Bu noktada şunu soralım. Yıllardır mevcud retorik, şöyle bir şey söyledi bize: “Arablar, Osmanlı zamanında Türkleri arkadan vurdu.” Peki, Irak savaşında, Irak’taki Müslümanların değil de, Amerika’nın yanında yeralan Türkiye’nin durumunu gözönüne alacak olursak, şu ân Arab Âleminin, Türk halkına ve Hükümete bakışını nasıl buluyorsunuz?
1 Mart tezkeresini bütün Arab Âlemi çok ciddiye alıyor. Soğuk savaş döneminde, biz Nato’ya, onlar da Sovyet kampına bağlıydı, yani soğuk savaş döneminde taraflar böyleydi ve bize Amerikan köpeği diyorlardı, bizimle dalga geçiyorlardı. Şimdi,bu düşünceler, 1 Mart tezkeresinden sonra değişti. Yâni, Soğuk savaş döneminin izlerini atmış olduk gibi bir şey. Bir de, bunlara İngiliz ve Fransızlar, “Osmanlı sizi sömürdü” şeklinde öğretmişler.
Aynı şeyleri bize de Arablar için söylüyorlar, işte sizi arkadan vurdular diye.
Tabi tabi, bunlar da söyleniyor. Meselâ, Ürdün’deki Refah Partisinden çok yetişkin bir adam, Refah Partisi orada bizim İttihad ve Terakkî günlerinden kalan bir parti, küçük, az oy alıyor ama önemli bir parti. Bizi görünce, hafif alaylı ama sevecen bir şekilde; “ Vayy! Eski efendimizin çocukları gelmiş”, hoşgeldiniz diyerek, bizi karşıladı. Sonra da şu cümleyi söyledi. Yâni bizimle önce alay eder gibi konuştuktan sonra şunu söyledi; “150 yıldır neredeydiniz? Tabii, bunlar hepimizi ağlatan şeyler. Şimdi, Arablar bizi Arkadan vurmadı. Bizi arkadan vuranlar şehir medeniyetini, İslâm medeniyetini, İslâm şehrini yaşamamış, Bedevîlerdi, Şerif Hüseyin bir Bedevîdir. Bugün, nasıl ki; PKK hareketi çoğunlukla bir dağ hareketi, dağdan çıkan bir hareketse, Urfa ve Diyarbakır’daki şehir kalabalığı bu harekete sosyal olarak katılmamışsa, bu Bedevîler de çölde yaşayan insanlar ve şehir uygarlığını yaşamamış insanlardı.
Üstelik, bugünkü Türkiye’nin müttefikleriyle beraber...
Olay şöyle gelişti: Arab topraklarında, dünya üzerinde milliyetçiliği en geç öğrenen Arablar oldu. Ve bu Arablar o kadar tesadüftür ki, neredeyse Afrika’nın balta girmemiş ormanlarından kalma, ulus devlet kurmaya çalışan Kenyalılarla aynı yıllarda milliyetçi olmuşlardı. Bunun sebebi ise, Arabların, Sultan II. Abdulhâmid’i çok sevmeleridir. Bizimle bir ortak imparatorluk kurduklarına inanıyorlardı. Yani ortak tarih şuurumuz vardı. Ortak imparatorluğumuzda bizden istedikleri şu oldu, Osmanlının çözülme devrinde. Abdulhamîd sonrası, Meşrutiyet döneminde, bizden; Prens Sabahaddîn’in fikri olan, Âdem-î Merkezîyetçilik istediler, yani, yerinden yönetim istediler, Padişahla görüştüler. Fakat Balkan bozgununda Türkiye arkadan hançerlendi, Ermeni çeteleri tarafından. İttihadçılar, Ermenilerle birlikte yola çıktı fakat daha sonra Ermeniler bunları arkadan bıçaklayınca, İttihadçılardan, Ermenilere sert bir karşılık geldi ve Milliyetçilik başladı. Türkiye’deki Türkçülük hareketinin ayaklandığını gören Arablar, doğru Batı’ya kaydı ve bizi, “bunlar, ırkının, soyunun peşine düştü”şeklinde suçlamalarıyla birlikte, Arab yarım adası hafif hafif hortladı.
Bunların sebepleri nelerdir?
Arabları burada Osmanlıya karşı kışkırtan iki büyük sebeb var: Bir tanesi, Ortadoğu topraklarına 11. ve 12. Asırda Haçlı seferleriyle birlikte gelip yerlermiş Maruni Hristiyanları, Bugün Lübnan’da yaşayan, Falanjist dediğimiz faşist Hristiyanlar. Biz onlarla da gittik, görüştük. Bunlar, matbaa işine Osmanlıdan çok daha önce başlamışlar, bu topraklarda. Bu matbaa yayınlarıyla, oradaki aydınların kafasını hafif çeldiler gibi oldu. Velhasıl, Bedevîler için söylediğimiz şeyleri, Arab aydınları için söyleyemeyiz. Bir de, çağın modası ulus devletlerdi. Fransız devrimi her tarafı etkiliyordu, böyle bir şey oldu. Ancak şu da oldu, yüzyıllık büyük bir terbiyeden geçtik. Biz, Ziya Gökalp’le milliyetçiliği kurduk ve bunu, Atatürk aldı başını götürdü.
Bir de Fransız İhtilâlinin millî dil, Millî töre gibi değerleri dünyayı dolaşıyor. Bu iki değer de, o günkü aydınlara, ulus devletlerin kurulmasına çok yardımcı oldu. O gün, dünya böyle görünüyordu. Gittiler İran’a, sizin arkanızda Pers var; Pers İmparatorluğu var, Irak’a gittiler, dediler ki; siz, Mezopotamyasınız, Suriye’ye gittiler, siz; Asursunuz, Mısır’a gittiler, siz; Firavunsunuz, dediler. Hepsine böyle ayrı devletler kurdular ve hepsine ayrı bir tarih ve millî şuur aşıladılar. Ha bunlar, iyidir, doğrudur, yanlıştır, bilemem. Dikkat ederseniz, 1950’den sonra emperyal devletlerin konuştuğu şey, Şiâ- Alevî gibi, daha ayrıntılı mezheb şeyleri. Bunun sonu yoktur, bu, yüzyıllık aldatmacadır. Buraları, kriz noktaları, çatışma noktaları yapmak için Batı çok uğraşmıştır, Anadolu’nun içine, çok sert çatışma ve kavga tohumları atılmıştır. Bu, Batı tarafından atılmıştır, biz bunları yemeyeceğiz. Çünkü, bu halkın kökeninde bin yıllık üslub, sosyal dokusu güçlü şeyler vardır. Biz,Yunus derken, Mevlâna derken, Pir Sultan yada Hacı Bektaş derken bunları boşuna söylemiyoruz. Bunların her sözü, Hâşâ, estağfurullah ama, ayet gibidir.Çünkü bunlar, dostluğu, kardeşliği ve urul- Hûrî, Allah yolu ve Kur’ân-ı Kerîm hükümlerini ruhlarına ve beyinlerine geçirmiş insanlardır. Temel ölçüler tabii, yalnız şahsî terbiyeleri değil, bir esnaf, terbiyesi bir sosyal terbiye olarak ta hayata geçirdiler. Yâni, dünyanın merkezinin bu topraklar olması boşuna değil. Avrupa merkezli fikirlerin ötesindeler. Bugün Avrupa, Fransız İhtilâlini terkediyor. Dikkat ederseniz, bilim, sanat, edebiyatta, herşeyin Avrupa’dan başladığı görüşü, Avrupa’da bitmiştir.
Neden bitiyor? Dinlerin bir etkisi olabilir mi?
Semavî dinleri bir kenara bırak, daha ileri gidelim…Yahudilerin Süleyman Tapınağı gibi, Firavunların Piramitleri gibi, İstanbul’un Ayasofyası, Sultan Ahmedi gibi ve daha bir çok şeysi gibi, bütün bunların merkezî şehirlerde, mâbedî merkezlerde bulunması boşuna değildir. İnsanlığa konuşmak için bunlar kuruldu ve bütün dünyalılar buraya çağrıldı ki, Altaylardan, Yakutlardan Türkler gelip buralarda, bin yıllık siyasal egemenlik, iktidar kurabildiler. Fakat, Türkler siyasal egemenlik kurarken, bütün Afrika’nın binlerce kavmine karıştı. Bugün Türk bulamazsınız, Çin’de de bulamazsınız, Hindistan’da da bulamazsınız., İran’da var, Ortadoğu’da bulamazsınız. Bütün bu kavimlerin hepsine karıştık ve kaybolduk. Biz, dünyaya karışmaya gittik. Allah, bu topraklara bizi, dünyaya karışmamız için gönderdi. Aşk en büyük idealdir, kimle evleniriz, kimle konuşuruz, şu ânda biz bilemeyiz, kim bilir, Allah bilir! Osmanlı veya bu toprakların geçmişi, bizim için çok ideal örnekler değil! Ama bugün dünyaya baktığımız zaman, yüzümüzü gözümüzü süreceğimiz örneklerdir. Biz, entelektüellerin okuma çağında, halkımızın bir takım kapılara yüz sürmesini, bir takım türbelere yüz sürmesini, hurafe olarak, bid’at olarak gördük hep! Ve hurafelere karşı mücadele ederek geldik. Ama şimdi, o kapılardan bütün insanlığın geçtiğini görüyoruz. Gidin Emevî Camisine, bütün insanlık geçiyor oradan. Ha o halde? Biz de şimdi oraya gidip yüzümüzü sürüyoruz, yüzümüzü sürmeye devam edeceğiz. İnsanlık neredeyse biz oradayız. Arab, Türk, Fars karışmaya da devam edeceğiz, dillerimiz de birbirine girecek. “Doğu Konferansı”yla, Türkiye’deki aydınlara, Türk halkına vermeye çalıştığımız mesaj da budur. Biz, büyük bir duâ ile yaşıyoruz, bu duânın arkasında, Necip Fazıl da vardır, Mehmet Akif de vardır, Sezai Karakoç da vardır, Nazım Hikmet de vardır. İnsanlık türküleri ve şiirleri söylemiş kimse o vardır. Aydınlarımızı Misâk-ı Millî’den kurtarmak istiyoruz, Misâk-ı Millî bize dar geliyor. Beynimize dar geliyor, ruhumuza dar geliyor, fikriyatımıza dar geliyor, biz, insanlığa koşmak istiyoruz.
Gücünüz nedir? Bu anlattıklarınızı hayata geçirebilecek bir fikriniz var mı?
Şüphesiz gücümüz beş- altı ülkeyi ziyaret etmektir, beş-altı yazı yazmaktır. Ama, Türk gençliği, bu toprakların gençliği kimse, bu ateşi alsınlar ve dünyaya koşsunlar. Necip Fazıl’ların yaşadığı dünyada, Ortadoğu topraklarında çok sert, soğuk savaş rüzgârları esiyordu. Biz, NATO’ya, onlar da Sovyet Blok’una üyeydi. Bu fikriyatları hayata geçirecek bir ortam, bir zemin yoktu, yâni böyle bir hava, atmosfer yoktu. Ama şimdi, bu fikirlerin hayata geçirileceği, çok güzel, aydınlık günler var. Arkadaşlarımız tatillerini buralarda yapsınlar, meselâ, İsfahan dünyanın en güzel şehridir. Prag’dan da güzeldir, Venedik’ten de güzeldir, Paris’den de güzeldir. İsfahan, tam beş yüzyıldır tek taş konulmadığı hâlde, hâlâ dünya güzeli bir şehirdir, altından bir şehirdir, köprüleri, Şah Meydanı dedikleri o büyük meydan, dünyanın en güzel meydanıdır. Sütunları, camîleri, sokaklarıyla dünya güzeli bir şehirdir. Gönlüm istiyor ki, bizim çocuklarımız bu şehirleri gezsinler, İsfahan’a tatile gitsinler, Bodrum’da seksenlik Avrupalı karılarla aşna-fişne yapacağına, kendileri gibi kara gözlü, kendi kızlarıyla, aynı cami avlularında veya şadırvanlarda, Selahaddin Eyyubî’deki türbede, türbenin çay ocağında muhabbet etsinler, ki, Arab gençleri bunu çok yapıyor. Şüphesiz Batı’dan kaliteli çok şeyler geliyor ve biz bunu kullanmaya devam edeceğiz. Aslolan, bunları kullanıp kullanmamak değil de, aslolan birlik ve beraberliğimiz, kardeşliğimizi bozuyor mu, bu getirdiğimiz teknik şeyler bizi düşmanlaştırıyor mu? Giydiğimiz bu yeni moda şeyler, bizim bir kardeşimizi elimizden alıyor mu, bünyemize uyuyor mu, ona çok dikkat edeceğiz. Bünyemize uyuyor mu, işte en güzel laf bu! Bu bünyeden rüya görmeye başlayalım, ben diyorum ki, çok güzel bir rüya görebiliriz. Bu rüya da şudur: “Tek beden, tek vücud oluruz, İslâm tasavvufunda var, biliyorsunuz. Tek beden, tek vücud, tek bir beste, böyle bir beste, hâlen de vardır, bizim şairlerimizde vardır, Mevlâna’da, Yunus Emre’de, Hacı Bektaş-ı Velî’de vardır. Ben böyle şeyleri konuşmayı çok severim, neden bilmiyorum. Tek dil, din, ırk gibi Fransız İhtilâlî kaynaklı kavramlar dar geliyor, daha geniş kavramlar lâzım