Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Mezhepsiz âlim olmaz (2 Kullanıcı)

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
BÜYÜK DOĞU NEDİR ?NECİP FAZIL KISAKÜREK


Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi; ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[1] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir. Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.




b%C3%BCy%C3%BCkdo%C4%9Fub.JPG


"Koskocaman, top şeklinde bir yumak gibi iplik iplik sarılı, kangal kangal bükülü, ilk ucundan sonucuna kadar üstüste devşirili; dışarıya doğru lif lif dağınık ve içeriye doğru kol kol toplu, muhitte nâmutenahî çok ve merkezde nâmutenahî tek; ve nihayet gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hâdiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı halinde düğüm düğüm çerçeveli bir manzume... Yekpare bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi...

İsmi de BÜYÜK DOĞU...
DOĞSUN BÜYÜK DOĞU BENDEN DOĞARAK !





Büyük Doğu?..

Bildiğimiz doğuş hâdisesine bağlı bir delâlet mi?..
Yoksa mâlum Şark dünyasına mı işaret?..
Birincisiyle beraber, yahut birincisinin içinde ikincisi!..
Bu isim, sadece doğuş mânasına kabuğunu çatlatan tohumun kıvılcımlı nefesiyle pembeleşmiş bir ufuk üzerinde, asıl Doğu âlemini, kubbe ve servi, saray ve künbed, kemer ve harabe, bütün dış çizgileri ve iç nakışlarından kucaklamakta... Bir aradaki bu çiftte delâletten sonra da, bütün insanlığa örnek olmak dâvasiyle, onların da üstünde ve güneş gibi topyekûn yeryüzünü yalayıcı bir mâna...

Doğuş olmaya doğuş... Doğu olmaya Doğu... En doğrusu Doğunun doğuşu...

En ulvî tecrid ve mânalandırmalara, çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallattır. Kendimi bunlardan korumak için, sadece yavan bir isim delâleti yüzünden dâvaların en çıkmazı, en kabasiyle aramızda benzerlik arayacak vehimleri şimdiden kovalım: BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlariyle çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip... Maddi ve manevî sınır dışı ırk gayreti, kavim hırsı ve toprak iştahı, sadece alâkasız olduğumuz bir iş sanılmasın!.. Büyük ve gerçek kurtuluş adına, yüzdeyüz düşmanı sıfatiyle alâkalı olduğumuz ve karşısında cephe tuttuğumuz zıt ve bâtıl hedeflerden bir tanesi!.. Kendimizi kendi içimizde; fert ve cemiyetimizi içinden ve dışından kucaklayarak kendi içimizde tamamlığa erdirmeden dışarda gözü olmak, bu iç oluşa ihanettir. Ötesi, olduktan sonra düşünülecek iş... Öyleyse BÜYÜK DOĞU, çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve nefsanî bir yürüyüş olmaktan ziyade, rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve ruhanî bir sefer... Doğudan fışkırmış, Doğunun gerçek ruhuna ermiş, onu örnekleştirmiş, nefsinde halkalamış, Batıya doğru yürütmüş handiyse Batıyı devirecek hale gelmiş; sonra kabuk üstü donup kalmış, yeni zaman yemişlerine can verecek kök feyzini emmekten uzak yaşamış, doğurucu ve yaşatıcı aşk ve çile dairesinden kayıp çıkmış, hikmetini kaçırdığı şekillere incisiz istiridye kabukları gibi tutunmaya çalışmış; ve sonra doğan ve gelişen Batının karşı saldırışları önünde topyekûn Doğuyla beraber gerilemiş, geriledikçe gerilemiş, bir uçurumdan öbür uçuruma sürüklenmiş, fakat sukûtun dibini boylamış, gizli bir bünye sırı yüzünden hastalığa dayanmış, apışmış ve donmuş, devir devir sahte ve gülünç kurtuluş hareketlerine şahit olmuş, nihayet büsbütün tasfiye vaziyetine düşmüş, bir şahlanışta kendisini yalnız mekân çerçevesinde kurtarabilmiş, derken işin satıh ve maddede en dizginsiz Garp taklitçiliğine ve öz kök alâkasızlığına döküldüğünü görmüş, zaman çerçevesindeyse bir türlü kurtarıcısını bulamamış bir millet olmak şuuruna sımsıkı bağlıyız. Kavramak lâzımdır ki, bir zamanlar Doğunun teknesinde yuğurulan, kendi teknesinde de Doğuyu yuğuran şahsiyet hamurumuz, Doğunun zaafında biz, bizim zaafımızda ise Doğu mecalden düşerken kurtlanmaya yüz tuttu; ve o gün bu gün, kendi öz cevherleriyle yabancı cevherler arasındaki anlayışsız, bilgisiz, ölçüsüz ve hikmetsiz katışmalar yüzünden çürüye çürüye şimdiki müzmin haline geldi. Bu halin ismi, müzmin şahsiyetsizlik ve asliyetsizlik hastalığı...
Zira, Viyana bozgunundan “Nizam-ı Cedid”e ve Tanzimattan Cumhuriyete kadar içimizle dışımız ve köklerimizle dallarımız arasındaki mahsup sırrına erecek, içi muhasebe, murakebe ve çile dolu, dünya çapında tek bir kafa bile yetiştiremedik ve hep onbaşı kültürlü basit aksiyon adamlarının itiş kakışlarına uyduk ve onları kahramanlaştırdık. Tanzimattan beri devam eden sahte inkılâplar ve bu inkılâpların türettiği sahte kahramanlar, dâvamızın, müşahhas plânda baş meselesidir. Kendi içimizde ve kendi cebimizde kaybettiğimiz, sonra körler gibi el yordamıyla eşya ve hâdiseleri sığayarak hep dışımızda ve yabancı ceplerde aradığımız, aradıkça kaybettiğimiz, kaybettikçe bulduk sandığımız, bulduk sandıkça kaybımızı derinleştirdiğimiz anahtarın kum üzerindeki yuvası... BÜYÜK DOĞU budur.
O, hem bir mâna, hem bir madde, hem bir zaman, hem bir mekân ismi; ve belli başlı bir ruhun, kendisiyle beraber bütün insanlığa örnek halinde donatacağı Doğu âlemine remz... Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur; ve bu ruh, sistem ve isim, ancak başbuğ imanın her iradesini yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre zerre nakşedici köle bir emir subayından ibarettir. Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı… "

(Çilemiz ve Davamız Bölümünden)

·Otuz yılı aşkın bir zaman çerçevesi içinde, ağzımıza erimiş kurşun dökülmesinden daha beter şartlarla pençeleşerek sesimizi çıkarabildiğimiz kesik kesik devreler ve parça parça davranışlar sonunda, eserimiz, tesirimiz ve teessürlerimiz ne oldu?

·C.H.P. sinden başlayarak D.P. si, M.B.K. si, bütün muvafakatler ve hattâ muhalefetler boyunca, her devrin mazlumu, makhuru, mahpusu olduk ve hepsinin birden mahkûmu, menfuru, mel’unu bilindik. Zira Türk milletinin unutturulmak istenen metbuu, matlubu, mahbubu yolundaydık; ve tanzimattan beri millet madenini bir küf tabakası şeklinde kaplayıcı çeyrek aydınlar, bu yolun mahrumu, mâdumu, makûsu yönde bulunuyorlardı.

·Böyleyken, gün oldu, bizi zindana tıktıkları zaman vatan köşelerinde gençler, ıstıraplarından akıllarını oynatacak hale geldiler, cinnet buhranları geçirdiler; ve bu yüzden bir takım hastalık ihtilâtlarıyla ölüm döşeğine düşünce de, Şehadet kelimesinin yanıbaşında ismimizi söyliyerek ruhlarını Allah’a teslim ettiler, (1947 Kayseri misali). Bu tek vaka, herhangi bir yurt köşesinde, herhangi aşırı hassasiyette bir şahsın, müstesna, münferit ve belki de marazî örneği değil, binde dokuzyüz doksandokuz onda dokuzuyla bütün gençliğin, bütün Türklüğün, bütün hak ve hakikat yolculuğunun ruh ufkundaki mânevî tecelliydi. Bu tecelli, o gençte, müstesna, münferit ve belki de marazî bir zemin bulmuş olabilirdi; fakat ruh plânında bütün hakikatçi Anadolu gençliğine yaygındı.

·Şifresi fikirle çözülemese bile hisle hecelenir öyle bir yaygınlık ki, cemiyet meydanına çıkmak ve oy kullanmak hakkına mâlik değil… Herkesin birarada hasta bulunduğu bir karantinada kimsenin hastalık lafını ağzına alamaması gibi bir şey… Hasta olabilirsin; fakat ne olduğunu bilemezsin!.. Yasaktır!.. Karantinamız camiler; ve dış tezahürlerinde serbest bulunduğumuz halde ne olduğunu bilmememiz gereken illet, iç hakikatiyle Müslümanlıktır.

·Biz 30 yıldır zâhirde hiçbir şey başaramadık, hattâ karantina bekçiliğinin büsbütün sertleştirildiğine ve cemiyet meydanının bütün bütüne işgal altına alındığına şahit olduk ama, ruhlardaki “gizli”yi fert fert, kendilerine karşı, açığa vurmuş olduğumuzu da gördük. Böyleyken zahirde yine gizliyiz; zira bu fertlerin toplamı ve topluluk ifadesini meydana getirebilmiş değiliz. Fakat ana unsur, temel örgü, atom fert, esas protoplazma kurulmuştur; gerisi, dış plan, kemmiyet kadrosu açıkgözlülükten ibaret ve hayatlık değerde olmasına rağmen basit…

·Bizim 30 yıldır yuğurduğumuz nesil, yüzbinlere rağmen halisleriyle bir tren katarını, en halisleriyle bir otobüsü, halisin halisi başbuğlarıyle de bir minibüsü dolduracak kadar kemmiyette zayıf olsa da, maya kıymetindedir, istikametini bulmuştur; ve Allah izin verirse memleketin en geniş ovasını taşıracak şekilde bir gün kervanlaşmayı bilecektir.

·Bando mızıkalarının önünde koşuşan sümüklü mahalle çocuklarına mahsus arsız ve yalancı belirliliklerden bizim gençliğimiz münezzehtir; ve piyasaya hâkim sanılan sahte mâna kooperatiflerinin bize cevri arttıkça, anlaşılmaktadır ki, mânaları zayıflamakta ve bizim mânalarımız kuvvetlenmektedir.

·Düşmanlarımız bilsinler ki, bağırsalar da, çağırsalar da, sussalar da, dövünseler de, çatlasalar da, patlasalar da, hiç aldırmasalar da, arkalarını çevirseler de, dönüp bizi öldürseler de, külümüzü savursalar da, okşasalar da, yalvarsalar da BÜYÜK DOĞU ideali, artık, alevin bir kav kümesini kucaklayışı gibi, Türk ruhunu en soylu nahiyesinden yakalamış ve üstün bir keyfiyet zümresinin tâ can evine girip oturmuştur. Bundan sonra bizi susturmak ve yok etmek, susmayacak ve yok olmayacak olanın yanında, ormanlar yanarken bir kıvılcım peşinde koşmak kadar faydasız olur. Ormanları söndürmek için tükürük itfaiyesi göndermekse yananları ancak çıralaştırır, alevlerini artırır.

İDEOLECYA ÖRGÜSÜ-NECİP FAZI KISAKÜREK​



 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
MÜJDE

O gün bir kanlı şafak, gökten üflenen ateş;
Birden, dağın sırtında atlılar belirecek.
Atlılar put şehrine gediklerden girecek;
Bir şehir ki, orada insan ayak üstü leş.

Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş;
Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek.
Ve bir devrim, evvelâ devrimi devirecek.
Her şey birbirine denk, her şey birbirine eş.

Fertle toplum arası kalkacak artık güreş;
Herkes tek tek sırtına toplumu bindirecek.
Gökler iki şakkolmuş haberi bildirecek.
Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş!NFK....
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
İBDA MİSYONU

Dikkat edilmesi gereken başlıca mesele,
bir takım gelişmelere alkış tutma değil
İslamı yaşamanın başlıca yönü olan
"Allah ve resul'ünün hükümlerini
hakim kılma" mecburiyetinde olduğumuzdur
yani rejim planına geçmek bunun için
mevcudu yıkmak,müslümanlar için
bir iman zorunluluğudur!
Fikirde ve aksiyonda asıl yenileyicisini
gözleyen,onu Türkiye,den bekleyen
vatanımızı evvela içinden fethedici,
sonra İslam alemini birleştirici,
daha sonra da topyekun insanlığa arzedici
destanlık role çağıran bu gün..
Mesuliyetimizi müdrikiz!
Ruh ölçümüz,zaman ölçümüz,iş ölçümüz;
tarih muhasebemiz,insan ve toplum
meselelerini bütün bütüne örgüleştiren
ideolocyamız;tek kelimeyle ve dünyada tek
örnek halinde,bütün bunların yekünü
"İslam'a Muhatap anlayışımızla"
geliyoruz

.............Salih Mirzabeyoğlu.................

user_offline.gif
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Said Aykut'un, Akademya etkinlikleri çerçevesinde, 30 Nisan 1998 günü, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde verdiği "Bir Fikir Mektebi Olarak İbda" isimli konferansın bir bölümünü yayınlıyoruz.

Akademya



1- Kendine has bir mahallîlik...

Açıkça yerli bir insandan yola çıkış; Necip Fazıl... Ve yine Anadolu halkının tanıdığı tasavvuf kültürü... Kendi toprağında kendine has fikir (ve eylemi) bulma çabası... Bu çok önemlidir. Türkiye de bu şartlarda birşeyler yapmak isteyen solcu, sağcı, İslâmcı, komünist, herkes bunu bilmek, bunu anlamak zorundadır. Bir fikir kendi toprağında gelişebiliyorsa, çok rahat bir şekilde tesiri yıllar sürecek bir mektep oluşturabilir. Belki onu anlayabilecek insan azdır ama, yüzyıllar boyu etkisi geçmez. Bu özelliğe sahip değilse, balon gibi patlar. Üç dört sene devam eder, aynı (fast food) gibi. Sonra bakarsın, bitmiş!

2-Kendine has bir cihanşüműllük...

İbda Külliyatına, onun oluşturmaya çalıştığı dilin ve ele aldığı mevzuların tümüne baktığımızda, gerçekten kendine has bir cihanşüműllük görüyoruz. Irk ve (etnosentrizm) gibi vakıalar yok. Herkes bilir ki, İbda Külliyatını derinlemesine anlamaya çalışanlar içerisinde Türk de vardır, Kürt de vardır, Çerkez de vardır, Türkmen de vardır. Alman, Fransız ve Arap da var; yeni yeni üzerine yoğunlaşıyorlar. Varlık düşüncesine bakınız. Hegel'i ve diğer Batılı filozofları ele alış, özümseyiş tarzına bakınız. İşte bu hususiyetler, bu Külliyatın kendine has bir cihanşüműllük vasfına sahip olmasına yolaçıyor. Bu iki vasıf çok önemli. Bunlardan biri olmayıp diğeri olduğu zaman, bu iş yürümüyor. Dünyanın her tarafındaki büyük kültür değişimlerine bakın, bunu göreceksiniz. Evvelâ kendine mâletme ve o kendine mâledilmiş şeyin yine başka insanlar tarafından anlaşılabilir ve alınabilir olmasını kastediyorum.

3- Tarihe küfretmeyiş...

Tarihi doğru bir şekilde değerlendirmeye çalışmak... Kanuni den başlayan himmet ve fikir eksikliğinin farkında bu mektep. Bununla beraber, Anadolu da varoluş sebebimizin İslâm dan başka bir şey olmadığını da biliyor. Bu çok önemli bir noktadır. İslâmî meyilli gözüküp de, (zaten diğer meyillerin, tarihe toptan bir ezme-ezilme hikâyesi olarak baktıkları için böyle bir dertleri yok) kendi tarihini bilmeyen, tarihinin her tarafına küfreden bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz! Adamın zihni, bilmem hangi ülkeden çevrilmiş kitaplarla bulanmış. Kendini bilmiyor. Kendisini o zannediyor. Onu savunuyor iki sene, üç sene, beş sene! Sonra bakıyor ki, bu topraklarda o fikri savunmakla birşey olmayacak, rüzgar da değişmekte; onbeş sene Osmanlı ya küfrettikten sonra Osmanlıcı oluyor! Bunları hepimiz görmüyor muyuz? İsmi de, İslâmcı! Dön baba dönelim. Olmaz ki böyle... Önce anla: Bu tarihte nerede hata yapılmış, büyük tarafları nedir, ne taraflara nasıl bakmamız gerekiyor? Yani Kanuni den beri bir aşk eksikliği var, fikir eksikliği var. Medreselerde nasıl bir donma olmuş, bunları bir araştır! Kendini doğru tarif ve tahlil et. Kendin hakkındaki ilk peşin fikrin, mutlaka doğru olmalı. Kuşkusuz bu Külliyat bir tarih kitabı, bir furû fıkıh kitabı değildir. Her konuya, temel cümleler hâlinde işaret ediliyor. Ardından o konu hakkında fikir yürütmek sana ait. Sen bu cehdi göster, fikrini yürüt!..

4- Ehl-i Sünnet'i savunma...

Bu, Mirzabeyoğlu nda, hem bir doğrunun savunulması, hem de tarihe sahip çıkılması anlamını taşıyor. Hiçbir ciddi aksiyon ve fikir üretemeyen beyinlerin; Mutezile, Şia ve garip bir Selefîlik ile vakit geçirdiğini gören gözler var bu mektepte. Dolayısıyla birliğin, hakikatin, gücün ve içtimaî gerçekliğin farkında olan bir bakış var. Ucuz bir bakış değildir bu. İşte bugün cesaret ve özgüvenin sembolü olmasının sebeplerinden biri de budur.

5- Helezonik bir tarih anlayışı...

Yani, "doğrusal, ilerlemeci" (= lineer, progresif) tarih düşüncesine şuurlu olarak karşı çıkan bir tarih anlayışı var. Lâkin çok önemli bir noktaya parmak basacağım; burada asla mesuliyetten kaçış yok! Meseleye uzak kalanlar açısından bir şerh gereği duyuyorum. Bazı antik felsefe ekollerinin düştüğü hata şudur: Yine onlar da tarihi dairevî bir tarzda savunuyorlar ama, Herşey tekrar ediyor, herşey aynı yere varacak o halde herhangi bir gaye için çabaya gerek yok diyorlar. Bu hata, İbda için sözkonusu değil. Helezonik bir tarih anlayışı var ama, işte herşey aynı yere varıyor diyerek de çabadan uzaklaşmak yok. Aslında herşey, aynı yere aynı şekilde varmıyor! Yine değişiyor. Bir helezon düşünün; daire aynı yerin üstüne geldiğinde, alttaki daire ile aynı mıdır? Hayır! Çakışan tarafları vardır. Tıpkı bayramların belli vakitlere gelmesi gibi... Çakışan yönler vardır ama, artık su akmıştır, yeni bir hadise vardır karşımızda; demek ki, yeni ve doğru bir savunma ve fikrî ifade ediş tarzı lazımdır. İşte bunun adı "diyalektik"tir. Dolayısıyla sürekli eylem, sürekli hareket ve Allah ın isimlerinin tecelligâhı olma şuuruyla, bitmeyen bir mücadele ruhu var bu mektepte. "Doğrusal ilerlemeci" tarih anlayışı olmadığı için de, bugün İslâmcı yahut başka meyilden gelen bazı yazarlarda gördüğümüz, Bugünkü bilimin her dediği doğrudur; Müslümanlığı, Kur ân-ı Kerim'i ve tefsiri de tamamen bugünkü bilim doğrultusunda yorumlayalım, böylece Kur ân-ı Kerim'e büyük bir iyilik etmiş oluruz hezeyanı yok İbda da. Eğer bugünkü "bilim"in her dediğini doğru sayarsan, Kur'ân'ın tahrifine de kapı açmış olursun. Çünkü, "bilim"in kendi hususî vasfı vardır: Sürekli değişmek! Thomas, Kuhn ve L. Althusser gibileri buna işaret etmişler, sayfalar dolusu izah getirmişlerdir. Zira, bugün bilim terimiyle, yaşadığımız şu gölge varlıklar âleminde cereyan eden hadiselerin zâhir yüzü ve bağlantıları kasdolunuyor. Bu âlem ise Halk âlemidir; yeni imkânlara ve değişime açıktır. O halde, doğrudan bu âlemle ilgili bilgiler sürekli değişim içinde olacaktır; ne kadar sarsılmaz gözükse de! Batılının 19. yüzyıldaki büyük yanlışı, şu gölge âlemi temel sâbit zannetmesi ve burada keşfettiğini sandığı kuralların asla değişmeyeceğine inanmasıdır. Böylece "scientizm" hastalığı başlar ve 20. Yüzyılın başlarından itibaren de ciddi tenkitler alır. 40 lı, 50 li yılların sonunda bu tenkitler iyice çeşitlenir! Ne var ki, resmî eğitimlerde scientizm devam eder. Biz mi? "Bilim"in putlaştırılmasına karşı bir iki ses dışında, ortalık, resmî ideoloji taraftarı olanı ve olmayanıyla scientistlere teslimdir. Her şey geç gelir şu Batıdan! Onlar üretir ve satarlar. Ve biz bir malı, kullanım ve salâhiyet vakti geçeli yıllar olsa da elimizden, zihnimizden atamayız! Mevkîmizin hep "kuyrukçu"luk olmasındandır bu. Oysa yapmamız gereken, hesabını vere vere kendimize kavuşmaktır! "Kendimiz" tabiri, muğlaktır. Peşin fikir gereklidir burada! Yoksa bu sözlerim kuru bir kabuk olur; herkesin ağzında öttürdüğü cinsten! "Kendimiz", Hakkın rızasını elde etme mücadelesini bırakmayan insan-ı kâmil olma yolunda didinenler olmalıyız ki, içtiğimiz suyun, söylediğimiz sözün tadı olsun.

6- Yeni olan her akımı derhal sahiplenme tavrının olmayışı...

Biz kendimizde olana güvenemediğimiz ve zihnî donanımımız yeterli olmadığı için, İslâm dünyasında yahut Batıda çıkan her yeni akıma hemen sahip çıkıyoruz. Bu bir pazarlama tekniğidir kardeşim; o adam güçlü, pazarlıyor, "al" diyor. Sen de alıyorsun onu! Ben almayalım, hiç bakmayalım demiyorum. Git, oku, anlamaya çalış. Ama benim kurmaya ve korumaya çalıştığım sistemle farkı nedir? Acaba ne yönlerden ayrılıyor, bir bak. Sonu ne olur? En başta söylediğim gibi; iki sene savunur, üçüncü sene dönersin! Anladığın için dönsen gene iyi! O fikrin bir cevheri vardır; onu görmeye çalış, onu özümse. Kendine mâletmeye çalış. Kurcala. Şimdi ben bu tür akımlara sahip çıkmaya çalışanlara hem kızıyor hem de kızmıyorum. O kadar büyük bir baskı var ki, adam ne yapsın? Hâkim sistem karşısında bir çıkış yolu arıyor. Bu adamlar Batıdan anlar. Batının getirdiği herşeyi güzel sayar. Bak, ona Batıdan referans vereyim ki anlasın derdimi diyor. Bu intibâı vermek için bir sürü kitap döktürüyorlar. Üç sene sonra da kitaplar eskiyor zaten. Oysa İbda nın; ana fikir manzumesine bakıştan sonra, yeni çıkan akımların yanlışlarını ve doğrularını gösterebilme cehdi var.
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
7- Teknolojiye bakışta ifrat ve tefritden uzaklık...

Ne teknoloji düşmanlığı, ne teknoloji hayranlığı... Dünya görüşü emrinde ruhu zedelemeden şekillenmesi gereken madde. 1975 li yılların sonunda, 80 li yılların başında Türkiye de İslâmî çevrelerde bir akım başlamıştı: Teknoloji her yönüyle kötüdür. Hiçbir şey alınmayacak. Teknoloji zaten şeytan icadı. Bizim işimize yaramaz, ahlâkî de değil. Ee? Ne yapacağız öyleyse? Hiçbir şey yapmayacağız! Bu dönemlerden önce 19. yüzyıldan beri varolan, bugüne kadar da devam eden başka bir akım var; "Efendim teknoloji her yönüyle iyi. Hepsini alacağız. Onu alacağız, alacağız, alacağız, burada da büyüteceğiz. Büyük tank fabrikaları kuracağız, büyük..." Tank fabrikasını kur ama, tankın nasıl yapılacağını bir anla, benim ne kadar ihtiyacım var diye düşün. Meselâ, alternatif teknolojiler varsa onları araştır. Asla hayal sayma! Yoksa ebediyyen çevre ülke derecesinden kurtulamazsın; sürekli eski teknoloji alırsın ve kendi hayat biçimine, hayata bakışına uygun, kullanışlı ama ince bir zevkin tüttüğü âlet veya eşya üretemeyen dar bir çöplük olursun. İbda da, bu meselede de ifrat yahut tefrit yok. Diyor ki; biz, bu manzume ve bu bakış içerisinde elbette kendimize yetmek ve güçlü olmak zorundayız. Madde, eşya; tek tek sırları incelenecek. Ama asla insana, insan ruhuna tahakküm edecek hâle gelmemeli! Burada tahakküm eden de biçâre madde değil ya, işte alışkanlık kullanıyoruz... Kötü emelleriyle onu zulüm ve istibdat vasıtası hâline getiren insanoğludur suçlu. Bu bakış çok önemli. İşte İbda da ben bu bakışı görüyorum. Yani teknoloji uyarlanacak, ihtiyaçlara göre belirlenecek ve bunlar yapılacak; ondan sonra gerekiyorsa burada üretilecek. Demek ki teknolojinin ne âşığı ne de kindarı olmamak gerekiyor! Bu tesbit çok net olarak var bu düşüncede. Ben bu niteliği, böyle net bir şekilde başka İslâmî akımlarda görmedim. Kimileri paldır küldür; Zaten dünya kötüye gidiyor ... Eee? Hiçbirisini almayalım abi... Napalım... Kendi köşemize çekilelim diyor. Sen bu tarza meyledersen, Allah ın yeryüzündeki halifesi olmak vasfından kaçmış olmuyor musun? Peki bu mesuliyetten niye kaçıyorsun? Sonra bu mesuliyetsizliğini garip edebiyatıyla örtmeye çalışıyor. Hangi garip? Hangi gurebâ? O hadiste geçen garipliğin mânâsını sen nerden biliyorsun?..

8- Dinî malűmat serdedişte tavır ve duruşu da mühimseyiş...

Dinî mevzularda fikir beyan edenlere bakışta, bilgi birikimiyle beraber tavır ve duruşu da mühimsemek... Çünkü fıkıh, sadece bilmek değil; derin anlayış, samimiyet ve cesaret demektir! Yani tavır koyabilmektir. Fıkhın temelinde bu var. Siz -yarım yamalak da olsa- kendinize has modelin bulunmadığı bir yerde fıkıh üretmeye kalkarsanız, her sözünüz, sizi saran muhitin kullanacağı malzeme hâline gelir. Burada, kısaca içtihat mevzuuna değineceğim. Bir kere, mutlak ve en geniş anlamıyla içtihadı gerçekleştirecek kabiliyette muttakî, cesur ve dâhî müçtehitler yok artık. Yani ilk devirlerdeki İmam-ı Azam, İmam-ı Mâlik gibileri yok. Ayrıca, temel kaideler belli ve Nassın olduğu yerde içtihada mesağ yok hükmü mevcut. Bunu niye söylüyorum? Zira bugün içtihat denildiğinde, tam mânâsıyla açık nassları çiğnemeyi murâd eden yağcı tipler vardır. Bir de havarîlik taslamaları yok mu? Zaten, varolan güç, seni medyasıyla ve her nevî iktidar enstrümanıyla koruyor. Bu kahramanlık pozları neyin nesi? Fıkıh, kendi gelişimimiz ve yeni hadiseler karşısında alacağı doğru tavırla kendiniyenilemeli. Âcizâne haddim olmayarak vardığım netice şudur: "Mecelle" tipi, ama daha geniş açılı ve teferruatlı çözümler üretecek bir cesur-muttakî-dâhi bilginler kuruluyla bu işin halledilmesi. Fakat bu yenileniş, İşte ben şöyle içtihat yapıyorum; böyle üstünlüğüm var sizin imamlarınızdan! türü iddialarla ortaya çıkanların yapacağı bir iş değil! Açık konuşmak lâzım: Böyle bir ortamda,samimi olarak çabalayıp içtihat niyetiyle birşeyler yapsanız bile, uygulayacak ve geliştirecek otoriteniz olmadığı için, varolan sistemin yemi olursunuz! Zira fıkıh ve içtihat dediğimiz şey, ne müzeye koyacağınız bir ferman ne de entelektüel mastürbasyondur! Ya ortamı değiştirir, hatasıyla sevabıyla o zaman fıkhınızı, içtihadınızı yaparsınız veyahut bunun aksine içtihat , reform laflarıyla avanak avlayan, kurulu sistemin bedava horozu olursunuz! Gücünüz yok iken ürettiğiniz hukuk, hukuk mudur? Aptalca bir övünme ve tembellik vesilesi bu! Veya, kirlenmiş vicdanlara rahatlama cilâsı! Hayır, hayır, samimi olarak fıkıh bahsinde gecesini gündüzüne katıp çalışanları takdir ediyorum. Onlar benim baştâcım! Onlar beni anlayacaktır zaten! İthamlarım, sistemin yağcılığını yapan yalaka tipleredir!

9- Zamanın gittiği yönü seziş...

Şöyle ki; aklı mühimsiyor ama, ruhiyatı asla ihmal etmiyor. Ve bu ekolde, çalışkan bir ruhîlik var. Yani; boş, tembel ruhçuluk yok. Batının bile terkettiği kuru akılcılık da yok. Batı, biliyorsunuz, büyük zihnî devrimlerden falan sonra, akla taparlığı bıraktı. Ama akla taparlık İslâm dünyasında, Türkiye de ve bazı yerlerde devam ediyor. İbda, aklı mühimsiyor. Ama Batının dahi bıraktığı ve bizim de bırakmamız gereken kuru akılcılık yok. Batının, kendi sisteminin devam etmesi için tüketicilere sunduğu Hint usűlü ruhçuluk da yok İbda da. Bu Hint usűlü ruhçulukta, artık harekete geçiricilik, mesuliyet alıcılık vasfı kalmamıştır; iyi, doğru ve güzeli yapmak için mücadele ediş ruhu yoktur onda. Ruhu mühimsemenin hakikati bu değil ki! İbda nın ruhî yönü öyle birşeydir ki, insan rüyasını görür, düşünür, coşar ve coştuğunu yapmak için harekete geçer. Gerçek ruhîlik bu işte! Ve bu, İbda da var! Piyasaya, televizyonlara falan bakıyorsunuzdur; 21. yüzyılda din ve inançla ilgili mevzular tamamen dünyaya hâkim olacağı için, insanlara ruhçuluğun doğru adresini göstereceklerine, tutuyorlar -affedersiniz tabirimi
mazur görün- ottan kıldan, hiçbir ciddi değeri olmayan akımların reklamını yapıyorlar. Adam Hindistan’dan gelmiş, bilmem ne kişinin reklamını yapıyor. Hinduizmin temel felsefesini, bu felsefenin sonuçlarını, varyasyonlarını, neyle nasıl uyuştuğunu anlatan güzel bir konuşma yapsa, anlarım. Lâkin neticede bu propagandada, insanların ruha, ruhiyata ve dine olan şevklerini boş, bulanık yerlerde körelterek, onları bu sahada da tüketici hâline getirme isteği vardır. Esas hedefe gitmesin, yamuk yumuk yerlere gitsin; böylece eforunu orada bitirsin! Herkese çeşitli ebat ve elvanda emzikler, incik boncuklar...

10- Fikirde müphem, harekette müşahhas ve işaret edici oluş...

Bir fikrin, muhataplarında ben bu fikri doğru anlayabilmeliyim gibi bir cehd uyandırabilmesi için bazı yönlerden müphem olması gerekir. Bu, zâhirî yönü... İkinci yönü; zaten mevzu ağırdır. Sen varlığı hülâsalandırmak, kâinata mânâ vermek, dünya görüşü oluşturmak istiyorsun. Bunu oluştururken, elbette ki müphem kaldığın yerler olacaktır. Ama hareket edişte müşahhas olacaksın. Mesele çok kapsamlı olduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ edeceğiz.

11-Varlığı kavrayıştaki derinlik...

Ve İbda nın -sözümü bitiriyorum- en derin ve etkileyici farkı, varlığı kavrayıştaki derinliğidir. Dölleyici fikir diyorum ben buna. Öyle güzel, öyle dikkat çekici umdeleri var ki, kişi kendisini ona bıraktığında, fikre muhatap fert olarak, kendisi daha izah edici tarzda fikir üretebiliyor. Bu çok önemli. Yani üretkenliğe elverişli bir ıslahat zenginliği var. Müntesiplerine, kendi ferdî üretim sahalarını veriyor. Müntesipleri, gerek doğrudan zihnî, gerekse ilmî faaliyetlerin çok daha güzel çerçevelere oturtulması yarışına girebiliyorlar. Bu, pratik açıdan heyecanın devam etmesini sağlar. İşin aslına baktığımızdaysa, o fikrin gelişmesine, kök salmasına, bir "mektep" olmasına yolaçar. Bu çerçevede, Mirzabeyoğlu nun, icabettiğinde düz mantık dışında bir mantık, paradoks mantık kullandığını belirtmeliyim; özellikle varlık, ruh gibi bahislerde. Bizde İbn Arabî gibi büyük sufîler, uzakdoğuda Lao Tsu gibi filozoflar bu mantığı kullanmışlardır. Aslında inancını yüreğinde alev gibi taşıyan, dev bir değişim hamlesi başlatmak isteyen herkes, az buçuk bu mantıktan istifade eder. Bahis geniş olduğu için girmiyorum. Kısaca, bildik ayniyet ("özdeşlik") ilkesine uymamak demektir bu mantık. Son söz; hakikaten verimli bir mektep... Tıpkı (Kelime-i Salihiyye) gibi ki, çorak bir muhitte, sahrada bir dağ yamacında zuhur ediyor. Ve diğerlerini zuhur ettiriyor. İsmi üzerinde İbda; ve bu sistem, kendi aksiyonerini, kendi şârihini, kendi yorumcusunu yetiştirdiği sürece, belki ağır ağır, belki de hızla yayılacak. Ama köklü olduğu için, hem tüm ülke sathına hem diğer ülkelere hem de yaşarsak önümüzdeki yüzyıllara damgasını vuracaktır diyorum. Vesselâm...
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
İSLAM VE DEVLET
  • İslam, devlete ruhun uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır,asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez.
  • Akıl erer mi ki,bütün kainatı kucaklayan islam ,insan topluluğunun maddi ve manevi yekun kıymeti olan devleti,sınırları dışında bıraksın
  • İslam'da "halk"Hakk'ın zahiri ve Hakk "halk"ın batını olduğuna göre,İslami devletin tek ölçüsü Haktır ve biricik hakimiyet onundur
  • İslam'da halk ,hak ve hakikatin esiri(teslim olmumuşu)sıfatıyla gerçek ve mükemmel olarak hudutsuz hür ve yine aynı bakımdan gerçek ve mükemmel olarak hudutsuz bağlıdır.
  • Öyleyse İslam,en saf ve mükemmel kavranış zaviyesinden en ileri devletçiliğin en ileri hürriyetle aynı zaman ve mekanda birleştiricisidir.
  • İslam'da devlet,Hakk'ın ferdlere biçtiği hakları dağıtmak bakımından kölelerin en zayıfı,yine Hakk'ın ferd üzerindeki hakkını toplamak bakımından da ağaların en küvvetlisidir
  • İslam'da idare şekli yok idare ruhu vardır;ve ulvi ve münezzeh İslamiyetin,saltanat,cumhuriyet vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidai şekil ve kadro tercihlerine karşı herhangi bir alakası mevcut değildir.
  • Muhakkakki idare esasının mücerret ruhu noktasından İslamiyetin ana prensibi,bütün cemiyet ve milletin seçtiği benimsediği ve baş kestiği büyük ve merkezi şahsiyet gerisinde,Hakk'a karşı imam ve arkasındaki cemaat gibi ,en nizamlı bir düzene giriştir.İşte islamiyetçe Uluemr diye anılan bu şahsiyetin reisliği altındaki devlet,zaman ve mekana göre devlet ve idare şekillerinin en üstün ve ileri olacak ve mevcut şekiller içinde en fazla saltanat şekline yabancı kalacaktır.
  • İslam devletinin reisi,o cemiyette en mütekamil ve en ileri müslüman şahsiyet,onun verasında Alemlerin Efendisi olan Allah sevgilisi,onun da verasında mutlak emirleri ve iradesiyle Allah'tır
.....................Salih Mirzabeyoğlu..........................
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
KILIÇ VE İHSAN
Fetih suresi'inde Allah,Sevgilisi'ni andıkdan sonra şöyle buyurmuştur:-"Maiyetindeki ashabı,müşriklere ve münkirlere karşı gayet şiddetli,aralarında ise son derece merhametli ve şefkatlidirler"Allah sevgilisi nasıl alemlere rahmet olarak gönderilmiş ise,Allah ehli de rahmetli ve şefkatlidirler;fakat icab edince de sert ve şiddetlidirler,buna verasetle memurdurlar da! Allah,Sure-i Tevbe'de Sevgilisine buyurmuştur ki:-"Kafirler ve münafıklarla uğraş ve onlara karşı sert davran"Zira onlar nezaketten anlayacak kabiliyette değildirler ve o gibilere karşı gösterilecek yumuşaklık,kendilerinin kabalığını artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Kerim olan ve keremin,ihsanın,iyiliğin ne demek olduğunu nalayan bir kimseye ikram edersen,onu kendine bağlamış olursun.fakat düşük tabiatlı bir alçağa ikram gafletinde bulunursan,şımarır ve büsbütün bozulma ve direniş gösterir ...Yani şu:"Kılıç kullanılacak yerde ihsan edilmesi,ihsan edilecek yerde kılıç kullanmak kadar zararlıdır."
...............Salih Mirzabeyoğlu................
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
tamam1.jpg
Pisliklerden arındıracak"Ateş hikmeti"icabı,bir "Alev topu" ki, bütün dünyayı sarsacak;ta ki "HAKİMİYET HAKKINDIR!"düsturu bütün hakikatiyle vücud bulana kadar!
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Eğer siz, öküzlerin kuyruğuna yapışır, hile-i şer’iyeli alış veriş yapar ve cihadı da terkederseniz, üzerinize öyle bir zillet vurulur ki, cihada dönmedikçe ve tövbe etmedikçe bundan kurtulamazsınız. Hadis-i Şerif...
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
SELAM SANA ANADOLU!...



Artık sözün hükmünün kalmadığı günlerdeyiz!

Bizler buradan “Ne Yapmalı?” diye yazaduralım; şartlar hemen şimdi birşeyler yapmayı dayatıyor...

Bugünlerde kim ne yapabilirse büyük bir iş yapmış olacak, ecri büyük olacak; içinde bulunduğumuz şartlar en küçük bir teşebbüsü dahî tarihî kılmak için hazır bekliyor...

Çok küçük bir kıvılcımla yanıp tutuşmaya hazır bekliyor Anadolu!..

“İşte şimdi ocak kızıştı” diyebileceğimiz bir hata yaptı düşman; önderliğimizin canına kastetti!

Bunun bedeli çok korkunç olacaktır!

Gök yarılacak, yer sarsılacak; o gün hiç kimse için kaçış ve kurtuluş olmayacak...

Müslümanların zulüm altında olduğu bir ülkede, Kur’an-ı Kerîm’in yasaklandığı bir ülkede, İslâm şeriatına sövüldüğü bir ülkede hiçkimse masum sayılamaz!..

Kumandan Mirzabeyoğlu’nun çektiği çile, bütün müslümanlar adına çekilmiş bir çiledir; ve bu bakımdan “müslümanım” diyen her fert üzerinde hakkı vardır Kumandan Mirzabeyoğlu’nun.

İşgalci yapılanmanın bütün kurum ve kuruluşlarına ve bütün amir ve memuruna ve bütün rükûn ve erkânına vurarak, bu hakkın edası vaciptir!!!

İlâhî belâdan korunabilmenin yegâye yolu da budur!..

Bir seksen boyundaki bir adamın 45 kiloya düşecek kadar fizîken tükenişi “Nebevî” bir tükeniştir!..

Büyük Doğu-İbda davasına tam yarım asırdır “Nebevî Metod mu?” diyerek duyarsız kalanlar ve hatta cephe alanlar, kimin “Nebevî” yolda olduğunu Kumandanımızın çektiği çilede görmelidirler...

Bu tükeniş, Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz Peygamberimizden sonra başka peygamber gelmeyeceğine göre, ancak Peygamber vârislerine has bir tükeniştir...

Allah Resûlü böyle bir tükenişten sonra, Taif dönüşünde, yaralı bir hâlde Mekke’ye bakan bir yamaca diz çökmüş ve bütün tedbirlerinden soyunarak İlâhî kudrete sığınmıştı...

Mübarek ellerini semâya açıp Mekke’ye doğru bakarak “Yârabbi tükendim..!” demesinden sonra Allah Resûllü’ne fetih kapıları sonsuza kadar açıldı!

Şimdi herkes elini vicdanına koysun ve kendisine şu soruyu sorsun:

“- Ben tükendim mi; kendimi tüketebildim mi?”

Maddî ve manevî olarak, fikrî - fiilî ve fizikî olarak kim elinden gelen herşeyi yaptığına ve artık tükendiğine kanaat getirebiliyorsa Allah fetih kapılarını ona açacaktır!

Allah kendi yolunda boşalanları dolduracaktır!

Allah kendi yolunda tükenenleri tükenmez kılacaktır!

Allah kendi yolunda yenilenleri yenilmez kılacaktır!

Nasıl ki, şehitler için “onlara ölü demeyin, onlar diridirler” buyuruyor, yani kendi yolunda ölenleri ölümsüz kılıyorsa Allah; Allah yolunda bütün güçlerini tüketenleri de hiçbir gücün güç yetiremeyeceği kadar güçlü kılacaktır!

Allah ve Resûlü yolunda herşeyleri ile kendilerini tüketen kahramanları kendimize örnek alalım ve onların işaret parmağı istikametinde kendimize tüketmeye bakalım!

Kur’an-ı Kerîm’de, geçmiş ümmetlerin kıssaları -Hâşâ- boşuna anlatılmadı; geçmiş ümmetlerin kıssalarını yeniden okuyup ders alalım...

Asr-ı Saâdet’ten başlayarak İslâm tarihini yeniden okuyup ders alalım...

Dünya devrimler tarihini yeniden okuyup ders alalım...

İbda, toprağa bağlı bütün devrimlerin üstünde olacak bir devrimi gerçekleştirmeye memur hareketin adıdır!..

İbda, Allah’a, Resûlü’nün gösterdiği yoldan inanmanın ve varmanın rejimi olan Ehl-i Sünnet itikadına sımsıkı bağlı olarak, Batı Tefekkürü ile İslâm Tasavvufu kanatlı arasında süzülüp, bütün dünyanın irfan yemişlerini İslâm çarşafına toplayan bir fikriyattır!..

İbda, Ehl-i Sünnet İtikadı’nın kurucularının içtihadlarını tartışmasız “peşin fikir” kabul etmiştir!

İbda, İslâm tasavvufunun bâtın kahramanlarına ait sözleri ve hâlleri, seyr ve sülûk mukaddimelerini “Büyük İslâm İnkılâbı”nın taktik ve stratejik ilkelerine ve pratiğine uyarlamıştır.

Ehl-i Sünnet itikadına sarılmadan ve İslâm Tasavvufu ile Batı Tefekkürünü bilmeden İbda anlaşılamaz!..

Kumandan Mirzabeyoğlu’nun bundan sonraki adımı “terki terk” makamına olacaktır!!!

.........................

Gök yarılacak, yer sarsılacak; o gün hiç kimse için kaçış ve kurtuluş olmayacak...

Müslümanların zulüm altında olduğu bir ülkede, Kur’an-ı Kerîm’in yasaklandığı bir ülkede, İslâm şeriatına sövüldüğü bir ülkede hiçkimse masum sayılamaz!..

Kumandan Mirzabeyoğlu’nun çektiği çile, bütün müslümanlar adına çekilmiş bir çiledir; ve bu bakımdan “müslümanım” diyen her fert üzerinde hakkı vardır Kumandan Mirzabeyoğlu’nun.

İşgalci yapılanmanın bütün kurum ve kuruluşlarına ve bütün amir ve memuruna ve bütün rükûn ve erkânına vurarak, bu hakkın edası vaciptir.

İlâhî belâdan korunabilmenin yegâye yolu da budur!..

.........................

ZAFER İNANANLARINDIR; VE KURTULUŞ YAKINDIR!!!

YAŞASIN KUMANDAN MİRZABEYOĞLU; KAHROLSUN DECCÂLİYET!!!
__________________
"Yoktur zulme rızamız adle biz mailleriz
Gözleriz hakkın rızasın emrine kailleriz"
F.S.M.Han
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Selam sana Anadolu!

Biliyorsun ki yüreğimiz seninle; gözümüz sende…

Sen ey uğursuz ilkeler dikilmiş baba ocağı; Kemalist baykuşlar tünemiş anayurt!..

Sen ey işgal altındaki vatan; sen Anadolu!..

Biliyorsun ki yüreğimiz seninle; gözümüz sende…

Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Said Nursi Hazretleri, Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, Abdülhakim Arvasi Hazretleri, Şeyh Said, Necip Fazıl, Kemal Tahir, Metin Yüksel, Hasan Meriç, Sancar Kartal, Salih Mirzabeyoğlu…

Beşyüz yıldır kaynayan kazan, son seksen yıldır tam bir yangın yerine dönmüş vatan; Anadolu!..

Adına ‘Kurtuluş’ dedikleri savaşın ertesinde, o savaştaki zayiatın on misli insan darağaçlarına çekildi…

Onbinlerce faili meçhul cinayet, hapisler, sürgünler, yağma, talan, kan, gözyaşı…

Diyarbakır, Mamak, Ulucanlar, Bandırma, Metris, Kartal, Eskişehir,Bolu zindanları…

Yüzde ikiyüzlere varan reel enflasyon, yoksulluk sınırının altında yaşamaya(!) mahkum edilen otuz milyon insan, bedenini satmaya mecbur bırakılan kadınlar, her yıl bakımsızlıktan ölen otuzbin bebek; milli gelirin yüzde seksenini götüren üçyüz aile, Tarabya ve Etiler’de şıngır mıngır kalça göbek…

Ya sen Anadolulu?!

Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, milliyetçi, muhafazakar, demokrat, liberal, sosyalist, İslamcı; evet hepiniz!..

Siz müslüman evlatları, Anadolu çocukları; bastığınız toprakta mı gözünüz, yüreğiniz Anadolu’da mı gerçekten?!

Uğursuz ilkeler mi imha hedefiniz; Kemalist baykuşlara mı nefretiniz?!

İnsanca bir yaşam, hakça bir paylaşım mı özleminiz?!

Eğer hakikaten birşeyler yapmak niyetiyle soruyorsak “ne yapmalı?” diye; işte İbda Külliyatı!..

Kemalizmin piç ettiği bir idrak vasatında, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun, dünyayı kendi elleriyle kendine zindan etme pahasına ortaya koyduğu İbda Diyalektiği’ni kuşanmaya bakalım…


Tek örnek Peygamber!
Tek önder Peygamber varisleri!!!


__________________
''Allahu yestehzi'u bihim ve yemuddu fi tuğyunihim!''..alıntı...
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
MÜJDELERİN MÜJDESİ

Acâib bir nisyandı aylardan nisandı

Harâmîleri millet ev sahibi sandı

Kanlı çizmeleriyle emperyalistlerin

Vatanı çiğneyen ne moskof ne yunandı

Kızkardeşimin örtüsüne uzanan el

O kuruyası el de sorsan müslümandı

Bir yirmisekiz şubatta düştü maskeler

Öncüler önden kaçtı millet ona yandı

Ya tahammül ya sefer bile diyemezdik

Sende olmasan ahvâl büsbütün yamandı

Bilinmedin gayrından kesilmeden ümîd

Senin de imtihânın Eyyüp sabrındandı

Himmet buyurdunuz efendim İBDA ile

Umman olsa da ilim esbâb-ı tuğyândı

Nefesinle eridi buzlar erdi idrak

Her gönül gözünde o mavi ışık yandı

Su yürüdü dallara özge can yürüdü

Uyanık görülen rüya artık vatandı

Soyun gibi soylu izzî süvarisin sen

Ki izinde yılkı atlar bile şahlandı

Yeşil söğüte istihâlesi bozkurtun

Tâbiri belki Hazret-i Gâzi Osman’dı

Yedi yüz yıl önce görülen düş çınarı

Tam üç kıtada Devlet-i Âli Osman’dı

Yalvardın bana da geçsin diye hâliniz

Âmin diyen cümle evlâd-ı Fâtihândı

Gelip geçen bir şey zannedeler zamanı

İlk pervânelerin akrep ve yelkovandı

Yükselen burcun üstünde göründü dünya

Akla düşen zaten iflâsını ilândı

Onbir ayın sultanıydı tutulduğun ay

Ay dolunaydı doğan kutlu bir isyandı

Şevvâl zilkade zilhicce nihayet sefer

Dürr-ü güher içre gurre-i ramazandı

Seni cehennem diye tuttukları metris

Efendim sana âşinâ bir aşiyândı

Tersâne-i âmirede hummâlı gayret

Nazargâhında binlerce yürek donandı

Sahtesi çok ammâ sendin âşık-ı sâdık

Hatta leylâ-vü mecnûn bile hezeyandı

Geldin ya inadına ümitvârız işte

Bir kara sevda kalmıştı o da aklandı

Gönüldaş kalma bu himmetten sakın geri

Bir kıssa-i nebî Nuh’tan sonra tufandı

KAHRIN SONU ELBET LÛTF İLE İMTİHANDI

NASİPLİLER KAZANDI GELEN KUMANDAN’DI

Mustafa saka...
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Devleti,dini,insanı

manavgatı,fırat'ı,toprağı

dili,haysiyeti,bağımsızlığıyla


vatan bir bütündür :

Satılamaz

satmanın cezası belli
satanlar kurtulamaz!..
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
"TARİH MUHASEBEMİZ"









İLÂHİ BERAT ZAMANI




Allah'ın Resûlü... Veda Haccı'nda... Kızıl tüylü devenin üzerinde, yüzbini aşan bir sahabî topluluğuna hitap ediyorlar. Sözleri arkalara doğru her yüz adımda bir sahabî tarafından tekrarlanıyor ve dümdüz meydan, herbiri bin kere tekrarlanan bu sözlerin yankısını uğuldatıyor.

İslâm topluluğuna Veda Haccı'ndaki bu sesleniş, ebediyet mimarîsinin yerle gök arası "senfonik" çizgilerle resmedilmiş ahenk abidesidir... Ve içinde gaye ve dava memuru insanoğlunun, yaradılışından o güne değin hiçbir ferdine nasip olmamış derinlik ve yükseklikte şu cümle vardır:

-"İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti!"Gerçekten bu çapta bir yükseklik, derinlik ve memuriyet idrakı, O var diye var olan Kâinatın Efendiliğine âit bir huccet... Topyekûn Kâinatı kalburdan geçirircesine bir nefs muhasebesine yanaşan ve "birşey söylemek için herşeyi söyleme, Kâinatın her ân yeniliği içinde herşey söylenemeyeceğine göre de Mutlak Fikre göre söyleme" zaruretini kavrayan idrak için, sözkonusu cümlenin ihtar ettiği mânâ şudur:

-"Zaman ve mekân emrime verilmiştir ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekânı döşeyecek ve zamanı işleteceksiniz! Resûl olduğuma inanıyor, fakat memuriyetimi anlayabiliyor musunuz?"

İşte İlâhî berat, zaman hakkında söylenmesi ve benimsenmesi hiçbir kula nasip olmayan büyük sır ve bu sır önünde ulvî varlık muhasebesi!..

İşte topyekûn zaman ve mekânın Peygamberi ve O'nun yolunda ebediyen zaman ve mekâna hakimiyet gayesi!..

·

Bir şeyin gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle var olması... Zamanın maksatlılığı... Bir tecelliden bahsedebilmek için, tecelliden önce, tecelli edenin var olma zarureti... Zamanda varlık'ın, zamanüstü varlığa âidiyeti... "Herkesin hakikati kendine; öyleyse hakikatin hakikati kimde?" suâlinin cevabı... Kronolojik tarihi kendine bağlayan zamansız keyfiyetin maliki... Daha neyin ve neyin sırrını toplayan hakikat, O'nun dudaklarından dökülen tek cümle ile ifâdeye ermiştir:

-"İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti!"

·

Kopukluk ve kesiklik içinde yekpârelik ve bütünlük, bütünlük içinde de kopukluk ve kesikliğin şarkısını söyleyen zaman, "kadans" dedikleri âhenk helezonuna, vakaların posasını değil de ruhunu yerleştirmek işinden başka sanat tanımaz!..
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
ÇIKIŞ VE İNİŞ

Birinci Asrın başlarında söylenen ve ana gaye noktası olarak, Kâinata Efendisinin Küllî Ruh ve Nokta-i Vahdet olarak zuhurunu müjdeleyen bu sözlerden beri İlâhi berat, zaman, o demlerde aldığı keyfiyet ölçüsü bir yana, kemmiyetler tablosunda 1399 yıl devir üstüne devir tamamlamış ve 1400'üncü merhaleyi saymaya başlamış bulunuyor... İBDA'nın BÜYÜK DOĞU ile kucaklaştığı ve Büyük Doğu Mimarı tarafından "Büyük Zuhur" olarak karşılandığı Milâdî 1979 ve Hicri 1400 yılı ve hâlihazır dili ile, sözkonusu merhaleyi muhasebemiz... Aslında kopmaz ve bölünmez olan zaman şeridinin İslâm dünyasında 1400 yıllık akışını şöylece ayırabiliriz:

NUR ASRI'nın dört büyük halife devresini takip ederek Emeviler ve Abbasiler çığırında fildişi kaldırımlı ve billûr kubbeli medeniyet tablosu pırıldatan İslâm... Eşya ve hâdiseleri tam bir tahakküm kıskacı içinde zapteden, bu arada türlü kuru akıl oyunlarına getirilen ve 73 kola bölünen, fakat aslâ öz cevheriyle parçalanmayan İslâm... Kendi hesabına göre 15. Asırdaki "Rönesans" davranışına gerekli eski Yunan kaynaklarının tercümelerini Batılı "Hümanist"lere bağışlayan İslâm... Peşinden, İlâhî kanun icâbı kemâl çizgisinden zevâle doğru kayarken saf ve hâlis bir milletin eline geçen ve onun elinde üç asra yakın salîbi Viyana kapılarına, dalâleti de ‚aldıran Ovası'na ve Nil Deltası'na kadar kovalayıp, nihâyet pörsümeye bırakılmış vecd ve aşkın ağır hesabını vermeye başlayan ve 17, 18, 19, 20. Asırlarda tam bir yıkılış bilançosu hâlinde buruş buruş pörsütülen ve nihâyet son 50 yılda parça parça edilip çöp tenekesine atılan İslâm...

İslâmı, Anadolu çerçevesinde bu son 4 devresiyle ( Hicri 11, 12, 13, ve 14. Asırlar) ele alıp zamanın, Veda Haccı'nda Peygamber üslûbuyla dile getirilmiş sırrına bu dört devre içinde nasıl kıyıldığını en kalın çizgilerle resmetmek, tek başına bir esere mevzu büyük çapa nisbetle bir pusulacık bile olsa, istikbâlin büyük ve kurtarıcı mimârisi-ne ilk malzeme değerindedir. 1400. Hicri yıl, İslâm âlemi hesabına, en büyük mücerretle en sert müşahhası tokuşturan, bir yanı gayet basit ve bir yanı son derece girift bir vâkıadır.

Bu, mânevi plânda, aksiyonların aksiyonu deminde ele alınmaya lâyık tek dava, 1400'ün getirdiği bir mânâdır.
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
OLANLAR BİZDE OLDU

Temsil çerçevesinde, zamanın hakkını vermek veya bu haktan düşmek bakımından İslâm'ın çıkış ve inişini iki ana devrede sınırlandırabiliriz. Çıkış merhaleleri, evvelâ Arabın sonra Türk'ün elinde Hicrî 9. Asra kadar sürdürülebilir, iniş çığırını ise yine Hicrî 15. Asra dek yürütebiliriz. Bu çığırlar arasında en nazik ve hassas olanı, sade Türk'ün eli ve mesuliyeti altındaki İslâm'a aşağı yukarı 400 yıl boyunca ve devre devre şekil değiştirerek gösterilen liyâkatsizlik dönemi olmuştur. Ve şu ânda tek kıymet, işte bu bilmecenin çözülebilmesinde, yolumuzda açılan çukurlar ve kabartılan engelleri bütün sebeb ve neticeleriyle topoğrafyalaştırabilmekte...

Son 4 asırdır olanlar bizde oldu, devlet ve millet mesuliyeti altında meydana geldi ve zaman ve mekânı elden kaçırışımızı 4 adet hazin tabloyla çizdi.

·

Hicrî 11, Milâdî 17. Asır... Arap ve Fars kültürü hâkimiyetindeki İslâm dünyası bu kültüre yemiş verici feyzini kaybetmektedir. Aksiyon bayrağı Türk'ün elinde, fakat bu aksiyonu büyük kültürle besleyecek ruh çatlamakta... Zira tek ve aslî sebeb olarak vecd ve aşk kabuklaşmaya yüz tutmakta. Her şey ezberciliğe ve kopyacılığa dökülmekte, insanlık ve "Rönesans" hâmlesi dikkate değer sayılmamakta, yâni ham yobaz ve kaba softaya en müsait fidelik hazırlanmakta... Fetih hamlemiz, her ân biraz daha kırılmakta ve bütün bu hâllerin neticesi, tarihte bir benzeri olmayan Viyana hezimeti meydana gelmekte... Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bahanesiyle artık taarruz çağımız kapatılıp perişan müdafaa çığırımız açılmış oluyor.

Kara Mustafa'dan sonra bir de Hanedan tereddisini - bozuluşunu gösterme işinde "prototip-baş örnek" deli Mustafa'ya malik olan bu devreyi, aşksız, hikmetsiz, çilesiz kaba softa çığırının başı olarak mühürleyebiliriz.

·

Hicrî 12, Milâdî 18. Asır... Artık bir asır evvelki renk koyulaşa koyulaşa gitmekte ve biz, büyük İslâmî tefekkür ve tahassüsümüzü türlü iç ve dış tesirlerle kaybede ede, ne yapıp yapıp mevcudu kurtarma hengâmesine ayak basmaktayız... Her ân, zaman ve mekânın biraz daha dışına itilen, ham yobaz ve kaba softa elinde felce uğratılan ve hiçbir silkeleniş ve şahlanışa istidat göstermeyen, içli dışlı izmihlâl gidişi... Fakat aşk devrinden kalma madde mirası o kadar büyük ki, ne kaybetmekle tükenir, ne de Bektaşî tesellilerinin getirdiği ruh hâleti yüzünden yüreklerde ıstırap mevzuu olur. Bu devrin ruh hâletini ifâdede karşımıza yine bazı Mustafalar çıkıyor... Bekrî Mustafa, Kabakçı Mustafa, Alemdar Mustafa!..

·

Hicrî 13, Miladî 19. Asır... Artık müdafaa edilebilen bir ruh da kalmamıştır. Batının eşya ve hâdiselere, zaman ve mekâna hakimiyeti, dile getirilmemek ve sebebe bağlanamaksızın ruhlara çökmüş, her şeyi maymundan aşağı bir Batı hayranlığı ve kopyacılığında düğümleyen, böylece gerçek kurtuluşun kapısını ebediyen çivileyen felâket hengâmesi açılmıştır. Mustafa Reşit Paşa...

·

Nihayet Ulu Hakan İkinci Abdülhamit Han'ın 33 yıl mukavemetine rağmen yahudi ve mason eliyle İslâm düşmanlığına itilişimiz ve asırlardır geri kalmışlığımızın sebebini İslâm'da kabul etmeye zorlanışımız... İşte, Hicrî 14, Miladî 20. Asır yaftalı son devrimizin açıkça mânâsı!.. Bu devre gelinceye kadar Mustafalar rollerini oynamışlar ve bir yenisine ihtiyaç bırakmamışlardır. Herşey Kara Mustafa ile Mustafa Reşit paşalar arasındaki çizginin belirttiği rotada... Hengâme böyle başlar ve böyle biter.

İmân, ahlâk, akıl, ruh, her sahada çöküşümüzü şu dört devre içindeki zaman ve mekânı kaybetme felâketimize bağlayabilir; ve bugünkü boşlukta çırpınma hâlimizi gerçek vâhidine irca edebiliriz. Sene 1400'ün getirdiği berat budur.
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
KAPATILAN ASIR

Evet; İslâm'ın son 4 asır boyunca zaman ve mekândan düşürülmesi mevzuunda ne olduysa bizde oldu!.. 13. Hicrî Asrın ilk çeyreği sonunda, Miladî 20. Asrın başlarında, Ulu Hâkanın yüce şahsında her şey açık bir İslâm tahrifçiliğine dönüştürüldü; ve Birinci Dünya Harbi ile, bütün İslâm âleminin korkulu gözlerini diktiği koca imparatorluk ve Hilâfet müessesesi çöktü, gitti. Tam ve asırlık bir Batı Emperyalizmi ve Yahudi-Mason plânıydı bu; ve yüzlerce yıldır sınırlarımızı toslaya toslaya başaramadıkları çöküşümüze içimizde bir Batıcılık ve Batılılık mihrakı kurarak gerçekleştirmeyi bilmişlerdi. 20. Asrın getirdiği sanayi ve teknolojik ilerleme ukdesinin neticesi Birinci Dünya Harbi'nden sonra, İslâm, işte bu asırda ULVİ MURAKABE'ye kavuşturulacağına büsbütün uzaklaştırıldı ve tek ve kaskatı bir şuur hâlinde, alçalışımızın biricik suçlusu kabul edildi; ona zıt çıkartma kâğıdı davranışlarına da "devrim" ismi verildi.

Böylece Türkiye'de bozulan ve tam 27 yıl bahsinin edilmesine bile izin verilmeyen İslâm, istiklâllerini kazanma yolunda bazı dindaş ülkelerde hususiyle İkinci Dünya Savaşı arkasından korkunç bir ters oluşa sahne teşkil etti. Hemen hepsi, kaidesi (halkı) imân ve zirvesi (idarecisi) küfürden başka birşey olmayan ehramlara benzer devletçikler olarak bizim bir nevî maketimizi billûrlaştırdılar ve bizde bozulan bir şeyin bütün İslâm dünyasında bozulmaya mahkûm olduğu ve ancak Türkiye'de düzelirse her yerde kıvamını bulacağı hikmetini ifâdelendirmiş oldular.

İslâm'ın temsil çerçevesinde başına ne geldiyse bu Asırda geldi:

İnsanlık her sahada kaç mezhebe el atmışsa, hepsinin doğru yanıyla aslen İslâm'da olduğu, yanlışıyla da panzehirin yine İslâm'da bulunduğu hikmetinden mahrum sosyalizm uyuzları...

Dışından payandalı ahşap bir bina gibi, İslâmı koltuk değnekleriyle ayakta tutmaya bakan ve onu topyekûn saffet ve asliyeti için murakabe edemeyen reformcular ve modernistler... Yamalı bohça esnafı...

Türkiye'de bile yapılamamış şekilde, Ramazan orucunu resmen yasak etmeye dek varan kravatlı küfür domuzları...

Vasıfları umumiyetle ahmak, salak, cahil, mukallit, ukalâ, sır idrakından yoksun müçtehid taslakları...

Ve Batı'ya petrol ihracı yerine ruh ihracı hamlesinden büsbütün kesilmiş ve her ân kesilmekte hareketsiz bir topluluk... Batı'nın iç felâketini anlayacağı ve devâlandıracağı yerde ona tutulan ve "çağ dışı-çağ içi" kıyasından başka bir ölçüsü olmayan çeyrek aydın devrimciler ve güdücüler sürüsü...

Kapatılan Asır, topyekûn insanlık her şubede, dile getirilememek ve şuura çıkarılamaksızın İslâma muhtaç hâle gelirken, bu muhtaçların başında yine müslümanların bulunduğu sırrını düğümleyerek geçti, gitti.
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
BUGÜN (1979)

Fars illerinde bir zulüm idaresini misilsiz bir perçinleşme hareketiyle yıkarken, din ve dünya anlayışı bakımından daha büyük bir zulme yol açan bir güdümün İslâmî hamle yerine geçmek istediği bugün...

Mukaddes topraklarda, itikad arsası bozuk şekilde yükseltmek istedikleri Şeriat duvarına yaslanıp Allah'ın Evini basmaya kadar giden, Mehdi izinde yol aldığını ve Şeriatı tepetaklak edici bu durumu İslâmiyet bilen, böylece yahudilik ve İslâm düşmanlığı ekmeğine yağ süren gaflet ve cehalet sürfelerinin daha ilk günde yumurtalarını çatlatmaya başladığı bugün...

Fas'ta bonmarşecilik, Cezayir'de çıkartma kâğıdı esnaflığı, Tunus'ta coplu küfür; Libya'da mektep kaçağı, çocuk oyuncakçılığı, Mısır'da tavizci maslahatçılık, Suriye ve Irak'ta ise solculuk afyonkeşliği manzarasını yaşatan bugün... Umumiyetle tepeden inme hesapsız bir miras gelirinin savrula savrula tükenmez giderinden ibaret bir iktisat markası bugün... Böyle bir bedavacılık nimetinin hakikatte ne büyük belâ olduğundan ve zaman ve mekânı fethetme işinde bunların asıl silâh değil, silâha hedef teşkil ettiğinden habersiz bir ruhîyat damgası bugün... Bir takım kabuk üstü yeltenişlerden ve "reform" kakafonilerinden başka tek ses vermeyen bugün...

Hele, Yeniçeriliğin modern hortlayışından başka birşey olmayan 1960 gece baskınından sonra, bütün değerlerinden ve dengelerinden olmuş ve İslâm'da bile, kesik bir süt gibi yarık yarık ve çatlak çatlak hâle gelmiş, halbuki zamanın en büyük emanetini daima omuzlarında tutucu mesuliyetten düşmemiş Türkiyesi ile bugün...

Nihayet, tamamıyla ayrı ve kütüphânelik mevzu olarak Batı dünyasının her iş ve inanış şubesinde iflâsını ilân ettiği ve "tek tecrübe etmediğimiz İslâm'dır!" demeye başladığı bugün... Ve eğer İslâm tükenmez bir petrol kuyusu gibi, Batı içinden kendi idrak âletleriyle fışkıracak olursa bu defa İslâmı müslümanlara öğretmeye ve onları dinlerini anlamamış olmakla suçlamaya mecbur kalacağı ve hiçbir paya lâyık görmeyeceği bugün... Ve, ve, ve... Fikirde ve aksiyonda asır yenileyicisini gözleyen, onu Türkiye'den bekleyen, Türkiye'yi evvelâ içinden fethedici, sonra İslâm âlemini birleştirici, daha sonra da topyekûn insanlığa arzedici destanlık role çağıran bugün... Ikınıp sıkınmaya ve evirip çevirmeye ne hacet:

Biz "Esfel-i Safilin" dedikleri aşağılıkların en aşağısından yüksekliklerin en yükseğine zıplamak gibi bir memuriyet altındayız! Bizim için orta yer yok! "Ya tepeye zıpla, ya olduğun yerde can ver!" ihtarını getiren yeni çağın başındaki tesbitimiz budur.NECİP FAZIL Kısakürek...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt