Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Alim, Evliya ve Islam Büyükleri (2 Kullanıcı)

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
AHMED ZİYÂÜDDÎN-İ GÜMÜŞHÂNEVÎ (K.S.)
Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslam âlimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücâhid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikatı ve şeriatı beraber götürmüş, ehl- i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halîfe yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbü’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesinde dünyaya gelmiştir.
Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşad hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfûzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği yüz on altı halifesiyle günümüzde de halen canlılığını m uhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.
YETİŞMESİ
Gümüşhânevî (k.s.)’nin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde ise Kasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icâzet alır.
On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin âlimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar. Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.
İLİM TAHSÎLİ
Onsekiz yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğin i , ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.
“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil ed e r. Bu zâtın vefatının ardından Mahmutpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.
Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (k.s.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (k.s.)’nin yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşâdı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Camii Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmud Paşa Medresesi’nde Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincanî’nin halifesi ve d a ha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincan’lı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde ikmâl-i nüsah ederek İstanbul’daki onüç yıllık tahsil h a yatı sonunda 1844’de icâzet almıştır.
Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının rahle-i tedrîsinde tamamlayan, icâzet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî (k.s.), icâzet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmud Paşa Medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü otuz yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve te’lîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.
TASAVVUFA İNTİSÂBI
Gümüşhânevî (k.s.), şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip, gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşid arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alaca Minare Tekkesi’nde tarîkat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’nin İstanbul halifelerinden Ab d ülfettah el-Ukarî (1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî (k.s.)’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.
Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’nin bir başka halifesi Trablus Şam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşıl a şır ve O’na intisap eder. O’nun mânevî murakabesi altında seyr-u sülûkunu tamamlar.
İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşbendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlarından hilâfet-i tâmme ile icâzet alır. Bu ledün ilmi alış verişi onaltı yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir kutbu olmuştur.
Pek çok meşayıhın mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşidlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi E rvâdî (k.s.)’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşâd etmesi O’nun ileride Hâlidiyye Tarîkatı içindeki yerinin büyüklüğüne işaret etmektedir.
Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da vefat eder. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, O’nun vefatından sonra Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî (k.s.) de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu z â tın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid (k.s.)’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.
1864’de Abdülfettah Efendi’nin vefatına kadar tarîkat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, bütün te’lifâtını bu tarihe kadar tamamlamıştır.
1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-Ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-Ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. On altı yıl müridlerine Nakşbendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatme-i Hace zikri icra eylemiştir.
Bu dönemden sonra artık irşad faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir. İsimleri bir icâzetnâme hacmine sığmayacak kadar çok olan eserin kendisi tedkik ve mütâlaa ettiği gibi bazı talebelerine de bu eserlerin tamamından icâzet vermiştir.
O’nun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî (k.s.)’den hilâfet aldığı halde daha sonradan Ervâdî (k.s.)’den Hâlidî Tarîkatı üzere irşad icâzeti alan talebesi Gümüşhânevî (k.s.)’ye intisab etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürd Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.
TEKKESİ
Tarikat neşrine başlad ığında önceleri tekkeye fazla rağbet etmeyen Gümüşhânevî, Mahmud Paşa Medresesi’ndeki hücresi ile iktifa etmiştir. Burası sayıları zamanla artan müridlerinin ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelince ibadete kapalı ve metruk bulunan Fatma Sultan Câmii tekk e ittihaz edilmiştir. Halîfelerinden Kastamonu’lu Hasan Hilmi Efendi’nin gayretleriyle beş vakit ibadete açık hale getirilen bu caminin bitişiğine Gümüşhânevî (k.s.) tarafından onaltı odalı bir ev ile bir de tekke yaptırılıp vakfedilmiştir. Ev ve tekke yapımından sonra Şeyh hazretleri buraya taşınmış, bu cami ve müştemilatı zamanla “Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi” diye şöhret bulmuştur.
Gümüşhânevî’nin tarîkat ve tasavvuf anlayışında ferdî planda kâmil insanlar yetiştirme hedefi gözetilirken, ictimâî hayatın da asla ihmal edilmediğini görüyoruz. Esasen O’nun tarikat faaliyeti ve tasavvufî eğitimle ulaşmak istediği asıl hedef fikriyle, îmanıyla, ahlâkıyla kemâle ermiş, şuurlu müslümanların oluşturduğu ideal bir toplum ortaya çıkarmaktır. O’nun Bâb-ı Alî’nin ta m karşısında yer alan, metruk bir camiyi ihyâ ederek, idare merkezine böyle yakın bir yeri tekke olarak seçmesi bu anlayışın bir tezâhürüdür. Toplumun istikametini tayin etmek, büyük ölçüde idarenin insiyatifini ele geçirmeye bağlıdır. Gümüşhânevî hazretleri de ehemmiyetli bir mevkiyi tekke olarak seçmiş, devlet idaresine yön verici bir irşad siyaseti ile hareket etmiştir.
Kendi zamanında hem bir tekke, hem de bir “dârü’l-hadîs” hüviyeti kazanan dergahına Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamid ve daha bir çok devlet adamının zaman zaman gelerek sohbet ve derslerine iştirak etmeleri, müridleri arasında Arap Mehmed Ağa, Erkân-ı Harb livalarından Münib Bey, saray doktorlarından Emin Paşa, Reîsü’l-Ulemâ Tikveş’li Yusuf Ziyâeddin Efendi gibi zatların yer alması, O’nun ne derece etkili ve hürmet edilip sözü dinlenen bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.
II. Abdülhamid ile hususî bir yakınlıklarının bulunduğu özel istişare ve toplantılarının olduğu da bilinmektedir.
Toplumun her türlü ihtiya cına cevap verme gayreti içinde olan Ziyâüddin hazretleri, o devirde yeni kurulmaya başlanan ve faizle çalışan bankalara bir alternatif olarak, müntesiplerinin ellerinde bulunan menkul kıymetleri bir araya getirerek bir yardım ve borç sandığı kurdurmuştur . Atıl vaziyette bulunan bu birikimler toplanarak ortak yardımlaşma ve yatırım amacıyla kullanılacak bir sermaye olmuştur. Kapısında:
“Nakşbendî Dergâhıdır bu makâm-ı dil-küşa
İşte meydân-ı muhabbet gel azîzim merhaba!” yazılı olan“Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi” diye şöhret bulan tekkesi, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra 1942’ye kadar mabed olarak korundu. Anıtlar Yüksek Kurulu’nun, korunması gerekli eski eser kararına rağmen, 1857 senesinde yol yapımı gerekçesiyle yıktırıldı. Bugün sadece minares i nden tuğla enkazı ile; “Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Sokağı” hatıra kaldı. Arsası üzerinde ise, İstanbul Defterdarlığı bulunmaktadır.
CİHÂDI
Kalemi ve kelâmıyla mücâdele veren Gümüşhânevî, yeri gelince kılıca ve silaha sarılmayı da bilmiş 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşlarına iştirak ederek cephede bizzat çarpışmış, gönüllü gittiği bu savaşın kesintiye uğradığı bir ara Of’a gelerek tarikat neşrinde ve irşad hizmetinde bulunmuş, savaş başlar-başlamaz muharebe meydanına tekrar dönmüştür.
Gümüşhâne vî’nin toplum hayatına, insanlara hizmet etmeye, sosyal faaliyetlere bu derece önem vermesi, biraz da müntesibi bulunduğu tarikatın hususiyetinden kaynaklanmaktadır. Nakşbendî Tarikatı, irşad faaliyetinde halkın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön pla n da tutan bir anlayışa sahiptir.
Bu tarikatın en önemli prensiplerinden biri de “halvet der encümen”dir. Bu prensip, toplum içerisinde meşru olan her türlü faaliyete iştirak ederek insanlara hizmet etmeyi, bütün bunları yaparken de kalben daima ALLAH (c.c.) ile beraber olmayı, yani “halvet” şuurunu muhafaza etmeyi ifade eder.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İLMÎ ŞAHSİYETİ
Gümüşhânevî hazretleri, talebelerinden birine verdiği icâzette şunları söylüyor:
-Bu aciz kula Cenâb-ı Hakk ikramlarda bulunmuş, onu itaatlerin en üstünü ile meşgul etmiş ve ibadetlerin en büyüğünde çalıştırmıştır ki o da şerefli ilmi taleb etme işidir. Zira insan Allah Tealâ’nın rızasını istemekte, ihlas sahibi olduğu, çirkin olan gösteriş ve desinlerden uzak bulunduğu zaman, ilâhî emirle mükellef olanlar arasında t emâyüz eder ve şeref kazanır. Aksi halde ilim, sahibine vebal olur.
Kulluk ve yaradılış gayesinin Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyetine ermek olduğunu ifade eden Gümüşhânevî, kişiyi bu gayeye götüren sebeplerin başında ilmi görmektedir. Gerek meşrebi, gerekse tasavvuf ve tarikat anlayışı bakımından ilme ve ilim tahsiline ağırlık verilmesini isteyen Gümüşhânevî’nin eserleri, sohbetleri ve talebelerinin hususiyeti de bunu yansıtmaktadır.
Bütün eserlerini Arapça yazmış olması, Mısır’daki derslerini Arapça takrîri onun yazacak ve okutacak derecede Arapça’ya vukûfiyetinin dolayısıyla ilmî kudretinin delilidir.
Vasiyetlerinde “amelleriniz, tahsiliniz ve ahlakınızla âlim olup, insanlara seviyelerine göre hitap ediniz. Alimlerin zâlim ve inatçılarından olmayınız. Daima müzâkere, Hakk ve hakikati izhar için ilminizi ve araştırmalarınızı artırınız.” diyen Gümüşhânevî (k.s.), bu konudaki hassasiyetini göstermektedir. Kendisi de ilme ve ilmî araştırmalara büyük önem vermiş, ömrünün yirmi sekiz senesini telif hayatına vakfe t miş nice geceleri uykusuz geçirip, durup dinlenmeden çalışmıştır.
Halifelerinden Kastamonu’lu Hasan Hilmi Efendi (k.s.) bir defasında altı ay boyunca geceleri hiç uyumadığını anlatarak şöyle demektedir: “Çok uzun süren bu dönem içerisinde, öğleye az bir zaman kala kıbleye karşı döner, başına bir havlu örterek uyumaya çalışırdı. Böyle yaparken de her defasında çevresindekilere, “öğle ezanına az bir zaman kala beni uyandırın” diye tenbih ettiği halde her defasında kendiliğinden uyandığı için O’nu uyandırmak hiç kimseye nasip olmamıştır. “
Gümüşhânevî (k.s.) tekkesinde kurduğu yardımlaşma ve yatırım sandığında biriken sermaye ile büyükçe bir matbaa satın alarak, ilmî eserlerin ilim erbabına bedelsiz ve hediye usûlü dağıtılarak, ilmin daha verimli ve yaygın hale getirilmesine gayret göstermişti. Aynı sermayeden tahsis edilen beşyüzer altınlık vakıflarla İstanbul, Bayburt, Rize ve Of’ta onsekizbin ciltlik dört ayrı kütüphane tesis edilerek ilmin Anadolu’da da yayılması temin edilmeye çalışılmıştır.
Tekkeler za manın şartları ve imkanları dahilinde ictimâî hayata yön veren çeşitli faaliyetleri tarihin her döneminde gerçekleştirmişlerdir. Ancak Gümüşhâneli Dergâhı’nın toplumun ihtiyaçlarına ve zamanın şartlarına hitap eden böyle verimli bir metodla, ilmî, iktisâd î ve ictimâî gayeleri hedef alan bir usul ile ortaya çıkması takdire şayandır.
İlme ve Sünnet-i Seniyye’ye uymaya ayrı bir önem verdiği görülen Gümüşhânevî’nin ikinci büyük hususiyeti, tekkesinde hadis ilmine ağırlık vermesi ve hadis ilmi ile meşguliyeti tarikatının bir rüknü haline getirmiş olmasıdır.
Alfabetik sıraya göre yazmış olduğu Râmûzü’l-Ehâdîs adlı Hadis kitabından, haftanın iki günü , çoğu defa sorulu-cevaplı ders takrir eden Gümüşhânevî ömrü boyunca yetmiş defa bu usulle Râmûz ’u hatmettirmiş tir. Kendisinden okuyup icâzet alanlar da aynı usule riayet etmişlerdir. Bu silsilenin en son halifelerinden Mehmed Zâhid Kotku (Rh.a) İskender Paşa Camii imamı iken burada Râmûz okutarak, bu geleneği günümüze kadar devam ettirip getirmiştir.
Günümüzde d e Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi Pazar günleri ikindi namazını müteakip İskender Paşa Camii’nde Râmûz sohbetlerine devam etmektedir.
Hadis ilmine yaptığı hizmetlerden dolayı “Muhaddisîn-i Rûm”, “Hâtimetü’l-Muhaddisîn” gibi ünvanlarla da anılan Gümüşhânevî’nin bu gayretleri meyvesini vermiş ve Gümüşhâneli Dergâhı bir Dârü’l-Hadîs hüviyetine bürünmüştür. Bu çalışmalar, Gümüşhâneli Dergâhı’nda icâzet almış, yüzlerce hadis âliminin yetişmesine, bir çoğunun “Huzur Dersleri” mukarrir ve muhataplığına, bazılarının da Safranbolu’lu İsmail Necâti Efendi ve Dağıstan’lı Ömer Ziyâeddin Efendi hazretleri gibi Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi hadis ve hilâfiyyat dersleri müderrisliğine kadar yükselmelerine sebep olmuştur.
ESERLERİ
Hadis öğretimine önem veren, hadîse dair eserler kaleme alan Gümüşhânevî, tasavvuf tarihi içinde köklü bir geleneğin sürdürücülerinden biri olmuştur. Onun bu yönü en azından hadis sahasında verdiği eserlerin hacmi bakımından, seleflerinin çoğundan daha belirgindir.
Hadise dair eserlerin den ilki ve en önemlisi adı geçen Râmûzü’l-Ehâdîs’tir Kendi ifadesiyle az sözle çok mana veren veciz ve alimlerce muteber bir kısım hadisleri bir araya getirip yazdığı bir eserdir.
Levâmiu’l-Ukûl adlı eseri ise Râmûz ’un şerhidir. Bunlar dışında hadisle alakalı Acâibü’n-Nübüvve, Letâifü’l-Hikem, Hadîs-i Erbaîn adlı üç eseri daha vardır.
Gümüşhanevi’nin tasavvufî yorumlarını ihtiva eden hadisle ilgili eserleri ile tasavvuf ve kelâma dâir te’lifâtı dünyanın dört bir yanına dağılarak yakın-uzak bütün bölge ilim adamlarının el kitabı olma hüviyeti kazanabilmiştir.
Tasavvuf konusundaki eserlerinden ikisi daha önce adı geçen Câmiü’l-Usûl, Mecmûatü’l-Ahzâb dışında Rûhu’l-Arifîn gibi tasavvufun inceliklerini ihtiva eden eserleri de mevcuttur.
Ahlak konusunda Necâtü’l-Gâfilîn, Devâü’l-Müslimîn, Netâicü’l-İhlâs adlı eserlerinden başka Gümüşhânevî hazretleri Fıkıh ve Kelam ilmine dair eserler de vermiştir.
TASAVVUFÎ ŞAHSİYETİ
Gümüşhânevî hazretleri, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi prensipleri içeren z ühd ve takva dolu bir hayatı benimsemişti. Misafirsiz sofraya oturmazdı. Bütün nafile oruçları tutardı. Haftada iki defa müridleriyle topluca Hatme-i Hâce zikri icrâ ederdi. Salı geceleri zikirden sonra yetmiş bin kelime-i tevhid zikri yaptırmayı adet hal i ne getirmişti.
Yazlarını Beykoz’daki Yûşâ tepesinde çadır kurarak geçirirdi. Yine bir yaz günü Yûşâ tepesi’nde yakınlarıyla çadır kurmuş olan Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (k.s.), elinde eski bir kemanla geçmekte olan bir çalgıcıyı çağırdır. Adam, sizin hocanızla benim ne işim var, gidin işinize, siz keman çaldırıp para vermezsiniz, ben de sizin sözlerinize kulak asıp dediğinizi yapmam, derse de ısrar eder ve huzura getirirler. Gümüşhânevî hazretleri, çalğıcının kulağına gizlice bir şey söyler. Adam bu sö z ler özerine öyle bir cezbeye tutulup bağırır ki etratakiler şaşırıp kalırlar. Çalgıcı, tövbekâr olur. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin kendisinin kulağına neler söylediğini merak edip soranlara uzun süre bir şey söylemez nihayet bir gün:
-"Ben gen çliğimde bir Bektâşî şeyhine intisap etmiştim, kendisi ehl-i sünnet ve’l-cemaatten idi. Vefat edeceği zaman “seni büyüklerden birine emanet ettim, sakın reddedip perişan olma, âhir ömründe iyi bir insan olursun inşaallah” demişti. Gümüşhaneli Efendimiz de bana “şeyhin seni bana emanet etmişti” demesi ile kendime sahip olamadım, bağırdım ve ellerine kapandım” demiştir.
Nakşbendiyye ve Hâlidiyye usulü gereği halvete çok önem verir, Zilhicce ve Recep aylarında senede iki defa halvete girerdi. Müridlerinden girmek isteyenlere de bu aylarda halvet yaptırırdı.
Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı saydığı için hiç bir zaman ayak uzatarak uyumamıştır. Bir defasında, hasta yatağında baygın bir şekilde dört büklüm yatan Gümüşhânevî (k.s.)’nin tedavisi için gelen doktor tarafından, ayakları uzatıldığında, kulaklarının ucuna kadar utancından kıpkırmızı kesilmiş, gözlerini hafifçe açarak, “bir de beni Rabbım’ın huzurunda ayak uzatma suçu ile başbaşa bırakmayın” diyerek ayaklarının toplanmasını istemiştir.
Kerâ metleri zâhir olan, Gümüşhânevî hazretleri, ihvânına nasihatlerinde her zaman şunu tekrar ederlermiş:
“Kimsenin sakalına, bıyığına, tarikine, sigarasına karışmayın.”

Müridlerinden iki kişi bir gün yakınlarındaki bir mevlevi tekkesinde ayin seyretmeye karar verirler. Akıllarına Gümüşhane’li hezretlerinin tenbihi gelir ama, nasıl olsa biz kimsenin işine karışmayız, diyerek giderler. Bir ara birisinin gözüne mevlevi şeyhinin gür bıyıkları takılır, gittikçe zıddına gitmeye başlar ve nihayet dayanamaz arkad a şının kulağına eğilerek hafif bir sesle “bu adam kızılbaş mıdır nedir?” der. O anda mevlevî şeyhi sunlara gözlerini öyle bir diker ki az daha sıkıntıdan göğüsleri patlayacak olur. Derhal kendilerini dışarı atar dergahın yolunu tutarlar. Karşılarına çıkan G ümüşhane’li hazretleri:
“Adam öyle bir gözlerini dikti ki... diker ya... Ben size demedim mi ki kimsenin âyinine, bıyığına karışmayın diye tekdîr eder ve ruhî inkıbazı da onlardan giderek merhamet buyururlar.

Gümüşhânevî hazretlerinin vefatından hayli seneler sonra son demlerini yaşayan ilim ve irfan sahibi bir zat,
-Derhal kadınlar yanımdan çıksın veya başlarını örtsünler şeyhim Hazret-i Ahmed Ziyâ geliyor demiş ve biraz sonra da:
-Elhamdülillâh şeyhim bana dedi ki: “Cenâb-ı Hak günahlarını bağışladı, bize geliyorsun müjdeler olsun” diyerek ağlamış ve kelime-i şehâdet getirerek emr-i ilâhîye icâbet eylemiştir.

Ne zaman kendi halifelerinden Of’lu Hacı Yusuf Efendi Trabzon’dan istanbul’a doğru gelen vapura binse, dergâhta bulunan Gümüşhânevî hazretleri etrafındakilere:
-“Yusuf’umun kokusu geliyor” buyururlarmış.

Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi anlatıyor:
"Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddin Hocamız hayatta iken, Medîne-i Münevvere ahalisinden Muhammed isminde bir şahsı rüyasında, “İstanbul’a gel” diye çağırmış. Medîne’li, kendisi arap... Seyyid, Peygamber Efendimiz’in sülalesinden... O da atlamış vapura, kalkmış İstanbul’a gelmiş. Bir rüya üzerine, Medîne-i Münevvere’den deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş. Ama, adres yok. İşte rüyada “İstanbul’a gel” dedi bir sakallı şahıs, ondan geldi. Çıkmış vapurdan... Yürürken bir şahıs yanına yanaşmış:
-Sen Medine’li Muhammed filanca mısın?
-Evet!... demiş.
-Düş peşime!... demiş.
O önden, bu arkadan bir yere gelmişler. Bir hoca efendinin yanına girmişler. El öpmüş... Bir de bakmış ki rüyada kendisini İstanbul’a çağıran, gel diyen şahıs. O şahıs demiş ki:
-Yahu burası neresi, bu zât-ı muhterem kim? O şahıs demiş ki:
-Burası Gümüşhane’li Tekkesi... Bu zât-ı muhterem de, Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleridir."

Bayram ve kandil g ecelerini, müridleriyle birlikte sabahlara kadar zikir, fikir, tekbir, tehlil ve tahmidle geçiren Gümüşhânevî (k.s.) ömrünün son on sekiz yılını bayram günleri hariç oruçlu geçirmiştir.
Lüzumsuz sözlerden hiç hoşlanmaz, boş vakitlerini ve çoğu gecelerini, ilim ile meşgul olarak geçirirdi. Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbur kalmadıkça dünya kelamı konuşmazdı. Kendisine yakın olanlarca rivayet edildiğine göre, yatağa gireceği zaman, mutlaka “Yâ-Sîn” suresini okumayı a det edinmişti. Kendisi okuyamayacak kadar bitkin olduğu zaman birisine okutup dinlerdi.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Aşık Efendi ile sohbette bulunmuşlardır. İlk haccından sonra altmış üç yaşında iken Şeyhü’l-Harem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa ’ nın kızı Havva Seher Hanım’la evlenmiştir. Hanımı kendisinden onsekiz sene sonra vefat etmiştir.
İkinci hacc yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hacc dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerinde Râmûz okutmuş, beş kişiye de tarîkat hilâfeti vermiştir.
ŞEMÂİLİ
Son za manlarında yaşı çok ilerlediği için vücudunda zayıflık hasıl olmuştu. Bir şeye dayanmadan oturamıyor, asasız yürüyemiyordu. Konuşmasını ise ancak sohbetlerine müdavim olanlarla, konuşma tarzına alışık olanlar anlayabiliyordu.
Bütün mecalsizliğine rağmen, gözünden fışkıran feyz nuru, yüzünde parlayan müşâhede-i cemâl tecellîsi müridleri üzerinde aynı şekilde aşk, vecd, ızdırap ve hararet meydana getiriyordu. Ömrünün sonlarına doğru görenlerden nakledildiğine göre şemâili şu şekildeydi:
Dengeli ve uzuna yakın orta boylu, yanakları kırmızı, beyaz yüzlü, orta kısmı hafifçe yüksek çekme burunlu, çatık kaş ve açık alınlı, sağ ve sol gözünün altında birer siyah ben bulunan yuvarlak yüzlü, siyah ve iri gözlü, başı devamlı traşlı ve beyaz sakallı bir zat idi. Başla r ına nakşi tacı ve beyaz imame sarar, cübbe, hırka ve uzun entari giyerlerdi. Ayağında devamlı ayakkabı bulunur, siyah renge hiç rağbet etmezdi. Yazları beyaz, kışları da yeşil renkli elbise giymeyi tercih ederlerdi.
VEFÂTI
Gümüşhânevî hazretleri 7 Zilka de 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim Ya Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.
HALÎFELERİ
Hâlidiyye’nin Ziyâiyye Kolu’nun pîri ve müessisi olan Gümüşhânevî (k.s.), pek çok eser kaleme alan bir müellif-mutasavvıf olduğu kadar, yüzden fazla kişiye de hilâfet tâcı giydiren bir mürşiddir .
İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, Kazan’dan Komor Adaları’na, Mısır’dan Medine’ye Çin’den Afrika’ya kadar olan geniş bir saha içerisinde ismini, ilmini, tarikatını ve tasavvufî düşüncelerini halîfeleri devam ettirmiştir.
Bir m ilyondan fazla müridi bulunan Gümüşhânevî’nin tesir sahası yalnızca İstanbul’la sınırlı değildi elbette. O, dünyanın çeşitli bölgelerine de halifelerini göndererek etkinliğini artırmış, müslümanların uyanmasına ve İslam’ın ihyasına büyük gayret sarf etmiş ti.
Gümüşhânevî’nin büyük değer verdiği halifelerinden Lüleburgaz’lı Muhammed Eşref Efendi Pekin’e gönderilmiştir. Oradan dönerken Pekin’li müslümanlar II. Abdülhamid adına bir üniversite yaptırmaya başlamışlardır. Bu Hoca Efendi’ye bundan sonra Çin’li Hoc a denmiştir.
Komor Adalarında da faal bir Gümüşhânevî Dergâhı’nın bulunduğu 1976’da İstanbul’da tertip edilen İslam Ülkeleri dışişleri bakanları toplantısına katılan Komor Adaları dışişleri bakanı tarafından Mehmed Zâhid Kotku (Rh.a) hazretleri’ne bildir ilmiştir.
Gümüşhânevî (k.s.) II. Hac yolculuğu dönüşünde Mısır’a uğramış orada üç yıl kalmıştır. Bu müddet zarfında yetiştirdiği kişilerden; Mısır Müftüsü Muhammed b. Salim Tamum el-Menûfî, eş-Şeyh Cevdet, Seyyid Muhammed b. Abdürrahim et-Tantâvî, eş-Şeyh Mustafa b. Yusuf es-Sa’dî, Şeyh Rahmetullah el-Hindî olmak üzere beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir. Tanta’da halen faal bir Gümüşhaneli Dergâhı bulunmaktadır. Bugün bu vazifeyi ise Ezher Üniversitesi Tefsir Profesörü ve Usulü’d-Dîn Fakültesi Deka n ı olan Cûde Ebu’l-Yezîd el-Mehdî adında bir zat devam ettirmektedir.
Gümüşhânevî’nin halifelerinden Ahmed Ziyâüddîn Efendi , imamlıkta iken yaş haddinden emekli olmuş, Medine’de kırk sene mücavir kalmış, hizmetlerde bulunmuştur.
Zeynullah el-Kazânî, Gü müşhânevî’nin Kazan ve Kafkasya’da tarikat neşrine memur ettiği halifelerindendir.
Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin babası Hasan Hilmi b. Ali el-Kevserî (k.s.) Düzce’de yıllarca Râmûz ve Garâib okutmuştur. Düzce’nin ileri gelenleri tarafından yaptırılan Yeni Cami bitişiğindeki medresede müderris olarak ders okutmakta iken Gümüşhânevî’nin emri üzerine bu medresenin yanına 1892’de bir tekke yaptırdı. 1926’da vefatına kadar otuzbeş sene burada hizmet etti.
Halifelerinden Ünye’li Yusuf Bahri Efendi 1869’da Gümü şhânevî’den icâzet almıştır. Ünye Sadullah Bey Medresesi’nde müderrislik yapmış, 1872’de Ünye Müftülüğü’ne tayin olmuş, hem ilim hem tarikat neşrine çalışmıştır.
Nallıhan’lı Hasan Ziyâüddin Efendi, 1886’da seyr-u sülûkunu tamamlayarak hilâfet icâzeti alm ıştır. Memleketi Nallıhan’a giderek Hacı Mehmed Ağa Medresesi Müderrisliği’ne tayin olmuş, burada bir taraftan ders okuturken bir taraftan tarikat neşrine çalışmıştır.
Ankara’lı Ahmed Hilmi Efendi , Gümüşhânevî’den hilafet aldıktan sonra, İzmit’te Fevziye, Taşçılar Başı ve Yeni Cuma camillerinde ifa ettiği imameti sırasında, haftada iki gün salı ve cuma günleri yatsı namazından sonra Hatme-i Hâce yaptırmıştır. Tarikatı yaymak hususunda büyük gayreti görülmüştür.
Yarım asırdan fazla Tarsus muhitinde ilim, ahlak ve edep dağıttığı söylenen Hamza Efendi de Gümüşhânevî’nin halifelerindendir. 1955’de vefat etmiştir.
Gümüşhânevî hazretlerinin halifelerinden biri de eski Bayramiç Müftüsü Çırpılar’lı Ali Efendi’dir. 1863 yılında doğmuş, Gümüşhâneli Dergâhı’nda yetişmiş, hilâfet almıştır. Köyüne dönerek orada bir cami ile 24 odalı bir medrese inşa ederek tâlim-terbiye, tebliğe ve irşad hizmetlerinde bulunmuştur. 1910’larda açtığı medresesindeki irşad faaliyeti 1924’de medreseler kapatılıncaya kadar sürmüştür.
Gümü şhâneli Dergâhı son şeyhi Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi’nin babası Halil Necati Efendi’yi 17 yaşlarında iken dedesi Molla Abdullah Efendi Çırpılar’lı Ali Efendi’nin bu medresesine getirip yerleştirmiştir.
Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi’nin Büyük Dedesi Molla Abdullah Efendi, Halil Necati Efendi’nin babasını da diğer iki kardeşiyle beraber İstanbul’a getirmiş, Fatih Medreseleri’ne yerleştirmiş ve kendisi de Gümüşhânevî’ye intisab eylemiştir. Gümüşhânevî hazretleri Molla Abdullah Efendi’yi çok severlermiş Hatta bir kere “sen benim oğlum ol” diye teklif ve iltifat eylemiştir.
Molla Abdullah Efendi, Çırpılar’lı Ali Efendi ile karşılaşınca elini öpmeye davranır o da mukabele ederek onun elini öpmeye çalışırmış. Molla Abdullah Efendi’nin küçük kardeşi Molla Hüseyin Efendi de Çırpılarlı Ali Efendi’ye intisap eylemiştir.
Çırpılar’lı Ali Efendi, İstiklal Savaşı sırasında Bayramiç yöresinin Kuvâ-yı Milliye temsilcisi olarak görev yapar. Bir ara Bayramiç Müftülüğü görevinde de bulunan Ali Efendi 1947 yılında 82 yaşlarında iken vefat eder.
Gümüşhânevî’nin halifelerinden biri de Karadeniz Bölgesi’nin irşadı ile görevlendirilen “Şeyh Efendi” diye ma’ruf Osman Niyâzî Efendi’dir (1828/1909).
Nakşî halifesi olarak Varda’ya (bugünkü adı Rize İkizdere’nin Nahiyesi olan Güneyce) dönen Şeyh Efendi, Varda büyük Camii Medresesi Müderrisliği ve caminin imamlığını üstlenir. Burada bir müddet kalır. Ardından Varda’nın Kolekli (Kurtuluş) Mahallesi’ne geçer. Burada bir cami-tekke inşa edilir. 1909 tarihinde vefatına kadar 14 y ıl burada hizmet eder. Gümüşhânevî’nin vakıf kütüphanelerinin mütevelliliğini de yapmış olan Şeyh Osman Niyâzi Efendi, Rize Güneyce’deki bu tekkede, sağlığında kendisinin de kullandığı bir vakıf kütüphane tesis etmiştir.
Bunlardan başka Ziyâiyye’yi kendi beldelerinde neşreden bazı halifelerini de yalnızca isimleriyle anabiliriz. Şam’da Yusuf en-Naşuki (1318/1900), Kırım’da İsmail el-Kırımî, Erzincan’da Hasan el-Erzincanî, Mahmud el-Bosnevî, Adapazarı’nda Mustafa el-Kürdî el-Harputî (1328/1910), Düzce’de H asan Hulusi Efendi, Of’ta Huccetü’s-Sâlikîn müellifi Yusuf Şevki el-Ofî başta gelmektedir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Hayatı, eserleri, fikirleri, tarikat anlayışı, irşad hizmetleri ve halifeleriyle dünden bugüne etkin bir şahsiyet olan Gümüşhânevî, derin izler bırakmıştır. Halen ülkemiz içinde ve dışında milyonlarca müntesibi bulunmaktadır.
Gümüşhânevî hazretlerini anlatabilmek, okyanusu avuçlayabilmek gibi zor, imkansız. Her yönü ayrı bir makale konusu. Halifelerinin herbiri ayrı bir derya, eserlerinin her biri birer hazine. Der yaya dalabilene, hazineye sahip olabilene ve bu dergaha mensup olabilene ne mutlu!
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî hazretlerinin Süleymaniye Camii Şerifi avlusunda, Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin, kıble duvarına bitişik, demir parmaklıklarla çevrili makberinin, mezar taşı kitabesi aynen şöyledir:
“Nazar kıl çeşm-i ibretle, makâm-ı ilticâdır bu!
Erenler dergâhı, bâb-ı füyûzât-ı Hüdâ’dır bu!
Ziyâüddîn-i Ahmed, mevlidi anın Gümüşhâne,
Şehir-i şark-u garbın, mürşid-i râh-ı Hudâdır bu!..
Muhakkak ehl-i Hakk ölmez, ebed haydır bil ey zâir!
#9;Saray-ı kalbini pâk eyle, bâb-ı evliyâdır bu!
Şu’a-ı dürr-i vahdet, menba’-ı ilm-i ledünnîdir.
Mükemmel vâris-i şer’-ı Mahmmed Mustafâ’dır bu.
Hilâfet müddetinden, “İrcii” vaktine dek Hakk’a,
Tarîk-i Hâlidî’yi neşr eden, Hakk-reh-nümâdır bu.
Cilâ-yı ruhdur zikri, mürîdana gıdâdır bu!”

Sene 1311, 7 Zilka’de (13 Mayıs 1893, Pazartesi saat: 10.00)
MEKTÛBU
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretleri Mısır’da ikamet ettikleri sırada halifesi Hasan Hilmi Efendi (k.s.)’nin şahsında bütün müridlerine hitap eden mektubunda şeriat, tarikat, hakikat ve ma’rifetin on makamını, “usûl-i ‘aşere” prensibi içerisinde izah etmektedir.
Tarikattan olan on makam:
1. Tevbe ve inâbe ile bir şeyh-i kâmilden el almak, teslimiyet ve inkiyad,
2. Müridlik ve şeyhliğin şartlarını bilip, itirazı terkederek, sohbet ve hizmete devam etmek,
3. Havf ve reca arasında doğruluk, ihlas ve tevekkül duygusu ile muahedeye riayet etmek, irade ve maksadda müstakim olmak,
4. Kişiyi bosuna övünmeye sevkeden sü s ve debdebeyi terketmek ve temizliğe dikkat göstermek.
5. Sıhhat ve tefekkür ile vukûf-ı kalbî, zikr-i dâimî ve rabıtaya devam etmek.
6. Nefs ve şehveti kırarak, ahlakı güzelleştirmek, çok ibadet ve taatle Allah’a yaklaşmaya çalışmak.
7. Rahat ve huzur v eren şeylerden uzak bulunarak, seyr-ü sülûk ve uzleti ihtiyar etmek.
8. Nefs, şeytan, heva ve havatırı yok etmeğe gayret göstermek.
9. Tevazu, şükür ve kanaata sahip olmak.
10. Murâkabe, muhâsebe, muâyene, tefekkür ve basîreti elde etmek.
VASİYETLERİ
· En az on kişi bir araya gelindi mi, akşam ve sabah Hatme-i Hâce icra edilmeli, mümkünse Kur’ân’ın tamamı, üç de biri okunmalı cüz yok ise hatimsiz toplu zikir yapılmalıdır. Daima râbıta ve huzûr me’allah’a riayet ederek, tazarru ve niyazı elden bırakmamalıdı r.
· Yiyecek ve içecekleri helalinden, huzur, râbıta ve sünnetlerine göre yemeye dikkat etmelidir.
· Belde ahalisine, ana-babaya, sair dostlara hased ve nizâ edilmemelidir. Çünkü tasavvufun ilk başlangıcı, mahlukâtı incitmekten sakınmaktır.
· Günlük vird ve zikirleri, aynen yerine getirerek, bilhassa mübarek gün ve geceleri ihyâya gayret etmelidir.
· Tarikat ehli olan kimse, def’i kabz için evliyâ kabirlerini ziyaret etmeli, üstadının sohbet ve ziyaretine devam etmelidir. Çok zikir ve muhabbet üzere râbıtaya devam etmeli tasavvuf kitaplarını okumalıdır.
· Uyku ve fetreti uzaklaştırmak için, önce zikir mahallini değiştirmeli, râbıta kurup, üstâdına mektup yazmak suretiyle istiâze ederek, zikirde fütûrun giderilmesine çalışılmalıdır.
· Musâfaha, cemaat, sabır, şükür ve kanaate devamla, vakitlerin, şehirlerin ve mahlûkatın ihyasına çalışılmalı, ibadetlerde sabr-u sebât gösterilmelidir.
SÖZLERİNDEN
· Muhabbetin dört çeşidi vardır: Allah’ı sevmek, Allah’ın sevdiklerini sevmek, Allah için sevmek, Allah’la beraber sevebilmek.
· Aşk, bütün his, irâde ve düşüncelerden sıyrılarak yalnız Allah’a büyük bir iştiyakla yönelmek, mal, evlad, dünya ve her türlü alakadan koparak, Hâlık’a hasret duymaktır.
· Günahlardan kurtuluşun en sür’atli yolu, muhabbetullah ve cemalullah’a aşk ve şevk ile bağlanmalıdır. Bu ise çok ibadet etmek, istiğfar etmek, ölümü ve cehennem ateşini çok düşünmek, gecelerini ibadetle ihyâ etmek, mahlukâta şefkat göstermek, hüsn-i zan beslemek, şehvet, kin ve kötü fikirlere karşı sabretmekle elde edilir.
· Sağa-sola bakmak nasıl kalbin gücünü parçalayıp zayıflatıyorsa, gözleri kapamak da, aksine kuvvet ve ferahlık verir.
· Kim ki gözünü haramdan sakınır, nefsini şehvetten korur, bâtınını murâkabe ile ma’mûr hale getirir ve helal rızıkla beslenirse, firasetinde yanılmaz. Fakat firaset, bedende nefsin hakimiyeti ile değil, Cenâb-ı Hakk’ın nuru ile bakabilme hassasını kazanmakla elde edilen bir haslettir.
· Tarikatların muhtelif prensipleri, usulleri vardır. Ama bütün tarikatlarda müşterek olan husus, temel esas hizmettir. İnsan hizmet ettikçe himmete mazhar olur, izzet bulur ve saâdet-i dâreyne erer.
KAYNAKLAR
Hüseyin Vassaf, Sefînetü’l-Evliyâ , c.2, s.185, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar 2306
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî , Râmûzü’l-Ehâdîs, Müt. Abdülaziz Bekkîne, c.1, s.7-8, ts.
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ , Haz. M.Z.K., İstanbul 1983
Gündüz, İrfan , Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi , İstanbul 1984
Kara, İsmail, ‘Gümüşhanevî Halifelerinden Şeyh Osman Niyazi Efendi’ , Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri Ansiklopedisi, s.315-325, İstanbul 1993
Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri Ansiklopedisi, Vefa Yayıncılık, s.297-302, İstanbul 1993
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Sempozyum Bildirileri , Haz. Necdet Yılmaz, İstanbul 1992
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Bedruddin Zerkeşî
(1344-1392m.)

Kitabiyat

Tam adı, Ebû Abdullâh Bedruddîn Muhammed b. Abdullâh b. Bahâdır b. Abdullah ez-Zerkeşî'dir. Doğum ve vefat itibarıyla Mısırlı olup, Şafii mezhebine bağlı, Türk asıllı bir alimdir. O, imam ve allame olup, çeşitli kitapların musannifidir (derleyicisidir).

Hicrî 745 (1344) senesinde doğmuştur. Cemâluddîn el-İsnevî (ö. 772/1370) ve Sirâcuddîn el-Bulkînî (ö. 805/1403) adlı iki şeyhinden ilim tahsil ettikten sonra Halep'e giderek orada Şeyh Şihâbuddîn el-Ezra'î'den (ö.783/1381) ilim tahsil etmiş; Dımaşk ve başka yerlerde hadis dinlemiştir.

Fakih, usûlcü ve edip olan Zerkeşî, bu dalların her birinde üstün idi. Daha sonra ders verdi, müflülük yaptı, Karâfe-i Suğrâ'daki Kerîmuddîn Hankâhı'nın şeyhi oldu.

el-Birmavi (ö. 831/1428) şöyle demektedir: "O, dünya meşgalelerinden elini çekmişti ve dünyevi ihtiyaçlarıyla işlerini gören akrabaları olduğu için hiçbir işle meşgul olmazdı."

Hattı (yazısı) gerçekten çok kötü olduğundan yazısını okuyabilenler gayet azdı. 794 senesi, Receb ayının üçünde (26.05.1392 Pazar günü) Mısır'da vefat etti ve Karâfe-i Suğrâ'da Bektemir es-Sâkî (ö. 736/1335) Türbesi'nin yakınına defnedildi.

Zerkeşî, daha çok fıkıh (hukuk), fıkıh usulü, hadis, Kur'an ve tefsir ilimleriyle iştigal etmiş (uğraşmış) ve geriye otuzdan fazla eser bırakmıştır.

Eserlerinin listesi

· Fıkıh ve Fıkıh Usûlü
o el-Bahru'l-Muhit
o ed-Dibac fi tavdih'l-minhac
o İ'lamus-sacid fi ahkami'l-mesacid
o Habaya ez-zevaya fi'l-fürü`
o el-Mensur fi tertibi-l kava`idi'l-fıkhiyye
o Zehru'l-'ariş Fi ahkami'l-haşiş
o Selasilu'z-zeheb fi'l-usul
o Luktatu'l-aclan ve billetu'z-zam'an
o Fi ahkami't-temenni
o el-Kava`id fil-fıkh (ev fil-furü`)
o Hadimu'r-rafiı ve'r-ravda fil-furu' veya Hadimu'ş-şerhi ve'r-ravda
o Hulasatu'l-fünun el-erba`a
o Şerhu't-tenbih, li-Şirazi
o Teşnifu'l-mesami` bi cem`i'l-cevami'
o Şerhu'l-mu`teber li'l-Esnevi
o Şerhu'l-veciz
o el-Ğuraru's-sevafir, fi-ma yahtacu ileyhi'l-musafir
o el-Ezhiyye Fi ahkami'l-ed`iyye,
o Risale fi't-ta`un ve cevazi'l-firari minhu
o ez-zerkeşiyye
o en-Nuket ala umdeti'l-ahkam
o Ma la yesa`u'l-mukellefe cehluhu
o Muclil efrah şerhu telhisi'l-miftah (Tecelli'l-efrah)
o Mecmuatu fıkh
o Amelun min tıbb li-men habbe
o et-tırâzu'l-muzehheb fi kavâ`idi'l-mezheb
o Kitâbu'n-nikâh

· Tefsir ve Kur'an İlimleri
o el-Burhân fi `ulumi'l-kur'ân
o Tefsiru'l-kur'ân
o Keşfu`l-ma`ani Fi'l-kelâmi alâ kavlihi te`âlâ: "Velemmâ belağa eşuddehü",

· Hadis ve Hadis İlimleri
o el-İcâbe li-iradi mâ'stedrakethu `A'işe alâ's-sahâbe
o etTezkira fil-ahadisi'l-muştehira
o el-le'âliul-mensura fi'l-ahâdisi'l-muştehira
o Tekmiletu şerhi'l-minhâc
o el-Mu`teber fi tahrici ahâdisi'l-minhâc ve'l-muhtasar
o Tahrici ahâdisi'r-Râfi'i
o ez-Zehebul-ibriz fi tahrici ahâdîsi Fethi'l-aziz
o etTenkih li-elFâzi'l-câmi`ıs-sahih
o Şerhu'l-câmi`i's-sahih (veya) Şerhu`l-Buhâri
o el-Muhtasar (fi'l-hadis)
o en-Nuket alâ'l-Buhari
o en-Nuket alâ İbnis-salah
o Şerhul-erbain en-neveviyye, Şerhu'l-Buhari

· Arap Dili ve Belağatı
o Ma`na lâ ilâhe illa'llâh
o et-Tezkiratu'n-nahviyye
o Rabi`u'l-ğazlân Fi'l-edeb
o Şerhu kasideti'l-burde
o el-'Arudu's-saviye

· Rical ve Vefeyât
o Ukudu'l-cumân
o Muhtasaru `ukudi'l-cumân zeylu vefeyâtil-a`yân
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Buhurîzâde Mustafa Efendi (Itrî)
(1630 - 1711m.)

Kitabiyat

Türk musikisinin en büyük üstadlarından biri olan Itri’yi yaşadığı dönemde dinleyenler bizden daha şanslıydılar. Çünkü binden fazla beste yapan Itri’nin günümüze sadece kırk eseri kalmıştır. Bize düşen, geçmişten günümüze akan, aktıkça yok olmaya mahkûm görünen değerlerimize sahip çıkmak, bu dev yapıtların üzerlerindeki tozları silmektir.

Buhurîzâde Mustafa Efendi

17. yüzyılın büyük bestekarlarından biri olan Itri 1630-1640 yılları arasında İstanbul’da doğdu. Aynı kentte 1711 yılında öldüğü sanılmaktadır. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olmamakla beraber bu bilgiler, arkadaşlarının güfte olarak kullandıkları şiirlerin yazım tarihiyle sınırlı kalmıştır. Asıl adı Mustafa’dır. Buhurîzade Mustafa Efendi diye de anılmış, şiirlerinde Itri mahlasını kullanmıştır. Ruhundaki incelik onu sadece musikiyle değil çiçek yetiştirmeyle, meyvecilikle de ilgili kılmıştır. Itri mahlasını bu sebeple kullandığı sanılmaktadır. Kendi adıyla anılan İstanbul’un ünlü “Mustabey Armudu”nu ilk kez onun yetiştirdiği de söylenir. Lale Devrinde adı dillere destan olmuş, Sultanlar tarafından korunmuş ve taleplerine olumlu sonuç almıştır. Yaşadığı dönemde iyi bir eğitim aldı, dini ilimlerin yanı sıra Arapça ve Farsça öğrendi. Etkisinde kaldığı üstatları Hâfız Post, Derviş Ömer, Nasrullah Vâkıf Halhalî, Kasımpaşalı Koca Osman Efendi gibi dönemin önemli isimleridir. Itrı dergahta eğitimine devam ederken Segah Mevlevi ayini ve tekkede okunmak üzere bir naat besteledi. İçindeki heyecan, bitmek bilmeyen coşku Yenikapı Mevlevihanesi’nin şeyhi Câmî Ahmed Dede’ye bağlanmasını sağladı ve Mevlevi oldu.
Itrî, Osmanlı Sultanı IV. Mehmed tarafından himaye edildi. Sarayda düzenlenen fasıllara hanende (solist) olarak katıldı, besteleriyle padişahın beğenisini kazandı ve büyük yakınlık gördü. Sultan IV. Mehmed döneminde Enderun’dan başka Harem-i Hümayun (kadınlar bölümü)’da musiki dersleri verilmeye başlandı. Itri Enderun’da hocalık ve hanendelik yaptı. Daha sonra kendi isteğiyle esirciler kethüdanlığına getirildi. Uzun yıllar burada görevine devam etti. Beş padişah dönemi gören Itri, elli yaşlarında saraydan ayrıldı. Müstakimzade’ye göre ölümünden sonra Yenikapı Mevlevihanesine gömüldü. Bu görüşü Divan şairi Şeyhi’de doğrular. Mezar taşı kayıptır.


Mûsiki Başarısı

Itri musikiyle ilgilendiği dönemde Divan Edebiyatı geleneğine uygun şiirler yazdı. Naili ve Nabi’nin etkilendiği şiirlerini besteledi. Gazeller, Naatlar, Nazireler, tarih düşürülen beyitler ve şarkıların yanı sıra hece vezniyle türküler de besteledi. Itri dini ve din dışı konularla ilgili binden fazla eser bestelemiştir. Fakat şiirlerden oluşan divanı kayıptır. Itrî bir dönem Siyahi Ahmet Efendi’den hat dersi görmüştür. Yazdığı tâlik yazı örnekleri, üstadı Hâfız Post’un eklediği güftelerde yer alır. Neyzen olduğu söylentileri uzun süre cevapsız kalmış, daha sonra arşiv belgelerinden yola çıkılarak bu yalanlanmıştır. Itri en büyük başarıyı bestecilikte yakalamıştır. Meydana getirdiği eserler Klasik Türk Musikisini vücuda getirmiştir. Osmanlı döneminde Türk üslubunu oturtmuş, Abdülkadir Merâgi ve Dede Efendi’yle birlikte, Türk müziğinin gelişiminde öncü isimlerden biri olmuştur.

Segâh Kurban Bayramı Tekbiri
Itrî çalışmalarını büyük bir özenle ve titizlikle devam ettirmiş her fırsatta yapıtlarını zenginleştirme çabasına girmiştir. Din dışı eserlerinin büyük bölümü kayıptır. Dini yapıtları müziğin rengini değiştirmiştir. Müziğini tekke ve cami müziği şeklinde ikiye ayırmıştır. Müezzinlerin ezanda yakaladıkları ahenk, Bayram namazı sırasında okunan Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, kutsal emanetlerin ziyaretinde okunan Segâh Sal-ât-ı Ümmiye, Mâye Cuma Salâtı, Gece Salâtı, Segah Mevlevi Ayini, Rast Naat’ı Itri, canlılıklarından hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen en önemli eserleridir.
Bestelerine güfteye göre ahenk veren Itri, ustalığını bütün eserlerinde göstermiştir. Nühüft makamında ki naatından:

“Şöhretim isyan benim, sen af ile meşhursun
Padişah-ı evvelin u kıblegah-ı aharın,
Evvel u ahir, imamül enbiya, mezkursun
Ya Resulullah umarım, diyesin ruz-i ceza
Gerçi cürmüm çoktur amma Itri’ya mağfursun.”

Mûsiki İlminin Şeyhi
Itri’nin eserlerinde mistik bir yapı göze çarpar. Dindar oluşunun izleri, tasavvufun ve içteki heyecanın adımları sade abartısız bir üslubun niteliğiyle kendini bulur. Yaşadığı dönemde kaliteli müziğin zirvesine çıkmış, musiki sanatın temel taşlarını oturtmuştur. Klasik müzik gibi çok belirgin bir çizgiye sahiptir Itri. Kendine özgü, dengeli, duygusallıktan uzak, hissettiklerini aktarırken abartıdan uzak coşkun bir dil kullanmış, cümleleri suya yazılmış kadar berraktır. Notasıyla günümüze kadar ulaşamamış eserlerinin güfteleri ve usulleri hakkında bilgi veren eski kaynaklarda, o dönemde bile nadir görülen tarzda eser verdiği görülmüştür. Şeyhülİslâm Esad Efendi’nin “Atrabül Asar” adlı eserinde aktardığı bilgiye göre Itri, binden fazla beste yapmış, saraylarda aranan bir isimdir. Bestelerinin büyük bir bölümü unutulmuş günümüze ancak kırk kadar yapıtı ulaşmıştır. Salim tezkiresinde Itri için “musiki ilminin hocası, musiki ilminin şeyhi, şiirin Nizami’si ve Hakkani’si” diye övmüştür.

Ünlü “Segâh Bestesi”nden bir bölüm:

Tutî-i mucize guyem ne desem laf değil,
Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil
Ehl-i dildir diyemem sinesi saf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil.

Eserleri İmparatorluk döneminde üç kıtada söylenen, günümüzde de milyonlarca müslümanın dilinden düşmeyen Itri'nin şahsiyeti ve eserleri hakkında Yahya Kemal, mükemmel şiirriyle bir değerlendirme yapmıştır.

Şöyle demektedir Yahya Kemal:

Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsikîmizin piri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangiri,
Nice bayramların sabah erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.
Tâ Budin'den İrak'a, Mısır'a, kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O deha öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsikîsinde bir taraftan din,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz o şehrâyîn,
Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinat akmış.
Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şuh:
Dağılırken "Nevâ"nın esrarı,
Başlıyor şark ufuklarında vüzuh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon ruh.
Kıskanıp gizlemiş kaza ve kader
Belki binden ziyade bestesini.
Bize mîrâs kaldı yirmi eser.
"Nât'dır en mehîbi, en derini.
Vakıa ney, kudüm elince dile,
Hızlanan mevlevî semaiyle
Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i.
O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Adetâ benziyor muammaya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün define midir?
Bir bilen var mı? Neredeler şimdi?
Öyle bir mûsikiyi örten ölüm,
Bir teselli bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm.
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle zevk alınır.
Belki hâla o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda."

 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Ebü’l-Hasan-ı Şazilî
(1196-1258)
On üçüncü asırda yaşamış büyük İslam alimlerindendir. Önce fen bilimlerine merak salmış ve bu alanda önemli bir birikime sahip olmuş, daha sonra tasavvufa yönelmiştir. Kuzey Afrika'da yaşamıştır, müntesipleri çok geniş bir alana yayılmıştır. Şazili tarikatının kurucusu olarak kabul edilmektedir. Soyu, Peygamber Efendimizin (asm) torunu Hazreti Hasan'a (ra) dayandırılmaktadır. Asıl adı Ali'dir. Kendisine Nureddin lakabı da verilmiştir. Künyesi Ebü'l-Hasan Ali bin Abdullah bin Abdülcebbar Şazili şeklindedir. Risâle-i Nur'un muhtelif yerlerinde ismi, imamlar ve aktablar arasında zikredilmekte, insanlık alemini nurlandıran mümtaz şahsiyetlerden biri olarak telakki edilmektedir.
Ali, 1196 yılında Tunus'un Şazile kasabasında doğdu. Doğduğu şehre nisbeten Şazilî ünvanıyla meşhur oldu. Eğitimine küçük yaştan itibaren memleketinde başladı. Fen ilimlerine ilgi duyarak bu alanda eğitim gördü. Özellikle kimya ile ilgili bilgiler üzerinde yoğunlaştı ve bu alanda önemli bir birikime sahip oldu. İlmi tahsil noktasında önemli bir gayret gösterdiği gibi, daha fazla bilgi sahibi olmak için Cenab-ı Hakk'a dua ve niyazda bulundu.
Müspet ilimlere ilgi duyan ve bu alanda yetişen Ali, bir süre sonra tasavvufa merak salmaya başladı. Dini ilimler alanında da kendini yetiştirmek için bir çok seyahatte bulunarak muhtelif ilim merkezlerini dolaştı. Dini ilimlerden tefsir, fıkıh, hadis, usul, nahiv, sarf ve lügat ilimlerini tahsil etti. Gittiği yerlerde bulunan alimlerden dersler aldı. Bu çerçevede Irak'a bir seyahatte bulundu. Burada bulunan Ebü'l-Feth Vasıtî'nin sohbetlerine katılarak ilminden istifade etmeye çalıştı. Burada bir süre kaldıktan sonra hocasının tavsiyesiyle memleketine döndü.
Tasavvuf alanında Şerif Ebu Muhammed Abdüsselam İbn Meşiş-i Hasenî'den büyük ölçüde istifade eden ve onun etkisinde kalan, ona intisab eden Ebü'l-Hasan, burada da ilmi ve ameli eğitimini devam ettirdi. Tam bir teslimiyetle hocasına bağlandı. Hocası, diline ve kalbine sahip olma, takva sahibi olmayanlara benzememe konusunda telkinlerde bulundu. Farzlarını yerine getirmeye devam etmesini tembihledi. Her hal ve hareketiyle İslamiyet'e uyma telkininde bulundu. Kasabasına döndükten sonra çok büyük sıkıntılarla karşılaşacağını ve asla Cenab-ı Hakk'ı unutup gaflete dalmaması ikazında bulundu. Cenab-ı Hakk'a kulluk vazifesini yerine getirmenin dışında halka, başka hiçbir şeyi hatırlatmasına gerek olmadığını söyledi.
Ebü'l-Hasan Ali, memleketine döndükten sonra öğrendiklerini insanlara anlatmaya ve onları doğru yola davet etmeye çalıştı. Kısa zamanda şöhretinin yayılması ve çevresinde büyük toplulukların oluşmaya başlamasına paralel olarak büyük baskılara maruz kalmaya başladı. Büyük sıkıntılar çekti. Bir süre sonra da memleketini terk etmek zorunda kaldı ve Mısır'ın İskenderiye şehrine hicret etti. Halk arasındaki itibarı giderek arttı. Birçok tanınmış alim kendi ilminden istifade etmek ve kendisiyle görüşmek için yanına geldi.
Ebü'l-Hasan, talebelerine ders verirken; gizli veya açıktan fiillerinde her zaman Allah'tan korkmalarını, her hal ve hareketlerinde, ibadetlerinde Peygamber Efendimizin (asm) sahabelerine gösterdiği istikamete uyup, bida ve sapıklıklardan sakınmalarını, bollukta ve darlıkta insanlardan bir şey beklememelerini, kanaatkâr olmalarını, hem sevinçli hem de kederli günlerinde Cenab-ı Hakk'a sığınmalarını tembihledi.
Şazili tarikatının kurucusu olarak kabul edilen Ebü'l-Hasan Ali'nin tarikat kurmak amacıyla hareket ettiğine dair kesin bilgiler mevcut değildir. Kendisi, tabi olanlarına ve ilminden istifade etmek isteyenlere, dünyevi işleriyle dini ibadetlerini mezc edecek ve birlikte sürdürecek tarzda telkinlerde bulundu. Dünyevi işlerini tamamen bırakıp hizmetinde olmak ve sürekli yanında bulunmak isteyenlere, eskisi gibi dünyevi işlerini sürdürme telkininde bulundu. Maddi yardımlardan mümkün mertebe sakındığı gibi, idarecilerin dergahlarına yardım etme tekliflerini de kabul etmeyerek geri çevirdi.
Ebü'l-Hasan Ali, müntesiplerine sünnete sıkı sıkıya bağlanmaları konusunda telkinlerde bulundu. Hal ve hareketlerine sünnete zıtlık teşkil etmeyecek şekilde yön vermelerini ve aykırı düşmemelerini tembihledi. Kendilerine ilham olunsa bile, bu duruma aykırı düşecek her türlü faaliyetin sünnete uygun hale getirilmesini istedi.
Ebü'l-Hasan Ali'nin ismi Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinde zikredilmektedir. Kendisi Kur'an-ı Kerim'in tilmizleri arasında sayılmakta ve talebeleriyle yaptıkları virdlerine işaret edilmektedir. Bu virdlerinde kâinattaki mevcudatı virdlerine katarak Cenab-ı Hakk'ı zikr ve tesbih ettikleri belirtilmektedir (Lem'alar, s. 123). Ebü'l-Hasan insanlara, Cenab-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını anlattığı vakitler dışında arta kalan zamanlarını ibadet ederek geçirirdi. Hizbü'l-Bahr adlı tesbih ve dua kitabını okur veya okuturdu. Bunu okumanın dertlerden ve sıkıntılardan kurtulmaya vesile olduğunu belirtirdi. Yine ismi aktablar ve imamlar arasında zikredilerek, bunların keşfiyat ve müşahedatlarıyla ümmete gösterdikleri harika irşat ve kerametleriyle, aynı zamanda Peygamber Efendimizin (asm) hakkaniyetine, doğruluğuna şahitlik edip imza bastıkları hatırlatılmaktadır (Şualar, s. 542). Bu alimler, her biri birer nurani yıldız gibi insanlık alemini nurlandırmışlardır (Mesnevi-i Nuriye, s. 281).
Ebü'l-Hasan Ali'nin değindiği hususlardan birisi Adem Aleyhisselamın Cennetten ihracı konusudur. Bilindiği gibi, bu durum şeytanın desisesi ve yasak meyvenin yenmesinden sonra gerçekleşmiştir. Ebü'l-Hasan bu konuda, "Ne şerefli bir günah ki, sahibini halifelik makamına eriştirmiş ve kıyamete kadar gelecek insanlara tevbenin meşru kılınmasına sebep olmuştur" (http://www.ozbelgeler.com/) ifadelerine yer vermektedir. Zaten Cennetten çıkarılmanın hikmeti insanoğlunun dünyaya imtihan edilmek üzere gönderilmesidir. Adem Aleyhisselamın Cennetten ihracı ile ilgili meseleye açıklık getiren Bediüzzaman, bunun bir vazifelendirme olduğunu, insandaki kabiliyetlerin gelişmesinin sağlandığını, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna olan insandaki kabiliyetlerin inkişafları ölçüsünde buna hizmet ettiğini, dünyanın insanın kabiliyetlerinin inkişaf etmesine uygun bir şekilde yaratıldığını belirtilerek, konuyu açıklığa kavuşturmaktadır (Mektubat, s. 46-49).
Ebü'l-Hasan Ali tarafından kurulduğu kabul edilen Şazili tarikatı Mısır ve Tunus'ta yayıldı. Bu tarikatın müntesiplerinin Suriye'de de önemli bir sayı teşkil ettikleri aktarılmaktadır. Daha sonra Cezayir'in batı bölgesinin tamamına yayıldığı belirtilmektedir. Ebü'l-Hasan Ali defalarca Hacca gitti. Yine bu gaye ile çıktığı 1258 yılındaki yolculuğu sırasında Mısır'da bulunan Hamisre'de (Homaysira) vefat etti.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Firuzabadi
(1329-1415 m.)
On dört ve on beşinci asrı görmüş büyük İslâm alimlerindendir. Arapça'dan Arapça'ya olan büyük sözlük çalışması "Kamusü'l-muhit" adlı eseri ile meşhur olmuştur. Dil, edebiyat, hadis, fıkıh ve tefsir alimidir. Uzun ve bereketli bir ömür yaşamış, çok sayıda yerleşim yerini gezmiştir. Gittiği her yerde alimlerle bir araya gelmek suretiyle fikir ve bilgi alışverişinde bulunmuştur. Kadılık yapmış, çok sayıda talebe yetiştirdiği gibi muhtelif ilim dallarıyla alakalı olarak bir çok eser yazmıştır. Asıl adı Muhammed'tir. Kısa künyesi Ebu Tahir, lakabı Mecdüddin'dir. Firuzabadi nisbesiyle tanınıp meşhur olmuştur. Risâle-i Nur'da ismi "meşhur Kamusü'l-Lügat sahibi Mecedüddîn-i Firuz Âbâdî" (Emirdağ Lâhikası, s. 159) şeklinde anılmaktadır. Soyunun Hazreti Ebubekir'e (ra) dayandığı belirtilmektedir. Künyesi Ebu Tahir Mecdüddin Muhammed bin Yakub bin Muhammed el-Firuzabadi şeklindedir.
Muhammed, 1329 yılında İran'ın Şiraz vilayetine bağlı Kazerun kasabasında dünyaya geldi. Ailesi hakkında fazla bir bilgi mevcut değildir. Ancak, babası Yakub'un dil ve edebiyat alimi olduğu bilinmektedir. Çocukluğunu memleketinde geçirdi. İlk derslerini babasından aldı. Henüz yedi yaşında iken Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız oldu. Bir yıl sonra da Şiraz'a gitti. Burada hem babasından hem de diğer alimlerden Arap dili ve edebiyatı derslerini aldı. Bunun dışında diğer ilim dallarında da eğitim gördü.
Muhammed, Şiraz'dan sonra Vasıt'a gitti. Burada da kıraat derslerini aldı. Bu arada Bağdat'a giderek eğitim ve ders almaya devam etti. Bağdat'ta bulunan Nizamiye Medresesi müderrisi ve aynı zamanda Bağdat kadısı olan Abdullah bin Bektaş'tan ders aldı. Uzun süre yanında kalarak yardımcılığını yaptı. Yine ilim öğrenmek amacıyla önce Şam'a, akabinde Balebek, Hama, Halep ve Kudüs'e gitti. Buralarda bulunan alimlerin ilminden ve derslerinden istifade etti. Yaklaşık on sene Kudüs'te kaldı. Bu zaman zarfında ilim meclislerine devam ettiği gibi, burada bulunan medreselerde ders vermeye başladı.
Tanınmaya ve kısa süre zarfında şöhret bulmaya başlayan Muhammed'ten ders almak isteyenlerin sayısı giderek arttı. Kudüs'te bulunduğu sıralarda bazen Gazze, Remle ve Kahire gibi yerlere giderek buralarda bulunan alimlerle tanıştı. Mekke'ye giderek buradaki alimlerden hadis eğitimi aldı. Bunların dışında doğu ve batıda birçok yeri gezip dolaştı. Böylece çok sayıda alimden muhtelif ilim dallarında dersler alarak kendini yetiştirdi. Genç yaşta büyük bir birikime ulaştı.
Firuzabadi, dolaştığı yerlerin yönetici ve devlet adamlarından yakın ilgi gördü. Bağdat hakiminin daveti vesilesiyle Bağdat'a gittikten sonra buradan İran ve Hindistan'a da geçti. Deniz yoluyla Yemen ve Aden'e uğrayarak bir süre buralarda kaldı. Daha sonra Mekke'ye geçti. 1395 yılında Yemen kadılığına tayin edildikten sonra bir süre bu görevi sürdürdü. Kadılığı sırasında ders vermek suretiyle bir çok talebe yetiştirdi. Yemen Sultanı Melik Eşref İsmail kendisine büyük bir yakınlık gösterdi. Kızıyla evlendirdi. Bu gelişmelerden sonra yaklaşık yirmi yıl Yemen'de kalarak hizmette bulundu. Kadılık ve hocalık görevi dışında bir çok eser yazmak suretiyle ilmi hayata katkıda bulundu. Yemen'de bulunduğu süre zarfında bir çok kez kutsal beldelere giderek Mekke ve Medine'yi ziyaret etti. Hac ibadetini ifa ederken aralarında Taif'in de bulunduğu muhtelif beldeleri dolaştı.
Firuzabadi, seyahatlerini mümkün mertebe verimli geçirmeye büyük gayret gösterdi. Dolaştığı yerlerde bulunan tanınmış alimlerin ilminden istifade etmeyi ihmal etmedi. Karşılıklı fikir alıverişlerinde bulundu. Ayrıca birçok devlet büyüğü ile görüşme fırsatını elde etti. Azerbeycan ve Mısır hükümdarlarıyla görüştüğü gibi Türk hükümdarlarla da görüştü. Anadolu'ya geldikten sonra Yıldırım Bayezid tarafından yakın ilgiyle karşılandı. Bursa'da Osmanlı Sultanı ile görüştü. Daha sonra Timur'la da görüşme imkanı buldu.
Hayatını ilme adayan; öğrenmek, öğrendikleri öğretmek ve yazıya geçirmek konusunda büyük çaba sarf eden, yazdığı eserleriyle asırlar boyunca ilim dünyasına katkı sağlayan Firuzabadi, 1415 yılında kadılığını yaptığı Zebit'te vefat etti. Soyunun Hazereti Ebubekir'e (ra) dayandığı nakledilen alim, geniş kültürü ve mükemmel hafızası ile dikkatleri üzerine çekti. İlim öğrenme hususundaki büyük gayreti, iki yüz satır ezberlemeyinceye kadar yatmamayı prensip edinmesinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Kamusü'l-Muhit adlı büyük sözlüğü ile tanınan Firuzabadi, bu büyük çalışmasının dışında bir çok ilim dalında da kendini yetiştirdi ve eser yazdı. Hadis, fıkıh, tefsir ve tarih ilimleriyle de meşgul oldu. Hadis dalında yapmış bulunduğu çalışmaları, gereğince titizlik göstermediği gerekçesiyle eleştiriye uğradı. Kitaba son derece meraklı olup satın almak için epey para harcadı. Ancak, maddi sıkıntı çekince de bazı kitaplarını satmak zorunda kaldı.
Risale-i Nur'da ismi zikredilmekte ve kendisinden "meşhur Kamusü'l-Lugat sahibi Mecedüddîn-i Firuzâbâdî" olarak söz edilmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, Rumuzat-ı Semaniye'yi yazdıktan sonra Firuzabadi'nin tefsirinde yer alan "hurufat ve kelimat-ı Kur'âniyeye dair beyanatına" baktığını belirtmektedir. Söz konusu eserde yer alan Kur'an-ı Kerim'in harf ve kelimelerine dair beyanatlarla Rumuzat-ı Semaniye'deki izahların % 90 oranında birbiriyle uyuştuğunu tespit etmişlerdir. Farklı görülen kısımları bir kez daha incelediğini belirten Bediüzzaman, Rumuzat-ı Semaniye'dekilerin doğru olduğunun anlaşıldığını, Firuzabadi tefsirinde yer alan ve farklı olanların ise matbaa hatası neticesi olduğunu ifadelerine eklemektedir. (Emirdağ Lahikası, 1997, s. 159)
Eserleri
Firuzabadi'nin çok sayıda eser kaleme almış olduğundan söz edilmektedir. Ancak, bunların tamamı günümüze kadar ulaşmamıştır. Kaleme aldığı eserlerin büyük kısmı tefsir ile ilgilidir. Diğerleri ise hadis, biyografi, coğrafya, akaid, fıkıh ve tarih ilimleri ile ilgilidir. En meşhur eseri Kamusü'l-muhit adını taşıyan sözlük çalışmasıdır.
Kamusü'l-Muhit, Arapça'dan Arapça'ya sözlüktür. Esas adı "Kamusü'l-muhit ve'l-kabesü'l-vasitu el-cami' lima zehebe min lugati'l-Arab şematit" şeklindedir. Eser önceleri altmış cilt olarak tasarlanmışsa da dört cilt olarak yazılmış ve bilahare iki cilt haline dönüştürülmüştür. Eserde kırk bin kelime yer almaktadır. Sonradan ilaveler yapılmıştır. Bu eser Türkçe'ye iki kez tercüme edilmiş ve İstanbul'da basılmıştır. Daha sonraları da birçok baskısı yapılmıştır.
Besairu zevi't-temyiz fi letaifi'l-kitabü'l-aziz adlı eseri Kur'ân ilimleriyle ilgilidir. Yüce Kitap hakkında genel bilgiler verilmektedir. Surelerin nazil olduğu yer, harf ve kelime sayıları, kurranın ihtilafları, sûre isimleri, gaye ve muhteva, nasih-mensuh vb. bilgilere yer verilmiştir.
Tenvirü'l-mikbas min Tefsiri ibn Abbas adlı eserden Risâle-i Nur'da kısaca, "el-Mikyas" olarak söz edilmektedir. İbn Abbas'a dayandırılan ve değişik eserlerde yer alan hadislerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur.
Sifrü's-sa'ade adını taşıyan eseri hadis dalıyla ilgili olup, Farsça olarak kaleme alınmıştır. Peygamber Efendimizin (asm) hayatı ve ibadetleri hadislerle anlatılmaktadır. "İbadetleriyle Peygamberimiz" adı altında Türkçe'ye tercüme edilmiştir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Gönenli Mehmet Efendi
(1901 - 1991m.)

Prof. Dr. Nesimi YAZICI - Ank. Üniv. İlâhiyat Fak. Öğr. Üyesi

İşte ismi Gönen’le birlikte anılanlardan biri de Mehmet Öğütçü’dür. Fakat bu isim ancak resmî kayıtlarda kalmış ve o, milyonların gönlünde Gönenli Mehmet Efendi, Gönenli Hoca ve çoğunlukla hanım cemaati arasında da Gönenli Baba isimleriyle şöhret bulmuştur.

Mehmet Efendi 1901’de Kırım kökenli Selâmetoğulları’ndan Osman Efendi ve Fatma Hanım’ın oğlu olarak Gönen’de dünyaya geldi. İlköğrenimiyle birlikte Kur’ân eğitimine öncelik verdi. Oniki yaşında iken Hâfız Abdullah Efendi’nin nezâretinde hıfzını tamamladı. Bundan sonra değişik örgün eğitim kurumlarında öğrenimine devam etti. Herhalde bu vesile ile; 1925’te Serezli Ahmed Şükrü Efendi’den Kıraat ilminde icâzet almasını, bunun yanında muhtemelen Öğütçü soyadını almasında etkili olmuş olan Medresetü’l-İrşâd’a devam etmesini, bu müesseselerin kapatılması üzerine intikal ettiği İmam-Hatip Mektebi’ni 1927’de aliyyülâla (pekiyi) derece ile bitirmesini hatırlamamız gerekir.

Resmî çalışma hayatına 1930’da Gönen Çarşı Camii İmam-Hatibi olarak başlayan Mehmet Efendi, buradaki üç yıllık görevini müteâkip askerlik hizmeti için Gönen’den ayrılmış ve daha sonra da hizmetlerine İstanbul’da çeşitli camilerde imamlık yaparak devam etmiştir.

Gönenli Mehmet Efendi’nin 1976’dan itibaren, bu tebliğ sahibinin de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde talebesi olduğu Yeraltı Camii İmamı Ali Üsküdarlı’nın vefatı üzerine, Reisü’l-Kurrâlık makamına getirildiğine ve bu emaneti de, ölümüyle Bâyezid Camii İmamı Abdurrahman Gürses Hoca’ya intikaline kadar koruduğunu ifade etmemiz gerekir. Fakat hiç şüphesiz Gönenli Mehmet Efendi’nin tanınmasına ve ölümünden sonra da milyonlarca seveninin gönüllerinde yaşamasına, kendisiyle ilgili kitaplar yazılmasına, vakıf kurulmasına, adına külliyeler bina edilmesine neden olan çalışmaları bunlardan da ötede, iki başlık altında toplanabilir ki, onlar da Kur’ân öğretimine olan katkısı ve vâiz olarak gerçekleştirdiği fahrî ve fakat çok yoğun, semereli hizmetleridir.

Gönen bir hoca ve hâfız diyarıdır. Gönenliler Allah’ın kitabına onu okumak, hıfzetmek ve öğretilmesine katkıda bulunmak yolundaki çabalarıyla tanınırlar. Küçük bir köyünde, bir hocanın çevresinde, onun gayret ve himmetiyle, fakir de olsa cömert insanlarımızın maddî destekleriyle on, onbeş hafızın yetişmesi Gönen ve Gönenliler açısından gayet sıradan bir durumdur. Ramazan ayını Gönenliler, Kur’ân ayı olarak değerlendirir, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle mukâbelelere, Kur’ân hatimlerine koşarlar. Gönenlilerin Kur’ân konusundaki bu hassasiyetlerini bir hatıramı naklederek teyit etmek isterim. Yetmişli yılların başlarında Gönen’e genel teftiş için gelmiş olan bir Diyanet Müfettişi, aradan on yıl kadar geçtikten sonraki tanışmamızda, bana ilk cümle olarak; Gönen’deki din görevlilerinden ilçeye dışarıdan atanmış olan müftü haricindekilerin tamamının hafız olduğunu, bu durumun müftülüğün müstahdemi için bile geçerli olduğunu, hayretlerini gizlemeden nakletmişti. Görevi gereği Türkiye’nin muhtelif bölgelerini gezmiş olan bu müfettiş hayret ve heyecanında haklı idi ve bu durumu belki de karşılaştığı başka hemşehrilerimize de aktarmıştı. İşte Gönen’e hâfız ve hocalar diyarı ünvanını kazandıran hamiyet ve gayret sahiplerinden biri de Gönenli Mehmet Efendi idi. Onun çevresinde, onun gibi Kur’ân’a hizmeti hayatlarının gayesi edinenlerin çabalarıydı.

Gönenli Mehmet Efendi’nin Kur’ân okutmaya olan katkısı 1940’lardan başlayarak yoğun bir biçimde 1980’lere ve daha sonrasına ulaşır. Onun yetiştirdiği hâfızları, ondan talim, tecvid ve diğer kıraat alanlarında faydalananların, eskilerin tabiri ile onun rahle-i tedrîsinde yetişenlerin, olgunlaşanların sayısını binlerle ifade etmek, ancak hakikatın ikrarı olacaktır. Fakat yalnız iyi bir hoca değil, İstanbul’un büyüklüğünde garip Kur’ân taliplerinin babası da Gönenli Hoca’dır. Hakikî babalarının maddî imkânlarının yetmediği yerde -ki bu öğrencilerin tamamı fakir aile
çocuklarıdır- onların bütün giderleri Gönenli Mehmet Efendi tarafından karşılanırdı. Onu hizmet alanında; önce Kur’ân’ı okutan, sonra öğrencisinin günlük giderini para olarak karşılayan, ihtiyaç durumuna göre elbisesini ayakkabısını veren bir şefkat, merhamet ve hizmet abidesi olarak düşünmek, durumun tahayyülü değil, katkısız hakikatın ifadesidir. Hepimizin bir cebi ve cüzdanı vardır. Kazanırız, ihtiyaçlarımız için harcarız. Gönenli Hoca’nın da kendisi için bir cebi vardı, ama Kur’ân öğrencileri, hatta ulaşabildiği bütün muhtaçlar için de ayrı bir cebi
bulunuyordu. Birinciden yani şahsî hesabından öğrencilere aktarılır, ama tersine bir akış asla söz konusu olamazdı. Kendisinin değerli öğrencilerinden Mehmet Karatoprak, zaman zaman gerçekleşen bir durum olarak, bir defasında talebelerine geçerli rayiç üzerine harçlıklarını dağıtan ve yetmeyen kısmını kendi hesabından takviye eden Hoca’nın, ayrılma anında hiç parası kalmadığını fark ettiğinde, tramvay ücretini borç aldığını ifade etmiştir. Hasılı bir Kur’ân öğretici olarak Gönenli Mehmet Efendi, uzun mesaîsinin büyük bir kısmını, hatta bir yerden bir başka yere giderken iki kulağıyla iki değişik talebeyi dinlemesi şeklinde, bu hizmete tahsis etmişti. Bu çabalarının neticesinde Hz. Peygamber’in hadisindeki; "Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir” hakikatının sırrına mazhar olmuş olmalıdır. Gönenli Mehmet Efendi’nin Medresetü’l-İrşâd’da okuduğunu ve medreselerin kapanması üzerine buradan İmam Hatip Mektebi’ne intikal ettiğini ifade etmiştik. Hoca’nın çok iyi bildiği nakledilen Fransızca’sının da kaynağı olması gereken bu mektep, onun hayatını bu istikamette düzenlemesinde de etkili olmuştur. Nitekim o karşımıza farklı bir vâiz olarak da çıkar. O vâizliği memuriyet olarak değil, hizmet düşüncesinin gereği olarak yapmıştır.

1980’lerin ortalarında bir gazetede Gönenli Mehmet Efendi, çevresinde bir grupla birlikte yürürken gösteren bir fotoğrafta yer alıyor. Fotoğrafın altında "Seksen beş yaşında haftada otuz vaaz veren Gönenli Mehmet Efendi” ibaresi yer alıyor. Bu nasıl olur? Yedi günde otuz, günde en az dört vaaz!... Bu mümkün müdür? Bu çaba hangi bedelin karşılığı olarak gösterilmektedir? Yanılmıyorsam 1978 veya 1979 Ramazanı öncesiydi. İstanbul’da Beyoğlu Müftülüğü’nde Murakıp olarak görev yapıyordum. Yaklaşan Ramazan ayında din hizmetlerinin koordinasyon ve geliştirilmesi için bölgemizdeki durumun belirlenmesi yönünde Ankara’dan bir tamim gelmişti. Çalışmalar ilerlediğinde Gönenli Mehmet Efendi’nin Kasımpaşa bölgesinde haftanın bir gününde dört farklı camide vaaz verdiği ortaya çıktı. Ben bu duruma o gün de hayret ettim, bugün de hayret etmeye, takdir etmeye devam ediyorum. Şimdi Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı profesörü olarak görev yapan, aynı okuldan sınıf arkadaşım ve Beyoğlu’nda da bir süre birlikte görev yaptığımız Mustafa Uzun, Hoca’yla ilgili hatıraların anlatıldığı bir kitapta bu konuya aydınlık getiriyor. Benim söz konusu ettiğim hizmet Beyoğlu’na bağlı Dolapdere ve Hacıhüsrev mahallesindeki Sahaf Muhiddin ve Sahaf Muslihiddin camilerinde gerçekleştirilmektedir. Bizim o gün de, biraz korkuyla gittiğimiz bu camilerden birindeki kontrolü sırasında Mustafa Uzun, Hacıhüsrevli kadınların kalabalık bir grup olarak camiye gittiklerini görmüş, küçük bir araştırma sonucunda da Gönenli’nin vaaza geldiğini tesbit etmiştir.

Gönenli’nin vaazları da, vaaz ettiği mekânlar ve hitap ettiği cemaat de özellikli idi. O bilhassa küçük, kenarda kalmış, belki de hocaların iltifatına fazlaca ulaşamamış semtlerin camilerini tercih ediyordu. Hacıhüsrev bu durumun pek dikkat çekici bir örneği değil midir? Hoca’nın cemaati de özellikle hanımlardı. Çünkü eğitime, dinî öğretime onların bilhassa ihtiyacı vardı.

Zaten Gönenli Hoca klâsik bir vâiz de değildi. "Vaazlarında öğretmekten çok eğitme, irşad etme ve dinî hayatı canlı tutma onun başlıca hedefi olmuştur. Bu sebeple vaazlarına güzel sesiyle Kur’ân-ı Kerîm okuyarak başlar, ilahî ve kasîdelerle cemaati coşturur, ardından dinleyicilerin dikkatini çekecek şekilde etkili ve slogan mahiyetindeki cümlelerle kısa konuşmasını yapardı” (TDVİA, XIV, s. 150). İnzardan, korkutmadan çok tebşir ile insanlara müjdeleyerek Allah’ın yoluna çağırırdı. Onun bu faaliyetlerinin muhasebesi hiç şüphesiz Cenab-ı Allah’a aittir. Onun başarı derecesini ve bu vaazlarla elde edilen kazancı tam olarak belirlemek bizim için güçtür. Fakat Allah’ın rızasının bu istikamette olduğunu, Gönenli Hoca’nın bu uğurda bir ömür sarfettiğine bütünüyle inanmamıza da hiçbir mâni bulunmamaktadır.

Hoca Efendi (r.a) 1991 yılında İstanbul’da vefat etmişlerdir. Cenaze namazı Fatih Camii’nde kılınarak, Edirnekapı Sakızağacı şehitliğinde defnedilmiştir.

Sözlerimizi bağlamak gerekirse, kesin bir inançla diyebiliriz ki; Cumhuriyet döneminde ülkemizin değişik bölgelerinde Kur’ân’a hizmetle isimlerini yücelten kişiler arasında Gönenli Mehmet Efendi’nin özel ve öncelikli bir yeri bulunmaktadır. Gönenli Hoca’nın bize bıraktığı güzel ismi korumak, onun güzellikleriyle bezenmekle, hiç değilse bu arzuyu taşımakla olur. O vatanını çok sevdi, insanlarımızı çok sevdi, Kur’ân’a hizmeti, en olumsuz durumlarda bile, Allah’ın kitabına hizmeti baş tacı etti. En önemlisi inandığı doğruların gerçekleşebilmesi için yorulma bilmeden çalıştı. Onun ideallerini benimseyenlere selam olsun!...

KAYNAKLAR
1 Recep Akakuş, İslâm’da Kur’ân Öğretimi ve Reîsü’l-Kurrâ Gönenli Mehmet Efendi, İstanbul, 1991.
2 Recep Akakuş, Gönenli Mehmet Efendi, TDVİA., c. XV, s. 149-150.
3 Mustafa Özdamar, Gönenli Mehmet Efendi, İstanbul, 1994.
4 Vefatı üzerine yazılmış çeşitli yazılar ve kendisini yakından tanıyanlarla yapılan konuşmalar.
5 Bu metin 5-6 Eylül 1998 tarihlerinde Gönen’de toplanan "Geçmişten Günümüze Gönen” sempozyumuna tebliğ olarak sunulmuştur.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Hariri


(1054-1122 m. )


R.Nur Enstitüsü - 06.06.2003

Makamat adlı eseri ile tanınıp, meşhur olan Arap asıllı şair ve dil alimidir. İslamî ilimlerin muhtelif dallarında zamanın meşhur alimlerinden ders almıştır. Güçlü zekâsı ve hafızası ile tebarüz etmiştir (şöhret bulmuş). Zengin bir ailenin evlâdı olarak büyümüş, cömertlik, dürüstlük, iffet ve edebiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Şiirlerinde mânâdan çok lâfza ağırlık vermesi eleştirilere sebep olmuştur. Risâle-i Nur'da "dahiye-i edeb" olarak tavsif edilmekle beraber, lafızperestliğinin kendisine verdiği zarara dikkat çekilmiştir. (Muhakemat, s. 78)Künyesi Ebu Muhammed Kasım bin Ali bin Muhammed el-Hariri şeklindedir.

Harirî, 1054 yılında Basra'nın Meşan kasabasında doğdu. Asıl adı Kasım'dır. Oğlu Muhammed'e nispetle Ebu Muhammed, memleketinden ötürü Basrî, ipek ticaretiyle uğraşan bir aileye mensubiyetinden ötürü de ibnü'l-Harirî lakaplarıyla anıldı. Ancak, Harirî lakabıyla tanınıp meşhur oldu. Ailesi Rebiatü'l-Feres kabilesindendir.

Harirî, ticaretle meşgul olan varlıklı bir ailenin çocuğu idi. Bundan ötürü zengin bir ailenin çocuğu olarak doğup büyüdü. Çocukluğunu doğduğu şehirde geçirdi. Daha sonra eğitim maksadıyla Basra'ya gitti. Burada bulunan alimlerden muhtelif dersler aldı. Ebü'l-Kasım Hüseyin bin Ahmed Bakıllanî ve Ebu Temmam Muhammed bin Hasan Mukrî gibi hocalardan ders aldı. Daha sonra Bağdat'a gitti. Burada da nahiv ve edebiyat dalında Ebü'l-Hasan Ali bin Faddal el-Mücaşiî'den, fıkıh dalında Ebu Nasr ibnü's-Sabbağ ve Ebu İshak İbrahim bin Ali Şirazî'den, feraiz ve hesap konusunda da Ebu Hakim Abdullah bin İbrahim el-Habrî'den ders aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra Basra'ya döndü ve buraya yerleşti.

Harirî, din ilimleri ve müspet ilimlerin muhtelif dallarında, kendi alanında otorite sayılan hocalardan ders almak suretiyle çok iyi bir eğitimden geçmiş oldu. Ayrıca çok zeki ve güçlü bir hafızaya sahip olması, okuduğu ilimlerin etkisinin vermiş olduğu eserlerde müşahade edilmesi gibi hususlarla da dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle "Makamat" adlı eserinde; nahiv, fıkıh ve feraize dair ince meseleleri güzel bir şekilde işlemesi, bazı meselelerin çözümünde göstermiş olduğu yol, bu ilimlerdeki vukufiyetini göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Harirî, Basra'ya yerleştikten sonra buradaki haberleşme dairesinde amirlik yaptı. Bunun yanında ticaretle de uğraşarak önemli bir servet sahibi oldu. Mülkiyetinde bulunan hurma bahçesi de geniş bir alanı kapsamaktaydı. Gerek burada bulunduğu süre zarfında, gerekse Bağdat'a eğitim ve diğer maksatla gidip-gelmelerinde birçok kimse ile temas kurdu. Geniş bir çevreye sahip oldu. Yazdığı eserlerle de şöhret buldu.

Harirî, bilgi ve birikiminin, geniş bir çevreyle temas kurmasının yanında kişisel ve ahlaki özellikleriyle de dikkat çekti. En önemli özelliklerinden birisi de yardımsever olması ve cimri olan kimseleri de şiddetle eleştirmesidir. Zenginliğine paralel olarak mertliği, fazilet sahibi, dürüst ve iffetliliğiyle ön plana çıktı. Risale-i Nur'da kendisi için "dahiye-i edeb" tabiri kullanılarak bu özelliğine vurgu yapılmaktadır. (Muhakemat, s. 78)

Dil bilimi alanında ayrıca iki eser vermesine rağmen daha çok Makamat'ıyla meşhur olan Hariri, bu eserinde Arapların hayatını işledi. Elli söyleşiden oluşan bu eserinde manadan çok söylenişteki parlaklığa önem verdi ve tumturaklı bir dil kullandı. Kafiyeli bir düz yazıyla eserini kaleme alarak, aralara da çeşitli manzum parçalar serpiştirdi. Kendisinden sonra bu eserin benzerleri kaleme alınmasına rağmen, hiçbiri onun kadar İslâm dünyasında ilgi görmedi. Yıllar sonra bu eser Said Nursî'nin de karşısına çıktı. Siirt'in ilim ve faziletiyle tanınan alimlerinden Fethullah Efendi'yi ziyareti sırasında imtihana tabi tutuldu. Fethullah Efendi'nin her sorusuna cevap vermesi, sözünü ettiği her kitabı bitirdiğini söylemesi üzerine Hoca Efendi'nin, zekâsını test etmek maksadıyla, "Hariri'nin Makamat'ından birkaç satırı sadece iki defa okuyup ezberleyebilir misin?" şeklinde sorusuna muhatap oldu. Makamat'ı bir kez okuyup ikincisini ezberden yapan Said Nursi'nin bu hafıza gücü üzerine hoca kendisine "Bediüzzaman" lakabını verir.

Harirî'nin manadan çok söze ehemmiyet vermesi ve dolayısıyla mananın öne çıkması gerekirken geri plana düşmesi eleştirilere sebep olmuştur. Çünkü, fikirlerdeki esas gaye ve takip etmesi gereken mecra, ihtiva ettiği manadır. Manayı ön planda tutan mantık, sıralamada hakikatlere yönelir. Sözlerin dizimi ön planda olmaz. Fikirler, kelimelerin diziminden çok ihtiva ettikleri manalarla kuvvet bulur ve aydınlanır. Ancak, kelimelerin dizimine dikkat edilmesi, kulağa hoş gelen, söylenişte dikkat çeken ifadelere ağırlık verilmesi, mânânın anlaşılması gereğini arkaplana iter. Dikkatleri sadece söylenişteki cazibe üzerinde yoğunlaştırır. Özellikle sözün yabancıları için lafzın tertibinde, güzelliği ve lügat manasının anlaşılmasının kolaylaştırılmasına daha fazla muhtaç oldukları halde zahiri güzellik bu maksadı engellemiştir. Sathi olmakla beraber daha güzel görünen, avamın nazarını cazibedarlıkla celbedip nümayişlere daha müsait bir zemin teşkil edilmesi, bunun neticesinde de daha çok lafızlara himmet gösterilmesi, zamanla söz diziminin manaya üstünlük sağlayarak lafızperestlerin tasallutuna zemin hazırladı.

Harirî'nin lafza önem vermesi, kendisinden sonra gelenlere bu alanda kötü örnek olması, üstün ahlakı ve edep dahisi özelliğine gölge düşürdü. Bu büyük edep dahisi lafza mağlup oldu. Lafızperestlik hevesi de çok kıymetli olan edebini lekedar etti. Lafzın ön plana çıkarılarak mananın ehemmiyetten düşürülmesine sebebiyet veren bu gelişme İslâm alimleri tarafından bir hastalık olarak görüldü. Abdülkahir'i Cürcani bu hastalığın tedavi edilmesi maksadıyla, "Delâil-i İ'câz ve Esrarü'l-Belâgat" adlı eserini kaleme aldı. (Muhakemat, s. 78-79)

Harirî, 1122 Eylül'ünde Basra'da vefat etti. Kaleme almış olduğu eserleri muhtelif dünya dillerine çevrilerek çok sayıdaki araştırmacı ve okuyucuya ulaştırıldı. Bazı eserleri Türkçe'ye de çevrildi.

Eserlerinden bazıları şunlardır:

Makamat: En önemli eseridir. Yaşadığı toplumun eksiklik ve çelişkilerine dikkat çekmeye çalışmıştır. Eserinde Ebu Zeyd es-Seruci adlı hayali kahramanı canlandırarak, akıcı bir üslupla kaleme almıştır. Eser nesir-nazım karışımı olarak kaleme alınmıştır. Eserin çok sayıda yazma nüshası mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de İstanbul'daki Süleymaniye Kütüphanesindedir. Türkçe'ye de çevrilen eser Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Şark Klasikleri arasında yayınlanmıştır.

Dürretü'l-gavvaş fi Evhami'l-havas: Dil yanlışlarını tashih maksadıyla kaleme alınmıştır. Eserde edip ve yazarların konuşmalarıyla yazılarında yapmış oldukları dil yanlışlarına yer verilerek tashihleri yapılmıştır. Söz konusu yanlışları düzeltirken ayet ve hadislerden de istifade etmiştir. Bu eseri de Türkçe'ye çevrilmiştir.

Mülhatü'l-irab, Risaletü'ş-şiniyye, Risaletü's-siniyye yazdığı diğer eserleridir. Bunların dışında kendisine ait olduğu rivayet edilen eserlerden de söz edilmektedir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Selamün aleyküm ...İnşallah gerisi gelecektir.. .
Hayırlı günler..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
HIZIR BEY
(810 - 863h.)

İ.Çetin

(Sivrihisar) 810h- (İstanbul) 863h yılları arasında yaşamış olan Hızır Bey Çelebi, İstanbul'un ilk kadısı, âlim ve şâirdir. Sivrihisar kadısı Emîr Celâleddîn Arif'in oğludur. Köklü bir sipahi ailesine mensubdur.

Hızır Bey Çelebi'yi önce babası okuttu. Sonra Bursa'da Molla Yegan'a gönderdi. Çok kabiliyetli ve çalışkan olan Hızır Bey Çelebi çabuk ilerledi.
Genç yaşta Molla Yegan'ın damadı oldu. Yine genç yaşında Sivrihisar Medresesi'ne müderris tayin edildi. İkinci Murad'ın yaptırdığı Ergene Köprüsü'ne üç mısrası Türkçe, son mısrası Farsça olan bir tarih düşürdü. Bu sırada yirmi yaşlarındaydı. 839'da Sivrihisar kadısı olan Hızır Bey Çelebi'nin bu vazifeye hangi tarihte tayin edildiği belli değildir. Zamanındaki âlimlerin içerisinde şöhret kazanmıştır.

851'de Bursa'da bir medreseye müderris oldu. Fatih çağının ünlü âlimleri olan Molla Kastalânî , Muslihiddîn, Hayalî, Hocazâde de hep onun Bursa'da yetiştirdiği talebelerdir.

Fatih, Hızır Bey Çelebi'ye çok değer vermiştir. İstanbul fetholunduğu zaman onu İstanbul'un ilk kadısı yapmış, oğulları Beyazıd ile Mustafa'nın Edirne'de yapılan sünnet düğününe onu da çağırmış ve Hızır Bey Çelebi ziyafette tarihçi Şükrullah ile beraber Padişah'ın karşısında oturmuştur. Hızır Bey Çelebi, bu sırada meşhur Behçet-ut-Tevârih'in bir kısmını bitirmiş olan Şükrullah'a bir takrîz yazmıştır.

Fatih'in Hızır Bey Çelebi'ye değer vermesinin sebebi hakkında iki rivayetten bahsedilir:

Birincisi, Fatih'in tahta geçtiği sıralarda Osmanlı ülkesine acem beldesinden gelen bir alimin ilmî tartışmalarda Türk alimleri aciz bırakması üzerine Fatih'in çok üzülmesi ve kendisine tavsiye olunan Hızır Bey Çelebi'yi çağırtarak acemle karşılaştırması hakkındadır. Meclise sipahi kılığı ile girip acem alimin istihzazına uğrayan Hızır Bey Çelebi, onu ilmî konuşmada yenerek Fatih'in büyük teveccühünü kazanmıştır.

İkincisi, Fatih'in hocası Molla Gürânî ile Arabca üzerine yaptığı bir tartışma hakkındadır. Hızır Bey Çelebi İcâlet-ul-Leyleteyn adını verdiği Arabca bir manzumeyi Padişah'a takdim etmiş, Padişah'da bunu Molla Güranî'ye göstermiştir. Molla Gürânî, bu manzumede,

" Uzaklıktaki aşk benden arayı çoğalttı. Aranın uzaklığı şark ve garbın uzaklığı kadardır. Ey Sultan, benim bu manzumem bir veya iki gecenin acelesidir. Halbuki ders günlerimde meşguliyetimle beraber idi. Aynı zamanda iki saat da olsa dersimden ayrılmadım. " şeklinde tercüme ettiğimiz kısımda ve Kaside-i Nûniye içinde, " Yezid o iblisten daha fazla fitne fesadlık çıkarmadı. " sözünde geçen ' zâde ' fiilinin müteaddî olarak kullanıldığını, halbuki fiilin müteaddî değil lâzımî olduğunu söylemiş ve bu fikrini Padişah'ın emriyle manzumenin kenarına yazmıştır. Alimlerin arasındaki ilmî mücadeleden çok hoşlanan Fatih, Molla Gürânî'nin itaraz kaydını Hızır Bey Çelebi'ye göndermiş; o da Kur'an'ın ' Fî Kulûbihim meradun fezâdehu m ullâhu meradun ' " Onların kalbinde maraz var. Allah Teâlâ da onların marazlarını çoğalttı... " mealindeki ayetini şahid göstererek fiilin müteaddî olduğunu isbat etmiştir.

Hızır Bey Çelebi, Molla Fenârî ile birlikte o zamana kadar gelen alimlerin en üstünü olarak kabul edilmiştir. Türk edebiyatında ebced hesabıyla tarih söylemeyi geliştirmiş, hatta Türkçede ebcedle tarih düşürmeyi icad eden kişi diye telakkî olunmuştur. Türkçe, Arabca, Farsça şiirler yazmışsa da , Türkçe ve Farsça yazdıklarından ancak birkaç mısra kalmıştır. Arabca meşhur Müstezâdı bu dile hakimiyetini gösterir. Ayrıca bu manzumede aruz veznini, o devirde asla görülmeyen bir ustalıkla kullanmıştır.

En ünlü eseri, akâid ilminden bahseden Cevâhir-ul-Akâid kasîdesidir. Bu Arabca kaside yüzbeş beyitli olup medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Birkaç kere basılmış, şerhedilmiş, manzum olarak Türkçeye çevrilmiştir.

Kasîde-i Nûniye'nin şerhlerinden elimizde 1169 yılında vefat eden Şeyh Dâvud bin Muhammed el-Karsî'nin şerhi, Mevlâna Şemseddîn Ahmed yani Hızır Bey'in talebesi Hayâlî'nin şerhi ve haşiyesi, Osman Aryânî'nin yazmış olduğu Hayr-ul-Kalâid şerhi ve Seyyid el-Hac Muhammed Şükrü bin Ahmed Atâ yani Gelenbevî'nin damadının Osmanlıca yazmış olduğu Tuhfet-ul-Fevâid alâ Cevâhir-il-Akâid şerhleri mevcuddur.

Hızır Bey, 682'de ölen Kadı Sirâceddîn Mahmud'un yazmış olduğu mantığa dair Metâliu-l-Envâr'ı Fatih'in emriyle Farsçaya çevirmiştir. İlminin genişliğine kıyasen çok az eser vermişse de, pek kıymetli talebeler yetiştirmesi, idâri işlerdeki doğrululğu ve başarısı sesebiyle de anılmaya layık bir insan vasfımı kazanmıştır.

Hızır Bey Çelebi'nin üçü erkek, ikisi kız olan beş çocuğu içinde, Hoca Paşa diye anılan Tazarruat adlı eserin sahibi Sinan Paşa, Ya'kub Paşa ve Ahmed Paşa da tanınmış âlim ve edebiyetçı şahsiyetlerdir. Kızları da Sultan Hatun ile Fahrunnisâ Hatun'dur. Sultan Hatun, Hacı kadın diye de anılmıştır.


Kaynaklar: Kâmus-ul-A'lam c.3 s: 3047, El-Fevâid-ul-Behiyye fî Terâcum-il-Hanefiyye s.70 , Keşf-uz-Zunûn c.2 s: 1348 ve Türk ansiklopedisi c.19 s: 217

Hızır Bey Çelebi ile ilgili bu bilgileri toplu olarak Dilârâ Yayınları'ndan -Hızır Bey'in Kasîde-i Nûniye'sinin şerhi- Şüpheden Hakikate eserinden alınmıştır.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İbn Abdilber
(978 - 1071 m.)

Risale-i Nur enstitüsü

Büyük İslam alimlerindendir. Hadis alimi, edebiyatçı, tarihçi ve münekkit (tenkitçi) bir kişiliğe sahip olup, Maliki fakihlerindendir (hukukçu) . Endülüs'te yüz yedi alimden icazet almıştır. Bazı akranları kendisiyle aynı hocalardan ders almalarına rağmen, bilahare ondan ders alıp talebesi olmuşlardır. Tenkitleriyle meşhur İbn Hazm tarafından, "hadis ilminin imamı" olarak vasıflandırılmıştır.

Risâle-i Nur'da asrının allamesi (büyük alimi) , tahkik (hakikat) ehlinin büyüklerinden biri olarak zikredilmektedir (Mektubat, s. 138). Künyesi, Ebu Ömer Cemalüddin Yusuf bin Abdillah bin Muhammed bin Abdilberr en-Nemerî şeklindedir.

İbn Abdilber, 978 tarihinde Kurtuba'da doğdu. Ataları daha önceden buraya göç etmişlerdi. Bu sülale Endülüs'te fetih ve İslamiyet'in yayılmasından sonra buraya gelen Arap kabileleri ve Berberî Müslümanlarıyla birlikte bu bölgeye gelmiş ve Reyye şehrine yerleşmişlerdi. Tanınmış bir aileye mensup olması, hem dedesi hem de babasının önemli şahsiyetler arasında yer almaları, eğitimine verilen önem, ileride büyük alimler arasında isminin zikredilmesine önemli bir vesile teşkil etti.

İlk öğreniminden itibaren tanınmış alimlerden ve yörenin önde gelen isimlerinden ders almaya başlayan İbn Abdilber, muhtelif İslam ilimlerinden ders almaya başladı. Özellikle tefsir, fıkıh, hadis, siret ve cedel gibi dallarda eğitim gördü. Eğitim gördüğü çok sayıdaki hocadan mezuniyet anlamını taşıyan "icazet" aldı. İcazet aldığı hocaların sayısının yüz yedi olduğu nakledilmektedir. Bu sayı, aldığı eğitimin mahiyeti hakkında önemli ipuçları vermektedir. Eğitime beraber başladığı çok sayıdaki yaşıtını geride bıraktı. Arkadaşları kendisiyle aynı hocalardan ders almalarına rağmen daha sonra ondan ders almaya başladılar.

İbn Abdilber, Endülüs'ün dışına çıkmadı, ancak çeşitli ülke ve memleketlerden değişik gayelerle yanına gelen talebe ve alimler aracılığıyla gidemediği merkezlerin ilmi birikimlerinden istifade etme yoluna gitti. Daha sonra bu alimlerden de icazet aldı. Böylece kendisi Endülüs dışına çıkmadıysa da dış dünya ile irtibatını sağlamlaştırdı.

İbn Abdilber, İslam ilimleriyle birlikte müsbet ilimleri de tahsil ederek kendini yetiştirdi. Tıp, Matematik, Coğrafya ve Astroloji gibi ilim dallarında çalışmalar yaptı. Kısa zamanda bölgede büyük şöhrete ulaştı. İlminden istifade etmek isteyen çok sayıdaki yöneticiden davet aldı. Ayrıca, çok sayıda yönetici onun ilim meclislerine katılarak istifade etme yoluna gittiler. Bu ilgi ve alakanın akabinde eserlerini yazmaya başladı. Daniye'de kıraat ilmiyle ilgili eserini yazdı. Bilahare gittiği Batalyevs'de buranın emirinin isteği üzerine Lizbon (Üşbune) ve Santarem (Şenterin) kadılıklarına tayin edildi. Burada da eser yazmaya devam etti. Yöneticiler arasında çekişme ve mücadelelerin başlaması üzerine Belensiye'ye döndü. Burada ders vermeye ve talebe yetiştirmeye devam etti. Bir süre burada kaldıktan sonra Şatıbe'ye giderek ömrünün geri kalanını burada geçirdi.

İbn Abdilber, tahkik ehli bir alim olarak ün yaptı. Bir çok alimi eleştiren ve bu konuda eleştirileriyle tanınan İbn Hazm, kendisinden sitayişle söz etti. Onun için, "hadis ilminin imamı" tabirini kullanması dikkat çekicidir. Bununla birlikte onu övgü dolu ifadelerle değerlendirdi. Ayrıca eserlerinde, "İbn Abdilber asrı" şeklindeki ifadelere de yer verdi. Ona karşı olan ilgi ve alakası, İbn Abdilber'in şahsiyeti hakkındaki değerlendirmeler için çok önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Bediüzzaman da kendisinden övgüyle söz etmekte ve Risale-i Nur'da ismini zikretmektedir. Kendisi için asrının allamesi, tahkik ehlinin büyüklerinden biri olarak bahsedilmekte, yaptığı nakiller ve tashihlerinden alıntılar yapılmaktadır (Mektubat, s. 138).

Risâle-i Nur'da, İbn Abdilber'in naklettiği ve tashih ettiği, Peygamber Efendimizin bir mucizesi aktarılmaktadır; Peygamber Efendimiz (sav) Uhud Savaşı sırasında, halasının oğlu olan Abdullah ibn Cahş'ın kılıcı kırılınca, ona bir değnek verir. O değneği alan Abdullah savaşta bir kılıç gibi kullanır ve bununla savaşmaya devam eder. "O değnek onun elinde bir kılıç oldu; onunla harb etti. O eser-i mucize olan kılıç bâki kaldı. Meşhur İbn-ü Seyyidi'n-Nâs, siyerinde haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullah'ın o kılıcı Buğa-yı Türkî namında bir adama iki yüz liraya satıldı."

İbn Abdilber, diğer bir çok İslam alimi tarafından da övülmüştür. Büyük İslam alimlerinden olan Celaleddin Suyutî onu, hıfz ve itkan (sağlam kılma; emin olma) açısından zamanın önde gelen hadis alimi olarak nitelemektedir. Hadis ve sünnete son derece bağlı olan alimin, Hazreti Ali'yi (ra) diğer üç büyük sahabeden (halifelerden) üstün tuttuğu ve Şia yanlısı olduğu şeklindeki iddia muteber olmayıp kabul da görmemiştir. Sahabelerin birbirlerinden üstün olduklarına dair Peygamber Efendimizden (asm) herhangi bir naklin olmadığını belirtmesi, Şia taraftarı olduğu şeklindeki iddiayı çürütmektedir.

İbn Abdilber, kaleme aldığı çok sayıdaki eser ve yetiştirdiği talebeleri miras bırakarak 1071 yılında Şatıbe'de Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Eserleri:

İbn Abdilber; Fıkıh, Hadis, Tarih, Tabakat, Edebiyat ve Ahlak gibi muhtelif ilim dallarında eserler yazmıştır. Et-Temhid Lima fi'l-Muvatta adlı eserinde hadisleri muttasıl, münkati ve mürsel şeklinde sıralamaktadır. Hadisleri şerh ederken senette geçen ravilerin hakkında da bilgiler verilmekte, alim ve şairlerin hadisler hakkındaki sözlerini de nakletmektedir. Bu eser ülkemizde yüksek lisans tez konusu olarak incelenmiştir. El-Kafi fi fürû'il-Malikiye, adlı eserini talebelerinin isteği üzerine, fetva verirken dikkat edilmesi gereken konular üzerine yazmıştır.

Ed-Dürer fi'htisari'l-meğazi ve's-siyer isimli eseri, Endülüs'te, siyer alanında yazılan ilk eserlerdendir. Eserdeki bilgiler senetleriyle birlikte verilmektedir. Olaylar anlatılırken Kur'an ayetleri ve nüzul sebepleri de dikkate alınmıştır. El-İsti'ab sahabe biyografileri hakkında günümüze kadar ulaşmış ilk eserlerdendir. El-Kasd ve'l-ümem fi't-ta'rif coğrafya ile ilgili bilgiler ihtiva etmekte olup, Arap kabileleriyle ilgili bilgilere yer verilmekte ve insanoğlunun ortaya çıkışı, farklı kabilelere bölünmesi, yeryüzüne dağılmaları gibi konular işlenmektedir.

Behcetü'l-mecalis yazarın edebi kişiliğini ortaya koyan önemli bir eseridir. Bunun dışında Edebiyat ve ahlaka dair olarak; kısa adlarıyla El-İhtibal, Muhtarat Mine'ş-şi'r, Nüzhetü'l-Müstemti'in yazdığı diğer eserleridir.

Çok sayıda eser yazıp talebe yetiştiren ilim dünyasına önemli katkılarda bulunan İbn Abdülber'in hayatı ve kişiliği muhtelif çalışmalara konu olmuştur (Leys Suud Casim; "İbn Abdülber en-Nemerî", TDVİA. 19. C. s. 271).
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Yazan: Abdullah ÇELİKKANAT -sızıntı

Fakih (hukuçu) , tarihçi, müfessir, kelâmcı, edebiyatçı ve şair olan Şeyhü'l-İslâm İbn-i Kemal'in asıl adı Şemseddin Ahmed b. Süleyman'dır. Fatih devrinin ileri gelen devlet adamlarından Kemal Paşanın torunu olması sebebiyle, İbn-i Kemal ismiyle şöhret bulmuştur.1 İbn-i Kemal, en meşhur Osmanlı şeyhü’l İslâm'larındandır.

1468 veya 1469 yılında doğmuştur. Doğum yerinin Edirne veya Amasya olduğuna dair rivayetler bulunmakla beraber, Tokat'ta doğmuş olması kuvvetli bir ihtimaldir.2 Babası, Fatih devri kumandanlarından Süleyman Beydir. Annesi, yine Fatih devrinin âlimlerinden İbn-i Küpelî'nin kızıdır.3

İbn-i Kemal, ailesinin yanında iyi bir eğitim aldıktan sonra, baba mesleği olan askerliği seçti. Bir süre askerlik mesleğini icra etti ve çeşitli seferlere katıldı. Onun askerliği bırakıp ilme yönelmesi de bu seferlerden birisinde gerçekleşen bir hâdiseye dayanmaktadır. II. Bayezid devrinde, 1492 yılında, Arnavutluk tarafına bir sefer yapılmaktadır. Ordunun başında ikinci vezir Çandarlı Halil Paşanın oğlu İbrahim Paşa bulunmaktadır. Genç bir sipahi olan İbn-i Kemal de ordudadır. Vezir İbrahim Paşa Filibe'de Divanı toplamış ve herkes protokoldeki yerini almıştır. Vezirin hemen yanında dönemin meşhur akıncı beylerinden Evrenoszade Ahmed Bey bulunmaktadır. Herkes onun anlattıklarını dinlemektedir. Bu sırada ilmiye mesleğinden, mütevazı kıyafetler içinde bir adam meclise gelmiş ve herkes saygı ile kendisine yer vermiştir. O da geçmiş ve Evrenoszade'nin üst tarafındaki yere oturmuştur. Mecliste bulunanlar, bu sefer de onun anlattığı ilmî meseleleri saygıyla dinlemeye başlamıştır. Bu duruma İbn-i Kemal çok şaşırır. Bu mütevazı âlimin, Filibe'de günlük 30 akçe ile müderrislik yapan Tokatlı Molla Lütfi olduğunu öğrenir. İbn-i Kemal, burada bir âlime gösterilen saygının büyüklüğünü görünce, Molla Lütfi gibi bir âlim olmaya karar verir. Bu sırada Molla Lütfi'nin de görev yeri değişmiş ve Edirne'deki Daru'l-Hadîs Medresesi'ne tayin edilmiştir. İbn-i Kemal sefer sona erdikten sonra Edirne'ye gider ve Molla Lütfî'nin ders halkasına katılır.4

Büyük bir gayretle ilme sarılan İbn-i Kemal, kısa sürede ilimde büyük mesafe kateder, diğer talebeleri yakalar ve geçer. İbn-i Kemal altı yıl kadar Molla Lütfi'nin ilim halkasında kalır. 1498'de Molla Lütfi'nin ölümünden sonra Muslihiddin Mustafa Kestelli, Muhyiddin Mehmed Hatipzade ve Sinaneddin Yusuf Muarrilzade'den ilim tahsil eder ve müderris olur. İlk olarak 1505/1506 yılında günlük 30 akçe ücretle Edirne Taşlık Ali Bey Medresesi'ne tayin edilir. Daha sonra kendisine II. Bayezid tarafından tarih yazıcılığı görevi verilir ve 30.000 akçe ihsan edilir. İbn-i Kemal meşhur tarihini bu vesileyle kaleme alır. 1511-1512 yılında 40 akçeli Üsküp İshak Paşa Medresesi'ne tayin edilir. Bu dönemde Seyyid Şerif Cürcani'nin Şerhu'l-Miftah adlı eserine bir haşiye kaleme almıştır. Daha sonra yine Edirne'deki Halebiyye Medresesi’ne, Üç Şerefeli Medrese'ye ve İstanbul'daki Sahn-ı Seman Medresesi'ne tayin edilir.5

II. Bayezid döneminde yukarıdaki vazifelerde bulunan İbn-i Kemal, Yavuz zamanında da yükselmeye devam eder. 1516 yılında Çaldıran Seferi dönüşünde Edirne Kadılığı'na ve aynı yıl içerisinde de Anadolu Kazaskerliği'ne getirilir. Yavuz Selim ile Mısır Seferi'ne katılır. Mısır Seferi sırasında Yavuz ile İbn-i Kemal arasında ilginç hâdiseler meydana gelmiştir. Bu hâdiseler padişahın âlime olan saygısını ve İbn-i Kemal'in yüksek ilmini göstermektedir. Sefer dönüşünde İbn-i Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamur, Yavuz Selim'in kaftanına bulaşmıştı. Padişah hiddeti ile meşhur olduğu için İbn-i Kemal endişelenmiş ve mahcup olmuştu. Bunu gören Yavuz: 'Endişe etmeyiniz. Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur bizim için ziynettir. Öldüğümde bu çamurlu kaftanı üzerime seresiniz.' demiştir."6 Vefat ettiği zaman bu kaftan türbesinin üzerine örtülür. Halen bu kaftan türbede muhafaza edilmektedir. Bu hâdise padişahların ilme ve ilim adamlarına olan saygısını gösteren pek çok örnekten bir tanesidir.
Mısır Seferi sırasında padişah, İbn-i Kemal ile ilmî sohbetler yapıyor ve ilmî konularda yardımına başvuruyordu. Meselâ, Ebu'l-Mehasin Yusuf Cemalüddin'in (V:1469) En-Nücumu'z-Zahire Fi Mülüki'l-Mısır Ve'l-Kahire isimli Mısır tarihini Yavuz'un emri üzerine süratle tercüme etmiştir. Öyle ki, her gece bir cüz tercüme eder, Şeyhizade'ye temize çektirir ve ata bineceği sırada padişaha takdim edermiş.7

İbn-i Kemal, Mısır Seferi ile ilgili olarak kaleme aldığı bir risalesinde, Enbiya Suresi'nin 105. âyetinden hareketle, cifîr ilmi kurallarına göre Yavuz'un Mısır'ı fethedeceğini, bunun kolay olacağını, gününü ve yerini ayrı ayrı ortaya koymuştur.8
Yine Mısır Seferi sırasında Yavuz, Karaman'dan geçilirken, orada görülen şiddetli hortum ve fırtınanın hikmetini İbn-i Kemal'e sorar. İbn-i Kemal de şu cevabı vermiştir: "Karaman ülkesinin payitahtı Mevlana'nın mehbit-ı envar (nurların indiği yer) olduğundan o diyarın dağı, taşı ve toprağı sema etmektedir."9
Mayıs-Haziran 1526'da Zenbilli Ali Cemali Efendinin vefatı üzerine şeyhü’l-İslâmlığa getirilir ve Mayıs 1536'da vefat edene kadar bu görevde kalır. Edirnekapı'da Emir Buhari Camii'nin yanındaki Mahmud Çelebi zaviyesine defnedilir.10

İbn-i Kemal hoşsohbet, zarif, nüktedan ve güler yüzlüydü. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmıştır. Bunlardan Türkçe Divan’ı ve 10.000 beyitlik Yusufu Zeliha Mesnevisi ve Yavuz'un vefatı üzerine yazdığı mersiye; en meşhurlarındandır. İbn-i Kemal'in şairliği ve sanatkârlığı ilminin yanında gölgede kalmıştır. Fakat o başarılı şiirler yazmıştır.11

İbn-i Kemal, Osmanlı'nın ve İslâm âlemin ileri gelen âlimleri arasındadır. Dini ilimlerin yanısıra, felsefe ve tıp gibi ilimlerde de eserler kaleme almıştır. Bu açıdan eskilerin ifadesiyle kendisine "hezarfen" dense yeridir. Verdiği fetvalar İslâm âleminde şöhret bulmuş ve kendisine Müftiü's-Sekaleyn, yani insanların ve cinlerin müftüsü unvanı verilmiştir. Kendisini Süyuti ile kıyaslayanlar, dirayet ve muhakeme açısından ondan üstün, rivayet açısından ondan zayıf kabul ederler. Ebu’sSuûd Efendi ile kıyaslayanlar ise, her ikisini de fıkıh, kelâm ve usûlde derin bilgi sahibi görmekle birlikte, İbn-i Kemal'in tasavvuf, hikmet, tarih, Türkçe şiir itibariyle üstünlüğüne, Ebu’sSuûd Efendinin ise edebiyat, üslûp, ahenkli beyan, Arapça şiir yönüyle üstünlüğüne hükmetmektedirler.12
İlmî dirayetini gösteren hâdiselerden birisi, Molla Kâbız meselesidir. Peygamber Efendimiz'den (sas) Hz. İsa'nın (as) üstün olduğunu savunan Molla Kâbız, bu fikirlerini halk arasında yaymaya çalışmaktadır. Bu hali gören bazı gayretli âlimlerin şikayetleri üzerine Molla Kâbız saraya çağrılmış ve Sadrazam Makbul İbrahim Paşanın huzurunda Rumeli Kazaskeri Muhyiddin Çelebi ve Anadolu Kazaskeri Kadiri Çelebi karşısında fikirlerini ispat etmesi istenmiştir. Molla Kâbız, gerçekten de fikirlerini güzel bir şekilde savunmuş ve kazaskerler kendisini ilzam edememiştir. Çünkü onlar bulundukları yüksek makamı dolduracak ilme sahip değillerdir. Sadrazam İbrahim Paşa ise, kazaskerlere; "Bu adamın suçu ne ise onu bulup söyleyin, kafasındaki düğümleri çözün ve suçunu ispat ettikten sonra katline hükmedin." demiş ve Molla Kâbız'ı serbest bırakmıştır. Olanları Adalet kulesinde pencere arkasından, izleyen Kanuni oldukça sinirlenmiş ve sadrazama "Bir sapık divanıma gelir ve Peygamberimiz Hazretlerinin yüksek şanına gölge düşürür, saçma sapan konuşmaya cüret eder ve susturulamadan huzurumdan çekip gider. Buna sebep nedir?" diye İbrahim Paşaya çıkışır. Sadrazam İbrahim Paşa ise: "Ne edelim, kazaskerlerimiz şeriat meselelerinde bilgin değillerdir ki o melunu sustursunlar." diye cevap verir. Kanuni bunun üzerine, Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemal ve İstanbul kadısı Sadi Çelebi'nin (v: 1538) huzurunda Molla Kâbız'ın tekrar dinlenmesini emreder. Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemal, çok yumuşak bir tutumla Kâbız'ın iddialarını sorar ve sabırla anlattıklarını dinler. Molla Kâbız, âyet ve hadîslerden deliller getirmeye çalışarak iddialarını dile getirir. Sonra Şeyhü’l-İslâm, karşısındakinin meseleleri yanlış anladığını ilmî metotlarla ortaya koyar ve doğrusunu ona anlatır. Böylece gerçek meydana çıkmış olur. Molla Kâbız'ın dili tutulur ve ilzam olur. Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemal: "İşte gerçek meydana çıktı, başka sözün var mıdır? Bu dipsiz inançtan döner ve doğruyu kabul eder misin?" diye sorar. Fakat Kâbız bildiğinden şaşmaz. Bunun üzerine Şeyhü’l-İslâm Kadı Sadi Çelebi'ye dönerek; "Fetva işi tamam oldu, şeriata göre gereğini siz hükmedin." der. Sadi Çelebi, Molla Kâbız'a; "Ehli sünnet ve cemaat üzere doğru inanç yoluna girdin mi?" diye sorar. Fakat Kâbız yine sözünden dönmez. Bunun üzerine de Kadı Sadi Çelebi, Kâbız'ın idamına karar verir ve hüküm infaz edilir.13

Eserleri
İbn-i Kemal, Osmanlı ulemâsının en bülendlerindendir. Tarih, şiir, felsefe, tıp, fetva gibi konular üzerine 200'e yakın eseri vardır. Dakâyıku'l-Hakâyık, Yûsuf u Züleyha, İdrîs-i Bitlisî'nin Heşt-Behişt Tercümesi, Zagyir ve Tenkîh, Islâh-ı Mefatih, Keşşâf'a Na-tamâm Bir Haşiye, Şerhu Mefatih, Mühimmat, Makîtu'l-Luga ve Osmanlı Tarihi.
Medar-ı iftiharımız olan böyle bir allâmeyi üç beş cümle ile ifade etmenin zorluğu ortadadır. Burada anlatılanlar, onun hakkında fikir verici mahiyettedir. Netice olarak, İbn-i Kemal Hazretleri, beş asırdır ilim dünyamızı aydınlatmaya devam etmektedir.

Dipnotlar:
1) Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani, yayına haz. Mustafa Keskin, Ayhan Öztürk, Hamdi Savaş, Havva Kurt, İstanbul 1997, c. 4/ı, s. 93; Peçevi İbrahim Efendi, Peçevi Tarihi, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara 1992, c. l, s. 41.
2) İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1948, c. 2, s. 430.
3) Ahmet Uğur, Kemalpaşazade İbn-i Kemal, Ankara 1996, s. 9; Sayın Dalkıran, İbn-i Kemal ve Düşünce Dünyamız, İstanbul 1994, s. 39-40; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. l, s. 409.
4) İskender Pala, "Kemalpaşazade", Osmanlı Ansiklopedisi, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, C. 2, s. 158; Uğur, s. 11, Dalkıran, s. 40-41.
5) İlmiye Salnamesi, yayına haz. Seyit Ali Kahraman, Ahmed Nezih Galitekin, Cevdet Dadaş, İstanbul 1998, s. 299; Dalkıran, s. 42; Uğur, s. 12-13.
6) Dalkıran, s. 43.
7) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1983, s. 2, s. 670.
8) İbn-i Kemal, Fethi Mısr Hakkında Vaki Olan İma ve İşaret, S.K., Esad Efendi, n. 3729, v. 136a-138a, zikreden Dalkıran, s. 46.
9) Dalkıran, s. 43.
10) Uzunçarşılı, s. 670; Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, İstanbul 1965, c. 6, s. 180.
11) Uzunçarşılı, s. 671, Öztuna, s. 180; Bilmen, s. 411.
12) Bilmen, s. 410.
13) Peçevi, s. 95-96; Uğur, s. 23.
Kaynak: www.davetci.com.tr
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İmam İbn Fevrek (Furek)
(941-1015 m.)
On ve on birinci asırlarda yaşamış ünlü İslam alimlerindendir. Ebü’l-Hasan Eş’ari’nin görüşlerini sistemleştiren alim olarak bilinmektedir. Asıl adı Muhammed’dir. İbn Fevrek veya İbn Fûrek lakabıyla anılmakta, ikincisi daha çok kullanılmaktadır. Ömrünün önemli bir kısmını ilimle uğraşmak ve talebe yetiştirmekle geçirmiştir. Ehli Sünnet itikadını başarı ile savunmuş ve ilmi müzakerelerde vukufiyetini kabul ettirmiştir. Risale-i Nur’da kendisinden asrının alimi olarak söz edilmekte, içtihattaki üstünlüğü ve faziletinden ötürü “Şâfiî-yi Sânî" ünvanını taşıdığına işaret edilmektedir. Künyesi Ebu Bekr Muhammed bin Hasan bin Fevrek (Fûrek) el-İsfahanî en-Nişaburî şeklindedir.
İbn Fevrek, 941 yılında İsfahan’da doğdu. Ailesi hakkında fazla bir bilgi mevcut olmamakla birlikte sadece dedesinin tanınan bir din alimi olduğu bilinmektedir. Dedesi ile aynı lakap ve adı taşımışlardır. Eğitimine memleketi Isfahan’da başladı. Şafii fıkhını ders aldığı hocasına çok sayıda soru soruyor, ancak tatmin edici cevap alamıyordu. Bunun üzerine daha iyi bir eğitim görmek maksadıyla memleketinden ayrıldı.
İbn Fevrek önce Bağdat’a gitti. Buradan Basra’ya geçti. Basra’da İmam Eş’ari’nin ünlü talebelerinden Ebü’l-Hasan Bahilli’den kelam derslerini aldı. Bir taraftan ders almaya devam ederken diğer taraftan da yörenin ünlü alimleriyle ilmi müzakerelerde bulundu. Ayrıca, İbn Mücahid et-Tai’den de ders aldı. Buradaki eğitim ve öğreniminden sonra tekrar Bağdat’a döndü. Bağdat’ta da ilim tahsiline bir süre devam ettikten sonra memleketi olan İsfahan’a geri geldi.
Ehl-i Sünnet görüşleriyle ilgili, bazı kişilerle giriştiği ilmi tartışmalarda, Ehl-i Sünneti başarılı bir şekilde savundu. Muhaliflerini fikir yoluyla ilzam etti. Gittiği yerlerde ilmi müzakerelere girmek suretiyle fikirlerini aktarmaya çalıştı. Ancak, Rey şehrinde yaptığı bir müzakerede Mu’tezile görüşünü eleştirince bölgenin idarecisine şikayet edildi. Bu şikayetin akabinde tutuklandı ve işkenceye tabi tutuldu. Daha sonra da Şiraz’a sürgüne yollandı.
Şiraz’daki sürgün zamanlarında bir ara her şeyden alakasını kesip köşesine çekilmek istediyse de bundan vazgeçti. Bunun yerine daha çok talebe yetiştirmeye karar verdi ve bu gaye için hükümdara başvurdu. İsteği kabul gördükten sonra Nişabur’a geçerek hizmetlerine devam etti. Kendisi için yaptırılan medresede ders vermeye başladı. Bir taraftan ders verirken diğer taraftan kendi ilmini ziyadeleştirmek için gayretlerini devam ettirdi. Burada bulunan alimlerden istifade ettiği gibi, ilmi müzakerelerini de devam ettirerek zamanını boş geçirmedi.
İbn Fevrek’ten ders alıp talebelik yapanlar arasında, Ebu Mansur el-Eyyubi, Abdülkerim el-Kuşeyrî, Ahmed bin Hüseyin el-Beyhaki gibi ünlü alimler yer aldı. Şöhreti yayıldıktan sonra ünlü Gazneli Mahmud tarafından Gazne’ye davet edildi. Daveti kabul edip sultanın sarayında ilmi müzakerelerde bulundu. Buradaki müzakerelerde ilmi vukufiyetiyle üstünlüğünü gösterdi. Ancak, ilmi münazarada kendisine yetişemeyenler aleyhinde bulunmaya ve kendisini şikayete başladılar.
İbn Fevrek’in, Peygamber Efendimizin (asm) vefatıyla birlikte ruhunun da yok olduğu ve dolayısıyla nübüvvetinin sona erdiğine inandığı şeklinde iftirada bulundular. Sultan, söylenenlerin doğru olup olmadığını ve bu fikri ileri sürüp sürmediğini sordu. Sultanın huzurunda, bunun bir iftira olduğunu söyleyerek iddiaları yalandı. Bunun üzerine tutuklanmadığı gibi, rakiplerinin beklediği ceza yerine mükafat gördü ve ödüllendirildi.
İbn Fevrek’in vefatıyla ilgili iki farklı bilgi nakledilmektedir. Birincisi; memleketine dönmek üzere, Gazne’den ayrıldıktan sonra yolda hastalandığı ve Nişabur’da vefat ettiği şeklindedir. İkinci olarak, Gazne’de bulunduğu sırada kendisine fikri münazaralarda mağlup olanlar tarafından zehirletildiği ve böylece ölümüne sebebiyet verildiği ileri sürülmektedir. Vefat ettikten sonra Nişabur’da bulunan ve Hire adı verilen yerde defnedildi.
Risale-i Nur’da, ibn Fevrek’in içtihat konusundaki üstünlüğüne işaret edilmekte, fazilet sahibi bir kişi olup, “Şâfiî-yi Sânî” ünvanını taşıyan “asrın allamesi” olduğu bilgilerine yer verilmektedir. Daha sonra, rivayet ettiği, Peygamber Efendimizin (sav) bir mucizesi aktarılmaktadır: (Mektubat, 2000, s. 128)
“Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldi. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için iki şak oldu; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı.”
İbn Fevrek, ilmi çalışmalarının yanında takvasıyla da dikkat çekti. İbadetine olan düşkünlüğü ve Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınma konusundaki hassasiyetinde, kaynaklar fikir birliği etmektedir. Ona göre, insanın ihtiyacından fazla olan malını elinde tutmaması ve muhtaçlara dağıtması gerekir. Dünya ve ahiret hayatı arasındaki dengenin nasıl olması gerektiğini, Peygamber Efendimizin hayatından örnek vermek suretiyle açıklar. Peygamber Efendimiz, dünya hayatını tamamen terk etmemiş, bir taraftan ibadetlerini yerine getirirken, diğer taraftan da dünyevi işleriyle de ilgilenmiştir. Evlenip, evliliğini sürdürmüş ve işlerini devam ettirmiştir.
İbn Fevrek; tefsir, fıkıh, fıkıh usulu, kelam, tasavvuf, nahiv ve tabakat gibi ilimlerle ilgilendi. Daha çok kelam üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. İlgilendiği bazı ilim dallarıyla ilgili yazdığı eserlerinden bazıları günümüze kadar ulaşmamış olmasından dolayı, söz konusu alanlarla ilgili fikirleri ve düşünceleri hakkında net bilgi sahibi olunamamaktadır. Kur’an-ı Kerim tefsiri günümüze kadar ulaşmış olmasından dolayı bu konu ile ilgili daha fazla bilgi sahibi olma imkanı mevcuttur.
İbn Fevrek, tefsirinde önce akla gelebilecek ve sorulabilecek soruları sıraladıktan sonra bunları cevaplama yoluna gitti. Bu eserini yazarken İmam Eş’ari’nin tefsirinden yararlandı. Kelam ile ilgili olarak, akıl ve nakil arasındaki ilişkiye değindi. Kur’an-ı Kerim’in akla önem verdiğini belirtti. Ancak aklın her şeye yetmediğini, Peygamber Efendimizin bildirdiği hususların zamanında ispat edilmiş olduğunu ve kesinlik ifade ettiğini belirtti. Dolayısıyla bunların esas teşkil ettiğini dile getirdi.
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına değinen İbn Fevrek, bunların Kur’an ve Sünnete dayandırılmak suretiyle tespit edilmesine dikkat çekti. Günahların büyük-küçük şeklinde tasnif edilmesinden çok, netice itibariyle bunların işlenmesinin Allah’ın emirlerine aykırı davranmak olduğunun üzerinde durdu. Büyüklük ve küçüklüğün kesin değil, izafi olduğunu belirtti. Eş’ari’nin görüşlerini sistemleştirip aktarmakla birlikte başka görüşlere de yer verdi. Peygamber olmayanların mucizeye benzer harikulade haller gösteremeyeceğini savundu. Fikir ve düşünceleriyle kendisinden sonra gelen alimler üzerinde büyük etki yaptı.
Eserleri
İbn Fevrek’in kaleme aldığı eser sayısın 120 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bunlardan bir kısmı günümüze kadar ulaşmamış, bazılarının ise kendisine ait olup olmadığı kesinlik kazanmamıştır. Müşkilü’l-Hadis, haberi sıfatları konu edinmektedir. Bu eser birkaç dilde basılmıştır. Mücerredü Makalât-i Eş'arî, adlı eseri Beyrut’ta Daniel Gımaret tarafından 1986 yılında basılmıştır. Tefsirü’l-Kur’an adlı eserinin bazı nüshaları Süleymaniye Kütüphanesinde bulunmaktadır. Risale fi’t-tevhid, Şerhu’l-Alim ve’l-müteallim, El-Hudud fi’l-usul, Esmaü’r-rical eserlerinden bazılarıdır.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İmam Mücahid
(645-723 m.)
Sahabeyi görüp onlardan ders alan tabiinin önemli simalarındandır. Aralarında, meşhur altı Abdullah’lardan biri olan Abdullah ibn Abbas’ın da bulunduğu Sahabenin ileri gelenlerinden ders alıp, hadis nakletmiştir. Nakilde bulunduğu hadisler başta Sahih-i Buhari olmak üzere bir çok hadis kitabında yer almıştır. Birçok Sahabeden hadis rivayet ettiği gibi, kendisinden de bir çok İslam alimi nakilde bulunmuştur. İmam-ı Azam ve İmam-ı Şafii, kendisi için “güvenilir bir alim” demişlerdir. Risale-i Nur’da ismi, “İmam-ı Mücahid” olarak zikredilmekte ve Abdullah ibn Mesud’dan naklettiği hadis-i şerife yer verilmektedir.
İsmi Mücahid ibn Cebr’dir. Kısa künyesi Ebü’l-Haccac’tır. Mensup bulunduğu kabilesi Mahzum’un ismine izafeten “Mahzûmî” olarak da anılmaktadır. Künyesi Ebü’l-Haccac Muhammed ibn Cebr el-Mahzûmî şeklindedir.
Mücahid ibn Cebr, 645 yılında doğdu. Çocukluk hayatı ile alakalı fazla bir bilgi yoktur. İlk eğitimi ile ilgili ayrıntılı bilgi olmamakla birlikte, meşhur altı Abdullah’lardan biri ve Sahabe-i kiramın ileri gelenlerinden olan Abdullah ibn Abbas’ın (ra) ünlü talebelerinden biri olduğu bilinmektedir.
Mücahid fıkıh, hadis, tefsir ve kıraat ilimleri alanında iyi bir eğitim gördü. Sahabelere yetişip onların ilim ve irfanından istifade imkanı buldu. Abdullah ibn Abbas’tan tefsir, hadis ve kıraat ilimlerini ders aldı. Ünlü hocası eğitiminde çok titiz davrandı. Kıraat dersini verirken kendisine defalarca Kur’an-ı Kerimi okuttu. Mücahid, hocasının huzurunda okuduğu Kur’an-ı Kerim’i defalarca baştan sona okuyup hatmetti. Sonraki dönemde özellikle tefsir sahasında imam olarak tanınıp şöhret bulmasında hocasının büyük katkıları oldu.
Abdullah ibn Abbas, tefsir dersini verirken de Mücahid’e; Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini tek tek sorup, geliş sebeplerini izah etmesini isterken, bu sorularını da birkaç kez sorup eğitimini pekiştirdi. Sorduğu her sorunun cevabını aldı. Mücahid, tefsir sahasında hocası İbn Abbas’tan aldığı dersler hakkında bilgi verirken; Kur’an-ı Kerim’i hocasının huzurunda otuz defa okuduğunu, okuduğu her ayetten sonra, izah ve nüzul sebebinin kendisinden sorulduğunu, ifade etmektedir.
İmam Mücahid’in önemli özelliklerinin başında, rivayete dayalı ilk tefsir kitabını yazmış olması gelir. Hocası Abdullah ibn Abbas başta olmak üzere Hazreti Ali (ra), Hazreti Aişe (ra), Ebu Hüreyre, Abdullah ibn Ömer, Cabir ibn Abdullah, Sa’d ibn Ebi Vakkas, Abdullah ibn Zübeyr, Rafi ibn Hadic, Abdullah ibn Amr, Üseyd bin Zübeyr ve Ümmü Seleme’nin aralarında bulunduğu Sahabelerden hadis rivayet etti.
Sahabenin ileri gelenlerinden hadis nakleden ve bu alanda önemli bir birikime sahip olan İmam Mücahid’in sahip olduğu ilim, birçok alim tarafından takdir gördü. Kendisinden de çok sayıda nakil yapıldı. İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam-ı Şafii Muhammed ibn İdris, kendisini övmüş olup, güvenilir bir alim olduğunu belirtmektedirler. Hakem ibn Uteybe, Amr ibn Dinar, Katade ibn Diame, Hammad ibn Süleyman kendisinden ilim öğrenip hadis-i şerif rivayet eden alimlerden bir kaçıdır. Diğer taraftan başta Sahih-i Buhari olmak üzere bir çok hadis alimi de onun nakillerinden istifade edip yazdıkları hadis kitaplarına dahil etmişlerdir.
Mücahid bin Cebr’in ismi Risale-i Nur’da “İmam-ı Mücahid” olarak geçmektedir. Peygamber Efendimizi (asm) ziyaret eden cinlerle ilgili İbn Mesud’dan nakledilen bir hadis-i şerif vesilesiyle ismi zikredilmiştir. Hadis alimleri İbn Mesud’a atfen sahih bir nakille hadisi rivayet ediyorlar. İbn Mesud, hadiseyi, “Batn-ı Nahl adı verilen bir mevkide, Nusaybin cinlerinden bir taife Peygamber Efendimizi ziyarete geldiler. Onların gelişini bir ağaç haber verdi” şeklinde aktarmaktadır. (Mektubat, 1994, s. 128) Bediüzzaman Hazretleri, İmam Mücahid’in de o hadisle ilgili olarak yine İbn Mesud’a dayanarak nakilde bulunduğunu ilave etmektedir; “cinnîler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti.” Bu mucizeye şahit olan cinler orada iman edip Müslüman oldular. Çünkü, bu tek mucize onların iman etmeleri için kafi geldi. (Mektubat s. 129)
Mücahid ibn Cebr’in rivayet ettiği bazı hadisler şunlardır: “Dünya nimetlerinin en hayırlısı saliha bir hanımdır”; “Kıyâmet gününde insana dört şey sorulacaktır: Ömrünü nerede tükettiği, ilmiyle nasıl amel ettiği, bedenini nerede yıprattığı ve malını nereden kazanıp nereye harcadığı”; “Cebrâil (as) bana komşuluk hakkıyla alakalı o kadar bahsetti ki, komşunun komşuya mîrasçı olacağını zannettim.” Yine İmam Mücahid’e dayandırılan bir rivayete göre; şiddetli kıtlık ve yağmurların kesilmesinden dolayı hayvanların insanları lanetleyerek, “İşte bu Ademoğlunun günahının uğursuzluğundandır” dedikleri aktarılmaktadır.
Allah rızası için birbirlerini seven ve bir araya gelip tatlı tatlı sohbetlerde bulunan Müslümanların, rüzgarda kurumuş yaprakları dökülen ağaçlar misali günahlarının döküldüğünü belirterek önemli bir hususa temas etmiştir. Allah’a yönelen insanlar, Cenab-ı Hakk’a kalpten bağlandıkları zaman, Yüce Rabbimizin de onlara yardımcı olduğunu ifade etmiştir. Günümüzde ilmen ispat edildiği ve hiçbirinin yok olmadığı bilinen seslerle ilgili olarak; “Ağzından çıkan her söz yazılır. Âhirette ona göre cezâ veya mükâfât görürsün,” demek suretiyle insanları dikkatli olmaya davet etmiştir.
Mücahid ibn Cebr’in dikkat çektiği hususlardan birisi de israf’tır. Bununla ilgili olarak; “İnsan, bütün malını hak yolunda infak etse ve harcasa saçıp savurmuş olmaz. Bir kişi de bir avuç haksız yere harcasa bu saçıp savurmadır. Saçıp savurma; Allah'a isyan, haksızlık ve fesad yolunda harcamadır," ifadelerine yer vermiştir.
Gıybet konusuna değinen İmam Mücahid, din kardeşinin gıybetini yapanlara, gıybetini yaptıkları kişiyi övmelerini ve onun için hayır duasında bulunmalarını tavsiye etmiştir. Sabır için ise ifadesi, asıl sabır musibete uğranılan ilk anda gösterilen sabırdır, olmuştur. Tövbenin önemine değinerek, her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimsenin kendisine zulmetmiş olacağını ifade etmiştir.
Seksen yıla yakın bir ömür yaşayan İmam Mücahid, 723 yılında, Mekke’de namaz kıldığı sırada vefat etti. Vefatından sonra Mekke’de defnedildi.

Kaynak: Risale-i Nur Enstitüsü
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İmam-ı Muhammed


(132/749-189/805)


Şamil İslam Ansiklopedisi

MUHAMMED B. HASAN eş-ŞEYBANİ
Hanefi mezhebinin üç büyük imamından biri. Eserleriyle Hanefiliğin sistemleşmesinde ve yayılmasında etkili oldu. Ebu Yusuf'la birlikte, kendisine Hanefi mezhebinin iki imamı anlamında "İmameyn" denir.

Adı Muhammed, künyesi Ebu Abdullah'dır. Babası Hasan b. Farkad'dır, Benî Şeyban'ların azatlısı olduğu rivayet edilir. Hasan b. Farkad, Şam dolaylarında Haksati köyündendir. Daha sonra Irak'a yerleşti. Oğlu Muhammed, 132/749 da Vasıt'da doğdu. Kufe'de yetişti. O tarihlerde Kufe, fıkıh, dil ve gramer ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Muhammed b. Hasan'ın kültürünün oluşumunu hazırlayan bu çevre, onun dil, fıkıh, şiir ve hadis'e yönelmesine de neden olmuştu.

Babasından otuz bin altın miras kalması, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylaştırmış ve bütün servetini bu uğurda kullandı. Muhammed b. Hasan, birçok bilginden ders aldı. Küçük yaşta Ebu Hanife'nin derslerini takibe başladı. 150/767'de Ebu Hanife'nin ölümü üzerine, fıkıh tahsilini Ebu Yusuf'tan tamamladı. İmam Muhammed b. Hasan, Ebu Hanife'nin öldüğü tarihte on sekiz yaşındaydı. Ali el-Kâri, İmam Muhammed'in Ebu Hanife'nin akrabasından olduğunu rivayet eder (Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyatı, I, 97-100).

Muhammed b. Hasan, çeşitli yerlere seyahatlerde bulunarak birçok bilginle görüştü. Şam'da Evzai'nin, Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin, Horasan'da Abdullah b. Mübarek'in yanına giderek bunlardan ilim tahsil etti. Basra'da da birçok ilim ehlinden ders aldı. Bu seyahatlarının en önemlisi, Medine'ye olanıdır. İmam Muhammed burada üç yıl İmam Malik'in derslerine devam etmiş ve defalarca Muvatta'yı kendisinden dinlemişti.

Medine'deki bu tahsiliyle Muhammed b. Hasan, Rey ehlinin usulüyle, hadis ehlinin usulünü birleştirdi. Irak'a döndüğünde şöhreti her tarafa yayıldı ve kendisine talebe akını başladı. Bu talebelerin en önemlilerinden biri Esed b. Furat'tır. Daha önce İmam Malik'den ders alan Esed, İmam Muhammed'e gelerek talebelik yaptı. Daha sonra Afrika'ya dönüp Muhammed b. Hasan'ın etkisiyle Afrika ve Mağnb'de Ebu Hanife'nin fıkhî ictihatlarını ve görüşlerini halka anlattı. Bir diğer önemli talebesi ise, İmam Şafiî'dir. İmam Şafiî, İmam Muhammed'den ilim tahsil etti ve onun eserlerini istinsah etti (Siyeri Kebir Ter. ve Şerhi s.12). Diğer önemli talebeleri ise, Ebu Hafs el-Kebir, Süleyman el-Ctircani, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Yahya b. Eksem, İsmail b. Tevbe gibi bilginlerdir. Hanefi mezhebi ilk yayılmasını İmam Muhammed b. Hasan ile İmam Ebu Yusuf'a borçludur. Çağında yaygınlaşan problem ve tartışmalara İmam Muhammed de katılarak, görüşlerini açıkladı. İmam Muhammed'in kültürü, Arap dilindeki mahareti ve fıkıhtaki derinliği bütün açıklığıyla eserlerinde kendini gösterir.

İmam Şafiî, İmam Muhammed'den çok istifade ettiğini belirtip, ondan aldığı ilim ile bir çok kitap yazdığını ifade eder (İbn Nedim, el-Fihrist, s. 295). Nafi de, İmam Muhammed'in insanların en fasihi olduğunu söyleyerek, onun dil sahasındaki bilgisine dikkat çeker (İbn Abdilber-el-İntika, s.174).

İmam Muhammed'in Abbasi halifeleri ile ilişkisi olmakla beraber, kendisinin ve ilmine haysiyetini daima koruduğu belirtilir. Hükümdarların önünde eğilmezdi ve onlara yüzsuyu dökmezdi (Hatib el-Bağdadi- Tarihu Bağdad, II, s.173).

Harun Reşid, başlangıçta kadılık görevini kabul etmediği için İmam Muhammed'i iki ay hapsetti. Daha sonra İmam Muhammed bu kararından vaz geçince, geçici bir müddet için başşehir yapılan Rakka'ya kadı tayin edildi (Sava Paşa, İslâm Hukuku Nozariyatı, I, 97-98).

176/792'de Zeydi İmam Yahya b. Abdullah'ın isyanı meselesinde, Harun Reşid, İmam Muhammed'le istişare etti. Bu istişarenin sonucu olarak Halifenin güvenini kaybetti ve Ali oğulları taraftarı olmak şüphesi altında kaldı. Eserleri teftiş edilerek, isyana sürükleyen parçaların olup olmadığı kontrol edildi ve bu arada da kadılık görevinden de azledildi (Taberi, Tarih, el-Ümam..., III, 619).

İmam Muhammed, kadılıktan azledildikten sonra,189/805 yılına kadar Bağdad'da kaldı. Bu arada Halifeyle araları düzeldi ve yeniden göreve getirilerek Horasan kadılığına tayin edildi. Aynı yıl içinde de Rey civarında vefat etti (el-Kerderi-Menakibu'l-İmamil-A'zam, II,187). Aynı gün Kisaî de vefat etmişti. Harun Reşid; "Bugün Arapça ve fıkıh defnedildi" diyerek kaybın büyüklüğünü dile getirdi (Hayreddin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 96).

İmam Muhammed'in Fıkıhtaki değeri özellikle iki yönde ortaya çıkar. Birincisi; eserleri ile Ebu Hanife'nin mezhebinin yayıhnasında talebelerinin en etkilisi olması ve ikinci asır fakihleri arasında en çok eser vermesidir. (İmam Muhammed'in görüşlerindeki asalet, onu özel bir mezhep sahibi haline getirmektedir.) İkincisi ise, bir çok büyük bilgini etkilemesidir. Sözgelişi el-Müdevvene, el-Esediye, el-Ümm ve el-Hücce gibi Fıkıh kitaplarının sahipleri ondan etkilenmişler, eserlerini onun kitapları ışığında yazmışlardır.

Hanefi mezhebi usulünde, İmam Muhammed ile İmam Ebû Yusuf'un görüşü bir konuda birleştiğinde, İmam Ebu Hanife'nin görüşü tercih edilerek, o konuda Hanefi mezhebinin görüşünü temsil eder.

İmam Muhammed'in fakihler tabakasındaki yeri hakkında farklı görüşler ileri sürülür. İbn Âbidin fakîhleri yedi tabakaya ayırarak, İmam Muhammed'i ikinci tabakadan sayar. Buna göre İmam Muhammed mezhepte müctehiddir. Fakat bu görüş umumiyetle kabul görmemiştir. Çünkü İmam Muhammed, Ebu Hanife'y,i veya bir başka müctehidi taklid etmemiştir. Görüşlerinde tamamen müstakil olduğu için mutlak müctehid kabul eden bilginler daha çoktur (M. Ebu Zehra. Ebu Hanife, s. 653-657).

Kadılık yaptığı için fıkhı pratik alanda uygulama imkânı bulmuştur. Irak ve Hicaz ekolüne mensup ilim adamlarından ders aldığı için bu iki ekol arasındaki görüş ayrılıklarını azaltmıştır. Fıkha büyük hizmeti geçmiş hatta, "fıkhı Abdullah b. Mes'ud 32/652 ekti, Alkame (62/681) biçti, İbrâhim en-Nehaî (ö. 95/713) harman yaptı, Ebû Hanîfe öğüttü, Ebû Yusuf hamurunu kardı, İmam Muhammed pişirdi. Diğer insanlar hazır yiyorlar" sözü meşhur olmuştur (Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, Ankara 1980, s. 106).

Eserleri:

İmam Muhammed'in lisanı kuwetli ve kalemi akıcı idi. Kolay yazardı. Hanefi fıkıh meselelerini toplayıp sonraki nesillere aktaran o olmuştur. Değerli eserler bırakmış, hemen hepsi de zamanımıza kadar intikal etmiştir. Eserleri genel olarak iki kısma ayrılır:

A- Zâhiru'r-Rivâye: Bunlar altı tanedir.

1- el-Mebsût, buna "el-Asl" da denir.

2- ez-Ziyâdât,

3- el-Câmiu's-Sağîr

4- el-Câmiul-Kebîr

5- es-Siyeru's-Sağîr

6- es-Siyeru'l-Kebîr.

Bunların hepsinde fıkıh (İslâm Hukuku) ile ilgilidir. Bu kitapları İmam Muhammed tevâtür yoluyla Ebû Hanife veya Ebû Yusuf'tan rivâyet ettiği için "açık rivâyetli, rivâyetinde şüphe olmayan" anlamında "Zâhiru'rrivâye" denilmiştir. Kendisinin görüşleri de bu kitaplarda bulunmaktadır. Bu altı kitab içindeki konular Hanefi fıkhının temelini teşkil ettiği için bunlara "el-Usûl" ismi de verilmiştir (Bu eserlerine dünya kütüphanelerinde bilinen nüshaları için Brockelmann'ın "Gal"ına ve Fuad Sezgin'in, "Gas''ına bk.).

Zâhiru'r-Rivâye kitapları, Hakim eş-Şehîd Ebul-Fadl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş ve eser "el-Kâfı" adını almıştır. Bu kitap, kendi devrinde Hanefi mezhebinin görüşlerini, fürû meselelerini öğrenmek isteyene yeterli kabul edilmiştir. Bu müellifin "el-Müntekâ"adında bir eseri daha vardır ki, nevâdir meselelerini de içine alır.

"el-Kâfi", daha sonra, Ebû Bekr Muhammed Şemsü'l-Eimme es-Serahsi (ö.490/1097) tarafından şerhedilmiş ve el-Mebsût " isimfi bu eser otuz cilt halinde basılmıştır. es-Serahsi, bu eserinin bir bölümünü zindanda iken öğrencilerine yazdırmıştır.

Hanefi mezhebinde el-Mebsût adını taşıyan başka eserler de vardır. Diğer Mebsûtlar sahibinin adlarıyla anılırlar. Bunlar, İmam Muhammed'in el-Mebsût isimli eserinin şerhidir. Diğer mezheplerde de Mebsût isimli eserlere rastlanır. es-Serahsî'nin el-Mebsût'u Hanefi fıkhının en muteber kitaplarından biridir. Meselelerin dayandığı deliller zikredilir, münakaşası yapılır. Önemli noktalarda diğer mezhep görüşleriyle karşılaştırmalı incelemeler yer alır. Konuların işlenişinde görülebilen dağınıklık, son yıllarda çıkarılan el-Mebsût Fihristi ile giderilmeye çalışılmıştır.

B- Nâdiru'r-Rivâye Kitapları:

1- Keysâniyyat kitabı. İmam Muhammed'den Şuayb b. Süleyman el-Keysâni rivayet ettiği için bu ad verilmiştir.

2- Hârûniyyât. Harûn er-Reşide takdim edildiği için bu ad verilmiştir.

3- Cürcâniyyât. Cürcan'da yazıldığı veya Ali b. Salih el-Cürcânî rivayet ettiği için bu ad verilmiştir.

4- Rakkıyât. İmam Muhammed Rakka kadısı iken kendisine gelen meseleleri içine almaktadır.

5- Ziyâdetü'z-Ziyâdât ez-Ziyâdât'ın tamamlayıcıdır.

Bu kitaplara Nevâdiru'r-Rivaye veya Gayru Zâhiri'r-Rivâye denilir, çünkü bu kitapların rivayeti tevatür derecesine ulaşmamıştır.

Bu kitaplarda da Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve kendisinin görüşleri bulunmaktadır.

Bunların dışında

1- Er-reddû alâ Ehlil-Medîne. Ebû Hanife'nin reyleriyle Medine'lilerin reylerinin münakaşasını yapar.

2- Kitâbu'l-Asâr: Bu eserinde, Ebû Hanîfe'den rivayet etmiş olduğu merfû, mevkûf ve mürsel hadisleri toplamıştır (M. Ebu Zehra, Tarihu'l-Mezâhibi'l-İslâmiyye, Kahire, t.y., s. 171,172; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, I, 30; Osman Keskioğlu, a.g.e., s. 95, 96; Ali Şafak, İslam Hukukunun Tedvini, Erzurum 1978, s. 87 vd.; İslâm Medeniyeti Dergisi (Muhammed eş-Şeybânî Özel Sayısı)şy: 20; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 74, 75; İ.A. "eş-Şeybanî" mad.).
Kaynak: www.davetci.com.tr
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İmam Şa'bi
(6-104 h.)


Ebu Ömer Amr bin Şercil bin Abdîzî Kibari Eş-Şa'bi Hazretleri tabiinin büyüklerinden olup müctehid-i mutlaktır. Güzel ve tatlı konuşan şanı yüce bir fakihdir. Hicretin 6, senesinde cihan sahasına teşrif edip, H.104 senesinde Kûfe'de ansızın beka yurduna göçmüştür. Vaaz halkasında bulunmayı ve nasihat etmeyi çok severdi. Bir gün, vaaz esnasında Peygamber Efendimiz'in gazalarından birini naklederken meşhur İbn-i Ömer (r.a.) hazretleri geçiyorlardı. Bu tatlı nakil kendilerine hoş gelmiş olacak ki bir müddet dinlemişlerdir.
Hayatının parlak zamanı, Emevi Halifelerinden Abdülmelik'in asrına tesadüf etmektedir. Hatta o zamanlarda hükümdar ve ekabirin duymadıkları garip şiirleri ve işitmekten lezzet buldukları meseleleri Hz. Şa'bi, rivayet ederlerdi.
Kendilerine bir gün dinî meselelerden bir sual sormuşlar, "Bilmem" diye buyurmuş. "Sen bu ka'dar alim olasın da nasıl bilmezsin?" dediklerinde o, "Melaike-i Kiram bile öyle demişlerdir. Ben bilmezsem ayıp mı?" diye buyurmuşlardır.
Şa'bi Hazretlerine biri : "Ya fakih" diye hitap eyledi. Hz. Şa'bi : "Ben fakih ve alim değilim. Biz Ashab-ı Kiram'dan ve hadîs-i şeriflerden işittiklerimizi haber veriyoruz," demiştir.

"Fakih (fıkıh alimi), haramlardan çekinen; alim de gıyaben Allah'dan korkandır," buyurmuşlardır.

Hikmetli kelâmın'dan birkaçı;

* "Siz ulemanın fasıkı ile cühelanın abidinden kaçınız."

* "Bir zamanlar insanların geçim-vasıtası dinleri idi, dinlerini kaybettikten sonra mürüvvet geçim vasıtası oldu. Bu da gitti. Bir müddet de ahlâk ile geçirirlerken şimdi o da kayboldu."

* "Bir vakitler, ilmi akıllı olan ve kalp gözü açık olana öğretirlerdi, şimdi ilmin kadrini kıymetini bilmeyenlere öğretiyorlar."

* "Siz din'de kıyasdan sakınınız, çünkü dinde kıyas dinde olmayan meseleleri çoğaltır."

* "Kerem sahibi olanların muhabbetleri çabuk olup 'gazapları ise geç gelir. Cahillerin gazapları çabuk olup muhabbetleri yavaş olur."

* "Şa'bi Hazretleri ekseriya şu şiiri okurlardı :
"Hilm (yumuşak huyluluk), rıza ve sevinç vaktinde değil,
gazap halinde lâzımdır."
Yazan: Hilmizade İbrahim Rıfat-Akabe.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İmam ZUFER
(110 -150 h.)


Fakihlerin büyüklerinden ve Hanefilerin imâmlarından bir zattır. Kendisi ikinci tabakadan olup, mezhepte müctehid idi. Fikirleri ve irfanı genişti. Asîl bir mesleğe bağlı,necip ve muharrir bir âlimdi.

İsmî Ebu'l-Handil veya Ebu Halid, Züfer bin Handil bin Salih el-Kûfî'dir. Kitab yazan on zattan biridir.
Hicrî 110 senesinde cihana ayak basmış, 150 senesinde dünyanın keşmekeşinden kurtulmuşlardır.

Babası, Isfahan'da Hendil şehrinin valisiydi. İmâm Züfer de orada oturuyordu. Başta hadîs-i şerif tahsili yaptı.
İmâm Hanefi'nin meclislerine mazhar olmuşlardır. İmâm Ebu Hanife bu zâtı çok sever, hatta : "Talebelerimin en mükemmelidir." diye taltif buyururlardı.

Meşhûr alimlerden Muhammed bin Abdullah el-Ensarî, Halef bin Eyyub, Asım bin Yusuf, Hilâl er-Razi gibi dehâlar hep İmâm Züfer'in ders halkasından yetişmişlerdir. Biraderinden kalan mirası almak için, Kûfe'den Basra'ya gitmişlerdi. Basra'ya geldiklerinde ahali kendisinin kemâlatına meftun olarak Basra'da kalmasını rica ederler.

Hayli vakit Basra'da kalmış, irfânının yüceliği ile bütün ilim erbabının basiretlerini nurlandırmışlardır. Yüce nâmı, büyüklüğüne yaraşır idi. Her nerede olursa olsun, ilmî meselelerden başka, dünyaya ait boş söz söylemezlerdi. Hatta bir mecliste bu yolda boş bir söz söylenmeye başlayınca, derhal o meclisi terkeder, çıkarlardı. Kadı olmasını teklif ettiler, hatta zorladılar, kabul etmedi. Bunun için evine kapanarak kaybolmuştu. Ahali, İmamın kaybolması üzerine müteessir olmuşlar ve memleketi dolaşarak, İmam Züfer af olundu, ortaya çıksın, diye ni'da etmişlerdi. Bunun üzerine İmam Hazretleri hanesinden dışarı çıkarak tekrar tedrisata başlamışlardır. İmam Hazretleri : "Ben birkaç meseleden başka İmam Azam'a muhalefet etmedim." buyurdular.

Kendisine bir sual sorulduğu vakit, geniş cevap verir, hem de iddia olunan şeyi kati delillerle isbat ederlerdi. Tevazu ve teşekkür eseri olarak : "Ben, Ebu Hanife'ye muhaiefet edemem, her zaman ilmiyle beni susturur,o " derlerdi.

Muammer bin Hasan isimli zat, İmam'a hitaben : "İmam Züfer ile İmam Yûsuf, Ebu Hanife'ye nisbetle nasıldırlar?" diye sordular. İmam Hazretleri : "Biz serçe kuşunun şahin yanındaki ehemmiyetine benzeriz." demişlerdi.

Vefat etmeden önce borcunu tasfiye etmişlerdi. Ne kadar parası varsa hepsini kardeşine terk etmiştir. Kardeşi Sabbah, Beni Tahmim Kabilesinde çalışmakta idi.

İmam Züfer Hazretleri ahir ömrüne kadar tâat ve ibadet ile meşgul olmuşlardı. Yüce vicdanları her türlü insani meziyetin cilvegahı idi. Allah ona rahmet etsin.
yazan: Hilmizade İbrahim Rıfat-Akabe.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İmam-ı Şa’ranî
(1491-1566 m.)
Şafii mezhebinin ünlü alimlerindendir. Mısır'da yetişmiş ve burada hizmet etmiştir. Asıl adı Abdülvehhab'tır. Şa'ranî unvanıyla tanınıp meşhur olmuştur. Sünnet-i seniyyenin yaşanması ve yaşatılması üzerinde titizlikle durmuştur. Risâle-i Nur'da, velilerle ilgili anlatılan bazı olağanüstü hallerin inkâr edilmemesi üzerinde durulurken, yapılan izahatta ismi zikredilmektedir. Künyesi Ebül Mevahib Abdülvehhab bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Musa şeklindedir.
Abdülvehhab, 1491 yılında Mısır'ın Kalkaşend kasabasında doğdu. Babası eğitimine önem vererek küçük yaşlarda ilim tahsiline yolladı. Erken yaşlarda Kur'ân-ı Kerim'i ezberledi ve hafız oldu. Sekiz yaşından itibaren de düzenli olarak namazlarını kılmaya ve ibadetinin üzerinde titizlikle durmaya başladı. Aldığı vazifenin üzerinde titizlikle duran, en ince teferruatına kadar inen ve mükemmel şekilde yapmaya çalışan birisi olarak dikkatleri üzerine çekti. Çalışkanlığı ile hocalarının dikkat ve ilgisine mazhar oldu.
İlim meclislerine devam eden Abdülvehhab muhtelif hocalardan dersler aldı. Hocalarının ders olarak okuttuğu kitapları ezberledi. Hadis ve Fıkıh dalında edindiği birikim ile zamanının önemli alimleri arasında yer aldı. Daha sonraki dönemde yazdığı Tabakat adlı eserinin sonuna, ilminden istifade ettiği büyük şahsiyetlerin tamamının isimlerini ilave etti. Bu hareketiyle bir bakıma hocalarına karşı vefakârlığını gösterdi.
Abdülvehhab, geçimini sağlamak amacıyla dokumacılık işinde çalıştı. Kendini tam manasıyla yetiştirmek için hoca ve üstadlarına tam bir inançla ve sadakatla bağlandı. Nefsiyle mücadele ederken, bu duygunun istemediklerini yaparak terbiye etme yolunu seçti. Yalnız kaldığı zamanlarının büyük ekseriyetini ibadetle geçirdi. Haramlardan kaçındı ve takva üzere yaşamaya dikkat etti. Yiyecek bir şey bulamadığı zamanlarda bile durumunu hiç kimseye sezdirmedi ve kimseden bir şey istemedi.
İdarecilere karşı mesafeli duran Abdülvehhab, bu konudaki görüş ve tavrını, "vali konaklarının, sultan ve adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmem, yolumu değiştiririm" demek suretiyle net bir şekilde ortaya koydu. Cenab-ı Hakk'ın emir ve yasaklarına samimi bir şekilde uyduktan sonra, yaptığı ibadetlerden büyük lezzet almaya başladığını belirtti.
Abdülvehhab, kendisi bizzat örnek bir şekilde davrandığı gibi müntesiplerine de, öğrendiklerini başkalarına aktarma konusunda büyük gayret sarf etmelerini tembihledi. Sevimliliği, huyunun güzelliği, doğruluğu, heyecanlı bir karaktere sahip olması, üstün insani özellikleri ve müsamahakârlığından dolayı çok derin etkiler bıraktı. Şöhreti geniş bir alana yayıldı. Şöhretinin yayılmasında, önemli sayıda ve herkesin anlayabileceği tarzda yazdığı eserlerinin de büyük etkisi oldu. Henüz hayatta iken telif ettiği eserleri geniş bir alana yayıldı ve çok sayıda baskısı yapıldı.
Peygamber Efendimizin (asm) sözleri ve sünnetine uymanın ehemmiyeti üzerinde duran Şa'ranî; sünnet ve hadis-i şeriflerin Kur'ân-ı Kerim'i açıkladığını, mezhep imamlarının sünneti, din alimlerinin de mezhep imamlarının sözlerini açıkladıklarını belirtti. Sünnetin ehemmiyeti üzerinde dururken; temizlik, namazın kaç rekat kılınacağı, rüku ve secdenin nasıl olması gerektiği, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağı, zekatın ölçüsü gibi konuların en güzel şekilde Peygamber Efendimiz tarafından icra edildiğini, aksi takdirde tüm bunları hiçbir alimin sadece Kur'ân-ı Kerim'e bakarak çıkaramayacağını belirtti. Farzların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'ân-ı Kerim'de bulamadıklarını söyleyenlere, Hazreti Ömer'in (ra) şu cevabını hatırlattı:
"Cenâb-ı Hakk, bize Muhammed Aleyhisselamı gönderdi. Biz, Kurân-ı Kerim'de bulamadıklarımızı, Resulullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rekat farzları iki rekat kılardı. Biz de öyle yaparız."
Şa'ranî, günümüzde yanlış bir şekilde anlaşılan ve icra edilen bazı uygulamalara da cevap teşkil edecek önemli açılamalara yer verdi. Vefat olayından sonra, her türlü manevi yardıma muhtaç olan insanlar için yapılacak hayır işi ve verilecek sadaka için yedinci, kırkıncı veya elli ikinci günü-gecesini beklemenin gereksizliğini ima etti; "Denize düşen insana atılacak kurtarıcı can simidi ne kadar erken atılırsa o kadar makbule geçeceği gibi, ölen insan adına yapılacak iyilikler, hayır hasenatlar da aynen öyledir. Ne kadar erkene alınır da acele ile gönderilirse o kadar makbul olur." (http://www.zaman.com.tr/2002/09/27/yazarlar/ahmetsahin.htm)
Şafii mezhebi imamlarından olan Şa'ranî, İmam-ı Şafii'nin İmam-ı Azam hakkındaki tutumunu aktarmasıyla da önemli bir vazife gördü. Şa'ranî, Mısır'dan Bağdat'a gelen İmam-ı Şafii'nin ilk önce İmam-ı Azam'ın kabrini ziyaret ettiğini belirtti. İmam-ı Şafii sabah namazlarında mutlaka Kunut duasının okunması içtihadında bulunmuştu. Bağdat'ta ise sabah namazını daha önce yaptığının aksine Kunut duasız kıldırdı. Akabinde cemaat içinde fısıldaşma ve kendi görüşünden vazgeçti şeklindeki söylentiler üzerine; "Hayır, görüşümden vazgeçmedim. İçtihadımı da terk etmedim. Ancak şu ilerideki mezarda benim görüşüme zıt görüş ve içtihat sahibi Ebu Hanife yatıyor. Onun görüşüne hürmet ve saygımdan dolayı onun içtihadıyla amel ederek kıldırdım sabah namazını. Benim gibi düşünmese de o büyük insanın görüşüne olan hürmet ve saygım, beni böyle davranmaya sevk etti" mealinde karşılık verdi. (Ahmed Şahin, Zaman, 08.10.2003).
Risâle-i Nur'da, evliyanın olağa üstü halleri ile ilgili olarak anlatılan hadiselerin inkâr edilmemesi ikazında bulunulmaktadır. İmam-ı Şa'ranî'nin Fütuhat-ı Mekkiye adlı büyük eseri bir günde 2,5 kez mütalaa etmesi örnek olarak verilmektedir. Buna benzer ve insanı tasdike yaklaştıran misallerin çok olduğu belirtilmektedir. Mesela, rüyada bir saat zarfında bir senenin geçmekte ve birçok işler görülmektedir. Şayet o saat içinde yapılan işler yerine Kur'ân okunmuş olsa, hatim indirilebilir. Bu durumun evliya için, uyanıklık ve uyku hali arasında bir durum olan "yakaza"da inkişaf ettiği belirtilmektedir. Meselenin ruhi bir mahiyet aldığı, ruhun da zamanla sınırlı olmadığı ilave edilmektedir. Ayrıca, ruhu cismaniyetine üstün gelenlerin fiillerinin de sürat kazandığına işaret edilmektedir (Mesnevi-i Nuriye, 1994, s. 166).
Abdülvehhab Şa'ranî 1566 yılında Kahire'de vefat etti. Yakınına gömüldüğü cami kendi adını taşımaktadır. Bir çok talebe yetiştirdiği gibi çok sayıda eser yazdı. Mizanü'l-Kübra adlı eserinde dört mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladı. Tabakatü'l-Kübra'sında dört yüzden fazla büyük alimin hayatları ve bazı özelliklerine yer verdi. Diğer eserleri şunlardır: Envarü'l-Kudsiye, Ecvibetü'l-Merdiyye, Ahlaku'z-Zekiyye vel Ulumü'l-Ledünniyye, İrşadü'l-Muğfelin, Bahrü'l-Mevrud, Siracü'l-Münir, Fethü'l-Mübin, Feraidü'l-Kalaid, Meşarikü'l-Envari'l-Kudsiyye.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt