarına kakmamayı biliyor musunuz?

- Daima okuyor, yeni şeyler öğrenme çabası içinde oluyor musunuz?

Ne kadar “evet”, o kadar “insan!”
Böylece “insan olmanın anlamı nedir?” sorusu da bir cevaba kavuşmuş oldu işte.


(Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )

diğer soruların cevabı bende kalsın.. ;)

Allah razı olsun gevher kardeşim:a12:
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
54. Kadın , “ Yürek İnkılâbı ”nın Özüdür


Peygamber-i Âlişan Efendimizin gerçekleştirdiği “Yürek İnkılâbı”nın iki belirgin ayağı var.

Bunlardan birincisi: İlâhî, insanî ve vicdanî hiçbir kural tanımayan vahşi bir topluluğu, kısa süre içinde bir “ahlâk ve vicdan toplumu”na dönüştürmesidir...
Bu oluşla, Âlişan Efendimiz, bedeviyetten medeniyete geçişi sağlamıştır.

İkincisi ise dışlanan, horlanan, aşağılanan, alınıp satılan; hatta diri diri mezara gömülen “kadın” ı bir kimliğe, kişiliğe kavuşturması ve hayatla uzlaştırmasıdır.

İslâmî hassasiyetleri olduğunu dillendiren, yani “dindar” olan her bireyin bu iki belirleyici hususu hazmetmesi ve hayatının ekseni yapması gerekir.

Oysa biz bu konularda hâlâ “bedeviyet” dönemini yaşar gibiyiz: En hassas olmamız gereken konularda bile kendimizi geliştiremedik, bir türlü medenileştiremedik!
Birbirimize hitabımız kaba, en sevdiklerimize bile muamelemiz sert ve haşin; hemen hemen hiçbir hareketimiz Peygamber (asm) kokmuyor!

Biz erkekler, eşimizden “yedek parça”mız gibi söz ediyoruz: Efendimiz’in gerçekleştirdiği “Yürek İnkılâbı” sayesinde kendini bulmuş “ayrı” ve “farklı” bir “birey” olduğunu aklımıza dahi getirmiyoruz!

Kimimize göre, o, bir “kaşık düşmanı”, kimimize göre “bizimki”, kimimize göre, “evdeki”; “bizim karı”, “bizim kadın”, “köroğlu” vesaire...
Başka kadınlarla konuşurken cömertçe kullandığımız “hanımefendi” kelimesini, kendi eşimiz için kullanmak, nedense pek aklımıza gelmez; halbuki, dini kültürümüz “kadına saygı”yı öngörüyor...

Hatırlayalım ki, “kadın” , “insan” olarak hakkettiği yere İslâmla kavuşmuş, erkekle birlikte hayatın vazgeçilmez temelini teşkil etmiştir.
O kadar ki, ilk insan olarak yaratılan Hz. Âdem, Cennet gibi, her isteğini anında gerçekleştirebildiği bir mekânda bile, kadınsız huzur bulamamış, Allah’dan bir “eş”, bir “arkadaş”, bir “yoldaş” istemiştir: Hz. Havva bu duanın meyvesidir...
Yani kadın, hayatın en başında vardır!

Ayrıca, İslâm Dini, bir erkek (Âlişan Efendimiz) ve bir kadınla (Hz. Hatice Validemiz) başlamıştır; yanlarında bir de çocuk (Hz. Âli Efendimiz) bulunmaktadır.
Keza, Osmanoğulları’nın Anadolu’ya gelişlerinde, “Baciyanı Rûm” tanımlamasıyla yine kadın önderlerden söz edilir.
(Ayrıntılar “Merhaba Söğüt” isimli kitabımızda: 0212 444 24 14).

Milli kültürümüzde ise kadın, “Gazi Ana”, “Bacı Bey”, “Bey Ana” gibi saygın unvanlarla anılıyor; hatta tarih içinde, erkeğiyle birlikte ülke yönetiminde görev alıyor.

Yani dini ve milli, hatta Batılı değerlerden hareketle kadın konusuna yaklaşmak, çok farklı yerlere taşımıyor insanı, aşağı yukarı aynı noktaya getiriyor...
Buna rağmen, “kadın kimliği”, “kişiliği”, “varlığı”, “kılığı” gibi konular, dindar kesimde hâlâ sonuçlandırılamamış bir tartışmanın malzemesidir.

Genel olarak “kadın”ı yok sayma eğilimimiz ağır basıyor. Kadına “teferruat” muamelesi yapıyor, bunu da “dinin gereği” gibi sunuyoruz.
Hâlbuki bu anlayışın kaynağı din değil, “kadın”ı diri diri mezara gömen cahiliye geleneğidir!

Efendimiz’in “Yürek İnkılâbı”ndan geçmiş her Müslüman, Peygamber Efendimiz döneminde kadınlara tanınan hakların bekçisi olmak zorundadır...
Geleneklerin din gibi algılanması ve “mutlak doğru” olarak kabul edilmesi maalesef buna izin vermemektedir...

Tabiatıyla, kadına ilişkin hak ve özgürlükler, kamusal alanda olduğu gibi, özel alanlarda da gerilemiştir.

“Kadına baskı” âdeta Müslümanlığın şartı gibi algılanmaya başlanmıştır!
Bugün Batı dünyasında kadın, cinsel obje gibi görülüp kullanılırken ve 18. 19. asra kadar “Kadının ruhu var mı, insan sayılır mı?” tartışmaları yapılırken, İslâm dünyasında huzur içinde yaşamıştır...
Horlanmamış, aşağılanmamış, istismar edilmemiştir.

Ama bugün İslâm dünyasında da, Müslüman evlerde de durum değişmiştir. Batılı anlayışın yozlaştırdığı saygının yerini aşağılama almıştır.
Elbette bu farklı biçimlerde yapılmakta, ancak sonuç değişmemektedir.

Şimdi gelin, Müslümanın kadın konusunda referansına (Kur’an’a) bakalım...

“ Ben, erkek olsun, kadın olsun (ki hep birbirinizdensiniz) içinizden hiçbir çalışanın çalışmasını zayi etmeyeceğim. '' (Al-i İmran, 3/195)

Ve “O’nun varlığının delillerinden (Allah’ın ayetlerinden) biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum, 30/21)

Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim; “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 2/187) beyanıyla da erkek ve kadının insan olarak birbirlerine olan ihtiyaçlarına açık bir şekilde dikkat çekmektedir.

Kadının alınıp satıldığı, diri diri gömülüp öldürüldüğü, mirastan pay alması şöyle dursun, kendisinin bile miras malı gibi değerlendirildiği bir toplumda, Peygamber Efendimiz’in, kadınlardan ayrıca “beyat” alması ve bunun Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmesi (Mümtehine, 60/13), İslam’da kadının özgür bir insan olduğunu vurgular.
Yani erkeğe tanınan hak ve hürriyetler kadın için de geçerlidir.

Kadının başta hayat hakkı olmak üzere, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel hakları vardır.

Bunlar bir tarafa, asgari görgü ve nezaket kurallarının, “bizim mahalle”de pek revaçta olmadığını ve kadının pek önemsenmediğini hepimiz biliyoruz.


( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
55. Kalb Kurban’a dokunduğunda

Kurban,
geçmişte yaşanmış kutsal bir ânla,
yaşanan ânı paralel akan zaman dilimlerine evirdiğinde,
insanı ataları İbrahim’in itaatiyle,
İsmail’in yakîniliğinde,
aynı gönül ikliminde,
Allah’la yakınlık tesis ettiğinde değerlidir...

Değişimin ideoloji olduğu bir çağda,
moderniteye güçlü bir itiraz şerhi koyduğu,
değişmeyen tek şeyin kulluk olduğunu gösterdiği,
hakikat’in anlam derinliğine dâvet ettiği için değerlidir...

Mutlak değişime imanla,
mutlak sâbitelere imanın çatışmasını görünür kıldığı,
ilahî bir senaryoyu ölümsüzleştirdiği,
bugüne taşıdığı,
sâbitelerin bereket ve rahmet soluğunu yarınlara ulaştırdığı,
büyüklerin kalbini İbrahim’le,
küçüklerin kalbini İsmail’le buluşturarak hayata anlam kattığı için değerlidir...

Her şeyin eskidiği bir dünyada eskimeyeni hatırlattığı,
ateşin yakamadığı İbrahim’i İsmail’in nasıl yaktığını anlattığı,
kullukla evlat sevgisi arasında örselenen baba yüreğini,
ama kulluktan yana tercihini yapan o putkıranı bize gösterdiği için değerlidir...

Âdem ve Havva’nın buluştuğu yeri,
Allah’ın evim dediği Kâbe’yi,
çocuğuna su bulma inancıyla Merve ve Safa arasında aşkla çırpınan anneyi,
çöl ve su,
hayat ve memat arasındaki med ceziri,
yavrusundan uzak ama kalbi ona asılı Hâcer’i,
ve onun ayakları altından sonsuza fışkıran Zemzemi işaretliği için değerlidir...
2 asırdır yabancılaşma tarihimizi,
şizofren yanlarımızı,
yaralı bilincimizi,
dayatılan batılılaşma serüvenimizi,
hedeflenen mutlak asimilasyonu paranteze aldığı için değerlidir...

Ateş ve İbrahim,
su ve Hâcer,
bıçağın altındaki İsmail,
ve semâdan rahmet meleğinin teşrifinde inen hayat...
...
Kalb Kurban’a dokunduğunda tarih canlanır,
tarihin kılavuzluğunda
geleceğin yolu geçmişin hikmetli nuruyla aydınlanır,
iman olur,
iman, Ümmet olur,
Ümmet çağa inat hayat bulur...


( Serdar Demirel - Yeni Akit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
56. Din , Yaşamaktır


Niyetleri doğru olsa bile, amelleri yanlış ve noksan olan kişiler, din adına dinlerini feda etmektedirler. Tercih ettikleri hizmet alanlarında başarılı olmak için şahsi düşüncelerini dinin üstüne kor gibi bir usule müracaat etmektedirler.

Kendilerine göre gerekçeleri: “Şartlar değişmiş, bazı hocalar ve din uleması bizlerin önünü açmak yerine tıkamış, dinimizi yanlış anlamışlardır” gibi yanlışlarına çıkış gerekçeleri bulmuşlardır.

Dinlerini feda etmekte mesafe kat etmiş olan bazı kişiler, adeta dine ihtiyaç duymadan yaşamaya alışmışlardı
Böyleleri okunan ayetlerden ve hadislerden rahatsızlık duyarlar. Şahsi kanaatler hep önde olur.
Din adına dinlerini feda edenler, ne yazık ki dinlerini de bilmemektedirler. Dinimiz böyle kişilerin elini kolunu bağlamış mıdır, yoksa dini bilmediklerinden dolayı, din dışı kaynaklara mı müracaat etmektedirler?

Bütün şartlarda yine dine müracaat edilir:

Hz. Musa ve İsrail oğullarını, Firavunun şerrinden korumak istediğinde, Rabbimiz, onların izleyeceği yolu beyan etmiştir:

“Allah (cc): O halde kullarımı geceleyin yola çıkar. Çünkü takip edileceksiniz, buyurdu.” (Duhan, 23)

Ashab-ı Kehf uykularından uyanıp, içlerinden birini şehre göndermek istediklerinde, şöyle bir tedbire başvurmuşlardır:

“... Şimdi siz birinizi bu gümüş paranızla şehre gönderin ... ayrıca çok nazik (ve tedbirli) davransın sakın siz(in bulunduğunuz yer)i hiç kimseye sezdirmesin...” (Kehf, 19)
Bu konudaki hadislerden birkaçını nakledelim:


Peygamberimiz (sav), gizliliklerden istifade edilmesini söylemiş ve hatta “Kardeşiniz Yakup gibi meselelerinizde ipucu vermeyin” diye uyarmıştır. “Harp hiledir” sözü ile de tüm engellerin aşılacağı beyan edilmiştir.

Bu ayet ve hadislerden hiçbiri, Müslümanları itikat ve amel yönünden zarara sokmamaktadır. Aklı başında, ileriyi gören beyinler, siyaset ve zaruret ölçüsü ile her zaman taşı gediğine koymuşlardır. Yoksa Allah’ın haramlarını, fütursuzca bir neslin mahvedilmesini kullanmaya yeltenmek, dini feda etmektir.
Allah ve Rasûlünün önüne geçilmektedir

Allah adına yapılacak hizmet ve çalışmaların başlığı: “Allah ve Rasûlün önüne geçmeyin” talimatıdır. Kitap ve Sünnetin önüne geçmeyin. Ve hatta geçirtmeyin.

Hucurât suresinin bu ayeti, tüm prensiplerin, hazırlanmasına rehber bir kaynaktır.
İkinci ayeti ise sanki bizleri sarsmaktadır:

“Ey iman edenler. Seslerinizi Peygamberimizin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.”


Şimdi düşünelim. Sesini Peygamberimizin sesinin üstüne yükseltmek, O’nun huzurunda bağırarak konuşmak gibi günü birlik yaptığımız işler, Peygamberimizle bağlantılı olduğunda hassaslaşıyor ve bu işleri yapanların farkında olmadan yaptıkları amellerini Allah boşa çıkarıyor.

Konuşmamızdaki sesin yüksekliği Müslümana fatura ödettirir ise, O’nun mübarek ağzından çıkan, “Şunları yapın-bunları yapmayın” buyruklarına itibar etmeksizin, ölçüsüz ve ölçütsüz hareket etmenin neye mal olabileceğini hiç düşündük mü?

Yine Kitabımıza dönelim ve kulak verelim:

“De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? (Bunlar), iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kehf, 103-104)
Allah ve Rasûl’ün ölçülerini beğenmiyor muyuz yoksa?

Bir toplantıda, Descartes’tan, Sokrat’tan, Jan Jac Roussue’dan sözler söyleseniz, dinleyenlerden “aferin” alırsınız. Bilimsel konuşmuş olursunuz.
Konuşmanızın içine ayet ve hadis koysanız, o zaman orayı camiye çevirmiş olursunuz... Maalesef bugün gelinen nokta budur.

Ayette:

“Ey iman edenler. Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit sağlam tutar. İnkâr edenlere gelince, yüzüstü kapanmak ve helak olmak onlaradır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bunun sebebi: Allah’ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed, 7-8-9 )

Bunlar Halt ediyorlar:
Arapça’da Halt: karıştırmak demektir. Bir şeyi, bir şeye karıştırmak, halt etmek demektir. Yanlış ile doğruyu birbirine karıştıran insan, halt ediyor demektir.

Nice şık beyler, özel ekranlarda din adına halt ediyor, hizmet diye dinlerini feda ettiklerinin farkında değiller, karıştırıyor veya halt diyorlar.
Rabbimiz:
Allah, işleri bozanla düzelteni bilir.” (Bakara, 220)
“İyi bir işi kötü bir işle karıştırdılar.” (Tevbe, 102)


Din yaşamak için gönderilmiş. Dini yaşamaktan utananların, dinimizi kullanmaya hakları yoktur. Kaşıkla toplananı, kepçe ile dağıtmaya hiç hakları yoktur. Allah zerre miktarı hayrın ve şerrin hesabını bir gün muhakkak soracaktır.

( Abdullah Büyük - Yeni Akit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
57. Giyim-kuşamda modelimiz kim?

Giyim ve kuşam meselesinde kimi örnek almalıyız?
Model şahsiyetimiz kim? Artistler mi, şarkıcılar mı, hopçular, popçular mı, siyasetçiler mi?
Giyim kuşamımızı Paris mi belirliyor; daha doğrusu Paris mi belirlemeli, ismini vermekte bile haya ettiğimiz pespâye, karakter ve ahlâk yoksunu kişiliksiz kişiler mi?

Yoksa, her meselede olduğu gibi, yegâne modelimiz Asr-ı Saadet mi?

İnsan; nâzik, nâzenin ve medenî bir varlık. Giyinme, örtünme; medeniyet ve iffet ölçüsü. Çünkü, insanı hayvanlardan ayıran önemli şeklî farklılıklardan birisi. Dolayısıyla genel hayat ve ahlâk prensibi olarak giyim-kuşam, örtünme/tesettür ve elbiseden bahsedilebilir.

Müslümanlığın dış görünüş itibariyle, göze çarpan en önemli alâmetlerinden birisi örtüdür. Bu, kadın-erkek için fark etmez.

Diğer taraftan, giyinmek; sun’î/yapay elbiseler giyinmek insanın “halifelik” ünvanıyla da ilgili.
Evet, örtünme, elbise, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza, süs ve avret yerlerini örtmeye münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti; insanın sâir nevilerdeki tasarruf ve münâsebetine ve kumandanlığına işâret eden bir fihriste ve liste hükmündedir. 1

Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor.
Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor.
İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.

Eğer, bugünkü sefih medeniyetin empoze ettiği gibi; müstehcen, açık-saçık giyim/kuşam “medenîlik ve çağdaşlık” sayılacaksa; hiç şüphesiz ki, Afrika veya Amazon ormanlarında yaşayan ve sadece haya yerlerini örten yamyamlar, zenciler çok daha çağdaş ve medenîdirler!

Kadının yabancı, yâni mahrem erkeklerin bakışları altında müthiş bir sıkıntıya düştüğü hemen her vesileyle ifâde edilir. Aslında erkekler de aynı psikoloji içindedirler. Bilhassa kadınlar, “şehevî bakışlardan” rahatsız olur.

Tıp alanında gün geçtikçe gücünü gösteren hormonlar, cinsel hayatta bu güçlerini yitiriyorlar.
Bu Avrupa ve Amerika’da yıllar süren araştırmalar sonucunda ortaya çıktı. Hormonlarla müstehcen hareketler, bakış, temas ve düşünce arasında bir bağ var.
İnsanlar mütemadiyen, müstehcenlik veya sâir gayr-i meşrû hayatın gereği olarak, duygu ve duyularla uyarıla uyarıla hormonlar zayıflıyor, dengeleri bozuluyor veya fazla sarfiyata sebep oluyor. Böylece, vücudun bağışıklık dengesi bozuluyor; cinsel arzular törpüleniyor veyahut tamamen yok oluyor ve cinsî sapmalar ve hastalıklar meydana gelebiliyor.
Müstehcenlik, açık-saçıklık insanların meşrû ve helâle karşı olan kuvve-i şeheviyelerini kırıyor ve doyumsuzluğu getiriyor.
O da cinsî sapmalara ve sapıklıklara götürüyor.


Dipnot: 1-Mektûbât, s. 421.

( Ali Ferşadoğlu - Yeni Asya Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
58. Eski terbiye metodu ve yeni aile hayatımız

Osmanlıların aile hayatını inceleyen bir yabancı müellif şöyle bir hüküm veriyor:

“Osmanlılar, çocuklarını öğüt vererek değil, örnek olarak yetiştiriyorlar.”

İşin “püf noktası” galiba burası:
Çocuklarımıza hâlâ bol bol öğüt veriyoruz, ama örnek olamıyoruz. Yani “arıza” çocuklardan çok ana-babalarda: Bizde!

Çocuklarımız “eylem”den beslenmeyen “söylem”lerimizi ciddiye almıyor.Öğütlerimiz işte bu yüzden yüreklerine inmiyor.
Sonuç olarak da, “doğru insan” kaynaklarımız giderek kuruyor!
Türkiye hemen hiçbir alanda “cevher insan” yetiştiremiyor…

Oysa, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısından da son derece zengin bir geçmişe sahibiz…
Tarihin içine Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar, Sinan’lar yetiştirmiş bir ceddin torunlarıyız.
Ama dün başardığımızı bugün başaramıyoruz. Çünkü geleneksel “terbiye metodu”ndan uzaklaşmışız.

Bu metodun özünü, “Haram yiyen harami (eşkıya) olur” (Sultan II. Murad’ın sözüdür) anlayışı teşkil ediyordu.
Anne-babalar “kul hakkı” yememe konusunda aşırı hassasiyet içindeydi. Çocuklarına da bu açıdan “iyi bir örnek” oluştururlardı.
İstanbul’un Vefa semtine adını veren mutasavvıf ve matematikçi Ebul Vefa Hazretlerinden “kul hakkı”na ilişkin hassasiyete bir örnek vermek istiyorum. Umarım derde deva olur.

Ebûl Vefa’nın on yaşlarında bir oğlu vardı. Bütün çocuklar gibi sevimliydi, ama kötü bir huy peydahlamış, evlere su satan sakalara musallat olmuştu.
Malum: Eski Osmanlı asırlarında evlere “saka” denilen sucular su servisi yapar, bunun için de deri kırbalar kullanırlardı…
Şeyh’in oğlunun en büyük eğlencesi, dergâha su veren Saka amcanın deri kırbasına iğne batırıp, akan suyu kahkahalar arasında seyretmekti.
İşin zor yanı, deri kırbaların yamanamaması, dikilememesiydi. Delinen yere düğüm atmaktan başka çare yoktu. Bu da kırbaları git gide küçültüyordu.
Saka bu işe çok bozuktu, ama sabretmeye çalışıyordu. Çünkü bu yaramazlığı yapan sıradan birinin oğlu değil, sınırsız hürmet duyduğu Şeyh Efendi’nin oğluydu. Bu yüzden uzunca bir süre sineye çekti.
Bu süre içinde uyardı, olmadı… Öğüt verdi, olmadı… Yalvardı, olmadı… Kaşlarını çattı, biraz azarladı, yine olmadı: Çocuk hiç aldırmadan yaramazlığına devam etti.
Nihayet bir gün Saka’nın sabır taşı çatladı. Destur dileyip Şeyh Efendi’ye gitti. Utana-sıkıla durumu arz etti: “Vaziyet böyleyken böyle Şeyhim, gayri siz bilirsiniz.”

Ebul Vefa Hazretleri bir utandı, bir sıkıldı ki, tarife sığmaz. İlk iş olarak oğlunun deldiği tüm kırbaların parasını fazlasıyla ödedi.
Sonra bütün işini-gücünü, müritlerini-derslerini bir tarafa bırakıp, kara kara düşünmeye çöktü:
“Bu çocuğun yediğine-içtiğine bir şekilde kul hakkı karışmış. Ama bu nasıl olabilir?”
Saatlerce düşündü, nerede bir ihmale düştüğünü bulmaya çalıştı. Bulamayınca da dertli dertli karısına koştu, olayı anlattıktan sonra sordu:
“Bu çocuğu yetiştirirken, bir yerde hata ettiğimiz kesin Hatun, belli ki rızkına kul hakkı katmışız, ben kendi hayatımı gözden geçirdim ama bir şey bulamadım. Bir de sen düşün bakalım.”
Karısı bir hayli düşündükten, hamile kaldığı günden başlayarak tüm hayatını safha safha irdeledikten sonra, hatasını bulup Şeyh’e bildirdi:
“Oğlana hamile olduğum ilk dönemde kız kardeşim bize uğramıştı. Sebze dolu sepetçiği bana bırakıp başka bir şeyler almaya gitti. Sepetçiğin içindeki limonu fark ettim. Müthiş aşeriyordum. Çok canım çekti. Evde de limon yoktu. Dayanamadım. Limonu iğneyle delip bir damla emdim. Aşermemi bastırmaya çalıştım. Sonra unuttum gitti. Helâllik isteyemedim. Acaba sebep bu olabilir mi?”
“Budur” dedi Şeyh Vefa, “kalk hemen gidip kardeşinden helâllik alalım.”
Gecenin bir vakti, baldızının evine gitti. Durumu anlattı. Helâllığını aldı. Çocuk ancak ondan sonra kötü huyundan vazgeçip Saka’yı rahat bıraktı.

Ne dersiniz, kırbaları çocuklarımız mı iğneliyor, yoksa biz mi?


( Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
59. Bilginin basamakları ve iman


Her düşünce, zihnimizin basamakları olan “ tahayyül (hayal etme) , tasavvur (tasvir etme) , taakkul (akıl terazisine vurma) , tasdik (doğrulama), iz’an (anlama, kavrama, idrak etme), iltizam (taraf ile teslim olma)” teknelerinde tahlil edilir, senteze tâbi tutulur, yoğrulur ve en son kademe olan “itikat (iman, yüksek inanç, kesin kanaat)” hâline gelir.

Elde edilen bilginin “şek, zan, yakîn (kesin)” diye isimlendirilen üç basamağı var:


* Şek: Tereddüt, şüphe.
Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tercih edememe, tereddüt gösterme, vesveseye düşmedir.
Meselâ, birisinin, “suyun 50 mi, 75 mi, yoksa 100 derecede mi kaynadığı” hususundaki tereddüdü veya namaz kılmak isteyenin birinin “Acaba abdest almış mıydım, almamış mıydım?” tarzındaki şüphesi gibi.


* Zan: Öyle olduğu veya olmadığını sanmak.
Kesin olarak bilmemekle beraber kuvvetli ihtimalle hükmetmektir.
Meselâ, “Emin değilim, ama, öyle zannediyorum ki, su 100 derecede kaynar” veya “Kesin olarak bilmiyorum, ama, galiba abdest almıştım!” tarzındaki bilgi.

Kur’ân, “Ey imân edenler! Zannın birçoğundan kaçının” 1
diyerek zan ile hareketten bizi men ederken; “yakîn” (kesin) derecesine de teşvik eder.


* Yakîn: Kesin bilme.
Aksine ihtimal olmayan sağlam bilgi. Şüphe ve tereddütten sıyrılmış; emin bilgi.
Meselâ, suyun 100 derecede kaynadığını kesin olarak bilmek veya bizzat dereceyi koyarak tecrübe etmek bu kategoridendir.

Veya, “Abdest almıştım, kesin olarak biliyor ve hatırlıyorum!” hükmü; hatta abdest alınan çeşmeyi, o sıralarda kiminle hangi mevzuları konuştuğunu kesin olarak hatırlamak, bilmek.

İslâmiyette yakîn (kesin) bilgi, ilim esastır.
Hem, Allah’ın sıfatlarından birisi de “Âlim”dir. İlminin her şeyi kuşatmış olduğu pek çok âyette tekrar ile vurgulanır.
Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur. Hem bütün inâyetler, tezyinâtlar, o ilme işaret eder. İnâyetkârâne, lütufkârâne iş gören, elbette bilir ve bilerek yapar. 2

İnsanın da, Âlim isminin tecellisine mazhar olarak hakiki imâna ulaşacağı vasıtalardan birisi “kesin ilimdir.”
Kur’ân ve hadîs de insanları mütemadiyen ilme, araştırmaya, incelemeye, tetkike, tahkike ve keşfe yönlendirmektedir:


“Bilenlerle bilmeyenler bir değildir.” 3

“De ki: Ya Rabbi, ilmimi arttır.” 4

“Cahillerden yüz çevir.” 5

“Keşke hakikati şeksiz, şüphesiz bilmiş olsaydınız!” 6



Dipnotlar:

1- Hucurât Sûresi, 12.

2- Mektûbât, s. 235.

3- Zümer Sûresi, 9.

4- Tâhâ Sûresi, 114.

5- A’raf Sûresi, 199.

6- Tekâsür Sûresi, 5.


( Ali Ferşadoğlu - Yeni Asya Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
57. Önce Namaz ve Cemaat


Sevgili Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona)
"Namaz dinin direğidir. Kim bu direği ayakta tutarsa (yani namazı dosdoğru kılarsa) dinini ayakta tutmuş olur; kim de bunu yıkarsa dinini yıkmış olur"
buyurmuşlardır.

Efendimizin bu sözü ve uyarısı hem fertler (bireyler), hem de Müslüman toplumlar içindir.

Bazıları "Yine Mızraklı İlmihal gibi bir yazı..." diyeceklerdir. Evet bendeniz bu gibi konuları işlemeyi bir vazife bilmekteyim. Hanefi Avcı'nın Haliçteki pullu Simon balıkları gibi konular beni ilgilendirmez.

Bazı Müslümanlar ve İslamcılar memleketin ve toplumun çok iyi durumda olduğunu, yemyeşil ve pespembe ufuklara dolu dizgin dört nala koştuğumuzu iddia ediyorlar. Yanılıyorlar.

Önce namaza bakalım: Namaz konusunda şahsen kaç not alırız?..
Toplumun namazına bakalım...Müslüman halkın kaçta kaçı beş vakit namaz kılıyor?.. Bu kılanların kaçta kaçı farz namazları cemaatle kılıyor?

En az yüzde sekseni namaz kılmayan bir İslam toplumu selamet bulur mu, kurtulur mu, iflah olur mu?..


Namazı terk eden ve şehvetlerine uyan bir toplum iflah olmaz. Bu benim fikrim ve hükmüm değildir. Ben kimim ki...
Bu hükmü Ashab, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn, Selef-i Sâlihîn, Eimme-i müctehidîn, müfessirîn, muhaddisîn, ulema ve fukaha-i Ümmet, meşayih-i kiram, kâmil mürşidler ittifakla vermişlerdir.

Türkiye'de şu anda ne kadar İslamî cemaat, tarikat, topluluk, grup, hizip, fırka varsa bunların hepsinin birden ittifakla namazı emr etmeleri, namazsızlıktan korkutmaları gerekir. Bu hizmeti yapanlardan Allah razı olsun, onların büyük küçük ellerinden ve eteklerinden öperim.

Korkunç bir bölünmüşlük, tefrika, fitne ve fesat içinde olan Müslümanlar amelî bakımdan ancak namazla ve cemaatle kurtuluş yoluna girebilir.


Sabah namazından bir saat önce büyük şehirde bir uyanış, bir kaynaşma, bir hareket başlayacak...
İlk fecir başlamış ama ortalık henüz karanlık. Pencerelerde ışıklar görünecek. İnsanlar yataklarından doğrulacak. Abdestler alınacak. Hür ve mukim (seferî olmayan) erkekler yanlarına bülûğa ermiş oğullarını alacaklar ve camilere seğirtecekler. Camilerin kapılarından içeriye seller gibi cemaat dolacak, namazın başlamasından kısa bir müddet önce mabetlerde yürüyecek yer kalmayacak. Sünnetler kılınacak, sonra kamet getirilecek ve Müslümanlar topluca Allaha ibadet edecekler.

Öğle, ikindi, akşam, yatsı hep böyle olacak. Camiler Cuma ve bayram namazlarında olduğu gibi dolacak.

Ezanlar okununca şehirlerde, beldelerde hayat duracak. Müslümanlar hayatı günde beş kez durduracak.

Bu dediklerimin olması için birinci şart, mesela İstanbul'da en az 300 imam ve hatibin merhum ve mağfur Şeyh Muhammed Zahid Kotku hazretleri gibi olması lazımdır.
Camilere cemaati yaldızlar, hoparlörler, ışıldaklar, fırıldaklar, klimalar, kaloriferler, yerden ısıtmalar, şamdanlar çekmez, mihraptaki imamlar çeker. Cazibenin merkezi onlardır.

O kadar şeyhi nereden bulacağız?.. Şeyh olmazsa halifesi olsun bari...

On yaşındaki Metin babasına yalvarmalı: "Babacığım ne olur bu sabah da beni camiye götür!.."

İmam Efendiler, namazdan, tesbihattan, aşr-i şerif kıraatinden sonra yedi dakika (on dakika uzun olur) cemaate hitaben çok uyarıcı, çok müessir (etkili), göz yaşartıcı bir konuşma yapmalıdır.

"Ey Müslümanlar!.. Haydi artık işlerinizin başına gidin.
Sakın gevşeklik yapmayın, Şeriat hükümlerinden ve İslam ahlakı ilkelerinden ayrılmayın.
Din ve dünya işlerinde dosdoğru olun, sakın yamukluk yapmayın.
Emanetlere hıyanet etmeyin.
Dünya hayatı bir imtihandır, sakın ha gaflete düşmeyin.
Helal ve bereketli az kazanç, haram ve uğursuz çok kazançtan hayırlıdır.
Allahı unutmayın, her birimizin yanında iki melek katiplik yapmaktadır, iyi kötü amellerinizi yazmaktadır.
İçinizden bazıları bu gün ölebilir. Herkes olanca gücüyle iyilik, hayır hasenat, salih amel yapsın, sadaka versin, tevbe ve istiğfar etsin.
Lüksten ve israftan kaçınız. Saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir.
Allah doğruların yardımcısıdır..."



Bugün Türkiye'de en kolay hizmet namaz hizmetleridir. Laik ve seküler düzen (askeriye dışında) namaza fazla karışmıyor. Ülke sathında seksen bin cami var. Gürül gürül ezanlar okunuyor.Namaz propagandası yapmak serbest.
Biz Müslümanlar niçin bir namaz seferberliği başlatmıyoruz?

Hepsinin ellerinden öperim, bütün ulemâ ve fukaha namaz konusunda öncülük etmelidir.

İtikadı bozuk kimselerin ardında namaz kılınmazmış... Eyvallah ama herkes bozuk değil ki, adam başında cami var, itikadı sahih ve imameti caiz kişileri araştırıp buluruz ve onların ardında namaz kılarız.

Camilere bütünMüslümanlar gelsin. İbn Arabî meşrebinde olan da gelsin, İbn Teymiyye meşrebinde olan da... Mezhepli de gelsin, Selefî de...

Diyanet İşleri Başkanlığına selam ve kemal-i ihtiram ile hitap ediyorum:

1. Mihraplara namaz kıldırma memurları değil; alim, arif, zahid, muttaki, müteverri, cazibeli gerçek imamlar tayin ediniz.

2. Arkasında namaz kılınması caiz olmayan Diyalogçu, Fazlurrahmancı, Necdî ve sair bozuk itikatlı kişilere cami hizmetleri vermeyiniz.

3. Camileri "Çeşitlilik içinde birlik" merkezleri haline getiriniz.

4. Camilerde öyle lâhutî ezanlar okutunuz, onu duyan ölüler bile "Ah keşke diri olsaydık da biz de camiye gitseydik" desinler.

5. Camiler İslamî heyecan, İslamî kültür, İslamî aşk ve şevk merkezleri haline gelsin.

Vazifelerini yapan bütün ehliyetli ve liyakatli imamların, müezzinlerin, hatiplerin, vaizlerin ellerinden öperim. Tenkitlerim onlara râci değildir.


( M.Şevket Eygi - Milli Gazete )
 

Nur_u Secde

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Eki 2007
Mesajlar
5,204
Tepki puanı
3,575
Puanları
163
Yaş
46
Rabbim eygi hocamızdan razı olsun inşallah...kalbim temiz namaz kılanalarıda görüyoruz düşüncesi bir virüs gibi çoğalıyor.Rabbim bizi ıslah etsin gafletten uyandırsın...
Allah razı olsun gevher kardeşim.
selamün aleyküm.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Rabbim eygi hocamızdan razı olsun inşallah...kalbim temiz namaz kılanalarıda görüyoruz düşüncesi bir virüs gibi çoğalıyor.Rabbim bizi ıslah etsin gafletten uyandırsın...
Allah razı olsun gevher kardeşim.
selamün aleyküm.


ve aleykümselam Nur-u Secde kardeşimiz...

Rabbim cümlemizden razı olsun.
Namazını layığıyla eda edenlerden , ömrünü bir namaz edasında yaşayanlardan olalım inşaAllah.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
58. Âhir Zaman Fitneleri Yangını



Dünyada fitnesiz zaman olmaz. Fitne mutlaka olur ama bazen az olur, bazen çok.
Ömerü'l-Fâruk hazretleri zamanında fitne azdı ; Hz. Osman'ın hilafetinin ikinci yarısında çoğaldı.


Zamanımız yoğun ve genel fitneler asrıdır. Fitne yangınları her geçen gün çoğalıyor, azgınlaşıyor.


Hindistan'ın büyük İslam alimlerinden merhum Ebu'l-Hasen en-Nedvî'nin küçük bir risalesi var, adı ne kadar düşündürücü:
"Öyle bir irtidat (dinden çıkış) ki, onun karşısında bir Ebu Bekir yok."


Şirk, küfür, nifak İslam'a ve Ümmet'e topyekun bir savaş açmış ; nice Müslümanın bundan haberi yok, yan gelip yatıyorlar.

Dindar anne ve babanın çocukları dinsiz yetişiyor, ana baba sanki habersizdir bu fâciadan.


Eski şer'iyye (kadı) sicillerinde şöyle bir belge var:
Bir kadı kendi bölgesindeki mahallelerde beş vakit namaz kılmayan bînamazların listesini çıkartmış. Liste pek uzun değil.
Ya zamanımızda?.. Namaz kılanların küçük ve kısa listesini çıkartsınlar daha kolay olur.

Vicdanı olan Müslümana soruyorum: Namazın kütlevî bir şekilde terk edilmesi korkunç bir fitne ve fesat değil midir?

İtikadın bozulması da büyük fitnedir.

Kadınların büyük bir kısmının bozulması, açılıp saçılması büyük bir fitne değil de nedir?

İnsanlar çeşit çeşit şehvetlere uymuşlar... Bu da fitnedir.

Faiz/riba yayılmış... Faize fetva veren ilahiyatçılar türemiş. Ne büyük ve dehşetli bir fitne...

Büyük günahlar âşikare ve küstahça alenen işlenir olmuş...

Lüks, israf, sefahat ayyuka çıkmış...

Kibar ve körpe fahişelerin bir gecelik vizitesi 10 bin dolarmış...

Okullarda küçük çocuklar uyuşturucuya alışıyormuş...

Bazı mektep kızları kürtaj yaptırıyormuş...

Rüşvet görülmemiş boyutlarda...

Gıybet ve diğer lisan afetleri toplumu sarmış...

Bunlar hep fitnedir fitne.


Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Kıyamet kopmadan önce fitnelerin her yeri saracağını, fitne karanlıklarının ortalığı gece gibi yapacağını, sabahleyin evinden mü'min olarak çıkacak kimsenin akşama kafir olarak döneceğini, akşam evine mü'min olarak girecek kişinin, sabaha kafir çıkacağını bildirmiştir. (Sahih-i Müslim 'de)


İmanın kaybedilmesinden büyük bir fitne düşünülebilir mi?

Şirk, küfür, sapıklık, nifak gece gündüz var gücüyle çalışırken, İslam'ı ve Ümmeti savunması ve koruması gerekenler nasıl ve ne kadar çalışıyor.

Hıristiyan misyonerleri uzak ülkelerden gelerek kendi dinleri için gece gündüz çalışırken, Müslüman vazifeliler kendi öz vatanlarında, yapılması gereken ve yapabilecek imkana sahip oldukları din hizmetlerini, iman kurtarma hizmetlerini hakkıyla yapıyorlar mı?

Fitnelere karşı elbette onları arttıracak, yangını büsbütün azdıracak şekilde çalışılmamalıdır ama Kur'ana, Sünnete, Şeriata, hikmete uygun şekilde mutlaka çalışılmalıdır.


Fitne uyandırmak ile fitne yangınını söndürme hizmetleri birbirine karıştırılmamalıdır. Fitne çıkartmak başka şeydir, çıkmış fitneyi kaldırmaya çalışmak başka şey.

Oh namazımı kılıyorum, orucumu tutuyorum, haccımı yaptım, arada bir umreye de gidiyorum... Müslümanlık bu kadar mı?


İslam'da şirk, küfür, nifak, dalalet yangınını söndürmek için canla başla uygun şekilde çalışmak yok mu?
İslam'da emr bi'l-maruf ve nehy 'ani'l-münker yok mu?
İslam'da büyük ve küçük cihad yok mu?



Din kardeşin aç gecelerken, sen tok sabahlarsan sen iyi Müslüman olabilir misin?

Müslümanların zekatlarını öncelikle fakir ve miskin din kardeşlerine vermemeleri, böylece Ümmet içinde sosyal adaleti sağlamamaları büyük bir fitne değil midir?

Müslüman haksızlıklara, zulümlere, şirke, küfre, nifaka, cehrî fıska, fücura karşı direnmeye ve onları azaltmaya ve yenmeye çalışmaya mecbur değil midir?

Müslüman, zamanın İmam-ı Kebir'ine, Emîr'ine biat ve itaat etmek zorunda değil midir?

Fitnelere, fesatlara, küfre, nifak ve şikaka, fısk ve fücura kanıksamış vaziyetteyiz.

Müslüman o kişidir ki, onun yüreğinde küfre, nifaka, fıska, zulme karşı kutsal bir isyan ateşi yanar...
Elbette tehevvüre kapılıp çılgınca işler yapmaz ama kötülük ve zulüm karşısında büsbütün susmaz.


Müslümanları kimler uyaracak, onlara kimler nasihat edecek, onları kimler harekete geçirecek?..
Ulema ve fukaha nerede?
Büyük bir kötülük ve fitne fesat olduğu zaman niçin "Ulema Şûrası" bir protesto beyannamesi yayınlamıyor?



Sapıklıklar niçin topluca tel'in edilmiyor (lanetlenmiyor).

Sahih itikad, namaz, cemaat, zekat konusunda Ümmet niçin etkili ve devamlı şekilde uyarılmıyor?

Otobüslerde, tramvaylarda, toplu taşıma vasıtalarında, parklarda, caddelerde herkesin arasında hiç utanmadan ve arlanmadan köpekler gibi sevişilmesi ahir zaman fitnelerinden değil midir?
Yasal sınırlar içinde kalmak şartıyla bu konuda Müslümanların medyada ve kamuoyunda güçlü bir şekilde ses çıkartmaları, protesto etmeleri gerekmez mi?

Söndürmek için elimizden gelen bütün gayreti ve himmeti sarf etmezsek âhir zaman fitnelerinin alevleri ve ateşi bizi de yakacaktır.


( M.Şevket Eygi - Milli Gazete )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
59. Biraz tebessüm, biraz da tefekküre ne dersiniz?




Bazı tasavvufi olayları okuyup, vakaları hatırlamak bize birazcık sabır ve tahammül duygusu kazandırır gibi geliyor bana.

Bu düşünce ile bugün sizlere takdirle okuyacağınızı sandığım mesaj yüklü tasavvufi olaylar sunmak istiyorum.
Geniş düşünmeye, sabırlı ve tahammüllü olmaya çok muhtaç olduğumuz şu devrelerde bu gibi güzel örneklerden etkilenecek, tasavvufi olgunluk kazanmaktan huzur duyacaksınız diye düşünmekteyim.
Takdir yine de sizindir.


Fevkalade değerli bir geniş düşünme örneği:


Diline pek hakim olamayan konuşkan bir adam, Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz'i tenkit etmeye başlar. O da hakkı olan cevabı hemen vermeyip sabırla dinlemeyi tercih eder. Efendimiz (sas) ise bu durumu tebessümle seyreder.

Ne var ki, adam konuşmasını uzatınca suskunluğunu bozan Ebu Bekir (ra) Efendimiz de cevap vermeye başlar. Bu defa da Efendimiz'in yüzündeki tebessüm kaybolur.
Bu tebessüm kaybını merak edip soran Hz. Ebu Bekir'e Efendimiz şöyle açıklama yapar:

''Seni tenkit eden adamı sabırla dinliyor cevap vermiyordun. Bu sırada bir melek senin adına o adama cevap veriyor, seni melek savunuyor, ben de bu durumu tebessümle seyrediyordum.
Ne zaman sen sabrı bırakıp cevap vermeye başladın, melek seni savunmaktan vazgeçip sustu. Meleğin susmasından dolayı üzüldüm, tebessümüm ondan kayboldu!..''



Demek bazen sabır gösterip susan, savunmasız kalmaz. Gerektiğinde melekler dahi onu savunabilir. Yeter ki meleklerin savunmasını bekleyecek kadar sabır gösterelim bizler..






İsterseniz bir sabır ve tahammül örneği de İmam-ı Azam Efendimiz'den verelim :

Kufe Mescidi'nden çıkıp evine doğru yürüyen imamın peşine takılan bir adam söylenerek gelir arkasından:

-Sen İmam-ı Azam filan değilsin ama halka büyük bir alim gibi görünüyor, kendine İmam-ı Azam dedirtiyorsun?

Yolun sonuna kadar söylenerek gelen adamın ithamlarını sessizce dinleyen imam, nihayet geriye dönüp tebessümle baktığı adama der ki:

-Burası benim evimdir, söyleyeceklerin bittiyse izin ver de evime gireyim!

İmam evine girer, kapısını da yavaşça kapar.

Bunca itham ve isnatlara kırıcı bir karşılık vermeden dinleyen imamın bu hali, adamı düşündürür. Ve nihayet kararını veren adam söylenir:

-Bu zat gerçekten de İmam-ı Azam'mış! Şimdi şüphem kalmadı buna halkın İmam-ı Azam deyişinden..





Bir başka misal:


Maneviyat büyüklerinden Malik bin Dinar'ı yolda giderken gören biri, söylenerek der ki:

-Şu adamı görüyorsunuz ya, riyakârın tekidir. Hep gösteriş için yapar yaptıklarını!

Gören halk da onu tasavvuf büyüğü zanneder!.

Malik bin Dinar, sesin geldiği tarafa dönüp adama tebessümle bakar, olanca yumuşaklığıyla şu cevabı verir:

-Allah razı olsun senden. Şimdiye kadar hiç kimse beni bu kadar doğru tarif etmedi.


Nasıl, var mısınız böylesine bir eleştiriye gönül rızasıyla bakmaya, dua ile karşılık vermeye?





Bir misal de Hz.Mevlânâ'dan verelim:

Konya çarşısında kendine çok güvenen bir adam, çevresine meydan okuyarak der ki:

''Bana bakın bana! Ben öyle bir adamım ki bana (bir) kelime söyleyen (bin) kelime ile cevap alır! ''

Hazret-i Mevlânâ, adamın çenesi altına kadar sokulur, gözlerinin içine bakarak cevap verir:
''Ben de öyle bir adamım ki bana (bin) kelime söyleyen (bir) kelime ile dahi cevap alamaz!
Çünkü der, meleklerin cevabı yeterli olur bana!''


Siz de var mısınız meleklerin cevabıyla yetinmeye?


( Ahmed Şahin - Zaman Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
60. Gençlerin sorularına İbrahim Ethem'den cevap...



Gençlerin biriken sorularına, Belh'in gönül sultanı İbrahim Ethem gibi cevap vermek istiyorum bugün ben de.

Bu vesile ile hem birazcık dinlenir hem de düşünme fırsatı yakalamış oluruz diye de düşünüyorum.



Hatırlanacağı üzere büyük veli İbrahim Ethem'e gelen bir genç, halinden şikâyette bulunarak:


'' Efendim, der nefsimden şikâyetçiyim, istemediğim halde beni günaha zorluyor, nasihatte bulunsanız da günaha yönelme duygusundan uzaklaştırsanız beni!.''

Genci düşündürmek isteyen İbrahim Ethem der ki:
'' Günaha girme şartlarını öğrenmen gerekir senin..''

Genç adam şaşırır:
'' Ne demek günaha girme şartlarını öğrenmek? Günaha girmenin şartları da mı var? Şartları yerine getirilince günaha girilir mi? ''

İbrahim Ethem :
'' Elbette , yeter ki sen günaha girme şartlarını yerine getir!.''

Genç iyice heyecanlanır:
'' Neymiş şartları? Öğrenelim da o şartları yerine getirince girelim günaha öyleyse'' der.

İbrahim Ethem de sayar günaha girmenin üç şartını.
Der ki:

'' İçinde günaha yönelme duygusu başlayınca önce iyi bir düşün; kendisine karşı günah işleyeceğin Zat'ın sana verdiği rızkı da yememeye karar ver! Ondan sonra günaha niyetlen!. ''

Genç düşünmeye başlar:

'' Bu mümkün mü? '' der. '' Ben Allah'ın bana ihsan ettiği rızkı yemeden nasıl yaşayacağım? Açlıktan ölürüm! ''

''Öyleyse, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de rızkını yediğin Zat'a karşı günah işlemekten utanmayacaksın, buna akıl ve insaf razı olur mu ? '' der İbrahim Ethem.

Genç başını sallayarak söylenir:
''Ben aç kalarak yaşayamam, bu şartı yerine getirmek mümkün değil. Sen öteki şartı söyle.''

İbrahim Ethem de öteki şartı söyler:
''İşleyeceğin günahı O'nun mülkünden dışarıya çık da orada işle!.. ''

Genç adam:
'' Bu da mümkün değil. Her yer O'nun mülküdür. Dışarısı yoktur ki, oraya gideyim de günah işledikten sonra dönüp geleyim... '' der.

İbrahim Ethem de:
''Öyle ise der, hem verdiği rızkı yiyeceksin, hem mülkünde oturacaksın, hem de O'na karşı isyan etmekten çekinmeyeceksin, utanma duygusunu yitirmeyen gence yakışır mı bu? ''

Genç sabırsızlanır:
''Sen , üçüncü şartı söyle de, bir de ona bakalım. ''

O da söyler:
''İçinde günah arzusu kıpırdayınca hemen O'nun görmediği bir yere gitmeyi düşün, günahı görmediği bir yerde işlemeye karar ver. ''

Genç adam omuzlarını silker:
''Bu, öteki şartlardan daha imkânsız .O'nun görmediği bir yer var mı ki gidip günahı orada işleyeyim de sonra dönüp geleyim. '' der.

Büyük veli sözlerini şöyle bağlar:
'' Öyle ise benim civanmert evladım, hem verdiği rızkı yemeden yaşayamayacaksın, hem mülkünden dışarıya çıkamayacaksın, hem de görmediği bir yer bulamayacaksın, bütün bunlara rağmen yine de O'na karşı gelerek günah işleyip isyan etmek cesaretini kendinde bulacaksın, akıllı ve insaflı bir gence yakışır mı böylesine sadakatsizlik, vefasızlık? ''

Genç adam daha fazla dayanamaz, iki elini birden yukarı kaldırarak bağırmaya başlar:
''Teslim oldum Efendim teslim! Ben bu günah işleme şartlarının hiçbirini yerine getiremem. Öyle ise en doğrusu, günaha hiç yönelmemeli, böyle bir nankörlüğe hiç girmemeli, aklıma günah düşüncesi gelince içimden feryat etmeli ve demeliyim ki:

-Ey nankör nefis, utanmıyor musun, verdiği rızkı yediğin, mülkünde oturduğun, görmediği yeri bulamadığın bir Zat'a karşı isyan bayrağı çekip de günaha yönelmeye? ''

Genç sözünü şöyle bağlar:

''Vazgeçiyorum nefsimin pompaladığı günah niyetinden, isyan ve itaatsizlik duygusundan, tövbe ediyorum tüm günahlarıma, tövbe estağfirullah, hem de binlerce defa estağfirullah!. ''





Ne dersiniz? Bu şartlar bizim için de geçerli mi?
Biz de O'nun verdiği rızkı yiyor, mülkünde oturuyor, görmediği yer bulamıyor muyuz?
Öyle ise biz de bu genç gibi içimizden gelen bir istekle aynı şeyi söyleyelim mi?:

''Tövbe estağfirullah, bilerek bilmeyerek yaptığımız tüm yanlışlarımıza tövbe estağfirullah!..''


( Ahmed Şahin - Zaman Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
61. Japonya’da Müslüman az , İslam çok!..


Japonya’dan gelen gazeteci dostum Hüseyin Akın’ın anlattıklarından çok etkilendim.

Depremin en çok vurduğu Miyagi eyaletinin Sindai şehrinde şahit olduklarının bir bölümü “bilinen” şeyler.
İşte; büyük felâket, görülmemiş yıkım, yok olan aileler, bir anda sıfırlanan servetler...
Bu tarafları ajans bültenlerinde var.

Oralarda olmayan ayrıntılar...
Mesela...

Böyle bir felaketin ardından çok büyük bir kıtlık yaşanır haliyle...
Orada da yaşanmış ; Japonların iki gün üst üste yiyemedikleri takdirde resmen “hasta” oldukları “pirinci” bulmak bile zorlu iş haline gelmiş...
Ayakta kalabilen marketlerin önünde büyük kuyruklar oluşmuş...
Yaşamak zulüm olmuş haliyle, temel temizlik malzemeleri bile yok, sabun mesela...
Durumu bütün açıklığı ile ortaya koymak isteyen Hüseyin’in söylediklerinin bundan sonrası “ders” niteliğinde...
Diyor ki Hüseyin;
“Abi, insanlar marketlerin önünde uçsuz bucaksız kuyruklar oluşturmuş. Marketler içeride sıkışıklık olmasın diye ellişer ellişer alıyor müşterileri...
İnanır mısın, ‘kaynak’ yapan bir tek Japona rastlamadım.”
Kaynak yapmak...
Yani, uyanıklık yapıp kuyruğa aralardan girme eylemi...
Arkadaki bir dolu adamı “aptal” yerine koymaca... Bir dolu “kul hakkı” yemece!..
Ve kaynağı yaptıktan sonra etrafa; “Ben anamın ilkiyim daha doğuştan tilkiyim” bakışları fırlatmaca...
Kimsenin dikkatini çekmezse, “marifeti” bünyede tutamayıp, ev halkına “Ohooo, uyanıklık yapmasaydım sabaha kadar gelemezdim” havası atmaca...
Felakete uğrayan Japonlar böyle “basitliklere” tenezzül etmiyorlarmış..
Kimsenin organize etmediği düzenli kuyruklarda, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlarmış!..
Müslümanda olması gereken “Medine” tavrına bak!..

Bir düşün ey vatandaş...
O kuyruğu bitirdin diyelim; sıra sana geldi.
İçeri girdin...
Markette “kota” da yok, isteyen istediği kadar mal alabiliyor yani...
Cebinde para da var...
Sen olsan ne yaparsın?..
Ya da ben olsam ne yaparım?..
Bizim yapacağımız bellidir; taşıyabildiğimiz kadarını yüklenmek...
Çuval çuval...
Birbirimizi eze eze...
Eeee, bunun yarını, öbürgünü de var...
Ya bir daha bulamazsak!..

Japonlar bizim gibi yapmıyorlarmış...
“Sınırlama” olmadığı halde “bir haftalık ihtiyaçlarını görebilecek kadar” malzeme alıyorlarmış...
Peki niçin böyle yapıyorlarmış?..
Hüseyin, bu konuda birkaç Japonla konuşmuş...

Dedikleri şuymuş:
“Hepimiz hücum edecek ve malları topluca alacak olursak, durum hiçbir zaman normale dönmez. Oysa biz, felaket havasının bir an evvel ortadan kalkmasını, hayatın bir an evvel normale dönmesini istiyoruz.
Bu ancak toplu hareketle olur. Herkes sorumlu davranırsa, toplum daha az acı çeker!..”
Ne “medeni” bir tavır değil mi?..
Tam da Müslüman’a lâyık!..

Bu arada unutmayalım; Japonlar bölgedeki “lokantaların” batmaması için de...
İmkan olduğunca “dışarıda” yemeye çalışıyorlarmış...
“Onlar batarsa biz de batarız” düşüncesiyle.
Bu bir kampanyaya dönüştürülmüş; “Esnafı da düşün” kampanyasına!..
Tavra kendince, bütün saflığı ile yorum getiren Hüseyin’in şu sözü takıldı kafama:
“Japonya’da Müslüman az, İslam çok!..”

Hüseyin’i dinledikçe...
Ve bizdeki bazı “görüntüleri” hatırladıkça İnsanlığımdan utandım...
Müslümanlığımdan utandım!..
Diğerleri ayrıntı...

“Medeni bir toplum” olmanın yollarını aramalıyız...
Tsunami bile yıkamıyor “medeni” toplumları!..


( Serdar Arseven - Yeni Akit Gazetesi )
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt