Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda namaz kavramı (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ahzâb suresi ayet 33
“Evlerinizde oturun; eski cahiliyede olduğu gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın; zekâtı verin; Allah'a ve peygamberine itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.”

Vakarla evlerinizde oturun. Evlerinizde sebat bulun, sebat edin. Evlerinizde huzur bulun. Huzur ve güven içinde evlerinizde oturun. Karar yeri, faaliyet alanı olarak evlerinizde bulunun. İffet ve hayanızı vakarla koruyarak evlerinizde oturun. Sizin sorumluluk sahanız evlerinizdir. Çok zarûrî bir ihtiyacınız olmadığı müddetçe evlerinizden dışarıya çıkmayın. İslâm öncesi cahiliye kadınlarının yaptığı gibi ziynetlerinizi yabancı erkeklere göstermeyin. Cahiliye kadınları gibi kırıtarak yürümeyin.

Tabii önceki âyetlerle peygamberin hanımlarının ekonomik kaygıları giderildi, lüks, konfor kaygıları bitirildi. Ulaşabilecekleri, hedefleyebilecekleri bir hayat standardı dertleri kalmadı. Evlerinde çarşı pazara çıkıp bir rızık kazanma sorumlulukları, para kazanma dertleri kalmadı. Kendilerine tanınan dünya ve âhiret olarak ikisinden birini tercih yetkilerini âhiretten yana kullandılar. Onun içindir ki altlarındaki bir hasır sergiye, önlerindeki bir kuru ekmeğe, bir kuru hurmaya razı oldular. Üzerlerindeki tek yamalı elbiseye razı oldular. Artık niye ekonomik bir kaygıyla evlerini terk edip dışarıya çıksınlar da? Artık vakarla evlerinde otursunlar. Ve daha önceki, din gelmeden önceki cahiliye açık saçıklığıyla dışarıya çıkmayacaklardır. Evet işte böylece şartlar belirlenmiş oldu. Allah’ı tercih ettiler, peygamberi tercih ettiler. İşte bu tercihleriyle birlikte evlerinde vakarla oturacaklar ve bu onlar için gâyet kolay olacaktı.

Ama, eğer şu anda müslüman hanımlar için şartlar oluşmamışsa, erkekler olarak, kocalar olarak bizim tercihimiz, kadınlar, kızlar olarak hanımların tercihi dünyadan yanaysa, dünyanın lüksünden, konforundan yanaysa o zaman evdeki hanımları nasıl evde tutabileceğiz de? Nasıl vakarla evlerinizde oturun diyebileceğiz de onlara? Erkekler olarak bizim ekonomik gücümüz yetmeyecek, çevremdeki önderlerin, hocaların, patronların, efendilerin hayatına, hayat standartlarına ulaşamayacağım. Böyle bir durumda elbette benim hanımım, benim kızım da onların hayat standartlarının, konforlarının sevdalısı olacaklar, giydirdiğim eski elbiseleri beğenmeyecekler, benim sergilerimi beğenmeyecekler ve aşağılık duygusu içinde kendilerini dışarıya atacaklardır.

Allah affetsin de bugün peygamberin hayatını, peygamberin yaşam tarzını hayal bile edemiyoruz. Söyleyin Allah aşkına, niye mutfak olacak evlerimizde? Niye kap kacak olacak? Niye elektrikli, tüplü ocaklar olacak? Niye otomatik makineler olacak? Niye ütü olacak? Niye her öğün mutfakta yemek pişirilecek? Niye en güzelinden halılar, sergiler olacak? Var mıydı acaba peygamberin özel bir mutfağı? Evinde özel bir yatak odası var mıydı peygamberin? Banyosu, tuvaleti var mıydı? Ben bunların yokluğunu bile düşünemiyorum bugün. Çünkü o hayatı örnekleyecek önderler kalmadı. Rasûlullah’ın yaşadığı hayatı yaşayıp insanlara gösterecek kimse kalmadı. Müslüman erkeklerin, müslüman hanımların örnek alacakları ve yaşadıkları hayattan asla bir aşağılık duygusu duymayacakları, niye benim yok? demeyecekleri pratik örnekler yoktur bugün.

Hocasıyla, hacısıyla, şeyhiyle, mürşidiyle İslâm onurunun, İslâm kişiliğinin tamamen yok edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Ve dünya müslümanları da bu örnek olamayan örneklere imrenerek sapıp gitmektedirler Allah korusun. Zavallı müslümanlar liderlerinin, şeyhlerinin, efendilerinin, hocalarının hanımlarının giydiği elbisesine özenerek, mantosuna ulaşmak için bir ömür koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onların çocuklarının cep harçlığına ulaşabilmek için onların ço-cuklarının özel okul masraflarını bulabilmek bir ömür koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onun hayat standardına ulaşabilmek için bir ömür değil iki ömür bile yetmeyecektir. Zavallı müslümanlar kadınıyla erkeğiyle işleri güçleri çalışıp çırpınmak olacaktır. Erkeğin gücü yetmeyince de, haydi hanım, sen de gel, sana da iş bulalım. Kızım gel sen de çalışmalısın. Olmadı, gece vardiyelerine de gitmeliyiz diyecekler ailecek evlerini terk edecekler. İffetler zedelenecek, hayalar törpülenecek, bir ekonomik kavga içinde aileler yok olup gidecektir.

Öyle olmuyor mu şu anda? Erkek eve geldiğinde hanımı bu-lamıyor, hanım geldiğinde kocasını bulamıyor, kız gece geliyor, oğlan akşam çıkıyor, hayat cehennemi bir hayata dönüşüyor. Yavaş yavaş kendilerini örnek aldığımız Hıristiyanî bir dünyanın, Yahudi bir dünyanın insanı olup çıkıyoruz. Parçalanmış aileler, erkek ayrı, kadın ayrı, oğlan ayrı, kız ayrı dünyaların insanları olup çıkıyorlar Allah korusun.

Evet Rabbimizin özelde peygamberin hanımlarına, ama genelde müslümanların hanımlarına söylediği ise bunun tamamen zıddıdır. Evlerinizde vakarla oturun ey mü’mine hanımlar. Peki nasıl oturalım evlerimizde? demeyeceğiz. Eğer peygamberin hanımlarının ter-cih ettikleri bir hayatı, tercih ettikleri bir cenneti bizler de tercih ediyorsak bunu demeye hakkımız olmayacaktır. Eğer âhireti, Allah’ın rızasını, Allah’ın hazırladığı o gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç bir beşer aklının ihata edemeyeceği bir cenneti tercih etmişsek o zaman unutmayalım ki üzerimizdeki elbise 10 sene idare edebilecek, evimizin eşyası 40 sene idare edebilecek. En büyük derdimiz Allah’ın istediği gibi namazımızı ikâme etmemiz, zekâtımızı vermemiz, Allah ve Resûlüne itaat etmemiz olacaktır. Bunun dışındaki kaygıların, dertlerin tamamı sona alınacaktır. Allah’ın bizim için indirdiği âyetlerini, Resûlünün sünnetini, hadislerini önce kendimize okuyacağız, öğreneceğiz, sonra da başkalarına okuyacağız, öğreteceğiz.

Ey peygamber hanımları, bilesiniz ki Allah sizden rics’i, günâhı, kötülüğü gidermek ister. Sizi temizlemek ister. Evet buradaki “Ehli Beyt” ifadesiyle Rasûlullah efendimizin hanımları kast edilmektedir. Çünkü önce ey peygamber hanımları diye söze başlandı. Ama elbette ev halkı ifadesi genel anlamıyla hem hanımları, hem de çoluk, çocuk ailenin tamamını kapsamaktadır. Müslim’deki bir hadis te bunun böyle olduğunu anlatır. İnsanlardan kimileri bu ehli beyt kavramı içine sadece peygamber (a.s)’ın çocuklarını katarak zevcelerini dışarıda bırakmak isteseler de bu yanlıştır. Neyse bırakalım şimdi bu tartışmaları. Rabbimiz buyuruyor ki ey ehli beyt bilesiniz ki Allah sizden rics’i, kusuru, günâhı, hatayı gidermeyi, sizi tertemiz yapmayı murad ediyor. Eğer sizler Rabbinizin sizden istediği bu davranışları benimser, Allah’ın istediği gibi bir hayata yönelirseniz Allah sizi temizleyecektir. O sizi günâh kirlerinden arındırmak istemektedir. Bu ifade peygamber ailesinin tıpkı peygamber efendimiz gibi mâsum ve günâhsız oldukları anlamına değildir.

Mâide sûresinin 6. âyetindeki abdest alan müslümanlar hakkında Rabbimizin:

“Allah sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetlerini tamamlamak istiyor”

Meâlindeki âyet gibidir.

Evet müslüman bir kadın bir zaruret icabı sokağa çıkmak zorunda kalmışsa cahiliye kırıtışıyla, ziynetlerini açığa vurarak teber-rücle yürümemelidir. Teberrüc kelimesinin anlamı şöyledir: Kadının sokakta yüzünü ve vücudunun cazibesini, ziynetlerini, ziynet yerlerini, takılarını başkalarına göstermesi, cilvelerle dikkat çekip kendisini ortaya koyması, insanların dikkatlerini üzerine çekmesi anlamlarına gel-mektedir. Evet bu yasak ta peygamber kadınları şahsında tüm mü’mi-ne hanımlara yapılmaktadır.

Öyleyse hiçbir müslüman kadın Allah’ın yasakladığı şekilde fiziksel güzelliklerini, fiziksel cazibesini ortaya koyacak bir şekilde evinden dışarıya çıkmamalıdır. Müslüman hanımların yerleri, örtüleri evleridir. Zaruretsiz evini terk eden müslüman kadınlar örtülerini kaybetmişlerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mücâdele suresi ayet 13
“Hususî konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü ki bunu yerine getirmediniz? Ama Allah, tevbenizi kabul etmiştir. Öyleyse namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve peygamberine itaat edin. Allah, işlediklerinizden haberdardır.”

Sizler Peygamber (a.s) ile özel görüşmenizden önce sadaka vermekten ürküp sakındınız mı ki bunu yerine getirmediniz? Çok mu zor geldi bu size? Zorlandınız mı sadaka vermekte? Âlimlerimizden kimileri bu emrin bir gün, kimileri de on gün yürürlükte kaldıktan sonra kaldırıldığını söylemişlerdir. Tabii bu arada Müslümanlar da eğitilmiş oluyorlardı. Artık bu uyarılardan sonra olur olmaz basit meselelerle alâkalı Peygamber (a.s) ile özel görüşme isteklerinden vazgeçmiş, bu konuda daha dikkatli davranır olmuşlardır. Müslümanların işleriyle uğraşan, Müslümanların sorumluluğunu üzerine alan kimseler de olur olmaz işlerle meşgul edilmemelidir.

Eğer yapamadıysanız, sadaka verme işini beceremediyseniz Allah sizi affetmiş, tevbelerinizi kabul etmiştir. Artık Allah’ın istediği şekilde namazınızı ikame edin, tüm hayatınızı düzenleyecek şekilde namazınızı ayağa kaldırın, hayata özdeş bir şekilde namazınızı güzelce kılın. Namazla Allah’tan mesaj alın ve bu mesaj ekonomik hayatınızı, eğitiminizi, ticaretinizi, evinizi, ailenizi ve tüm sosyal hayatınızı düzenlesin. Öyle bir namaz kılın ki, tüm bedeninizde Allah söz sahibi olsun.

Zekâtınızı da verin, malınıza da Allah’ın karıştığını ortaya koyun. Malla ilişkilerinizi de Allah’ın istediği gibi düzenleyin. Allah ve Resûlü’ne itaat edin. Allah ve Resûlü’nün dediklerinden çıkmayın. Ha-yatınızda söz sahibi Allah ve Resûlü olsun. Unutmayasınız ki Allah yaptıklarınızın tamamından haberdardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Namazda setr-i avret

Arâf suresi ayet 31
“Ey Âdemoğulları! Her mescid yanında ziynetlerinizi takının; yiyin için fakat İsraf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.”

Her mescid yanında süslenmemizi, ziynetlenmemizi istiyor Rabbimiz. Her mescid yanında bizden bir hareket isteniyor. Ama bu öyle bir hareket olacak ki devamlı olacak, hiç kesintiye uğramayacak ve bir de mutedil olacak ifradı tefriti olmayacak. Bu hareketin sınırları Allah ve Resûlü tarafından çizilmiştir. Nerede durulacak nerede yürünecek bunu Allah ve Resûlü belirlemiştir.

Halbuki bakıyoruz ki bugün müslümanların hayatında belli bir hedef, belli bir durak yoktur. Durulacak bir hudut bir sınır yoktur. Hep ileri, hep ileri bir felsefenin esiridir müslümanlar. Halbuki müslümanın hareketlerinde bir sınır bir hudut olmalıdır. Allah ve Resûlü böyle istemektedir.

Meselâ yemede içmede bir sınır vardır. Karın doyuncaya kadar yenir, ihtiyaç kadar içilir. İhtiyaç kadar kazanılır ve karşıdakine ihtiyacı kadar verilir. Zengin olunca o da vermeye başlar. Giyininceye kadar giyinilir ve karşıdaki giyininceye kadar giydirilir. Abdest alınıncaya kadar su kullanılır. İslâm’da davranışlarımızın tümünde bir sınır bir hudut vardır.

Burada da diyor ki bakın Rabbimiz her mescid yanında ziy-netlerinizi takınınız. Her mescid yanında süsleniniz. Mescidler de öy-le bir süslenin ki bu sizin süsünüz olsun. Mescitlerin içini süsleyin. Neyle? Halılar zililer, koltuklar kanepeler, yazılar levhalar, akvaryumlar avizelerle mi? Hayır saf temiz cemaatlerle. Tertemiz müslüman saflarla. Bir binanın tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmiş, kafa kalp birliği, iman itikad birliği içinde omuz omuza cemaatlerle.

Ya da şirkten, bid’atlerden ve hurafelerden uzak Allah’ın istediği gibi ibadetlerle süsleyin mescidleri. Allah ve Resûlünün istediği Allah’a lâyık kulluklarla, namazlarla, zikirlerle, tesbih ve tehlillerle, Allah’a lâyık kıyam ve secdelerle süsleyin. Yâni mescidin içini süsleyin, ya da mescitlerin içinde süslenin.

Ya da mescidlerin çevresini, mescid mahallerini süsleyin. Mescitlerin çevresini temizleyin. Yâni yıkın mescidlerin çevresindeki meyhaneleri. Yerle bir edin mescidlere bitişik kumarhaneleri. Silip sü-pürüp mescidlerin yanı başındaki fâiz haneleri. Temizleyin mescidleri bu pisliklerden ve süsleyin mescidlerinizin çevresini.

Âyet-i kerîmeden şu namaz kıldığımız mescidleri anladığımız gibi bir de hani Allah’ın Resûlü tüm arz benim için mescid kılındı buyuruyordu ya öyleyse ey müslümanlar öyle bir hayat yaşayalım ki tüm arz bizim için mescid olsun. Tüm arz bizim için orada Allah’ın emirlerini uygulayacağımız mekânlar olsun, tüm arz mescidinde Allah’ın biz-den istediği tavırlarla süslenelim. Tüm arz mescidinde Allah’ın emirlerini görüntüleyelim. Her nerede olursak olalım orada Allah’ın emirlerine secde ederek Allah’ın arzularıyla süslenelim. Her yerde Allah’ın kitabını görüntüleyelim. Allah’ın boyasıyla boyanalım, çevremize bu boya ile görünelim ve çevremizi de bu boya ile süsleyelim. Arzın her bir bölgesinde Rabbimize yakınlık gereği onun her istediğine onun istediği biçimde boyun bükelim.

Ziynet budur işte. Ziynet Allah’ın boyası, Allah’ın bizde gör-mek istediği görüntüdür. Allah ve Resûlünün ziynet dediği, süslü dediği şey ziynettir, süstür ve süslüdür. Dışındakilerin hiç birisi süs değildir, ziynet değildir.

Meselâ bir gelin düşünün ki üzerine giydiği gelinlik Zambiya’dan getirtilmiş, açık yeri kapalı yerinden fazla. Allah ve Resûlünün kıstaslarına göre bu elbisenin içindeki gelin süslü değildir. Süs ve ziynet değildir bu elbise. Bir gelin ki tepeden tırnağa örtülü işte süslü olan budur.

Bir ev düşünün ki şu kadar metre kare bir alana yapılmış, bahçesindeki çiçekler Sirilankadan, içindeki vazolar Bohemya’dan, kol-tukları kanepeleri İtalya’dan getirtilmiş süslü değildir bu ev. Ama yarın ölecekmiş gibi eşyaları Allah ve Resûlünün istediği gibi bina edilmiş bir çadır ondan süslüdür.

Bir el düşünün ki milyarlara mal olmuş bir altın yüksük takıl-mış bu el süslü değildir. Ama Allah ve Resûlünün istediği biçimde çok ucuz da olsa gümüş bir yüksük takılmış el süslüdür. Bir baş düşünün ki açık, o baş süslü değildir.

Veya bir baş düşünün ki takke giyilmiş o da süslü değildir. Başın ziyneti o takkenin üzerine sarılmış bir sarıktır. Veya sakalsız bir yüz asla süslü değildir.

Yüzün ziyneti de Allah ve Resûlünün istediği biçimde bırakıl-mış sakaldır. Tesettürsüz bir vücut süslü değildir. Allah ve Resûlünün tarifine uygun olarak giyinmiş bir beden ziynetlidir. Bir kadının kocasının yanında ona kendisini arz etmesi, onun süsü ve ziyneti, dahası başkalarının yanında sesini ve saçının bir telini bile saklaması onun süsü ve ziynetidir.

Yâni Allah neyi nasıl istemişse öylece yapmak ziynettir. Su geminin altındaysa ziynettir, ama su geminin içindeyse ziynet değil-dir. Dünya ve dünyalık her şey ayaklarınızın altındaysa, siz onlara hükmedebiliyorsanız ziynetlidir, ama dünyalıklar sizin içinize girmiş ve size hükmetmeye başlamışsa bu ziynet değildir.

O halde Allah’ın bizden istediği, beğendiği, bizde görmekten razı olduğu her türlü davranışlarımız bizim ziynetimiz ve süsümüzdür. Namaz vücudumuzun süsü ve ziynetidir. Zekât mallarımızın ziynetidir. Terbiye adına çocuklarımıza attığımız her tokat onların süsüdür. Müslümanın onu cennete ulaştırma adına hanımının yüzüne kondurduğu buse de onun süsüdür.

Bir sofra ki Rasûlullah’ın sofrasına benzediği ölçüde süslüdür. Bir yiyiş içiş modeli Rasûlullah’ınkine benzediği ölçüde ziynetlidir. İşte bu bir başka ifadesiyle ruhsattır. Ruhsat miktarı olanlar süslüdür ziynetlidir ruhsat ötesine aşıldığı zaman da bu israftır.

Evet öyle bir süslenelim ki bu arz mescidinde bu Allah ve Resûlünün bizden istediği bir süslenme olsun. Tıpkı kocası için süslenen bir kadının yahut da karısı için süslenen bir kocanın süslenmesi gibi biz de Rabbimiz için ve Rabbimizin istediği biçimde süslenelim.

Bakın âyetin devamında Rabbimiz süslenmenin hemen akabinde İsrafı da yasaklamaktadır.

Yemenizde içmenizde, giyinmenizde kuşanmanızda da haddi aşıp İsraf etmeyin. Allah’ın sınırlarını aşmayın. Allah ve Resûlünün tanıdığı ruhsatın dışına çıkmayın. Haramı helâl yapmayın. Öyle yiyin için, öyle giyinin kuşanın ki bu Allah’ın size tanıdığı ruhsat kadar olsun. Yeme içme ve giyinme konusunda Allah’ın Resûlü ne kadarına müsaade etmişse işte o kadarı israf değildir. Bu sınırı aşanların tamamı bilelim ki israftır. Tek çeşit yenecek, acıkmadan oturulmayacak, doymadan kalkılacak, ayakta yenmeyecek, besmele çekilecek önünden yenecek, aç komşular varsa onlar da çağrılacak.

Evet yiyin için ama israf etmeyin çünkü Allah israf edenleri sevmez. Peki İsraf nedir? İsraf ihtiyaç dışı tüketim demektir. İhtiyaç dışı istihlak demektir. İsraf ihtiyaçsızlık adına harcamaktır. Peki ihtiyaç nedir? İhtiyaç işte curcuna burada başlıyor. Efendim işte şu kadar da olsa yetmiyor, yetiremiyoruz. Bizim ihtiyaç felsefemiz yanlıştır. İhtiyaç anlayışlarımız bozuktur.

Peki nedir ihtiyaç? İhtiyaç Allah’ın bizden istediği kulluğun icrasında bize mutlaka lâzım olan şeylerdir. Cenâb-ı Hakkın bizim hayatımıza çizdiği kulluk programının icrası adına harcanacaklara, harcanması gerekenlere ihtiyaç diyoruz. İşte bunun dışına çıkmak bu sınırı aşmak israftır. İhtiyaç elzemi lâzıma tercih etmektir. İsraf da lâzımı elzeme tercih etmek demektir.

Öyleyse hayatımızda bir lâzım bir de elzem olan şeyler vardır. Yâni onsuz olmaz mutlaka elzem olanlar vardır bir de olsa da olur olmasa da olur dediğimiz lâzım olanlar vardır. O halde ihtiyaç elzemi lâzıma tercihtir. Mutlaka elzem dediğimiz onsuz olmaz dediğimiz şeyleri lâzıma tercih edeceğiz.

Meselâ her evin mutlaka bir sergiye ihtiyacı vardır. Elzemdir bu. Ama bu serginin bir kilim yahut bir hasır olması elzemken bilmem kaç milyona mal olacak bir Bünyan halısı olması da belki lâzımdır. Öyleyse biz elzemi lâzıma tercih edecek ve o konuda İsraf etmeyeceğiz. Evimizde aydınlanmak için mutlaka bir aydınlatıcıya ihtiyaç vardır. Elzemdir bu. Ama yüz mumluk bir ampul dururken bilmem kaç milyona mal olacak bir avize almamız lâzımı elzeme tercihtir ki bu İsraftır.

Yaşamak ve Allah’a kulluk takdim edebilmek için yemek zorundayız bu elzemdir. Ama şu kadar liraya mal olan bir yemekle doyacakken bu kadar liraya mal olacak yemeklerin peşine takılmak, hayatta onları hedef haline getirmek veya üç lokmayla doyacakken dördüncü beşinci lokmaya uzanmak İsraftır. Hattâ ol sebepten bar-sakları boşaltma adına tuvalette kaybedilen zaman bile İsraftır.

Kişinin Allah’ın kendisinden sarfını istemediği her türlü sarf, her türlü harcama İsraftır. Efendim bu havluya el siliniyor bir de ayak havlusu lâzım. Peki var mıydı sahabenin böyle ayak havluları? İhtiyaç konusunda kitap ve sünnet ölçüdür. Ne yapalım bunlar, bunlar da ihtiyaçtır diyerek eğer Pavlos’un köpeği şartlanmaya kalkışırsak ihtiyaçlarımız hiç bir zaman bitmeyecek ve biz ihtiyaçsızlığı ihtiyaç bilip bir ömür boyu bunların giderilmesi adına çırpınıp duracağız demektir.

Allah’ın Resûlü bir hadislerinde denizin kenarında da bulun-sanız abdest alırken fazla su harcayıp İsraf etmeyin buyurmaktadır. Denizin kenarında bile olsanız. Yâni benim yaptığım meşru bir iştir, ben şu anda abdest alıyorum binaen aleyh iki üç avuç fazla su harcasam ne çıkar? Denizin suyu tükenecek değil ya demeyeceğiz. Bu bir emirdir ve müslümanın tüm hayatı buna uygun olmalıdır. Bakın deniz kenarında meşru bir yere harcarken bile israf etmeyeceğiz.

Tabi burada anlatılan sadece deniz değildir. Ne kadarda malın olursa olsun yine de harcaman ölçülü olacaktır. Yâni düşünün ki çok malınız var. Deniz kadar da malınız olsa meşru dairede harcarken bile israf etmeyeceksiniz. Gayri meşruya zaten harcanmayacak da meşruya harcanırken bile İsraf edilmeyecek. Bir iki örnek verelim.

Meselâ bugün Allah ve Resûlünün istediği tarzda bir düğün eğer üz yüz milyona mal olabiliyorsa iki yüz elli milyonu olan bir elli milyon borç bulsun üç yüz milyon harcasın, yüz milyarı olanda yine üç yüz milyon harcasın ve İsraf etmesin demektir bunun mânâsı. Peki deniz kadar malı var adamın o da bu kadar harcayacak peki bu adam malının geri kalanı ne yapacak? Onu harcamayıp, İsraf etmeyip Allah kullarına ulaştıracak.

Veya meselâ beş kişilik bir ailenin bir akşam yemeği elli bin liraya hazırlanabiliyorsa yüz milyonumuz da olsa yine elli bin lira harcayacak ve İsraf etmeyeceğiz. Efendim benim deniz kadar malım var. Şu kadar da harcasam tükenmez, ne fark eder ben başkaları gibi değilim ki, benim sofram başkalarının sofrası gibi olamaz, benim düğünde harcamam başkaları gibi olamaz demek Allah korusun İslâm dışı bir hayatı çağıracak ve bizi İsrafların içine batıracak ve toplumda fertler arası uçurumlar meydana getirecektir.

Meselâ çocukların ekmeği bile zor bulabildikleri bir mahallede bizim çocuklarımızın ellerinde pastayla sokağa çıkması ne büyük bir dengesizlik ve ne acı bir yıkım doğuracaktır bunu düşünmek zo-rundayız.

Öyleyse unutmayalım ki deniz kadar malı olan da ırmak kadar malı olan da aynı ölçüde harcayacak, her ikisinin de sofraları aynı olacak, her ikisinin de harcamaları aynı olacak ve fazlalıklar Allah kullarına ulaştırılacak ve İsraf edilmeyecektir. işte hadisin bize anlatmak istediği budur.

Günümüz insanı maalesef deliğe göre yama yerine, yamaya göre delik açma kavgasındadır. İhtiyaca göre harcama yerine paraya göre, gelire göre harcama alanları açmaya çalışıyorlar. Nice insan bilirim ki kaşınan yerlerini bile kaşıyamıyor, ama niceleri de vardır ki gicişmedik yerlerini kaşıma kavgası veriyor. Ben öyle insanlar tanırım ki sadece bir akşam yemekleri mübâlağa etmiyorum fakir bir ailenin bir aylık yiyeceği. Fakir bir ailenin bir ayda yiyeceğini bir akşam yiyebiliyorlar.

Sanki adamların ağzı mutfakta ensesi tuvalette. Yemekten başka bir şey düşünmüyor adamlar. Halbuki vücutlarımız bize Allah’ın emânetidir. Vücutlarımızın yapısını değiştirmeye, bozmaya ve işleyişini zorlaştırmaya yönelik her şey yasaktır. Emânete hıyanettir. Bir mideye her gün inen mayeyi şöyle bir düşünün. Sabahleyin beş bardak renkli su çay, gündüz akşama kadar renkli su, ayran, göze faydalıdır diye bir iki bardak havuç suyu, vitamin vardır diye bir iki bardak portakal, limon suyu, bir iki şişe meşrubat, her uğradığı yerde hatır için çay üstüne çay, kahve üstüne kahve. Şimdi bu mideyi düşünün siz.

Lâkin şurası bir hakikat ki bütün bu içmeler ihtiyaç adına, beslenme adına değil hatır adına, İsraf ve lüks adınadır. Vücudun yapı taşlarını bozma adınadır. Dostluk adına veya müşterinin her isteğini yerine getirme adına bunlara karşı çıkamayan kişi İsrafın içine gömülüyor demektir. Meselâ gittiğiniz her yerde size su ikram edilse siz de bunu reddetmeseniz ölürsünüz . Ama renkli su olunca akşama kadar içmeye devam ediyor adamlar.

Halbuki bu dünyada elbette mü’minler kâfirlerden farklı olmalıdırlar. Kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla; kâfirler dünyada sa-dece yerler içerler. Hem de hayvanlar gibi yerler içerler. Bu hayvan özelliğidir. Sadece yemek içmek. Önüne ne gelirse yemek içmek. Ye-mek için yemek, içmek için içmek. Kulluk için değil, ihtiyaç için değil önüne gelen hiçbir şeyi reddetmeden yemek içmek bu hayvan karakteridir. Halbuki mümin asla böyle değildir. O önüne gelen her şeyi ye-meden yana olmaz. Onun yemesinde ve içmesinde bir sınır bir durak noktası vardır.

Hattâ Allah’ın Resûlü bir hadislerinde:

“Kişinin canının çektiği her şeyden yemeye çalışması İsraf olarak ona yeter”

Buyurmaktadır. Ee efendim tüm bu nîmetler yenmek ve içmek için yaratılmamış mıdır? Yemeyelim mi yâni? Bütün kadınlar da evlenmek için yaratılmışlardır ama bir sınır var değil mi? Hepsinden istifade hakkımız yoktur değil mi? Hayvanlar yerler içerler ama yiyip içtikleri nîmetler üzerinde hiç düşünmezler. Acaba bu yediğim, içtiğim rızklar nereden gelmiştir? Nasıl meydana gelmiştir? Kim yaratmış bunları? Acaba tüm bu nîmetleri yaratıp benim hizmetime sunan varlık bu nîmetler karşılığında benden ne ister? O’na nasıl teşekkür etmeliyim? Hayvan bunu düşünmez düşünemez. İşte kâfirler de aynen bu hayvanlar gibidirler. Yiyip içmelerinde hiçbir kontrol mekânizması, hiçbir sınır ve durak noktası olmadığı gibi tüm bu nîmetleri kendilerine sunan Rablerine karşı da en küçük bir minnet duyguları da yoktur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Temizliğin namazın şartlarından oluşu
Mâide suresi ayet 6
“Ey İnananlar! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüpseniz yıkanıp temizlenin; şâyet hasta ve yolculukta iseniz veya ayak yolundan gelmişseniz yahut kadınlara yaklaşmışsanız ve su bulamamışsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinizi, ellerinizi onunla meshedin. Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nîmeti tamamlamak ister ki şükredesiniz.”

Bu âyete abdest âyeti diyorlar, ama benim anladığım bu âyet abdest âyeti değildir. Çünkü bu âyetler kitabımızın son inen âyetleridir ve bu döneme kadar Müslümanlar hep abdest alıp namaz kılıyorlardı. Onun içindir ki bu âyet abdest âyeti değil, belki teyemmüm âyetidir. Rabbimiz buyuruyor ki ey îman edenler, namaz kılmak istediğinizde abdestiniz yoksa yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da yıkayın. Böyle bir anlayış vardır. Ayakların baştan önceki emirlere atfedildiği bir anlayış. Bir de şöyle bir anlayış vardır: Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin, ayaklarınızı da. Bu anlayışa göre ayaklar hemen kendisinden önceki emre atfedilerek başlarınızı meshedin, ayaklarınızı da meshedin anlamı tercih edilmiştir.

İşte bu iki kıraat farlılığından, bu iki anlayış farklılığından ötürü belki Sünnî dünya ile Şia dünyası arasında en büyük fıkhî ihtilâflardan birisi vaki olmuştur. İhtilaf kıraat farklılığından kaynaklanmıştır. Sünnî anlayışta bu “Erculeküm” kelimesi kendisinden önceki meshi emredilen baş kelimesine atfedilerek meftuh okunurken, Şia anlayışında ise bu kelime hemen kendisinden önceki meshi emredilen baş kelimesine atfedilerek “Ercüliküm” şeklinde okunmuştur.

Şia, Zeydîler, Caferîler, Taberî, İbni Abbas, Enes, Ali (r.a) bu anlayışı tercih ederek çıplak ayakların da meshedilmesini kabul etmişlerdir. Sünnî yorum ise bu ifadenin bir önceki emre atfedilmesini tercih ederek çıplak ayakların yıkanması gerektiğini kabul etmişlerdir. Bunlardan her iki yorum da Kur’an’a dayanan, her ikisi de delilleri olan yorumlardır.

Yine bu âyetle alâkalı bir başka ihtilâf, bir başka farklı anlayış ta şuradan çıkmıştır: Acaba âyetteki “vav” lar atıf vavları mıdır? Yoksa takibiyye vavları mıdır? Yâni bu vavlar acaba mutlak cem mi ifade ederler, yoksa takip mi ifade ederler. Yâni bir önceki cümleden sonra gelen cümle, bir emirden sonra gelen emir acaba bir sırayı da farz kılmakta mıdır? İmamlarımızdan İmam Şafiî bu vavlar tertip ve takip ifade eder diyerek âyetteki sıralamamın da farz olduğunu söylemiştir. Yâni önce eller ki onunla diğer uzuvlar yıkanacağı için önce onun temizlenmesi gerekmektedir, sonra yüz, sonra dirseklere kadar kollar, sonra baş, sonra topuklara kadar ayaklar. Bu sıranın takibi de vaciptir. Ama imam Ebu Hanife bu vavların atıf vavları olduğunu ifade ederek abdestteki sıralamanın vacip değil sünnet olduğunu kabul etmiştir.

Sonra buyuruyor ki Rabbimiz, eğer cünüp iseniz tüm vücudunuzu yıkayarak temizlenin. Eğer hasta olur da su kullanmak size bir zarar verirse veya yolculukta olup da su bulamamışsanız veyahut da sizden biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara lems etmişseniz, ya dokunmuş, yahut da cinsel ilişkide bulunmuşsanız, su arayıp da bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. sünnetin tarif buyurduğu gibi ellerinizi iki defa temiz toprak veya toprak cinsinden bir şey üzerine vurarak yüzünüzü ve kollarınızı meshedin. Unutmayın ki Allah böylece abdesti, guslü ve teyemmümü size farz kılar*ken size asla güçlük çıkarmak istemiyor. Lâkin Rabbiniz böylece sizleri günahlardan ve hata kirlerinden arındırmayı ve üzerinize olan nîmetlerini tamamlamayı murad ediyor. Sizi hem bedenen hem de ruhen temizlemeyi murad ediyor. Çünkü abdest bedenî bir temizlenme, iken namaz da ruhî ve manevî bir temizlenmedir. Veya abdest maddî bir temizlenme iken teyemmüm de manevî ve niyetî bir temizlenmedir. Teyemmüm baştan sona niyettir. Allah’ın istediği teslimiyeti ortaya koymaktır. Allah’la ilişkinin sürdürülmesidir. Allah’la kopukluğun bitirilmesidir. Umulur ki sizler de Rabbinize şükredesiniz. Hayatınızı Rab-biniz için yaşaya ve tüm verilenleri O’nun yolunda kullanasınız.

Evet az evvel de ifade ettiğim gibi “Lamese” ifadesi de farklı anlaşılmıştır. Bu da mücmel bir ifadedir ve İmam Ebu Hanife bu kelimeye mecaz anlamı yükleyip kadınlarla cinsel ilişki kurduğunuz zaman şeklinde anlarken, İmam Şafiî de hakikat anlamı yükleyerek mücerret kadınlara dokunduğunuz zaman şeklinde anlamıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Namaz için beden temizliği

Nisâ suresi ayet 43
“Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolcu iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah affeder ve bağışlar.”

Ey mü’minler, sarhoşken namaza yaklaşmayın. Tâ ki ne dedi-ğinizi bilene kadar. İnsanlara sarhoşluk veren içki belli merhaleler sonucunda haram kılınmıştır. Bu konuda ilk gelen âyet-i kerîme şudur:
"Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının meyvele-rinden hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız hem de güzel bir rızık."
(Nahl: 67)


Âyeti gelmiş. Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz içkinin haram olduğunu bildirmemekle beraber diğer rızıklar için kullandığı güzel ifadesini kullanmamıştır. Bu kadarcık bir işareti kavrayan sahâbenin bir kısmı içkiyi terk ettiler ama yine içmeye devam edenler de vardı. Sonra ikinci merhalede Hz. Muaz ve beraberlerindeki bir kısım sahâbeyle gelmişler Allah’ın Resûlüne ve: "Ey Allah’ın Resûlü! Bize içkiyle alâkalı bir şeyler söyle! Biz bunlardan çok rahatsız oluyoruz! İçki aklı giderdiği için çok çirkin şeyler oluyor! Bu konuda bize bir şeyler demeye-cek misin? Bir fetva vermeyecek misin?" deyince Bakara sûre*sindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Peygamberim sen deki onlara içki ve kumarda hem büyük günah vardır hem de insanlara birtakım faydalar vardır. Bu âyet-i kerimede de içkinin yasaklığı belli olmakla birlikte caiz olma ihtimali de yok değildi. Bu kadarcık bir açıklamayla da olsa sahâbeden pek çoğu da içkiyi terk etti. Ama kesin yasak olmadığı için içenler de vardı.

Sonra sahâbe arasında cereyan eden bir namaz olayında sahâbeden birisi içkili olması sebebiyle Kâfirûn sûresini yanlış okuması sonucunda hemen akabinde Nisâ sûresindeki bu âyet geliyordu. Ey iman edenler! Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın! Ta ki ne dediğinizi bilinceye kadar. Buradaki emrin biraz daha sertleşmesinden sonra sahâbe arasında içkiyi terk edenlerin sayısı artarken, iç-meye devam edenlerin sayısı da yok denecek kadar azaldı. Bir ara iç-ki yüzünden pek çok densizliklerin yaşandığından rahatsız olan Sad Bin Ebi Vakkas Rasulullah’a gelerek şikâyette bulunmuş ve Allah’ın Resûlü de:
"Allah’ım! Şarap hakkında bize yeterli beyanda bulun!"

Diyerek dua etti ve hemen arkasından Mâide sûresindeki:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz...."
(Mâide: 90,91)

Âyeti inmiş ve böylece kesin olarak şarabın haramlığı ortaya konmuştur. Rabbimiz buyuruyor ki sarhoşken, ne dediğinizi bilmez bir vaziyette namaza yaklaşmayın. Aynen sarhoşluk gibi uykusu gelen kimseyi de Allah’ın Resûlü namazdan menetmiştir. Bakın Rasulullah Efendimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birinizin namaz kılarken uykusu geldiği zaman namazı bıraksın ve ne dediğini bilene kadar uyusun. Çünkü böyle bir durumda kişi istiğfar edeceğim derken kendi kendisine hakaret edebilir.”

İçkili olan, ya da namazda uyuklayan kişi ne dediğini bilmez bir vaziyette Allah’a teslimiyet bildirirken belki isyan içine düşebilir. Sarhoşken Allah’ı övecekken belki de Allah’ın gazabını celp edecek sözler söyleyebilir. İşte insan eğer namazda ne dediğini, ne okuduğu-nu bilemeyecek kadar sarhoşsa namaza yaklaşmayacak. Namaz kılamayacak kadar aklı olmayan kişi namaza duramaz. Böyle bir adamın namaz kılması caiz olmadığı gibi ona bir şey de anlatılamaz. Tıpkı uyuyan bir kimseye bir şeyler anlatmaya benzer buna anlatmak. Zira sarhoştur o.

Tabi herkes içki sarhoşu değildir. Hattâ hayatta insanı sarhoş eden öyle şeyler vardır ki içkiden daha beterdir. Çünkü içkinin tesiri geçince insan ayıkır ama onların tesiri ölünceye kadar geçmez. Meselâ adam mal sarhoşudur, makam sar*hoşudur, kadın sarhoşudur, ben bilirim sarhoşudur ki ölünceye kadar bu sarhoşluklarının tesiri geçmez. İşte görüyoruz, kimi insanlar dünyalık elde edeceğiz diye namazda ne dediklerinin, ne okuduklarının farkında değiller. Okudukları sûrelerin ne anlama geldiğini? O sûrelerle Allah’a nasıl bir taahhütte bulunduklarını? Allah’tan hayatlarını düzenlemek üzere ne tür mesaj*lar aldıklarını bilmemektedirler. Yâni namazda ne dediklerini, ne okuduklarını bilmeden, kalplerinde, kafalarında, akıllarında, dünyalarında Allah huzurunda olmanın şuurundan uzak altın, gümüş, para, pul, çek, senet düşünceleri olduğu halde sarhoşça bir namaz kılmaktadırlar.

Ekonomik sarhoşluklar, siyasal sarhoşluklar, ailevi sarhoşluklar içinde kılınan bir namaz da herhalde bu yasağın kapsamı içine girecektir. Bu sarhoşluklardan kurtulup okuduğumuz sûrelerin ne anlama geldiğini, o anda Allah’la nasıl bir diyalog halinde olduğumuzu anlayacak bir noktaya gelmek zorundayız. Dünyada bu kadar şeylere zaman bulabilen bir Müslüman okuduğu sûreleri tanıyacak kadar bir zamanı kalmamışsa sarhoş değil de nedir bu adam? Elbette dünyaya verdiği değeri dinine vermeyen bir Müslüman dünyada sarhoşluğun daniskasını yaşıyor demektir.

Namaza başlarken “Allahu Ekber”derken, “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” derken, “Sübhanallah” derken, “İy-yake nabudu ve iyyake nesteiynu” derken bunların ne anlama geldiği bilmeden bir namaz kılıyorsa bir Müslüman, onun kıldığı namaz sarhoşun kıldığı namazdan farksızdır. Allah için bu konuda kendimizi bir daha gözden geçirelim. Allah için birkaç hafta, birkaç ay tüm işlerimizi bırakalım, tüm meşgalelerimizi terk edelim ve namazları-mızda Allah’ı hamd etme, Allah’ı tesbih etme, Allah’ı yüceltme, Allah’ı zikretme, Allah’tan mesaj alma, Allah’a tekmil verme sözlerimizin ne anlama geldiğini öğrenelim. Bu din işi yahu. Dünya işine benzemez. Tüm dünyayı kaybetseniz bile ne önemi var? Dünyanın da âhiretin de en büyük değer ölçüsü olan namazı düzgün kılarak ebedî hayatımızı kurtarmaya çalışalım. Düzgün bir namaz kılarak dünya ha*yatımızı da düzene koyalım. Namaza özdeş bir hayat, hayata özdeş bir namaz kılalım inşallah.

Ben böyle deyince kimi müslümanları şöyle serzenişlerde bulunduklarına şahit oluyoruz. Ne yani şimdi işimizi, aşımızı bırakalım mı? Dükkanlarımızı mı kapatalım? Böyle diyenlere diyorum ki: vallahi siz bu kitabı kapatıp bir hayat yaşarken dükkanı kapatmışsınız, açmışsınız ne fark eder? Allah için bir düşünün; on yıl öncesine oranla bugünkü mal varlığınız ne kadar arttı? Bir de Kur’an sünnet bilginize bakın. Bu on yıl içinde ne kadar artmış? Allah’tan korkun.

Arkadaşlar, bir de âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki sarhoş olan birisinin irtidatı da geçersizdir. Çünkü az evvel ifade ettiğim gibi sahâbeden bir zatın sarhoş iken kıldırdığı namazda Kâfirun sûresinde ki “La a’büdu ma ta’büdun” ”Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam” âyetindeki “La” yı nafiyeyi hazfederek okuduğu halde, yâni “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza taparım” şeklinde okuduğu halde sahâbeden hiç kimse onun küfrüne hükmetmemiştir. Ve işte bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz da: “Ey İman edenler! Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın” buyurarak onların mü’min olduklarını tescil buyurmuştur.

Ve cünüp iken de yolculukta olmanız hariç gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Evet demek ki bir Müslüman cünüp iken de, abdestsiz iken de namaza yaklaşmayacak. Abdestsiz iken abdest alıncaya, cünüp iken de gusledip cünüplükten temizleninceye kadar namaza yaklaşmayacak. Ancak yolculuk müstesnadır. Yolculukta olanlar yıkanma imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle teyemmüm ile namazlarını kılabileceklerdir.

Eğer hasta veya yolculukta iseniz, veya biriniz ayak yolundan (Hacet yerinden) gelmişseniz, yahut kadınlara dokunmuş, helâl yoldan kadınlarıyla beraber olmuş da gusledeceği yahut abdest alacağı bir dönemde su bulamamışsanız, bu durumda temiz bir toprakla teyemmüm edin. Hafifçe yüzlerinize ve ellerinize sürün. Muhakkak ki Allah sizin için çok afuv ve Ğafûr olandır. Sizin için çok affedici ve ğufran sahibidir. Görüyor musunuz Rabbiniz ne kadar affedici, ne kadar ve kusurlarınızı, eksiklerini görmezden gelicidir.

Evet kadınlara dokunmuşsanız. Buradaki dokunma anlamına gelen “Lemese” kelimesinin anlamı konusunda ihtilaf edilmiştir. Hz. Ali, Abdullah İbni Abbas, Ebu Mûsâ El Eş’ari, Übey Bin Ka’b gibi kimi selefimiz bunun kadınlarla cinsel ilişki anlamına geldiğini ki Ebu Ha-nife bunu tercih etmiştir. İbni Mes’ud, Hz. Ömer, ve İbni Ömer gibi ki-mi sahâbe de kadına elle dokunmak mânâsına anlamışlardır ki İmam Şâfiî de bu anlayışı tercih etmiştir. Bu konuda bir üçüncü görüşü de İmam Mâlik Efendimiz tercih etmiştir ki o da kadınlara cinsel haz veren bir dokunuşla dokunmadır şeklindedir. Ama hiçbir cinsel arzu hissetmeksizin gerçekleşen dokunmalar bunun dışındadır der İmam Mâlik.

Hastasınız, yahut seferdesiniz ve su bulamadınız. Bu hadîsenin ilk başlangıcı da Hz. Ayşe annemiz sebebiyledir. Ayşe annemizin bir seferde gerdanlığı kayboldu da onu arama sebebiyle Müslümanlar namazlarını geciktirdiler, sonra su da bulamadılar, Mevlâ’mız teyemmümü meşru kılıverdi. Rabbimiz kullarına böylece bir lütufta bulunuverdi. İşte Ayşe annemiz sebebiyle o günkü Müslümanlara gelen bu lütuf böylece kıyamete kadar tüm Müslümanlara bir lütuf olarak devam ediverdi. Mâide sûresinin 6. âyetinde de aynı husus anlatılır. Teyemmüm bir şeye niyet etmek, kast etmek anlamına gelir. Bilirsiniz niyetle eller iki kere toprağa vurulur, yüz ve eller dirseklere kadar sürülüp meshedilir.

Şâfiîler bu âyetin mânâsını şöyle anlamışlar: Namaz kılınan yerlere yâni mescitlere cünüp haldeyken yaklaşmayınız. Ancak oradan geçmek hali müstesnadır şeklinde anlamışlardır. Yâni bir iş için, bir zaruret için oradan geçmeniz müstesna o haldeyken mescitlere girmeyin şeklinde anlamışlardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abdestin farz oluşu

Mâide suresi ayet 6
Ey iman edenler, siz namaz kılmak istediğiniz zaman abdestsiz iseniz, yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklerle beraber temiz su ile yıkayın. Başlarınızı meshedin. Ve ayaklarınızı topuklarla beraber yıkayın. Şayet cünüp iseniz yıkanarak temizlenin. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunuyorsanız yahut abdest bozmaktan gelmişseniz veya hanımlarınızla cinsi münasebette bulunmuşsaniz ve bu durumda su bulamıyorsanız yahut su bulunduğu halde onu kullanma imkanınız yoksa temiz bir toprakla teyemmüm edin. O toprakla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Allah size farz kılmış olduğu hükümlerle sizi zora koşmak ve sıkıntıya sokmak istemez. Fakat o sizi, abdestsizlikten, cünüplükten ve manevi kirler olan günahlardan temizlemek ister. Ve şükredesiniz diye teyemmümü size mubah kılarak size olan nimetini tamamlamak ister.

Ayet-i kerimede müminlere, namaza kalktıkları zaman abdest almaları emredilmektedir.
Müfessirler, namaza hangi halde kalkıldığında abdest alınması gerekli olacağı hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Ebıı Musa el-Eş'ari, Ebul Âliye, Said b. el-Müsey-yeb, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Cabir b. Abdullah, Dehhak, Esved ve Süddi'den nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerimede, kişi abdestsiz iken namaza kalktığı zaman abdest alması emredilmiştir. Şayet kişi namaza kalkmadan önce abdest-li ise yeniden abdest alması gerekli değildir.

Bu hususta lkrime eliyor ki:
"Abdullah b. Abbas dedi ki: "Abdestsiz olmadıkça abdest almak gerekmez."
Yine İkrime diyor ki:
"Sa' b. Ebi Vakkas, bir kaç namazı bir abdestle kılardı." Muhammed b. Şirin diyor ki:
"Ben, Abide es-Selmaniye sordum ki: "Abdest almayı hangi hal gerektirir?" O da dedi ki: "Abdestsiz olma hali."
Tarif b. Yezıd'den nakledilmiştir ki, onlar Ebu Musa el-Eş'ari ile birlikte Dicle nehrinin kenarında bulunuyorlarmış. Abdest alıp öğle namazını kılmışlar. Sonra ikindi ezanı okununca adamlar kalkıp Dicle nehrinde tekrar abdest almaya başlamışlar.
Bunun üzerine Ebu Musa: "Abdest almak ancak abdestsizlik halinde gerekir." demiştir.
A'meş diyor ki:
"Ben, İbrahim en-Nehai'nin, öğle, ikindi ve akşam namazlarını tek bir abdestle kıldığını gördüm.
FadI b. Mübeşşir diyor ki:
"Ben, Cabir b. Abdullah'ın birkaç vakit namazı tek bir abdestle kıldığını gördüm.
O, idrarını yaptığında veya başka bir şeyle abdestini bozduğunda abdest alırdı. Suyun artığı ile mestlerini meshedirdi.
Dedim ki: "Ey Ebu Abdullah, bu, senin görüşüne dayanarak yaptığın bir şey mi?"
Dedi ki "Hayır. Ben, Resulullah'ın böyle yaptığını gördüm ve ben de onun yaptığını yapıyorum.

b- Zeyd b. Eşlem ve Süddi'ye göre bu âyette zikredilen namaza kalkma halinden maksat, uykudan sonra namaza kalkma halidir. Uyuyan kimsenin abdesti bozulmuş olacağından, uyandıktan sonra namaz kılmak istediğinde abdest alması emredilmiştir.

c- İkrime'nin ve Nizal'ın Hz. Ali'den, Enes'in de Hz. Ömer'den rivayet ettiklerine göre "bu iki sahabi bu âyet-i kerimenin, her namaz kılmaya kalkıldığında abdest almayı emrettiğini söylemişlerdir. Ancak kişi abdestli olduğu halde namaz kılmak istediğinde tekrar abdest alırken bu abdesti biraz daha hafif alır. mesela ayaklarını yıkama yerine onları mesheder.
Bu hususta Mes'ud b. Ali diyor ki: "Ben, İkrime'ye sordum ve dedim ki: "Ey Ebu Abdullah, ben sabah namazı için abdest alıyorum. Sonra çarşıya geliyorum. Öğle namazı vakti oluyor. Ben o abdestle öğle namazını kılayım mı?" O da dedi ki: "Ali b. Ebi Talib (r.a.) şu âyeti okuyordu: "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar yıkayın, Başınızı meshedin, Ayaklarınızı da topuklarla beraber yıkayın."
İbn-i Şirin diyor ki:
"Halifeler her namaz için yeni bir abdest alırlardı."
Enes diyor ki:
"Ömer b. el-Hattab, hafif bir abdest aldı ve dedi ki: "Bu, abdesti bozulmayan kişinin tekrar aklığı abdesttir."
Nizal diyor kî:
"Ben, Ali'nin öğle namazını kıldığını gördüm. Sonra o, insanlar için geniş bir yere oturdu. Ona su getirildi. O, yüzünü ve ellerini yıkadı, başını ve ayaklannı ise mesnetti ve dedi ki: "İşte bu, abdesti bozulmayanın abdestidir."

d- Abdullah b. Ömer ve Büreyde'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyette de zikredildiği gibi Allah teala Önce Resulullah'a ve müminlere, her namaza kalktıkları zaman abdest almalarını emretmişti. Daha sonra ise bu yükü hafifletti. Abdestli olma durumunda, namaz kılmak için yeniden abdest alma hükmünü kaldırdı.
Bu hususta Muhammed b. Yahya diyor ki:
"Ben, Abdullah'ın oğlu Ubey-düllah'a dedim ki: "Sen, Abdulah b. Ömer'in, abdestli olsun veya olmam her namaz için abdest almasının sebebi nedir biliyor musun?"
O da dedi ki:
"Bana Zeyd b. Hattab'm kızı dedi ki:
"Abdullah b. Zeyd b. Hanzal'a anlatmış ki, Resulullah her namaz kılarken abdest almayı emretmiş bu da ona ağır gelmiş. Bunun üzerine Resulullah, her namaz için misvak kullanmasını emretmiş, abdest almasını kaldırmış, ancak abdestinin bozulma halini müstesna kılmıştır. Fakat Abdullah her namaz vakti için abdesl almaya gücü ve kuvvetinin yettiğini hissetmiş ve bundan dolayı her namaza kalktığında abdest almıştır.

Büreyde diyor ki:
"Resulullah her namaz için abdest alırdı. Mekke'nin fethi yılında bütün namazları tek bir abdestle kıldı ve mestleri üzerine de mesnetti.
Ömer dedi ki:
"Sen daha önce yapmadığın bir şeyi yaptın"
Resulullah da buyurdu ki:
"Ben bunu kasıtlı olarak yaptım.
Abdullah b. Ömer diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.) öğleyi, ikindiyi, akşamı ve yatsıyı tek bir abdestle kıldı."

Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Allah tealanın bu âyetle her namaz kılmaya kalkana abdest almayı emrettiğini söyleyen görüştür.
Ancak bu emir, abdestsiz olanlar için farz, abdestli olanlar için ise menduptur. Nitekim Resulullah, Mekke fethedilmeden önce her vakit namaz için yeni bir abdest alarak ümmetine, her vakit namaz için abdest yenilemenin faziletli bir amel olduğunu öğretmiş Mekke fethedildikten sonra da tek bir abdestle bir çok vakit namazını kılmış böylece asıl farz olanın abdestli olmak olduğunu ümmetine beyan etmiştir.
Eğer denilecek olursa ki yukarıda, Abdullah b. Zeyd b. Hanzala'nın rivayet elliği hadise göre Resulullah, her namaz için abdest alınmasını emretmiş sa-habiler de bu emrin farziyet ifade ettiğini anlayarak ona uymaya çalışmışlar, fakat bu onlara ağır gelmiş. Bunun üzerine bu emir neshedilmiştir. Bu da gösteriyor ki, namaza kalkıklığında abdest alınmasını beyan eder emir, mendubiyet ifade etmemektedir."
Cevaben denilir ki
"Allah'ın, Resulüne emrettiği emirler farziyet, öğüt, mendupluk, mübahlık ve mutlak bir hal ifade edebilir. Allah'ın buyurduğu emri bu yönleri ifade etme ihtimalinde olduğuna göre emri bu yönlerden, daha kuvvetli yöne yorumlamak elbetteki daha evladır.
Kaldı ki bütün büyük âlimler Allah tealanın, Peygamberlerine ve diğer kullarına her zaman için abdest almayı önce farz kılıp daha sonra da bozmuş olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Bu da gösteriyor ki Resulullah'ın her vakit abdest alması bir mendubu tercih etmesidir yoksa bir farzı yerine getirmesi değildir.
Nitekim abdestli iken tekrar abdest almanın sevap olduğunu beyan eden şu hadis-i şerifler bunu ifade temekledirler.
Amr b. el-Âmir el-Ensari diyor ki:
"Ben, Enes b. Malik'in şöyle dediğini işittim: "Resulullah, her namaz için abdest alırdı.
Dedim ki:
"Siz ne yapıyordunuz?"
dedi ki:
"Biz bütün namazları, abdestiııi bozmadıkça tek bir abdestle kılardık.
Abdullah b. ömer diyor ki :
"Resulullah buyurdu ki :
"Kim, abdestli olduğu halde tekrar abdest alacak olursa onun içi on sevap yazılır.
Ebu Gutayt" diyor ki :
"Ben , Abdullah b. ömerle birlikte Öğle namazını kıldım. Abdullah, binasmdak oturma yerine geldi. Orada oturdu. Ben de onunla birlikte oturdum, ikindi ezam okununca abciest suyu istedi. Abdest aldı çıkıp namaza gilli.
Sonra tekrar oraya döndü. Akşam ezanı okununca yine su istedi, abdest aldı.
Ben de dedim ki :
"Yaptığım gördüğüm bu şey sünnet midir?"
O da dedi ki :
"Hayır, sabah namazı için aldığım abdest, onu bozmadıkça bütün bu namazlar için kâfi idi.
"Fakat ben, Resulullah'm:
"Kim, abdestli iken tekrar abdest alacak olursa onun için on sevap yazılır." buyurduğunu işittim ve ben bu sevapları kazanmak istedim."
Taberi diyor ki:
"Bir kısım âlimlere göre namaza kalkıldığında abdest almayı emreden bu âyet-i kerime, Allah tealimin, Resuîullah'a, diğer amelleri yaparken değii, sadece namaz kılarken abdesî almasının gerekli olduğunu bildirmek için nazil olmuştur Zira bu âyet inmeden önce Resulullah, abdestini bozunca abdest almadan hiçbir İş yapmıyordu. Bu âyet-i kerime indi. Resuîullah'a, sadece namaz kılmak istediğinde gerekli olduğunu, abdestsiz iken istediği diğer amelleri yapabileceğini beyan etti.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bu hususta Aikame b. Ebi Vakkas diyor ki: "Resulullah idrarını yaparken biz ona konuşuyorduk, o bize cevap vermiyordu. Biz ona selam veriyorduk. O, evine varıp, namaz için aldığı abdesti almadıkça bizim selamımızı almıyordu. Dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, sana konuşuyoruz bize cevap vermiyorsun. Selam veriyoruz selamımızı almıyorsun." Nihayet abdestsiz iken bu gibi şeyleri yapmaya ruhsat veren su âyet nazil oklu. "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman.yüzierinizi ve ellerinizi dirseklere kadar yıkayın..."
Âyet-i kerimede "Yüzlerinizi yıkayın." Duyurulmaktadır, Müfessirler bu ayelle, abdest alırken yıkanması emredilen yüzün sınırlarını tayinde farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Bir kısım âlimlere göre Yüz'den maksat, karşıdan bakan kişinin, baktığı kimsenin yüzünden çıplak derisini gördüğü kısımdır. Bunlara göre yüzün boyu, baştaki saçların bitiminden itibaren çenenin altına kadardır. Eni ise, iki kulak arasıdır. Bu itibarla kulaklar, ağızın, burunun ve gözün içi yüz'den sayılmaz. Çenenin ve yanakların sakalla kaplı bölümlerinin dibine su eriştirmek gerekmez. Bu sakallı kısımların üzerinden suyu yürütmek yeterlidir.
İbrahim en-Nehai, Muğire, Hasan-ı Basri, İbn-i Şirin, İbn-i Şihab, Rabia Said b. Abdükıziz, Mekhul, Kasım b.Muhammed, Abdullah b. Abbas, Dehhak, Abdullah b. Ömer, Said b. el-Müseyyeb, Ebu Ümame, Ebu Hûreyre ve Süleyman b. Musa'nın bu görüşte oldukları rivayet edilmektedir.
Bu görüşte olan âlimlere göre abdest alan kimsenin, kulaklarını yıkaması, ağzına burnuna su vermesi, gözünün içini yıkaması, sakalının dibine su geçirmesi gerekli değikür. Bu hususla Abdullah b. Abbas'm şunu söylediği rivayet edilmektedir. "Şayet namazda iken. ağızda kalan yemeği çiğneme ihtimali olmasaydı ağzıma su vermezdim."
İbrahim en-Nehai de "Ağıza ve burna su vermek abdestin farzlarından değildir." demiştir. Dehhak da Ramazan ayında ağıza ve buruna su vermeyi yasaklamıştır.
Abdullah b. Ömer: "İki kulak, baş'ütn sayılır. Başını meshettiğinde onlan da meshet." demiştir.
Abdullah b. Abbaş, Hasan-ı Basri ve Said b. el-Müseyyeb de "Kulaklar baş'tan sayılır.11 demişlerdir. Ayrıca
Ebu Ûmame ve Ebu Hurevre de Resukıİiah'ın
"İki kulak, baş'tan sayılır. buyurduğunu rivayet etmişlerdir.
b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu âyet-i kerimede, namaza kalkıldığında abc'est alırken yıkanılması emredilen yüz'ün sınırı, boy olarak başın tüy bitiminden itibaren çenenin altına kadar, en olarak da iki kulağın, gözle görülen ve göm İme yen arasıdır." Bunlara göreabdest alırken sakalın dibini yıkamak, kulakların, ağızın, burnun ve kulakların içini yıkamak, Allah tealanın "Yüzünüzü yıkayın." enirine göre farzdır. Bu sebeple abdest alan kimse bunlardan herhangi birini yıkamayı lerkedecek olursa o abdestle kılmış olduğu namaz caiz değildir.
Bu hususta Abdullah'ın azadlı kölesi Nâfi, Abdullah b. Ömer'in, abdest alırken suyu sakalının dibine geçirinceye kadar hilalladığsnı, öyle ki sakalından yokça sular damladığını söylemişlerdir.
İbn-i Ebi Leyla, Mücahid, Said b. Cübeyr, Tavus, İbn-i Şirin, Şube ve Dehhak'm da sakallarını hilailadıklan rivayet edilmekte, Said b. Ciibeyr'in de "Kası! oluyor da sakal yeri yıkanıyor, tüy bittikten sonra ise yıkanmıyor?" dediği rivayet edilmektedir.
Enes b. Malik de diyor ki:
"ResuluIIah abdest aldığında bir avuç su alıyor, onu çenesinin altına götürüyor ve onunla sakalını hilallıyordu. Resulullah: "Aziz ve Celil olan Rabbi'm bana böyle yapmamı emretti. buyurdu.
Hassan b. Bilal diyor ki:
"Ben, Ammar b. Yasir'in abtlest aldığını ve sakalını hilalladığıni gördüm. Dedim ki: "Sen sakalını hilallıyor musun?" 0 da dedi ki: "Benim bunu yapmama mani olacak ne var ki? Ben Resulullah (s.a.v.) in, sakalını hilalladğnnı gördüm.
Taberi bu hadisin benzerini Ümmü Seleme, Ebu Eyyub> Ebu Ümame, Cübeyr b. Nüfeyr, Yezid er-Rekkaşi ve Katade'den de rivayet edildiğini naklet-miştir.
Ağıza buruna su verme hususunda da Mücahid'in "Buruna su vermek ab-destin yarısıdır." dediği, Hammad'ın da ağzına burnuna su vermeden abdest alıp namaza duran kimse hakkında (namazını bozup ağzına burnuna su versin) dediği, namazını bitirmiş olana da tekrar abdest alıp namazım iade etsin." dediği rivayet edilmektedir.
Kulakların yüz'e yönelik olan taraflarının yüz'den sayılacağı bu itibarla onların da parmakla meshedilmek suretiyle de olsa yıkanmaları gerektiği Şa'bi, Abdullah b. Abbas ve benzeri âlimler tarafından zikredilmiştir.
Bu hususta Abdullah b. Abbas, Hz. Ali'nin şunları söylediğini rivayet itmiştir. "Ben size Resulullah'ın abdesti gibi bir abdest alayım mı?" "Evet" dediler. O abdest aldı. Yüzünü yıkayınca baş parmaklarım kulaklarının, yüze yönelik taraflarına soktu. Kulaklarını meshedince dışlarını da mesnetti."
Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı "Yüz'ün sının boy olarak,, başın tüy bitiminden başlayıp çene altına kadardır. En olarak da ki kulak arasındaki gözle görülen kısımdır. Gözle görülmeyen ağız içi, burun içi, göz içi, sakalın ve bıyıklaın dibi yüzden sayılmaz." diyen görüştür. Bizim bu görüşü tercih etmemizin sebebi ise bütün âlimlerin iki gözü yüzden saymalarına rağmen bunların sadece kapaklarının yıkanmasının gerekli olduğu, kapakların içine su geçirmenin gerekli olmadığı hususunda görüş birliğine varmalarıdır. Onların böyle bir görüş birliğine vannalan Resulullah1 in, ümmetine öğretmesiyle-dir, İşte insanın abdest azalarının herhangi birine su ulaştırılması zorluğa sebep olacak olursa onlar da gözlerin içine kıyaslanarak gözlerin hükmünü alırlar. İşte ağzın içi, bumun içi sakal ve bıyıkların dibine su ulaştırmanın zorluğu, göz kapaklarının içine su ulaştırmak gibidir. Bu itibarla onlara da su ulaştırmak gerekli değildir.
Sahabi ve tabiinden sakal ve bıyığın dibine su ulaştıranlar ağız ve burnun içini yıkayanlar, yapılıp yapılmaması serbest bırakılan iki hususun zor tarafını seçenlerdir. Nitekim Abdullah b. Ömer'in, göz kapaklarının altına su serpecek o kısımları da yıkadığı rivayet edilmektedir. Abdullah bunu farz olduğu için değil zor olanı tercih etmesinden dolayı yapmıştır. Sahabilerin bunları farz olduklarından dolayı yaptıklarını zannedenler bunların davranışlarını bilmeyenler ve kıyastan haberi olmayanlardır.
Diğer yandan Resulullah'ın sahabilerinden herhangi birinden abdest alırken sakalının dibine su ulaştırmayanın ağıza ve buruna su vermeyenin bu ab-destle kıldığı namazı iade etmesi gerektiği hususunda herhangi bir haberin zik-redilmeyişi en açık delildir ki, sahabilerden herhangi birinin bu zikredilenlerden birini yapması, terkedilip edilmemesi serbest olan işlerden daha efdal olduğuna inandığını tercih etmesidir.
Resulullah (s.a.v.) in
"Sizden biriniz abdest aldığı zaman burnuna su çekip sümkürsün.. hadis-i şerifini delil göstererek burna su çekip sümkürmenin farz olduğunu zanneden kimse bilsin ki, âlimler görüş birliğine varmışlardır ki, burnuna su çekmeden abdest alan kimse bundan dolayı namazım iade etmez. Bu da bu iddiayı ileri sürenin aleyhine yeterli bir delildir.
Kulaklara gelince, yine âlimler, kulakların ön tarafını veya tümünü yıkamamanın, böyle bir abdest alanın namazını ifsad etmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Resulullah'ın sahabilerinin, "Kulaklar baş'tandir." demeleri ve bunu Resulullah'tan rivayet etmeleri zikredilen bu hükmü, yani kulakların yıkanmasının gerekli olmadığı hükmünü göstermektedir. Bu hususta sadece Şa'bi muhalefet etmiştir.
Âyet-i kerimede ellerin dirseklere kadar yıkanması emredilmektedir.
Müfessirler, abdest alırken kollarla birlikte dirseklerin de yıkanmasının gerekli olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Malik b. Enes ve Şafii'den nakledilen bir görüşe göre, elleri yıkamaya dirsekler de dahildir.
b- Züfer b. Hüzeyl ve benzeri âlimlere göre ise abdest alanın, kollarını yıkarken dirsekleri yıkaması gerekli değildir. Bu âyetteki "Ellerinizi dirseklere kadar yıkayın." ifadesindeki "kadar" kelimesi, "..Sonra orucunuzu geceye kadar devam ettirin.. âyetindeki "kadar" ifadesi gibidir. Nasıl ki gündüzleyin tutulan oruç, gecenin1 başlangıcı olan akşama kadar devam eder ve akşamleyin biter. Abdestte kolların yıkanması da dirseklere kadar devam eder ve orada biter. Yani nihai noktayı ifade eden ve "kadar" diye tercüme edilen kelimesi, nihai noktanın hükme dahil olmadığını gösterir.
Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Abdest alındığında eller yıkanırken dirsekleri yıkamak farz değildir. Yukanda da zikredildiği gibi bu mesele, orucun, gecenin başlangıcı olan akşama kadar devam etmesine benzemektedir. Ancak bizzat dirsekleri ve onların daha yukarısını yıkamak, Resulullah'ın ümmetine açıkladığı sünnetiyle menduptur. Bu hususta Resulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
"Şüphesiz ki ümmetim kıyamet gününde abdestin eseri olarak alınları ve ayaklan parlar bir vaziyette çağı alacaktır. Sizden kimin alnındaki parlaklığı çoğaltmaya gücü yeterse onu yapsın.
Âyet-i kerimede, namaz kılmak için abdest alanların, başlarını meshetme-leri emrediliyor.
Müfessirler, başın ne kadirinin ve ne şekilde meshedilrnesi hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Bir kısım âlimlere göre abdest alan kişi başından dilediği yeri su ile meshedebilir. Başın meshedilmesinin bir sının yoktur.
Bu hususta Abdullah b. Ömer'in, başının sadece ön tarafını meshettiği, İbrahim en-Nehai'nin: "Başın hangi tarafını su ile meshedecek olursan o, senin için yeterlidir." dediği ve Süfyah es-Sevrİ'nin de "Abdest alan kişi başından tek bir tüy dahi meshedecek olsa o onun için kâfidir." dediği rivayet edilmektedir.
b- İmam Maîik'e göre ise bu âyetle başın tümünün meshedilrnesi emredilmektedir. Bu nedenle bir kişi başının tümünü değil de bir kısmım su ile mes-hepdip namaz kılacak olursa yeniden abdest alıp başının tümünü meshetmesi ve namazını iade etmesi gerekir.
c- Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise bu âyet-i kerime ile abdest alanın, başının en az üç parmak miktarını meshetmesi emredilmiştir. Abdest alan kişi başın üç parmak miktarından daha azını meshedecek olursa bu onun için yeterli değildir,
Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, abdest alan kimse, başından dilediği yeri meshedebilir. Bunun bir sınırı yoktur." diyenin görüşüdür. Zira âyet-i kerime, namaz kılmak için abdest alan kimseye genel bir şekilde başını meshetmesini emretmiş ve bunun için belli bir sınır tayin etmemiştir ki abdest alan kimse o sınırla bağlı kalsın, onu aşmasın ve ondan azını da yapmasın. Bu itibarla abdest alan kimse başının ne kadarını meshedecek olursa, mes-hetme emrini yerine getirmiş olur.
Allah tealanm kitabında genel olarak zikredilen hükümler belli şartlarla kayıtlanıp şartlanmadıkça umumi mânâ ifade teme durumlarını korurlar. Bu âyet de bu kabildendir.
Ayet-i kerimede geçen ve "Ayaklarınızı da topuklarla beraber yıkayın." diye tercüme edilen cümlesindeki kelimesi, kurralar tarafından iki'şekilde okunmuş ve okunma şekillerine göre farklı mânâlar verilmiştir.
a- Hicaz ve Irak kurcalarından bir topluluk, âyet-i kerimenin bu kelimesini şeklinde harfinin üstün olmasıyla okumuşlar ve bunu "Elleriniz" kelimesine atfedildiğini söylemişlerdir.
Âyet-i kerime bu kıraata göre okunduğu takdirde mânâsı mealde zikredil-diği gibi şöyle olur." Ayaklarınızı da topuklarla beraber yıkayın."
Görüldüğü gibi bu izaha göre abdest alan kimsenin ayaklarını mutlaka yıkaması gerekir. Çıplak ayaklara mesheden kimse abdest almış sayılmaz.
Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Ömer b. Abdülaziz, Hz. Ali, Kasım b. Muhammed, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr, Süddi, Ata, Mücahid, A'meş, Malik b. Enes ve Dehhak'tan, abdest alırken ayakların yıkanmasının gerekli olduğu rivayet edilmiştir.
Bu hususta Ömer b. el-Hattab'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir adam abdest aldı. Ayağının üzerinde tırnak kadar yer bıraktı. Resu-lullah onu gördü ve dedi ki: "Geri dön abdestini güzelce al." adam geri döndü (abdestini tamamladı) ve sonra namazını kıldı. Bu hadis, Enes b. Malik'ten de rivayet edilmiştir.
Ebu Kılabe diyor ki: "Bir adam abdest aldığında ayağının üzerinde bir tırnak kadar bir yer kuru kalmış olduğu halde namaz kıldı. Namazını bitirince Ömer ona dedi ki: "Abdestini ve namazını iade et."
Bazı sahabilerden rivayet edildiğine göre Resulullah, su isabet etmediğinden ayağının üzerinde bir dirhem kadar parlaklık bulunan bir kişinin namaz kıldığını gördü. Ona, abdestini ve namazını iade etmesini emretti.
Kasım b. Muhammed diyor ki: "Ömer'in oğlu Abdullah, mestlerini çıkarır sonra abdest alırdı. Ayaklarını yıkar, pannaklannm arasını da hilallerdi."
İbrahim b. Meyser'e, Ömer b. Abdülaziz'in, İbn-i Ebi Süveyd'e şunlan-söylediğini rivayet etmiştir. "Resulullah'ı gören üç kimseden, Resulullah'ın abdest alırken ayaklarını yıkadığını gördüklerine dair bize haber ulaşmıştır.
Haris, Hz. Ali'nin, "Ayaklarınızı topuk kemikelrine kadar yıkayın." dediğini rivayet etmiştir.
Ebu Abdurrahman, Hz. Ali'nin, İkrime Abdullah b. Abbas'ın, Hişam b. Urve, Urve b. Zübeyr'in, Zır b. Hubeyş, Abdullah b. Mes'ud'un cümlesindeki harfini üstün okuduklarını ve böylece âyette ayakların yıkamlmasımn emrelidğini söylediklerini rivayet etmişlerdir.
Abdu Hayr demiştir ki: "Ben, Ali'nin abdest aldığını ve ayaklarının üzerini yıkadığını gördüm. Ali dedi ki: "Şayet ben, Resulullah'ın bunu yaptığını görmemiş olsaydım ayaklanıl altının yıkanmaya üstlerinden daha layık olduğunu zannederdim."
Abdülmelik, Ata'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben, çıplak ayak üzerine mesheden kimseyi görmedim."
Eşheb diyor ki: "Malik'ten bu âyet soruldu ve denildi ki:" mü yoksa mü yani, harfi üstün mü okunur yoksa esre mi okunur?" O da dedi ki: "Bu âyet, ayağı yıkamayı ifade etmiştir.
Bu, meshetmeyi ifade etmemiştir. Ayaklar meshedilmez ancak yıkanır." Denildi ki: "Ne dersin, bir kimse ayağını meshedecek olursa onun için yeterli olur mu?" O da "Hayır" demiştir.
b- Hicaz ve Irak kurralanndan diğer bir kısmı ise ifa-desindeki harfini esre okumuşlardır Bunlara göre Allah teala bu âyet-i kerime ile, abdest alırken, başın ve ayakların meshed il meşini emretmiştir. Abdest alırken ayaklar yıkanmaz meshedilir.
Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, İkrime, Ebu Cafer, Âmir eş-Şa'bi, Ka-tade, Alkame, Mücahid ve Dehhek'tan bu kıraat şekli ve bu görüş nakledilmiştir. Bu hususta İkrime, Abdullah b. Abbas'ın: "Abdest iki azayı yıkama ve iki azayı da meshetmedir." dediğini rivayet etmiştir.
Enes'in oğlu Musa, babasına, "Ey Ebu Hamza, Haccac bize Ahvaz'da hutbe okudu. Temizlenmekten bahsetti ve dedi ki: "Yüzünüzü yıkayın, ellerinizi yıkayın.. Başınızı mesnedin, Ayaklan da. Ayakların, insanoğlunun, pisliklere en yakın uzvu olduğu muhakkaktır. Onlann altlaını ve üstlerini ve Ökçelerim yıkayın." Bunun üzerine Enes dedi ki: "Allah doğru söyledi. Haccac ise yalan söyledi. Allah: "Başınızı mesnedin ve ayaklarınızı." buyurdu. Musa diyor ki: "Ancak Enes ayaklarını meshederken onları ıslatırdi. Asım el-Ehvel de Enes'in "Kur'an, ayağın meshedilmesi hükmünü indirdi. Sünnet ise onu yıkamaktır." dediğini söylemiştir.
Muğire de Şa'bi'nin: "Allah teala, abdest alırken yıkanmasını emrettiği organların (el ve yüzlerin), teyemmüm ederken meshedilmesini emretmiş, abdest alırken meshedilmesini emrettiği iki organın ise (Baş ve ayağın) teyemmüm ederken terkedilmesini beyan etmiştir." dediğini rivayet etmiştir.
Taberi diyor ki: "Bize göre bu görüşlerden doğru olanı: "Allah teala abdest alırken iki ayağın tümünü su ile meshetmeyi emrettiğini söyleyen görüştür. Abdest alan kimse ayaklarının tümünü su ile meshettiği takdirde o kişiye "Ayaklarını mesheden" de denir. "Yıkayan" da. Zira iki ayağı yıkamak, onlann üzerine su akıtmakla veya onlan suya sokmakla gerçekleşir. Onları meshetmek ise elleri veya ellerin yerini tutacak herhangi bir şeyi onlann üzerine sünnekle gerçekleşir. Herhangi bir kimse ayaklarına bu iki şeyi birden yapacak olursa ona hem "Yıkayan" hem de "Mesheden" denir.
Aslında meshetmenin iki mânâsı vardır. Bir mânâsı, meshedilecek organın tümünü meshetmek diğeri ise meshedilecek organın sadece bir kısmını mes-hetmektir. Bu nedenle kurralann bazıları bu âyetteki ifadesindeki harfini üstün okumuşlar, bu âyette, farz olanın ayakların yıkanması olduğunu söylemikşîer ve ayakların tümünün su ile meshedildiğine dair Resu-luHah'tan, birbirini destekleyen haberler geldiği halde ayaklara meshedilmeyi reddetmişlerdir.
Diğer bir kısım âlimler ise ifadesindeki harfini esre okumuşlar, bu âyetten maksadın, ayaklann meshed ilmesinin farziyetini bildirmek olduğunu söylemişlerdir.
Taberi diyor ki: "Bize göre ise asıl maksat, ayaklann tümünün su iie mes-hedilmesidir. Bu itibarla ayaklanın elleriyle veya ellerinin yerini tutacak herhangi bir şeyle meshetmeksizin sadece onlara su dökmek veya onları suya sokup çıkarmak yeterli değildir. Nitekim Tavus'tan, abdest alan kimsenin ayaklarını sadece suya sokup çıkarması sorulunca "Ben bunun, maksada ulaşan bir amel olduğunu kabul etmem." dediği rivayet edilmiştir. Buna mukabil ayaklann yıkanmasını farz sayan Hasan-ı Basri'den, gemide abdest alan kimsenin, ayaklana nasıl yıkayacağı sorulduğunda onun: "Ayaklarını suya daldırıp çıkannasın-da bir mahzur yoktur." dediği rivayet edilmiştir.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Taberi sözlerine devamle diyor ki: "Madem ki meshetmenin, organın tümünü veya bir bölümünü meshetme olarak iki mânâsı vardır ve daha sonra zikredeceğimiz deliller, Allah tealanın buradaki meshetmeden ayakların tümünün meshedilmesini kasdettiğini göstermektedir. Ve bu suretle meshetme de hem yıkama ve hem de meshetmeyi içirmiş olacağından kelimesini iki şekilde okumak da sahihtir. Ancak her ne kadar iki kıraat da güzel ise de bunlardan benim daha fazla hoşuma giden harfini esre okuyan kıraattir. Çünkü bu kıraata göre ayaklann tümünün su ile meshedilmesi hükmü ortaya çıkmaktadır. Böyle bir meshetme de hem ayaklan yıkama hem de meshetmedir. Diğer yandan ifadesi başı meshetmeden sonra zikredilmiştir. Bu ifadeyi, daha önce zikredilen "Elleri yıkama" ya atfedip bağlama yerine hemen yanında bulunan, başı meshetmeye atfedip bağlamak daha evladır.
Eğer denilecek olursa ki: "Sizin, burada zikredilen, ayaklan meshetmek-ten masadın, onlan tümünü meshetmek olduğunu, başı meshetmek gibi sadece bir bölümünü meshetmek olmadığını iddia etmenize dair deliliniz nedir?" Cevaben denilir ki: "Buna dair delil, çeşitli rivayetlerle Resulullah'tan nakledilen:
"...Cehennemden, ökçelerin vay haline.. hadisi şerifidir. Şayet ayakların sadece bir böümünün meshedilmesi yeterli olsaydı Resulullah'ın, ayaklarının bir bölümünü su ile meshetmeyenleri bu şekilde uyannası söz .konusu olmazdı. Bilakis kişi o ameliyle sevap kazanmış olurdu. Bu hadisi, Resulullah'tan çeşitli suhabiler bazı farklarla rivayet etmişlerdir.
Bu hususta Muhammed b. Ziyad diyor ki:
"Ebu Hureyre yanımızdan geçiyordu. O esnada insanlar mataradan abdest alıyorlardı. Ebu Hureyre dedi ki: "Abdesti, azalan tam yıkayarak hakkıyla alın. Çünkü Ebul Kasım (s.a.v.)'in "Ateşten, ökçelerin vay haline. diğer bir rivayette:
"Ateşten topuk sinirlerinin vay haline. dediğini duydum.
Şeddad'ın azadlı kölesi Salim diyor ki:
"Ben, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın vefat ettiği gün, Resulullah'ın zevcesi Ai-şe'nin yanına gittim. Ebubekir'in oğlu Abdurrahman da onun yanma geldi. Aişe'nin yanında abdest aldı. Aişe ona dedi ki: "Ey Abdurrahman, abdesti, azalarını tam yıkayarak al.. Çünkü ben, Resulullah (s.a.v.) in "Ateşten, ökçelerin vay haline." dediğini işittim
Diğer bir rivayette, "Ateşte yanacak topuk sinirlerinin vay haline." şeklindedir.
Cabirb. Abdullah diyor ki:
"Ben, Resuluİlah'ın, "Ateşten topuk sinirlerinin vay haline." dediğini işittim.
Abdullah b. Amr b, el-Ass diyor ki:
"Yaptığımız yolculukların birinde Resulullah (s.a.v.) geride kalmıştı da bize sonradan yetişmişti. Tam o sırada da namaz'vakti girmişti. Abdest alıyorduk. Ayaklarımızı meshetmeye başladık. Resulullah bunu görünce gayet yüksek bir sesle, iki veya üç kere: "Cehennemde yanacak ökçelerin vay haline." diye seslendi. Taberi bu hadisi Ebu Ümame el-Bahili'den rivayet etmiştir.
Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: Sen, abdest alırken ayaklarının tümünün su ile meshedilmesi gerektiğini söyledin. Halbuki Evs b. Ebi Evs'den ve Huzeyfe'den naledilen şu iki hadis ve benzeri haberler, abdest alırken ayakların sadece bir bölümünün meshed ilmesinin yeterli olduğunu ifade etmektedirler."
Evs'den rivayet edilen hadis şöyledir: Evs b. Ebi Evs demiştir ki:
"Resuhıllah abdest aldı, ayakkabilanna ve ayaklarına meshetti." Taberi bu hadisin başka bir rivayetinin,
"Resulullah ayakkabılanna meshetti. Sonra kalkıp namaz kıldı..." şeklinde olduğunu" diğer bir rivayetinde de "Abdest aldı. Ayaklan üzerine meshetti." şeklinde olduğunu belirtmiştir.
Huzeyfe'nin rivayet ettiği hadis ise şöyledir: Huzeyfe diyor ki: "Resulullah bir kavmin çöplüğüne gitti. Ayakta durarak küçük abdestini bozdu. Sonra su istedi abdest aldı ve ayakkabılarının üzerine meshetti."
Taberi diyor ki: "Evs b. Evs'den rivayet edilen hadis, ayakların sadece bör bölümünü meshetmenin abdeste yeterli olacağını ifade etmektedir. Zira bu hadiste Resuluüah'ın, abdestini bozduktan sonra abdestsiz iken böyle yaptığı zikredilmemektedir. Resulullah, abdestli iken tekrar abdest aldığı zaman ayakkabılarına veya ayaklarına meshederdi. Evs'in rivayet ettiği hadiste Resulul-lah'ın, abdestli iken tekrar abdest aldığını bildirmektedir. ResuluHah'ın abdestli iken tekrar abdest aldığında ayaklarını veya ayakkabılarını meshetrnekle yetindiğini, Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadis-i şerifte belirtmektedir
Abdu Hayr eliyor ki:
"Ali (r.a.) bir testi su istedi. Sonra: "Ayakta su içmeyi sevmeyen o kişiler nerede?" dedi. Testiyi aldı ayakta su içti. Sonra hafifçe bir abdest aldı. Ayakkabıları üzerine meshetti ve dedi ki: "İşte Resulullah'm, abdestini bozmayan temiz kimse için aldığı (Öğrettiği) abdest böyledir.
Taberi diyor ki: "Resulullah'ın, abdest alırken ayaklarının tümünün yıkanmasını emrettiğine dair, mazeret bırakmayacak derecede çokça hadislerin rivayet edilişi de göstermektedir ki, Evs'den rivayet edilen hadis, abdestli iken abdest alındığını beyan etmektedir.
Huzeyfe'den rivayet edilen hadise gelince bunu Huzeyfe'den Ebu Vail yoluyla A'meş rivayet etmiştir. A'meş'in güvenilen arkadaşlan Ebu Avane, İbn-i İdris, Ebu Muaviye ve Amr b. Yahya, A'meş'ten bu hadisin metninin şu şekilde olduğunu rivayet etmişlerdir:
"Resulullah bir kavmin çöplüğüne gitti. Ayakta küçük abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaştıydım. O bana "Yaklaş." dedi. Ben de yaklaşıp ayaklarının arkasında durdum. Resululah abdest aldı ve iki mestinin üzerine meshetti. Sadece Cerir b. Hazım'ın A'meş'ten rivayet ettiği şekilde Resulullah'ın, ayakkabılarına meshettiği zikredilmektedir. Bu da şaz bir rivayettir. Sahih olduğu kabul edilecek olsa dahi Resulullah'ın, çorapları üzerine giymiş olduğu ayakkabılarına meshettiğini ifade etmiş olur.
Âyet-i kerimede: "Ve topuklarla beraber." diye tercüme edilen ifadesindeki kelimesinin asıl mânâsı (kadar) demektir. Daha Önce dirseklerin, abdest alma yerlerinden sayılıp sayılmayacağı hususunda ihtilaf eden âlimler, topukların da, bunlardan sayılıp sayılmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Ancak "Topuk" diye tercüme edilen kelimesiyle nerenin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir.
a- Bazı âlimlere göre bu âyette zikredilen ve "topuklar." diye tercüme edilen ifadesinden maksat, ayakla baldırın birleştiği eklemdeki yuvarlak'kemiktîr. Yani eklemlerin içinde bulunan kemiktir.
b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise burada zikredilen maksat, dışarı doğru çıkıntılı olan topuk kemikleridir.
Âyet-i kerimede: "Allah size zorluk çıkarmayı dilemez. Fakat o, temizlenmenizi ister." buyuru İm aktadır. Yani Allah sizlere, abdestiniz olmadığında abdest almanızı, cünüp iken yıkanmanızı ve su bulamadığınızda da teyemmüm etmenizi emrederken o sizleri arındırmak ister. Siz de kendinizi maddi ve manevi kirlerden temizleyin. Günahlarınızı yıkayın." buyurmaktadır
Bir çok hadis-i şerifte abdest almanın fazileti ve kulu günahlardan arındıracağı zikredilmiştir.
Bu hususta Şehr b. Havşeb, Ebu Ümame'nin Resulullah'tan şunu rivayet eniğini söylemiştir: Resulullah buyurmuştur ki: "Kim abdest alır, abdestini güzel yapacak olur sonrada kalkıp namaza başlayacak olursa onun günahları, kulağından, gözünden, ellerinden ve ayaklarından dışan çıkar."'
Ka'b b. Mürre de Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Abdest alıp yüzünü yıkayan herkesin hataları yüzünden dışarı çıkar. Ellerini veya kollarını yıkadığında kollarından dışarı çıkar. Başını mesnettiğinde hataları başından çıkar. Ayaklanın yıkadığında hatalan ayaklarından dışan çıkar."
Amr b. Abese diyor ki: "Ben, Resulullah'ın şöyle buyurduğunu işittim. "Müslüman ellerini yıkadığında hatalan ellerinden sağa sola dağılır. Ağzına burnuna su verdiğinde hataîan ağzından burnundan dışarı çıkar. Yüzünü yıkadığında hatalan yüzünden'dışan çıkar. Öyle ki göz kapakîanndan bile dışan çıkar. Kollarını yıkadığında kollarından çıkar. Başını ve ayaklannı meshettiğinde ba-şmdan ve kulaklarından çıkar. Ayaklannı yıkadığında ayaklanndan çıkar. Öyle ki ayaklarının tırrnakahnn altından bile dışan çıkar. Abdest bilinci işte ondan kazandığı payı bu olur. Şayet kalkıp yüzünü ve kalbini tam Rabbine yönelterek namaza durur ve iki rekat da namaz kılacak olursa bu kimse hatalan bakımından annesinin, kendisini doğurduğu gündeki gibi olur.
Ebu Hureyre demiştir ki:
"Resulullah buyurdu ki: "Bir müslüman veya mümin kul, abdest alır da üzünü yıkayacak olursa, gözüyle bakarak işlemiş olduğu her hata, su ile birlik-e veya suyun son damlasıyîa yüzünden dışarı çıkar. Ellerini yıkadığında, elleriyle vurarak işlediği her hata, su ile birlikte veya suyun son damlasıyîa birlikte ellerinden çıkar. Öyle ki kul, günahlardan tertemiz olup onlardan ayrılmış olur.
Hz. Osman'ın azadlı kölesi Hüraran diyor ki:
"Ben, Osman b. Affan'ın, oturakların üzerinde oturduğunu gördüm. O, abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra dedi ki: "Ben, Resulullah'ın, bu oturduğum yerde oturduğunu ve aldığım bu abdest gibi abdest aldığını gördüm. Buyurmuştu ki: "Kim benim bu abdestim gibi abdest alacak olursa onun daha önceki günahlar, bağışlanmış olur. Fakat aldanmayın.
Abdullah es-Sünabihiy diyor ki:
"Resulu-lah buyurdu ki: "Kim abdest alır da ağzını burnuna su verecek oiıırsa or;un hataları ağzından burnundan dışan çıkar. Yüzünü yıkadığında hataları yüzünden dışan çıkar. Öyle ki göz kapaklarının altından bile dışarı çıkar. Ellerini yıkadığında hataları ellerinden dışaır çıkar. Başını meshettiğinde hataları başından dışan çıkar. Öyle ki kulaklarından bile dışan çıkar. Ayaklarını yıkadığında hataları ayaklanndan dışarı çıkar. Öyle ki ayaklarının tırnaklanılın altın-an bile dişan çıkar. Bu kişinin namazı ve mescide doğru yürümesi nafile bir ibadet olur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Allah'ın mescidleri sevmesi,

Arâf suresi ayet 29
“De ki: "Rabbim adâleti emretti; her secde yerinde yüzünüzü O'na doğrultun; dinde samimi olarak O'na yalvarın. Sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz.”

Evet Rabbim adâleti emreder. Fıtrata uygun olan şeyleri em-reder. Fahşayla uzak ve yakından hiç bir ilgisi bulunmayan Rabbimi-zin emrettiği bu adâlet neymiş? Her mescit konumunda, her secde yerinde yüzünüzü ona doğru döndürmeniz ve dinde muhlisler olarak sadece ona yalvarmanız, sadece ona dua etmeniz, dini sadece Allah’a mahsus kılarak, dinde ihlâs sahipleri olarak, katışıksız din sahipleri olarak duanızı, ibadetinizi, dâvetiyenizi sadece Allah’a yapmanızdır. Unutmayın ki sizi nasıl yaratmışsa yine ona döneceksiniz. Nasıl yaratılmışsanız öylece Rabbinize döneceksiniz. İşte Allah’ın sizden istediği adâlet budur.

Dikkat ederseniz Rabbimiz her secde yerinde, her secde makamında yüzümüzü sadece kendisine çevirmemizi emrediyor.:

“Yeryüzünün tamamı benim için mescit ve temiz kılındı.”

Efendimiz buyuruyordu. Diğer din mensupları ibadetlerini belli yerlerde icra ederlerken biz müslümanlar neresi olursa olsun namaz vakti geldi mi hemen oracıkta Rabbimize kulluğumuzu icra ediyoruz. Çünkü tüm arz bizim için secde makamı ve temizdir. tâbi buradaki secdeyi sadece namaz secdesi olarak düşünmüyoruz. Yeryüzünün neresinde olursak olalım, nerede ve hangi konumda olursak olalım, hayatımızın her bir konumunda, hayatımızın her bir biriminde Allah’ın emirlerini icra ederek her bir emre secde edeceğiz. Her yerde her konumda Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir birimini Allah’ın istediği şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz.

Giyinirken Allah’ın emirlerini uygulayarak secdemizi Allah’a, kazanırken harcarken Allah’ın istediklerine riâyet ederek secdemizi Allah’a, severken, küserken onu dinleyecek ve secdemizi Allah’a ya-pacağız. Tüm hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, onun istediklerini ön plana alacak, onun rızasını tercih edecek, onu hesaba katacak ve onun istediği gibi inanıp, onun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an onun huzurunda olduğumuzu ve her an ona hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayacağız.

Bir de dinde muhlisler olarak sadece duamızı dâvetiyemizi, kulluğumuzu ona yapacağız. Halis bir din sahibi, katışıksız bir din sahibi olacağız.

Din, kişinin hayat programıdır. Din, kişinin yaşam biçimidir. Öyle bir din yaşayacağız ki, öyle bir hayat programımız olacak ki; o hayatın tümünde sadece Allah’ı dinleyecek ve başka şeyleri katıp karıştırmayacağız. Yâni hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din, şirket içinde bir hayat yaşamayacağız. Şirke düşmeyeceğiz. Yirmi dört saatimizin tümünü Allah’a ait kılacak, sadece onu dinleyecek ve sadece ona kulluk yapacağız.

Zaten nasıl yaratılmışsak öylece bir gün Allah’a döneceğiz ve hayatımızın hesabını vereceğiz. Yaratılışımız nasıl bizim elimizde değilse dönüşümüz de bizim elimizde değildir. Bizi yaratan Allah bize tanıdığı bu imtihan süresinin sonunda hesap sormak üzere bizi huzuruna çağıracaktır. Bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamamız germektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Allah'ın mescidleri sevmesi,

Nûr suresi ayet 36
“Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu tesbih ederler.”

Öyle evler var ki; o evlerde Allah kendisinin isminin zikredilmesine, kendi şanının şerefinin yüceltilmesine izin verdi, imkân verdi, lütfetti. O evlerde sadece Allah yüceltilir, sadece Allah gündeme alınır, sadece Allah’ın âyetleri okunur, sadece Allah’a kulluk gerçekleştirilir. O evlerde Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla aydınlık bir dünya yaşanır. O evlerde gece-gündüz Allah tesbih edilir. İşte Allah’ın hidâyetinin girdiği, kitabın, peygamberin, vahyin girdiği, Allah’ın nûruyla nûrlanmış, aydınlanmış, Allah nûrunun egemen olduğu kalplerin yaşadığı, mü’minlerin ikâmet ettiği o evlerde sadece Allah yüceltilir. Sadece Allah övülür. Sadece Allah gündeme alınır, Allah’ın âyetleri gündemi doldurur. Evet mü’minlerin evleri işte böyledir.

Şimdi Allah için kendi kendimizi bir sorgulayalım. Evlerimizi bir gözden geçirelim. Gerçekten evlerimizde sabah akşam tesbih edilen, yüceltilen, zikredilen Allah mı? Allah’ın âyetlerimi zikrediliyor evlerimizde? Allah’ın kitabı mı okunuyor? Madem ki Allah’ın nûruyla aydınlanan bir Müslümanın yaşadığı evde, Müslümanların ikâmet ettiği evlerde Allah tesbih ediliyor, Allah gündeme alınıyorsa, acaba gerçekten bizim evlerde bu var mı? Acaba hayatımızı kitapla mı düzen-liyoruz? Acaba akşam sabah kitap ve sünnetle bilgilenebiliyor muyuz? Acaba aile hayatımızı şu okuduğumuz sûreye göre mi düzen-liyoruz? Acaba kazanma harcama anlayışlarımızı, giyim kuşam anlayışlarımızı, erkek kadın ilişkilerimizi, oturma kalkma düzenlerimizi, ziyaret ve ziyafet anlayışlarımızı bu kitaba göre ve bu kitabın pratiği olan Rasûlullah efendimizin uygulamalarına göre mi düzenliyoruz? Hukukumuzu, eğitimimizi, siyasal yapılamalarımızı bu kitaba göre mi ayarlıyoruz? İşte Allah’ı tesbih, Allah’ı zikir, Allah’ı yüceltmek demek budur.

Evet evlerimizde Allah’ın adının anılması, Allah’ın yüceltilmesi demek, Onun nûrunun, Onun kitabının, Onun peygamberinin, Onun dininin anlaşılması ve Onun istediği gibi bir hayatın gerçekleştirilmesi demektir. Eğer günlük ve gecelik hayatımızda Kur’an yoksa, peygam-ber yoksa, dilimizde, gözümüzde, kulağımızda, kalbimizde Allah’ın âyetleri yoksa, Allah’ın âyetleri bize yol göstermiyorsa, keyfimize göre bir hayat yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki bize, kalbimize nûr girmemiştir, bizim eve nûr girmemiştir ve bizim evlerimizde Allah’tan başkalarının zikri, Allah’tan başkalarının yüceltilmesi, Allah’tan başkalarının gündeme alınması söz konusudur. Biz evlerimizde başka şeyleri tes-bihle meşgulüz demektir. Öyle değil mi? Eğer bizim evlerimizde Allah’ın değil de şeytanların vahiyleri izleniyorsa, bize hakim olan Allah kitabı değil de başkalarının kitaplarıysa o evde Allah zikrediliyor, o evde Allah tesbih ediliyor, Allah yüceltiliyor denebilir mi?

İşte nûru böyle anlayacağız, nûrun hâkimiyetini böyle anlayacağız. Allah nûrunun egemenliği budur işte. Ve kimin evinde, kimin kalbinde bu nûr var? Kimin evinde yok, bunu anlatıyor Rabbimiz. Öy-leyse kalplerimizi, evlerimizi Allah’ın nûruyla, Allah’ın istediği hidâyetle doldurmak zorundayız. Kalplerimizde, evlerimizde Allah nûrunu egemen kılmak, hep o nûrla bakmak, hep o nûrla görmek ve o nûrun ay-dınlığında bir dünya yaşamak zorundayız ki bu nûr inşallah sürekli artarak bizi cennete kadar götürsün. Sadece bizim kalp değil, sadece bizim ev değil diğer kalplere, diğer evlere de bu nûrumuz taşınsın ve tüm dünya bu nûrun aydınlığına ulaşsın. Bizim ev nûr saçan bir ev olsun ki böylece tüm evlerde, tüm dünyada Allah’ın adı anılsın, tüm dünyada Allah yüceltilsin, tüm dünyaya Allah egemen olsun, Allah’ın nûru, Allah’ın hidâyeti egemen olsun. Kalplerimiz Allah’ın kitabının bilgisiyle öyle bir dolsun ki, evlerimiz Allah’ın âyetleriyle öyle bir yükselsin ki herkes bunu fark edip nûra koşsun. Herkesi aydınlatacak tüm kalpleri bu nûrla tutuşturacak bir noktaya gelelim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mescitler Allah Teala'nın Yeryüzündeki Evleridir

Bakara suresi ayet 114
Allah'ın mescitlerinde onun isminin zikredilmesini yasaklayan ve onların yıklimasına çalışandan daha zalim kim olabilir? İşte onlara, bu mescitlere ancak korkarak girmeleri yaraşır. Onlar için dünyada bir rezillik, âhirette ise büyük bir azap vardır.

Allah'ın mescitlerinde, ona ibadet etmek isteyen kişiyi engelleyen ve oraların tahrip edilmesine çalışandan, Allah'a karşı zulüm ve düşmanlıkta daha şiddetli ve daha zalim olan kim vardır? Allah evleri olan mescitleri tahribe çalışanların, o mescitlere ancak korkarak ve gelecek cezadan ürkerek girmeleri yaraşır. Onlar için bu dünyada zillet, alçaklık, ölüm ve esaret vardır. Âhirette ise bunlara cehennem azabı vardır. Bu ise daha büyük bir azaptır.

Müfessirler, âyet-i kerimede zikredilen ve insanları Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adını anmaktan men eden ve onların tahribi için çalışan kişilerden kimlerin kestedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

Abdullah b. Abbas ve Mücahide göre bunlardan maksat, Hıristiyanlardir. Zira bunlar, Mescid-i Aksa'da insanların, Allah'ın adını anmalarına ve namaz kılmalarına engel olmuşlar ve oraya eziyet verici pis şeyler atmışlardır.

Katade ve Süddiye göre ise "Mescitlerde Allah'ın isminin anılmasına engel olan ve oraların tahrip edilmesine çalışan kişiler"den maksat, Babilde yaşayan ve mecusi olan Buhtunnasr, ordusu ve ona yardımcı olan Hıristi yani ardır. Yahudilerin Hz. Zekeriyya (a.s.)' öldürmelerinden dolayı Hıristiyanlar onlara kızmışlar, Buhtunnasr'a, Kudüsün tahrib edilmesi hususunda yardım etmişlerdir. İbn-i Zeyd'e göre ise bunlardan maksat, Hudeybiye vak'asında Resuİullahın, Mekkeye girmesine engel olan Kureyş müşrikleridir. Zira, Kureyşlilerin örflerine göre kişi babasının katilinin dahi Mekkeye girmesine engel olmazken, onlar, Resulullah'ı Kâbeye sokmamışlardır. Kureyş müşriklerinin Kâbeyi harap etmeleri ise, Allah zikrederek orayı tamir eden müminlere engel olmaları, Hac ve Umre için gelen kişileri oraya sokmamalarıdır. Taberi, Mescitlerde Allah'ın adının anılmasına engel olan ve oraların tahrip edilmeleri için çalışan kişilerden maksadın Hıristiyanlar olduğunu söylemenin daha doğru olacağını ifade etmiştir. Zira Kudüsün Buhtunnasr tarafından tahrib edilmesine Hıristiyanlar yardım etmişler ve Buhtunnasr'dan sonra mümin olan Yahudilerin orada ibadet etmelerine engel olmuşlardır,

Âyet-i kerimenin, Kureyş müşriklerine işaret ettiğini söylemek te doğru değildir. Zira, her ne kadar Kureyşliler, bazı zamanlarda Resulullah'ın ve Saha-bilerin Mescid-i Haramda ibadet etmelerine engel olmuşlarsa da hiçbir zaman onun tahribine çalışmamışlar bilakis orayı tamir etmişler ve bununla da övün-müşlerdir.

Diğer yandan, bu âyetten önce zikredilen âyet, Yahudi ve Hıristiyanların yaptıklarını kınamaktadır. Bu âyetin de Hıristiyanlara işaret ettiğini söylemek, âyetler arasında irtibat sağlama bakamından daha doğrudur.

Taberi sözlerine devamla diyor ki:
"Her ne kadar âyet, özel bir şekilde, Kudüsün yıkılmasına yardım eden ve orada müminlerin ibadetlerine engel olan Hıristi yanlardan bahsediyorsa da âyetin genel ifadesi, Allah'ın mescitlerinde, farz olsun nafile olsun ibadet eden müminlere engel olanları ve oraları tahrip edenleri kapsamaktadır. Bu sıfatlan taşıyan herkes en büyük zalimlerdendir.

Âyet-i kerimenin devamında:
"Onlara, bu mescitlere ancak korkarak girmeleri yaraşır." buyurulmaktadır. Taberi diyor ki: "Allah teala mescitlerinde kendi adının anılmasına engel olan zalimlerin ve oraların tahrip edilmesine çalışan müfsitlerin bu hallerine devam etmeleri durumunda o gibi mescitlere remeyeceklemi ve girdiklerinde de korku içinde olacaklarını beyan etmiş ve onları bu şekilde cezalandımııştır.

Katade ve Süddi bu âyeti izah ederken şöyle demişlerdir: "Bugün hiçbir Hıristiyan Beytül Makdise (Kudüse) güven içinde ginnemekte, korku içinde ve ürkerek girmektedir. Zira onlar, öldürüleceklerinden korkmaktadırlar. Veya kendilerinden cizya alınarak sindirilmiş durumdadırlar.

İbn-i Zeyd ise bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Resulullah Veda Haccında "Artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik Hac yapmayacak ve hiç kimse Kâbeyi çıplak olarak tavaf etmeyecektir." diye ilan etmiş müşrikler de graya girmekten korkmuşlar ve kendi kendilerine: "Ey Allahim, biz oraya girmekten engellendik." demişlerdir.

Âyet-i kerimenin sonunda:
Onlar için dünyada bir rezillik âhirette ise büyük bir azap vardır." buyurulmaktadır. Âyet-i kerimenin zikrettiği "Dünyada rezil olmak"tan maksat, onların öldürülmeleri, esir edilmeleri veya zelil bir şekilde cizye vemıeleridir. ,

Katade diyor ki:
"Zalimlerin dünyada zelil olmaları, zelil bir şekilde bizzat kendi elleriyle cizye vermeleridir.

Süddi ise diyor ki:
"Zalimlerin dünyada zelil olmaları, Mehdi geldiğinde ve İstanbul fethedildiğinde cizye kabul edilemeyip öldürülmeleridir. Âhiretteki büyük azaptan maksat ise kendilerinden hafifletilmeyen ve ölümlerine hükme-ditmeyerek devamlı içinde kaldıkları cehennem azabıdır
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mescitler Allah Teala'nın Yeryüzündeki Evleridir

Bakara suresi ayet 187
"Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar için elbisesiniz. Allah sizin nefislerinize güvenemeyeceğinizi bildi de müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için (çocuk gibi, neslin devamı gibi) yazdığını isteyin. Fecrin siyah ipliği beyaz ipliğinde sizin için seçilinceye kadar yiyin için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikaftayken hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmayın. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, bunlara yaklaşmayın. Allah’la yol bulasınız diye Allah âyetlerini işte böyle açıklar."

Geçmiş ümmetlerde oruç gecelerinde de hanımlarla münâsebet yasaktı. Cenab-ı Hak Muhammed ümmetine kolaylık dilediğinden orucun vaktini kısaltmış, geceleri nesih etmiş ve kadınlara yaklaşmayı caiz kılmıştır.
"Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar için elbisesiniz."

1- Elbise, kişiyi örter ve onu dış etkenlerden korur. Kadınlarınız da sizi örtüp haramdan korumaktadırlar. Sizler de ka*dınlarınızı örtüp onları haramlara düşmekten korursunuz.

2- Kadınların kocaları, kocaların da kadınları için elbise olmaları, temiz olmaları ve sahibine has olmaları anlamını da ihtiva etmektedir. Elbise temiz olmalıdır. Kadın temiz olmalıdır, kadın afife, er-kek de iffet sahibi olmalıdır. Kadın sadece kocasına ait olmalıdır. Kocası da sadece karısına ait olmalıdır. Kadının başkalarına gitmesi de erkeğin başkalarına uzanması da mümkün değildir.

3- Elbisenin insan vücuduna yakınlığı neyse karı kocanın da birbirlerine yakınlığı odur. Kadın kocasına, koca da karısına tıpkı elbisenin vücuda yakınlığı gibidir. Aslında bu âyet-i kerîme oruç geceleri cinsel ilişkinin helâl kılınışının hikmetini anlatıyor. Yâni karı koca birbirlerine bu kadar yakınken, o onun için elbise o da onun için elbise haline gelmişken, oruç geceleri birleşme yasağında, birbirlerine uzak kalmalarında muhakkak ki bir zorluk olacaktır. İşte Allah sizden bu zorluğu kaldırmayı dilemiştir.

Libas esasen onların bizi haramdan korumaları, bizim de onları haramdan korumamız demektir. Onların bizi Allah’a kulluğa yönlendirmeleri, bizim de onları kulluğa yönlendirmemiz demektir. Müslümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar. Hanımlar da kocalarıyla tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtü. Hayatı birlikte yaşarlar ve birlikte Allah’a kulluğa harcarlar.

Eğer kadınlarımız bizim için örtü olacaklarsa, o zaman onları çok iyi eğitmek zorundayız. Bizi örtecek, bizi koruyacak bi*çimde onları eğitmek zorundayız. Hem kendimizi eğitmeli hem de kadınlarımızı eğitmeliyiz. Yâni verdiğimiz kararlarda, uygulamalarımızda, cennet yolunda ne onlar bize ayak bağı olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı olmalıyız.

Eğer yaşadığımız hayatta onlar bize, biz onlara ayak bağı olmaya başlamışsak, bu bizim onlara gerekli eğitimi vermememizden kaynaklanmaktadır. Ya da onlara gereken önemi vermediğimizden kaynaklanır. Kadınlarına gereken ilgiyi göstermeyen insanlar, Allah’ın istediği biçimde İslâm’ı yaşayamazlar. Kadınlarını Allah’ın istediği şekilde eğitmeyen erkekler de, onların kadınları da kesinlikle cenneti bulamazlar. Birlikte eğitilmeyen nice aileler görüyorum ki, bugün kadınlar kocalarının derdini anlayamadığı için kocalarını evlerine hapsetmekte ve onların İslâmî çalışmalarına engel olma kavgası ver*mek-tedirler. Halbuki birlikte eğitilselerdi, her ikisi de aynı endişeleri taşısalardı, bu kadınlar kocalarını bir saat bile evde boş durdurmayacaklardı.

Birlikte eğitilerek onlar bizi cehennemden koruyacak, biz onları ateşe gitmekten koruyacağız. Bir insanın harama düş*mesi, dünyanın yıkılması demektir. Bir kadının kendi helâlinden başkalarına uzanması, bir erkeğin helâlinden başkalarına gitmesi, tüm dünyanın batmasıyla eş anlamlıdır ve de toplumun helâki işte budur.

"Allah sizin nefislerinize güvenemeyeceğinizi bildi de müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı."

Cenab-ı Hak, Ramazan gecelerinde bu yasağın nefislerinize ağır geleceğini bildiği için bunu mü'minlere kolaylaştırdı.

"Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için (çocuk gibi, neslin devamı gibi) yazdığını isteyin."

"Fecrin siyah ipliği beyaz ipliğinde sizin için seçilinceye kadar yiyin için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tamamlayın."

Bu beyaz iplik, siyah iplik meselesini önceleri yanlış anlamışlar. Adiy Bin Hatem Rasulullah’a gelerek: "Ya Rasûlallah! Ben gündüzün geceden ayrılığını anlayabilmek için yastığımın altına biri beyaz, biri de siyah iki iplik koyuyorum. Geceleyin onlara bakarak akını karasını ayırd ediyorum der. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü buyurur ki:

"Muhakkak senin yastığın çok geniştir, yahut uykun çok derindir. O fecr gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır."
(Buhârî ve Müslim)

Demek ki buradaki beyazlık ve siyahlık fecri sâdıktan bir parça bulunan beyaz ipliktir. Bundan anlıyoruz ki ibâdetin zamanını saat birimleri değil de gökteki apaçık Allah’ın âyetleri, Allah’ın alâmetleri belirlemektedir. Bu her çağ insanının, her ülke insanının uyabileceği bir ölçüttür. Allah’ın zamanı tayin eden bu âyet ve alâmetleri kutuplarda da aynen işlemektedir. Orada gecenin anlaşılabilmesi için güneşin batmasına gerek kalmadan gündüzün bu alâmetler işlemektedir.

Sonra da oruçlarınızı ertesi günün akşamına kadar tamamlayın ifadesi, orucun akşam olunca biteceğini anlatmaktadır. Oruç, akşam güneş batınca biter. Ancak bu akşama kadar tamamlayın ifadesi de orucun bitimi konusunda dakika ve saniye gibi ölçülerin olmayacağını anlatmaktadır. İki sınırda da geniş bir serbestlik vardır. Yâni orucun bitimini de Allah’ın güneş âyeti belirlemektedir. Güneş batınca iftar edilmelidir.

Kişi zamanında uyanamamışsa, sabahın ilk şafağı görülmeye başladığı halde başlamış olduğu yemeğini yiyebilir. İftarda da güneş batar batmaz acele ediniz buyurulur. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Ümmetim iftarı çabuklaştırıp sahuru da geciktirdikçe hayır içinde kalmaya devam edecektir."
Buyurur.

"Mescidlerde itikaftayken hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmayın."

İşte Allah’ın sınırı bunlardır. Bunlara yaklaşmayınız. İnsanlar sakınsınlar diye Allah âyetlerini işte böylece açıklar.

İtikâf mescidlerde sırf Allah’a ibâdet için bir süre kalmaktır. Geçmiş peygamberler de yapmışlar. Allah’ın Rasûlü her yıl Ramaza-nın son on gününde itikafa girmiştir. İslâm’da itikafın dışında ruhbanlık, inziva hayatı yoktur. Hattâ Allah’ın Rasûlü:

"İslâm’da ruhbanlık yoktur, İslâm’ın ruhbanlığı cihattır."

Buyurur. İtikaf anında kadınlara dokunmak yasaktır. En az bir gün olmak kayd u şartıyla demişler veya Ramazanın son on günü itikafa girilir denmiş.

Gerçi şimdi müslümanlar itikafın zamanını ve mekânını değiş-tirdiler. Şimdi müslümanlar Ramazanda değil de yazın sıcak günlerin-de, mescidlerde değil de Akdeniz’de böyle denize nazır çadırların içinde giriyorlar itikafa. Böylesi daha makbulmüş galiba. Allah’ın Ra-sûlü Muvatta’daki bir hadislerinde:

"Oruçsuz itikaf olmaz."
Buyurur. Kadınlar evlerinde itikafa girebilirler.

İtikaf kelime anlamı olarak; bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme anlamlarına gelen bir kelimedir. Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması anlamında bir ibadettir. Hz. Peygamber'in özellikle Ramazan içinde ve Ramazanın son on günün-de itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Hz. Âîşe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasulullah (s.a.s) Ramazan'ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber'in zevceleri itikâfı sürdür-müşlerdir"
(Buhârî, İtikâf, 1-18)


Ebu Hanife'ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescid-de itikâfta bulunmak caizdir. Ebu Hanife ve İmam Mâlik'e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur. Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar, az evvel de ifade ettiğimiz gibi evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir.
(Tecrîd-i Sarîh, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326).

İtikaf üçe ayrılır:

a. Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Rasulullah (s.a.s)'den, "Cahiliye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece itikâfta bulunmayı ada-mıştım; ne yapayım" diye sormuş Rasulullah (s.a.s); "Adağını yerine getir" buyurmuştur
(Buhârı, itikâf, 16)

b- Sünnet olan itikâf: Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (a.s) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir. Bir yerleşim merkezinde bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sün-net-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde müslümanlarına da vereceği umulur.

c- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâf’da oruç şart değildir. Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği görüsünde bulunduklarını yukarıda zikretmiştik.

İtikâf için niyet, erkekler için Mescid, oruçlu olmak, kadınlar için hayız ve nifastan temizlik gibi şartlar vardır. Burada itikâfı bozan hususlardan da kısaca söz edelim. Cinsi ilişkide bulunmak. Kur'an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın" buyuran işte bu âyet bunu anlatır. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolay inzal vaki olursa yine itikâf bozulur. Yine herhangi bir ihtiyaç yokken mescidden dışarı çıkmak. Bir de bayılmak itikâfı bozar. İtikâfa giren kimse mescidden ancak şer'î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabilir. İtikâfa giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır. Yani yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması mescidde olur.

"İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, bunlara yaklaşmayın. Allah’la yol bulasınız diye Allah âyetlerini işte böyle açıklar."

Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken, Buhârî ve Müslim’deki Numan İbni Beşir’in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:

"Helâl belli, haram da bellidir. Bu ikisi arasında da haram mı helâl mi olduğu belli olmayan birtakım şüpheli şeyler vardır ki; çok kimseler onları bilmezler. Her kim ki bu şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını korumuştur. Her kim de şüpheli şeylerin içine dalarsa, haramın da içine dalmış olur. Böylesi tıpkı içine girmek yasaklanan bir koruluk etrafında davarlarını otlatan çobana benzer ki; her ân sürüsünü o koruya düşürüp otlatmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunur. Ha*beriniz olsun, her padişahın bir koruluğu vardır. Bilesiniz ki Allah’ın koruluğu da haramlarıdır..."

Allah’ın sınırları konusunda çok dikkatli davranmak zorundayız. Dikkat ederseniz çobanın koyunlarını otlattığı bölge yasak bölge değildir. Ama unutulmamalıdır ki otlatılan da koyundur. Koyun için yandaki yasak bölgedeki otlar cazip gelebilir ve hemen uzanıverebilirler. Çobana düşen; koyunlarını o yasak bölgenin uzağında, kendisi için helâl olan bölgede otlatmalıdır. İşte Allah’ın Rasûlü melikin bu kendisine tahsis ettiği alanı harama, o alana yakın olan bölgeyi şüphelilere, uzaktaki serbest bölgeyi de helâllere benzetiyor. Zira otlatılan koyundur, laf dinlemez söz anlamaz. Ya da meyli vardır kötülüğe. İnsan nefsi de bu davarlardan faksızdır. Laf anlamaz ve hep meyillidir haramlara. İstediğini verdin mi, hep ister. Ama istediğinden uzak tuttun mu, onu unutur gider.

Öyleyse Allah’ın haramlarının yakın semtinde dolaşmamalıyız. Meselâ İslâm’dan, dinden, imandan bahsedilmeyen yerde bulunmamalıyız. İçki sofrasında oturmamalıyız. Fâiz kokusu olan bir alışverişe yaklaşmamalıyız. Karşımızda pejmürde giyinmiş bir kadın varsa orada durmamalıyız. Toplumda varlık sebebini bilemediğimiz, tedavi adına mı? Yoksa toplumu ifsat adına mı? Belli olmayan ilaçları kullan-mamalıyız. Kadınlarımızla Ramazanda veya itikaf anında mübaşeret konusunda haramlara düşebileceğimiz bir ilişkide bulunmamalıyız.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mescitler Allah Teala'nın Yeryüzündeki Evleridir

Tevbe suresi ayet 17
“Puta tapanların kendilerinin inkârcı olduklarını itiraf edip dururken Allah'ın mescidlerini onarmaları gerekmez. Onların işledikleri boşa gitmiştir, cehennemde temelli kalacaklardır.”

Müşriklerin üzerine düşmez. Allah’a ortak koşanlar küfürlerine, şirklerine, kendi bozuk düzen hayatlarına bizzat kendileri şahit olup dururlarken Allah’ın mescidlerini imar etmek, onarmak onlara düş-mez. Onlara lazım değildir bu iş. Mekke müşrikleri Mekke’nin, Kâbe-nin kendilerine ait olduğunu, onun imarıyla, yönetimiyle kendilerinin yetkili olduklarını iddia ediyorlardı da Rabbimiz böyle buyurdu.

Peki mescidleri imar deyince ne anlayacağız? İmar, umre ay-nı kökten gelir. Sürekli dönüp dolaşıp mescidi ziyaret etmek. Mescid merkezli bir hayat yaşamak demektir. Allah’ın mescitlerini ziyaret et-mek, Allah’ın mescidlerine sahip çıkmakla övünmeye çalışıyorlardı müşrikler. İşte Rabbimiz diyor ki şirkinize bizzat kendiniz şahitken, Al-lah’ın mescidini putlarla doldurup onlar egemenliğinde bir hayattan yanayken o mescidleri imar size gerekmez. Bu size düşmez. Sizin böyle bir yetkiniz yoktur.

İmar bir de onarmak, tamir etmek, ayağa kaldırıp fonksiyonlarını icra edecek hale getirmek anlamına da gelir. Mescidleri imar orada sadece Allah egemenliğini gerçekleştirmek, sadece Allah’ın adının anılmasını, sadece Allah’ın hamd edilmesini gerçekleştirmektir. Şimdi buna göre o mescidlerde Allah egemenliği yerine putların egemenliğini tercih eden, o mescidlerde Allah kullarının Allah’a kulluğuna engel olan, o mescidlerde insanların özgür bir şekilde Rabbim Allah demelerine izin vermeyen, namaz kılmalarına, Allah’ı secde etmele-rine müsaade etmeyen bu müşriklerin o mescidlerle ne ilgileri olabilir ki?

Öyle değil mi? O mescidlerde Allah’tan başka herkesin adının yüceltilmesine izin verdikleri halde Allah’ın adının yüceltilmesine izin vermeyen, Allah’a hayat hakkı tanımayan bu müşriklerin bu işle ne ilgileri olabilir ki? Namaz kılmak için mü’minleri o mescide sokmayan kimselerin o mescidin imarıyla ne ilgileri olabilir ki? Mescidlerde Allah’ın âyetlerinin açıkça duyurulmasına izin vermeyen, ancak kendilerinin izin verdikleri kadar duyurulmasına müsaade edenlerin bu mescidlerle ne ilgileri olabilir ki? Mescidleri aslî fonksiyonlarının dışına çıkaran, orada sadece kendi kanunlarını, kendi talimatlarını yüceltmeye çalışan, uyguladıkları şirk programlarıyla insanlarla o mes-cidler arasına barikatlar koyarak oraları cemaatsiz bırakanların o mescidlerle ne ilgileri olabilir ki? Nereden alıyorlar bu adamlar bu yet-kiyi? Bu adamların hem Allah’a hem de putlara, şeriklere, tâğutlara böyle birbirine zıt iki kulluk iddiaları hiçte doğru değildir.

Böyle şirk içinde bir hayattan yana oldukları için zaten onların tüm amelleri boşa gitmiştir. Tüm eylemleri boşa gitmiştir. Zaten sadece Allah için olmayan bir amele amel denmez. Mescidleri de, imarları da Allah’a imanlarından kaynaklanmıyor. Fırsatını bulsalar oraları yıkarlar, harap ederler.

Yine tüm arzın mescid olduğunu düşünürsek tüm arz mescidinde hâkimiyet kâfirlerin, müşriklerin elinde olmamalıdır. Böyle bir şeye onların yetkileri ve hakları yoktur. Allah’a yetki sınırlandırması getiren, Allah’ın yetkilerini gasp edip O’nun yasaları yerine kendi yasalarını egemen kılmaya çalışan bu insanların yeryüzünü imar et-meleri, yeryüzünde adâleti ikâme etmeleri, salahı gerçekleştirmeleri asla mümkün değildir. Müşriklerin böyle bir yetkileri de, dertleri de yoktur diyor
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mescitler Allah Teala'nın Yeryüzündeki Evleridir

Tevbe suresi ayet 18
“Allah'ın mescitlerini sadece, Allah'a ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler.”

Allah’ın mescidlerini imar, tüm yeryüzü mescidini düzenleme, yeryüzünün yapılanması sadece Allah’ı ve âhiret gününe inanan, namazı ikâme eden ve sadece Allah’tan korkan, sadece Allah için bir hayat yaşayan, Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan kimselerin hakkıdır. Bu yetki, bu hak sadece bu özellikleri taşıyan mü’minlere aittir. Allah insan ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlama mânâsına gelen namazı ikâme edenler, insanların kendi aralarındaki ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlama anlamına gelen zekatı verenler ve de Allah’tan başka hiç kimseden korkmayanların işidir tüm arz mescidinin imarı. Arzda düzen yapma, yeryüzünde yapılanma gerçekleştirme, yeryüzünde egemen olma sadece bunların hakkıdır. İşte ancak bunlar mühtedidirler. Ancak bunlar doğru yoldadırlar ve bunların yapacakları düzen, doğru düzendir.

Allah’a Allah’ın istediği gibi inanmayan, âhiret endişesi taşımayan, yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerine inanmayanların, namazı ikâme, zekatı verme gibi, yâni bireysel ve toplumsal hayatı Allah’ın istediği gibi düzenleme diye bir derdi olmayanların mescidleri imar etmeleri, tüm arz mescidinde Allah’ın istediği düzeni kurmaları mümkün değildir. Yine Allah’tan başkalarından korkan kimseler mes-cidleri korktukları kimseler adına inşa ederler. Orada korktukları kimselerin adının yüceltilmesine sa’y ederler. Onların yasalarının hamdi-ne sa’y ederler. Ama sadece Allah’tan korkanlar sadece Onun adının yüceltilmesine, sadece Onun yasalarının hamd edilmesine sa’y ederler.

O halde bu mescidlere biz kendimiz sahip çıkmak zorundayız. Bu mescidler bizimdir. O mescidleri kâfirlere ve müşriklere bırakma-yacağız. Dinin eğitim ve öğretiminin gerçekleştirileceği ibadet kurumlarımızı, eğitim kurumlarımızı kendimiz oluşturmak zorundayız. Oralarda kendimiz egemen olmak zorundayız. Programlarımızı kendimiz yapmak zorundayız. Bunları müşriklerden bekleyecek olursak şirke bulaşmaktan kendimizi de çocuklarımızı da kurtarmamız mümkün olmayacaktır. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını sansürsüz anlama imkânımız olmayacaktır. Dinimizi müşriklerden, onların programlarından öğrenmeye kalkışırsak asla Allah’ın istediği hidâyete ulaşma, mühtedi olma imkânımız olmayacaktır
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mescitler Allah Teala'nın Yeryüzündeki Evleridir

Hac suresi ayet 40
“Onlar haksız yere ve "Rabbimiz Allah'tır" dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. Andolsun ki, Allah'a yardım edenlere O’da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.”

Rabbimiz Allah’tır diyenler, biz Allah’a inandık diyenler, biz ha-yatımızı Allah için yaşamaya karar verdik diyenler haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Halbuki bu insanların hepsi emin idiler, hepsi güve-nilir idiler, hepsi sâdık idiler. Ama Allah bu dünyada mutlak egemenliği hiç kimseye vermiyor. Allah insanlara dünyada sınırsız yetki vermi-yor. Tamam bir şeyler yapabilecek yetkiler veriyor ama bu yetkiler ge-çici ve sınırlıdır. Sonsuza dek sürecek bir yetki değildir bu. Kâfirler Al-lah’ın kendilerine imtihan konusu olarak verdiği bu kısıtlı yetkileriyle müslümanlara zulmetmeye, onlara hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Lâkin Allah kısa bir süre sonra bu yetkilerini alıveriyor. Bakın işte âyet-i kerîmenin devamında Rabbimiz o değişmez yasasını anlatıyor:

Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, eğer Allah insanların bir kısmıyla bir kısmını kontrol edip durdurmasaydı, bir kısmının gücü kuvvetiyle bir kısmının gücünü kuvvetini dengede tutmasaydı, bir kısmıyla bir kısmının zulümlerine, haksızlıklarına dur demeseydi o zaman Manastırlar, Kiliseler, Havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan Camiler yıkılıp giderdi. Harap olup giderdi. Bunların hiç birisi yeryüzünde varlıklarını koruyamaz, işlevleri kalmazdı. Andolsun ki Allah'a yardım edenlere O’da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.

Evet eğer Rabbimiz yeryüzünde devletlere, egemen güçlere, devletlere, devlet başkanlarına, toplumlara, zalimlere, despotlara, az-gınlara sınırsız ve süresiz bir yetki verseydi, fırsat verseydi. Eğer onların zulümlerini adillerle, sâlihlerle kırıp defetmeseydi. Adillerle, sâ-lihlerle, mü’minlerle onların boyunlarını kırıp bertaraf etmeseydi o za-limler asla Kiliselere, Havralara, Manastırlara ve Allah’ın adının yü-celtildiği mescitlere hayat hakkı tanımazlardı. Buraları yerle bir ederlerdi. Allah’a kulluk mabetlerini yok ederlerdi. Ama Allah onlara bu ka-dar yetki ve fırsat vermiyor. Yetkilerini sınırlandırıyor, güçlüleri güçsüzleştiriyor. Ve onlar karşısında zayıfları güçlendiriyor. Mustazaflara kuvvet ve imkân veriyor. Birini alçaltırken diğerini güçlendiriyor. Ve işte böylece bu müesseseler yaşama hakkı buluyor.

Yâni eğer Allah mü’minlere cihadı emretmeseydi, cihada izin vermeseydi, kendi yolunda cihat eden müminlerin desteğinde olmasaydı, onlar eliyle kâfirlerin, zalimlerin boyunlarını kırmasaydı bu kâfirler tüm yeryüzü mabetlerine hakim olurlar ve tümünü harap ederler, Allah kullarına, kulluğa imkân bırakmazlardı.

Öteki mabetler mescitlerden öne alınmış, önce zikredilmiştir. Bunun sebebi anlayabildiğimiz kadarıyla ya bu mabetler mescitlerden daha önce inşa edildiği içindir, ya da yıkılmaya daha lâyık, daha yakın olmaları sebebiyledir. Çünkü buralarda Allah’ın adı Allah’ın istediği gi-bi yüceltilmemektedir. Allah’ın istediği şekilde fonksiyonlarını icra etmemektedirler.

Allah kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edecektir. Hâşâ Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Öyleyse Allah’a yardım Allah’ın dinine yardımdır. Allah’a yardım Allah’ın dininin korun-masına, dinin ayakta tutulmasına yardımdır. Allah’a yardım Allah’ın emir ve yasaklarını, Allah’ın hukukunu korumak demektir. Allah’a yardım Allah’ın emirlerini icra ve nehylerinden kaçınmakla gerçekleşecektir. Allah’a yardım Allah’ın dininin hâkimiyeti adına çalışıp çırpınmakla gerçekleşecektir. Allah’ın dininin hâkimiyeti adına fedâ-i mal ve fedâ-i canla gerçekleşecektir. Allah’a yardım O’nun dini adına cihadı ve şahadeti göze almakla gerçekleşecektir.

Evet Allah kendi dinine sahip çıkan, kendisinin istediği hayata, kendisinin istediği kulluğa sahip çıkan kullarına Allah’ın yardımı mutlaktır. Eğer istiyorsak Rabbimiz tarafından korunmayı, istiyorsak düş-manlarımız karşısında Rabbimizin yardım ve desteğine ve zafere u-laşmayı, o zaman biz de Allah’ın dinine yardım edeceğiz.

Değilse hâşâ Allah’ın bizim yardımımıza asla ihtiyacı yoktur. Çünkü dininin hakim olacağını zaten Allah müjdelemektedir. Ama unutmayalım ki bizlerin kendi lehimize Allah’ın dininin hâkimiyeti adına vereceğimiz yarım hurma, dökeceğimiz bir kaç damla ter ve kan bizim cennet yolunda ayaklarımızın kaymamasına sebep olacaktır. Dünyada galibiyet ve zafere, izzetli bir hayata, âhirette de cennete ulaşmamıza sebep olacaktır. Unutmayalım ki Allah Gavidir, Allah güçlüdür, Allah Azîzdir. Allah kime yardım edip desteklemişse onun mağlup olması asla mümkün değildir.

Evet demek ki Allah’ın kendilerine yardım edeceği kimselerin hangi özellikleri varmış? Allah’ın dinine yardım edip, Allah’ın dinine sahip çıkıp böylece Allah’ın yardımına ehil hale gelen kimseler kimlermiş? Onların ne gibi özellikleri varmış?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mescitler Allah Teala'nın Yeryüzündeki Evleridir

Cin suresi ayet 18
“Mescitler şüphesiz Allah’ındır, öyleyse oralarda Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.”

Muhakkak ki Mescitler Allah’ındır. Mescitler Allah sebebiyle vardır ve mescitlerin varlığı, fonksiyonu, sizin onlarla münasebetiniz Allah sebebiyledir. Onlarla münasebetinizin ölçüsü Allah sebebiyledir. Hani “İnna Lillah ve inna ileyhi raciun” vardı ya. Biz Allah’ınız, biz Allah’a aidiz, biz Allah’tanız. Biz Allah’tan geldik, Allah’a dönüyoruz. Varlığımız, varlığımızın sebebi Allah’tan dolayıdır, Allah sebebiyledir diyorduk ya, işte buradaki ifadede sanki aynen böyledir. Mescitler Allah’ındır, Allah sebebiyledir.

Dikkat ederseniz burada mescit değil, mescitler, çoğul bir ifade kullanılmaktadır. Bu sûre Mekke’de İslâm’ın başlangıç yıllarında geldiğine göre biliyoruz ki henüz Medine’deki mescit yoktur. Sadece Mekke’deki Mescid-i Haram vardır. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın varlığını ve fonksiyonunu henüz Müslümanlar bilmiyorlardı. Sonradan yeryüzünün çeşitli bölgelerinde Müslümanların inşa edecekleri mescitlerin esemesi bile yoktu o dönem. Ama kıyâmete kadar tüm insanlığın hayatını düzenleyecek bir düstur kitabı olan kitabımızın bu âyeti «f¬%@«K«W²7! buyurarak çoğul bir ifade kullanmıştır. O halde âyet-i kerime bize tüm arzı, tüm arz mescitlerini anlatmaktadır. Kıyâmete kadar yer-yüzünde inşa edilecek tüm mescitleri anlatmaktadır.

Tüm yeryüzü mescittir bizim için. Tüm arz Allah’ın secdegâ-hıdır. Tüm yeryüzü Allah’a secde etme makamıdır. Secde, Allah’a bo-yun bükmek, Allah karşısında, Allah’ın emirleri karşısında boyun eğmek, Allah’ı dinlemek, O’nun dediklerini kabul etmek anlamlarına gelince, o zaman tüm arzda, hayatın her bir konumunda, hayatın her bir alanında yalnız Allah’ı dinleyecek, sadece O’nun emirlerini uygulayacağız demektir.

“Öyleyse ey kullarım! Yeryüzünün hangi bölgesinde, hangi mekânında, hangi makamında olursanız olun, evinizde, çarşınızda, dükkanınızda, büronuzda, mektebinizde nerede olursanız olun tüm secdelerinizi sadece Allah’a yapın! Sadece Allah’a secde edin! Tüm kabullerinizi, tüm inkıyatlarınızı, tüm kulluklarınızı, tüm boyun büküşlerinizi sadece Allah’a gerçekleştirin! Sadece Allah’ı dinleyin! Sadece O’nun emirlerine boyun bükün ve sadece O’nun yasalarını uygulayın! Sadece O’nu razı etmeye yönelin! Ama sakın ha sakın:
Allah’la beraber başkalarına dua etmeyin! Allah’la beraber başkalarını, başka İlâhları çağırmayın! Çağrıştırmayın!”

Duanın öz Türkçe’si çağırmak, çağrıştırmak demektir. Tedaî yani çağrışım da buradan gelmektedir. Bir kişi sosyal, siyasal, ekonomik, bireysel ya da toplumsal bütün dertlerinde, problemlerinde o problemlerin çözümü konusunda ilk aklına getirdiği, kafasında ilk çağrıştırdığı kimse, neyse kişi işte ona dua ediyor demektir.

Farz edin ki bir adamın bir problemi var, ya da bir konuda bir karar vermesi gerekiyor. İşte bu probleminin çözümünde ya da vereceği karar konusunda ilk defa kimi imdadına çağırıyor, ilk defa kimi ve neyi hatırlıyor, kimin çözüm önerisi kafasında canlanıyor, kime ilk de-fa baş vuruyorsa, kimi çağırıyor, çağrıştırıyorsa işte o kişi ona dua e-diyor demektir. Neyi problem edindi adam? Meselâ karısıyla geçimsizliğini mi? Nereden kazanıp nerelerde harcayacağını mı? Çocuklarını nasıl eğiteceğini mi? Hangi okulda okuyacağını, hangi mesleği seçeceğini, evini nasıl tefriş edeceğini, nasıl bir hukuktan yana olacağını, nasıl giyineceğini, sofrasında nelerin bulunup, nelerin bulunmaması gerektiğini mi dert edindi adam? İşte dert edindiği bu probleminin çözümü konusunda ilk defa neyi ve kimi aklına getirdi? Kimin çözüm önerisine baş vurdu? Kimin çözüm önerisi kafasında canlandıysa, işte kişi ona dua ediyor, onu çağırıyor, onu çağrıştırıyor demektir.

Dua, tedai, çağrışımı burada biraz daha tanımak zorundayız. Çünkü bu gerçekten önemlidir. Kur’an-ı Kerîm’de insanlardan pek ço-ğunun Allah’tan başkalarına dua ettikleri, Allah’tan başkalarını çağırıp çağrıştırdıkları anlatılır ve ısrarla mü’minler bundan men edilir. Bunu anlatan çok âyet vardır Kur’an’da.

Meselâ “Soba” dediğimizde, bu ifade neler çağrıştırıyor? Neler geliyor aklınıza? Bu kelimeyi söyleyince işte soğuk, kar, buz, kış günü, odun sobası, elektrik sobası, ateş, kestane filan geliyor değil mi aklınıza? Veya işte sobanın etrafında oluşturduğunuz kış sohbetleri, soba borusu, baca gibi şeyler geçiyor gözünüzün önünden değil mi? Veya meselâ “Çay” denilince Rize’den başlıyoruz, çay tar-lalarına, çay fabrikalarına, çay bardaklarına, çaydanlıklara kadar, kaşık, şeker, dem, demlik, demlenme gibi şeyler geliyor değil mi hatırımıza?

Peki hidâyet, yol göstericiliği, hayat programı denilince ne çağrıştırıyor kafanız? Kimi çağrıştırıyor? Veya bu konularda kimin önerileri, kimin kıstasları geliyor aklınıza? Hastalık denilince kimin şifa önerileri geliyor ilk defa aklınıza? Allah ve Resûlü’nün önerileri mi, yoksa müşrik tıbbın önerileri mi geliyor? Hangisi canlı kafanızda? Veya meselâ rızık, rızık verme, hayata hakim olmak, hakimiyet, hayata yön vermek, çocuğun eğitimi, kazanmak, harcamak, kılık-kıyafet, giyim-kuşam denilince kimi hatırlıyorsunuz? Kimlerin çözüm önerileri aklınıza geliyor? Eğer tüm bu problemlerin çözümü noktasında ilk defa ak-lınıza Allah geliyorsa, ilk defa Allah’ın çözüm önerileri, Allah’ın âyetleri, Allah’ın emirleri, Allah’ın o konudaki dediklerini hatırlayabiliyorsanız siz Allah’a dua ediyor, Allah’ı çağırıyor, çağrıştırıyorsunuz demektir.

O zaman dua edilen, dâvet edilen, dâvetiye çıkartılan sadece Allah demektir. Ama eğer Allah’la beraber başkalarını da hatırlıyor, başkalarının çözüm önerilerini de çağırıyor, ya da bazen Allah bazen de başkaları çağrılıyor, veya meselâ bazı konularda Allah, bazı konularda da başkaları çağrıştırılıyorsa bunun adına da şirk denir, Allah korusun. Meselâ adam sabah namazının farzının kaç rekat olduğu konusunu Allah’a soruyor, o konuda sadece Allah’ı çağırıyor, Allah’ı aklına getiriyor ama hukuku konusunda, eğitimi, kılık-kıyafeti konusunda başkalarını çağırıyorsa işte bu şirktir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kabirler üzerine Mescit Kurma

Kehf suresi ayet 21
"Böylece hemşehrilerinin onları bulmalarını sağladık. Amacımız, Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu, kıyamet gününün mutlaka geleceğini, bunda hiçbir kuşku olmadığını öğrenmeleridir. Hemşehrileri o sırada bu gençlerin durumunu tartışmaya koyuldular. Bir bölümü `Uyudukları mağaranın önüne bir anıt dikin, Rabb'leri onları hepimizden iyi bilir' dedi. Fakat inançlarının içyüzünü iyi bilenler ise `Mağaralarının önünde mutlaka bir mescid yapacağız' dediler.

Bu gençlerin akıbetinden çıkarılacak ders pratik, gözle görülür ve somut bir örnek olarak ölümden sonra dirilişe delil oluşturmasıdır, ölümden sonra diriliş meselesini, insanın kavrayışına anlaşılır biçimde yaklaştırmasıdır. Böylece insanlar, yüce Allah'ın insanların öldükten sonra dirileceklerine ilişkin sözünün gerçek olduğunu, kıyametin kesinlikle kopacağını, bunda hiçbir kuşkuya yer olmadığını öğrenmişlerdir. İşte yüce Allah, bu şekilde o gençleri uykularından uyandırmış ve hemşehrilerinin onları bulmalarını sağlamıştır.

Hemşehrilerinin bir bölümü "Uyudukları mağaranın önüne bir anıt dikin" hangi inanca bağlı olduklarını belirtmeden "Rabb'leri onları" ve benimsedikleri inancı "hepimizden iyi bilir" dediler. İnançlarının içyüzünü iyi bilen o zamanki yöneticilerse, "Mağaralarının önünde mutlaka bir mescid yapacağız, dediler." Burada mescidden maksat, mabettir. Bu ise, peygamberin ve azizlerin kabirlerinin yanında mabedler inşa eden yahudi ve hristiyanların yöntemidir. Günümüzde de kimi müslümanlar, Peygamberimizin yol göstericiliğine, uyarısına karşı çıkarak, bu konuda yahudi ve hristiyanları taklit etmektedirler. Oysa Peygamberimiz şöyle buyurmuştu "Allah yahudi ve hristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin ve örnek din büyüklerinin kabirlerini mescid yaptılar." (İbn-i Kesir, bu hadisi tefsirinde nakleder) Bu sahnenin de perdeleri indiriliyor. Sonra Eshab-ı Kehf hakkında, bu insanların kaç kişi oldukları hakkında yapılan tartışmaları, dilden dile aktarılan rivayetleri, haberleri, kimisinde sayıları fazla gösterilen kimisinde de eksik gösterilen söylentileri, kuşaktan kuşağa aktarılan olaya eklenen hayal ürünü açıklamaları dinleyelim diye tekrar açılıyor perde. Bu eklemeler o kadar fazladır ki, mesele olduğundan fazla abartılmış ve çarpıtılmıştır. Asırlar geçtikçe bir tek haber ya da bir tek olay etrafında birbiriyle çelişen yığınla söylentiler yayılmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mescid yapmanın fazileti ve mükâfatı

Nur suresi ayet 36
“Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu tesbih ederler.”

Öyle evler var ki; o evlerde Allah kendisinin isminin zikredilmesine, kendi şanının şerefinin yüceltilmesine izin verdi, imkân verdi, lütfetti. O evlerde sadece Allah yüceltilir, sadece Allah gündeme alınır, sadece Allah’ın âyetleri okunur, sadece Allah’a kulluk gerçekleştirilir. O evlerde Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla aydınlık bir dünya yaşanır. O evlerde gece-gündüz Allah tesbih edilir. İşte Allah’ın hidâyetinin girdiği, kitabın, peygamberin, vahyin girdiği, Allah’ın nûruyla nûrlanmış, aydınlanmış, Allah nûrunun egemen olduğu kalplerin yaşadığı, mü’minlerin ikâmet ettiği o evlerde sadece Allah yüceltilir. Sadece Allah övülür. Sadece Allah gündeme alınır, Allah’ın âyetleri gündemi doldurur. Evet mü’minlerin evleri işte böyledir.

Şimdi Allah için kendi kendimizi bir sorgulayalım. Evlerimizi bir gözden geçirelim. Gerçekten evlerimizde sabah akşam tesbih edilen, yüceltilen, zikredilen Allah mı? Allah’ın âyetlerimi zikrediliyor evlerimizde? Allah’ın kitabı mı okunuyor? Madem ki Allah’ın nûruyla aydınlanan bir Müslümanın yaşadığı evde, Müslümanların ikâmet ettiği evlerde Allah tesbih ediliyor, Allah gündeme alınıyorsa, acaba gerçekten bizim evlerde bu var mı? Acaba hayatımızı kitapla mı düzen-liyoruz? Acaba akşam sabah kitap ve sünnetle bilgilenebiliyor muyuz? Acaba aile hayatımızı şu okuduğumuz sûreye göre mi düzen-liyoruz? Acaba kazanma harcama anlayışlarımızı, giyim kuşam anlayışlarımızı, erkek kadın ilişkilerimizi, oturma kalkma düzenlerimizi, ziyaret ve ziyafet anlayışlarımızı bu kitaba göre ve bu kitabın pratiği olan Rasûlullah efendimizin uygulamalarına göre mi düzenliyoruz? Hukukumuzu, eğitimimizi, siyasal yapılamalarımızı bu kitaba göre mi ayarlıyoruz? İşte Allah’ı tesbih, Allah’ı zikir, Allah’ı yüceltmek demek budur.

Evet evlerimizde Allah’ın adının anılması, Allah’ın yüceltilmesi demek, Onun nûrunun, Onun kitabının, Onun peygamberinin, Onun dininin anlaşılması ve Onun istediği gibi bir hayatın gerçekleştirilmesi demektir. Eğer günlük ve gecelik hayatımızda Kur’an yoksa, peygam-ber yoksa, dilimizde, gözümüzde, kulağımızda, kalbimizde Allah’ın âyetleri yoksa, Allah’ın âyetleri bize yol göstermiyorsa, keyfimize göre bir hayat yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki bize, kalbimize nûr girmemiştir, bizim eve nûr girmemiştir ve bizim evlerimizde Allah’tan başkalarının zikri, Allah’tan başkalarının yüceltilmesi, Allah’tan başkalarının gündeme alınması söz konusudur. Biz evlerimizde başka şeyleri tes-bihle meşgulüz demektir. Öyle değil mi? Eğer bizim evlerimizde Allah’ın değil de şeytanların vahiyleri izleniyorsa, bize hakim olan Allah kitabı değil de başkalarının kitaplarıysa o evde Allah zikrediliyor, o evde Allah tesbih ediliyor, Allah yüceltiliyor denebilir mi?

İşte nûru böyle anlayacağız, nûrun hâkimiyetini böyle anlayacağız. Allah nûrunun egemenliği budur işte. Ve kimin evinde, kimin kalbinde bu nûr var? Kimin evinde yok, bunu anlatıyor Rabbimiz. Öy-leyse kalplerimizi, evlerimizi Allah’ın nûruyla, Allah’ın istediği hidâyetle doldurmak zorundayız. Kalplerimizde, evlerimizde Allah nûrunu egemen kılmak, hep o nûrla bakmak, hep o nûrla görmek ve o nûrun ay-dınlığında bir dünya yaşamak zorundayız ki bu nûr inşallah sürekli artarak bizi cennete kadar götürsün. Sadece bizim kalp değil, sadece bizim ev değil diğer kalplere, diğer evlere de bu nûrumuz taşınsın ve tüm dünya bu nûrun aydınlığına ulaşsın. Bizim ev nûr saçan bir ev olsun ki böylece tüm evlerde, tüm dünyada Allah’ın adı anılsın, tüm dünyada Allah yüceltilsin, tüm dünyaya Allah egemen olsun, Allah’ın nûru, Allah’ın hidâyeti egemen olsun. Kalplerimiz Allah’ın kitabının bilgisiyle öyle bir dolsun ki, evlerimiz Allah’ın âyetleriyle öyle bir yükselsin ki herkes bunu fark edip nûra koşsun. Herkesi aydınlatacak tüm kalpleri bu nûrla tutuşturacak bir noktaya gelelim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kuba Mescidi'nin fazileti

Tevbe suresi ayet 108
“Ey Muhammed! O mescide hiç girme! İlk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan mescitte bulunman daha uygundur. Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah, arınmak isteyenleri sever.”

Sakın ha ey peygamberim o mescide girme, o mescitte ebedîyen namaz kılma, orada kıyam etme. Elbette başlangıcından itibaren takva üzerine, Allah’a kulluk üzerine kurulan mescid kıyam etmen, namaz kılman, Allah’a dua etmen, Allah’ın dinini ikâme etmen için daha uygundur. Temeli ilk gününden itibaren takva üzerine inşa edilen bu mescid, Mescid-i Nebevidir veya Kuba Mescididir. Bunun ikisi de Rasulullah (a.s)’ın bizzat kendisi çalışarak takva üzerine, Allah’a kulluk üzere inşa edilmiş mescitlerdir.

Evet temeli takva üzerine kurulmuş müesseseler diğerlerine tercih edilecektir. İlk gününden temeli takva üzerine kurulmamış olan, temeli Allah’ın dinine düşmanlık olan, Allah düşmanlarını desteklemek üzere kurulmuş olan müesseseler terk edilmelidir. Oralarda Müslümanların boy göstermesi oraların meşrulaşmasına sebebiyet verecektir. İslâm’a ve Müslümanlara zarar veren müesseselerle Müslümanların ilgileri olamaz.

Ey peygamberim! Böyle temelli takva üzerine kurulmuş mescitte namaz kıl. Çünkü orada temizlenmeyi, temizliği seven Allah erleri vardır. Allah da zaten tertemiz temizlenenleri sever. Orada sadece Allah rızasını düşünen, imanlarıyla, düşünceleriyle, amelleriyle, niyetleriyle, metotlarıyla sadece Allah için bir hayat yaşamayı düşünen temiz mü’minler vardır. Küfür ve şirk pisliklerinden, günâh kirlerinden, ahlâksızlık ve iffetsizlik unsurlarından uzaklaşmayı, Allah’ın kitabıyla, peygamberin yol gösterisiyle maddî ve manevî her şeyleriyle tertemiz kalmayı, düşünen mü’minler vardır orada. Kalbi, kafası, düşüncesi, itikadı, metodu pis olan kâfirler, müşrikler ve münâfıklar gibi değillerdir onlar. İşte Allah’ın sevdikleri de bunlardır.

Temizlikte kıstas vahiydir. Allah’ın temiz dedikleri temiz, pis dedikleri de pistir. Kur’an’ın tarif ettiği ve Rasulullah efendimizin örneklediği şekilde bir hayat yaşayanlar temizdirler. Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayanlar necistirler. Yâni hayat programını Allah’a sormadan yaşayanlar, Allah’ın kitabına peygamberin sünnetine karşı ilgisiz yaşayanlar pistirler.

Çünkü Nâziât sûresinde bunun çok hoş anlatımına şahit oluyoruz. Musâ (a.s) Firavuna ey Firavun gel seni temizleyelim buyurmuştu. Gel seni Allah’la, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın istediği hayatla tanıştırayım ve temizleyeyim buyurmuştu. İşte temizlik Allah’a imanla birlikte, küfürden, şirkten, nifaktan, isyandan, tâğutluktan kurtulmak demektir. Müslümanlar böyle temizlerin bulunduğu mescitlerde bulunmalı, onlarla birlik olmalıdır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt