NAKŞEDEN İZLER ( ANI ROMAN 2)
NAKŞEDEN İZLER ( ANI ROMAN 2)
İnsanların inisiyatif hakkını,bilerek gasp ediyoruz,dolayısıyla belki farkında bile olmadan, asıl yanlışı bizler yapıyoruz.
Şu anda bizleri yargılayacak, bir kimse çıkamıyor, zira güçün bu gün, bizlerde bulunuyor olması yeterli görünüyor!
Zavallının zaten mecali kalmamış ki, haykırsın haksızlığı var gücüyle.
Yine onlara durmadan,sizler ne bilirsiniz,düşünemezsiniz bile,sadece söyleneni yaparsınız demiyor muyuz çoğu vakit.
Her zaman kendi akıl ve zanlarımızı ön plana çıkartarak,onlarda akletme,tahkik etme,imkanını tanımadan tahayyül diye bir şey bırakıyor muyuz.
Bunları bizlere yaptıran her ne olursa olsun,sermaye,politika,makam veya şerrimizden korkulan zulmümüzdür.
İster kabul edelim veya etmeyelim azgın bir nefis için ne fark edecek.
Eğer hakkıyla düşünürsek,bunların pek çoğunu,aynı şartlara haiz olarak elde etmemişizdir.
Mutlaka çok önemli desteğimiz,veya desiselerimiz mevcuttur.
Yok eğer hak ederek gelmiş isek,enaniyetimiz veya farkında olmadığımız tekebbürümüz, bunları bizlere yaptırmaktadır.
Çünkü; halkın kucakladığı, her müspet tavrın arkasında,objektif ahlak,şeffaf yönetim ve mutlaka hakkaniyet vardır.
Bu hareket sosyal bir gerçektir,bunu fark ederek göremeyenler,ne hazindir ki; zavallılar, ve terapiye ihtiyacı olan, biçarelerdir.
Fabrikanın bir bölümünde,mescit olarak ayrılan,küçük,kare biçiminde olan,mesai dahilinde her türlü gürültüyü cömertçe içine alan,koyu yeşil halı ser döşeli, odaya bir somya yerleştirip,burayı lojman niyetiyle kullanmak zorunda kalıyordum.
Güya hedefimiz fabrikadaki her faaliyeti öğrenmek ve özümsemekti!
Fakat kaldığım yer,dinlendiğim mekan beni sıkıyor, daha çok yoruyordu,kendimi dinlemem mümkün görünmüyordu.
Kimseye söylemiyor,sabrediyordum, istiyordum ki, amcazadem, tespitini yapsın, bir gün yerimde yatsın,benim hissiyatımı anlasın ve çözüm arasın.
Bir akşam benim gece vardiyamda geldi, saat 02.45 e kadar çalıştı,aynı bir işçi konumunda,röleleri taşıyor,istif yapıyor,makina’nın başına geçiyor,ipleri sarıyordu.
İlgisizdi,son derece yoğun olduğu gözleniyordu,zihni kaldığı mekanda değil,başka ufuklarda dolaşıyordu.
Yorulmuş olmalı ki,işlerden sıyrıldı,bana doğru yaklaştı Mustafa senin yattığın yer müsait mi,yatmayı düşünüyorum,ne dersin dedi.
Tabi müsait buyurun gidelim diyerek,refakat ettim,yatağı açtım,yardımcı olacağım bir şey var mı,diye sordum,teşekkür etti sabah görüşür,konuşuruz seni epeydir dinlemiyorum,bu fırsatı bulmuş oluruz dedi.
Dolayısıyla bende hayırlı geceler dileyerek ayrılmak zorunda kaldım.
Sabah Osman ağabeyin isteği üzere,saat 06.30 da uyandırdım,dinlenmiş görünüyordu,işlerin nasıl gittiğini sordu,gayet güzel geçti,bir vukuatımız olmadı dedim.
Fakat benim nasıl olduğumu,neler düşündüğümü sormasını bekliyordum merakla, maalesef beklentim boşa çıktı sormadı.
Fakat Mustafa şu ana kadar gösterdiğin başarı, herkesi şaşırttığı gibi beni de oldukça sevindirdi.
Sabri bey her fırsatta seni överek,gurur duyduğunu söylüyor,işleri tamamıyla deruhte ettiğini anlatıyor.
Mehmet usta bile zorlandığı vakit,sana koşuyormuş, amcamın oğlu olarak, bana bu duyguları yaşattığın için, sana teşekkür ederim,bir sıkıntın olduğu zaman hiç çekinme,beklerim diyerek tokalaştı ve
İstanbul’a hareket etmek için aracın gaz pedalına bastı ve uzaklaştı.
Ben yine sırlarımla baş başa kalmıştım,tespit ettiğim onca problemleri ,içime gömerek,zamana sabırla havale etmiştim.
Bir gece uyuyamamıştım,saat 04.35 civarı ab dest almak niyetiyle kalktım, lâvaboya doğru yönelip adımlıyordum.
Boyaların bulunduğu yer, önemli olduğu için,idareci haricinde kimse giremezdi,üçer gram karıştırılsa,renk değişik çıkar,bir çok maddi zarar olurdu.
Çok farklı sesler geliyordu,irkildim emin olmak için silkindim ve yeniden kulak kesildim,acayip seslerin devam ettiğini fark ettim.
Teklifsiz kapıyı açtım,baktım ki ne göreyim şaşırdım kaldım,tabi biraz bocaladım, gözlerimi açtım,sonra hiddetimi şu sözlerle sıraladım.
Eğer sizi bir daha böyle, uygunsuz biçimde görürsem,kimseye söylemem önce ben sizi kitlerim,açılamazsınız diyerek konuşmaya devam ettim.
Bunu böyle bilin dedikten sonra,orayı terk etmelerini söyleyerek,hışımla gözlerine baktım,onları silkelememek için kendimi zor zaptettim,
Başları öne eğik şekilde kaybolup gittiler,meşhur Mehmet usta ve evli olduğu halde,namustan arınmış bulunan ve maalesef burada çalışan güya yetkili bayan.
Çalışan bayanlar içinde,Bursa hürriyet mahallesini iskan tutmuş Bulgar ve Romen göçmen vatandaşlar çoğunluktaydı.
Çalışanların genelini oluşturan onlardı ve bu insanların yapıları,adetleri oldukça farklıydı, mesela;bayanlar,erkeklerle güreşmekten sakınmıyorlar, gayet doğal diyorlardı.
Mehmet ustada sağ olsun bunu fırsat bilerek hiç sıkılmıyor ve çok rahat bir şekilde değerlendiriyordu.
Terfi etmek isteyen,rahat işi benimseyen,izine ihtiyaç duyan, Mehmet ustanın vardiyasında,kime gidecekti elbette ve üstelik tek yetkili olan Mehmet ustaya, o ne derse onaylanır,mesele çıkmazdı.
Ama Mehmet usta sürekli,hata yapar,beş kazan iplikten en az iki kazanı abraşlı(bozuk) çıkar,hayrola neden verim sürekli düşüyor, diye sorulunca bazen,
Elektrik kurumunu,bazen sigortanın attığını,eh mazeret bitmez ya Mehmet ustada,bazen de motor arıza yaptı der çıkardı.
Acaba doğrumu söylüyor demezler,tamam usta canın sağ olsun, hafta sonu acısını çıkartırız diyerek,zavallı garibanları karşılıksız olarak çalıştırırlardı.
Elemanların hafta sonu,dinlenmeleri,en doğal ihtiyaçlarını gidermeleri,aile fertleriyle bir gün dahi olsa,
Bir araya gelmeleri,dertleşmeleri onlara sorulmadan, başkalarının hataları yüzünden, hafta sonu tatillerinden haksızca mahrum edilerek, çalıştırılmaları beni kahrediyordu.
Tabi iş veren temsilcisi Sabri beyin işine geldiği için, problem çıkmıyordu.
Fakat iş veren kim.!asıl patron hangisi ! çalışanlar tarafından pek bilinmiyordu.
İstanbul da ikamet eden,oradaki pazarı genişleten,sürekli siparişleri artıran amcazadem Osman bey,haftada bir gün zor geliyordu.
Diğer azınlıkta olan hisse sahipleri,nadiren gelirler,hafta sonu araçlarını temizlerler,asıl işleri olan fabrikalarına giderler,hoş geldikleri zaman, Bursa sporun transferini konuşurlardı.
Dolayısıyla asıl patron, Sabri bey olarak bilinmekteydi,zira; çoğu zaman bizimle birlikteydi.
Sabri bey Mehmet ustaya o kadar güveniyordu ki,üzerine toz kondurmuyordu her nedense birkaç kez yokladım,atmosfer zemini müsait değildi ve hemen konuyu değiştirerek vazgeçtim.
Çünkü Sabri bey,meşrep ve mantık olarak Mehmet ustaya daha yakındı.
Mehmet usta işine,iş verenine saygı duysa,iş ahlakı ve disiplinine haiz olsa, Sabri beyden çekinse,boyahanenin içinde,gece yarısı ve o saatte,
Kendi vardiyasında,bayan elemanların başıyla,üstelik kapıyı dahi kilitlemeden,en mahrem pozisyonda,haramın doruğunda,
İdareci sorumluluğunda bu kadar pervasız olabilir miydi,mümkün değil dedim kendime ve daha boyutlu düşünmeye başladım.
Sürekli içime atıyor,sabrediyordum,çalışma şevkim kırılıyor,kuytu,serin ve sakin mekanlar arıyordum,
Sinemde beni kuşatan sırlarımı,sigaramı yakarak, hasret kalmışçasına nefes çekiyor,dumanları ile mehtaba pas atıyor,hicranımı paylaşıyordum.
Cumartesi günü yoğunluğu bitirmiş,mutat olduğu üzere çalışıyorduk,saat 11.15 civarındaydı,ipek kozalarını temizletiyor, Pazartesi için hazırlık yaptırıyordum.
Elektriklerin kesildiğini fark ettim,elemanlara temizlik yaptırmak niyetiyle, talimat verecektim ki ,
Sabri bey hızlı bir şekilde, elemanların yanına yaklaşarak,el,kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu,ben uzaktaydım fakat, fark ediyordum.
Anlattıkları her neyse, elemanların lehine olmadığı kesindi,çünkü Sabri beyin suratı asıktı,hayırdır inşallah diyerek yanlarına yaklaştım.
Sabri bey bana yönelerek,sizi bulamadığım için,elemanlara söylemek durumunda kaldım deyince,alakasız ve manalı olduğunu anladım.
Hemen beni nerede aradınız,her zaman buradaydım dedim, ve arkasından, neyse önemli değil, sizi dinliyorum diyerek,meramını merak ettim.
Mustafa bey, biliyorsunuz ki elektrikler yok,o nedenle çalışan arkadaşlar,Pazar günü gelecekler ve bugünkü açığı telafi edecekler dedi.
Teklifi çok mantıksız,manasız ve haksızdı,üstelik benim sorumlu olduğum elemanlarımdı.
Sabri beye kafamı kaldırdım,gözlerine manalı bir şekilde baktım ve ağzımı açtım,
Sabri bey, Allah aşkına saat kaç, bakar mısınız,mesai bitimine kırk dakika var,böyle bir talebi siz nasıl yaparsınız.
Elektriğin kesilmesinin elemanlarla ne ilgisi var,kul da Allah ta insana bunu sorar,sonra maksadınız nedir anlayamadım,bizim hafta içinden sarkan işimiz yok.
Bak Mustafa bey,sizin gelmenize gerek yok,ben Mehmet ustayı getirtirim,bunları çalıştırırım deyince.
Hakir bir ifade şekli vardı,asabım bozuldu,bu insanlardan ben mesulüm,sizin iş verenlerden biri olmanız,
Yanlış veya haksız davranmanızı gerektirmez, böyle hareket keyfiyetini de hiç bir zaman size vermez.
Eğer bu insanlara sahip çıkmaz,devamlı haksızlık yaparsak,insan olma onurunu, bizler nasıl savunur,koruruz,rahat bir biçimde insanların, karşısına nasıl çıkar konuşuruz dedim.
Ve elemanlara dönerek arkadaşlar,mesai bitmiştir,hazırlık yapabilirsiniz diye,komut verdim.
Sabri beye yönelerek, yapacak başka bir şey yok, kusura kalma, ama sen yinede istersen, Mehmet ustayı ve ekibini çağıra bilirsin, dedim ve oradan ayrıldım.
Belki bu denli keskin davranmazdım,fakat kocası askerde olan, sigortalı olarak çalıştığını sanan,gariban bayanın dramını yaşamasaydım.
Öyle hazin ki, gece vardiyasında mesai yapıyoruz, ben makineleri geziyorum, kazanı kontrol ediyorum, genel iş takibini yapıyordum.
Saat takriben 23.15 civarıydı.
Kısım ikiye geçtim,bobinleri saran, bayan elemana baktım,sabit bakıyordu, bir anda kaskatı kesildi,
Gözleri fal taşı gibi açıldı,ağzından köpükler saçıldı,adeta bir robot gibi yere çakıldı,öyle şaşırdım ki sormayın.
Hayatımda o ana kadar böyle bir olayla hiç karşılaşmamıştım, aptallaştım, hemen yanına yaklaştım, elemanlara, seslendim geldiler, ellerinden gelen ne varsa, ortaya serdiler, maharetlerini gösterdiler.
Yakın arkadaşlarından biri,arkadaşlar telâşlanmayın,zaten belliydi,zavallı ne çekmişti,bunu bir Allah, birde ben bilirim deyince, daha çok şaşırdım, hemen orada kendi kendime hayıflandım,haberimiz yok,ama neler var dünyada diye.
Bayan arkadaş,bir müddet sonra ayıldı,kendine geldi,sara hastası olduğunu belittiler,şimdi geçer dediler,
Fakat olsun biz yine de seni, bir hastaneye gönderelim de kontrol edilirsin,durumunun tespiti yapılır, olmaz mı deyince,
Faydası olmaz acil servisinde ilgi az,izin verirseniz şimdi gidip dinleneyim,yarın nöroloji doktoruna giderim dedi.
Bende tamam, sen durumunu bizden daha iyi bilirsin,diyerek şoföre talimat verdim,evine bırakmasını tembihledim.
Şoför yanıma yaklaştı,kulağıma eğildi,efenim,size söyleyemiyor,ama sigortası hala yapılmadı, personel müdürü oyalayıp duruyor, her maaşında üstelik ücreti kesiliyor deyince;
Beynime kan toplandı,gözlerimin önü karardı,boğazım kurudu,kulaklarım kızardı,ateş yüz hatlarımı sardı.
Allah kahretsin böyle varlığı;Yarabbi senin uygun görmediğin,kullarına tavsiye etmediğin,lanetlediğin,
Kul hakkını gasp ederek,bunu marifet sayarak,aldananlardan eyleme,diye kalbi hislerimle duamı yaptım.
Personel kaleminden,bayanın durumunu kontrol ettim ki,içler acısı yedi aydır çalışıyor,ama sigortası yapılmıyor,
Neden diye sorunca da, iş talebinde bulunanlar pek çok,çalışmak istemiyor mu,hiç nazlandırma hemen kapıya koy,çıkart demesinlermi.
Bak Mehmet, usta elemanlarının çoğunu yeniledi,sizde aynısını yapın diyerek, tavsiyede bulundular akıl da neleri.
O zaman tepemden sıcak sular bir hışımda indi. Biraz bocalamaya başladım,bende mi gariplik var,idareciler de mi terslik var,diyerek mırıldanmaktan kendimi alamadım.
Sosyal barış,iş ahlakı,dürüstlük,adalet mevhumları nerede kaldı,öyle ya para kazanmak en büyük sanattı,toplumsal temel öğeler, kilere kaldırılmış,menfaat ve yalaklık her tarafı sarmıştı sanki.
Nerede kaldı mükellefiyet, bu kadar yozlaşma, nasıl izah edilir,bütün bunların sebebi ne olabilir diye düşündüm,daha çok dertlendim.
Fakat; tiksinmiştim,soğumuş,buz kesilmiştim,hakkımda en hayırlısı ne ise Allah tan onu samimiyetimle istedim.
Kanaatim odur ki;
Tespit ettiğim,şahit olduğum,zulme,haksızlığa,gaspa gücümün yettiğince müdahale etmezsem,
Kendime,kişiliğime,kul olabilme bilincime, saygı duyamam,ses çıkartmaz,seyirci kalırsam,mutlaka katkım olduğuna inanırım. Dolayısıyla kayıtsız kalıp, seyirci olamam.
Günler ilerledikçe, geldiğim ilk günlerdeki heyecanımı,hevesimi, ümitlerimi ve şevkimi bulamıyorum, sıkıntılı, buruk, amcazademe karşı donuk,bir şekilde fire vermeden çalışıyordum.
Kazandan ipleri çıkarttık,sulardan arınmasını bekliyorduk,boş durmayım diye,ikinci kazanın iplerini,kontrol etmeye başlamıştım ve dalgındım.
Belimi iki kollarıyla kavrayıp, kendine doğru çekerek,dili ve dudaklarıyla el ense eden, bakire hislerimi bir anda galeyana getiren ve inanılmaz şekilde heyecanlandırdı.
İçime hasret kalınmış bir arzu salan kişiye,dönüp baktığımda yüzü alev gibi yanan,gözlerini kapatarak kendini bana sunan,Ferize isminde bir kız.
Allah kalbimi bilir ya, kendimi çok zor zaptettim,fakat kendimden de geçtim o an,itiraf etmeliyim, şükürler olsun ki hemen toparlandım.
Ferize ne yapıyorsun,nasıl böyle davranırsın,oluyor mu bu yaptığın,çok şaşırdım inan ki,senden hiç beklemezdim,haydi hemen işinin başına dön diyebildim.
Ben sizi geldiğiniz günden belli,gece,gündüz düşünüyor, aklımdan çıkartamıyorum, kendimi sana adıyorum, sensizlikten kahroluyorum,
Fakat bunu sana bir türlü anlatamadım,burada kimseler yokken senin olmaya hazırım demesin mi.
Tabi bu sözler beni ihya ediyor,hoşuma gidiyordu,ama birazda şaşırtıyordu çünkü, ben cezbedecek bir güzelliğe haiz değildim,
Kızların ilgisini çekecek,tavırlardan uzaktım,konuştuğum her bir bayanla ölçülü ilişkiler kurardım,işin yoğunluğundan ve özellikle tüm hücrelerime kadar deruhte ettiğim,
Dürüstlük ve namus mevhumu, başka duygulara,kapı aralamaz,dolayısıyla fırsat oluşturmazdım,bunları bir anda aklımdan geçirdim ve orayı terk ettim.
Oldukça dikkatimi çekmiş,ilgimi uyandırmıştı,düşünmediğim duygulara bir anda salmıştı,bir odağa kilitlemişti sanki beni.
Bir anda içimde ki burukluk,hüzün,keder ve dertler kaybolup gitti,onun yerini heyecan, arzular ve takip aldı.
Bayanlara daha çok dikkat ettim ve fark etmediğim tespitleri yaptım,bana ilgisi olan bir Ferize değilmiş,
Sema ve ayrıca Hatice de varmış,onlara dikkat ettim,sanki mübarekler bulunmaz bir insanmışım gibi veya erkeklerin olmadığı mekan da, bir ben varmışım gibi, kendilerini zatıma sunmaya hazırlar.
Bir gariplik olmalıydı,hepsi de birbirinden güzel,saygılı ve edalı kızlardı,bu kadar cömert olarak kendilerini bana sunmamalıydılar.
Çünkü onların duygularını okşayacak,ne bir bakışım nede bir romantik imgelerim vardı.
Biraz yaşlı,nur yüzlü,ab destli Hava teyzemiz vardı,sağ olsun beni çok sayar ve severdi,hayır öğütlü,yumuşak dilli,her işin ehli bir hanımefendiydi.
Yanına doğru yaklaştım,tebessüm ediyordu,sanki duygularımı anlamış gibi,sizi üzüyorlar,yoruyorlar değil mi,diyerek devam etti.
Onlar çoktan beri, sana vurgunlar oğlum,bazen kendi aralarında dahi,kavga yapıyorlar,bizler biliyoruz fakat, senden yüz bulamıyorlar,mahallede dahi seni konuşuyorlar.
Bak Hava teyze,sen olgun ve tecrübelisin,merak ediyorum bunlar bende ne buluyorlar,sen benim tavırlarımda, bunları ümitlendirecek, bir emare görüyor musun,Allah aşkına söyle de bende bileyim.
Hayır oğlum katiyen,sen helal süt emmişin,fırsatçı,değilsin,yiğitsin,başarılı bir idarecisin,sen gelmeden burada huzur,güven diye bir şey yoktu,kimin kime gücü yeterse, istediğini zorda olsa alırdı.
Usta diye sahiplendiğimiz,ağabey dediğimiz bir çok insandan görmediğimiz, zulüm ve kötülük kalmadı,bunlar hat safhadaydı.
İşten çıkarılma korkusu hepimizi sarmış,çaresiz kalmıştık,evimize bizler bakıyoruz, her bir ihtiyacı kadın halimizle gidermeye çalışıyoruz.
İşte sen böyle bir zamanda,Hızır gibi geldin,herkese haddini bildirdin,kendini esirgemedin,bunlara insanlığı öğrettin,karşılığında iş harici, başka istekte bulunmadın.
Böyle yiğitleri kim kaçırmak ister,kim ondan uzak kalmak ister. Gönül güzelliğinin üstünde, başka güzellik kalıcı olabilir mi.
Boşa dememişler her halde;( güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter, güvenme güzelliğine bir sivilci yeter.) diye.
İşte oğul,bunlar sende, sadece güzellik değil,daha güzelini buluyorlar,Allah işini,gücünü asan etsin,önüne kolaylıklar sersin diye dua etti.
Bende teşekkür ederek,alacağım dersi,deruhte etmiş bir öğrenci edası ile oradan ayrıldım.
Fakat duygularım kabarmış,beynime taarruz ediyordu,hep karşıma çıkıyor,beni buluyordu.
Onları görmediğim zaman,gözlerim arıyordu,tebessüm ederek sineme,yıllarca frenlediğim hislerim, durmuyordu,gece rüyama giriyor, benimle oluyordu.
Baktım ki durum,zahiren haz veriyor tatlı, fakat neticesi çok meşakkatli, geçici zevkler her zaman tehlikeliydi.
İnsan hayatında silinmeyen kalıcı bir iz bırakırdı,bulaşmamalıydım.
Karar verdim,gün aşırı oruç tutuyordum,hislerime gem vurmak için,sakal bıraktım,yaşlı ve itici görünmek için,grup içinden ayrılmıyor,onlara fırsat vermiyordum.
Daha çok ibadete yöneliyor,Yusuf a.s.mın hayatını özümsüyordum.
Günlerden perşembeydi,mesaiye kalıyorduk,yemek fabrikasından yemekler gelmeyince,oldukça acıktık çalışanlar gözüme bakıyorlardı.
Fabrikada benden başka hiçbir idareci yoktu,yüklü malı İstanbul’a teslim etmek ve bir iki gün kalmak için gitmişlerdi.
Yemek haneye defalarca telefon ettik,cevap verecek kimse çıkmıyordu,işletme fakültesinde okuyan,aynı zamanda yanımızda çalışan Ferhat isminde,
Karakter sahibi elemana,araca bin ilerdeki bakkaldan yiyecek olarak,çalışanlara yetecek kadar,bir şeyler alda gel dedim ve dikkatli olmasını söyledim.
Çalışarak Ferhat’ın gelmesini bekliyorduk,telefona çağrıldım,ahizeyi alarak alo dedim,Ferhat’tı sesi kısılıyor mahcuptu,gelirken su birikintisinden hızlı geçmiş,aracın bujileri ıslanmış ve orada kalmış,
Tamam Ferhat üzülme, bekle geliyorum ben diyerek, telefonu kapattım,hemen bir halat aldım, hızlı bir şekilde hedefe varmak üzere, fabrikadan ayrıldım.
Hava biraz yağışlıydı,sil geçler faal çalışmıyordu,200 Docta kalas gibi bir arabaydı,mübarekte hiç estetik yok, bu araçları sürenler sanki farklı insanlardı.
Nihayet personelimizin servisini yapan fort minibüsü ve içinde oturan Ferhat’ı gördüm,yaklaşarak önüne durdum,araçtan indim geçmiş olsun dedim ve ne yapabiliriz diye düşündüm.
Personel yemek bekliyordu,yağmur yağıyordu,aracı çekmekten başka bir çözüm görünmüyordu.
Ferhat’a hangisini sürersin,nasıl olsa ikimizin de şoförlüğü var, ama ehliyetimiz yok,tercihini sen yap dedim.
Ferhat’ta,çekilmesi gereken aracı tercih etti,dikkat et sinyallerden gözünü ayırma diyerek tembihledim.
Problem olursa kornayı çalmayı unutma sakın dedim.
Aracı çekerken çalıştırmak mümkündü, fakat Ferhat bundan çok çekiniyordu.
Çekmeye başladık, gayet güzel gidiyorduk,
Fabrikanın önüne yaklaştığımızda Ferhat küt diye, arkadan çarptı,hemen frene bastım,stop ederek araçtan atladım,
Baktım ki fort minibüsün önü,kaputu,panjurları,marş dinamosu,maf olmuş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
Ferhat’ın gözüne baktım mahzunlaşmış,kızarmıştı,dişlerimi sıktım, donup kaldım. Bu servis personel taşıyacak,elimiz ayağımız olacak,şimdi ne olacak diye hayıflandım.
Allah’ım sen kerimsin,merhametlisin,zorda kalanın imdadına yetişirsin,acze düştük,naçar kaldık Rabbimiz olarak sana el açtık, sen bizlere genişlik ve imkan ver diye içimden dua yaptım.
Tamam Ferhat yardım ette,şu erzakları taşıyalım,elemanlar yemeklerini yerken,bizler de çözüm arayalım,haydi fazla üzülme,dedim fakat Ferhat daha çok matlaşıyor,karamsarlığa doğru gidiyordu.
Ferhat sana diyorum,ne düşünüyorsun deyince,Ferhat derince bir nefes alarak,tamamda ağabey,duyulunca benim işime son vermezler mi, ne olacak benim halim, dedi.
Aldığım parayla hem okumaya çalışıyorum,hem de annemlere bakmak zorundayım demez mi.
Bak güzel kardeşim, yaratan, yoktan var eden, bu güzel kainatı halk eden, rızkı veren Allah olduğunu bilmeliyiz.
En güzel sevgiliye neden yönelmiyorsun,çözümü onu anarak düşünmüyorsun.
Hamd olsun Allah’a, bak aklıma bir fikir geldi,şöyle yapabiliriz deyince,nasıl dedi sevinerek, ben seninle yer değiştirmiş olurum, dolayısıyla çarpan, ben olurum dedim,
Mümkün değil kabul edemem,zaten bizler için ne kadar,gayret gösterdiğini,kendini heder ettiğini bilerek, nasıl böyle bir şeyi kabul ederim.
Ferhat beni yorma,ben yaşlı bir insanım,sana sormadan,söz hakkı vermeden,gitmen için talimat veren benim,yemeğin gelmeme sorunu bizim,dolayısıyla sen,kendi inisiyatifini kullanarak tercih yapmış değilsin.
Lütfen kendini daha fazla üzerek,beni de çıkmaza sokma,ehliyetin olmadığı halde,ses çıkarmadan talimatıma uyman, benim için çok yeterli bir sebeptir diyerek,araçları orada bırakıp,fabrikaya daldık.
Elemanlar yemeklerini yerken,odama geçerek telefona sarıldım,sanayide böyle geç saate, açık bir dükkan buluruyuz belki, diye çare arıyordum.
Fakat ne mümkün,cevap veren bulamıyordum,ama yılmıyor, komşu fabrikaları arayarak,emek harcıyordum.
Maalesef telefonla netice alamadık,doç kamyonete atlayarak,sanayiye doğru yol alıyorduk,bir ümitti bizim ki açık bir dükkan bulur muyuz diye.
Üç saatten fazla bütün sokakları taradık,aramadık bir yer bırakmadık,aradık.
Takatsiz kaldık,fabrikaya dönmek için karar aldık,geçici bir servisle personeli evlerine dağıttık,ben yine orda fabrikada,sessizliğin en cömert ortamında, tüm dertlerimle baş başa kalmıştım.
Bekliyordum Mehmet ustanın büyük bir keyifle,bana bakacağını,patrona katkı yaparak anlatacağını,Sabri beyin inanacağını,onlar için bulunmaz fırsattı bu, onlara sormadan karar vermiştim çünki.
Durumu Ferhat’a söylediğim şekilde,üstlenerek,ben yaptım diyerek,nasıl olduğunu izah ettim,Sabri bey Allah var,anlayışlı davrandı,sebep olan yemekhane ile işleri kopardı.
Fakat böyle kolay geçiştirilmeyeceğine dair kuşkularım vardı.
Kuşkularımda haklı olduğum gün gibi ortaya çıktı,sağ olsunlar boş durmamışlar, İstanbul’da bulunan Osman beye, hemen sıcak haberi havale etmişler.
Doğruya iş sorumluluğu değil miydi,elbette iş vereni bilgilendirecekti.!
İki gün sonra,oldukça yoğun bir iş ortamında, Osman beyin geldiğini haber verdiler.
Uzaktan gördüm,fabrikayı geziyorlardı,yanında ikide misafiri vardı,oraya doğru yöneldim hoş geldiniz diyerek,o an yapılmakta olan işlerden bilgi verdim.
Misafirlerle tanıştık,kaynatası ve kayın biraderiymiş,memnun olduğumu ifade ederek,tokalaştık. Osman bey,aracı çarpanın şoför olduğunu zannediyormuş,zaten gözüm tutmuyordu dedi.
Bu durumda sessiz kalamazdım,çünkü haksızlık yapılıyordu, kazayı yapan şoför değil,bendim ve hemen Osman beye olayı izah ettim.
Hiç beklemediğim kadar,misafirlerinin yanında,sen nasıl araç sürersin,ehliyetin var mı ki,nasıl böyle düşüncesiz davrana bilirsin deyince,öyle bir şok oldum ki.
Ağzıma gelen,boğazımda düğümlenen, yeter artık be,seni de,fabrikanızı da,aracınızı da Allah yargılasın,benden buraya kadar diyerek,terk edip gitmekti.
O an kaynatası müdahale etti,sen ne yapıyorsun,böyle yapılır mı diyerek araya girdi,fakat benden tüm ümitlerim ve çalışma heveslerim,damarlarından kan boşalır gibi çekilip gitti.
Oradan ayrıldım,kazan dairesine kendimi zor attım,epey bir görünmedim,aramışlar hiç fark etmedim.
Sakinleşmek niyetiyle ab dest aldım,iki rekat namaz kıldım,hissettiğim duygularımı sakladım,kimseye anlatmadım.
Yüreğimde ki hüznümü,maksadımı Allah biliyordu, rahatlamıştım,ona açıldım,telaffuz etmeden ,göz yaşlarımla dert yandım.
Fabrikada işler azalmıştı,gün geçtikçe iade mallar oluyordu,personel çıkartılıyordu,Allah’tan iade edilen malların hepsi de bizimle ilgili değil,Mehmet ustanın bölümündeydi.
Fabrika ortakları sık sık bir araya geliyor,hararetli konuşmalar yapıyorlardı. Ben kendimi işe vermiş,konuşmamayı,sessizliği tercih etmiştim.
Eski,şen,şakrak,moral dağıtan,ümitsizlere kucak açan, Mustafa’nın gönlü, fabrikayı terk etmiş,sadece fiziği kalmıştı sanki.
Kazan su ile doldurulmuş,boya hazırlanıyordu,kontrol ettim tamamdı, karıştırıldı,asit ilave edildi,ipler kazana sarkıtılacaktı ki,Mehmet usta beni çağırıyordu.
Mustafa bey,Osman bey sizi odasında bekliyor,hayırdır dedim,inan ki bilmiyorum diye cevap verdi. Odasına vardım,buyurun beni çağırmışınız dinliyorum dedim.
Bak Mustafa son zamanlar da, hakkında iyi şeyler duymuyorum,Sabri bey her halde Mustafa bey, tarikata girdi,kendini sürekli ibadete verdi,çalışanlar içinde kötü örnek oluşturuyor,diyor.
Bir anda şaşırdım kaldım,ne söyleye bilirdim.!
Benim amcazadem olacak,beni dinleyip bir gün halimi,düşüncelerimi sormayacak,başkalarının kanaatine göre yargılayacak,olacak şey gibi değil,nasıl iyimser olabilirim.
Hiç ilgisi yok söylenenlerin,fakat merak ediyorum,hiç bir işi aksattım mı,bir gün olsun defolu mal çıkarttım mı?
Vardiyamda bir sorun yaşandı mı,bunu siz hiç merak ettiniz mi,onlara sordunuz mu,mahiyetimde çalışan elemanların verimliliği,
Sekiz aydır hiç aksamadan ve artarak devam ediyor, neden tarafınızdan şimdiye kadar fark edilmedi,kendinize bunu sordunuz mu?
Bura da nelerin döndüğünü siz hiç fark ettiniz mi,benim bir yıldır,yirmi dört saatim burada geçiyor,bunun ne demek olduğunu, aklınızdan geçirdiniz mi,bunu hiç düşündünüz mü?
Bırakın akraba olmayı,bir insan olarak hakkım olan,sevgi ve muhabbeti esirgediniz,oysa ki yıllarca hasret kalmıştım ve o nedenle buraya gelmiştim,siz bu olguları,düşünerek, hiç değer verdiniz mi?
Yirmi iki yaşında ve fabrikada, yalnız olan bir gencim,hiç sosyal yaşantım,doğal ihtiyacım, olamaz mı,bunu kendinize şimdiye kadar hiç sordunuz mu?
Bir yıldır çalışıyorum,üç aylık sigortalı görünüyorum,bunu da maalesef yıl sonunda öğreniyorum, Mehmet ustanın, iki katı hizmet veriyorum,üçte biri oranında maaş alıyorum,
Bu ne anlama geliyor,siz biliyor musunuz,işinizden fırsat bularak,merak ettiniz mi,yoksa bu, sizin işiniz değil miydi?
Onu dahi alırken ne kadar zorlanıyorum,sabaha kadar bomboş fabrikada,sanki gece bekçiliği yapıyorum,hafta sonların da,bir gün dahi ayrılamıyordum,siz hiç düşündünüz mü bunu, ne demek olduğunu biliyor musunuz?
Allah aşkına siz,işinizden başka olgulara, değer vererek, hiç düşündünüz mü, şimdiye kadar,tespit ettiğim ve sinemde biriktirdiğim ne varsa,
Bilmediklerine şahit olduğum,tüm sırlarımı,yanılgılarını bir solukta,hışımla haykıracaktım,fakat yapamadım!
Çünkü sevgili babam ve şahit olduğum yardımları gözümün önüne geldi,o an yutkundum,adeta boğazıma düğümlendi, söyleyeceklerim,kafamı önüme eğdim,hiçbir şey söyleyemedim.
Ve kapıyı çektim,efkarımın doruğun da odama geçtim,valizimi hazırladım.
Akşam saat 20.30 da,kimseyle vedalaşmadan, nasıl vedalaşa bilirdim ki, onlara ne söyleyecektim,
Amcamın oğlu, Osman beyi mi, şikayet edecektim,hiç ilgim olmayan, asılsız zanlar yüzünden mi diyecektim,gizleyemezdim.
Onlarla hukukum, dürüstlüğe dayanıyordu,harbiliğe dayanıyordu,bu vazgeçilmez mevhumların, vatanı olmazdı, bunu öğrenmişlerdi, biliyorlardı.
Cebimde ne kadar para var,miktarını bilmeden, oto stop yaparak, terminale geldim,o kadar kalabalıktı ki,fakat ben yalnızdım, hüzünlerimin eşliğinde,yalnızlığımın ıssız derinliğine dalarak, sabaha kadar bekledim.
Sitem,hicran,keder ne derseniz kilitlendim,otobüsün gelmesini bekledim,zira benim her halimi anlayan, güzel kentim Kayserime,kavuşacaktım,gıyabında dahi düşünsem mütevazilik kuşatmıştı onu.
Ama çok,pek çok hüzünlüydüm,sanki kendi içimde çözümsüzdüm. Kuytu bir mekan buldum, gecenin kuşatan sessizliğinde,mehtaba baktım daldım.
İçim alev alev yanıyor, fakat açamıyorum,sanki öyle bir yük ki,kaçamıyorum,deniyordum,dertleniyordum ama saçamıyorum,yoruldum inan ki artık, bakamıyorum.
Öyle bir ruh halim vardı ki, o an, kasvet kuşatmış,teslim almıştı beni bir an.
Tefekkür ikliminde çare aradım, ve içimden geldiği gibi, hiç sansür uygulamadan, kelimeleri ufkumda sıraladım.
Gönlümün mehtabımda adımlarken,ışıksız kaldım,soldum soludum,pür dikkat mecalle aczime sordum,hani ne oldu enaniyetim,keyfiyetim,diye.
Öyle daldım ki, dağları aştım, meftun oldum kendimden geçtim, şelale gibi aktım, denizleri seçtim, varlığımla kendimi tefekkür ederken.
Durmuyordum, seyrediyordum, gizemlerin barınağı olan geceleri!
Dünya ekseninde semazen olmuş, Huda her yarattığına gerçeği sormuş, akdedip sabredenler, su yüzünde saman olmuş, etmeyenler ise sefalet ve zillette boğulmuş.
Beni yaratıp donatan,en ulvi duyguları mücehhez kılan,her zaman bağışlayan,Rahman ve Rahim olan,Yaratan Rabbim’e sığındım,sinemi istila eden burukluğumla ona ellerimi açtım.
Ey Allah’ım, biliyorum ki imtihan ediyorsun,fakat sen beni, benden daha iyi bilirsin, kimseye bilerek kötülük yapmadığımı,gözümü kör edecek hırsımın olmadığını,kalbimde hasedin hiç barınmadığını,
Helalinden kazanayım istedim,bunun için hiç vakit gözetmedim, üşenmedim, isyan etmedim, gücümün üzerinde gayret gösterdim ve her zaman sana hamd ettim.
Sinemi bu kadar, harap edecek ne yaptım,yüreğimde kopan fırtınalara,zihnimi felç eden dalgalara, artık göğüs geremiyorum.
Yüküm ağır geliyor sabredemiyorum,takatim kalmadı artık yoruluyorum,sana sığınıyorum,çözümün sende olduğunu biliyorum,öyle inanıyorum,
Beni hiç zorda bırakmadın, lütufta bulundun,hep umudum oldun, ben yine sana geldim, kapına sığındım,bana gönül rahatlığı ver,çözüm bulmam için bir vesile göster, diyerek ellerimin içiyle yüzümü mesettim.
Silkinmiştim,meramımı maksuduma havale etmiştim,rahatlamıştım,bir cengaver gibi hayatta beni bekleyen,yeni imkanlara ümitle kucak açmıştım,yeis’ten arınıp, istikbale yeniden kapı aralamıştım.
Bursa da geçirdiğim bir yıl boyunca,bir çok dost kazanmıştım,hayırlı ve güzel hizmetler yapmıştım, gariban insanların sığınağı olmuştum.
Bu insanlara, hayata daha farklı pencereden bakma ufkunu, kazandırmıştım, bunlar benim için çok yeterli sebeplerdi.
Fakat,babama,anneme Bursa dan böyle habersiz, alel acele niçin döndüğümü, nasıl izah edip,anlatacaktım.
Zihnimden bu içinden çıkılmaz,keşmekeşliği bir türlü atamıyordum,bu düşünceler eşliğinde yol alıyordum.
Değişik senaryolar hazırlayıp,sil baştan yapıyordum,bedenen çalışmaktan çok daha fazla yoruluyordum,sinemdeki dalgalar eşliğinde düşüncelere dalıyordum.
Uyuya kalmışım, öyle derin ki;
Gözlerimi açtığımda,her kez otobüsten inmiş, sadece ben kalmıştım.
Fakat; zihnimdeki fırtınalar durulmuş, kuş gibi hafiflemiştim,ufkum açılmış, hem de, karnım açıkmış olarak kendimdeydim, bu ne büyük bir nimet, şükürler olsun.
Bu kadar rahatlayınca, nasıl hamd etmem, yüce Allah’a ,hem de hemen, ab dest aldım,çimenlerin üzerinde, iki rekât namaz kıldım.
Okyanusun azametli dalgalarının ortasında alabora olmaktan kurtulmuş,karaya, sahilin o eşsiz güzelliğine, bir anda kucak açmıştım.
Böyle fırtınalara maruz kalarak, birebir yaşayanların, beni daha iyi anlayacaklarını zannediyorum.
Fakat yinede herkesin, farklı bile olsa, böyle duyguların benzerlerini yaşadıklarına, veya bir gün yaşayacaklarına inanıyorum.
Evimize geldim,annem ve babamın anlayıp,ikna olacakları biçimde, sizlere, memleketime dayanamadım, kabilinden ifadelerde bulundum ve böylece Bursa hatırama noktayı koydum.
Birkaç gün dinlendim,dost arkadaşım Mehmet Muçhan sağ olsun, beni hiç yalnız bırakmadı,bir yıllık özlemimizi,bir nebzede olsa gidermiştik.
Meğerse daha yeni, kendini toparlıyormuş.
Hastalanmış,günlerce hasta yatağında yatmış,İstanbul dan Prof.Dr.Ayhan Songar’a, Ankara dan Dr. Emin Acar’a giderek günlerce çare aramış.
Mehmet’in annesi Fatma hanım teyze,onun olmadığı bir zamanda, sesini kısarak,ah Mustafa bilsen neler çektik diye başını sallayarak,aynı paniği yeniden yaşıyormuş gibi anlatıyordu.
Kendi gönlünde çaresiz kalmış,etrafına bakınmış,kendinden başkada yanan yokmuş, ne yapsın zavallı kadın, dalyan gibi oğlu gözünün önünde, gün geçtikçe kötüleşiyor, harap oluyormuş.
Öyle ki, kim bir tavsiyede bulunsa,vakit geçirmeden uygulamaya koyuluyormuş, çoğunu da Mehmet ten saklayarak yapıyormuş,sıkıca da tembihliyor beni,
Aman ne olur, sakın ola ki Mehmet’e söyleme emi diye tembihliyordu.
Onunla geçmiş olsun çok çileler çekmişiniz,merak etme teyzeciğim inanın ki, söylemem kimseye dedim ve mu sade alarak oradan ayrıldım.
Şu satırları yazdığım an ve zaman itibarı ile tam yirmi üç yıl geçmişti,ben hala sizlerden başka kimseye de, söylememiştim bu sırrımı,artık sakıncası olmadığına inanıyorum.
Günler geçiyor,zaman mevhumu kendi ölçeğinde, sormadan,bizatihi alacaklı gibi,derinden, hissettirmeden bir şeyler alıp götürüyordu bizlerden.
Tasavvuf ve tarikat söylemi nereye gitsek karşımıza çıkıyordu,sanki o günlerde gündemi o oluşturuyordu.
Mehmet durmuyor beni sürekli zorluyordu,ben senin kadar kararlı ve cesaretli değilim,önce tarikata sen gir,sonrada ben gireyim diyordu.
Fakat anlaşılamayanlar haddinden fazla çoktu, içine girenler Allah ve Peygamberden çok şeyhlerinden ve kerametlerinden bahsediyorlardı.
Onunla da yetinmeyip mürşitlerinin kutbu cihan veya gavs olduklarını söyleyerek, onlara makam tayin etmeyi ihmal etmiyorlardı.
Akıl,mantık zaviyesinden, sorgulamaya fırsat vermiyorlar ve içine girip yaşamayınca anlayamazsın diyorlardı.
Denize düşüp’te, yüzmeyi bilemeyen bir insanın, haleti ruhuyesi ne ise,bende o günlerde, gönlümün derinliklerinde, öyleydim.
Siyasi arenada, İslâm’i söylemde,dikkatimizi çeken, o günkü koşullarda, bizlere cazip gelen,
Tüm mazlumların,saf,samimi,manevi duyarlılığı olan,dar gelirli insanların,çıkış kapısı olarak gördükleri,
Bir amaç,hedef olarak ileri sürdükleri,kendilerinin, diğer partilerden üstün ve farklı olduklarını,ilan ettikleri,
Bizlere yabancı olan parlâmento,yasama,yürütme ve yargı organlarını, daha yakından tanıtarak ve öğreterek,
Ufkumuzda olmayan, hiçbir zaman tasavvur etmediğimiz, devleti tanıma ve sahiplenme olgusunu kazandırmışlar,
Kısıtlı olan televizyonlardan takip ederek,tavrımızı ve katkımızı netleştirmeye çalışıyorduk, bunlar bizlerden isteniyordu.
İlk defa bir parti binasına gittim.
Yusuf Bozkurt tan sonra il başkanı olan, Kenan Mutlu ve yönetim kurulu üyeleri ile, kiçikapı da ki o eski, millet caddesinin arkasından girilen,mütevazı binada tanıştığım,
Ve o gün, bu insanların çoğunda gözlemlediğim,mütereddit halin,yani zihninde teşekkül eden,
Fakat zaman içinde, çözüleceğine inanılan, rahatlıkla herkese sorulamayan,tefrika girmesinden korkulan,soru ve ünlem işaretlerinin olduğudur.
Artık bende,çevremin oluşturduğu koşullar nedeniyle, arkadaşım Mehmet’in bitmeyen ısrarı nedeniyle,
Ve içimde ki, bir çok mevhumun barınağı olarak,meçhule doğru ,daha iyi bir kul olmak düşüncesiyle, yok sandığım,
Fakat belki de kendimi avuttuğum,enaniyet ve tekebbür virüslerinden,arınmak heva ve heveslerimi, daha iyi disipline etmek niyetiyle,kararımı vermiştim.
Girecektim artık, kararlıydım, tanıdığım herkesin, kurtuluş yolu olarak gördüğü ve gösterdiği,
İlahiyatlısından,mühendisine,doktorundan,öğretmenine,
İş adamından,yayıncısına kadar,tanıdığım her kesin, tavsiye ettiği,
Ve fakat benim için, iks kümelerinden oluşan,denklemi düşünürken, kendime sürekli sorduğum,
Bu insanların,tahkiki,araştırması yok muydu,elbette vardı,akıl ve mantık açısından noksan değillerdi,öyleyse kandırılmış olamazlardı.
Benim bu insanlardan, daha kapsamlı bir araştırama yapmadığıma göre, ve dolayısıyla bunlardan, çok daha akıllı olmadığım kanaatiyle, tereddütlü davranmanın bir gereği ve manası yoktu.
Beni davet ettikleri yol,yalanlara, entrikalara, fırsatçılara,yalakalara ve her türlü mel’a netin işlendiği mekanlara,kapı aralamıyordu.
İnsanı tek başına sadece kendiyle müteşekkil, serbestiye ti, ve keyfiyetini vermiyordu.
Halife veya şeyh denen zat, müridin kalbinden geçen her şeyi bildiğini ve o bakımdan,
Çok dikkat edilmesi gerektiğini söylüyorlardı,yanına giderken kalbine sahip ol, tembihinde bulunmayı ihmal etmiyorlardı.
Anlatılanlar öyleydi, dolayısıyla benim gibi;
Yıllarca Allah demiş,Peygamber demiş,Kur’an demiş fakat;sadece taklit etmiş birini!
Doğurup dünyaya getirmiş,baba,anne olgusunu öğretmiş, yeme,içme, giyim, kuşam,yanlış,doğru öğretisinden ileriye gidememiş,
Ufkumu açmamış,bilgilerle donatmamış,hedef göstermemiş, ilke ve prensip konusunda duyarsız kalmış,bunlardan ellerinde olmayarak, bizleri mahrum bırakmış olan, canım annem ve sevgili babam.
Kime,nasıl,ne şekilde,hangi koşullarda,nereye kadar,hangi tavizlerle diye, hiç bir ölçü öğretilip,sorulmamıştı, şimdiye kadar!
Nasıl sorsunlar biçareler,onlara da babalarından, annelerinden miras kalmış,çünkü o yıllarda, her tarafı geçim sıkıntısı sarmış,
Harf inkılâbından dolayı herkes, bir çırpıda cahil kalmış,kim Allah’tan bahsediyorsa,gerici,yobaz sanılmış.
Gariban babam, kırk üç buçuk ay askerde kalmış,okumayı dahi öğrenememiş, fakat suçlu bulamamış,hiç kimseye bir şey soramamış,zira çoğu insan o yıllarda,aynı ahenkteymiş.
Geçinebilmenin en büyük dert olarak görüldüğü,aile ortamlarında şefkatin akıbetini bir düşünün, kim buluyor ki onu, hangi ölçülerle kime taksim etsin.
Benim en değerli varlığım olan annemi,sevgili babamı suçlamam,haddim değil,ama onlar gibi kimleri suçlayacağımdan ve nasıl hesap sorulacağından,habersiz ve de mahrum değilim.
Her şeye rağmen,hamd ederim Allah’a ki, Müslüman bir ailede ve İslam diyarında dünyaya gelmeyi, bizlere nasip etti.
Akidemiz,amellerimiz,taklitte olsa, gönlümüzde her zaman, hakikate kapı aralanmış,tahkike giden yolunda,taklitten geçtiğinin zeminini hazırlanmış.
Yalnızca bu dahi,şükretmek için ,yeterli sebep değil mi.
Ya batıl olan dinlere iman edilen, bir aile ortamda dünyaya gelseydim, Müslüman kimliğinden uzak ve mahrum kalsaydım daha mı iyi idi.
Yine de,onlar sürekli;
Allah devlete ve Millete, zeval vermesin diye, dua ederlerdi.
Ben maalesef böyle dua edemiyordum.
Devlet denen olgu,halkının hizmetinde, emrinde ve bu görev bilincinde değil de, halkına tahakküm özentisinde olursa,
Devletin, devlet olabilme vasıflarına, haiz değilse ve bunları yerine getiremiyorsa,
Halkının refahını ve mutluluğunu, artırmak yerine,onları sürekli perişanlığa, mahkum ediyorsa,
Adına Parlâmento denilen, ve bu milletin temsil yetkisi verdiği, millet vekillerinin bulunduğu mekan,her on yılda bir,tedavülden kaldırılıp,tasfiye ediliyorsa,
Bunu da, millet adına yaptık,milletin ve devletin bekası için diyorlarsa,temsil yetkisi olan nice mümtaz şahsiyetleri,hiç suçları olmadığı halde,mahkum ediyorlarsa,
Kendi kuvvet dengelerini, korumak ve kurtarmak adına,kanun çıkartıp,milletin ali menfaatlerini, hiçe sayıyorlarsa,
Milletten habersiz, kendi namı hesaplarına çalışan,kon tür gerilla,ergenekon veya batı çalışma gurubu gibi,
Milletinin aleyhinde ve milleti yönlendirme adına, parlâmentonun dahi çözemediği, bir oluşuma alet oluyorlarsa,
Bu milletin, devleti için her zaman, kendini feda etmiş ferlerinin, temel hak ve hürriyetleri, gözlerinin içine bakılarak, ellerinden alınıyorsa,
Bu mübarek millete, cihan devleti olma, bahtiyarlığını gösteren, ecdatlarımızı, hiçbir zaman gün yüzüne çıkarmaz ve arşivlere mahkûm ediliyorlarsa,
Ve bu milletin, en büyük arşivi, Bulgaristan’a kilo ile, hurda kağıt olarak satılıyorsa, bunu da devlet bizzat kendisi yapıyorsa,
Devletin,devlet olabilme şartlarından birisi olan,milletinin genelinin, en büyük kutsiyetlerini, Allah, Kur’an ve Peygamber bağlamında ki İslam ve prensiplerini,
Arapların dini sayarak, ve en büyük tehlike olarak, hedef gösterip, bu kutsal değerlere savaş açıyorlarsa;
İşte ben, böyle bir devlete, dua edemem,etmemde mümkünde değil ,çünkü bu şekilde yapacağım bir dua ,
Bu millete, zulüm etmem manasına gelir,böyle bir küstahlığı, nasıl yapabilirim,bu cesareti ve dalaleti, kendimde nasıl görebilirim.
Bu millete, huzuru çok görerek yozlaştıranlar, asimile yapanlar, maneviyattan uzaklaştırarak, maddeye mahkum edenlerin,
Yaptıkları her bir eylemin, maksatlı olduğu, bu millet tarafından pekala bilinmektedir.
Fakat bunlar, batıl ve şer cephesinde, yerlerini almış, az bir paha karşılığında, en önemli değerlerini satmış, gafil, ışıktan mahrum olmuş, piyon gibi kullanılan, posası çıktığı vakit, alaşağı edilen, biçarelerdir.
Şu anda, bu görevi icra edenler, yani onlarda, bir zamanlar, bu kutsiyetlere inanıyorlardı.
Fakat, makam, şan ve şöhret onların mabetleri, beslendikleri mekanlar da, maalesef kıbleleri oldu, bu zavallıların.
İşte ben, bu şuur ve idrak içerisinde, tüm çevreme, etki alanıma giren herkese ve emanetim de olan, sevgili neslime, yılmayacağım,
Ömrüm vefa ettiği sürece, bu gerçekleri onlara durmadan,haykıracağım.
Ki yeter artık, bu milletin yıllarca çektiği zulüm, artık canımıza tak dedi, belki şu anda, kuvvet dengeleri, müsait olduğundan, yükselen ateşi, kontrol altına aldıklarını, zannediyorlar.
Fakat; ateşin ne zaman yükseldiğini, fark edemeyecekleri, günlerde uzakta değil, sancılı doğum, şafakta görünüyor!
Toplumun tüm kesimlerinde, kıpırdanmalar, hak aramalar, meydanlara çıkmalar ve sosyal açılımlar durmuyor, ardı arkası kesilmiyor,devam ediyor,
Halkımızda, baş gösteren bu temayüller, protestolar ve ta ciğerlerinden gelen, isyan çığlıkları bitmek bilmiyor.
Tahakküm odakları, sürekli gündem değiştirmeye,yönlendirmeye, suni çözüm yollarını aramaya koyuldular.
Yalakları da boş durmuyorlar, bir yandan ellerindeki medya faktörünü kullanarak, millete korku pompalamaya devam ediyorlar.
Sakın ha, sesinizi yükseltmeyin, yoksa askerler gelir diyerek,sanki yaptıkları, tüm politik açmazları,askerler istedi bizlerde uyguladık!
Mantığından hareket ederek, milletimizin, peygamber ocağı diye sahip çıktığı, kendi efratlarını hedef göstererek, eğer bir suçlu varsa, orası da genel kurmay karargahıdır, diyorlardı.
Zavallıların, basiretleri kapanmış olmalı ki herhalde, milletimizin kimlerin, neden ve hangi maksada binaen, aldıkları kararları, ve yaptıkları uygulamaları, bilmediklerini zannediyorlar.
Oysa ki bu yüce millet, her bir oluşumu, yakinen takip ediyor.
Nasıl ki bir anne, evladının yaramazlıklarına, gelişme çağındadır diyerek, sabrediyor ve mühlet vererek affediyorsa,
Fakat, bu müsamahaya rağmen, çocuk haddini aşınca, annesinden ummadığı bir zamanda, nasıl elinin tersiyle, vurup devirdiğini, sevgi ve şefkatinden men ederek alaşağı ettiğini, buda yetmedi mi, istemeyerek beddua eylemine baş vuruyor.
Yaratanına yöneldiğini, her vatandaş, mutlaka biliyor.
O nedenle bu millet,kararını geç verir fakat tam verir, onu da yakinen biliyorlar.
Ben elbette, babamdan farklıydım ve farklı olmak zorundaydım,zira yaşadığım olaylar ve kazandığım tecrübeler bana, başka seçenek bırakmıyordu.
Kayıtsız kalamazdım, aman boş ver diyemezdim, bana ellemeyen yılan, bin yaşasın gafletine düşemezdim, dolayısıyla her şeyi Allah’a ve ahi ret gününe havale edemezdim.
Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım
Hülasa beşer olarak kalamazdım, yani doğan bir çocuğun, tek başına, hayatını idame ettirmesi ve yaşaması nasıl mümkün değilse,
Çocuğu doğuran annesi, bizzat kendini feda etmek pahasına, gözü gibi ona bakarak, koruması ve ayakta kalabilecek koşulları sağlamaya çalışması gibi,
Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım.
İnsan olmak ise, kimlik kazanmaya,kendini tanımaya, bulunduğu ortamı sorgulamaya, iyiyi ve kötüyü,doğruyu ve yanlışı algılamak.
Hakkı ve batılı, aklıyla elde ettiği bilgiler ışığında, mukayese yeteneğini geliştirmek, tercih etme hakkını kullanmak, bunlar gelişim süreciyle orantılı olan eylemlerdir dolaysıyla;
Kul olabilme bilincimi, yurttaşlık hakkımı, en iyi biçimiyle, kullanmalıydım, araştırıp, sorgulamalıydım.
Onun için,benim tarafımdan bilinmeyenlerin, bir muamma gibi görünenlerin, içine girerek deşifre etmeliyim.
Doğruları tespit ederek,yoldaş olmalıydım,yanlışlara da gücümün yettiği ölçüde, fren vazifesi yapmalıyım.
Herkes beşer olarak doğar, fakat her beşer, insan olamaz, insan olabilmeyi başarmak ve kazanmak zorundayız.
Yoksa aksi davranış, tembel kalış, kendini bulamamış, mükellef duygusuna haiz olmamış ve sürekli başka insanların desteğine ihtiyaç duymaları,
İleri yaşta bulunmaları dahi, bu insanların beşer olmaktan kurtulmaları anlamına gelmez. Çünkü insanı insan yapan değerler, mutlaka ön planda olmalıdır.
Ve bu maksatlar doğrultusunda, tarikat olgusunu da, keşfetmeliydim.
Öyle de yaptım, bir arkadaşımın vesilesiyle, kumaş toptancısı olan hacı Ender beyin refakatiyle.
Cami kebir civarında bulunan, selamet apartmanının üçüncü katının kuzeyin deki kapının ziline bastık, biraz bekledik ve nihayet kapı aralandı, içeriye buyur edilerek, zatı muhteremin huzuruna geldik.
Sağ olsun hoş geldiniz diyerek, hatırımızı aldı,nereli ve kimlerden olduğumun, kısa bir malûmatını alarak, istihare rüyamı nasıl gördüğümü anlatmamı istedi.
Bende nasıl gördüğümü,olduğu gibi anlattım,dinledi ve karar vermiş olmalı ki; şöyle temkinlerde bulundular.
Teheccüt, yani gecenin bir vaktinde, kılınan namazı, hassaten kılmamı ve belirli vakitlerde, falan sayı kadar, tespih çekmemi,varsa kaza namazım,
Vakit namazlarından önce, veya sonra bir günlük, kılmamı, haftalık sohbetlere kendi oturduğum semt olan, Yenimahalle katılmamı söyledi ve hayırlı olsun dileklerinde bulundular, kapıda bekleyenleri düşünerek,müsaade istedik ve bizleri sağ olsunlar kapıya kadar uğurladılar.
İçimden Allah razı olsun bumuymuş tarikat! Diyerek rahatladığımı anladım.
Meğer girmek, ne kadar kolaymış,ben zaten söylediklerinin çoğunu,yıllarca yapıyordum, ibadete yabancı değildim.
Kulluk, bilincimi geliştirmek, yıllarca taklit ettiğim, fakat; teferruatına inemediğim, ibadet ve ta atimin, şuuruna ermek ve her şeyi hakkıyla yapmak, hedefindeydim.
Arkadaşım Mehmet ve Yakup’la karar verdik, sabah namazına, meydan camisine gidecektik.
Seherin o alaca karanlığında, mütevazı bir muhabbet ortamında, sanki kenetlenmiştik, aynı hedefteydik ve nihayet mekâna gelmiştik.
Meydan Camisi, çok büyük değil,fakat içine girince, derin sessizliği barındıran, ayrıca huzurlu ve feyiz olduğu hemen gözleniyor.
Mehmet ilâhiyatlı olduğundan, aramızda en bilgili oydu, mihrapların bir peygamber makamı olduğunu,
Bilen ve bunun şuurunda olan, hocaların arkasında namaz kılmayı, tercih ve tayinini o belirliyordu, bizler de memnuniyetle icabet ediyorduk.
Birkaç gün aynı camide, sabah namazını kıldık, feyiz aldık ve hayırlar dileyerek, camiden ayrılıp giderken, kendi aramızda sohbet ediyorduk, Mehmet bu caminin, imamlığını yapan hocanın,
Yahyalı’lı olduğunu, Mükremin hafız diye bilindiğini, ehli takva bir kişi olduğunu, hafızlık konusunda muhkemlik sıfatı bulunduğunu,
Çok muhterem ve muhabbetli bir insan olduğunu söyleyerek, bir ara, sizleri tanıştırıp sohbet ederiz inşallah dedi.
Bizler de, madem ki bu kadar muhterem bir insan, neden şimdiye kadar hiç tanıştırmadın, diyerek latife yapmıştık.
Mehmet’te fırsat bulamadım, merak etmeyin, hocamızın ellerinden öperiz, bir gün inşallah, diyerek mevzuyu kapattık.
Arada bir de olsa, yunus emre camisine gidiyorduk, fakat meydan camisinden aldığımız, huzuru her zaman,arıyorduk.
Bu camide de, yine hafız olan, müezzinlik görevini yapan, mütevazı ve iyi bir insan olarak tanıdığımız arkadaş,
Yunus emre camisi imamının, şerrinden daima korkan,hacı Ömer Kafa isimli, yaşlı olmasına rağmen, ilâhiyat fakültesi son sınıfında okuyan, güzel bir arkadaşımız vardı.
Şahsıma latife olsun diye, baş imam derdi,niçin böyle taltif ediyorsun, hocam dediğimizde,
Ben, senin kadar, cami hocasının hatalarını, yüzüne söylesem, senin kadar dirayetli olabilsem, başkada bir şey istemem, ama mümkün değil ben söyleyemem diyerek devam etti konuşmasına.
Sen hiç çekinmeden, direk yüzüne söylüyorsun, ben bir denemeye kalksam, bu camide beni mümkün değil durdurmaz.
Allah bilir ya, senden de çok çekiniyor, bunu bilesin deyince, arkadaşım Mehmet hemen atılarak, bu kardeşimden kim çekinmez ki, haddine mi düşmüş diye söyleyince, katılarak cami içindeki, hocanın mevkiinde gülmüştük.
Nihayet meydan camisinin müezzinlik kadrosunda olan, ve fakat hafız olması nedeni ile imamlık yapan, Mehmet’in övgüyle bahsettiği, hoca efendiyle yine, bir sabah namazından sonra, tanışma fırsatı bulduk.
Yahyalılı Hafız Mükremin hoca, on yıldır aynı camide görev yapıyormuş, oldukça uzun boylu, iri cüsseli, heybetli, orta kilolu, kına rengine benzer sakalı vardı.
Mat, oldukça ciddi birini beklerken, enteresandır ki, o heybet ve cüsseye rağmen, mütevazı olduğu her halinden anlaşılan, sevecen bir insan.
Bizleri, gözlerinin içi gülerek, sarılıp kucaklayan,ısrarla böyle olmaz diyerek, alıp Derviş bakkala götüren, orada bizlere kendi elleriyle seçerek tarttığı Üzümleri, yedirerek ikram eden,
Ve Allah için, her zaman beklerim, sizler gibi, yüreği Hak sevgisiyle yanan yiğitler, bizler, için iftihar vesilesi, diyerek sizleri;
Geleceğimizin, teminatı olarak görüyorum,sizlerle ne kadar, öğünsek azdır, temennisiyle, bizleri dualarla uğurladı, işte böyle mübarek bir insan.
Sen gel de şaşma, taaccüp etme, aralarında bin metre olmayan, biri camiden kaçıran ve müezzinini yıldıran bir hoca,
Bir diğeri ise, insanın gönlünü alan, imamlık mesleğinin saygınlığını artıran, cemaatin şevkini kamçılayan, oldukça mütevazı olan, bizlerde kalıcı izler bırakan, muhterem bir hoca,
Oysaki; yıllarca bu meydan camisinden, mahrum kalmama, vesile olan, çocukluk anılarımı buğulayan, her ezan duyduğumda, bu buruk acıyı hatırlatan,
Müsamaha ve şefkatten nasibini alamamış, bir hoca yüzünden yaşadığım, on yedi yıl içimde sakladığım, o hazin olayı, hocayı ve camiyi, sinemi yıllarca yakan anımı ve sırrımı,
Bu kez, aynı mekanda tanıdığım, Hafız Mükremin hocayı, tanıyarak, kalpten muhabbet duyarak,yırtıp atıyor,
Ve yıllarca hasret kaldığım, cami sevgimin, yeniden filizlenip, yeşerdiğini hissediyordum.
Bunu da Allah razı olsun ki, muhterem hocam, Hafız Mükremin efendi sağlıyordu.
Sen gel de, bir insan olarak,böyle bir hocayı sayıp, sevme, gıyabında hayırla yad etme ve her zaman arkasında namaz kılayım diye sabırla bekleme.
Mükremin hocamla samimi olmuştuk, dertleşiyor, güncel olayları konuşuyorduk, manidardır ki aynı hedefe doğru yol alıyorduk.
Gelişmelerden bizleri, mahrum etmeyin, haberdar edin ki, bilelim bizlerde, elimizden ne geliyorsa, çabuk davranıp seferber edelim,diyordu.
Mehmet’le millet caddesinde, bir iş için koşturuyorduk. Yeni mahallede oturan, Şaban ağabey diye bilinen ve baharat işleriyle uğraşan, zatı muhteremle karşılaştık.
Hal hatırdan sonra, Mehmet sitem dolu bir ifadeyle, biz sizden neler beklerken, siz ne yapıyorsunuz,
Allah aşkına Şaban ağabey deyince, bende merak ettim, acaba ne oldu ki, Mehmet hiç şahit olmadığım,böyle bir tavır sergiledi.
Şaban bey hayırdır, niçin böyle kahırlı konuşuyorsun, deyince, ağabey nasıl konuşmam,daha ne olacak,
Benim canım gibi sevdiğim, çok değer verdiğim, her şeyine kefil olduğum, Mustafa kardeşim,Bursa dan geldi ve iki haftadır boş, münasip bir iş araştırıyor.
Böyle muttaki bir insanın, nasıl boş kalmasına, fırsat verilir, hala anlaya bilmiş değilim, deyince.
Elhamdülillah, bende başka bir şey mi oldu, diye merak ettim, tamam o iş olmuş bil, yarın arkadaşımız gelsin, hemen işe başlasın demez mi.
Ben, hiç beklemediğim bir anda geliştiği için, hem çok şaşırmıştım, hem de, bir o kadar sevinmiştim.
Çok memnun olmuştum, böyle hayırlı dostlara, sahip olduğum için Allah’a, şükretmiştim.
Baharat ve paketleme şirketinde, çalışmaya başlamıştım, güzel gidiyordu, arkadaşlarla kaynaşmıştık.
Çalışanların çoğu, üç, dört kişi hariç, battal gazi ve Cafer bey mahallesinden, servis yapılarak getirilen, anneleri ve on yaşın üzerindeki çocuklardı.
İşin özetini yapacak olursak, Mersinden getirilen çimento torbaları ebat’ın da olan, karbonatlar, un torbalarına benzer pirinç unları,susam torbaları vesaire,
Bu malzemeler elenerek,çeşitli ebatlarda,ambalajlanarak,paketleniyor ve muhtelif vilayetlere pazarlanıyordu.
Kara biber, tarçın değirmen makinesinde, öğütülüyor, aynı sistem uygulanıyor, istenilen ölçüde paketleniyordu.
Benim görevim, satış mümessiliydi, fakat yapmadığımız işte yoktu,gayret göstererek, samimi bir şekilde çalışıyorduk, mal sevkıyatı ve pazarlamak için, sıkça şehir dışına çıkıyordum.
Niğde, bor, Kırıkkale, Ankara pazarlarında, Bedfort dingilli kamyonla, sevkıyatı yapıyor, Parti genel merkezine uğruyor, bazen de Erbakan hocayla görüşüp,dönüp geliyorduk.
Sivas,Malatya,Tokat,zile,Samsun pazarlarında, aynı işlemleri tekrarlıyorduk.
Adana, Mersin, Ankara, Samsun en fazla pazarlama yaptığımız illerdi.
Şehir dışına çıktığımız vakit, orta sınıf otellerde kalırdık,Şaban bey, her sabah namazından sonra, tespihini çekerken uyanırdım,
Kollarımızda, sırtımızda malları, ikinci, bazen üçüncü katlara çıkartırdık ki, nasıl olsa gücümüz yetiyor ve Şaban bey boş yere hamala para vermesin diye.
Ama, Allah var, takatsiz kalır, hış diye yığılırdık. Bilhassa yazın insanlıktan çıkar,dilimiz dışarı sarkardı.
Fakat, hiç önemli değildi, çünkü huzurumuz vardı,zaman zamanda ibadet için,fırsat bulamaz, aksamalar yapardık, diğer vakit namazlarında, telafi etmeye çalışırdık.
O yıllarda, iş yeri düven önünde, bodrumdaydı,Akıncılar derneği de, iş yerinin üzerinde üçüncü kattaydı.
Dernekle, fırsat buldukça, yakinen ilgilenir, elimizden ne geliyorsa, esirgemezdik.
Bildiri dağıtmak, sesimizi duyurmak, varlığımızı ispatlamak, kim tayin ederse, tereddüt etmeden, hedefe koşardık, görevi ifa etmenin huzuruyla döner, yeni projeler peşinde koşardık.
Fakat genelde sahipsizdik, heyecanlı gençler, hedef göstersen, gözlerini kırpmadan giderlerdi, ama bu böyle olmamalıydı,çünkü;
Hedef tespiti, strateji, lojistik donanım, bilgi birikimi, hiçbir zaman, olması gereken, düzeyde olmadı, ütopyamızdaki tasavvurlarla besleniyor, evlerimizden iaşeler getiriyorduk.
Bunca fedakarlığa rağmen, terbiyemiz gereği, öne çıkmıyor, heveslilerini dinliyorduk, dinlerken de sürekli içinden çıkılamaz, tezatları aynı anda yaşıyorduk.
Güzel sesli bir insan Kur’an okuduğunda her çileyi unutuyor, yeniden doluyorduk.
Çünkü özlemimiz Asrı sadetti, sürekli o günlerin, çileli sancılarını, çekilen sıkıntılarını,sabredilerek Allah’tan istenen,
Fetih müjdesini, gasp ve zulümlerini hatırlıyor ve yaşarcasına anıyorduk, bizlerin çektikleri bu sıkıntılar, ashabın gördüğü, zulüm ve meşakkat yanında hiç kalıyordu.
Ben fırsat buldukça ,şehirde kaldıkça, tespit ettiğim, yeni öğrendiğim ne varsa Hafız Mükremin Hocama anlatıyor ve onunla paylaşıyordum.
O zaman akıncılar derneğinde tanıdığım, yeni Almanya dan gelmiş, gözü kara,fakat,ölçüsüz olan,
Sürekli bir olayın içinde bulunmamız şartmış gibi, panik yapan, kumral, mavi gözlü, biraz ukala, asi tavırlı olan, bu gencin adı Mehmet Kabaktı.
Böyle gençlere sabretmek ve seyretmek durumunda kalıyorduk çünkü, derneği bunlar mekan tutmuşlardı,geçim sıkıntısı, maişiyet derdi yoktu bunların.
Kiminin babası halıcı,diğerinin ki ise hastane caddesinde toptancıydı, ara,sıra bizim gibi gelen insanlar, nasıl söz sahibi olurdu.
Özlemimiz saadet asrıydı ,kıyafetimiz de,dökümlü bir şalvar, şalvarın üzerine dökülmüş, yakasız bir gömlek, kafamda papak ve Bursa da bıraktığım sakal, oluşturuyordu.
Sinemde barındırdığım, o kadar çok soru vardı ki, çözemediğim fakat, mutlaka sormam gereken, ama kime, nasıl soracaktım.
Herkes ayrı bir maslahat gösteriyordu, sorunun içinden çıkamadığı zaman, mürşidine gönderme yapıyordu.
Akla, mantığa uymayan, yer, zaman mevhumu tanımayan, izahını dahi yapamayan,alameti farikalardan, bahsediyor, kalben inanmamızı istiyor, belki de farkında olmadan kendini avutuyorlardı.
Arkadaşım Mehmet’e soruyordum, vallahi bende, anlamaya zorlanıyorum, sabredelim diyordu.
Bu içimi kemiren sorularımı sorarak, mantıklı bir cevap alamayınca sohbetlerde, sıkıcı geliyordu.
Enteresandır ki, soru dahi soramıyordum, çünkü sadece adap risalesi diye, bir kitap okutuyorlardı, devamlı.
Zira yanlış anlaşılmak, hat safhadaydı o günlerde,korkuyordum, arkadaşlarım zanda bulunacaklar diye.
Evet tefekkürü mevt diye, rabıta diye, bir olgu bilmiyordum, daha sonra bunları kelime olarak öğrendim.
Fakat ölümü düşünmek, o kadar basit ve kolay mıydı, yolu, yordamı, bu kadar sığ mıydı.
Son nefesimi vermeden, o ana kadar bütün yaşantım, neye, hangi ölçüye göre şekillendi, mihengim var mıydı veya nasıl olmalıydı.
Ruhlar aleminde bulunurken, verdiğimiz söze iman ettiğimiz, evet Yarabbi sen bizim Rabbimiz sin, ahdine ne kadar ve hangi koşullarda sadık kalabildim.
Bunların muhasebesini yapmadan, kulluk bilincini kazanmadan, taklitten kurtulup, tahkike ermeden, günü birlik bir hayatın, sefasını veya cefasını nasıl çekerim.
Çaresiz kalıp, hastalandığımız da, yatağa uzanıp yatarken, her türlü beşeri isteklerimin açılımlarını sağladığım bu yatağı,
Gün evveli, mecalsiz kalmadan, cazibe merkezi olduğumuz zaman,son nefesimizin mekanı olarak, hiç düşüne bildik mi?
Allah’ın ve sevgili resulünün ve ashabının, müçtehit imamların, tavsiye ve telkinlerine, duyarsız kaldım, en önemli referans ve müstakim olan bu yolu, yol pusulası olarak, telakki etmedim.
Hayatımı idame ettiğim sosyal yapı, beni bana bırakmadı, sürükleyip bu hale getirdi, eşim, dostum, çevrem, hep benim gibi yaşıyorlardı diye söylenmem!
Çok canlı ve diriydim, istek ve heveslerim bitmek bilmiyordu, ona yetişeyim, tatmin edeyim derken, kendimi ansızın yatakta buluverdim birden, diyerek figan etmem!
Bunca yıl ve farkında olmadan yaşadığım ömrüm, ansızın nasıl geçmiş anlayamadım ve şu an inanın şaşırdım kaldım, diye feryat etmem!
(devamı nakşeden izler 3 te)