Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Mezhepsiz âlim olmaz (1 Kullanıcı)

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
BÜYÜK DOĞU-İBDA TARİHİ

"Tarih Görüşümüz" başlıklı bundan sonraki Levha'da üzerinde duracağımız inceliklere nisbetle bir şema hâlinde kalın ve kaba hatlarla Büyük Doğu-İbda tarihini vermek, yarının tarihçilerine pusulayı kullanma değerinde bir örnek olur.

·

(Sakarya'da Yunanlıları yendikten sonraki, yenilişlerinde asıl sebep, çizmeyi aşan Yunanistan'a müttefiklerin yardımı kesmesi ve iç olaylarıdır, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerinin niçin çıkıp gittiğini, açık açık tarihî gerçek olarak ortaya koymaksızın kazanılmış bir bağımsızlıktan bahsetmek... Aşağılık bir devrin propagandasına göre ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım mümkün değildir. Gerçek şu ki, Anadolu dün jeopolitik durumunun imtiyazıyla paylaşılamadı; ve o gün bugün, Doğu ve Batılı emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda, politik, sosyal ve ekonomik bir statükoya göre ayarlı Batıcı çizgide bir düzen belirtiyor.)

·

Bizim BÜYÜK DOĞU-İBDA tarihi üzerinde ele alış itibariyle başlangıç olarak işaretleyeceğimiz tarih 1919... Vahidüddin Han'ın, Anadolu'da Kurtuluş Savaşını başlatması için Mustafa Kemâl'i görevlendirmesi, bunun için kendisine tahsis ettiği vapurla Samsun'a gitmesine önayak olması, onun da Halîfe tarafından yollanmış bir zât olarak karşılanması ve ardı sıra gelişen hâdiseler... İşin vakanüvislere âit yönü bir yana, bizi ilgilendiren husus, BÜYÜK DOĞU-İBDA üzerindeki tuğrayı basan ismin, yani "Büyük İrşad Kutbu" Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, "Kurtuluş Savaşı" diye yaftalandırılan Anadolu'daki mücadeleye destek vermesidir... Sözkonusu mücadelenin isimli isimsiz kayıttan düşürülmüş umumî ve mahallî kahramanları meselesi bir yana, hamleyi nefslerine maleden ahbes ve hizbi zamanla ortaya çıkan gelişmeler bir yana, böyle bir destek verilmiştir... Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren bugüne gelen çizgiye bakıldığı zaman, küfrün o türlü hakimiyeti ile bu türlü hakimiyeti arasında yapılmış bir tercih karşısında olduğumuz görülür... Bizim neticeye bakıp da sebebi bu türlü mânâlandırmamıza mukabil, o günün şartlarını düşünen başka bir selim akıl, o günden istikbâlin şartları içinde kimin ne mal ve neyin ne olacağının bilinemeyeceğini söyleyebilir... Bizim için geçerli olmayan bu husus, "bizim için" demekle umumî bir hüküm hâline gelemeyeceğine göre, onu da içine alıcı bir cevap ister ki, işin bedahet hâlinde izâhı şudur:

Nefeslenme payı hâlinde, "o küfürdense, bu küfür" şeklinde bir tercih, rıza değil, katlanıştır... Malûm olduğu üzere, "küfre rıza, aynıyla küfür"dür... Mücadelesi kabil olanlar şeklindeki bir tercih ise, isabeti tartışılır bir tercihtir... Öyleyse, devletler arası güçler dengesi ve jeopolitik durumunun imtiyazı dolayısıyla paylaşılamayan Anadolu'da üstüne üstlük bir de öz halkının direnişi riski eklenince, malûm paçoz kurtuluş ve küfür idaresi... Müslümanlar için tek kâr, kan, gözyaşı ve binbir sıkıntı içinde de olsa, "var olma ve direniş" bayrağını dalgalandırması, teslimiyetçilik ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden iradesidir... O günün malûm dış cephedeki küfrüne karşı bu direniş, istikbâlde zuhur edecek ve dıştakinden beter olan iç küfre rağmen, "müslüman devlet"i savunma irâdesinin gelecek kuşaklara beyânıdır... Bütün İslâm tarihini kerâmet çapında üstün bir idrak zaviyesinden değerlendiren ve ikincisi olmayan bu işin terkibini ortaya koyan BÜYÜK DOĞU - dünya görüşümüze, nisbet sözkonusu direnişteki olağanüstü fedakârlık ve mücerret takdir olarak "var olmak" irâdesini tesbit işinden sonra, o şartlara düşücü keyfiyet zaafını ve bunun da Kanunî'den beri gelen zaafın son halkası olarak tecellisini görmezden gelemeyiz; yâni, "düşmanı kovduk, kurtulduk!" züğürt tesellisiyle TC'ye rıza bir yana, sahabîler devrinden başka hiçbir dönemi kendimize örnek almayanız... Kuru bir temenni ve tekerlemeden ibaret kalmayışımızın delili de, İslâm dünyasında benzeri şöyle dursun, benzerinin benzeri de olmayan "İslâma muhatap anlayış" davasının insan ve toplum meselelerinin hâlli hâlinde sistem örgüsünün mübdîiyiz... Bu tesbit içinde açıkça ilân edelim ki, kahramanca, fedakârca, büyük çapta faydalı ve iyi niyetli mücadele ve çabalar zerresi bile görmezden gelinemez bir kıymet ifâde etse de, bunlar zâtî mahiyetleri itibariyle bir devlet plânına geçebilmenin değil, buna malik mihrakın değerlendirmesine mevzu çalışmalardır... Netice olarak; iç oluş'u dış oluş'a çevirici ve ihtilâl sürecini inkılâpla kavuşturabilecek bir FİKİR ve AKİSYON mihrakı olan BÜYÜK DOĞU-İBDA, 1919'un "var olma" iradesini temsil etmek bir yana, onun muradı olan istikbâlini de temsil etmektedir.

Teslimiyetçilik ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden... Eğer Anadolu'nun ayağa kalkışının mânâsı bu olmasaydı, bildik soydan rejimi rahatsız etmeyecek hoş beş kabilinden faaliyetler için hiç de TC'ye lüzum olmadığı, aynı faaliyetlerin Avrupa'nın her tarafında da yapılabilmesinden belli değil mi?..

BÜYÜK DOĞU-İBDA netice oluşundan 1919'a bakıldığında, o gün müsbet rey izhâr eden sayısız isim içinde Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin misilsizliği görülür: Bu iş kuru bir "düşmanı kovduk" işi olmadığı gibi, kuru ve lâftan ibaret "İslâm Devleti" tabelâsını asma işi de değildir... Başlıbaşına bir dünya görüşü hâlinde ortaya koyduğumuz tarih muhasebemizden anlaşılacağı üzere, eğer kâfir TC yerine niyeti İslâm bir devlet kurulsa veya Osmanlı devam etse bile, onu ideale doğru şekillendirmek çetinliğini hiç şüphesiz kâfir TC ile mücadeleden çok daha kolay yaşayacaktık... Bu husus "netice oluş" bahsinden değerlendirildiğinde, "teslimiyet ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden" rey sahibinin, istikbâlin meçhul şartlarından gafil bir kişi değil, ihtimâller âleminin mihrak noktasını her şart altında geçerli bir hassa olarak nişanlayan nazar ehli kimliği anlaşılır... İstiklâl savaşını gayesine ulaştıracak ve mânâlı kılacak olan hareket, BÜYÜK DOĞU-İBDA çizgisidir!..
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
BÜYÜK DOĞU-İBDA TARİHİ

Nesillerin, içtimâî değişimlerin ifâdesi olan tarihî durumlarla ortaya çıkışını gözönünde tutarsak, BÜYÜK DOĞU-İBDA tarihi bakımından işaretleyeceğimiz bellibaşlı ikinci tarih, 1928'dir... Sözkonusu tarihin birbirine bağlı iki cihetten ehemmiyeti var... Birincisi: 1923'den sonra doğan ve 1930 ve ilerisinde yetiştirme tezgâhı ilk mektebe alınan, netice olarak 1923 ve 1930 arasındaki doğum ve eğitim başlangıcından itibaren küsbeleştirilmeye başlayan bütün Cumhuriyet nesillerinin sözkonusu keyfiyeti... Yaş değil de keyfiyet olarak Cumhuriyet nesli, gittikçe berbatlaşan kuşaklarıyla birdir... Allah'ın, doğrudan doğruya kurtardığı, içtimaî tesirden kurtulmaları için ruhlarına idrak nuru ve ellerine vasıta manivelâsı verdiği seçkinler müstesna... Bu nesilleri eskilerden ayırd eden keskin bir sınır çizgisi vardır; o da "Arap harfleri" dedikleri, aslında "İslâm harfleri"nin atılması ve yine en kaba yanlış hâlinde "Türk harfleri" dedikleri Lâtin alfabesinin alınması... İkincisi, doğrudan doğruya İBDA ile ilgili ve bir iftihar vesikası: "Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi"... 1928 ve 1982 arasında geçen 54 senenin "Kültür Davamız"a âit "500 yıldır beklenen mütefekkir" işaretinin ipucu hâlinde mihrak noktası budur; ve tesbit, sözkonusu davanın davacısı Büyük Doğu Mimarı'nın muradı olan hüviyeti işaretlemektedir.

·

Sene 1943... 1936 senesinde Büyük Doğu Mimarı'nın çıkardığı "Ağaç" isimli mecmua, kurbağanın balığı da andırır lârva döneminin görüntüsü içindedir ve neyin ne olduğu aslî şecere hâlinde 1943'te çıkan Büyük Doğu mecmuası ile açık olur... Evirip çevirmeye, gevelemeye, hiçbir ölçü ve endaze sahibi olmaksızın takım tutar gibi kahraman yarıştırmaya çıkan ve kendi keleşliklerinde kahramanları da küçülten zümreleri ürkütmemek adına yumuşatmaya ne gerek var?.. Gözönünde duran eşyanın tesbiti kadar basit bir bedahet duygusuyla bile hakikati görülebilecek bir davadır ki, 1943 tarihi, evvelâ Anadolu ve sonra bütün İslâm dünyası adına, ma'kus talihinin dönme habercisi olması bakımından misilsiz bir eşik taşı ve başlangıçtır... Şöyle: "Büyük İrşad Kutbu" makamına mahsus bulutların üstündeki hususiyetiyle "İslâm'a muhatap anlayış", görünür plânda ve umumî mânâda insan ve toplum meselelerinin yekûnunu kapsayıcı bir "dünya görüşü-sistem" olarak, eşya ve hadiselere kendini nakşetme davranışına geçmiştir... Doğrudan BÜYÜK DOĞU verimlerinin değerlendirilmesi gözüyle bakarsak, onun ihtişamı, tamamlığına kavuşturulan ve yeni eserleriyle, başlıbaşına bir hâdise olan bütün Anadolu'yu tarayıcı konferanslarıyla, 1960-1972 arasıdır... Özel bir not olarak belirtelim ki, İBDA mihrakının avlandığı tarih de, bu arada, 1964'te "Yolumuz, Hâlimiz, ‚aremiz" ve 1965'te "Sahte Kahramanlar" isimli konferansların kurduğu tuzak vesilesiyledir... Efendim, biz bu davanın sevdasına değil karasevdasına o tarihte düştük!..

·

1982-1983 senesi, bir ayniyetin iki kanadı arasındaki devir teslim hâlinde BÜYÜK DOĞU İBDA dönüşümünün tarihidir... İBDA bir yana, "zamanı aşma gayesine ermiş bir kahraman" sıfatıyla Büyük Doğu Mimarı'nın portresini çizmek, 1943 başlangıcını 1983 nihayetine bağlayan bir tarih diliminin mânâsını kapsar ki, şu:

-"Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam!"

Vesselâm!..

·

Büyük Doğu mücadelesi ve onun yumuşattığı iklim... 1975 tarihi itibariyle 33 senelik Büyük Doğu mücadelesini, sözkonusu cümlenin açılımı hâlinde ciltlerle ifâdelendirmek gerekiyorsa da, biz işin tarihî, siyasî, sosyal, kültürel ve tabiî ki ruhî açıdan ayrı ayrı tahlilini gerektiren bu vakıanın Büyük Doğu-İbda tarihi şeması bakımından sadece tesbitçisi olmak durumundayız... Aslında bu tesbit, bütün bir kütüphâne olarak Büyük Doğu'nun eser yekûnundan takip edilebilir... Ve nihayet, işin gele gele, "biz buzdağını hohlaya hohlaya erittik, şimdi geç geçebilirsen çamurdan" meyus ifâdesine varması; Büyük Doğu'nun yumuşattığı iklimin arkasından, salya sümük meydan yerini dolduran sapıklar, parsacılar, vesaire, vesaire, vesaire... Ve ne yapsan, ne etsen, muhatabını keyfiyet ve aksiyon olarak sıçratamadığın ve onun keyfiyet çapına mahkûm olduğun noktada, "kelâm yalama oldu!" teşhisi... Teşhis Büyük Doğu Mimarı'nındır!..

·

Büyük Doğu mücadelesi ve onun yumuşattığı iklim... Kelâm yalama oldu... Ve böyle bir vasatta, müslümanların önünde bir korkuluk gibi duran "Menemen" hatırasını bir tekmede deviren şanlı GÖLGE... Büyük Doğu Mimarı tarafından tam 8 sene sonra iltifata mazhar olan ve o gün için "Yeniçeri ruhîyatıyla yumruk için yumruk tecrübeleri, olur şey değil!" diye karşılanan, açtığı çığır açısından mutlu, Büyük Doğu Mimarı'na attığı nazar yönünden mahzun bu şahlanış, rastgele başlamak ve nasıl neticelendireceğini bilememek gafletinden ne kadar uzak ve "iş içinde eğitim" prensibinin ne kadar güzel tatbiki olduğunu, ardı sıra gelen oluşumlarında göstermiştir... Benzersiz ve kendinden zuhura dair bu ilk ses, bir naradır... "Akıncı" markasının müellifi, o güne kadar köfte ve sümsük çizgide hâline İslâmî kılıf arayan umumî gençlik sürüsünün boykot-çatışma cinsi varlık ispatının müsebbibidir.

·

Bir gong sesinin şokuyla kendine çevrilen başlara, meramını anlatmak... Gölge 1. dönem asker toplamaksa, ikinci dönem onun izâhına ve nizâmlandırılmasına dair fikrî iç oluşun beyânıdır... "Bütün Fikrin Gerekliliği" diye atılan temelin kıymet ve sağlamlığı, üzerine çıkılan katlar boyu anlaşılacaktır... Sene 1978... Benim için zâtiyle değil de vadettiğiyle mühim bu sesin kitapçık çapındaki ilk hâli, Akıncı Güç döneminde Büyük Doğu Mimarı'na sunulduğunda şu notu aldı:

-"Mücerret fikir istidadı tamam!"

·

1399-1400 Hicri ve 1979-1980 Milâdi senelerin, birinden öbürüne geçişi hâlinde (1) senede, Büyük Doğu Mimarı tarafından "Müjdelerin Müjdesi" diye başlayan ve vesilelerle bir kitapçık çapını bulacak kadar takdir, medih, ithaf, şu, bu... Akıncı Güç, fikir ve aksiyon bahsinde muazzam bir patlamadır ve İBDA'nın öncesi ve sonrasını topluca gösteren bir çekirdek hükmündedir... Ana rahminde bütün uzuvları şekillenen çocuk doğmuş, RAPOR salıncağında da ruhî uzuvlarını hareket ettirmeye ve şahsiyet hamurundan istikbâle dair mânâları hecelenir işaretler vermeye başlamıştır.

·

"Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir" diye başlayan ve "benim bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin" diye biten, 1982 ve 1983 seneleri... Büyük Doğu Mimarı, KÜLTÜR DAVAMIZ isimli eserimi öyle karşılamış ve İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eserimi böyle müjdelemişti!..

·

1983-1984... İBDA, bu aslî ve esasî markasıyla ortada... İBDA bağlısı gençlerin varlık ispatına dair ilk hamleleri, TAVIR isimli dergi... 1986 senesi, İBDA DİYALEKTİĞİ'nin muazzam bir ispatı hâlinde patlayan türban kavgası... Önderliğini İBDA gençliğinin yaptığı bu hareket, saman yığınına atılan kibritin bir ânda her yeri ateşe vermesi gibi bir tesirle yurt çapında bir eyleme dönmüştür... Hain bir kalemin dehşeti, işin güzelliğini göstermeye yeter:

-"Cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk defa müslümanlar bu kadar yaygın bir şekilde devlete karşı geliyorlar; bu müslümanlar adına bir ayıptır!"

Tabiî olarak hainin "ayıp" dediğini "şeref" diye anlamak ve "herşeyin şerefi ilklere âittir" hadîsine binaen o şerefi İBDA gençliğine mahsus bilmek, hakikat namusudur!..

·

Kanunî yoldan veya kanun dışı yoldan, kim ne yaptıysa şerefinin ve mesuliyetinin kendine ve zümresine âit olacağı CEPHELER dönemi... İş yapanla, kuru caka satan arasındaki farkın da en keskin biçimde tefrikini getiren metod... KENDİNDEN ZUHUR DİYALEKTİĞİ'nin tatbikine dair bir oluş yolu... Tırıs giden bir atın yanında, birdenbire fıkır fıkır bir küheylân... Tırıs giden, KARAR dergisi; küheylân ise, Ak-Doğuş... Onu, kendisinden okuduğumdan çok, cemiyet üzerindeki tesirinden okuduğumla beğendim... Gazete arşivlerinde de sabit olduğu üzere, cemiyeti fokurdattılar ve bilhassa Ahbes'in mânâsını, o mânâyı bir mekân farzederseniz, helâya çevirdiler; kıyıda köşede gizli gizli dolaşan belgeler, bunlar tarafından en yüksek tonda mikrofona bağlandı ve yolları yol oldu!..

·

1989 senesi... Kendi bulunduğu yeri merkez kılan muhteşem gövdeli bir çınar ağacının, ansızın göçmesi... Beklenmedik zamanda... Birdenbire dağılan Sovyetler Birliği'nden bahsediyorum... Dünyayı yepyeni bir çığıra sokan bu hâdise, onu ne içinden yaşayan ve ne de dışından bakanın lâyıkı veçhile mânâlandıramamasına nisbet, oluş ve zaman itibariyle beklenmedik bir tecelli, bizim için bir lütfu ilâhîdir... Bir tedaî zevki bakımından 1975'e dönelim ve GÖLGE'nin ikinci sayısındaki önsöze bir göz atalım:

-"Marksizm'in ilk vatanı olan Rusya, düşünen insanı imhâ veya kapı dışarı eder, yine de demokratik rejime dönüş temayülüne mani olamaz ve bu yüzden revizyonistlikle suçlanır ve Marksizm'in pratiğini yalanlarken..."

·

1990 senesi, bizim için 1983'ten itibaren hazırlanılması gereken bir sene olarak alınmış, ardı sıra gelişen olaylar da, sözkonusu niyetin isabetini teyid eden bir çizgi izlemişlerdir... 1990 senesinde, kâfir ile elele İBDA'yı ademe mahkûm etme keyfini süren güya müslüman hain, ahmak, ibiş ve salakların, bu keyfiyetlerine uygun hased ve şaşkınlık nazarları altında, muhteşem zuhur... "En küçük çaplar içinde bile doğru politika" prensibimiz, bizi, artık görmezden gelinemez bir güç hâlinde cemiyet meydanının merkezî mıntıkasına dikmiştir!..

·

1991 senesi... 1990 yılının ortalarında başlayan ve dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olan Körfez bunalımının 1991 Ocak ayında savaşa dönmesi: Birleşmiş Milletler adlı "Domuzlar Diktatoryası"nın kararı altında parya devletlerin de fiili veya mânâ olarak katılımıyla, Irak'a açılan savaş... Başta, Sovyetler'in çöküşünden sonra tek süper güç addedilen Amerika; ve yamacında itibar tonları ayrı figüranlar... Savaşın nasıl başlayıp nasıl bittiği malûm ve biz burada tasvir işinde değiliz... Fakat bu savaşın İBDA mücadelesi yönünden ve onun mânâsını kendisine bağlayan iki büyük yönü var... Birincisi: Amerika'nın güç imajı zedelenmiştir... İkincisi: Antiemperyalist mücadele bayrağı, İBDA vesilesiyle ve bütün haşmetiyle müslümanların eline geçmiş, bellibaşlı bir tarih olarak 25 Ocak 1991'de Cuma gösterilerinde çıkan olaylarla yepyeni bir çığıra girmiştir... Bu çığır, sözkonusu olayların ardından İBDA-C'ye karşı girişilen polis operasyonu ve devamında gelişen çizgide, düzen güçlerinin ne kadar kof ve ahmak olduğunu gösterici bir laboratuvar teşhisinin ispatına ve bütün mitlerin yıkılmasına vesile olmuş, murad husule gelmiştir... Ve yine 1991'de, meşhur TARAF dergisinin "kendinden zuhuru"... Tam gerekli olduğu zaman çıkmış, asıl ateşini ise bütün kem gözleri yakacak şiddetiyle 1992'den, 1995 yılına kadar sürdürmüş, tıpkı Ak-Doğuş gibi zarurî olarak isim tebdiliyle yoluna devamda!..

·

İrili ufaklı legal ve illegal İBDA Cepheleri, pıtrak gibi bitmeye ve yurdun dört bir tarafından ses getirmeye başlamıştır: 1992... Zerresi fedâ edilemez bir çabanın hepsi ayrı vasıftaki kahramanlarını, Allah izin verirse ileride müstakil bir eserle mânâlandıracağım!..

·

Büyük Doğu Mimarı'nın, 1980 öncesi Ülkücü kesime yaptığı İslâmî aşının benzeri, 1992'de "Kürt Meselesi" başlığı altında tarafımızdan davacılarına yapılmış, tesiri daim işleyen ve tezahürleri en beklenmedik verimler hâlinde 1995'e kadar fasıl fasıl ortaya çıkan büyük hâdise!..

·

1995 ... İRKM ... 1995 ... Çeçenistan'da ünlü Şâmil Basayef ve onun dünya çapında yankı getiren Rus topraklarındaki eylemi... Anadolu'dan Avrupa ve Amerika'ya ses getiren İBDA oluşumu, Anadolu dışında merkez sesini haykırmaya başlamıştır!..

·

Sayısız eylemler, yurdun dört bir tarafında meydana gelen kitle ayaklanmaları vesaire, yarın detaylarıyla yazılacak fikir ve kavga tarihinin, buraya kadar şemasını çıkardığımız keyfiyetin, malzemeleridir!..
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
TARİH GÖRÜŞÜMÜZ








İSLÂM VE KÂİNAT

Cehl, bilgi ve malûmatıyla topyekûn küfür soyu bu vasıflanma içindedir... Bu çerçevede görülmek üzere şu terkibî hüküm:

-"Cehlin hususiyetlerinden biri, VAHİT olan vücudun "birliğini" çokluk âleminde görmektir ki, eşyanın hakikatinin çokluk oluşu sebebiyle böyle bir cehlin sahibi HAKİKİ MALÛM'dan mahrum ve mahçup kalır. Gerçek ilim sahibi ise, görünen eşyanın çokluğunda VAHDET-İ VÜCUDU ispat eder."

·

Gerçek ilim sahibi... Hududunu mevzuuna ve bahsine göre tesbit, onu kasıtla da kullanılmak gereken ilim kavramının, kimin ne dediği ve neyi kastettiği belirsiz "engin" bir alanda ve giderek bitpazarı eşyası değerinde sarfedilmesine nisbetle belirtelim ki, sözü edilen ilim ve "gerçek ilim sahibi", ne felsefi, ne müsbet, ne de teknik kadro vesair çerçevesindedir... Meramımızın anlaşıldığını ve tıb, sosyal, psikoloji vesaire diye branş saymaya lüzum kalmadığını sanıyoruz... HAKİKİ MALÛM, Allah'ın bizzat kendi nefesinden üflediğini buyurduğu ruh, ruhîlikle sezilen bir marifete ve bu marifet rejimine mevzudur ki, "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanma" memuriyeti altındaki insan, "kendini bildiğince Allah'ı bilme" ölçüsü ışığında BEN BİLGİSİ'ne mecburdur... VAHDET-İ VÜCUD:

-"Halkın nazarında Hak aklî bir kavram ve halk görünen bir varlıktır; marifet ehlinin nazarında ise, Hak görünen, halk ise aklî bir kavramdır."

Bu yüzden, semirmeyi marifet sanan felsefeci HAKİKİ MALÛM'dan mahrum olduğu gibi, kuru ölçü ezberciliğinde kalan ve "Şer'i hükümleri bilmek itikadın aynı değildir" hikmetine çatan İslâmî ilim sahipleri de aynı sırdan mahçuptur... İnsana en başta idrakı gereken husus, faydasız ilimden Allah'a sığınma şuurudur... Bütün ilimlere kendine nisbetle kıymet tayin edecek ve fayda derecesini nihayetinde kendine bağlayacak olan ilim, İLÂHİ MARİFET yolunda olanlara mahsus olanıdır... Sümüklü çocukların ağzına kadar düşen ve tekerleme hâlinde kullanılarak sefilleştirilen Hazret-i Ali'nin meşhur sözüne de, aynı bahisler içinde yaklaşmaya çalışılmalı:

-"Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum!"

Mânâda meteliğe kurşun atan himmete muhtaç dedelerin kendilerini fezâ dolusu bir servete mâlik addetmelerindeki galata binaen söyleyelim ki, hikmette sözü edilen harfin değerini sayfa üstünde malûm çizik yerine, Hazret-i Ali'nin dipsiz idrakında aramalı ve harften muradın da o olduğu sezilmeli!..

·

Cehlin hususiyetlerinden biridir ki, vahit olan vücudun "birliği"ni çokluk âleminde görür... Oysa, Allah'ın vücudundan başka hiçbir şeyin vücudu yoktur. Eşyanın çokluğunda görünen her şey, varlığını tek "Mutlak Zât"tan alır. Şüphe yoktur ki, Allah, bu Kâinat'ın ne kadar zerresi varsa hepsine kendi varlığını ve birliğini nakşetti. Mevcut olan her şey, gerçek vücudun varlığı içinde vardır. Bu eşyanın hiçbiri yokken, O, bir olan, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin kelâm haddinin son ifâdesi olarak "şiddetle BİR" dediği iki olması muhal bir, "Mutlak Zât" vardı. Var olan, işte o "Mutlak Zât"tır ve O'ndan başka mevcut yoktur. ålem denilen mahlûklar da, o "Mutlak Zât"a âit bir ve varlığın işaretleridir... Her nakışta o mânâ!..

·

Birlik, insanın, kendi vücud azâlarını tarife yanaşmadan önce vücudunun birliğini ve bütünlüğünü bilmesi gibi, her türlü faaliyetten önce kavradığı bir bedihî hakikat... Herşeyin zıddıyla var olması hakikati dairesinde, eşyanın hakikati çokluk ve mahiyeti yokluktur... Biri vardır ki, başında da sonunda da var olan odur; O'NDAN BAŞKA VAR YOKTUR... Bu dünya "bir varmış bir yokmuş" meâlindedir... Yâni, ezellerin ezelinde "Mutlak Zât" vardı ve O'ndan başka hiçbir şey yoktu; ister imân ve isterse küfrün çeşitli kollarına âit bir yerde bulunulsun, herkesin müştereken bildiği bir hakikattir ki, Kâinat'ın bir başlangıcı vardır... Ezellerin ezelinde var olan "Mutlak Zât"ın bilgisinde nasıl olacağı mevcut bu âlem, onun vücûdunun ışığı ile zuhura geldi; O, bütün mevcutları, varlık çehresiyle belirtti, gösterdi, meydana çıkardı... Ve bütün mevcutlar, her ân, varlıkla yokluk arasında gezdirilirken, o Zât'ın sanatını gösterir... Ezellerin ezelinde yok olan, yine yoktur; isterse var gibi görünsün!..

·

Ezellerin ezelinde var olan Zât, HER ŞEYİ KUCAKLAYICI VE KENDİSiNDE HELÂK EDİCİ mânâsıyla VAR olandır. Var ve BİR olan, O'dur. O, birliğiyle ve sınırsız kudretiyle her şeye kaadirdir. O mutlak kudret sahibi, kudretinin kemâliyle kendi zıllî vücudunu (vücudun gölgesi - gölge vücud), insan ve âlemin her zerresine verdi. Bu sayede sen ve ben, senlik ve benlikte seçilip birbirimizden mümtaz ve farklı oluyoruz. Binaenaleyh, derinden derine kavrayabilmek lâzımdır ki, biz böylece, hayali vücut taayyünü-belirişi ile başka başka görüşler sahibi olmuş bulunuyoruz.

·

Eşya ve hâdiselerin çokluğunda bütün Kâinat bir ânda var görünür ve sonra yine aynı ân içinde yok olur. Varlıkla yokluk arasında öyle müthiş bir hız vardır ki, bu hızın sürekli inkılâpları bize her şeyi var gösterir. Aradaki yokluk hissedilmez. Zira her ân yokluğun peşini varlık, varlığın peşini de yokluk takip edince, uzun bir müddet içinde her şeyde varlık devamlı sanılır. Her ân ve lâhzada varlık ve yokluktan biri gelip biri gittiği için, ne gelenin geldiği ve ne de gidenin gittiği anlaşılır. Var sanılan her şeyin ASLI yokluk olduğundan, İlâhî nurdan bir kıvılcım olan iğreti varlığı yine yokluk takip eder; ve, varlık bir kıvılcım dairesi hâlinde döner, durur. İşte âlemlerin mecmuu, hakiki varlık kıvılcımlarının dairesi içinde bir hayâl gölgesinden ibarettir.

·

Âlemlerin mecmuu, hakiki varlık kıvılcımlarının dairesi içinde bir hayâl gölgesinden ibarettir... Batı'ya hediye ettiğimiz bu hakikatin, fizikçi Einstein'ın dilinden ifâdesi de şu:

-"Biz inanan fizikçiler için geçmiş, bugün ve gelecek, yedi canlı da olsa, yalnızca hayâldir!"

ASIL'ın gölgeye, gölgeden daha yakın olması ve gölgenin ASIL varlıkla kaim olması hikmeti dairesinde, Allah, âlemlere, âlemlerin kendinden daha yakındır... Topyekûn Kâinat, insan için yaratıldı; ve kuluna şahdamarından daha yakın olduğunu bildiren de Allah!..
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
İSLÂM VE ZAMAN

Zaman, daire şeklinde sonsuza akış... Ve "ân"ı, geçmiş ve gelecek buuduyla idrak ediyoruz; geçmiş ve gelecek ise, "ân"a nisbetle... Sanki bir bilye yuvarlanıyormuşçasına, sonsuz "ân"lar cümlesi. "ân"lar toplamı değil, "ân"larla belirlenen; toplama ve çıkarma sözkonusu oldu mu, sonsuz olmaz... "Sonsuzun yarısı ne eder?" ... "Yarı sonsuz!" ... Hem sonsuz olsun, hem yarım; olmaz... Bir kelimenin mânâsının harflere taksim olunamayacağı gibi bir bütün; içinde bulunduğumuz "ân"da, hem "ân" idrakı, hem bütün zaman... Zaman bir bütün... Büyük Doğu Mimarı'nın ifâdesiyle, "zamanın ucunda" yaşıyoruz... Ve tek "ân"da!

Geçmiş ve gelecek olmadı mı "ezelilik" olur, zaman olmaz. Geçmiş ve gelecek olmadan "ân" olmuyor, "ân" olmadan geçmiş ve gelecek. Birine sebep diye bakılırsa öbürleri netice, öbürleri sebep olunca diğerleri netice. Sonsuz büyükle sonsuz küçüğü birleştiren büyük "sır"; sonsuz büyükle sonsuz küçük, sebep ve netice, süreklilikle süreksizlik, varlık ile oluş, "ân"ın da içinde bulunduğu "tek ân"da ve "sırra" ilişik!.. Zamanı dümdüz bir çizgi zannedenlerin anlamaları gereken hakikat!.. Bu idrak, zamanın ve zamanda tecelli eden topyekûn "varlık" ve "oluş"un, "Mutlak Varlık"a âit keyfiyet olduğunu anlar ki, bu, zamanın "sırların sırrı" Allah'ın tecellisi olduğunu bilmektir!.. Her yerde, "Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım!" diyen Allah'ın sır imzası; "ân" sır ve "ân" bütünü zaman sır!..

Mutlak Fikir, "varlık ve oluş, süreklilik ve süreksizlik, ideal ve gerçek, teori ve pratik, değişme ve değişmezlik" şeklindeki bütün zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizâmı olarak, ruh ve zaman sırrının ilişik olduğu, "sır"ra giden yolun mutlak hakikatidir.

Topyekûn "varlık" ve "oluş", sırrın sırrı zamanda; ve zamanda müessiri idrak ediyoruz... Zıt kutuplar yok, bir "ân" var, bir "ân"da ikilik yok BİR var, o BİR ki, ikilikten olamaz, MUTLAK BİR'den!..

Zamanın sırra ilişik bir keyfiyet olduğunu söylediğimiz vakit, hepimizde bir sonsuz, hakikati bir fertte tecelli eden sonsuzların sonsuzu, onun da bağlı olduğu sonsuz (Mutlak Varlık) gibi, akılla anlaşılmaz bir hakikat karşısında bulunduğumuzu anlıyoruz... Sır içinde sır, sır üstünde sır, bir içinde bir, bir üstünde bir; ve sonsuz sayılar boyunca sır ve bir!..Eserde müessiri görüyoruz; eser sır... Sadece BİR var; varlık dürülüyor... Bütün kanunlar BİR KANUN... "Tabiat kanunu" diye tekerleyenler anlasın!..

Sır olan müessire nisbetle görünen esere bakıyoruz; eser sırdan... Mahiyeti yokluk olan "âlemde varlık", BİR olan varlık hakikatinden; O değil, O'ndan!..
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
İSLÂM VE İNSAN

İnsanın âlemde "oluş" ile kendini idrakı ve gördüğü şeyin "ben" olmadığının şuuruyla "nefs-kendilik" olması hakikati, insan keyfiyetinin, "toplum, tarihî ve psikolojik" zorunluluklarca belirlenmesi demek değildir. Tam tersi, insanın değişmeler boyunca değişmez kalan "ben" yönü, kendini idrak ettirici çevre hakikatini "kader sırrı" olarak kendine bağlayıcıdır; hiç kimse hangi zamanda ve hangi çevrede doğacağının tayin edicisi değil.

·

(İnsan aklının çok defa içinden çıkamadığı eskiden beri bilinen iki lâbirent vardır; bunlardan biri "hürlük" ve "zorunluluk" meselesiyle ve bilhassa kötülüğün doğuşunda ve kaynağında bu iki kavramın oynadığı rolle ilgilidir; diğeri ise, "süreklilik" ve bu sürekliliğin elemanları gibi görünen "bölünemezler" münakaşasından ibaret olup bu sonuncuya "sonsuz" probleminin incelenmesini de eklemek gerekir. İlk mesele hemen hemen bütün insanlığı uğraştırdığı hâlde, ikincisi sadece filozofların kafasını yorar.İlkçağ filozoflarının "tembel aklı" dedikleri bir sofizma, hemen her devirde yaşayan insanların zihinlerini bulandırmıştır. Buna "tembel aklı" denilmesine sebep, bu sofizmaya inananların geleceğe âit her türlü endişeyi faydasız görmeleri, her şeyi oluruna bırakıp sadece ânlık zevklerinin akıntısına kendilerini terk etmeleri idi. Bu gibiler şöyle bir muhakeme yürütüyorlardı:

-"İleride olacak şeyler zorunlu ise, ben ne yapsam boşunadır, hâdiselerin akışını değiştiremem; geleceğe âit her hâdise zorunludur, çünkü ya İlâh her şeyi önceden görür, yahut Kâinatın bütün hâdiselerini idare ettiğinden, her şeyi önceden tâyin eder. Yahut da her hâdise sebepler zincirlenmesi dolayısıyla zorunlu olarak vuku bulur; en sonra hakikat de özü bakımından bu zorunluluğu şart koşar, çünkü geleceğe âit hâdiseler hakkında söyleyeceğimiz her söz hakikati gerektirir. Esasen aynı şey başka hâdiseler hakkındaki hükümlerimiz için de söylenebilir, çünkü biz her ne kadar söylediğimiz sözün doğru mu yanlış mı olduğunu bilmesek de, o söz ya doğrudur veya yanlıştır, bunun dışında da başka bir şık yoktur. Birbirlerinden farklı gibi görünen bütün bu gerektirici sebepler farklı yönlerden gelip bir noktada, çizgiler gibi aynı noktada buluşurlar: Zira geleceğe âit hâdisede ancak bir hakikat olabilir, bu hakikat ise sebepler tarafından önceden tâyin edilmiş olduğu gibi, İlâh bu sebepleri birbirine bağlamak suretiyle o hakikati önceden tesbit ediyor demektir!"Bu kusurlu zorunluluk anlayışı pratik alanına tatbik edilince, "Fatum mahometanum" diye isimlendirdiğim, Müslümanların anladığı mânâdaki "kader" fikrini doğurdu. Gerçekten, yukarıda sözü geçen düşüncelere kapılıp Müslümanların tehlikeden kaçınmadıkları, hattâ veba salgını olan yerlerden uzaklaşmadıkları söylenebilir. Ama "Fatum stoicum" denilen anlayış birçoklarının tasvir ettiği kadar berbat değildi; bu anlayış insanları işlerine güçlerine dört elle sarılmaktan alıkoymuyor, sadece zorunluluğu gözönünde tutmalarını temin ediyor, bu suretle de hâdiseler karşısında sakin olmayı, boş yere tasa ve üzüntüye kapılmamayı öğretiyordu.)

·

Yukarıdaki görüşleri serdeden Batılı mütefekkirin tesbit ve yorumunun eğrisi ve doğrusunu belirtmek için, diğer eserlerimizden süzme yapmak gerekecek ki, bu eserin mevzuu o değil... 1700'lü yıllarda kaleme aldığı eserine "kusurlu zorunluluk anlayışı" diye Müslümanların kadere inançlarını ve bu hususta da "vebâ mıntıkasından uzaklaşmadıklarını" göstermesi, İslâm'ın doğuşundan 1200 sene sonra bile "karantina" fikrine eremediklerini gösterir... Tarihte birçok kavmi tarih sahnesinden silesiye eritmiş vebâ, bir salgın hastalık olmasından dolayı, bütün salgın hastalıklar için de olduğu gibi, hastaların tecridini gerektirir... Vebâ olan yerden ayrılmamak gereğini ihtar, Hadîs emridir; ve buna riayetle can vermek, şehitlik nevîindendir... Vebânın ne kadar tehlikeli bir hastalık olduğu hususunda Allah Sevgilisi'nin, "vebâdan, yeleli bir arslandan kaçar gibi kaçın!" buyurmaları da, henüz mikrobu bilmeyen ve bunu öğrenmek için 1000 şu kadar yıl beklemiş insanoğlunun, nihayetinde mikroskop altında öğrenebildiğidir; ve mikrop ile beraber, vebâ mikrobunun yeleli arslana benzediği... 6. Levha'da geçecek olan "Diyalektik-Edeb-Tevil" bahsine de misâl teşkil edecek bu hususun işaretlenmesinden sonra, gelelim "kader" ve "hürriyet" zıtlığının, "sır birliğinde bir" oluşuna:

-"Hâkim, hakikatte meselenin aslına bağlıdır ve meselenin mahiyetine göre gerekli olan hükmü verir. Mahkûm ise, kendisinde olan istidat ile hâkim üzerine hükmeder; tâ ki kendi hakkında bununla hükmetsin. Hâkim, kim olursa olsun, hükmettiği hâdisede kendini mahkûm kılmış olur. Şu hâlde bu meseleyi incele ve anla ki, "kader" sırrı ancak zuhurunun şiddetinden dolayı meçhul kaldı ve birçokları tarafından ısrarla arandığı hâlde anlaşılamadı."

Tekerlemeye döndürülmüş "Küllî irâde" ve "cüz'i irâde" meselesi... "Her şeyde parçaların toplamından fazla birşey vardır" hakikati... "Ne yaparsan yaparsın, yaptığın Allah'ın dediğidir!" hikmeti... "Kader, bir imân mevzuudur, amel işi değildir!" inceliği... Söz konusu terkibe bak, düşün-taşın, anla!..

·

"Fert hakikati" ile birlikte, zıtlarımızın en kuvvetli olduğu noktalardan girerek "toplum hakikati"nin de nereye bağlanması gerektiğinin ölçüsünü verelim:

Toplum, her biri "insan keyfiyeti"nin temsilcisi fertlerin demeti olarak, bunların karşılıklı etkileşimiyle (ruhu işaretleyen münasebet) belirlenen ve "zaman-mekân" birliğinde cisim ve şeyleriyle görülen müşahhas bir varlık olmanın yanında, (ki, bu da fert şuurundadır), bunların yok olmasıyla kaybolmayan, sübjektif mânâsıyla bunların "ilişki" ve "tesirleri", arkadan gelenlere devredilen dinamik "yapı", "örnek", "şekil" ve geçmişi hâlihazırda barındıran "süreç"tir. Fert, kendisine BİLDİREN çevre olmadan düşünemeyeceği ve "bilginin, bilene var olması" gerçeğiyle KENDİNİ BULUR; sosyal mekânda "zamanî-tarihî" yapıya dahil olarak, hayvandan ayrı ve şuurlu varlığa mahsus "zamanî varlık" oluşunun şuuruna erer; herkesin zamanı ayrı... Buna karşılık "insan keyfiyeti"nin hakikati ancak ferdî oluşlarda aranabilir...

Tek tek fertlerde tecelli eden "insan keyfiyeti", oluştan önce... Hayatın hakikatinin BİR olan "keyfiyet"te ve bu keyfiyetin ferdî oluşlarda aranması.

Buna göre: İçtimaî süreç içine katılan ve "bilginin, bilene var olması" özelliğiyle kendini bulan fert, "ruhun, eşya ve hâdiseyi aksettirici pasif bir ayna olmayışı"ndan hareketle ve dış dünyanın uyaranlarına karşı BEN ŞUURU'nu gösterici tepkisiyle, derinliğine "fert" ve genişliğine "toplum" hâlinde "insan keyfiyeti"nin temsilcisidir.

Bedeniyle ve aklıyla zamanın içinde mahpusken, ruhu ile zamanüstü iştiyak taşıyan fert, ki bu iştiyak bazılarında vahşinin böbreğe malik olduğunu bilmemesi gibi şuur hâlinde değildir, bu "keyfiyet"i ve hayatın hakikatini ancak "ferdî oluş"ta arayabileceğine göre, BÜTÜN İNSANLIK TARİHİNDEKi DERİNLİĞİNE VE GENİŞLİĞİNE İNSAN OLUŞLARI, TEK FERT'TE TECELLİ EDEN HAKİKATİN VE ZAMAN GAYESİNİN TEMSİLCİLERİ OLARAK, TEK FERDİN KADROSUDURLAR. Bu tek fert, topyekûn zaman ve mekânın emrine verildiği, varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı "Gaye İnsan-Ufuk Peygamber" olarak Allah'ın Sevgilisi'dir; Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati... Allah'ın, "Sen olmasan, sen olmasan âlemi yaratmazdım!" buyurduğu, tek tek bütün insanlardaki, "varlık ve oluş", "sebep ve netice", "baş ve son", "süreklilik ve süreksizlik" ve bütün bunları toplayan "ân-hâl"in de içinde olduğu tek "ân-hâl"in "sırra ilişik"liğindeki mihrak O; mânâlar âleminin merkezi olmak gereken ruhun mihrakı ve varlığın Allah'a giden yoldaki kemâl ufku O... İşte, bütün işlerin "neye göre"si, "nasıl"ı, "ölçü ne"sinin cevabı burada; yoksa ölçü yok... Zaman ölçüsü, medeniyet ölçüsü, iş ölçüsü, kurtuluş ölçüsü, hakikat ve hürriyet ölçüsü, gaye, hedef, araç; her şeyin ölçüsü!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
rejim değişikliğinde genel geçer yöntem 3 tane...1-demokratik yol..CEZAYİRDE BAŞARISIZ OLDU...MÜSLÜMAN BİR DELİKTEN İKİ KERE SOKULMAZ...2-askeri ihtilal..İSLAMA DÜŞMANLIK ÜZERE KURGULANMIŞ BİR KURMAY KADRODAN BUNU BEKLEMEK ABESLE İŞTİGAL...3-İNKILAP..HALK İHTİLAL VE İNKILABI..DEVRİM..İSLAM DEVRİMİ..FİKİR VEYA DÜNYA GÖRÜŞÜ EDRAFINDA KENETLENMİŞ KURMAY KADRO...DEVRİMCİ ÖNCÜ GÜÇ VE DEVRİM..Tabiki demokrasi devrimci mücadelenin önünü açmada faydalıdır..tabiki silahlı kuvvetlere nufüz etmeden bir inkılap başarılamaz...BUNLARIN DESTEĞİ DE GEREKLİ................KAFİRLER YAKINDA NASIL BİR İNKILAPLA YIKILACAKLARINI GÖRECEKLERDİR..AYET...ÖZETLE...EHLİ SÜNNET VEL CEMAATA GÖRE ŞEKİLLENMİŞ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ..BUNUN EDRAFINDA HALKALANMIŞ DEVRİMCİ KADRO..VE İNKILAP....

Biz o kadronun oluşumundan bahsediyoruz.
İçinde bulunduğumuz şartları gözönünde bulundurarak o kadro nasıl ve hangi yöntemle olur
Sondan değil sıra ile lütfen
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Biz o kadronun oluşumundan bahsediyoruz.
İçinde bulunduğumuz şartları gözönünde bulundurarak o kadro nasıl ve hangi yöntemle olur
Sondan değil sıra ile lütfen

BİR İNANÇ...İSLAM.........................İSLAMI ZAMANA VE MEKANA HAKİM KILMA GEÇİDİ...BÜYÜK DOĞU İBDA...BÜYÜK DOĞU İSLAM İÇİNDE NE YENİ BİR MEZHEP..NE YENİ BİR İÇTİHAD KAPISI..SADECE SÜNNET VE CEMAAT İFADESİ İÇERİSİNDE PAZARLIKSIZ İSLAM DİYENLER ZÜMRESİ...20. YÜZYILDA İSLAMI ZAMANA VE MEKANA NAKŞETME DAVASI... 100 CİLTLİK BÜYÜK DOĞU 55 CİLTLİK İBDA KÜLLİYATI...LİDER VE EMRİNDE KADRO NAMZETLERİ..HEDEF İKTİDARDIR...MENEMEN PROVAKSİYONUNU BİR TEKMEDE DEVİREN ŞANLI GÖLGE...BÜYÜK DOĞU MÜCADELESİ VE ONUN YUMUŞATTIĞI İKLİM...AKINCI GÜÇ PATLAMASI...RAPOR...GÖNÜLDAŞ ÇABA..VE NOKTA DERGİSİ MANŞET...1990 SALİH MİRZABEYOĞLU..ŞERİAT İÇİN SİLAHLI MÜCADELE..İBDA TAARRUZU..AKIN BAŞLADI SÜRER..HANGİ KAHPE DÜŞLERİ SAKLARSA SAKLASIN GECE...NE ZINDAN DUYGUSU..NE ÖLÜM KORKUSU...SADECE VE SADECE ŞERİAT HÜKMEDECEK...BİNLER İBDA ERİNİN O GÜNDEN BUGÜNE CEPHE-KENDİNDEN ZUHUR DİYALEKTİĞİ ESPİRİSİNCE SERDENGEÇTİ TAARRUZLARI..MÜSLÜMANLAR DİK DURUN..KARŞINIZDA LEŞLER VAR..TİYATRO BİTTİ.....Allahcc...YA MUNTAKİM -İNTİKAM ALICI ALLAH..BİZİ İNTİKAMINA MEMUR ET...ŞEHİTLERİMİZ..ESİRLERİMİZ...YARALILARIMIZ...YÜRÜYORUZ O NUN YOLUNDA..ALLAHCC VE RESUL YOLUNDA...KİM PAZARLIKSIZ ALLAH VE RESUL DİYORSA BİZ ONDANIZ..ODA BİZDEN...Allahcc yar ve yardımcın olsun..selam ve dua ile...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi; ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Zamanın sırra ilişik bir keyfiyet olduğunu söylediğimiz vakit, hepimizde bir sonsuz, hakikati bir fertte tecelli eden sonsuzların sonsuzu, onun da bağlı olduğu sonsuz (Mutlak Varlık) gibi, akılla anlaşılmaz bir hakikat karşısında bulunduğumuzu anlıyoruz... Sır içinde sır, sır üstünde sır, bir içinde bir, bir üstünde bir; ve sonsuz sayılar boyunca sır ve bir!..Eserde müessiri görüyoruz; eser sır... Sadece BİR var; varlık dürülüyor... Bütün kanunlar BİR KANUN... "Tabiat kanunu" diye tekerleyenler anlasın!..S MİRZABEYOĞLU....
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÜTÜN İNSANLIK TARİHİNDEKi DERİNLİĞİNE VE GENİŞLİĞİNE İNSAN OLUŞLARI, TEK FERT'TE TECELLİ EDEN HAKİKATİN VE ZAMAN GAYESİNİN TEMSİLCİLERİ OLARAK, TEK FERDİN KADROSUDURLAR. Bu tek fert, topyekûn zaman ve mekânın emrine verildiği, varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı "Gaye İnsan-Ufuk Peygamber" olarak Allah'ın Sevgilisi'dir; Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati... Allah'ın, "Sen olmasan, sen olmasan âlemi yaratmazdım!" buyurduğu, tek tek bütün insanlardaki, "varlık ve oluş", "sebep ve netice", "baş ve son", "süreklilik ve süreksizlik" ve bütün bunları toplayan "ân-hâl"in de içinde olduğu tek "ân-hâl"in "sırra ilişik"liğindeki mihrak O; mânâlar âleminin merkezi olmak gereken ruhun mihrakı ve varlığın Allah'a giden yoldaki kemâl ufku O... İşte, bütün işlerin "neye göre"si, "nasıl"ı, "ölçü ne"sinin cevabı burada; yoksa ölçü yok... Zaman ölçüsü, medeniyet ölçüsü, iş ölçüsü, kurtuluş ölçüsü, hakikat ve hürriyet ölçüsü, gaye, hedef, araç; her şeyin ölçüsü!..S Mirzabeyoğlu...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Ezellerin ezelinde var olan Zât, HER ŞEYİ KUCAKLAYICI VE KENDİSiNDE HELÂK EDİCİ mânâsıyla VAR olandır. Var ve BİR olan, O'dur. O, birliğiyle ve sınırsız kudretiyle her şeye kaadirdir.S Mirzabeyoğlu...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
(Sakarya'da Yunanlıları yendikten sonraki, yenilişlerinde asıl sebep, çizmeyi aşan Yunanistan'a müttefiklerin yardımı kesmesi ve iç olaylarıdır, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerinin niçin çıkıp gittiğini, açık açık tarihî gerçek olarak ortaya koymaksızın kazanılmış bir bağımsızlıktan bahsetmek... Aşağılık bir devrin propagandasına göre ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım mümkün değildir. Gerçek şu ki, Anadolu dün jeopolitik durumunun imtiyazıyla paylaşılamadı; ve o gün bugün, Doğu ve Batılı emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda, politik, sosyal ve ekonomik bir statükoya göre ayarlı Batıcı çizgide bir düzen belirtiyor.)..S. MİRZABEYOĞLU...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Müslümanların zulüm altında olduğu bir ülkede, Kur’an-ı Kerîm’in yasaklandığı bir ülkede, İslâm şeriatına sövüldüğü bir ülkede hiçkimse masum sayılamaz!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ideolocyaveihtilal.jpg

3. Baskısı Çıktı!...
İDEOLOCYA VE İHTİLAL
"Kavganın İçinden"
Salih Mirzabeyoğlu
GİRİŞ-ÖNSÖZ
• Eskimez, solmaz, pörsümez, YENİ'nin vasıtalığına uygun olarak kendi kendinde tükenici ve sınırlı (statik) bir çerçeve belirtmeyen; her yöne kol kol yayılıcı ve nesilden nesile geçecek süreli bir ruh ve sistem...
Mücadelemizde, meseleleri kendisiyle çözebildiğimiz ve bunu "iç" ve "dış"a doğru talep edeceğimiz şekillere ve isteklere dökebildikçe kendisiyle yürüdüğümüzü söyleyebildikçe kendisiyle yürüdüğümüzü söyleyebileceğimiz ve kendisini de yürütmüş olacağımız ruh ve sistem...
Bu eser, onu anlamayı sistemleştirme ve kendisindeki ipuçlarından hareketle "aksiyon cephesini" örgütleştirme yolunda ilk ve tek... gerçekleştirilmesi gerekene nispetle de önsöz...
• Davamızın "dost" ve "düşman" kutuplarını ve meselelerini, her sahada verdiği eserlerle "kuşatıcı" Büyük Doğu aksiyon kürsüsü ve mimarı karşısında, onu örterek kendini kuşatıcı ve nesil yoğurucu gösterme heveslileri... ve yaptığı işte onu kendisine engel görerek, kendisinden daha cücelerin yanına kaçan eski kurusıkı pohpohçuların tavrı... Evet bu tavırlar ve bu davırlara karşılık kendi gayemizi şöyle belirtmiştir:
"Kendimizi riya üsluplu tevâzu gösterişinden uzak tutarak belirtelim ki(...) "sınır boyunca afyon çekişlerden" ayrılan ve kanla mücadelesini veren bir gençlik ifadesine vesile olduksa, bugün yine aynı ruha (Büyük Doğu İdealine) bağlı olarak, bu oluştaki payı gündeme getirme durumundayız...
"Olmuş" görünme yüzsüzlüğüyle bu zeminde boy gösterenlerle; yapılanlardan "olma sancısı" çekenleri ayırdedebilen "sancılı"lar, munun sebebini, kendini göz planına dikici bir davranışta değil, kuşanılmaya çalışılan (Büyük Doğu) aksiyonu ruhunu işaret niyetinde arasınlar...
Tabiatta canlılık ifade eden her yerde asalakların türemesi gibi, bu canlılıkta, zemzem kuyusuna işeme niyetli parsacı çıkışlar, kuşanılması gereken (Büyük Doğu) ruhuna dil uzatınca; o ruhun kuşanabildiğimizce "verimi"ni göz planına getirme vazife olarak belirir... Nereden nasıl geldiklerini bilmeyenler, nereye ve "nasıl" gideceklerini de bilmeyen "günün" adamlarıdır...
İşimizin, bu farkı anlayanlarla olduğunu bildirerek ve "olmamış gereken" yanında aldığımız mesafeye rağmen bunu "hiç" kabul ederek, dört sene önce (1975) ilk gün işaretlediğimiz doğrultuda ve dört sene önceyi hatırlatıcı bir sesle çıkıyoruz... Bu sefer küçük bir gurup ifadesindeki bizle değil, aralarından şehit düştükçe, şehitliği isteme şuurundaki gazileri daha yükseğe tırmanıcı bir "gençlik" ifadesiyle...
"Dâva çilekeşinin hamurkârlığını yaptığı gençliğe; "nerdesin?" feryadına aksi seda gibi tekrarlayıcı "nerdesin?" cevabıyla değil; murad edilenin GÖLGESİ kabul edilebilirsek burdayız, hedefimiz aslı gibi olmaktır." (1)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
• Ve haykırışımızın rengine ilk karşılık sesi; MÜJDELERİN MÜJDESİ...
"Birkaç gün önce... Büyük Doğu Yayınlarının idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. (2) Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar: AKINCI GÜÇ... Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençler...
En telaşlı ânımda; dergilerine bir göz atmak imkânından da mahrum bulunduğum şartlar altında, ancak bir çay içebilecek kadar kısa bir zaman içinde temas edebildiğim ve büyük teması Ankara'dan dönüşüme ertelediğim bu gençler, benim, bugünkü İslâm gençliğine musallat ayrılık ve aykırılık mikropları üzerindeki görüşlerimi dinlerken, öylesine müteessir oldular ki, içlerinden biri hıçkırıklarını tutamadı ve başını ellerine gömerek ağlamaya başladı...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Dondum ve acıyla doldum...
Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi?.. Bir baştan öbür başa Büyük Doğu İdealinin destanı... Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfûz edici ve bugünkü aydın İslâm gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikametinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle... Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha âdi pohpohlamalarla değil... Duyarak, düşünerek ve yaşayarak...
Hayatım ve dâvamın en acıklı inkisar ve ıstırabını beykelleştiren MSP devşirmesi bu gençler, şimdi demetlerinin bağını çatlatıyor, yepyeni bir demetlenme hasretiyle öz kaynaklarının adını veriyor; ve bu, kendi kendisini tâyin ve tespit işinde en soylu ve şahsiyetli çile hakkını tüttürüyordu.
Karanlık bir zindan odasında nazbını sayan bir adama "kalk ve toplan! Yanlışlıkları ilâhi adaletle kendi kendisine patlak verdi!.. Artık açık hava ve güneş senin!" hitabına ermiş gibi oldum ve ben de o genç gibi ağladım.
15 yıllık oluşunun harcı içinde alın terim, hummalı nefesim ve olanca kımıldama gücüm yatan "Millî Türk Talebe Birliğii"niin niyahet ölü kalıplar içinde tonduruluşu, tek ümit halinde yöneldiğiim Ülkücü gençliğin de henüş ruh adeleleriine büyük vecd ve tefekkür cereyanını vermeye fırsat bulunmayışı önünde, bu, en beklenmedik yerden kendi kendisine yükselen ses, bana müjdelerin müjdesini getirdi:
"Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!" (N.F.K.) (3)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Ve arkasından söyleyeceğimiz her sözün bizi ifadeden âciz kalacağı; içimizde yangın, dışımızda apışmış gözyaşlarına süküleyen hissiyata sebep, kendi el yazısıyla ithaf... Hemen belirtelim ki, bu ithaf, çerçevelediği mânâyı hedef bilen gençliğin kendine ithaf bileceği bir mânâyı kuşatır:
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
IŞIK
Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı.
Daima böyledir. İlâhî tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah'ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir.
Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramışdaki ezelî yakınlığa şahit olduğum gençlerden.. Şu anda üçüncü sayısı elinizde olan "Akıncı Güç" isimli derginin ilk sayısından...
Bunlar MSP'nın koruduğu ve geliştirmeye çalıştığı "Akıncılar" gençliğinden bir demettir ve işin özü olarak şu sayhayı koparmaktadır:
Biz ruh hamurumuzu Büyük Doğu teknesinde ve onu yoğuran ellerde idrak ettik ve başka hiç bir tarafa gönül ve kafa nispeti kabul etmeyiz.
MSP'ye karşı vaziyetim ve onun ulvî dâvayı harcamakta gösterdiği ehliyetsizliğe isyanın malûm olduğuna göre, ilk kalemde bu tecellî beni şaşırtmalı ve samimiliğinden şüpheye düşürmeliydi.
Ama öyle olmadı; bu gençlerin son zamanlardaki düzmece ve ezberletmece teşkilat örneklerinin ruh haletinden uzak olduklarını gördüm ve bana (antipatik) gelen zümre adlarına rağmen onları göğsüme bastım.
Dergilerinde aynen yayınlanmak üzere el yazımla kâğıda döktüğüm bu satırları kendilerine ithaf ederken, Akıncı, Ülkücü ve daha bilmem neci çevreler bir arada, dâvamızın billûr sarayını, kafdağının, yani kopyekûn insanlıkça özlenen eskimez ve pörsümez ideal tepsenin en yüksek noktasında inşa istidadında mimar namzetleri olarak onları selâmlarım.
Onbeşinci İslâm asrının kapısında, İslâmın ebedî gençliğini ve yeniliğini, her an genç, taze ve yeni kimliklerinde ışıdatsınlar ve kafdağına tırmanmak kadar zor ve çetin gayenin mâna ve madde şartlarına ersinler...
Bu kör dövüşü hengâmesinde, ümidim şimdilik hangi çevreden olursa olsun, işte bu gençlerin belirttiği mayadadır." (4)...NECİP FAZIL Kısakürek...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Arkasından, tarafımızdan yayınlanan tarihî kıymete haiz ve ne yazık ki mühimliğine nispetle dikkatsizlik ve baskı hatalarıyla malûl olarak çıkmış, kendimizi ve yolumuzu hiçbir yöne çekilemez şekilde tam olarak belirtici deklerasyon... (5)
Bu deklerasyon, 40 senelik kanlı fikir çileleriyle, hapishane çileleriyle ve şartların en son haddiyle zorluk belirttiği dönemlerde verilen mücadelelerle örgüleştirilen "mâna"ya bağlılığımızı tam olarak belirtici ve bu özelliğinden dolayı kalıcı, ayrıca; döneğinden hesap sorulmasını gerektirecek şekilde bağlayıcıdır. Eksiksiz olarak şu;
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
"I. Ruh hamurunu Büyük Doğu teknesinde ve onun mimarı elinde idrak eden AKINCI GÜÇ, Millî Selamet Partisi'nın teşkilâtlandırdığı Akıncılar çevresi içinden fışkırmış; yolunu, hedefini, temelini ve kaynağını, hiç bir tereddüde fırsat vermeyecek şekilde açıkça belirtmiştir. Ve BÜYÜK DOĞU idealine doğru, dar çerçevelerden kurtulmuş hususi bir kolu gösteren Akıncı Güç, tek güdüm işareti almaksızın yolunu bulmuştur.
II. Kendisinden başka hiç bir tarafa gönül ve nisbeti kabul etmediğimiz bu yol, Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun ta kendisidir. Ve adı "gerçek İslâmiyet"tir.
III. "Kurtuluş Fırkası" diye isimlendirilen bu yolun çapraz çizgileriyle "Akıncı Güç"ün hiç bir ilişkisi olamaz. Bu çapraz yollar günümüzün küfür nirengi noktası olan malûm partilere karşı olsalar da hiç birinde kendi ruhumuzun tümüyle tercümanı olmak kıymet ve haysiyetini görmediğimizi ilân ve beyan ederiz.
IV. Hangi birlik ve topluluktan olduğumuzu göstermenin arefe günündeyiz.
V. Hareketimiz geliş yolunu tıkamak değil, geliş yolunu tıkayan ve karartan yolları tıkamak noktasında... Kısaca PAZARLIKSIZ OLARAK KİM ALLAH VE RESULU DİYORSA BİZ ONDAN, O DA BİZDENDİR. Ve kim yolumuzu en şaşmaz ve tâviz vermez istikamet bilgisiyle gösteriyorsa liderimiz odur.
VI. Esilerden hiç bir ümidimiz yok ve gözümüz pazarlıksız İslâm aşkının yeni gençliğinde...
VII. İsa Peygambere atfedilen meşhur kelâm gereğince "bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle toplanmayanlar dağıtır" hikmeti şiarımızdır.
VIII. Bu şiar içinde İslâm gençliği, yani olanca saffet ve asliyyetiyle gerçek İslâm gençliğini dar çerçevelerini tepeleyerek çevremize ve saflarımıza katılmaya çağırıyoruz. Bu çevrenin adı, ruhu, mekânı ve zamanı yakında mahyalaşacaktır.
IX. Aramıza katılmamaya sebep gösterilebilecek hiç bir mâzerete açık kapı bırakmamak ve her türlü mâzereti mahkûm etmek için peşinen bildirelim ki, bizim hiç bir teşekküle hasis hesaplara dayalı bir sürtüşmemiş yoktur ve hiç bir teşekküle karşı da intikam hesabımız bulunmamaktadır. Derdimiz sadece dâvamızı dar ve hasis çerçevelere harcanmaktan kurtakmak ve kızgın bir aşk posında erimek ve kaynaşmak hasretinde ifadeli..."
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt