Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda tevbe kavramı (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ankebut suresi ayet 7
İman edip iyi işler yapanların (geçmiş) kötülüklerini elbette örteriz ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.

Allah’ın istediği gibi iman edip, hayatlarını bu imanla düzenlemek üzere sâlih amel işleyenlere, hayatlarını Allah için yaşayanlara, hayatlarını iman kaynaklı yaşayanlara gelince, imanlarını hayatlarında gündeme getirenlere, görüntüleyenlere gelince Biz onların seyyiatını örteriz.

Evet iman eden ve sâlih amel işleyenler. İman edip Allah’ın istediği, peygamberin pratikte uyguladığı, Allah’ın kitabında onaylayıp peygamberin de örneklediği müslümanca bir hayatı yaşayan insanların bütün kötülüklerini, bütün günâhlarını, bütün çıkmazlarını, bütün problemlerini örteceğiz, sileceğiz, temizleyeceğiz, sıfırlayacağız diyor Rabbimiz.

Tüm dünyanın çözüm aradığı hayat problemlerini çözüvereceğiz, düzlüğe çıkaracağız onları diyor Rabbimiz. Ne güzel bir müjde değil mi? İstiyor muyuz bunu? Bir problemimiz var da çözümsüzlük içinde mi kıvranıyoruz? Bir sıkıntımız var da karşısında âciz mi kaldık? Bir hukuk problemimiz mi var çözüm bekleyen? Bir eğitim problemimiz mi var ki belimizi büküyor? Tüm insanların çözümsüzlük içinde kıvrandığı, ekonomistlerin, hukukçuların, siyasîlerin, siyaset bilimcilerin, ahlâkçıların âciz kaldığı, çare bulamadığı müzmin bir problemle mi karşı karşıyayız? Kesinlikle bilesiniz ki Allah’a, Allah’tan gelenlere, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçilerine Allah’ın istediği gibi iman eder ve bu imanın pratik hayatını da Allah ve Resûlünün istediği gibi ortaya koyarsak kesinlikle bilelim ki Rabbim bizim tüm sıkıntılarımızı giderecek, tüm problemlerimizi çözüverecek, tüm çözümsüzlüklerimizi hallediverecek, tüm hastalıklarımıza şifa verecek, tüm kötülüklerimizi gi-derecek ve bizi sahil-i selâmete çıkaracaktır. Fert olarak, aile olarak, toplum olarak Rabbim bizi düzlüğe çıkaracaktır. İşte bu Allah’ın bize bir vaadidir ve bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın. Başka? Baş-ka ne var inanan ve sâlih amel işleyenlere?

Ve yapmış oldukları, gerçekleştirmiş oldukları amellerinin en ahseniyle, en güzeliyle de onlara mükâfat veririz. Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu ekber! Bundan daha güzel bir müjde, bundan güzel bir mükâfat olur mu yahu? Yâni düşünebiliyor musunuz? İnanan ve sâlih amel işleyen mü’minlerin tüm kötülüklerini örteceğini, hem de tüm bu kötülükleri örtülmekle, tüm bu suçları affedilmekle kalmayıp üstelik yaptığı en iyi işleri esas alınarak mukabelede bulunulacak kendisine. Yâni dünyada işledikleri tüm amelleri o amellerinin en iyisiyle, en güzeliyle, en ihlâslısıyla çarpılacak. Yâni bütün amelleri o en güzel amelle çarpılıverecek, tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul ediliverecek. Ne büyük bir rahmet değil mi? Meselâ dünyada kıldığınız en güzel bir namaz gibi kabul edilecek tüm namazlarımız. Veya gerçekten çok ihlâsla yaptığınız bir infak gibi kabul edilecek tüm infaklarımız.

Öyleyse ne bekliyorsunuz ey müslümanlar? Derdiniz yok mu? Sıkıtınız yok mu? Çözüm bekleyen problemleriniz yok mu? Karanlıklar, zulümler, işkenceler altında bir hayat yaşamıyor musunuz? Zalimlerin zulmünden şikâyetçi değil misiniz? Ailelerinizden, çocuklarınızdan dert yanmıyor musunuz? Toplumsal hastalıklardan şikâyet etmi-yor musunuz? Öyleyse ne duruyorsunuz? Allah’ın bu âyetlerini duy-muyor musunuz? Rabbinizin bu çağrılarını işitmiyor musunuz? Eğer bir derdiniz varsa, eğer bir sıkıntınız, bir probleminiz varsa, eğer karanlıklardan aydınlık bir dünyaya çıkmak istiyorsanız, eğer felâketlerden, zulümlerden, baskılardan kurtulmak istiyorsanız, özgürce bir hayatı özlüyorsanız, kendinizin, ailenizin, toplumunuzun hastalıklarından kurtulup güzel olmasını istiyorsanız işte bunun yolu.

Gelin Allah’ın istediği gibi iman edin, Allah’ın istediği sâlih amellere koşun, hayatınızı iman kaynaklı yaşayın, kesinlikle bilin ki tüm problemleriniz bitecek, günâhlarınız sıfırlanacak ve yepyeni, dipdiri bir müslümanca hayata merhaba diyeceksiniz. Özgür, izzetli ve şerefli bir hayata adım atmış olacaksınız. İşte Allah vaadediyor, bunun oylu iman ve sâlih amelden geçmektedir. Eğer Allah’ın vaadine inanır, Rabbimizin sözlerine güvenirsek bu mutlak sûrette gerçekleşecektir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır? Allah asla yalan söylemez. Onun vaadi haktır, bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Nur suresi ayet 61
Kör olana güçlük yoktur topal olana güçlük yoktur hasta olana da güçlük yoktur; sizin için de gerek kendi evlerinizden gerekse babalarınızın evlerinden annelerinizin evlerinden erkek kardeşlerinizin evlerinden kız kardeşlerinizin evlerinden amcalarınızın evlerinden halalarınızın evlerinden dayılarınızın evlerinden teyzelerinizin evlerinden anahtarına malik olduğunuz (yerlerden) ya da dostlarınızın (evlerin)den yemenizde bir güçlük yoktur. Hep bir arada veya ayrı ayrı yemenizde de bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından kutlu güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah size ayetleri böyle açıklar umulur ki aklınızı kullanırsınız.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında farkli görüşler zikretmişlerdir.
Abdullah b.Abbas ve Dehhak'tan nakledilen bir görüşe göre bu âyeti kerime, Müslümanların, kör, topal, hasta ve sakatlarla beraber yemek yemelisine izin vermek için nazil olmuştur. Zira Müslümanlar, bu çeşit insanlarla beraber yemek yedikleri takdirde Allah'ın: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. âyetiyle yasaklamış olduğu bir işi yapmış olacaklarından korkarak bu gibi insanlarla yemek yemiyorlardı. Çünkü kör, topal ve hastaların, sıhhatlılar kadar yemek yiyememeleri sebebiyle onlann haklarını yemiş olabileceklerinden korkuyorlardı. Veya bu gibi insanlarla yemek yemekten tiksiniyorlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzi oldu ve bu gibi kimselerle yemek yemenin bir mahzuru olmadığı beyan edildi.
Mücahide göre ise bu âyet-i kerime, kör, topal ve hastaların, kendilerini yemeğe davet eden kişilerin evlerinde veya babalarının evlerinde veya annelerinin evlerinde yahut kardeşlerinin evlerinde veya kızkardeşlerinin evlerinde yahut amcalarının evlerinde veya halalarının evlerinde yahut dayılarının evlerinde veya teyzelerinin evlerinde yahut anahtarları kendilerine teslim edenlerin evlerinde veya akrabalarının evlerinde yemek yemelerinde mahzur olmadığını beyan etmektedir. Zira sahabe-i kiram, bu gibi sakat insanları davet ediyorlar, kendi evlerinde yemek bulunmayınca da onlan alıp baba anne ve diğer yakınlarının evlerine götürüyorlardı. Kendilerine yemek ikram edilmek istenen bu sakat insanlar ise, ev sahiplerinin gönülsüz olabileceklerini düşünerek bu tür davetleri kabulden sakınıyorlardı. İşte bu âyet-i kerime nazil oldu ve bunda bir mahzur olmadığını beyan etti.
ZühiTnin, Ubeydullah b.Abdullah'dan naklettiği bir görüşe göre ise, âyet-i kerime, körlerin, topalların ve hastaların, cihada çıkan ve evlerini bunlara teslim eden mcahıtlerin evlerinde yemek yemelerinin bir mahzuru olmadığnı beyan etmek için nazil olmuştur. Zira bu gibi sakat insanlar, gazilerin evlerinde yemek yemekten çekiniyorlar ve "Onlar burada yokken biz onlann evlerinde nasıl yemek yeriz?" diyorlardı. îşte âyet-i kerime buna izin verdi.
Taberi de bu görüşü tercih etmekte ve âyet-i kerimeye şöyle mânâ vermektedir: "Kör'e, topal'a ve sizlere, kendi evlerinizde, babalarınızın evlerinde ve zikredilen diğer akraba ve dostlarınızın evlerinde yemek yemenizde bir günah yoktur. Onlar size izin verdiği takdirde, evde bulunup bulunmamalarında bir fark yoktur."
İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyet-i kerimenin baş tarafı, kör, topal ve hastaların, cihada gitmemelerinde bir mahzur olmadığını beyan etmektedir. Diğer böİümü ise, evlerin, kapılarının bulunmadığı bir zurnanda, kişilerin, izin istemeden, âyette zikredilen akrabalarının evlerinde yemek yiyebileceklerine izin vermiştir. Daha sonra evlere kapılar takıldı ve kişinin, akrabalarının evlerinde yemek yemesi, ev sahibinin izin vermesine kaldı.
Âyet-i kerimede geçen: "Anahtarları emanet edilip tasarrufunuza verilen evlerde." ifadesinden neyin kastedildiği hakkında da farklı izahlar yapılmıştır.
Abdullah b.Abbas'tan nakledilen bir göıü^c göre buradaki, evlerin anahtarları kendilerine emanet edilen kimilerden maksat, kişinin, evini veya arazisini, kendisine teslim ettiği vekili veya kayyumudur. Bu gibi kimselerin, kendilerini vekil edenlerin evlerinde bulunun peylerden ve bahçelerin meyvelerinden yemelerinde bir mahzur yoktur.
Dehhak. Katade ve Mücahide göıe ise burada, kendilerine evlerin anahtarları emanet edilen kimselerden m at" .-.at, bizzat evin sahipleridir.
Âyet-i kerimenin: "Birlikti1 veya ayrı ayrı yemenizde de mahzur yoktur." ifadesi hakkında farklı izahlar yapılmıştır
Abdullah b.Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre bu âyet inmeden önce zenginler, fakirlerin hakkını yerler korkusuyla onlarla beraber yemek yemezler-miş. "Biz zenginiz, siz fakirsiniz sizin yemeğinizden nasıl yiyelim?" derlermiş. Âyet-i kerime nazil olmuş ve zenginle fakirin beraber yemek yemelerinin mahzuru olmadığını beyan etmiştir.
Bazı müfessirlere göre ise bu âyet-i kerime, birlikte yemek yemeyi âdet haline getirip yalnız yemeyen bir kısım insanların âdetlerini ortadan kaldırma hükmünü getirmektedir. Çünkü Araplardan bazıları, beraber hiç yemek yemezlerken, diğer bir kısmı da hiç ayn yemezlenniş. Âyet-i kerime işte bu hususlara işaret etmekte, insanların bir arada veya ayn ayrı yemek yemelerinin mahzurlu olmadığını beyan etmektedir.
Bazılarına göre ise bu âyet-i kerime, kendilerine misafir geldiği zaman mutlaka onunla birlikte yemek yeme mecburiyeti hisseden kimseler hakkında nazil olmuş ve onlara, misafirlerle birlikte yemek yemenin mecburi olmadığını beyan etmiştir. Taberi ise bu âyetin, bütün bu sürüşleri kapsadığını söylemektedir.
Âyet-i kerimede: "Evlerinize girdiğimiz zaman kendinize selam verin." buyurulmuktadır. Buradaki "Kendinize" ifadesinden maksat: "Kendi evinize girdiğiniz zaman aile efradınıza selam verin." veya "Camilere girdiğinizde orada bulunanlara selam verin." demektir. Yahut "Müslümanlanndan herhangi birinin evine girdiğinizde selam verin." demektir. Taberi bu görüşü tercih etmiştir. Yahut bu ifadeden maksat, "Evlere girdiğiniz zaman orada kimse bulunmazsa kendi kendinize selam verin." demektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Furkan suresi ayet 58
Sen asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.

Ölmeyene, hep hay olana, hep diri olana güvenip dayan. O’na tevekkül et. Evet sen sadece O, ölümsüz olan Rabbine teslim ol. Sakın bu fâni, âciz ve ölümlülere bel bağlama. Onlardan bir beklentin olmasın. İhtiyacın olduğu zaman sana hep icabet edebilecek, sığındığın, teslim olduğun zaman asla seni satmayacak, seni harcamayacak, muhtaç olduğun zaman sana karşı âcizliği, gafleti, ölümü bulunmayacak, her zaman diri, her zaman güçlü, her zaman ölümsüz olan Allah’a güvenip vekil kabul et. Vekaletini sadece O’na ver ki, senin hayatın hakkında karar veren O olsun. Sadece O’na güvenip dayan ki başarıya ulaşasın, asla bir sıkıntıya düşmeyesin. Ayrıca:

Rabbini de hamd ile tesbih et. Rabbini yücelt. Hayatının her bir kademesinde sadece büyük olarak O’nu kabul et. O’na hamd et. Sadece O’nu öv, sadece O’nun övdüklerini öv. O’nun istediği bir hayatı yaşa. Doğrusu kullarının günâhlarından haberdar olarak Allah yeter. O değerlendirir. O ne yapacağını bilir. Kim ne âlemde? Kim neyin peşinde? Bunu bilen ve değerlendirecek olan O’dur. Kimin ne yaptığını kimse bilmese de Allah’ın bilmesi yeter.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ahzab suresi ayet 24
Çünkü Allah, (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sâdıkları sadakatlerinden dolayı mükafaatlandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak veya tevbe (nasib edip tevbe)lerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Evet böylece Allah sadıkların, iman dâvâsında sadık davrananların, imanlarını hayatlarıyla ispat edenlerin sadâkatlerinin karşılığını versin diye, münâfıklara da, iki yüzlülere de azap etsin diye. Eğer dilerse onların tevbelerini kabul etsin diye. Böylece Rabbimiz yasasını uyguluyor, müslümanlara da kalplerinde hastalık bulunanlara da uyarısını ulaştırıyordu. Yine de merhameti vardı Rabbimizin, affı vardı. Eğer münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar hatalarından dönerlerse ve Rabbimiz dilerse onları affedecektir. Allah Gafurdur, Rahimdir, merhamet edendir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ahzab suresi ayet 73
Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Münâfık erkekler ve kadınlar, iki yüzlü erkek ve kadınlar Allah tarafından azap görsünler diye. Müşrik erkekler ve müşrike kadınlar da bu cezayı görürlerken kimseyi suçlamasınlar, suçu kimseye atmasınlar diye. Mü’min erkek ve kadınların da tevbelerini, dönüşlerini, kulluklarını Allah kabul etsin diye işte Allah bu emâneti bize yüklemiştir, ya da kendi özgür iradelerimizle biz bu emâneti yüklenmişizdir.

İşte hayat bu emânetin yükü üzerindedir. Bu emânetin yükü bizim belimizi çökertecektir. Eğer Rabbimiz yüklendiğimiz bu emânet yükünü bizim için kolaylaştırmazsa işimiz zordur. Ama Rabbimiz bize yardım eder de bu emânete riâyet ederek bir hayat yaşamaya muvaffak kılarsa o zaman bilelim ki melekler bizim önümüzde eğilecekler, meleklerden, dağlardan, taşlardan, göklerden, yerlerden üstün olacağız. Onların tamamı bizim emrimize verilmiş olacaktır. Aksini yaparsak da aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilîne, hayvanlardan daha aşağılara inmiş olacağız.

Bu yükü bize yüklerken Rabbimiz Gafûr ve Rahîmdir. Bize rahmetiyle, merhametiyle, mağfiretiyle muamele etmektedir. İşte böyle bir Allah’a ancak hamd edilir, böyle bir Allah ancak yüceltilir ve kendisine kulluk edilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Furkan suresi ayet 65
Ve şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır.

Onlar cehennem azabını kendilerinden uzak tutsun diye ürpererek yakararak Rabb'lerine yönelirler. Geceler boyunca Rabb'lerine secde etmelerine, onun huzurunda dikilmelerine güvenmezler. Kalpleri Allah korkusu ile dolduğu için amellerini ve ibadetlerini az görürler. Bunları ateşten kurtulmanın garantisi, güvencesi olarak görmezler. Yüce Allah'ın lütfu, hoşgörüsü, bağışlaması ve merhameti yetişip cehennem azabını uzaklaştırmasa hiçbir şekilde kurtulamayacaklarını bilirler.

Ayetin ifade biçimi öyle bir hava estiriyor ki, sanki cehennem herkesin önüne serilmiş, tüm insanlığın yolunu kesmiş, ağzını açmış, herkesi yutacak gibi. Kollarını uzatmış; uzak-yakın herkesi yakalayacak gibi geceleri Rabb'lerine secde eden, O'nun huzurunda ayakta dikilen Rahman'ın has kulları da korkuyorlar, ürperiyorlar, bu azabı kendilerinden uzak tutması bu azapla karşılaşmaktan, bu azaba uğramaktan kurtarması için Rabb'lerine yalvarıyorlar.

Onlar korkudan ve dehşetten Rabb'lerine yalvarırlarken ağızlarından dökülen kelimeler de titriyor: "Çünkü cehennemin azabı sürekli bir felakettir." Yani kalıcı bir azaptır, değişmez sahibinden ayrılmaz ve azalmaz. İşte bu azabı korkunç kılan, dehşet verici ve iğrenç kılan da bu özelliğidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Furkan suresi ayet 70
Ancak tevbe eden iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır çok esirgeyendir.

Ancak kim de tövbe ederse. Kim Allah’a dönerse. Yâni kim katilliğinden ve zâniliğinden vazgeçerek Allah’ın programına dönerse. Allah için bir hayat yaşamaya yönelirse ve de iman eder, imanını pratik hayatına aktararak, iman kaynaklı bir hayatı tercih ederse. Ve de imanının gereği olan sâlih amellere yönelirse işte Allah onların sey-yiatlarını, günâhlarını, kötülüklerini iyiliğe tebdil edecektir. Çünkü artık o Allah’ın istediği gibi müslüman olmuş, Allah’ın emirlerine teslim olmuş, Allah’a dönmüş, kıblesini değiştirmiş, tövbe etmiştir. Bununla birlikte Allah’la bozulan arasını düzeltme adına imanının gereği sâlih amellere yönelmiştir. Allah ta onun hayatını iyiliğe döndürecektir. Allah mağfiret sahibidir, bağışlayıcıdır. Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Nefsim yed-i kudretinde bulunan Rabbime yemin ederim ki, eğer sizler günâh işlememiş olsaydınız, sizin ye-rinize günâh işleyip de Allah’a istiğfar edecek bir kavim getirirdi de onları mağfiret ederdi.”
(Müslim, Kitabut- tevbe 4/210)

Evet demek ki insan Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra eder- ken, hayatının her bir anında Allah adına takva sahibi olmaya ve Al-lah adına bir hayat yaşamaya çalışırken, zaman zaman hata sonucu günâh da işleyebilecektir. Bu onun insan oluşunun melek olmayışının bir gereğidir. İşte Rabbimiz böyle bir durumda kişiyi asla ihmal et-mez. Rabbimiz böyle bir durumda da bizi kendi hâlimize bırakıver-mez de hemen bu hatadan dönme ve kendisiyle ilişkiyi yeniden kurma imkânı verir. İşte bu durumda hemen kendine gelir gelmez tevbe eden, günâhtan vazgeçen yönünü, kıblesini değiştiren ve bir daha bu duruma düşmeme konusunda kesin kararlı olan mü'minleri affedeceğini bildir. Günâhtan dönüş, tevbe de budur zaten. Demek ki tevbe kişinin Allah’la ilişkisini düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Allah’la ya-kın ilgiden mahrum oluş kadar daha büyük bir hüsran olamaz. Yani günâh psikozu içinde yaşayıp, Allah’la diyalogunun kesilmesi kadar insanı kahreden başka bir şey düşünmek mümkün değildir.

Evet işlenen günâhın akabinde hemen tevbe edilecek ve bir daha o günâha dönmeme kararı verilecek. Bu konuda Rasûlullah’ın pek çok hadisi vardır.
"İşlediği bir günâhın akabinde tevbe eden (Pişmanlık duyarak, bir aha dönmeme azmi içinde olan, kişi günâh işlememiş gibidir."
(İbni Mâce)

Bir adam gelip Rasûlullah’a: Ya Rasûlullah bir kul bir günâh işlese sonra tevbe etse Allah affeder mi? dedi. Allah’ın Resûlü buyurur ki: “Bir kul günâh işledi, tevbe etti. Affedilir. Yine günâh işledi yine tevbe etti, yine affedilir. Yine günâh işledi, tevbe etti yine affedilir. En son Rasûlullah şöyle buyurdu. “Hattâ şeytan melül mahsur oluncaya, ümidini kesinceye kadar”
(Hakim)

Ama şunu da unutmamalıyız ki işlenen bir günâhın arkasından sadece tevbe yetmemektedir. Âyetin devamında Rabbimiz tevbeden sonra iman ve salih amel şartını getirmektedir. Yine Rabbimiz Furkân sûresinde tevbeyle birlikte yapılması gereken başka şeylerden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
“Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.
(Furkân 70)

Evet tevbe iman ve amel-i salih istenmektedir. Yani işlenen günâhtan tevbe edip vazgeçilecek, arkasından iman edilecek, Allah’la koparılan diyalog yeniden düzeltilecek ve de salih amellere koşula-cak. Peki nedir o salih ameller?

Günâh işleyen bir sahâbe Rasûlullah’a gelerek: Ya Rasûlal-lah! Ben yapılmaması gereken bir şey yaptım! evimize bir şey istemeye gelen bir komşumun karısına bakılmaması gereken bir bakışta bulundum! Benim durumum ne olacak? Allah için söyle yoksa ben helakte miyim? der. Rasûlullah bir süre sükut eder ve şu âyet-i kerime inzal buyurulur:
“Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul edenlere bir öğüttür.”
(Hud: 114)

Evet namaz kıl çünkü iyiliklerin kötülüklerini giderir buyuruyor Allah’ın Resûlü. Demek ki namaz artının eksileri götürdüğü gibi kişinin günâhlarını götüren silip süpüren bir ibâdettir. Çünkü namaz başlı başına bir tevbe, bir yöneliş ve Allah’tan yardım isteme makamıdır.

Buhâri ve Müslim’de verilen nehir misali bu türdendir. Allah’ın Resûlü sizden dirinizin evinin önünden bir nehir aksa ve her gün beş defa bu nehirde yıkansa o kimse de kir kalır mı? Buyurur. Sahâbe-i Kiram efendilerimiz de elbette kalmaz deyince Allah’ın Resûlü buyurur ki, işte beş vakit namazda bu nehir gibi hataları siler yıkar gider.

"Beş vakit Namaz aradaki işlenenlere kefarettir, Ramazan da iki ramazan arasında işlenenlere kefarettir, büyük günâhlardan sakınıldığı müddetçe"
(Buhâri-Müslim)

Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce’nin Hz. Ebu Bekir efendimizden şunu rivâyet ederler:
“Bir adam Rasûlullah’a gelip: Ya Rasulullah ben bir suç işledim, Allah’ın kitabında cezam nedir? Onu ikâme et dedi. Rasûlullah bir süre sükut buyurdu. Nihâyet namaz vakti geldi. Sahâbeyle birlikte namazı kıldılar. O adam Rasûlullah’a dönüp bir daha tekrarlayınca Rasûlul-lah şöyle buyurdu: “Söylesene! Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı? Allah senin haddini affetmiştir.”
Evet büyük günâhlardan (Kebair) sakınıldığı müddetçe iki namaz arasında işlenen ufak tefek günâhlara bu namazlar kefarettir. Ramazan da böyledir. İki Ramazan arasında işlenmiş günâhlara da Ramazan kefarettir.

Yine Rasûlullah buyurur:
"İslâm, kendinden önceki günâhları siler; hicret, kendinden öncekileri siler, hac da kendinden önce işlenenleri siler mahveder.
(Müslim)

Evet İslâm kendinden öncekilerin tümünü siler. Kişi müslüman olduğu andan itibaren önceki işlediği günâhlarının tamamı silinmiştir. Hicret de böyledir. Hicrette hicret öncesi işlenmiş olan günâhları siler. Hac da böyledir. Mebrûr ve makbul bir haç kişinin anadan doğduğu gündeki gibi tüm günâhlarını siler.

Evet tevbe, iman ve salih amel isteniyor bizden. Böyle yaparsanız Allah seyyiatlarınızı, günâhlarınızı, kötülüklerinizi iyiliğe tebdil edeceğini müjdeliyor. Geçmişinizi sıfırlayacağını, hayatınızı düzlüğe çıkaracağını, tüm problemlerinizi çözümleyeceğini haber veriyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zumer suresi ayet 53
De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Ey günâhlar, isyanlar içinde, kötülükler içinde kendi kendilerine zulmeden, kendi kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp küfür ve şirk anlayışları içinde kendi kendilerine yazık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden sakın ümidinizi kesmeyin. Şu yaptıklarımdan sonra, şu işlediklerimden sonra artık Allah asla beni affetmez. Bundan sonra benim için hiçbir ümit kapısı kalmamıştır. Bundan sonra benim ne cennette, ne de cehennemde yerim yurdum kalmamıştır, diyerek ümitsizliğe düşmeyin. Allah’ın rahmeti geniştir, boldur. Rabbinizin rah-met kapıları sonuna kadar açıktır.

Kitap Allah’ın rahmet kapısıdır, peygamber Allah’ın kullarına açtığı rahmet kapısıdır. Kitabı ve peygamberi kendileri için açılmış rahmet kapısı bilip onlara ittibâ edenler için, bilesiniz ki cennet kapıları sonuna kadar açıktır. Dünyada bu rahmete ulaşabilecek kadar süre herkese tanınmıştır. Herkese yeteri kadar ömür, yeteri kadar akıl, ira-de verilmiştir. Herkese Allah’a dönüş imkânı verilmiştir. Üstelik her ta-rafımız da Allah’ın âyetleriyle kuşatılmıştır. İçimizde, dışımızda, enfü-sümüzde, fıtratımızda Rabbimize yönelebileceğimiz âyetler yerleştirilmiştir. Bunlar da bizim Allah’a dönmemizi sağlayacak birer âyettir. Bizim için açılmış bu kadar rahmet kapısı varken, böyle bir durumda bir insanın Rabbinin rahmetinden ümit kesmesi nasıl mümkün olabilir? Bir insanın kendisine, çevresine karşı, Allah’ın bu kadar âyetlerine karşı kör ve sağır kesilmesi nasıl mümkün olabilir?

Nisâ’da da buna benzer bir âyet vardı:
“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günâhla iftira etmiş olur.”
(Nisâ 48)

Allah sadece şirki bağışlamaz. Sadece müşriki affetmez, ama onun dışında tüm günâhları kullarından dilediği için bağışlar. Kim Allah’a şirk koşmuşsa o da Allah’a iftira ederek büyük bir günâh işlemiş olur.

Rabbimiz tüm günâhları affedeceğini müjdeliyor ama bir şartla. Şirk olmayacak. Kişi Allah’ın huzuruna şirk koşmadan, Allah’a ortak koşmadan gelmiş olacak. Değilse şirki asla affetmem diyor Rab-bimiz. Şirkin dışında hangi tür günâh olursa olsun, ne kadar büyük olursa olsun affederim diyor Allah.

Zaten kul günâha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları. Allah’ı, Allah olarak, Rab olarak, Rahmân ve Rahîm olarak bildiği ve kabul ettiği müddetçe kulun işleyeceği günâhların büyüklüğü, Allah’ın büyüklüğü yanında ne olabilir ki? Allah’ı böylesine tüm günâhları affedebilecek bir Rab olarak kabul eden bir kişinin günâhları Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar olabilir de? Ama kişi şirk koşar, böyle kendisini anlattığı biçimde Allah’ı kabul etmez, kendi sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olarak Allah’a inanmaz ve şirke düşünce, her konuda, hayatın her alanında söz sahibi ve egemen olarak yalnız Allah’ı değil de başka Rableri, başka İlâhları, başka efendileri de kabul edince, işte o zaman iş değişmiştir.

Evet, biz biliyoruz ki İslâm insanın insanlığını, zaaflarını asla göz ardı etmez. İnsanı yaratan, onun fıtratını herkesten daha iyi bilen Rabbimiz her an insanın unutkanlığını, unutabileceğini, gaflet edebileceğini bilir. İnsan bütünüyle İslâm’ı yaşamaya çalışsa da insan olması hasebiyle yine de eksikleri, falsoları olacaktır. Dünya tüm denaeti ve alçaklığıyla, aldatıcı süs ve ziynetiyle onu aldatabilecektir. Para karşılığında, kadın, makam, mevki, menfaatler karşılığında baş aşağı gelebilecektir. Yâni bir gaflet sonucu, nefisten bir dürtü, şeytan-dan bir etki sonucu insan bazen günâh işleyebilecektir. İnsan olduğu için bütün bunlar olabilir. Çünkü insan günâh işlemeyen bir varlık değildir. Ama günâhtan sonra aklı başına gelir gelmez kişi hemen kendini toparlar, programını değiştirir, tevbe ederek irtibatı kesildiği Rabbine dönebilirse, kesinlikle bilelim ki Allah onu affedecektir. Resul-i Ekrem Efendimiz bakın bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Allahu Teâlâ şöyle buyurdu; ey Adem oğlu, bana dua edip bağışlanma dilediğin müddetçe yaptıklarının hiç birisine (azlığına çokluğuna) aldırış etmeden seni bağışlarım. Ey Adem oğlu, senin işlediğin günâhlar gökyüzünü dolduracak kadar olsa bile, bana istiğfar ettiğin sürece se-ni affederim. Ey Adem oğlu, yeryüzü dolusu hatalarla da gelmiş olsan, eğer bana şirk koşmadan gelirsen ben de yeryüzü dolusu mağfiretle gelirim.”

Allahu Ekber, Allahu Ekber. Bundan daha büyük bir müjde olur mu? Bundan daha büyük bir lütuf olabilir mi? Dikkat ediyor mu-sunuz? Ey kulum, senin işlediğin günâhlar gökyüzünü tutacak kadar olsa bile ben onlara aldırış etmem diyor Rabbimiz. Yâni bir insan bir ömür içinde ne kadar günâh işleyebilir? Bir ömre ne kadar günâh sığdırabilir? Bir insandan 60-70 yıllık bir ömre sığdırılabilen bütün günâhlar ne kadar olabilir ki? Mümkün değil ama, en fazla olsa olsa dünya kadar olabilir değil mi? Ondan daha büyüğü mümkün değil, olamaz zaten. Yâni dünyadaki tüm içkileri bir tek adam içmiş olsa, dünyadaki tüm zinaları bir tek adam yapmış olsa, dünyadaki tüm günâhları bir tek kişi yapmış olsa, bütün suçları bir tek kişiye yüklemiş olsak bile, bütün bunlar olsa olsa işte bu dünya kadar olacaktır değil mi? Rabbimiz buyuruyor ki, bırakın gökyüzünün yanında bir mikrop kadar bile olmayan dünyayı, gökyüzü dolusu günâhla da gelmiş olsan ben onlara aldırış etmem ve bağışlarım.

Eğer yeryüzü dolusu hatayla gelmiş olsan da bana şirk koşmadan, beni ortaklı düşünmeden, bana yetki sınırlaması izafe etmeden, benim Mabûd, kendinin de kul olduğunu bilerek, beni ben olarak tanıyıp, bana yalvarıp, benden ümit var olarak geldikçe kesinlikle seni bağışlarım. Senden sadır olan günâhlar ne olursa olsun, ne kadar olursa olsun hiç aldırış etmem. Lâkin ben şirki asla affetmem diyor Rabbimiz. Allah, şirki asla affetmiyor.

Zaten bir kul günâha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları. Allah’a Allah’ın iman eden, Allah’ı Allah olarak, Rab olarak, İlâh olarak, Rahman ve Rahîm olarak bildiği, tanıdığı, kabul ettiği sürece kulun işleyeceği günâhların hiçbirisi ne kadar da büyük olursa olsun, Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar büyük olabilecek ki? Yeter ki kul Allah’ı tek Rab ve İlâh bilsin, tüm günâhlarını bağışlar Rab-bimiz. Yeter ki Allah’ı tüm günâhları affedebilecek güçte ve kudrette yegâne kapı bilsin.

Ama bir kişi şirke düşünce, Allah’ı güçsüz bilip ortaklı düşününce, Allah’ı âciz bilip birilerine yetki devrinde bulunmuş kabul edince, yalnız Allah’ı değil de başka rableri, başka ilahları, başka efendileri de kabul edince işte o zaman iş değişecektir. O zaman zerre kadar da olsa hiçbir günâhı affedilmeyecektir. Neden? Eh çünkü o kişinin artık günâhlarını affedebilecek büyüklükte, otoritede, güçte, kudrette, hâkimiyette bir tek Allah’ı yoktur. Onun bölünmüş, parçalanmış, yetkileri elinden alınmış, yeryüzündeki gücünü kaybetmiş, otoritesini yitirmiş, egemenliğini başkalarına kaptırmış, yardımcıları olan âciz bir Allah’ı vardır. Böyle güçsüz bir Allah onun günâhlarını nasıl affedebilsin de?

Müşrik işte böyle bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun yapmasını bilmez, kanunu yerdekiler yapmalıdır. Onun inandığı Allah kulları için hayat programı belirleme konusunda âcizdir, yerde birileri yapmalıdır hayat programını. Onun inandığı Allah hukuktan anlamaz, hukukçular belirlemelidir hukuku. Onun inandığı Allah eği-tim konusunda âcizdir, beceriksiz ve bilgisizdir, yerdeki eğitim uzman-larına ihtiyaç vardır bu konuda. Onun inandığı Allah kılık kıyafet konusunda cahil olduğu için yerdekilere devretmiştir bu konuyu. Yeme içme konusunda, kazanma harcama konusunda, düğün dernek ko-nusunda, evlenme boşanma konusunda, haram helâl belirleme konu-sunda hasılı tüm hayat konusunda yetki ve otorite sahibi değildir O Allah. Tüm bu konuları ya kendisi, ya çevresi, ya yönetmelikler, ya ya-salar, ya moda, ya âdetler düzenlemelidir. Bu konular Allah’a sorulmamalıdır. Çünkü güçsüz, âciz, yetkilerini başkalarına devretmiş bir Allah’tır O.

Şimdi böyle müşrikçe Allah’a inanan, inandığı Allah’ı hayatına karıştırmayan, inandığı Allah’ın yeryüzünde pek çok ortağı olduğunu düşünen bir adamı nasıl bağışlasın da Allah? Gücü yok, kuvveti yok, yetkisi yok, bilgisi yok, yok, yok. Kendisi fakir bir dede, nerede kaldı başkalarına himmet ede? Nasıl affetsin de bu kadar büyük günâhları? Ama Allah’ı kitabında tanıttığı gibi mutlak güç ve kudret sahibi, hayata karışmaya, hayata program yapmaya, kulluk edilip sözü dinlenmeye tek yetkili Rab ve İlâh kabul eden kişinin Allah’ı elbette gökyüzü dolusu, yeryüzü dolusu günâhları da affetmeye muktedirdir.

Öyleyse hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesemez. Çünkü Allah bu kadar merhametlidir. Kullarına sonsuz merhamet sahibi olan Allah, elbette küfürden, şirkten, isyandan, günâhlardan vazgeçip kendisine kulluğa yönelenleri elbette bağışlayacak, günâhlarını silecek, kusurlarını örtecek, onlara karşı tüm tevbe kapılarını açıverecektir. Ama elverir ki kulları bu tevbe kapıları kapanmadan O’na yönelsinler. İş işten geçmeden tevbelerini, dönüşlerini gerçekleştirsinler.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zumer suresi ayet 54
Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez.

Rabbinize inâbe edin. İnâbe, dönmek, yönelmek, sürekli yüz çevirmek, gönülden bağlanmak anlamlarına gelir. Samimiyetle yönünüzü, yüzünüzü, içinizi, dışınızı, varlığınızı Allah’a döndürün. Tüm ha-yatınızla, gecenizle, gündüzünüzle, işinizle, eşinizle, aşınızla Allah’a teslim olun. Her şeyinizle Allah’a teslimiyet gösterin. Her şeyinizi O’na teslim edin. Zaten her şeyiniz O’nundur. O’na teslim olduğunuz an, bilesiniz ki selâmete ereceksiniz. İradenizi, gözünüzü, kulağınızı, aklınızı, fikrinizi, kalbinizi, bedeninizi, gücünüzü, kuvvetinizi, malınızı, mülkünüzü, gecenizi, gündüzünüzü, zamanınızı, imkânınızı, karınızı, kızınızı, her şeyinizi size azap gelmeden önce, her şeyinizi zorunlu olarak teslim etme günü gelmeden önce bugün O’nun emrine teslim ediniz.

Eğer bugün bu teslimiyeti gerçekleştirebilirseniz yardım görürsünüz. Değilse bu teslimiyeti gösterenlerin dışında hiç kimseye Rab-bimizin yardım vaadi yoktur. Bu dünyada, fırsat elindeyken her şeyiyle Rabbine teslim olan kişi, her şeyini Rabbine teslim eden kişi Allah’ın nusretine lâyık olur. Allah’ın nusretine ehil olan kimse de her konuda zafere ulaşacak, başarıya ulaşacak demektir. Aksini yapanlar da hem bu dünyada, hem de âhirette Allah’ın desteğini kaybedecektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Şuara suresi ayet 157
Buna rağmen onlar deveyi kestiler; ama pişman da oldular.

Bu, meydan okumayla karşılaşır karşılaşmaz, hemen deveye saldırıp derhal ayaklarından keserek öldürdükleri anlamına gelmez. Gerçekte, deve tüm kavim için bir sorun haline gelince, halk iyice öfkelenip ondan nasıl kurtulacaklarına dair birbirlerine danışmaya başladılar. Sonunda, Şems Suresi'nde anıldığı üzere, kibirli bir reis buna bir son verme görevini yüklendi: "En şakileri ayaklandığı zaman..." (ayet: 12) . Aynı olay Kamer Suresi'nde de anılmaktadır: "Bir yoldaşlarını çağırdılar, o da çekip bacaklarını kesti." (ayet: 29) .
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ankebut suresi ayet 12
Kâfirler, iman edenlere: Bizim yolumuza uyun, sizin günahlannızı biz yüklenelim, derler. Halbuki onların hiçbir günahını yüklenecek değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler.

Kâfirler mü’minlere dediler ki, bize tabi olun, bizim yolumuza tabi olun, bize uyun, bizim yörüngemize girin, bizim gibi bir hayat yaşayın sizin tüm günâhlarınızı, hatalarınızı biz yüklenelim. Siz gibi kâfir olun biz sizin tüm veballerinizi yüklenelim. Hayatınız, eviniz, işiniz, aşınız, giyiminiz, kuşamınız, eğitiminiz, hukukunuz, ekonominiz, siyasî yapılanmanız, geceniz, gündüzünüz bizim gibi olsun gerisini siz düşünmeyin. Sizin tüm günâhlarınız bizim boynumuza olsun. Onları biz affettiririz diyorlar. Ne kötü bir gâvur mantığı değil mi? Sanki kendisini kurtardı da müslümanları da kurtaracak. Alçaklar kendilerini mahvettikleri gibi müslümanları da kendi pis dünyalarına çekmeye çalışıyorlar.

Halbuki o zalimler mü’minlerin hatalarından, günâhlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Zaten bu mümkün de değildir. Kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecek. Kimsenin hesabı kimseden sorulmayacak. Ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kadının kocasına, ne kocanın hanımına bir hayrı, bir faydası olmayacak. Şu anda birilerine güvenenler, bize güvenin gerisini merak etmeyin diyenler, tüm günâhlarınız bimiz boynumuza diyenler, birbirlerini kurtarıcı görüp, birbirlerinin eteğinden yapışmaya çalışanlar yarın birbirlerinden kaçacaklar, birbirlerini tanımayacaklar. Herkes kendi yükünün karşılığıyla bir hesap vermenin sıkıntısıyla Rabbinin huzuruna çıkacak.

Öyleyse biz sizin yüklerinizi yükleniriz, biz sizleri kurtarırız, siz bize güvenin, gerisini düşünmeyin diyenlerin tamamı yalancıdır. Gel benimle, bizimle beraber ol, güzel güzel keyfimize göre kâfirce, müşrikçe bir hayat yaşayalım korkma, hem seni hem de kendimi kurtarırım diyenler müslümanları kendi cehennemlerine çağıran yalancıdırlar. Dikkat edin onlar yalan söylüyorlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mumin suresi ayet 3
Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, cezası pek şiddetli olan ve lütuf sahibi (Allah'tan). O'ndan başka ilah yoktur. Dönüş O'nadır.

Evet Allah Azîz ve Alîm oluşunun yanında aynı zamanda:

olandır da. Günâhları bağışlayan, hataları affeden ve tevbeleri kabul edendir. Allah günâhlar konusunda Ğafirdir. Yâni onları siliveren, yok eden, yok farzeden, işlenmemiş kabul eden, ciddiye almayandır. Aynı zamanda o Allah tevbeleri kabul eden, kendisine dönenleri, kendisine yönelenleri hüsnü kabulle kabul eden, karşılayandır. Tevbe, dönüş, yöneliş demektir. İslâm literatüründe tevbeyi ilk olarak Hz. Adem’le öğreniyoruz. Bir an kıblesini değiştirmiş, ağaca, yasaklanmış meyveye, şeytanın yörüngesine, ebedî yaşamaya, ölümsüzlüğe ermeye doğru giden Hz. Adem, hemen hatasını anlar, pişmanlık ihraz ederek Rabbinin arzularına, Rabbinin kıblesine doğru yönelir, işte tevbe budur. İşte böyle dünyaya doğru dönmüş, dünyayı kıble edinmiş, dünyalık programlar peşinde giderken, şeytana yönelmiş, şeytanın yörüngesine girmiş, onun arzuları istikametinde bir hayat yaşarken, nefsin istekleri peşinde koşarken, Allah’ın kendisi için gönderdiği hayat programından habersiz, kitabına sırt dönmüş, peygamberine ilgisiz kalmış bir hayat yaşarken, bir anda yönünü, kıblesini değiştirip, Rabbine yönelen ve onun istediği bir hayatı yaşamaya karar veren kişinin bu yaptığına tevbe denir.

Allah böyle yıllarca kendisine dargın yaşayan, kendisinden habersiz yaşayan bir kulunun dönüşüne o kadar sevinir ki, Allah’ın Resûlü bunu şöyle ifade eder: “Çölde sırtındaki yükü ve erzakıyla birlikte devesini kaybeden, ümitsizlik içinde perişan bir ruh haleti ile uykuya varıp da, uyanınca bir anda sırtındaki yüküyle birlikte devesini yanı başında bulan bir adamın sevindiği gibi, hattâ ondan daha fazla Allah sizin dönüşünüze sevinir.”

Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, günâhları affetmekle tevbeleri kabul etmek ayrı ayrı şeylerdir. Zira Rabbimiz tevbe edilmeden de kimi günâhları affedebilir. İşlenmiş bir günâhın arkasından tevbe edilmemiş bile olsa, yapılacak hayırlı bir amel sebebiyle de Rabbimiz o günâhı affediverir. Yâni günâh işleyen mü'min, günâhının hemen arkasından tevbe etmeyi unutmuş olsa bile, işleyeceği salih bir amel karşılığında Rabbimiz onun günâhını affediverir.

Yine dünyada insanın başına gelen kimi sıkıntılar da hadislerin ifadesine göre günâhların affedilmesine sebep olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerîmede tevbe ile günâhların affedilmesi ayrı ayrı zikredilmiştir diyoruz. Allah en iyisini bilir. Evet:

dir o Allah. Tevbe eden, kendisine yönelen kullarını affeden, onları hüsnü kabulle kabul edendir o Allah. Ama:

dır da aynı zamanda. Yâni tevbe etmeyen, kendisine yönelmeyen, kitabından ve peygamberinden habersiz yaşayan, Allah’ın kendisi için gönderdiği hayat programından habersizce kendi kendine hayat programı yapmaya çalışan kimseler için de ikâbı, cezası, yakalaması pek şiddetli olandır o Allah.

Aynı zamanda,

“Lütûf ve kerem sahibidir o.”

“Kendisinden başka İlâh olmayandır ve dönüş onadır.”

Allah, kendisinden başka İlâh olmayan tek İlâhtır. Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde olan, sadece kendisine ibadet edilen, sadece kendisinin sözü dinlenen, sadece kendisinin hayat programı program kabul edilen, göktekiler ve yerdekiler konusunda sadece kendisinin kanunları geçerli olan, herkesin kendisine boyun büktüğü tek varlık, Allah’tır. Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek tek varlık Allah’tır. O’ndan başka İlâh yoktur. O’ndan başka sözü dinlenecek, O’ndan başka hatırı kazanılacak varlık yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün sadece kendisine yapılacağı, imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek varlık, Allah’tır.

Siz bilirsiniz! Eğer O’nun dışında da İlâhların, O’nun berisinde de Rabblerin varlığına inanıyor, O’ndan başkalarına da kulluk yaparız, O’ndan başkalarının hayat programlarını da kabul ederiz, başkalarından da yardım isteriz, başkalarının önünde de eğiliriz diyorsanız, unutmayın ki sonunda:

Dönüşünüz O’nadır. İşin sonunda O’na döneceksiniz, hesabı O’na ödeyeceksiniz. Sizi hesaba çekecek olan O’dur. Unutmayın ki yegâne hüküm sahibi, yegâne hâkimiyet sahibi O’dur ve bu hükmünü, hâkimiyetini ölüm ötesi hayatta da devam ettirecek olan O’dur. Siz bilirsiniz, ama unutmayın ki bir gün hayat bitecek, ömür tükenecek, kıyamet kopacak, imtihan için size tanınan süre dolacak, imtihan sonuçlarının okunma dönemi gelecek ve tüm sorumlu varlıklar hesap vermek üzere O’nun huzuruna çıkacak. Yeryüzünde kendilerine geçici olarak yetki verilmiş tüm varlıkların yetkileri geri alınacak ve herkes hiçbir yardımcısı olmadan yegâne egemen olan Allah’ın huzuruna çıkarılacak. Şu anda mü'minlerin ellerinde hayat programı olan, mü'-minlerin sürekli onunla beraber oldukları, gece-gündüz onu okuma, anlama ve yaşama savaşı verdikleri, ama kimilerinin de ondan hiç ha-berdar olmadan bu dünyadan göçüp gittikleri Allah’ın kitabına göre yargılanacaklar. Tüm insanlık bu kitapla yargılanacak. Kitabın hakemliğiyle, Kur’an’ın hakemliğiyle kimileri cennete, kimileri de cehenneme gidecekler.

Ta başa dönüyoruz şimdi. Ey insanlar, işte bu kitap böyle Azîz, böyle güç ve kuvvet sahibi, günâhları affeden, tevbeleri kabul eden, lütf-u keremi bol, ama azabı, ikabı da çok şiddetli olan, kendisinden başka sözü dinlenecek, kendisinden başka ibadet edilecek İlâh olmayan, sonunda kendisine dönülecek ve tüm varlıklardan hesap soracak olan Allah’tan gelmiş bir kitaptır. İşte böyle bir makam indirdi bu kitabı. Bu kitabı dinleyenler, bu bilgiyle dinlesinler, reddedenler de bu bilgiyle reddetsinler
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mumin suresi ayet 7
Arş'ı yüklenmekte olanlar ve çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih etmekte, O'na iman etmekte ve iman edenlere mağfiret dilemektedirler: "Rabbimiz, rahmet ve ilim bakımından herşeyi kuşatıp sardın, tevbe edenler ve senin yoluna tabi olanlara mağfiret et ve onları cehennem azabından koru."

Mü'min sûresinin bu bölümünde Rabbimiz arştan ve arşı taşıyan meleklerden söz ediyor. Arşı da, arşın taşıyıcısı olan melekleri de bu meleklerin arşı nasıl yüklendiklerini de, arşın çevresindekileri de bilmiyoruz, bilmemiz de mümkün değil. Ama Efendimizin ifadesiyle şu kadarını söyleyelim: Dünyamızı çepeçevre kuşatan semâvât vardır. Semâvâtın yanında bizim şu üzerinde yaşadığımız dünya, koskoca bir çölün ortasına atılmış bir yüksük kadardır. Dünyanın yanında yüksük neyse, semâvatın yanında bizim dünyamızın büyüklüğü de o kadardır.

Evet dünyayı bir yüksük farz ettirecek kadar büyüklükte bir semâvât. Sonra o semâvâtı da bir yüksük farz ettirecek kadar onu da çepeçevre kuşatmış Kürsî vardır. Kürsîyi de bir yüksük farzettirecek kadar onu da kuşatmış arş vardır. İşte arş budur. Bunu başka türlü anlamak da mümkün değil, anlatmak da. Yanında Kürsînin küçüldüğü, semâvâtın bir nokta bile kalmadığı, dünyamızın ise yanında noktadan milyar kere milyar daha küçüldüğü bir arşı ve o arşı taşıyan melekleri düşünün. Bu meleklere “Hamele-i arş” denir. Bunlar büyüklüklerini tasavvur bile edemeyeceğimiz meleklerdir. Hakka sûresinde bu meleklerin sayılarının sekiz olduğu anlatılır.

“O gün Rabbinin arşını onların üzerinde sekiz melek yüklenir.”
(Hâkka 17)

Kimileri de bugün bu arşı yüklenen meleklerin sayılarının dört olup, kıyamet günü bu sayıya dört daha ilâve edilip sekiz olacaklarını söylemişlerdir. Arşın taşıyıcısı olan bu melekler ve bir de arşın etrafındaki meleklerden söz ediliyor. Zümer sûresinde bu meleklerden söz edilir. Bunların sayılarını ancak Allah bilir. İşte gerek bu arşı taşıyanlara, gerekse arşın etrafında bulunan meleklere, Allah’a en yakın anlamına Kerûbiyyûn ya da Mukarrabûn melekler denilir. İşte bu meleklerin iki görevinden söz ediyor Rabbimiz.

Birincisi:
“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve ona iman ediyorlar.”
Bu melekler Rablerini tesbih ediyorlar. Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği bir görevi yerine getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,” diyorlar. “Ya Rabbi sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını parçalamayız,” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rabbi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir, azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz. Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar.

İşte tesbih budur. Dikkat ederseniz tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.

1. Tesbih, Allah’ı, Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bil-mektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse, öylece Allah’a inanmak tesbihtir.

Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece, Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da “sübhanallah!” diyeceğiz.

Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek her dakika yüz bin de “sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani, Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,” diyeceğiz.

Yoksa bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz bin defa da “ya Rezzâk” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. İlimde Allah’a tam olarak güvenmeyip, yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere “ya Alîm” demesinin bir kıymeti yoktur.

Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan, günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur. Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ dağıtıcılar arayan kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede, diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek zikretmesi boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.

Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “ya Tevvab” demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe etmede, Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “ya Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.

Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?

İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur, yeryüzünde temsilcileri, yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.

“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur onun.”
(Kehf 26)

Demek ki tesbih, Allah’ı, Allah’ın kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde Allah’a inanmak, ya da Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyıp o şekilde kabul etmek ve iman etmektir.

3. Tesbihin bir üçüncü anlamı da, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Bir varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir. Bir varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi, o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu tesbihtir.

Bu melekler Rabblerini tesbih ederler. Şimdi yeryüzünün en küçük bir köyünde etrafını saran sayısız kâfirlerin arasında kalmış, kendisine arkadaşlık edecek, inancını paylaşacak hiç kimsesi bulunmayan ve çevresindeki kâfirlerin çokluğu, güç ve kuvvetlerinin büyüklüğü karşısında ne yapacağını bilemeyen, yapayalnız bir mü'min düşünün. Tüm dünya kendisine karşı yabancı.

Şimdi bu müslüman Rabbine açılan evinin içinde bu kitabı eline alıyor ve bu kitabın âyetlerini okurken Mü'min sûresindeki bu âyetlere geliyor. Bu âyetle anlıyor ki, kendi imanına benzer bir imanla arşın taşıyıcısı olan o azîm melekler de iman ediyorlar, kendi tesbihine benzer bir tesbihle o melekler de Allah’ı tesbih ediyorlar. O bunu âdeta gözleriyle görüyor, onların tesbihlerini kulaklarıyla duyuyor ve öyle bir ruh hali kazanıyor ki, âdeta o küçücük evin içinde, o küçücük köyün içinde o kadar yükseliyor o kadar büyüyor ki, karşısında evler, köyler, dağlar, çöller, ülkeler, devletler, dünya küçülüyor, semâvât dürülüyor gözünün önünde, etrafını saran kâfirler onun karşısında âdeta sinek kadar küçülüveriyor. Her şey küçülüyor gözünde ve o mü'min kendi büyüklüğünü anlıyor. Bir mü'min olarak kendisini arşın taşıyıcılarının safında hissediyor.

Bunu önce bu mü'min kendi iç dünyasında hissediyor, sonra ailesine duyuruyor, sonra toplumuna duyuruyor, sonra tüm dünyaya bunu ilân ediyor. Diyor ki, “ey insanlar! Gelin, izzet ve şeref Allah-tadır! İzzet ve şeref Allah’a imandadır! İzzet ve şeref Allah’ın kitabından haberdar olmadadır! İzzet ve şeref peygamberde ve ona iman eden mü'minlerdedir! Gelin siz de iman edin ve benim ulaştığım yüceliklere ulaşın! Gelin siz de iman edin benim ulaştığım şerefe ulaşın!”

Bu melekler Rabblerini tesbih ediyorlar ve aynen mü'minler gibi Allah’a iman ediyorlar. Demek ki bu meleklerin birinci görevi buymuş. Başka ne yapıyormuş, ne görevleri varmış bu meleklerin?

2. Bu meleklerin ikinci görevleri de:
“Mü'minlere şöyle istiğfar etmektedirler:
“Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.”
“(Ey Rabbimiz!) (Kullarından) Tevbe edenlere ve senin yoluna tâbi olanlara mağfiret buyur ve onları cehennem azabından koru!”

Görüyor musunuz, bu meleklerin ikinci görevi de buymuş. Mü’-minler için istiğfarda bulunmak. Bu melekler Allah’ın affının, Allah’ın mağfiretinin yeryüzündeki mü'minlere ulaşması için Allah’a dua ediyorlar. Bu ne büyük bir şeref değil mi? Arşın taşıyıcısı olan melekler ve arşın etrafındaki bu azîm kullar, yeryüzünde Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmeyen, sadece Allah önünde eğilen, yeryüzünde Allah’tan başkalarına asla kulluk yapmayan, Allah’tan başkalarının kıblelerine yönelmeyen müslümanlar için dua ediyorlar, müslümanlar için istiğfarda bulunuyorlar.

Dikkat ederseniz bu arşın taşıyıcısı melekler burada bize bir de duanın edebini, usûlünü de öğretiyorlar. Âyet-i kerîmede anlatıldığına göre melekler önce Allah’ı tesbih ediyorlar. "Ey Rabbimiz, senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır" diyerek Allah’ı tesbih ettikten sonra isteyeceklerini istiyorlar. Duadan önce hiçbir şeyi ileri sürmeyip sadece Allah’ın rahmetini gündeme getiriyorlar, yalnız bu rahmetten medet umuyorlar. Allah’ın geniş ilmine ve sınırsız rahmetine dikkat çekiyorlar, sonra da isteyeceklerini istiyorlar. “Ya Rabbi rahmetin hatırına mü'minlere mağfiret ediver, mü'minlerin hatalarını görmeyiver, onların kusurlarını siliver ya Rabbi, yok farz ediver, ciddiye almayıver ya Rabbi! O mü'minlerden tevbe edenlere mağfiret ediver ya Rabbi! Dönenlerin dönüşünü kabul ediver ya Rabbi! Dünyanın peşinde giderken, şeytanın peşinde giderken, nefisleri ve şehvetleri peşinde giderken, seni unutmuş, senin kitabını ve peygamberini hatırlarından çıkarmış, yanlış yollarda giderken bir anda sana dönüveren kullarını sen affediver ya Rabbi!” diyorlar.

Bu ne büyük bir şereftir değil mi? Düşünebiliyor musunuz, arşın taşıyıcıları bizi düşünüyorlar, bizi anıyorlar, bizim affımız için her an Allah’a yalvarıyorlar. Bundan daha büyük müjde, bundan daha büyük şeref olur mu söyleyin! Öyleyse bu müjdeyi siz de müjdeleyin! Bu müjdeyi siz de çocuklarınıza, hanımlarınıza ve çevrenizdeki tüm insanlara ulaştırın. “Ben arşın meleklerini öğrendim! Rabbim kitabında bana arşın meleklerini ve onların görevlerini anlattı! Ben arşın meleklerinin dualarını duydum! Onların bizim hakkımızdaki niyazlarına şahit oldum! Müjde! müjde!” diyerek bunu tüm insanlığa duyuralım. Bize bunu duyuran hatırına, biz de bunu tüm insanlığı duyurmaya çalışalım inşallah.

Ama unutmayalım ki, onların bu dualarına lâyık olabilmenin yolu da âyet-i kerîmede gösterilmiştir. Nedir o? Tevbe etmek, dönüş yapmak, başka yolları bırakıp Allah yoluna girmek, başkalarının yörüngesinden kurtulup Allah yörüngesine girmek, başkalarına kulluktan, başkalarının kıblesine tâbi olmaktan, başkalarının arzuları peşinde koşmaktan kurtulup Allah’a ve Allah’ın kitabına dönmektir. Müşriklerin, ateistlerin, kâfirlerin, zâlimlerin yollarından, sistemlerinden vazgeçip Allah sistemine dönmektir. Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek, o zaman meleklerin dualarına lâyık hale gelmişiz demektir. Değilse meleklerden de, onların dualarından da mahrum kalmışız demektir. Bu ne büyük bir kayıp, ne büyük bir hüsrandır değil mi? Allah’ın melekleri mü'minlere böyle her an dua ede dursunlar, bu duaya lâyık olmamak için direnenlere ne demek lazım? Hele hele kâfirler için her şey tüm mevcudat lânet etmekte, öfkeler yağdırmaktadır Allah korusun.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ankebut suresi ayet 13
(Fakat gerçek şu ki) elbette kendi yüklerini (veballerini), kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.

Onlar kendi günâhlarını yüklenirler, kendi ağırlıklarının yanında bir de saptırdıkları kimselerin veballerini, günâhlarını da yüklenirler ve doğruca cehenneme giderler. Ne kendileri cennete gidebilirler, ne de bir kimsenin günâhlarını yüklenerek onu cennete götürebilirler. Hem kendi günâh yüklerini, hem de azdırıp yoldan çıkardığı insanların günâhlarını yüklenerek ateşi boylarlar. Ve iftira edip uydurdukları, kendi hevâ ve hevesleriyle oluşturdukları bir felsefenin, bir hayatın cezasını ödeyeceklerdir kıyâmet gününde. Allah’a ve Resûlüne iftira ederek yaptıkları işlerin hesabını ödeyeceklerdir.

İstedikleri kadar dünyada Allah’ın kendilerine verdiği geçici yetkiyle müslümanları yollarından, dinlerinden saptırmaya çalışsınlar. İstedikleri kadar müslümanlara zulmetmeye çalışsınlar. İstedikleri kadar Allah’a, Allah’ın dinine tuzaklar kurmaya çalışsınlar. Elbette bu dünyaya kazık çakamayacaklar. Elbette herkes gibi bir gün onlar da ölecekler. Tıpkı kendilerinden önce müslümanlara zulmeden zalimlerin de öldükleri gibi. Zulmedilen müslümanlar öldüler de zalim kâfirler ölmediler mi? Şehit olanlar, zulme maruz kalanlar bu dünyadan gitti de öldürenler zalimler gitmediler mi? Hani hangi zalim kâfir kalmış ta geriye? Hani Nemrutlar? Hani Firavunlar? Hani Ebu Cehiller? Neredeler şimdi? İşte bakın geçmişten haberler. Geçmişte yaşanan iman küfür savaşında işleyen Allah yasası.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ankebut suresi ayet 40
İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi kimini yerin dibine geçirdik kimini de suda boğduk. Allah, onlara zulmedici değildi ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Onların her birerini günâhlarıyla yakalayıverdik. Günâhları sebebiyle hepsini yakaladık ve defterlerini dürdük. Nuh (a.s)’ın kavminden itibaren o zikredilen toplumların tamamının işini bitirdik. Onlardan kimilerinin üzerlerine taşlar yağdıran rüzgarlar gönderdik. Azap rüzgarlarla helâk ettik. Kimilerini bir sayhayla, bir titreşimle, bir çığlıkla yok ettik. Kimilerini yerin dibine geçirdik, yerin karına batırdık. Kimilerini de suda boğduk. Nuh (a.s)ın kavmi suyla, tufanla helâk oldu. Âd kavmi üzerlerine gönderilen 7 gün 8 gece esen taş, taş üstünde bırakmayan, önüne gelen her şeyi deviren bir rüzgarla helâk edildi. Sâlih (a.s)’ın toplumu Semûd bir sayhayla, bir çığlıkla yok edildi. Lût (a.s)’an kavmi üzerlerine meleklerin gönderdiği azap yağmuru ve taşlarla, Medyen ahalisi Racfeyle, Karun yere batırılmayla, Firavun, Hâmân ve orduları da denizde boğularak helâk edildiler.

Evet hepsi de Allah’ın helâk yasasının mahkumu olmaktan kurtulamadılar. Güya bunların da güçleri vardı, düzenli orduları vardı. Şu anda dünya üzerindeki seleflerinden çok daha güçlüydüler. Hani ne oldu? Kurtarabildiler mi kendilerini? Güçleri, kuvvetleri, saltanatları bir işe yaradı mı? Şimdikiler gibi 60,70 sene değil 900 yıl ömürleri vardı onların. Öyle bir medeniyet kurmuşlardı ki, öyle büyük teknolojik güze sahiptiler ki Âd’ın Semûd’un medeniyetlerinin, şehirlerinin kalıntıları hâlâ ayaktadır. Ekonomide dünya hakimiydi Medyen’liler, Eyke-liler. Ve yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunup tanrılığına herkesi boyun eğdiren Firavun. Hazinelerinin kendisini değil, sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir grup insanın ancak taşıyabildiği ekonomi de tanrılık iddiasında bulunan Karun hani neredeler?

Şimdi nasıl oluyor da bu insanlar Allah’la savaşa girişebilirler? Nasıl cesaret edebilirler buna? Nasıl oluyor da Allah yasalarını diskalifiye ederek kendi yasalarını onun yerine ikâme etmeye çalışabiliyorlar? Ve nasıl oluyor da insanlar Rablerini terk edip, Rablerinin yasalarını terk edip bu tanrı taslaklarının tanrılıklarını kabul edebiliyorlar? Allah’ın güç ve kuvvetini görmüyorlar mı bu insanlar? Allah’la kim ba-şedebilmiş ki şu andakiler baş edebilsinler? Hiç akılları yok mu bu adamların?

Acaba Allah onları böyle türlü türlü azaplarıyla yakalayıp ağızlarının payını verirken zulüm mü etti? Haksızlıkla mı helâk etti Rab-bimiz onları? Hayır hayır. Allah kullarına zulmetmez. Allah zalim değil-dir. Allah kimseye zulmedici değildir. Ama onlar kendi kendilerine zul-mettiler.

Şu anda bu âyetlerden, bu âyetlerin bilincinden uzak bir hayat yaşadıkları için büyük bir gaflet ve yanılgı içinde yaşayan müslüman-lar, güç kaynaklarının farkında olmadıkları için kendileri karşısında süper gördükleri ve ezildikleri kâfirlerin Ad’ın, Semûd’un, Meyden’in, Eykeliler’in, Firavunların, Karunların, Hâmân’ların devamı olduklarını, Allah’ın helâkine mahkum olduklarını bilemiyorlar, anlayamıyorlar. Allah karşısında, Allah desteğindeki müslümanlar karşısında bunların hiç bir değer ifade etmediklerini anlayamıyorlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Şura suresi ayet 5
Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Allah’a yakışmayan sıfatlar izâfe etmeniz, O’na çocuklar, yardımcılar, ortaklar izâfe etmeniz, O’nun yarattıklarını O’nunla birlikte yetkililer bilmeniz, yeryüzünde Allah kullarından kimilerini Allah yerine koyarak onları dinlemeniz, onların kanunlarına itaat etmeniz, onların helâllerini helâl, haramlarını haram bilmeniz, onların yasalarını uygulamaya çalışmanız, hayat programlarınızı onlardan almaya kalkışmanız veya Allah sıfatlarından bazılarını onlara vermeniz, onları hayatınızda rabbler, kanun koyucular, hayat programı tespit ediciler, hukuk belirleyiciler, yasa koyucular, şifa dağıtıcılar olarak bilmeniz, onlara sı-ğınmanız ve bütün bunları onlardan beklemeniz, onlara yalvarıp yakarmanız şirktir. Bu öyle büyük bir suç, öyle azîm bir cürüm ki, neredeyse sizin bu küstahlığınızdan ötürü gökler üstlerinden yarılacak, çatlayacak, paramparça olacak.

Melekler Allah’ın kendisine teslim kulları, Allah’ın kendilerine isyan etme imkânı vermediği iradesiz ve günâhsız kulları, boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın elinde olan ve yaratıldıkları andan beri bir an bile gaflet etmeden Rabblerine kulluk yapan melekler, bu kendilerini bir şey zanneden insanların Rabblerine karşı yaptıkları bu küstahlıklar karşısında utançlarından ne yapacaklarını şaşırmış bir vaziyette, bu küstahlıkları duymamak için kulaklarını tıkarlar ve Rabblerini hamd ile tesbih ederler. Bu küstahların Rabblerine karşı yaptıkları konusunda Rabblerinden onlar adına özür dilemek adına tamamen onların yaptıklarının tersini yaparak Allah’ı tesbih ederler. Allah’ı, Allah’ın sahip olduğu sıfatlarla muttasıf bilir, O’na yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederler. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman ederler, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk yaparlar. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde yalvarıp yakararak şöyle derler:

“Allah’ım! Bu kullarının, bu insanların sana ortak koşmaları, sana senin kullarını şirk koşmaya kalkışmaları ne büyük küstahlıktır. Oysa onları yaratan, onları yoktan var eden, şu anda onlara sahip oldukları her şeyi lütfeden sensin ya Rabbi! Sadece sana kulluk edip sana şükretmeleri gerekirken, seni bırakıp da kendileri gibi kul olan, kendileri gibi aciz varlıklara kulluk yapmaya çalışan ve farkında olmadan senin azâbını, senin gazabını hak eden bu akılsızları hemen helâk ediverme ya Rabbi! Tevbe edip şirk koşmaktan vazgeçmeleri için azabını tehir et ya Rabbi! Onlara imkân tanı ya Rabbi! Onlar yüzünden bizi de, mü'minleri de helâk etme ya Rabbi!” diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyorlar. Meleklerin, yeryüzündeki mü'min kardeşlerinin kusurlarının örtülmesi ve onların günâhlarının affı için her an Rablerine istiğfarda bulunduklarını, Mü'min sûresinde de görmüştük.

“Arşı taşıyan (Melek)ler ve çevresinde bulunan melekler, Rabblerini hamd ile tesbih ederler ve O’na inanırlar. Mü’minler için de şöyle istiğfar ederler: “Ey Rabbi,-miz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru.”

İşte bu âyet-i kerîmede meleklerin iki görevinden söz ediyor Rabbimiz.

Birincisi:

“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve ona iman ediyorlar.”

Bu melekler Rablerini tesbih ediyorlar. Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği bir görevi yerine getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,” diyorlar. “Ya Rabbi sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını parçalamayız” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rab-bi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir, azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz. Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar. İşte tesbih budur. Dikkat ederseniz tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.

Tesbih, Allah’ı, Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse, öylece Allah’a inanmak tesbihtir.

Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece, Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da “sübhanallah!” diyeceğiz.

Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek her dakika yüz bin de “sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani, Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,” diyeceğiz.

Yoksa bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz bin defa da “ya Rezzâk” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. İlimde Allah’a tam olarak gü-venmeyip, yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere “ya Alîm” demesinin bir kıymeti yoktur.

Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan, günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur. Şifa konusun-da Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ dağıtıcılar arayan kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürme-de, diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek zikretmesi boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.

Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “ya Tevvab” demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe etmede, Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “ya Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.

Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?

İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur, yeryüzünde temsilcileri, yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.

“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur O’nun.”
(Kehf 26)

Demek ki tesbih, Allah’ı Allah’ın kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde Allah’a inanmak, ya da Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyıp o şekilde kabul etmek ve iman ermektir.

Tesbihin bir üçüncü anlamı da, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Yâni bir varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir. Bir varlığı Allah ne için yaratmışsa, o varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi, o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu hepsi tesbihtir.

Tüm kâinat, azametini bildikleri, saygıyla önünde eğilip kulluk yaptıkları Rabbleri karşısında insan denen bu küçük varlığın takındığı sapıklık, sergiledikleri bu utanç verici hareketlerinden ötürü utançlarından neredeyse çatlayacak hale geliyorlar ve Rabblerinin gazabından korkup ona yalvarıyorlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Şura suresi ayet 25
Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlediklerinizi bilen O'dur.

Kulların inkarından sonra onu birlemelerini ve ona itaat etmeye dönmelerini kabul eden ve işlenilen günahlardan tevbe edildiği takdirde onlan cezalandırmaktan vazgeçen Alahtır. O, sizlerin ne yaptığınızı bilir. Herkese amelinin karşılığını verecektir. O halde, sizi ceza almaya sürükleyecek amelleri işlemekten kaçının ve Allahtan korkun.

Hammad b. el-Hâris diyor ki: "Biz bu âyetin manasını sormak için Abdullah b. Mes'ud'a gittik. Onun yanında: "Bir erkek bir kadınla gayri meşru bir ilişki kurar da sonra da o kadınla evlenecek olursa durumu nedir?" diye soran insanları gördük. Abdullah b. Mes'ud onlara: "Kullarının tövbelerini kabul eden, günahlarını affeden ve yaptıklarını bilen O'dur." âyetini okudu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rum suresi ayet 44
Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhine olur. İyi işler yapanlara gelince, onlar da kendileri için (cennetteki yerlerini) hazırlamış olurlar.

Kim, dünyada iken Allahı inkar eder, onun nimetlerine karşı nankörlükte bulunursa onun inkar ve nankörlüğü kendi aleyhinedir. Kim de dünyada iken Allaha itaat edip yasaklandığı şeylerden kaçınarak salih amel işlerse işte böyle yapanlar, kendileriiçin hazırlık yapmış ve iyi bir yer hazırlamış olurlar.
Bazı müfessirler, âyette zikredilen: "Kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar." İfadesinden maksadın kabir olduğunu söylemişler, salih amel işleyenlerin, kendileri için güzel bir kabir hazırlamış olacaklarını zikretmişlerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rum suresi ayet 47
Andolsun biz, senden önce kendi kavimlerine elçiler gönderdik de onlara apaçık belgeler getirdiler; böylece biz de suçlu günahkarlardan intikam aldık. İman edenlere yardım etmek ise bizim üzerimizde bir haktır.

Şüphesiz ki biz, senden önce nice Peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Onlara apaçık deliller getirdiler. (Fakat yalanlandılar) Biz de suç işleyenleri cezalandırdık. Mümilcrc yardım etmek üzerimize hak olmuştur.
Allah teala bu âyet-i kerimede, kavminden çeşitli eziyetler gören Resu-lullahı teselli ediyor ve onu, davasında ısrarlı olmaya teşvik ediyor ve buyuruyor ki: "Ey Muhammed, biz seni, putlara tapan insanlara peygamber olarak gönderdiğimiz gibi senden önce nice peygamberleri de, kâfir olan kavimlerine peygamber olarak göndermiştik. Senin, kavmine apaçk'deliller getirdiğin gibi onlar da kavimlerine apaçık deliller getirmişlerdi. Senin kavmin seni yalanlayıp sana eziyet ettiği gibi onlar da peygamberlerini yalanlamışlar ve onlara çeşitli eziyetler yapmışlardı. Biz de o kavmin suçlularından intikam almıştık, müminleri ise kurtarmıştık. Şimdi sana iman eden müminleri de öyle kurtaracağız. Zira müminlere yardım etmek bizim üzerimize haktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ahkaf suresi ayet 15
Biz insana, ‘anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır. Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip Sana yöneldim ve gerçekten ben Müslümanlardanım."

Burada da Rabbimiz muhsinlerin ana-babaya ihsanını anlatıyor. “Biz insana ana-babasına karşı muhsin davranmasını emrettik,” buyurduktan sonra, Rabbimiz annenin çocuğuna karşı üç durumundan söz ediyor:

1. Annesi onu karnında zorluk çekerek meşakkat içinde taşır,

2. Sonra yine onu güçlükle, meşakkatle doğurur,

3. Ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi de otuz ay sürer. Yani onu doğurduktan sonra da uzun bir süre onu emzirir.

Annenin çocuğuna karşı görevleri ve çocuğu üzerindeki hakkı anlatılıyor. Bu âyetten, babaya nazaran evlât üzerinde ananın haklarının daha çok olduğunu anlıyoruz. Dikkat ederseniz âyetin başında ana babaya ikisine birden ihsan istendikten sonra, bu bölümde ayrıca ananın bir daha özellikle zikredildiğini görüyoruz. Yine muteber hadis kitaplarında görüyoruz ki, bir sahâbe gelip Allah’ın Resûlüne sorar: “Kime ihsan edeyim ey Allah’ın Resûlü?” Allah’ın Resûlü, “senin ihsanına lâyık olan annendir,” buyurur. Adam peş peşe üç defa sorar, Allah’ın Resûlü “annendir,” der. Dördüncü defa sorduğunda “babandır,” der. Öyleyse evlât üzerinde annenin hakkı, babanın hakkından öndedir.

Rabbimiz, ana-babaya, özellikle anaya ihsan istiyor. Peki ana-babaya ihsanı nasıl anlayacağız?

Ana-babaya muhsin davranmak. Yani ana-baba karşısında da Allah karşısında olma şuurunu taşımak. Gerçekten çok orijinal bir kavram…

İhsan neydi? İhsan, Allah’ın gördüğü şuuru içinde olmaktır. Ki-şinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır.

Ana-babaya itaat ederken, Allah karşısında olma şuurunu kay-betmeyecek, Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırda canlı tutacağız. Yani “ya Rabbi, sen bana anana şöyle davran dedin, diye yapıyorum bunu, babana böyle yap dedin diye böyle yapıyorum,” diyerek hem Allah huzurunda olacağız, hem de onlara itaat edeceğiz.

Onların bizden istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıracak veya azabını gerektirecek noktaya ulaşınca da, o zaman onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz. Anamız-babamız olsalar da dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurunda, Allah kontrolündeyiz. Ne yapacaksak, nasıl yapacaksak, onun rızasını aşmayacak şekilde yapmak zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız.

Dikkat ederseniz itaat değil, ihsan isteniyor bizden. Âyet-i kerimede ana-babaya itaat edin denmiyor da, ihsanda bulunun deniyor. Öyleyse ana-babaya karşı ihsanın birkaç boyutu vardır:

1. Öncelikle anne-baba, bizim varlığımız ve onların var olmaları sebebiyle itaate lâyıktır. Anne-babamız bizim varlık sebebimizdir. Yani anne-baban senin varlığına sebep mi? Tamam bitti, itaat edeceksin. “İtaat edeceğim ama babam huysuzluk yapıyor, anam namaz kılmıyor, abdest almıyor! İslâm’ı yaşamıyorlar, dinle ilgileri yok.” Ne olursa olsun, onlar senin annen-baban mı? Sen onlardan dolayı varsın. O halde onlara itaat edeceksin bir kere, mutlak ölçü budur. Çünkü onların itaate hak kazanmaları, bizim ana-babamız olmalarıdır, iyi bir müslüman olup olmamaları değildir.

2. Annen va baban eğer şirk konusunda, seni şirke düşürme konusunda, yani senin dinini egale etme, İslâm’ını ekarte etmek üzere senden bir istekte bulunuyorlarsa o zaman sen kenara geç ve onları dinleme! Yani onlara itaat etme! Bu, hemen onları öldür, işlerini bitir, demek değildir. Fakat bu işte ısrar ediyor, üstüne düşüyor ve se-nin dinini bozma boyutuna götürüyorlarsa, o zaman onları diskalifiye et! Yani onları sıfır hale getir! Çünkü sen o anda, her anda Allah huzurundasın. Sen hep Allah kontrolündesin. Sen her şeyden ve herkesten önce Allah’ın kulu ve kölesisin. Önce onu dinlemek zorundasın. Önce onu razı etmek zorundasın.

Hattâ Bedir’de olduğu gibi, baban veya anan Allah’ın dinini engelleme adına varlığını ortaya koyuyor ve seni engellemeye çalışıyorsa, o zaman kafasını da kes, defterini de dür! İkinci boyut da böyle. Çünkü Resûl-i Ekrem efendimizin dizlerinin dibinde büyümüş, onun imanına, onun takva ve teslimiyetine şahit olmuş nice sahabe-i kiram efendilerimizin peygamber aleyhisselamın safında katıldıkları savaşlarda babalarına karşı böyle davrandıklarını çok iyi biliyoruz.

3. Üçüncü boyuta, dünya işlerine gelince, dünya işlerinde de onlarla geçin! Ama yanlış anlamayalım, dünya işlerinde onlarla geçin demek, sözlerini dinle, dediklerinden dışarı çıkma, değil, geçinin demektir. Ekmek al, su ver demişlerse onu yerine getirin demektir. Dini bozmayacak arzularını gerçekleştirin demektir.

“Eğer anan-baban seni körü körüne bana şirk koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf veçhile onlarla geçin.”
(Lokman: 15)

Yani tevhid ölçüsüne dayanarak, İslâm ölçüsü içinde onlarla geçin. Peki bunun ölçüsü ne olacak? Bunun ölçüsü, onları gücendirme, onları küstürme demektir.

Eğer onların gönüllerini edebilir, ikna edebilirsen istediğini yap. Meselâ baban “burada otur ya da oturma!” dedi. Orada oturmak da helâl, burada oturmak da helâl iken, “neden bunu istiyorsun? Ne oluyor? Senin zevkine mi uyacağım?” deme hakkımız yoktur. Ama, “bak burası daha güzel! Burası daha serin, burada daha çok rahat ederim!” gibi sözlerle kandırabilirsen, tamam o zaman burada otur, değilse onun dediği yerde oturmak zorundasın. Örneğin benim babam bugün buraya gelmeme engel oluyorsa, eğer size verilmiş bir sözüm yoksa gelmemeliyim. Ama onu ikna edebilirsem, o ayrıdır tabii. Ana-babaya itaatin sınırı da bu olacaktır.

Bir kere mutlak mânâda onlar itaate lâyıktır. Onlar iyidir, müs-lümandır diye değil, anne-baba olmaktan dolayı itaate lâyıktır. Ama itaat derken, benden şirk isterlerse o zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edecek, dinlemeyecek, duymayacak, anlamayacak, unutaca-ğım. Israr ederlerse engel koyacağız fakat dünya işlerinde de onlara hoş görünmeye çalışacağız.

Yani anne ve babanın karşısında onlara itaat ederken de Allah huzurunda olduğumuzu asla unutmayacağız.

Ama şu bizim mevcut uygulamada ana-babaya itaat biraz da onların rubûbiyet makamına geçmelerini sağlıyor ki bu konuda daha titiz davranmak zorunda kalacağız. Adam, “illa da benim dediğim” olacak diyor. Zevkini tatmin için değil, enaniyetini putlaştırmak için di-yorsa, onun bu zulmüne engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onun bu hareketi kendini Rabb makamında görmesinden ötürü bir zulümdür.

Öyle olunca da artık burada konu anne-babaya itaat konusu değil, anne-babanın kötülüğüne engel olma konusudur ki, o zaman ona da dikkat edeceğiz. Bunu nasıl anlayacağımız konusu da ayrı bir konudur. Bıçak sırtı gibi bir şey… Bir yana kaydı mı öbür yandan kayacaktır, ikisinin ortasında durmak çok zordur.

Ana-babaya ihsan:

a. Onlar karşısında iken Allah karşısında olduğumuzu unutmadan onları dinlemek, onları putlaştırmadan, Allah’ı kızdıracak biçimde onların arzularını gerçekleştirmeye gitmeden ve onların Allah’ın arzularına uygun olan arzularına kulak asmazlık etmeden onları hayra, hakka teşvik etmektir.

b. Onlara karşı merhametli davranmaktır.

c. Allah’ın size ulaştırdığını siz de onlara ulaştırın,

d. Onları cennete götürmenin savaşını verin, demektir. Yani onlara cennet yollarını açıp onların cehennem yollarına barikatlar ko-yun demektir.

Ana-babaya ihsan edin, çünkü analarınız sizi meşakkat içinde karnında taşımış, meşakkat içinde sizi doğurmuş, sonra sizi otuz ay boyunca karınlarında taşımış ve emzirmişlerdir. Bakara sûresinde, Rabbimiz emzirme konusunda şöyle buyuruyor:

“Emzirmeyi tamamlatmak isteyenler için anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği ve giyeceği örfe uygun şekilde babaya aittir.”
(Bakara 233)

Bu âyette de onların ana karnında taşınmaları ve sütten kesilmeleri otuz aydır, buyuruluyor. Otuz aydan iki yıl, yani yirmi dört ay çıkarılırsa, o zaman hamilelik süresinin altı ay olduğu ortaya çıkar. Burada, hamileliğin en az müddeti, emzirmenin de en fazla müddeti zikredilmiştir. Süt emzirmenin en uzun müddeti iki yıldır. Ulemânın bu konudaki görüşü budur. Yani bir çocuk bu iki yıl içinde herhangi bir kadın tarafından emzirilmişse o kadın o çocuğun süt annesi olur. Ama İmam Ebu Hanife’nin bir görüşüne göre bunun süresi otuz aydır. Herhangi bir şüpheye yaklaşmamak için ihtiyaten İmam Ebu Hanife otuz ay içinde emziren bir kadının süt annesi olacağını ifade etmiştir.

Nihayet insan kırk yaşına ulaşıp olgunluk ve güçlülük dönemine basınca Rabbine şöyle dua eder: “Ya Rabbi! Bana verdiğin nimetlere karşılık bana şükretme anlayışı ver! Bana ihsan ettiğin nimetlere ve benim ana-babama verdiğin nimetlere karşılık beni şükre sevk et! Bana hakkıyla şükretmeyi nasip eyle! Tüm bu nimetlere karşı bana şükür yollarını açıp kolaylaştır! Bana senin razı olacağın sâlih ameller işlemeyi, senin istediğin sâlih amellere yönelmeyi nasip eyle! Amellerim hem kitap ve sünnete uygun olsun hem de onları işlerken niyetim sadece senin için olsun! Amellerimde riya, kibir, gösteriş, menfaat gibi bulanıklık olmasın! Zürriyetimin de ıslahını nasip eyle ya Rabbi! Zürriyetimin ıslahı konusunda ben cehd ve gayret edeceğim, ben onların ıslahı konusunda elimden geleni yapacağım, onlara senin kitabını ve Resûlü’nün sünnetini duyurup onların cennet yollarını açıp cehennem yollarına barikatlar koyacağım. Bana düşeni yapacağım ama bu konuda sen bana yardım eyle ya Rabbi! Senin yardımın olmazsa ben bunu beceremem Allah’ım! Ben tevbe edip sana yöneldim! Hayatımın tümünde senin arzularını gerçekleştirmeye yöneldim. Yönümü sana döndüm, irademi sana teslim ettim! Senin seçimini seçim kabul ettim kendime! Ben müslümanlardanım, tümüyle sana teslim olanlardanım ya Rabbi!”

Muhsinlerden Allah’ın istedikleri işte bunlardır. Verilen nimetlere karşı şükür… Ama sadece kendisine verilenlere karşı değil, aynı zamanda ana-babaya ve yakınlara karşı verilenlere de şükür. Sâlih ameller işleme konusunda Allah’tan yardım isteme, zürriyetin ıslahını dileme, tevbe edip Allah’a yönelme ve müslümanlardan olma, müslü-manlarla birlikte hareket etmeye hazır olma, peygamberler ve sâlih kişiler safında olma çabası… İşte ihsan budur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt