Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Alim, Evliya ve Islam Büyükleri (2 Kullanıcı)

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
[FONT=Arial, Balloon, Tahoma][SIZE=+5]IBN KESIR[/SIZE][/FONT]​
Islâm ilimlerinin bir çogunda meshur ve büyük söz sahibi olan âlimlerden birisi. Imâd uddîn Ebu'l-Fidâ Ismail Ibn Ömer Ibn Kesir. Dimask civarindaki Busrâ'nin Mecdel köyünde 701/1301'de dünyaya geldi. Bu yüzden el-Busravî ve ed-Dimaskî nisbeleri de vardir. Küçük yasta babasini kaybettiginden onun terbiye ve yetistirIlmesi (ö. 742/341)'dir. Bu hocasi ile uzun müddet çalismis ve O'nun kizi ile büyük kardesi Abdulvehhâb mesgul olmustur.
Ilk tahsilini köyünde yaptiktan sonra Sam'a gelmis ve tahsiline burada devam etmistir. Hocalari arasinda Burhanuddin el-Fezârî (ö. 729/1329), Ibn Kadi Sihne (ö. 726/1326), Ishak el-Âmidî (ö. 725/1325) sayilabilir. Hadis sahasinda üstadi Ebu'l-Haccâc el-Mizzî (ö. 742/1341)'dir. Bu hocasi ile uzun müddet çalismis ve onun kizi ile evlenmistir. Bu arada Takiyyuddîn Ibn Teymiyye (ö. 728/1328)'den çok seyler ögrenmis ve onu müdafaa etmis, onun fetvalari ile amel edip fetva vermis, bu yüzden bir çok tenkidlere de ugramistir. Bu arada Karâfi, Debûsî Uranî ve Hutenî gibi âlimlerden icazet almistir.
Birçok ilimde derinlesmis ve eserler vermistir. O bir tarihçi, bir hadis, bir fIkih, bir tefsir âlimidir. Yazdigi eserler, kendisi hayatta iken meshur olmus ve takdir görmüstür. Hal tercümesi (Tabakât) kitaplarinda ondan büyük bir övgü ile söz edilir (bk. Zehebî, Zeylu Tabakâtu'l-Huffâz, s. 57-59; Suyûtî, Tabakatu'l-Huffâz, Kahire 1973, s. 53, 529; Dâvûdî Tabakâtu'l-Müfessirîn, Kahire 1972, I, 110-111; Ibnu'l-Imâd el-Hanbelî, Sezerâtu'z-Zeheb, Beyrut (t.y.) VI, 231, 232; Ibn Hacer, ed-Dureru'l Kâmine, Beyrut (t.y.) I, 374).
Sam'in meshur medreselerinde müderrislik yapmis; Zehebî (ö. 748/ 1347)'nin vefatiyla onun yerini Ümmu Salih medresesi seyhligine, Subkî (ö. 771/1370)'nin vefati üzerine de Eyrefiyye Dâru'l-Hadîs Medresesinin seyhligine gelmistir. Yetistirdigi talebesi içinde meshur hadis âlimi Sihabeddin Ibn Hiccî, Hafiz Ebu'l Mehâsin el-Hüseynî ve Ibn Hacer el-Askalânî sayilabilir. Ömrünün sonlarina dogru gözlerini kaybetmis, 774/1373 yilinda 74 yasinda iken Sam'da vefat etmis ve hocasi Ibn Teymiyye'nin yanina defnedIlmistir (Ismail Cerrahoglu, Tefsir Tarihi, Ankara 1988, II, 206-210; Ömer Nasuhi BIlmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 392-393; Muhammed Hüseyn ez-Zehebî, et- Tefsir ve'l Müfessirun, Kahire 1976, I, 242-243).
Telif etmis oldugu birçok risale ve kitaptan önemli olanlari sunlardir:
1. el-Bidâye ve'n-Nihâye: Yaradilistan baslayarak 767/1366 senesine kadar olaylari anlattigi tarihe dair eseridir. Islâm Tarihinin ana kaynaklarindan sayilir.
2. Câmiu'l-Mesânid: Ahmed Ibn Hanbel'in Müsnedi, el-Bezzâr, Ebu Ya'lâ ve Ibn Ebi, Seybe'nin eserlerini el-Kutubu's-Sitte'ye ilâve ederek topladigi hadise dair eseridir. Bu eserini bâblara göre tertip etmistir.
3. el-Bâisu'l-Hasîs: Ibnu's-Salâh'in Ulûmu'l-Hadis adli eserinin muhtasaridir.
4. et-Tekmîl fi Ma'rifeti's-Sikât ve'd-Duafâ ve'l-Mecâhil.
5. Tabakâtu's-Sâfiiyye.
6. Menâkibu'l-Imam es-Sâfiî.
7. Edillelu't-Tenbîh fî-Fikhi's-sâfiyye. Bu eserini gençliginde, telife Ilk basladigi siralarda yazdigi nakledilir.

8. el-0ctihad fî Talebi Fadli'l-Cihâd: yazma halindeki bu eserin bir nüshasi Istanbul Köprülü kütüphanesinde 234 numaradadir.
9. Muhtasaru Ibnu'l-Hâcib.
10. Ehâdîsu't-Tevhîd ve'r-Redd ale's-Sirk.
11. Müsnedu's-Seyhayn: Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in rivayet ettikleri hadIsleri toplayan bir hadis mecmuasidir.
12. Fedâilu'l-Kur'an ve Tarîhu Cem'ihî: Kur'an'i Kerim'in faziletine dair hadIsleri topladigi bir rIsale olup tefsirinin bir tekmilesi mahiyetindedir.
13. Serhu'l-Buhârî: Imam Buhârî'nin el-Câmi's-Sahîh'ini açikladigi bu eserini tamamlayamamistir.
14. Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm: Taberî'nin tefsirinden sonra Ikinci kaynak kabul edilen bu eseri rivayet tefsiri metoduyla yazIlmis tam bir tefsirdir:
Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm
Ibn Kesîr bu tefsirinde oldukça uzun bir mukaddime ile baslar. Bu mukaddimede Kur'an ve tefsirle ilgili birçok meseleyi ele alir. Tefsir Ilminin yüce bir ilim oldugunu, ona olan ihtiyaci belirtir. Tefsir Ilminin yüce bir ilim oldugunu, ona olan ihtiyaci belirtir. Kur'an'i tefsir etmenin en güzel yolunun "Kur'an'in yine Kur'an ile tefsiri" oldugunu söyler. "Kur'an'i Kur'an ile tefsir etmekten âciz kalirsan onu sünnet ile tefsir etmen gerekir. Çünkü hadis Kur'an'i açiklayici ve izah edicidir... Aradigimiz ayetin tefsirini ne Kur'an'da, ne de hadIste bulamazsak bu konuda sahabenin sözlerine basvururuz." der. 0srailiyyet ve 0srailiyyat'in bu ümmete verebilecegi zararlar konusunda okuyucu ikaz eder. Sahabeden sonra rey ve tefsirlerine itimat edebilecek tâbiûn ve tebe-i tâbiin âlimlerinin isimlerini verir. Kur'an'i kendi reyi ile tefsir konusuna açiklik getirir, bu konudaki müsbet ve menfî görüslere nakleder, sonra da Kur'an hakkinda genel bir takim bilgilere yer verir.
Bu mukaddimeden de anlasilacagi üzere Ibn Kesir tefsirinde rivayete önem verir ama dirayet tefsiri yönünü de ihmal etmez. Tefsirde, hadis ravilerinin kritigi olan "cerh ve ta'dîle" özen gösterir. Bu hususta hocasi el-Mizzî'nin görüslerine büyük deger verir.
Ibn Kesîr bu eserinde, tefsirin en güzel yolu olan Kur'an'i Kur'an ile tefsir etme yolunu tercih etmis buna ayri bir önem vermistir. Bir ayet veya ayet toplulugunu verdikten sonra bunlari zâhirî mana açisindan basit ve anlasilir ifadelerle kendisi izah eder. Bundan sonra öncelikle bu ayetleri tefsir eden diger ayetleri zikredip bunlar arasindaki münasebete Isaret eder. Daha sonra Hz. Peygamber'den, sahabe ve tabiunun ileri gelenlerinden nakillerde bulunur, bir ayetin tefsiri hakkindaki degisik görüsleri zikrederek bunlari degerlendirir, aralarinda tercihler yapar. Rivayetleri senetleri ile birlikte sahih olanlari ile illetli veya zayif olanlarini ayirdeder.
gatekaba.jpg

Ibn Kesir bu tefsirinde Ibn Cerîr et-Taberî* (ö. 310/923). Ibn Ebî Hâtim (ö. 327/938), Ibn Atiyye (ö. 541/ 1147) gibi kendisinden önceki birçok mufeshirin tefsirlerinden, hadis sahasinda da Ahmed Ibn Hanbel'in Müsned'inden çokça nakillerde bulunur. Ancak Taberi'nin tefsirinde rastlanan zayif rivayetler Ibn Kesir'de yer almaz.
Ibn Kesîr'in tefsirinin rivayet tefsirleri içinde mümtaz bir mevkide olmasini saglayan en önemli özelliklerinden biri de onun, birçok tefsir aldiklari isrâiliyyat konusundaki hassasiyetidir israiliyyata sirf tenkidini yapmak ve bu haberlerin kaynaklarini belirtmek sonra da müslümanlari bu tür rivayetlerden koruyup sakindirmak için eserine dercetmistir.
Biraz önce de belirttigimiz gibi bu tefsir bir rivayet tefsiri olmasi yaninda dirayeti de ihmal etmemis ve bu arada fikhî ve kelâmî konulara da yeteri kadar yer vermistir. Tefsirde itikadî yönden Imam Es'arî'nin, fikhî yönden ise Imam Sâfiî'nin görüsleri tercih müdafaa edIlmis; ayetlerden bu Iki Imamin görüslerini teyit eden manâlar, bu Iki Imamin mezhebine uyan hükümler çikarIlmaya çalisIlmistir. Ahkâm ayetlerinin tefsirine giristiginde Imam Sâfiî'yi açikça iltizam ettigini göstermesi yaninda zaman zaman diger mezheblerin, özellikle de Imam Ebu Hanife'nin mezhebini ve delillerini çürütmeye çalisir.
Ibn Kesir bir tarihçi olmasi hasebiyle bu tefsirde tarih ve kissalara da yer vermistir ama bu kabilden kisimlari azdir. Yine bu tefsirde ayetlerin gramer tahlillerine fazlaca yer verIlmez. Kirâatlere temas edIlmez. Ancak zaman zaman Ubeyy Ibn Ka'b, Abdullah Ibn Mes'ûd ve Ali Ibn Ebî Talib'in mushaflarindaki küçük farkliliklara Isaret edildigi görülür.
Bu özellikleriyle Ibn Kesir'in Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm'i rivayet tefsirlerinin en faydalisi, Kur'ân-i Kerim'in Hz. Peygamber ve ashabi tarafindan yapIlmis açiklamalarini en genis anlamda toplayani, ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin delillerini Kur'an-i Kerim'den en güzel bulup çikarani, sapik mezheblerin Kur'an ayetlerine yüklemeye çalistiklari ihtimali olmayan te'villerden müslümanlari koruyani olarak görülmektedir.
Bu kiymetli tefsir degisik Islâm ü lkelerinde defalarca yayinlanmis olup son olarak Misir'da Muhammed 0brahim el-Bennâ, Muhammed Ahmed Âsûr ve Abdülaziz Guneym'in tahkîki ile yayinlanmistir. Türkçeye "Hadislerle Kur'ân-i Kerim Tefsiri" adiyla yapilan tercümesi de Istanbul'da nesredIlmistir.

Bedreddin ÇETINER
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
[SIZE=+3]
orange.jpg

Mevlana Câmi
(H.817-898)[/SIZE]
[SIZE=+1]Adi Abdurrahman'dir. "Câm" kasabasi Harced köyünde dünyaya geldi. Herat'da tahsilini tamaladi. Dini ilimlerden sonra fen ve hikmete taaluk eden ilimleri hazmetti. Kendisini her bakimdan yetistirdi. Câmi edebiyatta oldukça ileri bir seviyede idi.
Eserlerinden çogu Türkçeye tercüme edildi. Fatih Sultan'a hitaben mektub yazdi. Fatih kendisini Istanbul'a davet etti. Konya'ya kadar gelen Mevlâna Câmi, Fatih'in vefatini ögrenince geri döndü. Yendiden Herat'taki vezifesine devam etti. Ilim ve irsad yoluna ilerlemek isteyenleri irsad etti.
Mevlâna Câmi bilhassa ihlasla ilerlemis, manevi mevzularda mesafe katetmistir. Bundan olacak ki, gösteristen çok rahatsiz olur, bütün huzur ve rahatini tevazuda, ihlasta bulurdu.
O, insani maddi ve ilmi kazanciyla degerlendirmezdi. Bütün meselesi, gönül ehli olmak, iyi niyet sahibi bulunmak, tevazu ve ihlas içinde dini hayati yasamakti.
Mevlâna Câmi hazretleri su sözleri sik sik söyler, tekrar ederdi:
"Bir kimse bütün ilimleri bilse, yine garantisi olmaz. Çünkü insani kurtaran ilim degil, ameldir, ihlastir, tevazudur. Ameli, ihlasi olmayan âlimin ilmi kendisine fayda vermez, kurtulmasina vesile teskil etmez.
Ahmed Sahin, Islam büyükleri
(Mevlâna Câmi hazretleri'nin en eönemli eseri Sevâhidü'n-Nübüvve/Peygamberlik müjdeleri Bedir yayinevi'nde yayinlanmistir, M.K.)
Kaynak: Zaman gazetesi namaz vakitleri takvimi, 09.11.1996
[/SIZE]
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
IBN-I ÂBIDÎN
(1784-1836 m.)

Sam'da yetisen âlimlerin en büyüklerinden, velî. Osmanlilarin en meshûr fikih âlimlerinden olan Ibn-i Âbidîn'in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz'dir. 1784 (H.1198) senesinde Sam'da dogdu. Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî hazretlerinin sohbeti ile sereflenerek kemâle geldi.

Ibn-i Âbidîn, küçük yasta Kur'ân-i kerîmi ezberledi. Bir müddet babasi ile birlikte ticâretle mesgûl oldu. Bu sirada bir taraftan da Kur'ân-i kerîmi okumaya devâm ediyordu. Bir gün dükkânlarinin önünde Kur'ân-i kerîm okurken, oradan geçen biri; "Burada bu sekilde Kur'ân-i kerîm okuman uygun degildir. Hem okumani düzelt." dedi. Bunun üzerine babasindan izin alarak, o zaman Sam'daki meshûr kirâat âlimlerinden Seyh-ül-Kurrâ Saîd-ül-Hamevî'ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir Meydâniyye, Cezeriyye ve Sâtibiyye kitaplarini okudu ve ezberledi. Kur'ân-i kerîmin dogru ve tam okunmasini bildiren kirâat ilmini iyice ögrendikten sonra, sarf, nahiv ve Sâfiî fikhini ögrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi.Bundan sonra, o zamânin en meshûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Sâkir Sâlimî'nin derslerine devâm etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanisira, tefsîr, hadîs ve fikih ilimlerini de ögrendi. Hocasi Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî'nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha on yedi yasindayken, fikih kitaplari üzerine hâsiye ve serhlerle açiklama ve îzâhlar yapti. Kiymetli eserler yazmaya basladi.Hadîs ilminde de, Sam'da bulunan muhaddis Kuzberî'den icâzet, diploma aldi. Ilimde o kadar yükseldi ki, daha hocalari hayattayken büyük bir söhrete kavustu.

Ibn-i Âbidîn, zâhir ilimlerini ögrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamânin en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî'den ögrendi. Onun sohbeti ile sereflenerek kemâle geldi. Ibn-i Âbidîn'in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkini ve hizmetlerini oglu Alâeddîn Muhammed söyle anlatti: "Babam uzun boylu, heybetli ve vakârli idi. Yüzünde nûr parlardi. Vaktini, devamli, ilim ögretmek ve talebe yetistirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamli kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve göz yasi dökerdi. Insanlara faydali olmak husûsunda çok titiz davranir, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini bosa geçirmezdi."

Ibn-i Âbidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meshûrdur. Haram, mekruh ve süphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahlari çok az kullanir, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranirdi. Bes vakit namazda, tahiyyâti okurken, Resûlullah efendimizi bas gözü ile görürdü. Göremedigi zaman o namazi yeniden kilardi.

Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî'nin kiymetli talebelerinden olan Ibn-i Âbidîn, ondan ders aldigi siralarda, bir gece rüyâda Resûlullah efendimizin üçüncü halîfesi hazret-i Osman'in vefât ettigini ve Câmi-i Emevî'de namazini kendisinin kildirdigini gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî hazretlerine bu rüyâyi oldugu gibi anlatinca, o da; "Senin rüyânin tâbiri, Allahü teâlâ bilir ki söyledir: "Ben yakinda vefât ederim, sen benim cenâze namazimi Câmi-i Emevî'de kildirirsin. Çünkü ben, hazret-i Osman'in torunlarindanim." buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî tâûn, vebâ hastaligindan sehîd olarak vefât etti. Namazini Ibn-i Âbidîn kildirdi.

Ibn-i Âbidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabâsini ziyâret eder, annesine, babasina çok iyilik ve hürmet ederdi.

Onun meclisinde bos söz konusulmazdi. Sam'da ve diger sehirlerdeki ser'î mahkemelerde ihtilafli hüküm verilse, derhal ona mürâcaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor meseleler ona sorulurdu. Ihtilafli bir sey hakkinda ona mürâcaat edilmeden hüküm verilmezdi. Ilim kitaplari üzerine kendi güzel yazisiyla öyle açiklamalar kordu ki, böylece en zor meseleler kolaylikla anlasilirdi. Kendisine sorulan sorulara verdigi cevaplari güzel bir üslupla yazardi. Birçok talebe yetistirip icâzet, diploma vermistir.

Ibn-i Âbidîn, fikih âlimlerinin yedinci tabakasindandir. Yâni önceki tabakalarda bulunan fikih âlimlerinden dogru olarak nakil yapanlar derecesindedir.

Ibn-i Âbidîn, 1836 (H.1252) senesinde elli dört yasinda Sam'da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayi çok üzülüp göz yasi döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemis bir kalabalik teskil etti. Cenâze namazi Sinân Pasa Câmiinde kilindiktan sonra, Sam'da "Bâb-üs-sagîr" denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtindan yirmi gün önce, hocalarinin ve büyük zâtlarin kabirlerinin yaninda kendisi için kazdirmis oldugu kabre defnedildi.

Ibn-i Abidîn'in en meshûr eseri Redd-ül-Muhtâr'dir. Bilhassa bu eseriyle taninmistir. Bu kitabi, Dürr-ül-Muhtâr kitabina yaptigi bes ciltlik hâsiyesidir. Dürr-ül-Muhtar'a hasiye yazarken önce Vakif bahsinden baslamis, daha sonra basa dönmüstür. Önceki yazdiklarini temize çekmeden vefât edince bu kisimlar oglu Alâeddîn tarafindan temize çekilmistir. Kitap, Ibn-i Âbidîn ismiyle meshûr olmustur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fikih kitaplarinin en kiymetlisi ve en faydalisidir. Fukahâ (fikih âlimleri) tarafindan, üzerinde söz edilmis her meselenin hülâsasi, bütün Islâm âlimlerinin kabûl ve takdir ettigi bir sekilde bu kitapta toplanmistir. Hanefî mezhebinde kendi zamânina kadar yazilmis fikih kitaplarinin sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oglu tarafindan Kurret-ül-Uyûn-il-Ahyâr adinda bir tekmile yazilmistir. Sam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hidir da, Ibn-i Âbidîn kitabinin bir fihristini hazirladi ve 1962'de basildi. Bundan baska; Tefsîr-ül-Beydâvî Hâsiyesi, El-Ibâne, El-Ukûd-üd-Dürriyye, Ithâf-üz-Zekî, Bugyet-ül-Menâsik, Tahrîr-ül-Ibâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Sifâ-ül- Alîl, Ukûd-ül-Le'âlî, Icâbet-ül-Gavs, Sell-ül-Hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Naksibendî, Nesemât-ül-Eshâr.

Dört mezhebin inceliklerine vâkif, derin âlim, kâmil velî Seyyid Abdülhakîm Efendi; "Hanefî mezhebindeki fikih kitaplarinin en kiymetlisi, en faydalisi Ibn-i Âbidîn'dir.
Her sözü delîl, her hükmü senettir..." buyurdu.

Ibn-i Âbidîn, buyurdu ki:

"Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz vardi. Hepsinin kildigi, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kilmak, îmânin sarti degil ise de, namazin farz olduguna inanmak, îmânin sartidir. Namaz, duâ demektir. Dînin emrettigi, bildigimiz ibâdete, namaz "salat" ismi verilmistir. Mükellef olan yâni âkil ve bâlig olan her müslümanin, her gün bes vakit namazi kilmasi "Farz-i ayn"dir. Farz oldugu, Kur'ân-i kerîmde ve hadîs-i serîflerde açikça bildirilmistir. Mîrâc gecesinde, bes vakit namaz emrolundu. Mîrâc, hicretten bir yil önce, Receb ayinin yirmi yedinci gecesinde vukû buldu. Mîrâcdan önce, yalniz sabah ve ikindi namazi vardi."

"Kur'ân-i kerîm, Kadir gecesinde inmege baslamis ve hepsinin inmesi yirmi üç sene sürmüstür. Tevrât, Incil ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defâda inmisti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzlari mûcize degildi. Onun için çabuk bozuldu, degistirildiler. Kur'ân-i kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmin mûcizelerinin de en büyügüdür ve insan sözüne benzememektedir."

YAPTIGINIZ HIZMET

Hocasi Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî'nin kendisine yazdigi bir mektup asagidadir.

"Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Âbidîn'e en güzel duâlarimi ve en latîf medhlerimi bildiririm.

Sizinle görüsüp bulusma arzumuz çogaldi. Size olan muhabbet atesimiz artti. Seyh Ismâil Enârânî'nin sizden tarafa gitmesini vesîle ederek bu mektubu yaziyorum. Yazdiginiz pek kiymetli eserlerle Islâm âlemine yaptiginiz büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz

Siz de bizim hâlimizi sorarsaniz, sevdiklerimizden uzak kalmamizin acisi içindeyiz. Allahü teâlâdan dilegimiz, sizin de öyle olmanizdir. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânin izniyle, her sikintinizda bütün gücümüzle size yardim edecegiz.

Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yaninizda oldugumu bildiririm."

1) Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.23

2) Tabakât-ül-Usûliyyin; c.3, s.147

3) Sefînet-ül-Evliyâ; c.4, s.133

4) Tam Ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baski) s.1088

5) Fâideli Bilgiler; (6. Baski) s.125

6) Redd-ül-Muhtâr

7) Kurretü Uyûn-il-Ahyâr; s.3

8) Islâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.18, s.45


 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
calig07.jpg


Bediüzzaman Said Nursî

bedi.gif

Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir. 1876'da Bitlis'in Hizan kazâsına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.Gençlik yıllarını alabildiğine haraketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman" , yani "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.
Said Nursî medrese eğitimiyle dini ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslam nâmına sahip çıkmıştır. 1909'da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka geri dönmüştür.
Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta bir çok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür.
İstanbul'da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l İslamiye âzâlığına tayin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgâli sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kuvâ-yı milliye hareketini "isyan" olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek millî kurtuluş hareketinin meşrûiyetini îlân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir.
Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Meclis'te resmî bir "hoşâmedî" merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslam şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le bir kaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumî vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür.
O sıralarda çıkan Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada "mânevî cihad" hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000'i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir, 1943'de Afyon, 1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı'nı tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur'ân'ı bu asrın idrâkine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden ve vehbî olarak kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatını en güzel
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
besmele4.gif

Mustafa Sabri efendi
Mustafa Sabri Efendi son devir Islâm âlimlerindendir. Yüzyirmiyedinci Osmanli Seyh-ül‘Islâm‘i olan Mustafa Sabri Efendi 1869 yilinda senesinde Tokat‘ta dogdu.
1954‘te Misir‘da vefat etti.
Ilk tahsilini memleketinden yaptiktan sonra Kayseri‘ye gidip, Kayseri Medresesi‘nde Divrikli Haci Emin Efendi‘den ilim ögrendi. Daha sonra Istanbul‘a gelerek huzur dersleri mukarriri (padisahin huzurunda bir konuyu etraflica anlatan) Ahmed Asim Efendi‘den ilim ögrenip icâzet (diploma) aldi.
1890 senesinde yapilan ruüs (dini ilimlerde bir derece) imtihanini kazanarak, yirmi iki yasinda Fatih Camii‘nde ders vermeye basladi. Eliiden fazla talebeye icâzet verdi.
Besiktas Asariye Camii imâmligi da yapan Mustafa Sabri Efendi, dördüncü rütbeden Osmâni ve Mecidi ilim nisânlarini aldi.
1900 yilinda II.Abdülhâmid Han‘in kitapçiligina getirildi, bir adet altin liyâkat madalyasi ve dördüncü rütbeden Osmâni nisani verildi. 1908‘de Tokat meb‘usu seçildi. Bu arada Fatih Camii müderrisligi görevini de yürüttü.
Ittihat ve Terâkki Partisine karsi çikip, o zaman yayinlanan Beyân-ül Hâk dergisinde bas yazar olarak yazilar yazdi. Ittihat ve Terâkki Partisine mensub olanlarin kendisini öldürme tesebbüsleri üzerine Romanya‘ya giderek bir müddet orada kaldi. Daha sonra Istanbul‘a dönüp Süleymaniye Medresesi‘nde hâdis-i serif müderrisligi yapti. 4 Mart 1919 tarihinde Seyh-ül‘Islâm oldu.
ecdad99.gif
Yedi ay süren bu vazifesinden sonra görevden alindi.

1920‘de yeniden Seyh-ül‘Islâm olup iki ay daha bu vazifede kaldi. 1922 yilinda Istanbul‘dan Kahire‘ye giderek orada yerlesti ve Ezher Üniversitesi‘nde müderrislik yapti. Türkçe ve Arapça çesitli eserler yazmistir.
Ilimde çok kuvvetli bir derecede olan Mustafa Sabri Efendi, Misir‘da Ezher Medresesinde bulundugu sirada verdigi derslerde son derece faydali oldu.
Dogru yoldan ayrilarak kendi görüsüne göre sapik bir yol tutan Abduh ve ona aldananlarla yaptigi ilmi münazâralarda, onlarin bozuk fikirlerini çürüterek sapikliklarini ortaya koydu. Böylece birçok kimsenin bunlardan etkilenmesini önledi. Ehl-i Sünnet itikadina saldiranlarin maskelerini indirdi. Mezhepsizlere karsi sagladigi basariyi söyle ifâde etmistir. "Benim bu basarim Hakk‘i müdafa etmis olmamdandir."
Mustafa Sabri Efendi Mevkif-ul Akli vel Ilmi adli eserinde Abduh için söyle demektedir:
"Abduh‘un tuttugu bozuk yolun hülasâsi sudur : Ehl-i Sünnet itikâdi üzere tedrisât yapmasiyla taninmis olan Ezher Üniversitesi‘ni karistirip Ezherlilerin çogunu adim adim dinsizlere yaklastirmis, ama dinsizlerin bir adim bile dine, yaklasmamistir. Hocasi Cemâleddin Efgâni vâsitasiyla Ezher‘e masonlugu sokan odur. Nitekim birtakim yanlis islerin revaç bulmasi hususunda Kasim Emini‘yi tesvik eden de odur..."
Mes‘eletü Tercemet-il-Kur‘an, Savm Risâlesi, El-Kavl-ül Fasl gibi birçok eseri vardir.
Kaynak : Yeni Rehber Ansiklopedisi
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Selamün aleyküm...İnşallah gerisi gelecektir..Hayırlı akşamlar..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
MEHMED ZAHID KOTKU (ra)

mvlana-a.gif

Osmanli'nin son asrinda iyice çoraklasan tasavvufî hayata bir canlilik getiren; ayni zamanda hadisçi ve büyük âlimdir. Naksi tarikati büyülerinden Ahmed Ziyâüddin el-Gümüshanevi Halifelerinden Ömer Ziyâeddin Efendi ve Mustafa Feyzi Efendi'nin yaninda tasavvufa intisabini tamamladi. Ilk tahsilini daha önce tamamlamisti. 1. Cihan Harbinde askere alindi. çesitli cephelerde hizmet verdi, yaralandi.

Askerden sonra Istanbul camilerindeki derslere devam etti. Hifzini tamamladi. Degisik hocalardan icazet aldi. Tekkelerin kapatilmasindan sonra imamliga bas1adi. Hem imamlik, hem de ölü gönülleri uyarma vazifesine devam etti. çevresinde sevenler halkasi olustu. Dalgalar misali bütün yurt çapinda yayildi. Bütün Islâm âleminde tanindi. Bu arada Râmuzu'I-Ehâdis'den yaptigl hadis dersleri büyük ilgi gördü.

Daha sonra bu dersler kitaplasti; faydasi umumilesti. Yanina gelenler cazibesine kapilirdi. Üzerinde Islâmi bir heybeti vardi. Tane tane konusur, herkes rahatlikla her konustugunu anlayabilirdi. Sünneti bütünüyle yasamaya çalisirdi.

Hayatniin son demlerinde hastalandi. Hastaligi ayakta gezmesine mani idi. Ama, vazifesine yine devam etti. 1980 senesinde Hacc'a gitti, dönüsünde, daha da agirlsmisti. 13 Kasim 1980'de, özlediklerine kavustu. Allah rahmet eylesin.


Zaman gazetesi takvimi, 13.11.97
***********************************************************************************************

Mehmed Zahid Kotku (RH.A) Hazretlerini`nin Kisa Terceme-i Hali

kotku.jpg
Rahmetullahi alyh`in adi Mehmed Zahid, soyadi Kotku idi. Kendisinin naklettigine gore babsi ona: "Oglum Mehemmed!" diye hitap edermis. Soyadinin "mutevazi" manasina geldigi nufus cuzdaninin basina not edilmis idi. Tevelludu 1315 hicri kameri (Rumu: 1313, Miladi: 1897) yilinda Bursa sehrinde, kale icinde Turkmenzade Cikmazi`ndaki baba evinde vaki olmustur.


Ailesi

Baba ve annesi Kafkasya`dan 1297`de goc eden muslumanlardandir. Dedeleri Kafkasya`da Sirvan`a bagli eski bir hanlik merkezi olan Nuha`dandir ki burasi dag eteginde, ipekcilikle meshur, ahalisi musluman, halen Azeri Turkcesi konusulan bir yerdir.

Babasi Ibrahim Efendi Burasa`ya 16 yaslarinda iken gelmis, Hamza Bey Medresesinde tahsil gormus, muhtelif yerlerde imamlik yapmis, hazret-i Peygamber (SAS) sulalesinden bir Seyyid`dir; 1929`larda 76 yaslarinda iken Bursa ovasindaki Izvat koyu`nde vefat etmis ve oraya defnolunmus, ehl-i tarik bir kimsedir.

Annesi Sabire Hanim, Mehmed Zahid Efendi 3 yaslarinda iken vefat etmis, Pinarbasi Karristani`na gomulmustur.

Bu anne ve babadan dogma agabeyi Ahmed Sakir (1308-1335) subaylik yapmis, Kudus`te Canakkale`de bulunmus, siperlerde hastalanmis ve 28 yaslarinda iken vefat edip Sogutlucesme`ye defn olunmustur. Ayni anneden bir kucuk kardesi olmussa da cok yasamamis bir kac aylik iken vefat etmistir.

Babasinin ikinci evliligi yine Dagistan muhacirlerinden, fatma Hanim`la olmustur. Ondan dogma uc kiz kardes halen hayattadirlar. Bunlardan Pakize Hanim`in efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarindan ve Ismail Hakki Tekkesi seyhlerinden merhum Ahmed Efendi (K.S)`dir.

Tahsili, Askerligi

Mehmed Zahid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruc Bey Ibtidaisinde okudu, Maksem`deki Idadiye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebine girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayisiyla 18 yaslarinda askere celb olundu. 14 Nisan 1322`de asker oldu, senelerce askerlik yapti, cok tehlikeli gunler gecirdi, hastaliklar atlatti. Ordunun Suriye`den cekilmesinden sonra, binbir guclukle Istanbul`a dondu.

10 Temmuz 1335`de Cuma gununden itibaren de 25 K. 30 subede yazici olarak vazifeye devam etti. Kendi hatira defteri kayitlarindan 1338 Martlarinda henuz bu vazifede oldugu goruluyor.

Tasavvufi Yetismesi ve Dini Hizmetleri

Istanbul`da bulundugu esnada cesitli toplantilara, derslere, cemilerdeki vaazlara devam etti. bilhassa Seydisehirli Abdullah Feyzi Efendi`yi cok sevdigi anlasiliyor. bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma gunu namazi Ayasofya camii`nde edadan sonra Vilayet onunde bulunan Fatma Sultan Camii yanindaki Gumushaneli Tekkesi`ne giderek Seyh Omer Ziyaeddin Efendi`ye intisab eyledi. gunden gune gune ahvalini terakki ettirdi.

Bu zat-i serifin, 18 Kasim 1337 Cuma gunu vefatindan sonra postnisin-i irsad olan Tekirdagli Mustafa Feyzi Efendi`nin yaninda tahsil'i kemalata devam etmis, muteaddit defalar halvete girmis, 27 yaslarinda halifetnameyi aldiktan sonra ondan Ramuzu'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delailu'l-hayrat icazetnamelerini de almis, Bayezit, Fatih ve Ayosofya camii ve medreselerinde derslere devam etmis, bu esnada hafizliginida tamamlamistir. Bu aralarda hocasinin isareti uzere muhtelif kasaba ve koylerde dini hizmet ifa etmistir.

Tekkelerin kapatilmasinda sonra Bursa`ya donmus, evlemis, 1929'da da vefat eden babasi yerine Bursa ovasinda ki Izvat koyunde 15-16 sene kadar imamlik ettikten sonra Uftade Cami-i Serifi'nin imam-hatipligine tayin edilerek sehirde hisar icindeki baba evine yerlesti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.

1952 Araliginda Gumushaneli Dergahi postnisini ve eski tekke arkadasi Kazanli Abdulaziz Bekkine'nin vefati uzerine, Istanbul'a nakl olarak fatih'te bulvara nazir Ummu Gulsum Mescidi'nde vazife gordu.

1.10.1958 tarihinde Fatih Iskenderpasa Camii Serifi'ne naklolundu ve vefatina kadar bu vazifede kaldi.

Vefati

Mehmed Zahid Efendi Rahmetullahi Aleyh omrunun son yillarinda rahatsiz idi; ayakta gezmesine ragmen; siddetli agrilardan muzdaripti. 1979 yazinda uzun zaman kalmak uzere gittigi Hicaz'dan, agir hasta olarak 1980 Subatinda donmek zorunda kalmisti. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin ucte ikisi alindi.

Ameliyattan sonra tedricen duzeldi, hatta 1980 Ramazaninda hic aksatmadan orucunu tuttu. Hatimle teravih kildi, vaaz etti, yazin Balikesir Ilica'ya, Canakkale Ayvacik sahiline agriyan ayaklari icin goturuldu, hac mevsimi gelincede Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsizligi nuks etmis ve agrilar tekrar baslamisti. Hacci guclukle ihvadan sonra 6 Kasim 1980'de cok hasta olarak Istanbul'a dondu. Tam bir hafta sonra 13 Kasim 1980'de Persembe gunu ogleye yakin, dualar, yasinler, tesbih ve gozyaslari ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.

Cenaze namazi 14 Kasim 1980 Cuma gunu Istanbul Suleymaniye Camii'nde muhtesem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafindan kilinarak, mubarek vucudu, Kanuni Suleyman turbesi arkasinda, kendisinden feyz aldigi hocalari ve ustadlarinin yanindaki istirahatgahina defnolundu.

Bu esnada Suleymaniye, Sahzedebasi, Fatih ve cevrelerinde trafik durmus, Suleymaniye'nin ici ve avlusu kamilen doldugu gibi, cemaat sokaklara tasarak Esnaf Hastahanesi'nin yanina kadar uzanmisti. Vefatini duyanlar icinde Anadolu'nun en uzak sehirlerinden oldugu kadar Avrupa'dan da gelenler vardi.

Uzakta bulunan muhiblerinden cogu da vaktinde haber alamama yuzunden cenazesine yetisememislerdi.

Vefati Islam Alemi'nde buyuk uzuntuye yol acmis, Suudi Arabistan'da, Kabe'de, Kuveyt'te ve daha baska sehirlerde giyabinda cenaze namazi kilinip, dualar edilmis, ajanslar bu elim vefat haberini yayinlamislardi.

Vefat tarihi olan 13 Kasim 1980 tarihli takvim yapraklarinda tevafukan cok manidar ibareler yer aliyordu. Mesela bunlarin birindeki su parca ne kadar sayan-i taaccubdur:

Akramdan Aglama Oldugum gun tabutum yuruyunce Bende bu dunya derdi var sanma! Bana aglama, "Yazik, yazik!" "Vah, vah" deme! Seytanin tuzagina dusersen vah vahin sirasi o zamandir. Yazik yazik asil o zaman denir. Cenazemi gordugun zaman "Elfirak, elfirak!" deme! Benim bulusmam asil o zamandir. Beni mezara koyunca elvada demege kalkisma! Mezar cennet toplulugunun perdesidir. Mezar hapis gorunur amma, Aslinda canin hapisten kurtulusudur. Batmayi gordun ya, dogmayi da seyret! Gunesle aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batma gorunur amma, Aslinda o dogmadir, parlamadir. Yere hangi tohum ekildi de yetismedi? Neden insan tohumu icin, Bitmeyecek, yetismeyecek zannina dusuyorsun? Hangi kova suyu salindi da dolu olarak cekilmedi? Can Yusuf'un kuyuya dusunce niye aglarsin? Bu tarafta agzini yumdun mu o tarafta ac! Cunku artik hay-huy'un, Mekansizlik aleminin boslugundadir.

Allah-u Teala ve Tekaddes Hazretleri derecatina ulya eyleyip, biz aciz u nacizleri de fuyuzat ve sefaatindan feyz-yab u nasibdar buyursun. Amin bi-hurmeti Seyyidi'l Murselin (SAS) ve alihi ve sahbihi ve men tabiahum bi ihsanin ila yevmi'd-din ve'l-hamdu lillahi rabbi'l-alemin.

Prof. Dr. M. Es'ad COSAN
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
mevdudi.jpg
EBU'L ALA EL MEVDUDI
Üstad Mevdudi, 25 Eylül 1903 tarihinde Haydarabat vilayetine bagli Örnekabad'da dünyaya geldi. Ailesi ilme ve dine olan hizmetiyle meshurdur.
Mevdudi'nin soyu Seyh Kutbuddin Mevdudi'ye uzanir. Bu zat hicri altinci yüzyilda Hindistanda yasamis ve Çestiye tarikati seyhidir..
Mevdudi'nin babasi kültürlü bir savci idi. Asirdaslarindan bir çogunu aldatân bati medeniyeti onu da rahatsiz etmistir.
Onun için oglunu ingiliz okullarina göndermeyip evinde okutmustur.
Fakat bu genç baba oglunun egitiminde fazla zaman ayiramadan vefat etti.
Mevdudi onalti yaslarindan itibaren ev sorumluluklarini yüklenmek zorunda kaldi. Buna ragmen Islâmi ilimleri ögrenmekten de bir an geri kalmadi.Bu ilimleri bir tarafdan asil kaynaklarindan ögrenirken, diger taraftan çaginin olaylarini gerçek yönleriyle takip ediyordu. Böylece hem Islâmi alanda ve hem de zamaninin problemlerine karsi kendini hazirliyordu. Üstadin yetismesine bu iki açidan bakmaliyiz.

GAZETECI MEVDUDI
Üstad Mevdudi ilk çalisma hayatina gazeteci olarak baslamistir. Bir ara Hindistan'da yayinlanan meshur "Müslim" ve "Taç" adli gazeteler ile Delhi'de çikan. "Cemiyet" gazetelerinde yazi isleri müdürlügü yapti.
Bu gazeteler o zaman müslümanlarin hak ve menfaatlerini savunuyorlardi. Bundan sonra ise Ustad 1923 yilinda "Tercüman-i Kur'an" adli aylik dergiyi çikartti. Hindistan yarimadasindaki Islâmi harekete bu derginin çok önemli katkilari olmustur.
Üstad Mevdudi kendisini lekelemek için Gandi'nin ortaya attigi iftiralara karsi büyük mücadeleler vermistir. Gandi bu iftiralariyla Islâma karsi süpheler uyandirmayi hedeflemisti.
Ancak Mevdudi "Islâmda Cedel" adiyla yazdigi meshur kitabinda bu iftiralarin tamamen asilsiz oldugunu ortaya koydu. Üstad Batinin kültür emperyalizmine karsi büyük mücadeleler vermistir. Ilmiyle ve güçlü imaniyla bu direnisini sürdürmüstür.
Ömrünün tamamini Islâmi ilimleri ögrenmeye ve problemleri çözümlemeye harcamistir. Siyasi, iktisadi ve sosyal konularin halledilmesi için zamanini hep bu yolda kullanmistir.
Bir taraf Islâm düsmanlarina, sapik fikirli gruplara ve Kadiyanilik diye bilinen gruba karsi ciddi bir mücadele verip, onlarin batilligini ve tutarsizliklarini ortaya koymus, müslüman alimlerin pasifliklerini tenkid ederek onlari uyarmistir.
1938 tarihinde Sair Muhammed Ikbal Lahor kentine gelerek Mevdudi ile Islâmi hayata hakim kilma yolunda yardimlasmada anlastilar. Fakat bu çalisma son seklini almadan önce Ikbal vefat etti.

MEVDUDI ve PAKISTANIN KURULMASI
Üstad Mevdudi Hindistanli müslümanlari ikna etmek için çok gayretler sarfetmistir. Onlarin Hindistan'dan apayri bir ümmet oldugunu vurgulamis ve müstakil bir devletlerinin gerekliligini defalarca söylemistir. Hindularin müslümanlara karsi sürdürdükleri zulümlerini önlemek için kendi devletlerini kurmalarinin kaçinilmaz oldugunu vurgulamistir. Onun bu sekilde konusmalari müslümanlar tarafindan büyük bir kabul görmüstür.
Pakistan, Hindistan'dan ayrilip müstakil bir devlet olunca Mevdudi de Pakistan sinirlarinda kalan Lahor kentine hicret etmistir. Bu tarihten sonra da Pakistan anayasasinin Islâmi esaslara dayanmasi ve hayatin her alaninda Islâmi hükümlerin hakim olmasi yolunda tüm gayretlerini harcamistir. Böyle Islâmi bir programi olusturmak için ülkeyi bastan basa gezmeye bâsladi. Bu gezileri Pakistan'in diger ileri gelenleri tarafindan bozgunculukla suçlandi ve üstad 1948 de hapse atildi. Idareciler üstadi hapse atmayi basardilar ancak Pakistan halkinin arzularina uyarak Pakistan'da Allah'in hükmünden baska hiç kimsenin hükmedemiyecegini ilan etmeye mecbur oldular. Çünkü Pakistanin Hindistan'dan ayrilarak müstakil bir devlet olmasinin esas nedeni zaten bu idi. Daha sonra 1950 lerde üstad serbest birakildi.

KADIYANILIGE KARSI MÜCADELESI VE IDAMLA YARGILANMASI
Hapishanede kalmis olmasi Mevdudi'nin azminden bir sey kiramamistir. Aksine daha güçlü bir iman ve kararlilikla disariya çikmistir. Arkasindan da Pakistan'da Islâmi anayasanin yürürlüge konulmasini isteyen hareket olusturmustur. Halk da bu hareketin yaninda yer almistir. O günlerde Pencap eyaletinde halkin çogunlugu Kadiyaniligin Islâm ümmetinden ayri bir azinlik oldugunun ilan edilmesini istiyordu. Fakat askeri idare bu istegin iptalini taleb etti. Iste tam bu esnada Mevdudi "Kadiyanilik Meselesi" adli kitabini yazdi.
Kitapta askeriyenin bu ibtal talebini reddediyor ve hükümetin bu konudaki siyasetini kiniyordu. Bundan dolayi 1953 de tekrar tutuklandi. Arkasindan da idama mahkum edildi.
Üstad bu idam kararini büyük bir iman olgunlugu ve yüksek bir cesaretle karsiladi. Onun bu konudaki konusmasi söyledir.
"Eger bu, Allah'in bir iradesiyse büyük bir mutlulukla karsiliyorum. Bu bizim kavusmayi ârzuladigimiz sehadettir. Ölüm su anda benim için yazilmamis ise hiç endise etmiyorum. Çünkü onlarin bu gayretleri beni hiç ilgilendirmiyor. Onlar bana en küçük bir zarar dahi veremezler."
Hükümetin bu zalimce karari Islâm aleminden büyük bir tepkiyle karsilandi. Bunun üzerine hükümet yetkilileri Mevdudinin idami kararini agir islerde çalistirilmak üzere müebbet hapse çevirmek zorunda kaldilar.
Daha sonra askeri kanunlarin yürürlükten kalkmasiyla birlikte Mevdudi de serbest birakildi. Üstad disari çikinca Islâmi mücadelesini ayni hizla devam ettirdi. 1958 yilindan itibaren Pakistan'da Eyyüp Han'in devri basladi. Eyyüp Han tekrar askeri yönetimi yürürlüge getirmesiyle beraber bütün siyasi parti ve cemaatler de kapanmis oldu. Bu gelismeler Mevdudi'nin azmini kiramamisti. Ne pahasina olursa olsun Islâmin yüce sanini her tarafa duyurmaliydi. "Cemaat-i Islâmi"yi tekrar kurmaya karar verdi.
"Cemaat-i Islâmi" çalismalarini her gün biraz daha hizlandiriyordu. 1964 te ise bu çalismalar adeta doruk noktasina ulasmisti. Bunun üzerine hükümet yetkilileri cemaatin ileri gelenlerini tutukladi. Ama halkin büyük tepkisi karsisinda tutuklamalardan vazgeçti.

MEVDUDI VE PAKISTAN-HINDISTAN ARASINDAKI MÜCADELE
Mevdudi bir taraftan da Hindistan'in Pakistan üzerindeki kötü emellerine karsi koyuyordu.
1965 te Hindistan Pakistan'a saldirdi. Bu esnada Mevdudi Pakistan'in savunmasinin tüm müslümanlara farz-i ayin oldugunu ifade etti. Ülke müdafasinda düsmani engellemek için yardimci olan herkesin de mücahid oldugunu ilan etti.
Hindistan'in Kesmir'e saldirmasinda da Mevdudi ayni keskin tavrini muhafaza etti. Cemaati Islâmi'yi bu zor sartlarda yöneten Mevdudi etrafindakilere iman ve cesaret asiliyordu.
Mevdudi'nin Cemaattaki liderligi araliksiz olarak 1972'ye kadar devam etti. Bu tarihlerde sihhi durumunun elverissiz olmasindan dolayi görevi Üstad Muhammed Tufeyl'e teslim etti. Ama Cemaati Islâmi için sürekli müracaat edilen bir lider olmayi sürdürdü. Bu mücadelesini de 22 Eylül 1979 da vefat edinceye kadar devam ettirdi.

MEVDUDI'NIN PAKISTAN DISI ÇALISMALARI
Mevdudinin çalismalari sadece Pakistan'la sinirli kalmamistir. Aksine bütün Islâm alemine yayilmistir. Mevdudi, Filistini, Arap yarimadasi ve Misir'i da ziyaret ederek oralardaki Islâmi çalismalar hakkinda bilgiler almis ve onlara bilgiler vermistir.
1961 yilinda Medine-i Münevvere de Islâm Cemaatinin kurulusu için kâmil bir program hazirlamistir. Sonra kendi sahsi gücünü ve cemaatinin gücünü Filistin'in kurtulusu için harcamistir.
1966 da ise Mekke'de yapilan Islâm ülkeleri toplantisinda bu müessesenin bir kurucusu olarak büyük çalismalar yapmistir. Bu toplantilarda yaptigi konusmalarda tüm Islâm topraklarinin askeri çalismalarla kurtarilmasi gerektigini defalarca vurgulamistir.

MEVDUDI'NIN ESERLERI.
Mevdudi çok büyük bir ilmi serveti de arkasinda birakarak aramizdan ayrilmistir. Onun eserlerinden bazilari sunlardir.
1- Islâmin esaslari
2- Kur'ana göre dört terim.
3- Islâmin yaratilis nazariyesi
4- Islâmi hareketin ahlaki esaslari
5- Hicap
6- Nur suresinin tefsiri
7- Dini ihya ve tecdid tarihinin özeti
8- Müslümanlarin bugünkü durumu ve onlari harekete getirme yollari.
9- Allah yolunda cihad
10- Islâm ve cahiliye
11- Hakkin sahitligi
12- Dogru din
13- Talim ve terbiyede yeni program
14- Iktisadin esaslari
15- Islâmda iktisadi problemler ve çözümü
16- Araziye sahip olma meselesi
17- Islâmi kanun
18- Islâmda hayat nizami
19- Tefhimül Kur'an ( Tefsir)
20- Kadiyanilik meselesi
21- Islâm inkilabi
22- Biz ve bati medeniyeti.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
besmele1.gif

HASAN EL-BENNA
benna.gif
17 Ekim 1906'da Misir'in Mahmudiye kentin de dogan Hasan el-Benna dini ve ilmi yönden köklü bir aileye mensuptur. Babasi hadis alimi idi. Hadis konusunda bizzat kendisinin de yazdigi eserler vardir. Iste böyle ilmi bir yuvada büyüyen Benna ilim, takva ve zühd atmosferinde çok güzel yetismistir. Daha küçük yaslarda üstün bir zeka ya sahip oldugu gözleniyordu. Gece namazlarina ve pazartesi, persembe günleri oruçlarina devam ediyordu. Küçük yaslarinda Kur'an-i Kerimi yari sina kadar ezberleyen Benna 15 yaslarinda hifzi ni tamamladi.
Yüzünün hatlarinda -devamli bir elem ve hü zün görünüyordu. Kalbinde müslümanlarin dertlerine çareler arama aski vardi. Onun bu hali za man zâman bazi kötülükleri bizzat kendi eliyle degistirmeye götürüyordu.
Nafile ibadetlere devam etmesiyle ruhu en ginlesmis ve nefsi daha da ,paklasmisti. Ayrica daha talebelik yillarindaki Islâmi çalismalarin dan dolayi da genel kültürü oldukça gelismisti. Okudugu medrese de "kötülüklere karsi mücadele" adinda bir teskilat kurarak bazi önemli sahsiyetlere mektuplar gönderip, onlara nasihat etmeye ve onlarin dikkatlerini toplumdaki kötü lüklere çekmeye baslamisti.
Liseden mezun oldugunda Misir'daki tüm talebeler arasindaki siralamada besinciydi. Üniversiteyi ise."Darul Ulum"da okumustu. Universiteyi bitirme imtihanlarini verirken onsekizbin siir beyti ve bir o kadarda nesir ezberlemisti. Darul Ulum'u bitirdiginde onun ayarinda talebe yoktu. Çünkü birincilikle bitirmisti.
Üniversiteyi bitiren Hasan el-Benna Ismaili ye'deki okullardan birine tayin edilmisti. O zaman Ingilizlerin tüm güçleri Ismailiye'de toplan misti. Okullarda Avrupa usulü egitim yapiliyordu. Ismailiye bu haliyle sanki Londra'nin muhit lerinden birini andiriyordu.
Halkin çogu ise bir Ingiliz sirketi olan "Su veys"te isçiydiler. Hasan el-Benna Ingilizlerin Misir halkini ezdigini ve onu zelil ettigini görüyordu. Misir halki sanki onlarin kölesiydi. Her türlü fesat almis yürümüs ve haramlar mübahlastirilmisti. Özellikle 1924'de Atatürk tarafindan hilafet yikildiktan sonra bu durum daha da artmisti. Diger taraftan Benna batililarin Islâmi ortadan kaldirmak için yaptigi çalismalari gördükçe kalbi parçalaniyordu. Iste Benna o dönemleri anlatirken söyle diyordu: "Allah bilir nice geceleri ümmetin dertlerine çareler aramak için geçirdik. Ve ümmetin hallerini tahlil etmek, dertlerini ortadan kaldirmak için ne kadar düsündük. Bu hallerin tesirinden bazen aglama durumuna gelirdik." Derken Hasan el-Benna kendilerinde hayir alemetleri olan bazi kisilerle irtibata geçiyordu. Kendisiyle birlikte alti kisi biraraya gelerek Islâmi çalismalarin çekirdegini olusturmak için anlastilar. Benna bu kurdugu teskilatina yeni bir isim almamasi için "Biz Müslüman Kardesleriz" dedi ve cemiyetin adi "Ihvan-i Müslimin" oldu. Benna ilk davetine Ismailiye'de baslamisti. Çalismalarini bereketlendiren Allah Teâlâ onun elleriyle kahvelerde zamanlarini bosa geçiren insanlardan Islâm davasi için mümtaz sahislar yetistirmisti. Bunlara örnek olarak Islâm davasinin ilk öncülerinden Seyh Muhammed Fergali Ingiliz komutaninin karsisina dikilmis söyle diyordu: "Beni bu Ismailiye'den sadece bir kisinin emri çi kartabilir. O da Hasan el-Benna" ' Hasan el-Benna Ismailiye'deki çalismalari ge nisleyince ve tüm gayretlerini Islâm için tahsis edince Ismailiye'den Misir'in baskenti olan Kahi re'ye tasindi. Ihvan-i Müslimin'in merkezini orada kurdu.
Bütün gayretlerini Islâma davet ve onu tanit ma yolunda harcadi. Köyleri gezdi, sehirleri do lasti. Gittigi her yere bir sube açiyordu. Öyle ki bir kaç sene içinde Ihvanin hareketi Misir'in gö zünü ve kulagini doldurmustu. Her tarafta ona katilmalar oluyor ve Misir'in evlatlari onun ka natlari altina giriyordu. Bunu gören hükümet Ih vanin yayilmasindan korkarak onu kontrol etmek için her türlü çareye basvuruyordu.
Hasan el-Benna'yi gizli istihbarattan bir çok kisi takip etmeye baslamisti. O nereye giderse on larla pesinden ayrilmiyorlardi. Derken 1947 se nesinde Hasan el-Benna bazi mücahidlerini Filis tin'e gönderiyordu. Filistin daglari ve köyleri da ha önce görmedikleri ender mücahidler görmeye baslamislardi. Evet Filistin yahudiye kuvvetli bir ders vermek ve onlara zilleti tattirmak için ölümü hayata tercih eden insanlara sahit olmustu.
Bu arada Kral Faruk, bu büyük gelismeler den dolayi meseleyi Ingilizlerle beraber düsünme ye basladi. Özellikle Kral Faruk'un Misir ordusu na dagittigi silahlarin bozuk oldugunun anlasil masindan ve araplarin hiyanetlerinin açiga çik masindan sonra Kral Faruk için mesele iyice teh likeliydi. Filistinde cihad eden Ihvan-i Müslimin Mücâhitlerinin Misir'a gönderilmesinden korkan Faruk, Müslüman Kardesleri tutuklatip hapisha nelere dolduruyordu. Disarida sadece Hasan el Benna kalmisti. Kralin maksadi onu öldürtmekti. Iste bu esnada Mahmud Abdulmecid gizli is tihbarattan bes kisiyi Benna'yi öldürmeleri için gönderdi. Ve Kahire'nin en büyük meydaninda Müslüman Gençler Teskilatinin önünde 12 Subat 1949 tarihinde Hasan el-Benna kursunlandi. Te davi için hastaneye kaldirildi. Bu arada Benna'ya müdahale edilmemesi ve kan kaybindan ölmesi saglandi.
Böylece ömrünün sonuna kadar teblig için çalisan Hasan el-Benna ruhunu tertemiz olarak Allah Teâlâ'ya teslim ediyordu. Cenazesini bir yasli babayla birlikte dört kadin kabre götürmüstü. Bölgede elektrikler kesilmis ve bu dört kadin dehset verici bir ortamda tanklarin arasinda Benna'yi götürüp defnetmislerdi. Bütün bunlar yetmiyormus gibi müslümanlar Benna'nin cesedini çikaripta gösteri yapmasinlar diye mezarinin basinda nöbet tutturuyordu.
Hasan el-Benna dünyayi terketmis Kral Faruk'ta Hasan el-Benna korkusundan rahata kavusmustu. O öldügünde çocuklarina ihtiyaçlarini giderecek bir sey birakmamisti. Hatta ev kirasini bile verecek durumlari yoktu.
Faruk, Hasan el-Benna'dan kurtulmustu ama geriye bir problem kalmisti. O da Ihvan-i Müsli minin Filistinde hala cihada devam eden mücahid gruplariydi. Bunlardan kurtulmak için Faruk, Misir tanklarina ve askerlerine Filistin'e hareket emri verdi. Maksadi oradaki Ihvan mensuplarini tutuklatmakti. Ve tanklar kamplarin etrafindaki duvarlari döverek mücahidleri ya teslim olmak ya da üzerlerine toplarin atilmasina razi olmak arasinda seçim yapmaya zorladilar. Mücahidlerde etrafin cehenneme çevrilmesini istemediklerinden teslim oldular. Oradan hapishaneye tasinan mücahidler böylece duvarlar arkasina terkediliyordu.
Gerçek su ki liderlikte büyüklügün belli bir ölçüsü yoktur. Bazen olur ki büyüklük ilmi yönden olur. Bazen büyük bir fatih veya kesifçi, ya da bir ruhi terbiyeci yahud da bir siyasi lider bü yük olabilir. Fakat kaliciligi bakimindan en büyük lider ümmeti yeniden insa eden, yeni nesille rin yetismesini saglayan ve tarihin gidisatini degistiren liderlerdir.
Iste Hasan el-Benna bu kalici liderlerden birisi, belki de yirminci yüzyilda Islâm tarihinde en göze çarpanlardandi. Onun bu büyüklügü sadece alim olusundan veya iyi bir hatipliginden ya da siyaset adami olusundan degil, Islâm davasini bina eden yeni bir nesil yetistirmesinden ve özelde Misir'in genelde de Islâm aleminin tarihini sars masindandir. Bu gün dahi onun siddetli sarsmasindan olaylar gidisatini degistirmektedir.
Misir'in yeni tarihini yazmak isteyen herhangi bir tarihçi, yahut Filistin meselesini yazmak isteyen birisinin Hasan el-Benna'yi yazmadan bu konulari yazamamasi onun büyüklügünü göstermeye kafidir.
Tarihçilerin her ne kadar Hasan el Benna hakkinda kendilerine özgü ayri ayri görüsleri olsa da, hepsi de olaylarin meydana gelisinde Hasan el-Benna'nin büyük tesirleri oldugunda ittifak etmektedirler.
Bu olaylar ki yarim asirdan günümüze kadar hala tesirini devam ettirmektedir. Isterse günümüzdeki insanlar onun kiymetini bilmesinler ve isterlerse onun hayatinda veya sehadetinden sonra da onu geregi gibi takdir etmemis olsunlar. Bu durum bütün liderler için böyledir. Insanlarin veya ileri gelenlerin onun kiymetini geregi gibi bilememeleri El-Benna'ya en ufak bir zarar veremez.
Gerçek su ki, Islâm önderleri tarihte hiç bir zaman insanlar bilsinler ve taktir edip methetsinler diye, çalismamislardir. Bilakis Islâm onlari öyle özel bir duruma getirmistir ki, tarihte bizden baska milletler bu önderleri pek bilemezler. Çünkü Islâm onlari ruhi terbiye ve büyük bir iman üzere yetistirir. Oyle ki o ruhaniyet özel bir anlayis kazandirmis, hayatin gerçek yönlerini ve varligin sirlarini ögretmistir.
Islâm onlari öyle yetistirmistir ki en üstün fedakarliklari yaparlar ve insanliga karsi çok büyük bir muhabbet beslerler. Iste Islâm önderlerini kendi aralarindaki bazi mizaç farkliliklariyla birlikte onlarin genel durumu budur. Onlar Allah rizasindan baska hiç bir sey de istemezler. Sadece Allah'in hesabindan korkar ve O'ndan sevap beklerler. Yalniz Allah'in indinde itibarlari olsun isterler. Hiç bir zaman kendileri için rahatlik ve huzuru talep etmezler, rahatligi ancak Allah'a kavusmakta ararlar. Onlarda söhret veya methedilmeyi isteme, yahut makam hirsi veya haset bulunmaz. Onlarin dünya hayati veya sehevi arzulari için herhangi bir is yapmalari müm kün degildir. Onlar insanlardan karanliklari kaldirmak için gönderilmis bir nurdurlar. Gökyüzün de devamli olarak parildarlar. Onlar yeryüzünde ki topraklara karismayan ve en yüksek bina ile en küçügüne dahi vuran bir günes subesi gibidirler.
Yeryüzündeki tüm ser güçler, sömürgeciler, krallar, partiler, Ezher Üniversitesi ve fesat ehli Hasan el-Benna ile mücadele ettiler. O da bütün bunlara karsi savasti. Halk bizzat kendi menfaatinden cahil kaldi. Hepsi de Hasan el-Benna'nin yolunu engellemek ve davasindan alikoymak için çalismalarina ragmen o, yüce daglar gibi, rüzgara ve balyozlara aldiris etmeden yoluna devam etti. O, yolunu tutmak için belki saga sola sallanmistir ama bütün tehditlere ragmen hiç bir zaman kasirgalardan etkilenerek davasindan geriye adim atmamistir. Dünya onun etrafinda kararmis olsa da, o hiç bir zaman zafere olan kuvvetli imanindan en ufak bir zayiflik göstermemistir. Karsi kuvvetler ne kadar çok olsa da ve ne kadar üzeri ne çullansalarda o, hiç bir zaman mücadelesinde yenilmemistir.
Bütün bunlara ragmen, tipki arkadaslarina oldugu gibi düsmanlarina bile gönlü açikti. O, hiç bir zaman düsmanlarindan birine karsi hasetlikten dolayi tiksinmemistir. Çünkü büyük insanlarin kalbinde hasede yol yoktur. Fakat onun tiksinmesi ve kerih görmesi, düsmanin batila sap masindan, fesadindan ve iftiralarindandi. Eger düsmani kötülük ve seryolurida gitmeye devam ediyorsa ve halkin menfaatlerine zarar veriyorsâ onlardan nefret eder tiksinirdi. Tipki hakka karsi inatlik eden basiretsizlik göstererek anlayissizlik yapan ve ahlaki bakimdan davayâ sikinti veren dostlarindan nefret ettigi gibi.
Fakat Benna bütün bunlara ragmen Rasûlullah'in Uhud günü yaraliyken ettigi su du ayi devamli olarak ediyordu: "Allah'im sen benim kavmimi hidayete erdir. Çünkü onlar bilmiyor lar." Düsmanlari devamli olarak ona karsi hile ve tuzaklari sürdürürken o da düsmanlarina karsi sürekli sefkat ve nasihata devam ediyordu. Benna'nin bu hali, ta onu her türlü kuvvetten, makamdan ve yardimcidan yoksun bir halde tek basina karanlikta vurarak öldürdükleri zamana kadar devam etti.
Evet onu öldürdüler. Onlar kuvvetli Benna ise zayifti. Onlar hükümran Benna ise bir kenara itilmisti. Onlar silahli, Benna ise eli bostu. Evet Benna'yi öldürdüler, simdi onlar katil ve mücrim, Benna ise mutlu ve saadet içinde.
Daha sonra onlar halkin merhametinden kovulurken, Benna Allah'in rahmetiyle bagislaniyordu. Onlar simdi bati ülkelerinde dagilmis vaziyette. Benna ise istirahatgahinda. Allah O'na ve tüm mücahidlere bol bol rahmet etsin. ( Amin.)
Yazan: Fethi Yeken
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Seyyid Kutub (1906-1967)
kutub.gif
Haci ibrahim Kutub'un oglu olan Seyyid Kutup, 1906'da Asyut kasabasina bagli Kalia köyünde dünyaya geldi. Babasi köyde, sayilan bir kisi ve Vatan Partisinin bir üyesi olarak bilinmekteydi.
O zaman bu partinin baskanliginda Mustafa Kamil vardi. Haci Ibrahim Kutup ziraatla ugrasir, elde ettigi mahsulün bir kismini satar bir kismini da fakirlere infak ederdi. Annesi ise çok mütedeyyin ve asil bir aileye mensup birisiydi. Seyyid Kutub'a terbiyesiyle, sevgi ve sefkatiyle çok tesir etmisti.
Seyyid Kutup'un Hamide ve Emine adli iki kiz kardesiyle Muhammed adinda küçük bir de erkek kardesi vardi. Daha Kahire'de okurken babasini kaybedince, annesinin ve kardeslerinin bütün mesuliyetleri onun üzerine yikilmis oluyordu. O cia bu durumdan oldukça sikilmisti. Bu sikintidan biraz olsun kurtulmak için, annesini Kahire'ye tasinmaya razi eder ve Kahire`ye tasinirlar.
1940'da annesinin ani vefati Seyid Kutup'u oldukça etkilemisti. Kendisini. hayatta yalniz hissetmeye baslar. Bu konudaki duygularini bizzat kendisi bazi kitaplarinda anlatmaktadir.

SEYYID KUTUB'UN HAYATININ DÖNEMLERI

Seyyid Kutup'un hayatini dört ana bölümde toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi dogumundan 1919'a kadar olan bölüm. Seyyid Kutup bu devrede babasinin itinali dini terbiyesi altinda yetismisti. Bir tarafta köylerindeki medreseye devam ederken bir taraftan da babasinin özel terbiyesindeydi. Daha on yasina gelmeden Kur'an-i Kerim'in tamamini ezberlemisti.
Seyyid Kutup'un hayatindaki ikinci dönem ise 1920 ve 1939 arasindaki zamani içermektedir. Bu dönemde Kahire'ye giderek liseyi bitirir ve üniversiteye "Darul Ulum"a girer. Darul Ulum'a girmesindeki maksadi arap dilinde ihtisas sahibi olmakti. Kardesi Muhammed Kutub'un "Küçük Çigliklar" adli kitabinin önsözünde de anlattigi gibi Darul Ulum'da dört sene okumustu. Burada okutulan dersler ise Tarih, Cografya, Arap edebi-
yati, Ingilizce, Sosyaloji, Matematik, Fizik, Felsefe ve dini ilimlerdi.
Seyyid Kutup'u okutan hocalarin basinda ise Mehdi Allame geliyordu. Bu zat Seyyid Kutup'un "Sairin hayattaki görevi" kitabinin ön sözünde sunlari diyor: "Seyyid Kutup'un benim talebem olmasi bana çok büyük bir mutluluk veriyor. Eger hayatta benim ondan baska talebem olmasa bile onun varligi mutluluk olarak kafidir."
Darul Ulum'dan mezun olduktan sonra Milli Egitim Bakanliginda müfettis olarak görev alir.
Fakat bir yazar olarak görevini daha iyi yapabilmek için görevde fazla kalmayarak istifa eder. Bu siralarda hemen hemen her konuda kendisini yetistirmek için okumaya daldigini görürüz. Özellikle arapçaya çesitli dillerden çevrilmis eserleri incelemekte ve degerlendirmeye tabi tutmaktaydi.
Çok geçmeden Seyyid Kutup da tipki Taha Hüseyin, Abbas Mahmut Akkad ve Mustafa Sadik Rafi gibi harika bir yazar,olarak ortaya çikiyordu.
Onun yazilari da tipki ötekilerinki gibi ayni gazete ve dergilerde yayinlanmaya baslamisti.
Seyyid Kutup'un hayatinin üçüncü merhalesini ise 1939 ile 1951 yillari olusturmaktâdir. Bizim görüsümüze göre bu dönem ayni zamanda Seyyid Kutup'un Islâmi düsünceye dönüsünün de bir baslangici oluyordu. 1939'da "El-Muktatif' dergisi O'nun "Kur'an da Fennî Tasvir" adli bir makalesini yayinlamisti. Seyyid Kutup bu yazisinda bazi ayetlerden örnekler vererek Kur'an'daki sanatsal güzellikleri ve onun üstün icazini ortaya koyuyordu.
Bu yazisiyla ayni zamanda Kur'an'da icaz olayini inkar eden Akkad'in görüslerinden de ayrilmis
oluyordu. 1945 yilinda ayni konuda iki kitap yayinladi.
Seyyid Kutup bu kitaplarinin, almis oldugu dini terbiyenin bir semeresi oldugunu açikça itiraf etmekte, Kur'an'in uslubu ve harikaligiyla kendisini uyandirdigini kabul etmektedir. O'na göre ilmi Kelamin uslubu olan cedel, dinde pek neticeye götürmemektedir. Çünkü akil Kur'an'in inceliklerini ve harikaliklarini tam olarak anlamaktan acizdir. Arkasindan "Sahrada" adli bir kasidesini yayinlayan Seyyid Kutup, burada her seyin bir tertip ve ölçüye göre yaratildigini anlatmaktadir.
1946'da "Iste Sahtekarlik" diye bir kitabi daha yayinlandi. Bu kitabinda Abdullah Ali el-Kasimi ile iki konuda tartisiyordu. Bunlardan birisi "Insanin yaratmak konusundaki gücü" ikincisi ise "Insanin dinlere inanmasiydi". Akkad ve onun gibileri makalelerinde genelde Abdullah Ali'nin kitabini, dolayisiyla fikirlerini medhederken Seyyid Kutup siddetle tenkit ediyordu. Çünkü Abdullah Ali dinin hayatin gerçeklerine ters oldugunu, dine
tabi olanlarin gerilediklerini, özellikle Islâmin insani gerilettigini savunuyordu. Iste bundan dolayi Seyyid Kutup Abdullah Ali'nin demogojilerine yazdigi kitapda hücum ediyor, tenkit ediyor ve onlari çürütüyordu.
7 Ekimn 1946 da Seyid Kutup'un Islâmi fikre baslangiç olarak degerlendirilen "Konum Dersleri" adinda bir makalesi daha yayinlanmisti. Seyyid Kutup bu makalesinde Misir'in toplum yapisinin, siyasi, ahlaki ve sosyal yönlerden tenkidini yaparak, müslümanlari çalismaya çagiriyordu. Toplumun islahi için ne yapilmasi gerekiyorsa müslümanlarin yapmak zorunda olusunun Kur'an'in emri oldugunu söyleyen Kutup delil olarak Al-
lah'in su ayet-i kerimesini gösterip tefsirini yapiyordu: "Sizden iyiligi emreden, kötülükten sakindiran, bir topluluk olsun. Iste asil kurtulusa erenler onlardir. "

ISLAMA DOGRU YÖNELIS
.
21 Ekim 1946 bu günkü medeniyeti tenkit ederek onun manevi degerlerden soyutlanmis, sadece maddi bir medeniyet oldugunu delillerle açikliyordu. 1948'in sonlarinda ise "Islâmda Sosyal Adalet" kitabini yayimladi. Kutub bu kitabinda insanligin arzu ettigi gerçek sosyal adaletin Islâmda oldugunu ve hakiki adaletin Kur'an'in
gölgesinden baska hiç bir yerde olmadigini açik açik anlatarak hayatin her alaninda oldugu gibi edebiyatin dahi Islâmi ölçülerden kaynaklanmasi gerektigini vurguluyordu.

1949'da Amerika'ya giden Kutub iki buçuk yil kaldi. Amerika'da kaldigi bu müddet içersinde Misir'daki arkadasi Tevfik el-Hakim'e gönderdigi mektuplarda Amerikan toplumunu ve medeniyetini devamli olarak tenkit ediyordu. Çünkü ; bu medeniyette ruhi degerlerden hiç bir sey yoktur, diyordu. Ayni mektuplarinda "El Melik" adli kitabini da tenkit ediyordu. Çünkü Kutup bu kitabi Islâmi fikirlerle yogrulmadan çok önce yazmisti.
Iste Seyyid Kutup arkadasina yazdigi mektuplarda bu kitabinin tenkidinde, "keske kitabin konusu Yunan felsefesine göre degilde, Islâmi ruhla yazilmis olsaydi. Insallah gelecekteki konular, hayata, kainata ve insana özel bir bakis açisi olan Islâmdan kaynaklanir" diyerek temennilerini de bildiriyordu.
Buna göre diyebiliriz ki Seyyid Kutup'un bu tarihten sonra edebiyata bakis açisi degismistir. Çünkü hayatinin önceki dönemlerine baktigimizda edebiyati din ile ilgisi olmayan bir güzellik olarak degerlendirmekteydi. Fakat simdi her seyin oldugu gibi edebiyatin da tüm konularini dogrudan dogruya Islâmdan almasi gerektigini söyle-
mektedir.

1951 ile 1965 yillarini kapsayan zaman parçasi ise hayatindaki dördüncü merhaleyi olusturuyordu. Kutup bu dönemde edebiyattan tamamen siyrilarak Ihvan-i Müslimin teskilatina katilmisti. Abdulhakim Abidin'in anlattigina göre Seyyid Kutup artik Ihvanin bir fikir elemani olmustu.
Gerçi yönetici olarak Ihvanda hiç bir makami yoktu ama iyi bir müntesip olarak Ihvanin gazetelerinde ve dergilerinde halki devamli olarak Islâma davet ediyordu. Bir ara, 1954'deki tutuklanmasindan önce "Ihvan-i Müslimin" adli gazetede yazi isleri müdürlügü yapmis, orada yazdigi yazilari bir araya getirerek birçok kitaplar olusturmustu.
Bu kitaplardan birkaçini burada zikretmeden geçemeyecegiz:
1- Islâm ve Dünyaya bakis
2- Iste Din Budur
3- Istikbal Islâmindir.

Kutup ayrica Ihvan-i Müslimin gazetesinde din ile devlet islerini birbirinden ayirarak dini siyasetten uzak tutan laik düsünceyi de siddetle tenkit eder, siyaset baskadir, din baskadir sloganinin bir hikaye oldugunu söyliyerek Islâmda böyle bir sey olmadigini haykirir. Çünkü Seyyid Kutup "Islâmin kalplerde bir inanç ve hayat için
bir kanun oldugunu" vurguluyordu.
Ezher üniversitesinin Kur'an-i Kerim'i tefsir etmede taklidi tutumunu da açikça tenkit eden Kutub bu konuda söyle diyordu:
"Bu gün bütün dünya sosyalizm ve kapitalizm gibi belirli sosyal fikirlerin pesinde gitmektedir. Onun için Ezher üniversitesi Islâmi kültürü her yönüyle halka götürmelidir. Ibadette, inanç ve hayatin her alaninda, Islâmin kendisine has, her türlü noksanliklardan uzak ölçülerinin oldugunu izah etmelidir. Ister siyasette olsun, ister iktisatta ve ister cezalarda olsun Islâmin hayatin her konusu için ölçüler koydugunu anlatmali ve Islâmi günlük hayata hakim kilmak için çalismalar yapmalidir.

SEYYID KUTUB'UN SEHADETI

Seyyid Kutup Islâma inanmis ve inandigi davanin gerçeklesmesi için de bir çok çalismalar yapmis büyük bir mücahitti. 27 Kasim 1954'de, Ihvan-i Müslimin Misir devlet baskani Cemal Abdunnasir'a suikast girisimiyle itham edildiginde Seyyid Kutup'da Ihvan-i Müslimin saflarina katilmisti.
Bundan dolayi Ihvan-i Müslimine mensup birçok müslümanla birlikte Seyyid Kutup'da tutuklandi. Yapilan yargilamanin neticesinde Seyyid Kutup'a agir islerde çalistirilmakla birlikte on bes sene agir hapis cezasi verildi. Artik Seyid Kutup Kahire'den bir kaç km. uzakta "Limanneze" hapishanesinde yasamaya baslamisti. On sene hapis yattiktan sonra o zamanin Irak devlet baskani Abdusselam'in Abdunnasir'i ziyaret ederek
Seyyid Kutup'u serbest birakmasini istemesi üzerine Kutub 1964'de serbest birakildi.
Hapisten çikan Kutub 1965'de "Yoldaki Isaretler" adli kitabini yayinlayinca tekrar tutuklanir.
Bu tutuklamada yine Ihvan-i Müsliminden bir çok müslüman vardi. Gerekçe olarakta Ihvan-i Müsliminin devlete karsi darbe girisimini ileri sürerek Ihvani ve Seyyid Kutup'u darbecilikle itham ediyorlardi.
22 Agustos 1966'da Seyyid Kutup'a idam cezasi verildiginde, Assam el Attarin kitabinda anlattgina göre Kutub bu karari tebessüm ve Allah'a kavusmanin verdigi büyük bir mutlulukla karsilamisti. Muhammed Ali Eenna'nin dedigine göre Seyyid Kutup'un asilmasina asil sebep "Yoldaki Isaretler" adli kitabi idi.
Seyyid Kutup'a verilen bu idam karari, Islâm alemine yayildiginda Pakîstan'da Karaçi içinde Cemaati Islâminin mepsuplari tarafindan bir yürüyüs tertiplenmis ve olay kinânarak Abdunnasir'dan karari yeniden gözden geçirmesi istenmistir.
Ayrica yine Pakistan'da "Meclisi Nizami Islâm", "Cemaati Islâmi", "Cemaati Avami"de bu karari ayni sekilde kinamislardi. Diger taraftan Ingiltere'de Rabitatül Islâm, Lübnan'da "Cemaati Islâm" teskilati, Ürdün'de birçok dini sahsiyetler, Sudan'da Seyyid Allal El Fasi ve Istiklal partisi baskani Ahmet el-Hatib, Irak'taki Rabitanin
baskani Seyh Emcek Eczzehavi ve bir çok Islâm alimleri Abdunnasir'i bu kararindan dolayi kinamis ve vaz geçmesi için ikaz etmislerdi.
Bütün bunlara ragmen 9 Agustos 1967 sabahi Lübnandaki "Ennebar"gazetesiyle Misir'daki "El-ehram" gazetesi idam haberini su cümlelerle veriyorlardi.

"...Çelik migferli askerlerden bir grup hazirlanip, agir silahlar artirilarak Kahire hapishanesinin etrafinda bir hisar olusturuldu. Gazetecilerin hapishaneye girisi yasaklandi. Seyyid Kutup idam edildikten sonra da gazetecilerden bölgenin terk edilmesi istendi."
Seyyid Kutup bir çok kiymetli kitap yazmisti. Basta Kur'an-i Kerimin bir tefsiri olan "Fizilal-i Kur'an" olmak üzere hemen hemen her konuda eseri vardir. Özellikle Islâmi konularda, edebiyat ve egitim konularindaki eserleri daha çoktur.
Bunlardan hemen hemen hepsi de türkçeye çevrilmistir.

Allah ondan ve onun gibi mücahidlerden razi olsun.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
TABERÎ
H. III-IV (M.9-10) asırlarda yetişmiş, fıkıh, hadis, tarih, dil, tefsir ve kırâat ilimlerinde otorite olmuş âlim.
Tam adıyla Ebû Cafer Muhammed ibn Cerîr et-Taberî. Taberistan'ın mul şehrinde 224/838 yılı sonlarında dünyaya geldi, ilk tahsilini burada yaptı. Yedi yaşında hafız oldu, dokuz yaşında hadis ezberlemeye başladı.
İlim tahsili için Rey, Basra, Kûfe, Medine, Suriye ve Mısır gibi şehir ve ülkeleri dolaştıktan sonra, hilâfet merkezi olan Bağdad'a yerleşti. Kaynaklar onun hocaları ve talebeleri için uzun bir liste vermektedir. Zamanında hadis, fıkıh (Hanefi, Şâfiî ve Mâlikî fıkıhları), kırâat, tarih ve edebiyat sahalarında meşhur olan birçok âlimden ders aldı, yetiştikten sonra da bütün bu ilimlerde eserler verdi. Kırk sene süreyle, her gün kırk varak yazmak suretiyle, son derece hacimli eserler meydana getirdi.
Zamanındaki birtakım mezhep mensuplarınca Râfîzîlik ve Şîîlikle itham edilmiş olmakla birlikte, bu vasıfları yoktur. Bunlar, müfrit ve mezheplerinde mutaassıp kimseler tarafından ortaya atılmış iddialar, hatta iftiralardır. Çünkü, Taberî'nin eserlerinde onun, ne Râfizî ne de Şîî olduğuna delâlet edecek ifadeler ve bilgiler ya almaktadır.
Fıkıhta önceleri Şafîî mezhebine mensup iken, sonradan mutlak müctehidlik mertebesine ulaşmıştır. Kaynaklar onun, Cerriyye adında sonraları ortadan kalkmış olan bir mezbebin imamı olduğunu kaydeder. Onu, Râfizlikle itham edenler de Hanbelî mezhebi mensupları olup, bu düşmanlıkları, Taberî'nin, onların imamı Ahmed İbn Hanbel'i bir fıkıh imamı değil de hadis âlimi kabul etmesine kızdıklarından olmalıdır. Kaynaklar Taberî'nin, Ahmed İbn Hanbel'den ilim almak üzere Bağdat'a geldiğini ve fakat ancak onun vefatından sonra Bağdat'a ulaşabildiğini, bunun üzerine memleketine dönmeyerek Basra'da tahsiline devam ettiğini belirtiyorlar. Bu yüzden iki imam arasında herhangi bir husumet olmadığı gibi Taberî, İmam Ahmed İbn Hanbel'in değerini ve mertebesini inkâr etmiş de değildir.
Taberî, 310/923 yılında Bağdat'da vefat etmiş ve muhaliflerinin çokluğu sebebiyle, ölümü gizli tutularak geceleyin vefat ettiği eve defnedilmiştir. Kabrinin başka yerde olduğu (meselâ Mısır gibi) şeklindeki haberler ise sağlıklı değildir. Taberî'ye ait olduğu iddia edilen kabirler ona ait olmayıp belki de onun adına kurulmuş ziyaret makamlarıdır.
İmam Taberî'nin te'lif ettiği eserlerin birçoğu kaybolmuş ve zamanımıza kadar ulaşamamıştır. Fakat bize kadar ulaşan eserlerinin bile bir ömre sığdırılması zordur ve Taberî'nin büyüklüğünün en büyük delilidir. Taberî'nin eserlerinden bazıları şunlardır.
1- Târîhu'l-Ümem ve'l-Mülûk: Taberî'nin doğuda ve batıda haklı bir şöhrete ulaşmasına ve "Tarihin Babası" ünvanı verilmesine sebep olan genel tarihidir. Taberî bu eserinde yaratılıştan kendi zamanına kadar olan olayları rivayet senedleriyle birlikte kaydetmiştir. Tarih ilminde en önemli kaynaklardan biri olarak kabul edilir. Daha sonra gelen tarihçiler onun verdiği bilgileri ya aynen almış, ya da özetleyerek vermişlerdir. Birçok dile ve bu arada Türkçe'ye de tercüme edilmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Şark İslâm Klâsikleri serisi içinde neşrine başlanan Türkçe tercümesinin basımı henüz tamamlanamamıştır.
2- İhtilâfu'l-Fukahâ: Bu eser İhtilâfu Ulemâi'l-Emsar f Ahkâmi Şerâii'l-İslâm adıyla 1933'de yayımlanmıştır.
3- Letâifu'l-Kavl f Ahkâmi Şerâii'l-İslâm: Usûl-i fıkha dair yazdığı bir eserdir.
4- Kitâbu'l-Kırâât ve Tenzîlu'l-Kur'an.
5- Kitâbu Şerhi's-Sünne: Mezhebî ve itikâdî konuları ihtiva eden eser Mısır ve Bombay (1321)'da basılmıştır.
6- Kifâbu Adâbi Menâsiki'l-Hacc.
7- Kitâbu'l Mûciz fi'l-Usûl.
8- Kitâbu'l-Garîb ve't- Tenzîl ve'l-Aded.
9- Kitâbu Âdâbi'l-Kudât.
10- Câmiu'l-Beyân an (fî) Te'vîli Âyati'l-Kur'an: 270/883 yılında tamamladığı bu eseri Taberî Tefsiri olarak da bilinir. Taberî, çok meşhur bir tarihçi olması kadar, "Rivâyet tefsirlerinin anası" olarak kabul edilen bu tefsiri ile de şöhret bulduğu için, bu tefsiri hakkında biraz daha geniş bilgi vereceğiz.
Taberî Tefsiri
Câmiu'l-Beyân, rivâyet tefsirlerinin ilki ve en önemlisi sayılır. Kendinden sonraki rivâyet tefsirlerinin kaynağı durumundadır. Ancak dirayet tefsiri yönünden de küçüksenemiyecek derecede bilgiler ihtiva eder. Subkî'nin et-Tabakâtu'l-Kubrâ'sında kaydettiğine göre Taberî, bu tefsirini çok uzun kaleme almış ve fakat yine kendisi daha sonra kısaltarak bugünkü hacmine indirilmiştir .
Taberî bu tefsire bir mukaddime ile başlar. Mukaddime'de Kur'ân ile ilgili bazı konulara yer verir. Kur'ân'ın nâzil olduğu Arapça'nın özelliklerinden ve lehçelerinden söz eder. Tefsir ve Te'vîli açıklar. Kur'an'ı, kendi re'yi ile tefsiri yasaklayan hadisleri, peşinden de Kur'an tefsirine teşvik eden hadisleri ve sahabeden Kur'an-ı tefsir edenleri zikreder. Tâbiûndan Kur'an tefsiri makbul olanlarla tefsiri kabul edilemeyecek derecede zayıf olanları sayar. Daha sonra Kur'an'ın isimlerinin, surelerinin ve ayetlerinin te'vîline geçer.
Taberî, eserine "Tefsir" değil de "Te'vîl" adını vermiştir. Ayetleri tefsire başlarken de aynı- isimlendirmeyi sürdürür ve "el-kavlu f te'vli kavlihî Teâlâ" diyerek ayeti zikrederek, sonra o ayeti tefsir eder. O ayetin tefsiri ile ilgili olarak kendine ulaşan muhtelif rivâyetlerden birbirini destekleyenleri aynı anlamda olan veya birbirini tamamlayan rivâyetleri peşpeşe senedlerini de zikrederek serdeder. Bu rivâyetlerde "merfû, mevkûf, maktû hadis" (Hz. Peygamber'den, sahâbeden, tâbiûndan nakledilenler) sırasına riayet eder. Eğer bu ayetin tefsirinde birden fazla görüş varsa, bu görüşleri ve delilleri olan rivâyetleri ayrı başlıklar altında verir.
Ancak o, tefsire dair rivâyetleri saymakla yetinmez; gerek rivâyetlerin senedlerini, gerekse metinlerini tenkide tabi tutar, zayıflık ve kuvvet nokta-i nazarından inceleyerek aralarında tercihler yapar.
İhtiyaç duyduğu yerde âyetlerin gramer tahlillerine girişir, âyetlerden çıkarılacak fıkhî hükümlere, bu fıkhî hükümlerin dayandığı delillere temas eder, bu hükümlerden tercih ettiklerine ve tercihine sebep olan delillere işaret eder.
Eserde yer yer kırâatlere, bunlardan şâz* olanlarına da işaret edilir. Kırâat* farklılıklarına göre âyetlerin kazandığı anlamlar da verilir.
Taberî tefsirinde yer yer İsrâiliyyât'a da rastlanır. Bu konudaki rivâyetlerini daha ziyade Ka'bu'l-Ahbâr, Vehb İbn Münebbih, İbn Cüreyc ve Süddi'ye dayandırır. Ancak İsrâiliyyât'a dair verdiği haberleri senedleri ile birlikte kaybettiği için bu haberlerin tahkiki ve araştırılması daima mümkündür .
Taberî, özellikle kelime izahlarında, garib lafızların tefsirinde eski Arap şiirinden büyük ölçüde istifade etmiş, izahlarına cahiliye devri şiirinden çokça deliller getirmiştir.
Câmiu'l-Beyân'da kelâm ve akîde konularında da azımsanmayacak derecede bilgi vardır. Müfessir, eserinden ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebini destekler; Kaderiyye, Mu'tezile, Mücessime, Müşebbihe gibi ehl-i sünnete muârız mezheblerin görüşlerini reddeden açıklamalara ve te'villere yer verir.
Özetle İbn Cerîr bu eserinde kendinden önceki müfessirlerin hemen bütün görüşlerini, o zamana kadar teşekkül etmiş olan Abdullah İbn Abbâs (öl. 68/687-688), Abdullah İbn Mes'ûd (öl. 32/652), Ali İbn Tâlib (öl. 40/660), Übeyy İbn Ka'b (öl. 19/640)'a dayanan tefsir ekollerinin müfessirlerinden ve diğer müstakil âlimlerden elde ettiği bütün rivâyetleri toplamış, böylece büyük bir "Tefsir Ansiklopedisi" meydana getirmiştir. Bu arada Mukâtil, İbn Bükeyr ve Kelbî gibi tefsirde zayıf kabul edilen âlimlerden nakilde bulunmamaya da dikkat etmiştir.
Câmiu'l-Beyân'ın muhtelif baskıları vardır. En yaygın olanı 30 cüz halinde ve kenarında Neysâbûrî (öl. 728/1 328)'nin "Ğarâibu'l-Kur'an ve Ragaibu'l-Furkan" adlı tefsiri bulunan baskısıdır.
Mahmûd Muhammed Şâkir ve Ahmed Muhammed Şâkir eserin tahkikli neşrine başlamışlarsa da, Ahmed Muhammed Şâkir'in vefatı ile 16. ciltde kalmıştır. Tahkiki biten ciltler Mısır'da Dâru'l-Maârifçe neşredilmiştir. Camiu'l-Beyan'ın birçok yönü üzerinde çeşitli mastır ve doktora tezleri yapılmıştır. Ayrıca Hasan Karakaya tarafından Türkçeye tercüme edilen eseri yayınlanmaya hazır hale getirilmiştir.
Bedreddin ÇETİNER
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36

NESEFÎ
Meşhur Hanefi fıkıh, kelam ve tefsir alimi.
Mâverâünnehir bölgesinin yetiştirdiği seçkin âlimlerden Hâfızuddîn Ebul-Berekât Abdullah İbn Ahmed en-Nesefi (öl. Ağustos 1310). Özbekistan'ın türkçe adıyla "Karşı" diye bilinen Nesef şehrinde dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir. Nesef şehrinin bulunduğu bölgeye "Soğd" adı verilmektedir. Nesefi'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Birçok eserinin İslâm âleminde meşhur ve yaygın olması, medreselerde asırlar boyu okutulmuş olması yanında hayatı, tahsili ve yetişmesi hakkında da yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak yazdığı eserlere bakarak onun, Fıkıh, Usûl-i fıkıh, Kelam (Usûlu'd-dîn), Hadis ve Tefsir'de çok iyi tahsil gördüğünü söylemek mümkündür.
Fıkıh'ta hocaları Bedruddîn Hâherzâde (öl. 651/1253) ve Hamîduddîn ed-Darîr Ali İbn Muhammed el-Buhârî (öl. 666/1267-1268)'dir. Ayrıca Şemsul-Eimme Muhammed İbn Abdüssettâr el-Kerderî'den de ders almıştır.
Tahsilini bitirdikten sonra muhtelif şehirlerdeki medreselerde, bu arada Kirman'daki el-Kutbiyye es-Sultâniyye medresesinde müderrislik yapmış ve bu derslerinde kendi eserlerini de okutmuştur. Talebelerinden Muzafferuddîn Ahmed İbn Ali es-Sââtî (öl. 694/ 1294) ve Hüsâmuddîn Hüseyin ibn Ali es-Siğnâkî (öl. 714/1314) özellikle fıkıh sahasında meşhurdurlar.
Nesefi gerek ilim tahsili için, gerekse yetiştikten sonra muhtelif seyahatler yapmışsa da sadece Bağdad'a yaptığı seyahat bilinmektedir. Bu seyahatinde Bağdad'da kaldığı sürede İmam Mergınânî (öl. 593/1196)'nin el-Hidâye adlı eserini şerhettiği kaynaklarda kaydedilmektedir (Lüknevî, el-Fevâidul-Behiyye fı Terâcimil-Hanefıyye, Mısır 1324, s.102). Vefatı da bu yolculuğundan dönüşte İzec şehrinde 710/ 1310 yılında olmuş ve oraya defnedilmiştir.
Ebul-Berekât daha ziyade bir Hanefi fakîhi ve usulcüsü olarak bilinir. Hattâ bazı kaynaklarda onun, mezhebde müctehidlerin sonuncusu olduğu kaydedilir (Lüknevî, el-Fevâidul-Behiyye, s. 102). Zaten en meşhur eserleri de füru' ve usûlü ile Fıkıh sahasındadır. Hemşehrisi Ebû Hafî Ömer en-Nesefi (ö. 537/1142) kadar olmasa bile Kelam sahasında da kıymetli eserler meydana getirmiştir.
Nesefi, itikadda o zamanda bölgede yaygın durumdaki Mâtürîdî mezhebine mensup olup yine o bölgelerde, müslümanların kafalarım karıştırmaya çalışan Kerramiyye ile, bundan daha önemli ve etkili olan Mu'tezile mezhebi ile mücadele etmiş ve bunlara karşı Ehl-i Sünnet'i müdafaa etmiştir.
Tesbit edilen yirmi bir eserinden önemli ve meşhur olanları şunlardır:
1. el-Vâfi. Hanefi fıkhı üzere fürûul-fıkha dair bir eseridir.
2. el-Kâf: el-Vâfi adlı kendi eserinin şerhidir ve 684/ 1285 yılında tamamlamıştır.
3. Kenzu'd-Dekâik: Hanefi fıkhında dört muteber eserden (el Mütûnul erbaa) biri olan bu eseri el-Vâtî adıyla yazdığı fürûu fıkha dair eserinin hülâsasıdır. Yaygın olarak meydana gelen hâdiselere verilen fetvaları içerir. Herhalde medreselerde okutulmak üzere ders kitabı olarak hazırlanmış ohnahdır. Zaten asırlar boyunca medreselerde okutulmuş, Hanefî fıkıh âlimlerince çok tutulmuş ve birçok şerhi yapılmıştır (Bu şerhler için bk. Bedreddin Çetiner, Ebul-Berekât Abdullah İbn Ahmed en-Nesefî ve Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vil Adlı Eseri, Basılmamış doktora tezi, Erzurum 1984, s. 30-33).
4. Menârul-Envâr: el-Menâr fil-Usûl adıyla da bilinir. Usûle dair kısa ama son derece meşhur bir eserdir. Bu eserin de birçok şerh ve hâşiyeleri vardır. İlk şerhi de yine müellif tarafından Keşfu'l-Esrâr adıyla yapılmış olup 1316'da iki cilt halinde neşredilmiştir. Şerh ve hâşiyelerinin sayısı 24'ü bulmaktadır.
5. Şerhul-Kasîdetü'l-Lâmiyye fi't-Tevhîd: Kelâm sahasında İmamul-Harameyn Muhammed İbn Osman el-Ûşî (öl. 569/1173)'nin Kasîdetul-Lâmiyye'sinin şerhidir.
6. Umdetul-Akâid: Kelama dairdir. İlk şerhi el-l'timâd adıyla yine kendisine aittir. Bunun dışında yedi şerhi daha vardır.
7. Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl: Nesefi Tefsiri olarak bilinen tefsiridir.
M.1220 yıllarında başlayan, başta Mâverâünnehir bölgesi olmak üzere hemen bütün İslâm ülkelerini tahrip eden, kütüphaneleri yok eden, ilim erbabını halktan ayırmadan katleden Moğol istilâsının hemen akabinde Mâverâünnehir'de yetişen âlimler arasında mümtaz bir mevkiye sahip olan Ebu't-Berekât en-Nesefi hemen bütün İslâmî ilimlerde zirveye tırmanabilen nâdir âlimlerdendir. Türk olmasına rağmen eserlerini zamanındaki teâmüle uyarak bütün müslümanların ortak dili olan Arapça ile yazmıştır.
Nesefî Tefsiri
Eser, bir dirayet tefsiridir. Kısa, özlü, kolay anlaşılır bir arapça ile kaleme alınmıştır. Ebul-Berekât, bu tefsirinin özelliklerini tefsirin çok kısa olan mukaddimesinde şöyle belirtir:
"İsteğine icabet etmem taayyün eden bir zât benden te'vîlâta dair orta hacimli bir eser yazmamı istedi. Bu kitab, i'râb (dilbilgisi tahlilleri) ve kırâât vecihlerini toplayacak, bedî ve işârât ilimlerini ihtiva edecek, Ehl-i sünnet vel-Cemâat'ın sözlerini içine alacak, bid'at ve dalâlet ehlinin bâtıl görüşlerinden uzak olacak, usandıracak kadar uzun, anlamı bozacak derecede kısa olmayacaktı. Hazer ve sakınma yolunu tutup buna beşerin gücünün yetmeyeceği düşüncesiyle adımımı bir ileri atıyor, bir geri alıyordum. Ama sonunda birçok engele rağmen Allah'ın izniyle bu esere başladım ve kısa bir sürede de tamamladım" (Medâriku't-Tenzîl, Mısır t.y., 1, 2).
Bazı kaynaklarda bu tefsirin Zemahşerî (öl. 538/1143)'nin el-Keşşâf adlı tefsirinden özetlenmiş olduğu iddia edilirse de belki ondan çokça istifade ettiği söylenebilir. Bir de Keşşâf'taki mu'tezile mezhebini teyid eden açıklamaları ve te'villeri ayıklamaya çalıştığı görülüyor.
Tefsir gramer ağırlıklıdır. Ayetlerin dil yönünden tahliline çokça yer verilir. Tefsirde Arap dil bilgisinin tefsirle birlikte verilmeye çalışıldığı açıkça sezilir. Eserde mütevatir kıraatlere (el-Kıraatul-Aşr) işaret edilir. Çoğu zaman da kıraat farklılıkları tefsirde malzeme olarak kullanılmaz. Şâz kıraatlara yer verilmez. Halbuki kendisinden özetlendiği iddia edilen el-Keşşâf tefsirinde şâz kırâatlere çokça yer verilir ve bu şâz kıraatlerden te'vilde yararlanılır.
Eserde çok hadis kullanılmakla birlikte (Kur'an'ın hadisle tefsiri), rivayet tefsirlerinde görülen metodla değil de sadece ayetlerin tefsiri ile ilgili kısımları alınmış, bazan da hadisler manâ olarak verilmiştir. Az olmakla birlikte hadislerin bulunduğu eserlere işaret edildiği de vakidir. Sûrelerin ve bazı ayetlerin faziletlerine dair verdiği hadislerin birçoğunun ihtiyatla karşılanması gerekir. Bu tefsirde uydurma hadis olmamakla birlikte zayıf hadislerin bulunduğu söylenebilir. Öte yandan az da olsa isrâiliyyâta rastlanır ama çoğunlukla bunların isrâiliyyâttan olduğuna işaret edilir.
Bu arada Nesefî, tefsirine birçok tarihî olay ve kıssayı da almış, çokça istifade ettiği Zemahşerî'nin el-Keşşsâfının aksine mutasavvıfların görüşlerine eserinde yer ermiş; zaman zaman tasavvuf kokan, tasavvuf neşvesi bulunan ahlâkî sözler ve açıklamalarla tefsirini süslemiştir. Onun, el-Hasenul-Basrî (öl. 110/728), Sâbit İbn Eslem el-Bunânî (öl. 127/744), Mâlik İbn Dînâr (öl.131/748), İbrahim Edhem (öl. 161/778), Cüneyd-i Bağdâdî (öl. 279/908); Zünnûn el-Mısrî (öl. 245/858), Sehl İbn Abdullah et-Tusterî (öl. 283/912) ve Huseyn İbn Mansûr el-Hallâc (öl. 309/922) gibi ilk devir sûfîlerinden eserinde nakillerde bulunduğunu görüyoruz. Bu, her ne kadar onun herhangi bir tarikata müntesib olduğunu göstermese de, sûfilere bir sevgi beslediği ve onların meşrebine meylettiğinin delilidir. En azından eserini özetlediği iddia edilen Zemahşerî gibi tasavvufa karşı değildir.
Zamanına kadar ki müfessirlerden ve bu arada Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ı, Fahreddin er-Râzî (öl. 606/1210)'nin Tefsîr-iKebîr'i, İmam Mâtürîdî (öl. 333/944)'nin Te'vîlâtul-Kur'an'ı, Zeccâc (öl. 311/923) ve el-Ferrâ (öl. 207/823)'nın Maânil-Kur'ân'ları gibi belli başlı tefsirlerden ve gerek Sahabe, gerekse Tâbiûn devrinin meşhur müfessirlerinden nakillerde bulunmuş, onların tefsire dair görüşlerini kısaca vermiş; bir ayetin tefsirinde birden fazla açıklama varsa çoğunlukla bunlar arasında tercihte bulunmadan hepsini sıralamayı tercih etmiştir. Ancak onun, tefsirdeki zayıf görüşleri "kîle = denildi ki..." şeklinde verdiği gözden kaçmıyor. Garîbul-Kur'an'a dair açıklamalarını çoğunlukla sahabe devri müfessirlerinden İbn Abbâs'a dayandırır.
Nesefi bu eserinde nüzûl sebeplerini vermeye ayrı bir özen gösterir. Bazan birden fazla nüzûl sebebi zikrederse de bunların bir kısmı "o ayetin hükmü içine giren birtakım münferid olayları hikâye" kabilindendir.
Eserin müellifi Mâtürîdî, Hanefi mezhebine mensup olduğu için tefsirde bu mezheblerin görüşleri Kur'an'dan delillendirilmeye çalışılmış; diğer mezheblerin ve özellikle amelî konularda Şâfiî mezhebinin, itikâdî konularda Mu'tezile ile diğer Ehl-i sünnete muarız mezheblerin görüşleri tenkid, red ve çürütülmeye çalışılmıştır. Ancak Mu'tezile'nin fikirleri çürütülmeye çalışılırken yapılan te'villerde Mutezilenin (yani el-Keşşâf müellifinin) kullandığı ifadeler aynen alınmıştır ki bu da Mu'tezilî fikirlerin çürütülmesinde pek başarılı olamadığı neticesine götürür.
Nesetî, Kur'an-ı Kerim'de neshin varlığını kabul ettiğini bu tefsirinde gösteriyor. Ancak mensûh olduğu iddia edilen birçok ayetin aslında mensuh olmadıklarını, nâsihleri ile aralarının telifinin mümkün olduğunu söyler. Öte yandan hurûf-u mukattaa gibi bazı müteşabihlerin te'viline dair kendisinden önceki müfessirlerin söylediklerini yorumsuz olarak verir. Bu arada özellikle Allah Teâlâ'nın sıfatları ile ilgili müteşâbih ayetlerin teviline girişmez. Bunları te'vile yeltenen Mu'tezile, mücessime, müşebbihe gibi mezheblerin tevillerini şiddetle reddeder. Bu da Nesefinin Ehl-i sünnet akîdesine sıkı sıkıya bağlı olduğunun bir göstergesidir.
Medâriku't-Tenzîl ın muhtelif dünya kütüphanelerinde çok miktarda yazma nüshası olup Hindistan'da, Mısır'da ve Türkiye'de defalarca basılmıştır. En yaygın baskıları dört cilt halindeki Mısır ve altı cilt halindeki Mecmau't-Tefâsîr içindeki Türkiye baskılarıdır.
Hind âlimlerinden Muhammed Abdülhak el-Hindî bu esere el-İklîl adıyla bir hâşiye yapmış ve bu hâşiye 1336'da Hindistan'da dört cilt halinde basılmıştır.
Bu tefsir asırlar boyunca -özellikle kısa bir tefsir olduğu için- medreselerde okutulagelmiştir. Halen de bazı İslâm ülkelerindeki üniversitelerde (el-Ezher Üniversitesi gibi) ders kitabı olarak okutulmaktadır.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ABDÜRRESID IBRAHIM (1857-1944m.) Efendi
Salih Okur

TAKDIM

“Bir Abdürresit gibi, evine veda edip, çikip gitmeli. Ve bir daha da gelmemeli. Eger bugün Asya’da irsad adina üç bin tane, dört bin tane insan gidip; ölür, geriye gelmezse, Asya’da kirk milyon insan dirilir.” (***)
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
20. yüzyilda Islamin derdini bütün agirliginca sirtinda hisseden bir çok kamet vardir. Ikbal, Mehmed Akif, Bediüzzaman, Hasan el Benna vs...Bunlarin arasinda basdöndürücü aksiyonuyla büyük dava adami Abdürresid Ibrahim’i en baslarda saymak gerekecektir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Mustafa SiBAi (1915-1964)


1915’te Suriye’nin Humus kentinde dünyaya gelen Mustafa Sibai, soylu ve ilmi bakimdan zengin bir aileye mensuptu. Babasi ve dedeleri nesiller boyu büyük camide hatiplik yapagelmislerdir. Mustafa Sibai yetisme esnasinda ilk etkilenmeyi alim ve mücahid bir hatip olan babasi “Hasaneyn esSibai”den almisti. Babasi ülke düsmanlarinin gözünde çok önemli bir konuma sahipti. Suriye’de emperyalistlere karsi verilen istiklal hareketini benimseyenlerin ve destekleyenlerin basinda geliyordu. Hatta bu yolda mücahidleri yönlendirmede ve Fransizlara karsi silahli mücadelede Mustafa Sibai’nin babasinin oldukça büyük payi vardi. Tagutlara, dikta rejimlere ve emperyalistlere karsi silahli mücadeleler vermisti. Hasaneyn Sibai diger yandan hayir cemiyetlerine yardimda, fakirlere ve ihtiyaçlilara destek olmada da hizmetler verdi.
Babasinin bu yönleri Mustafa Sibai’ye yetismesinde çok tesirli olmustu. Mustafa Sibai’nin yetistigi zor sartlar onun daha ilk senelerden itibaren vatan için fedekarliklara katlanmasina, Allah’in dini ugruna cihada atilarak, düsmanlarla savasmasina sebep olmustu.
Bu mücadeleli hayati hiç bir zaman onu ilmi çalismalar yapmaktan alikoymamis, aksine ilim tahsiline de çok önem vermisti. Babasiyla birlikte devamli olarak alimlerin olusturdugu ilim meclislerine gider ve onlarin ilmi birikimlerinden istifade ederdi.

MUSTAFA SIBAI’NIN TAHSILI

Mustafa Sibai tahsil hayatina Kur’ani Kerim’i ezberlemekle baslayarak ilkokul çagina kadar babasinin yaninda temel bilgileri aldiktan sonra “Mesudiye” medresesine girer. Ilk tahsilini üstün bir basariyla tamamladiktan sonra 1930’da liseden parlak bir talebe olarak mezun oldu. Hocalari onun çok büyük bir alim olacagini bekliyorlardi.
Büyük bir zekaya sahipti. Çok uyanik ve hazir cevap oldugu için hocalari, akrabalari ve onu taniyan herkesi hayrete düsürüyordu. Okuldaki derslerinde en ufak bir aksatma yapmadigi gibi ayrica çesitli ilmi toplantilara da katiliyordu. O zaman bu gibi toplantilari Mustafa Sibai’nin babasi Humus alimleriyle birlikte organize ediyordu. Bütün bunlarin disinda o Humus’un alimlerine giderek onlardan istifade ediyordu. Mesela Humus müftüsü Seyh Tahir elatasi derslerine devam ettigi üstadlarindan biri oluyordu. Bunun yaninda Zahit Atasi, Muhammed Yasin, Abdusselam ve Enes Kelalib’de yine ders aldigi üstadlarindan bir kaçiydi. Derslerinin ve gittigi toplantilarin yanisira, okumaya ve arastirmaya da çok düskündü. Talebeligi esnasinda bir çok defalar Büyük Camideki cuma hutbelerini o okurdu. Çünkü babasi bu camide hatiplik yaptigi için o da babasinin yerine bu hutbeleri okurdu. Mustafa Sibai ilmi olarak bu durumdayken yasi daha onsekizdi.
Ondaki güzel uslub, üstün zeka, olgun akil, açik fikri ve cesareti onu ülkesinde üstün bir dereceye yükseltmisti. Ilmi olarak belirli bir noktadan sonra kendisini seri ilimlerde daha fazla yetistirmek için Misir’a giderek Ezher üniversitesine giren Sibai 1933’de bu üniversitenin Fikih bölümüne baslar. Ondaki ilmi olgunluk herkesi sasirtmis ve adi artik arkadaslarinin ve hocalarinin dillerinde dolasir olmustu. Daha sonra bu bölümü bitirip “Usulid din”kismina geçen Mustafa Sibai burasini da üstün bir dereceyle bitirdikten sonra doktoraya baslar.
Doktorasini Islâm hukuku dalinda yapan Sibai 1949’da yazdigi kitabi Ezher’in ileri gelen hocalari önünde büyük bir ilmi cesaretle tartisarak doktor ünvanini alir. Konusunu dinleyen komisyon onun ilmi inceligine ve tartistigi konuya olan hakimiyetine hayran kalmislardi. Çünkü bütün görüslere ve müstesriklerin ortaya atmis olduklari tüm süphelere karsi ilmi cevaplar vererek peygamberin sünnetine karsi düsmanlik besleyenleri susturuyordu.
Öyle ki Mustafa Sibai’nin doktora tezi olarak “Sünnetin Islâm Fikhindaki Konumu” adiyla yazmis oldugu kitap, konusunda bir müracaat kaynagi olarak her arastirmaci, her alim ve her talebe için sünnetin Islâm fikhindaki konumunu müdafada en etkili bir silah oluyordu.

SIBAI’NIN ÇALISMA VE DERS VERME HAYATI

Merhum ilmi yayginlastirdigi ve faziletli talebelerinin yetismesine vesile oldugu için ders vermeye çok büyük ragbeti vardi. Çünkü mesuliyetini idrak edebilecek bir neslin yetismesinin ancak egitimle mümkün olabilecegini iyi biliyordu. Ancak böyle bir nesil ülkeyi emperyalistlerden ve onlarin biraktigi kötü tesirlerden kurtarabilirdi. Bu mesuliyetlerin en basi ise Filistin’in kurtarilmasiydi ki her seyden evvel geliyordu. Iste her seyiyle iyi yetismis bu nesil toplumlarini saglam ahlaki esaslara dayanan kaideler üzerine bina edebilirdi. Bütün bunlari düsünen Sibai ders okutmayi tercih ederek arapçanin gramer inceliklerini ve dini terbiye usullerini Humus medreselerinde okutmaya baslar. Daha sonra Sam’a intikal eden Sibai, orada kendisine bagli kardeslerle birlikte bir medrese kurmaya baslayarak terbiye yolunda hedeflerini gerçeklestirmeyi planlar. Çünkü hükümete ait okullarin programlarinda bu terbiyeyi verecek kapasiteyi görememektedir. Ustelik bu okullar gerçek terbiye usullerini de kaybetmislerdi.
Bundan dolayi bir de Sam’da arapça dilinin inceliklerini hedef alan bir lise açar. Daha sonra Islâm Medeniyeti Cemiyeti de Üstad Sibai’nin idaresine katilinca bu lisenin ismi “Islâmi Arap Lisesi” olarak degistirilir. Bu lise günümüze kadar hala egitimine devam etmektedir. Fakat su anda belirli sebeplerden kurucusuyla hiç bir alakasi yoktur. O zaman yalniz bu liseyle yetinmeyip çesitli kazalara da bu lisenin subelerini açmisti. Üstad Sibai bu lisenin ilk müdürüydü. Onun zamaninda bu liselerden bir çok talebe mezun olarak egitim ve diger görevlerde vazife yapmislardi. Bu liseler ilmi ve ahlaki bakimdan mesuliyetini en iyi bir sekilde idrak edebilecek pek çok talebe yetistererek ülkenin en hayirli okulu durumuna gelmisti. Fakat üstadin üstün kabiliyeti ona bu lisedeki görevinden daha büyük bir mesuliyeti yükleyerek onu Sam üniversitesi Hukuk fakültesinde hocalik yapmaya zorlar.
Böylece 1950’de üniversite hocaligina tayin edilen Sibai ders vermede hocalar arasinda en üstün seviyede birisiydi. Bu yeni görevide Üstad’in ilmi kudretini tam kapliyamamisti. Onun ülkeye karsi hissettigi mesuliyet duygusunun üstünlügü, ilmi olgunlugu ve Islâmi çalismalara olan düskünlügü ondan daha fazla isleri bekliyordu. Bu sefer üstad Islâmi ilimlere mahsus müstakil bir seriat fakültesinin kurulmasini düsünmeye basladi.
Bu fakülte tipki üniversitelerdeki diger fakülteler gibi bagimsiz olacak fakat Islâmi konularda alim yetistirecekti. Bununla Islâm ümmetine ve tüm insanliga asrimizda ve gelecekte ilerleme ve hayir takdim etmeyi istiyordu. Bütün engellemelere ragmen bu fakültenin açilisi 1955’de tamamlanmis Sibai de ilk dekani olmustu. Dekanligin yani sira yine hukuk fakültesindeki hocalik görevini ve diger mesuliyetlerini sürdürüyordu. Üstad Sibai seriat Fakültesine dekan oldugu andan itibaren diger üniversitelerde bu fakültenin düsüncesi paralelinde olan tüm hocalarla yardimlasmis ve onlardan da bu konuda istifade etmisti.

ÖRGÜTSEL ÇALISMALARI

Mayis 1945 de Fransizlar ülkeye karsi düsmanliklarini ve zulümlerini tekrar estirdiklerinde Sibai’de Humus da silahli mücahidlerin basinda Fransiz emperyalistlerine karsi cihad etmeye baslamisti. Bu direniste ilk mermiyi de Sibai atarak kendisi ve adamlarinin kahramanliklari ve cesaretleri, Fransizlarin kalblerine korku salmis, onlari yenilgiye ugratmisti.
Yirminci yüzyilin baslarina kadar Sam ülkeleri diye bilinen Suriye, Lübnan ve Filistin bölgelerinde Islâmi düsünce açik ve net olarak ortaya koyulmamis ve asrinin kültürüyle Islâmi ilimleri birarada toplayacak bilgili Islâm davetçileri henüz yetistirememisti. Sadce bazi dini bilgileri elde etmis alimler, tarikat erbablari ve bazi cemiyetler vardi. Onlar da çalismalarini sadece Islâmin bazi yönlerini izaha ve yasamaya hasretmislerdi. Mesela Islâmin ahlaki yönüne davet ederler diger yönlerine ihtimam göstermezlerdi. Ayrica bu cemiyetler toplumun problemlerini çözmekten de çok uzaktaydilar. Diger taraftan bu cemiyet ve tarikatlar davetleri esnasinda dine sokulmus bir çok hurafe, bidat ve sapikliklara da çagirmaktan geri kalmiyorlardi. Iste bu durum Islâmi ve onun bazi yönlerini temsil edenleri toplumdan ve onlarin problemlerini çözmekten uzak tutuyordu. Bu durum karsisinda Mustafa Sibai Islâmi tüm yönleriyle anlayan, yasayan ve ona samimi inanarak davet eden ve yeryüzünde kuvvet yerine hakkin hakim olmasini saglayacak bir cemaatin varligina ihtiyaç olduguna inanarak böyle bir cemaati olusturmak için insanlara hedeflerini açiklamis ve onlari bir bütün olarak Islâma davet etmeye baslamisti. Mustafâ Sibai’nin bu çagrisina bir çok topluluklar süratle iltifat ederek etrafinda halkalanmislardi. Ama ülkenin o zamanki sartlari ona pek firsat vermemisti. Suriye’de emperyalistler ve onlarin yerli usaklari bu davetin yolunu tutuklama, iskence ve hapislerle engellemeye çalisiyorlardi. Onlar kuwetli bir Islâmi hareketi ortaya koyabilecek güçlü bir cemaati hiç bir zaman istemiyorlardi. Fakat bütün bunlara ragmen Mustafa Sibai ilk olarak bazi Islâmi cemiyetleri Humusta ve diger mintikalarda açmâya baslamisti bile. Kurdugu bu teskilatlarin arasinda Humus’ta “Rabitatuddiniyye” Sam’da “Muhammedin Gençleri” ve “Müslüman Gençler”i sayabiliriz. Mustafa Sibai Suriye’deki Islâmi çalismalarini 1933 senesine kadar sürdürerek ayni yil daha yüksek bir egitim yapabilmek için Misir’a gitmisti. Kahire’ye yerlesir yerlesmez hemen büyük islam davetçisi Hasan elBenna ile irtibata geçti. Onunla görüsmeden önce Benna hakkinda ve onun Islâmi cihadi konusunda çok seyler duymustu. Bu büyük davetçi; üstün liderligi ve samimi çalismalariyla Ihvani müslümini ortaya koymus, her türlü zorluklara ragmen Misir’da Islâmi düsüncenin boy salmasini saglamisti. Dr. Mustafa Sibai, Suriye’ye döndükten sonra oradaki çalismalarina öncekinden daha hizli ve daha organizeli basladi. Hareketin bir halk hareketi olmaktan çikartilip ayni zamanda bir teskilat hareketi de olmasi gerektigine inaniyordu. Bunu gerçeklestirmek için ileri gelen üyelerin seçimiyle ise baslâyarak, Misir’daki Islâmi hareketin ismiyle yani “Ihvani Müslimin” adiyla Suriye’de bir teskilat kuruyordu.
1945 yilinda Ihvani Müslimin cemaatini resmen ilan eden Sibai, kurucu heyet tarafindan hayati boyunca bu teskilatin genel murakibi olarak seçilmisti. Cemaat Sibai’ye beyat ederek idareyi onun üstün hikmet ve derin ilmi selahiyetine teslim etmis, o da en zor zamanlarda bile çok ustaca cemaatini yöneterek Islâmi hareketin Suriye’de kök salmasini basarmisti. Özellikle gençleri akli ve ruhi yönden yetistirmede çok önemli çalismalari olmus kendi ilmini ve tecrübesini aktararak onlarin her yönden olgunlasmalarini saglamisti. Bir ara hastalanmasina ve iyice yaslanmasinâ ragmen hiç aksatmadan degerli görüs ve tecrübeleriyle teskilati yönlendirmisti.
1948 yilinda Birlesmis Milletler Filistin’in taksim edilmek suretiyle Israil ve Filistin olarak iki ayri devlet kurulmasi kararini onaylamis, en büyük cürümünü islemisti. Üstelik Kudüs’ü de Israil’e düsen kisma birakarak Filistinin yarisindan fazlasinda Israil devletin’in resmen kurulmasi kararini almisti.
Böylece yahudi, gasbettigi topraklarda bir gasip degil de sanki mesru bir hak sahibiymis gibi devlet kurma hakkini Birlesmis Milletler nazarinda elde etmis oluyordu. Her türlü hak ve adalet ölçülerinin çignenmesine ragmen Yahudi Filistin topraklarinda haklilik rollerine bürünmüs, müslümanlarin varliklarini ve haklarini bilmemezlikten gelmisti.
Bu durum karsisinda Arap devletleri ve tüm müslüman halk ayaga kalkarak yahudiye karsi savasa girmek için Filistin’e gitmeye can attilar. Mustafa Sibai Suriye’de müslümanlarin en basinda gelen biri olarak Filistin’i kurtarmak ve kardeslerinin gasbedilmis haklarini geri almak için Suriye’nin sehir ve köylerinde Filistin için gönüllü toplamaya basladi. Güneyinden Filistin’de yakin huduttan, kuzeyde Türkiye hududuna, dogudan Irak sinirindan batida Suriye sahillerine kadar tüm ülkeyi dolasarak Suriyeli gençleri yahudiye karsi cihada çagirir. Müminlere mukaddes topraklarda cennetin kapilarinin açildigini müjdeleyerek, onlarin askini arttiriyordu. Filistin’e gidince de en ön saflarda bizzat kendi yetistirdigi Ihvani Müslimine ait gençlerin komutanligini üstlenmisti. Bu gençleri “Allah yolunda ölmek en büyük temennimizdir” ölçüsüne göre yetistirerek cihad için hazirlamisti. Beytül Mukaddesi savunmak maksadiyla Kudüs’ün kalbi olan mintikayi kendisine merkez edinen Sibai mücahidleriyle beraber savas meydanina dalarak, müslümanlarin ilk kiblesi olan ve su anda üç mukaddes mescidin üçüncüsü olan mescidi Aksayi korumak için can aliyor ve can veriyordu. Savas evden eve caddeden caddeye kiyasiya devam ederken Sibai ve mücahitleri de kâhramanlik örnekleri gösteriyorlardi. Bu mukaddes cihadda Sibai’nin etrafindaki yüzlerce mücahid sehid düserek Allah için yasamanin hedefine ulasiyorlardi.

SIBAI’NIN GAZETECILIKTEKI ÇALISMALARI

Mustafa Sibai çok enerjik ve hareketli birisiydi. Her türlü Islâmi çalismayi yapabilecek bir kabiliyeti oldugu için hemen hemen her alanda hayirli çalismalari baslatmis ve büyük basarilar elde etmisti. Onun yapamayacagi ve üstesinden gelemeyecegi bir is yoktu. Normal çalismalarini sürdürürken basin ve yayinin kamuoyunu olusturmada ve teskilat elemanlarini yetistirmede çok tesirli bir silah oldugunu hissederek 1947‘de “El Menar” adinda bir gazete çikartarak bu silahtan Islâmin lehine istifade etmisti. Fakat çikartilan bu gazete 1949 da Suriye’de gerçeklesen inkilaba kadar devam edebilmisti. Inkilaptan sonra yayini durdurulan “ElMenar” 1955 yilina kadar bir daha çikartilamamisti. Bu tarihten sonra Suriye’nin siyasi atmosferi normale dönünce Üstad Sibai’de “Es Sihab” adinda haftalik ve siyasi bir baska gazete çikartarak bu gazetenin hem yazi islerinden ve hem de genel siyasetinden sorumlu olarak müslümanlara hizmet vermeye baslar.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Selamün aleyküm..Hayırlı günler inşallah gerisi gelcek .
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Hindistan'da doğup büyümüş ve burada imanî hizmetlerde bulunmuş büyük İslâm alimlerindendir. Hayatı boyunca Peygamber Efendimizin (asm) Sünnetini esas maksat telâkki edip, bu şekilde yaşamaya çalışmıştır. Aralarında, asrının müceddidi olarak kabul edilen Mevlânâ Halidi Bağdadî gibi büyük şahsiyetlerin bulunduğu çok sayıdaki mümtaz şahsiyete ders vermiş ve yetişmelerine vesile olmuştur. Nakşibendi tarikatına mensup olup, hocasının vefatı üzerine yerine geçmiş ve çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Risâle-i Nur'da, Mevlânâ Halidi Bağdadi'nin Delhi'ye giderek kendisinden mânevî feyiz aldığı ve Nakşibendi tarikatına intisap ettiği belirtilmektedir. (Barla Lahikası, s. 117) Künyesi Abdullah bin Abdullatif Dehlevî şeklindedir.
Abdullah, 1743 yılında Pencap'ta doğdu. Babası alim, salih bir kimse olarak tanınan Abdullatif Efendidir. Abdullatif Efendinin, rüyasında Hazret-i Ali'yi (ra) gördüğü ve doğacak çocuğuna kendi adını vermesini istediği rivayet edilmektedir. Bu isteğe uyan baba, daha sonra dünyaya gelen oğluna Ali adını verdi. Ali büyüdükten sonra, Yüce Sahabenin isminden, ona olan büyük hürmet ve sevgisinden ötürü kendisine Ali ismiyle hitap edilmesini istemiyordu. Bundan dolayı ismini soranlara, Ali'nin hizmetçisi anlamına gelen Gulam-ı Ali şeklinde cevap verince, bu lakabıyla anıldı ve tanındı. Ancak, daha sonraları Peygamber Efendimizi rüyasında görünce, kendisine "Abdullah" ismiyle hitap edildiğini gördükten sonra, Abdullah adıyla da anıldı. Bu gelişmelerden sonra her iki isimle de tanınıp meşhur oldu.
Abdullah küçük yaştan itibaren üstün bir zekaya sahip olmasıyla dikkat çekti. Kur'ân-ı Kerimi çok kısa bir süre zarfında ezberledi. Aldığı dini ilimlerin yanında fen ilimlerini de öğrendi. Delhi'de Abdülaziz Dehlevî'den hadis derslerini alırken, Kadiri şeyhi Nasirüddin'den de tasavvuf derslerini aldı. Şeyh Nasirüddin'e intisap etmek istediyse de şeyhin erken vefatından ötürü bu isteği gerçekleşmedi. Bu tarikatın diğer ileri gelenlerinden istifade etti. Yirmi iki yaşına gelinceye kadar onların sohbetlerinde bulundu. Derslerini takip etti ve eğitimlerinden geçti.
Abdullah, daha sonra Nakşibendi tarikatı şeyhi olan Can-ı Canan Mazhar'ın yanına giderek ona talebe oldu. Şeyhin yanında yirmi iki yıl gibi çok uzun bir süre kalarak hizmetinde bulundu. Bu hizmetini şeyhin bir Şii tarafından öldürülmesine kadar devam ettirdi. Şeyhinin vefatından sonra da onun yerine geçti. Çok kısa zamanda etrafta ismi duyulmaya başlandı ve şöhreti kısa sürede yayıldı. İlminden istifade etmek isteyenlerin akınına uğradı.
Abdullah Dehlevî'nin feyzinden ve ilminden istifade eden birçok talebesi oldu. Bu talebeleri arasında müceddid olarak kabul edilen Mevlânâ Halid-i Bağdadi gibi büyük şahsiyetler de yer almaktadır. Ondan ders alan diğer büyük zatlar; Ebû Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ Besâretullah, Mevlânâ Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Can, Mevlânâ Fadıl Gulam, Mevlânâ Şeyh Sadullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerim, Mevlânâ Şeyh Gulam Muhammed, Mevlânâ Abdurrahman, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Magribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed Münevver gibi meşhur ve büyük şahsiyetlerdir.
Abdullah, kendisine gelenlere sadece tasavvuf bilgisini vermekle yetinmedi. Bunun yanında tekke ve zaviyelerde hadis, fıkıh, tefsir gibi İslam ilimlerini de ders olarak okuttu. Anadolu, Suriye, Irak, Hicaz, Horasan ve Maverünnehir gibi muhtelif yerlerden gelen insanlar, ilim ve feyzinden istifade etmek için ziyaretine geldiler. Kendisinden ders almak için Delhi'ye gelenlerden birisi de asrının müceddidi olan Halid-i Bağdadi Hazretleridir.
Risâle-i Nur'da, Halid-i Bağdadi ile birlikte Abdullah Dehlevî Hazretlerinin ismi de zikredilmektedir. Halid-i Bağdadi'nin Delhi'ye gittiği 1224 tarihi, Abdullah Dehlevî'nin yanına gidip manevi feyiz alması ve buradan ayrıldıktan sonra müceddidliğe başlaması hatırlatılmaktadır. Hicri on ikinci asrın müceddidi olarak kabul edilen Halid-Bağdadi ile Bediüzzaman arasındaki yüz yıllık tarihi tevafuklar da sıralanmakta ve buradaki benzerliklere dikkat çekilmektedir. (Barla Lahikası, s. 116-119)
Halid-i Bağdadi'nin Hindistan'a yönelmesi, Abdullah Dehlevî'nin feyzinden istifade etmek için Delhi'ye gitmeden evvel başından geçen ilginç bir hadise anlatılmaktadır; Dini vecibesini yerine getirmek maksadıyla Hicaz'a giden Mevlânâ Halid burada Peygamber Efendimize (asm) Farsça bir kaside yazdı. Hicaz'da görüştüğü büyük bir alimden nasihat isteyince Mekke'ye gitmesini, ama burada karşılaşacağı ve edep dışı gibi görünen şeylere hemen müdahale etmemesini tembih etti. Bu tavsiyeyi alan Mevlânâ Halid, bir Cuma günü Kâbe-i Şerife sırtını çevirip oturan birisini gördü. Dayanamayıp müdahale etti. Yaptığı edep dışı hareketin sebebini, Kâbe'ye niçin sırtını döndüğünü sordu. Mümine, hürmetin ehemmiyetini hatırlatan söz konusu şahıs, daha sonra kendisine yapılan nasihatı ne çabuk unuttuğunu hatırlattı. Bunun üzerine özür dileyen Mevlânâ Halid-i Bağdadi, ayrıca o zattan kendisini talebe olarak kabul etmesi ricasında bulundu. Bu istek üzerine, söz konusu şahsın Hindistan'a gitmesini tavsiye ettiği, orada bulunan büyük şahsiyetten ders alması telkininde bulunduğu ve tavsiye edilen büyük alimin de Abdullah Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir. (http://www.dinibilgiler.org/)
Abdullah Dehlevî, talebelerine, özellikle namazın ehemmiyeti konusunda ısrarlı telkinlerde bulundu. Namazın cemaatle kılınmasını tavsiye etti. Bütün ibadetlerin namaz içinde toplandığını, namaz kılınınca Kur'ân-ı Kerim okunduğunu, Peygamber Efendimize (asm) salavat getirildiğini, günahlara tövbe edilerek, kişinin ihtiyaçları ve arzuları için Allah'a niyazda bulunduğunu söyledi. Bu arada, kâinatta mevcut diğer varlıkların da kendilerine özgü bir tarzda ibadet ettiklerini de belirtti. Namazın müminin miracı olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkıldığını ve bunun da büyük bir nimet olduğunu, insanı yücelttiğini ifade etti. Ayrıca, Peygamber Efendimizin de hadislerinden örnekler vererek, "Gözümüzün nuru ve lezzeti namazdadır" hadis-i şerifini hatırlattı.
Seksen küsur yıl gibi bereketli ve semereli bir ömür yaşayan Abdullah Dehlevî bu süre zarfında çoğu zaman maddi sıkıntı içinde yaşadı. Ancak, bu durumundan hiçbir zaman şikayetçi olmadığı gibi, bu duruma kanaatkâr bir şekilde sabredip davranılmasını şeref olarak addettiklerini belirtti. Kendisinin ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanması maksadıyla, hükümdar ve bilahare vali Emir Han maddi yardımda bulunma teklifinde bulundularsa da bu teklifleri kabul etmedi. Rızkın kefilinin Cenâb-ı Hakk olduğunu, "Gökte de rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır" (Zariyat; 22) meâlindeki Âyet-i Kerimeyi hatırlattı.
Abdullah Dehlevî, uzun süren iman ve irfan hizmetinin hitam bulduğu 1824 yılında Delhi'de vefat etti. Cenâzesi, üstâdı Cân-ı Cânân Mazhâr'ın yanına defnedildi.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ABDURRAHMAN EL-HAZİNİ
(1100-1160 tahm.)
Astronom ve fizikçi
Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL

Kaynaklarda zaman zaman İbn Heysem, Ebu Ca'fer el-Hazin ve Ebü'l-
Fazl el-Hazimi ile karıştınlan Abdurrahazin el-Metvezi'nin Bizans asıllı
kölesidir. Sahibinin Merv sarayında hazin (hazinedar) olmasından dolayı
el-Hazini nisbesiyle tanınmıştır .
Efendisinin sağladığı imkanlarla, devrinde mümkün olabilen en iyi eği-
timi gördü, özellikle felsefe ve matematik tahsil ederek, bu konuda kendi -
sini mükemmel bir şekilde yetiştirdi. Daha sonra Melikşah'ın oğlu Sultan
Sencer devrinde (1118-1157) bir ilim ve edebiyat merkezi haline gelen
Merv'de, sarayın desteğiyle çalışma ve araştırmalarını yürüttü.
Hazini'yi ilim dünyasına tanıtan ve astronomi ile ilgili en önemli ve en
güvenilir bir eser olarak kabul edilen Zic'ini Sultan Sencer için hazırladı ve

Mizan'ül Hikme'den alınan bir kantarın örneği. Kantarın kolu üzerinde bir hesap
cetveli bulunmaktadır. Bunun sağında çatal ve iki merkez vardır. Bunlardan biri
altın, diğeri ise gümüş içindir. Bunun altında bir çengel bulunmaktadır. Tartıların
altında yüzler, onlar, birler ve kesirlere ait olmak üzere büyük, orta ve küçük top-
Iar vardır. Bunların altında, bazan topların hangi tartıya ait olduğuna dair yazılar
bulunur. Kefenin sol yukarısında topların yerleştirilmesi için talimat vardır. Re-
simde kantarın parçaları görülmektedir.

.

yine onun hazinesinde kullanılmak üzere, kendisine her çağın ilmi alet ya-
pıcıları arasında mümtaz bir mevki kazandırmış olan ''mizanü'l-hikme'' adı-
nı verdiği bir hidrostatik terazi yaptı. Bu terazi sayesinde metallerin ve taş-
ların saf olup olmadıkları, iki elementten meydana gelen alaşımlarda metal-
lerin karışma oranları bulunabiliyordu. Bu terazi hassasiyet yönünden daha
önce yapılanlardan çok üstündü. Abdurrahman el-Hazini, aynı zamanda ri-
yazet yolunu takip eden dindar bir kimseydi; bir derviş gibi giyinir , çok az
yer ve evinde tek başına yaşardı. Bir defasında Sultan Sencer, 1000 dinar
ihsanda bulunur. Fakat o cebinde 10 dinar olduğunu ve bunun da kendisine
uzun süre yeteceğini söyleyerek bunu kabul etmez.
Öğrencilerinden yalnız,Hasan es Semerkandi'nin adı bilinmektedir.
Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip olamadığımız Abdurrahman el -Ha-
zini'nin, yapmış olduğu çok önemli ve değerli çalışmalar yeterince incele-
nip araştırılmış değildir. Kendinden önceki araştırmacılara çok bağımlıdır
ve özellikle Biruni ve Asfizari'den alıntılar yapmıştır; ancak bu konularda
olan derin bilgisi de inkar edilemez.

İLMi HİZMETLERİ
Ona göre ağırlık, cismin bünyesinde bulunan, bir kuvvet olup onun ar-
zın merkezine doğru hareketine sebep olur ve özgül ağırlığına bağlıdır.
İslam dünyasında orjinal gözlemler yapmış, yirmi astronomdan biri olan
Hazini'nin Zic'i, Biruni ve Hayyam'inkilerden sonra kullanılmaya başlan-
mış, ondan sonra da Nasurittin et-Tusi, Kutbüttin eş-Şirazi, Kaşi ve Uluğ
Bey'in zic'leri kullanılmıştır. Cisimlerin düşmesindeki hızla, zaman ve me-
safe arasındaki münasebetleri detaylı bir şekilde inceledi.
Biruni gibi, o da birçok sıvı ve madenlerin özgür ağırlıklarını tesbit etti.
Bunları gösteren cetveller düzenledi. Bunun için özel bir alet yaptı.
Mizan (terazi), kantar, ölçü aletleri ve kaldıraçlar hakkında ilmi açıkla-
malarda bulundu. Yazdığı kitabında bunlar, hakkında geniş bilgiler verdi.
Miza'üI-Hikme adlı eserinde fiziğin tarihini yazdı.

Dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça suyun daha fazla yoğunluğa sa-
hip olduğunu ileri sürdü. Bu konuda deneyler yaptı. Aynı, hipotezi Batılı
bilgin Roger Bacon (1214-1294) 100 sene sonra kadar genişletti.
Selçuk ülkesinin enlem ve boylamlarını hesapladı. Birçok yerlerin kıb-
lesini tesbit etti.

Dirayetli bir tabiat bilgini ve fizikçi olan Hazini, mizan, kapan, mantar ,
karastum denilen teraziler üzerinde uzun boylu çalışmalar yaptı. Teraziyi
dahiyane bir ölçü haline getirdi ve ona el- Mizan'ül Cami adını verdi. Bu
hususları içine alan kitabına da ''Kitabü Mizan'il Hikme'' ismini koydu.

ESERLERİ:
1. Kitabü Mizan-l-Hikme, en önemli eseri olup, 1121'de hidrostatik te-
razisi münasebetiyle kaleme alınmiştır. Terazinin yapımı, kullanımı, teorik
esası ve onunla ilgili diğer konuları ihtiva eder. Dört Arapça yazma nüsha-
sı bulunmuş ve 1940'ta Haydarabad'da basılmıştır. Eser, daha önce İngiliz-
ce'ye tercüme edilmiş (1859) ve ayrıca muhtasar bir Farsça tercümesi Ter-
ceme-i MizanüI-Hikme adıyla Tahran'da yayınlanmıştır.
Eser, sekiz kitaptan meydana gelmektedir. Birinci kitap, hidrostatik te-
razinin geometri ve fizikle ilgili ilkelerini, ikinci kitap, ağırlıkların dengesi
ve teraziler hakkındaki genel bilgileri, üçüncü kitap, metallerle değerli taş-
ların ve diğer cisimlerin özgül ağırlıklarının nasıl bulunacağını, dördüncü
kitap, yukarıdaki konularda Arkhimides, Menelaus, Ebu Bekir er-Razi ve
Hayyam tarafından ortaya konulan gelişmeleri, beşinci ve altıncı kitaplar,
terazinin parçalarını, yedinci ve sekizinci kitaplar ise, hidrostatik teraziler
üzerinde yapılan değişiklikleri, diğer özel teraziler ile ilgili bilgileri ve bir-
çok tablo ve diyagramı ihtiva etmektedir.
Bu eser, ortaçağda yazılan en ünlü mekanik kitaplarından biridir; ancak
terazi ve baskül yapımcılan, terazi kullanan tüccarlarve kontrol memurla-
rı için bir el kitabı olmaktan öte gidememiştir. çünkü onu takip eden başka
çalışmalar yapılmamış ve bu bilim dalı geleneksel ilimler arasında gelişe-
meyip kaybolmuştur.

2- Ez-zicü'l-mu'teberu's-Senceri es-Sultani. Eserin bir nüshası Vatikan
Sarayı'nda, diğer bir nüshası British Museum'da, bir ''seçmeler'' nüshası, da
Tahran Sipehsalar medresesi kütüphanesinde bulunmaktadır. Ayrıca Süley-
maniye Kütüphanesi'nde bizzat Hazini'nin Vecizü'z-zic adıyla yaptığı öze-
tin bir nüshası vardır. Hazini, bu eserinde, gezegenlerin gözlenebilen ve he-
saplanan durumlarını karşılaştırmış, aralarındaki 'birbirine uymayan nokta-
ları tesbit etmiştir:
Eserdeki tablolarda, 1130 yılı dolaylarında. Yıldızların gökyüzündeki ko-
nuları ile Merv şehrinin enlemi bulunmakta, ayrıca takvim bilgileri, müba-
rek günler, hükümdar ve peygamberlerle ilgili tarihler de yeralmaktadır
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Abdurrahman Tağî
(1831-1886 m.)
On dokuzuncu yüzyılda yaşamış Şark’ın büyük alimlerindendir. Ömrünün önemli bir kısmı Hizan’ın Tağ Köyünde geçtiği için Tağî (Tahî) nispesiyle anılmıştır. Ayrıca, Nurşinî, Üstad-ı Azam ve Seyda lakaplarıyla tanınıp şöhret olmuştur. Aslen Siirt’in Şirvan ilçesinden olup, daha sonra Nurşin’e yerleşmiş ve büyük hizmetlerde bulunmuştur. Risale-i Nur’da kendisinden övgüyle söz edilmiştir. Yetiştirdiği talebe ve tesis etmiş olduğu hizmet tarzıyla ilim ve irfanın yayılması noktasında büyük hizmeti olmuştur. Ayrıca, ismi Bediüzzaman’ın ders aldığı hocalar arasında da geçmiştir.
Abdurrahman, 1831 yılında Şirvan’da doğdu. Babası Molla Mahmud Efendi, annesi Hz. Hüseyin (ra) soyundan geldiği nakledilen Meyâsin hanımdır. Hem annesi hem de babası mütedeyyin olup, Peygamber Efendimizin sünnetine son derece bağlı idiler. Daha küçük yaşlardan itibaren anne ve babasının dikkatini çeken Abdurrahman’ın yetişmesi için büyük bir gayret gösterdiler. Bahusus dedesi Molla Muhammed de eğitimine özel önem vererek ilmi ve manevi yönden iyi yetişmesini istedi. Torununa; ailemizde ilmin babadan oğula geçmesine rağmen, oğullarından hiçbirisinin kendisindeki ilmi talep etmediklerini, ilmi açıdan varisinin kendisi olduğunu ifade etmiştir.
Abdurrahman, erken yaşlarda eğitime başladı. Özellikle hadis, fıkıh, tefsir gibi ilim dallarında iyi bir eğitim gördü. Aldığı terbiyenin etkisiyle akranları arasından farklılığı ile dikkatleri üzerine çekti. Yaşıtları oyun oynarken, kendisi boş vakitlerini en güzel şekilde değerlendirmeye ve boş şeylerle meşgul olmamaya çalıştı. On yaşında iken annesi vefat etti. Bundan sonra babası, kendisi ile daha çok ilgilenmeye başladı. kendisine Şafii fıkhı ve Arapça gramer dersleri verdi.
Abdurrahman, bölgenin önde gelen alimlerinden olan Molla Abdüssamed’in yanına giderek kendisinden ders aldı. Bu hocasının vefatı üzerine Molla Ziyaüddin Arvasi’nin yanına gitti. Yörenin ünlü alimlerinden olan Arvasi’den ders alıp ona talebe oldu. Bu alim zatın hizmet ve sohbetinde bulundu. Kısa zamanda hocasının takdirini kazandı ve yanından hiç ayrılmadı. Aradaki bağa dikkat çeken hocası, “Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur” değerlendirmesinde bulundu. Gerek bu hocasından ve gerekse diğer alimlerden aldığı derslerle eğitimini tamamladı ve akabinde mezun olup icazet aldı. Hocasının vefatından sonra, bir taraftan talebe yetiştirirken, diğer taraftan insanları Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasakları hakkında aydınlatmaya çalıştı.
Maddiyata fazla önem vermeyen Abdurrahman, talebelerine de bunu aşılamaya çalıştı. Allah’ın rızasını kazanmayı her şeyin üzerinde tuttu. Medresede talebelerine ders verirken, bazen onları alır, akarsu kenarlarına ve çiçekli bahçelere, manzarası güzel olan tepelere götürerek buralarda ders verdi. Cenab-ı Hakk’ın kainattaki sanatları ve koymuş bulunduğu kanunlar hakkında bilgi vererek tefekküre özel önem verdi. Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine işaret eden kainattaki yansımaları talebelerine izah etti.

İlimle uğraşma ve talebe yetiştirmeye her şeyden daha çok değer veren Abdurrahman, dünyevi makam ve maddi gelire ehemmiyet vermedi. Bulunduğu yerde nahiye müdürlüğü, kadılık ve müderrislik verildiği halde bunlara iltifat etmedi. Bir ara Şeyh Abdülbari Çarçahi’ye gidip talebe oldu. Hocası kendisinden oruç tutmasını, az yemek yemesini ve daha az uyumasınıı isterken, sık sık mezarlıkları ziyaret etmesi tavsiyesinde bulundu. Bu yüzden bazı geceler bir iki saat mezarlıkta kaldığı oldu. Bunun yanında Tahi Köyü mezarlığında açık bir mezarda sabahladığı da olurdu.
Abdurrahman, yine bölgenin büyük alimlerinden ve sevilen simalarından olan Sıbgatullah Arvasî’nin yanına gidip kendisinden ders aldı. Burada bir süre kaldıktan ve eğitim gördükten sonra hocasının tavsiyesi ile İsparit’e (Ispahart) gidip buranın kadılığını yapmaya başladı. Bu görevi ifa ederken insanlara güzel ahlak ve hoşgörü ile yaklaştı. Hocası ile irtibatını devam ettirip arada bir ziyareti ve sohbetine gitti. İki yıl kadılık yaptıktan sonra bu görevden ayrılıp hocasının yanına geri döndü. Dokuz yıl boyunca hocasının hizmetinde bulunduktan sonra, insanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, doğru yola yönelmelerine vesile olma hususunda icazet aldı.
Bir ara hac farzını yerine getirmek üzere Hicaz’a gitti. Medine’yi ziyaret ettiği sırada burada bulunan İmam Rabbani hazretlerinin torunlarından olan Muhammed Mazhar ile görüşüp, sohbetinde bulundu. Hac dönüşü hocasının da tavsiyesi ile Bitlis’in Nurşin nahiyesine yerleşerek burada iman hizmetinde bulunmaya başladı. Bediüzzaman, Risale-i Nur’da, Abdurrahman Taği’nin yapmış olduğu büyük hizmete dikkat çekmekte ve şu ifadelere yer vermektedir:
“...nahiyemiz olan Hizan kazasına tâbi İsparit'te (Ispahart), birden bire, meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki, bütün Kürdistan onlarla iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarikat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya rû-yi zemini fethedecek bu hocalardır ... âlimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı. Hattâ tarikat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka, hem nahiye, hem kaza, hem vilayetimizde vardı. O hâletleri başka memleketlerde o derece göremedim.” (Emirdağ Lahikası, 1997, s. 49)
Abdurrahman Taği’nin ismi, Bediüzzaman’ın ders aldığı hocaları arasında da zikredilmektedir; “Molla Said Şark'ın büyük ulema ve meşâyihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin her birisinden ilim ve irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ulemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.” (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 41)
Meşhur Tağ Medresesinde ders veren Abdurrahman-ı Tağî’den ders almak için gelen Nurs’lu öğrenciler de bulunmaktaydı. Hocanın, öğrencilerine sık sık şu öğüdü verdiği nakledilmektedir. “Bu Nurslu öğrencilere iyi bakın. Bunlardan biri İslâm dinine büyük hizmetler yapacak. Fakat hangisi olduğunu şimdilik bilemiyorum.” (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, C. I. s. 26; http://www.asyanur.8m.net/ustadim/canim_ustadim.htm). Aralarında, henüz dokuz on yaşlarında olan Bediüzzaman’ın da bulunduğu Nurs’lu talebelere özel ilgi gösteren Taği, geceleri yatarken bu talebelerin üzerlerini örttüğü ifade edilmiştir.
Abdurrahman Taği, yaklaşık yirmi yıl kaldığı Nurşin’de, insanları Hakk’a davet etmek için büyük bir gayret gösterdi. Vefatından evvel ağır bir hastalık geçirdi. Buna rağmen hiçbir sünnet namazını ihmal etmeden hepsini ayakta kıldı. Gece ibadetlerini de ihmal etmedi. 1886 yılında Nurşin’de vefat etti ve buraya defnedildi.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Ahmed Şiranlı [Şiranî]
(1879/80–1942)

Son devir Osmanlı ulemasındandır. II. Abdülhamit, İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşamıştır. Uzun yıllar ilmi faaliyetlerde bulunmuş ve muhtelif medreselerde ders vermiştir. Şeyhülislam aleyhine yazdığı makalesi başına iş açmış, para ve hapis cezasına çarptırıldığı gibi maaşı da kesilmiştir. Üyeleri arasında Bediüzzaman Said Nursi’nin de bulunduğu Darü’l-Hikmet-i İslamiye’de önce katip olarak görev yapmış ve daha sonra da üyeliğe atanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında da görev almış, ancak medreselerin ve daha sonra görev yapığı imam hatiplerin kapatılmasından sonra eğitim-öğretim hayatından çekilmiş, bir süre yayıncılık yapmıştır.
Memleketine atfen Şiranî lakabıyla anılıp tanınmıştır. Risale-i Nur’da ismi iki yerde zikredilmekte (Emirdağ Lahikası s. 144, Kastamonu Lahikası, s. 152). Birinde Ahmed Şirvanî olarak geçmekte ise de bu sehven yazılmış olup, Şiranî olması gerekmektedir. Kendisinin de aralarında bulunduğu bazı İstanbul ulemasının Risale-i Nur hakkındaki takdir ve hüsnüniyetlerine yer verilmekte, bu zatların hatırı için İstanbul hocalarıyla dost olunduğuna işaret edilmektedir.
Ziraatle uğraşan Mahmut Ağanın oğlu olan Ahmed’in doğum tarihi Hicri 1297 olarak gösterilmektedir. Buna göre 1879 veya 1880 yılında Gümüşhane’nin Şiran kazasına bağlı Karaca köyünde doğdu. Medresede eğitim gördü ve Hicri 1327 (1909) senesinde mezun olup, icazet aldı. Bu arada mezuniyetinden bir yıl evvel girdiği imtihanı kazanarak daha üst derecede bulunan Medresetü’l-Kuzât adı verilen ve kadı yetiştirilmek üzere açılmış bulunan okula dahil oldu.
Ahmed Şiranlı, daha önce bitirmiş olduğu medrese eğitiminden sonra kadılık eğitimi veren medresede eğitimini sürdürdü. Hicri 1331 (1912-1913) yılında Fatih Camiinde ders vermeye başladı. Hicri 1332 (1914) tarihinde Medresetü’l-Kuzat’tan iyi derece ile mezun oldu. Böylece medrese eğitimini tamamlamış oldu.
Kadılık eğitimini sürdürürken 27 Eylül 1912 yılında, maaşı 400 kuruşa kadar yükseldi. Bir süre sonra kaleme aldığı bir yazısı sıkıntıya düşmesine sebep oldu. Şeyhülislam hakkında yazdığı ve “Mersiye-i Medaris” başlığını taşıyan eleştirel yazı üzerine takibata uğradı. Görevlendirme ve işten çıkarmalarla ilgi uygulamalara yönelik olarak getirdiği eleştirilerle, kanunlara karşı hareket ettiği, talebeleri de buna teşvik edici yazılara yer verdiği ve bunu neşir yoluyla yaptığı gerekçesiyle Divan-ı Harb-i Örfi’nin 20 Ocak 1916 tarihli oturumunda bir sene hapis ve 25 lira para cezasına çarptırıldı.
Para ve hapis cezasına çarptırılan Ahmed Şiranlı’nın, ulema sınıfına uymayan hareketlerde bulunduğu gerekçesiyle maaşı da kesildi. Yaklaşık iki yıl süren bu durum sona erdirildi ve tekrar kendisine maaş bağlandı.
Ahmed Şiranlı, 5 Ağustos 1918 tarihinde Darü’l-Hikmet-i İslamiye Birinci Sınıf katipliğine getirildi. 28 Ocak 1919 tarihinde de, Darü’l-Hikmet-i İslamiye azalarının makale ve yazılarının neşredildiği “Ceride-i İlmiye”nin müdürlüğüne tayin edildi. Ancak bu görevi kısa sürdü ve 9 Nisan 1919 tarihinde istifa etti.
1 Eylül 1919 tarihinde yüksek öğrenimin görüldüğü Sahn Medresesi fıkıh müderrisliğine atandı. Bu görevden evvel medrese eğitimlerinin üç kademesinden birinci kademesini teşkil eden ve “İbtidai Hariç” olarak adlandırılan birimde de müderrislik yaptı.
Ahmed Şiranlı, 5 Ekim 1922 tarihinde daha önce katipliğinde bulunduğu Darü’l-Hikmet-i İslamiye üyeliğine tayin edildi. Bir süre sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılması üzerine, bazı memurlar gibi kendisi de açıkta kaldı.
Yeni hükümet tarafından teşkil ettirilen Umur-u Şer’iye ve Evkaf Vekaleti tarafından 14 Şubat 1923 tarihinde, dini hizmetlerde istihdam edilen vaiz, imam vb. görevlilerin yetiştirilmesi maksadıyla teşekkül ettirilen Medresetü’l-İrşad müdürlüğüne tayin edildi. Ancak 3 Mart 1924 tarihinde medreselerin ortadan kaldırılması üzerine ikinci kez açıkta kaldı.
Ahmed Şiranlı, 1 Ekim 1925’te Konya’da bulunan İmam Hatip Okuluna müdür ve aynı zamanda öğretmen olarak tayin edildi. Bu okul da 1 Eylül 1926 yılında kapatıldı. Bu tarihten sonra eğitim ve öğretim ile alakası kesildi.
Bir süre yayıncılık faaliyetinde de bulunan Ahmed Şiranlı, Medrese İtikatları, Hayrü’l-Kelam ve İ’tisam adlarını taşıyan üç ayrı dergi neşretti. İstiklal Mahkemelerinde de yargılanıp aklanan alim, 1942 yılında vefat etti.
Ömrünün büyük bir kısmını eğitim ve öğretimle geçiren Ahmed Şiranlı ile Bediüzzaman arasındaki yakın ilgi ve alaka özellikle Darü’l-Hikmet-i İslamiye’de bulunmalarıyla pekişmiş ve bu yakınlık daha sonra da devam etmiştir.
Risale-i Nur’un neşriyle birlikte herkesten ziyade bu eserlere sarılmaları beklenen medrese mensuplarından bazılarının aleyhte bulunmalarının sebebini irdeleyen Bediüzzaman, bunların önemli bir kısmının resmi vazifeyi kabul edenler olduğunu müşahede etmiştir. Bunun önemli bir sebebi de resmi görevlerde bulunan bazı hocaların kışkırtılması ve aleyhteki şiddetli propaganda olmuştur. Bu menfi harekete rağmen İstanbul alimlerini öven Bediüzzaman, bunların diğerleri gibi Risale-i Nur’a ilişmediklerine yer vermektedir.
“Merhum Fetva Emini Ali Rıza ve merhum Ahmed Şirani ve merhum Şevket Efendi ve merhum Mehmed Âkif gibi insaflı, Risale-i Nur'u fevkalâde takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için, biz İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz. İnşaallah, bir zaman Yirminci Lem'a-i İhlâs kendini onlara okutturacak, o eski dostları da yeni dostlar yapacak.” (Emirdağ Lahikası, 1997, s. 144)
Risale-i Nur’un yayılmasına engel olunmasına karşılık ciddi alakanın olduğuna işaret eden Bediüzzaman, özellikle İstanbul’daki müspet havaya işaret etmektedir. “İstanbul âfâkından yüksek ulemanın eski fetva Emini Ali Rıza, Ahmed Şirvanî (Şiranî) ve parlak vaizlerden Şemsi gibi zatlar, Risale-i Nur'la ciddî ve takdirkârâne münasebettar olmaya…” başladıklarını haber vermektedir. (Kastamonu Lahikası, 1997, s. 152)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt