Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Alim, Evliya ve Islam Büyükleri (3 Kullanıcı)

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Izzeddin KASSAM
(1882-1935)
1882’de Suriye’nin Lazkiye şehrinde dünyaya gelen İzzettin Kassam, alim ve mücahid birisiydi. Suriye’de istiklal için İngilizlere ve Filistin’de siyonistlere karşı çok büyük mücadeleler vermişti. 1925 Suriye inkılabından sonra Lazkiye’den Hayfa’ya intikal eden Şeyh Kassam orada vaazlar veriyor ve gençler için kurduğu bir teşkilata da başkanlık ediyordu.
Daha sonra Arap İstiklal Partisi’ne giren Kassam İngiliz emperyalistlerine karşı mücadele etmek için gizli mücahid grupları oluşturarak silahlı kıyam hareketlerini yönetmeye başladı. Kasım 1935’te “Cenif’ dağında başlattığı kıyamda şehid olan Kassam’ın istiklal yolunda ve Filistinlileri kıyama hazırlamada halka çok büyük tesirleri olmuştu. Filistin inkılapçılarının öncülerinden sayılmaktadır.

ŞEHİD İZZETTİN KASSAM’IN CİHADI

Şehid Kassam mümin ve mücahid bir şahsiyetti. İslâmi harekette çok gayretli ve azimli çalışmalarda bulunmuştu. İzzettin Kassam Hayfa’da Şer’i mahkemede çalışıyordu. Bu mahkeme yüksek İslâm meclisine bağlıydı. Şeyh Kassam bu görevin yanı sıra Hayfa’daki İstiklal Camisinde vaazlar da veriyordu. Daha sonra bağlı bulunduğu teşkilatın emriyle görevleri bırakarak gizli askeri örgüt kurma çalışmalarına başladı.
Kurduğu bu, kendisine nisbeten “Kassamiler” olarak adlandıran birliğe en sadık gençlerden ve cihada en azimli olanlardan seçiyordu. İşte bu mücahidler Hayfa’da ve Filistin’in kuzeyinde çok başarılı mücadeleler vermişlerdi. Bundan dolayıda müslümanların nazarlarında büyük bir şeref leri ve değerleri vardı. İngilizlerin gözünü korkutmuş ve siyonist yahudilerin kalbini titretmişlerdi. Kassam’ın mücahidleri, çalışmalarını öyle gizli yürütüyorlardı ki İngilizler ne kadar uğraşıyorlardıysa da bir türlü izlerini bulamıyorlardı. 1935’in sonbaharına gelindiğinde Kassam’ın örgütü de gelişme ve gücünü göstermede son haddine ulaşmıştı. Bu arada Kassam’la Kudüs’teki Kurtuluş Örgütü arasında irtibatta tamamlanarak güç birliği yapılmış ve hareket birliği sağlanmıştı.

KIYAMIN İLAN EDİLMESİ

Halk birşeyler sezmeye başlıyor havada gerginliklerin olduğunu anlayarak içten içe, olabilecek kıyam için kendilerini hazırlıyorlardı. Bu bekleme fazla sürmemiş tarih 2 Kasım 1935’e gelmişti. Bu tarih aynı zamanda yahudilerin ilan ettiği “Belfar” vadisi günüydü. Evet bu Belfor vadisi yahudiler açısından bir zafer olarak nitelenmekteydi. İşte bu tarihte Şeyh İzzettin bir grup silahlı mücahidle birlikte “Ceniğ’ dağına çıkarak kıyam ilan ediyordu. Şeyh İzzettin’in başlattığı bu kıyam, Filistinlilerin İngilizlere karşı başlattığı altıncı kıyam olarak yerini alıyordu.
İngilizler mücahidleri ortadan kaldırmak için tüm kuvvetlerini Şeyh İzzettin üzerine gönderdiler. Savaş çok şiddetli günlerce devam etti. Düşman büyük kayıplar vermişti. Defalarca Kassam’ı ve grubunu yakalamak için girişimlerde bulunmuşlardı ama hepsi de boşa çıkmıştı. Kassam’la bir türlü başedemiyorlar ve nerede merkez kurduğunu bilemiyorlardı. Halk Şeyh Kassam’ı seviyor ve onu destekliyordu.
Sonunda olan oldu. Emniyet görevlisi olarak çalışan ve İngilizlere casusluk yaptığı bilinen bir kişi Şeyh Kassam’ın ve arkadaşlarının bulunduğu yeri ihbar etti. İngilizler bunu öğrenince çok büyük bir kuvveti Şeyh Kassam üzerine göndererek onu ortadan kaldırmayı planladılar. İngiliz kuvvetleri mücahidlerin bulundukları yere geldiklerinde, kahraman Şeyh İzzettin ve arkadaşları onları karşılamak için silahlarıyla dışarıya çıktılar. Mücahidler sayıları çok az olmasına ve isteseler kaçabilecekleri halde savaşmayı tercih etmişlerdi. Çok şiddetli çatışmalardan sonra Şeyh İzzettin şerefiyle ve yiğitliğiyle şehid olurken, diğer arkadaşları da yaralanarak esir düşmüşlerdi. Daha sonra esirler askeri mahkemede yargılanarak iki ile onbeş sene hapis cezasına çarptırıldılar. Şehid İzzettin ve arkadaşlarının şehadeti müslümanlar arasında dehşet uyandırmıştı. Bir taraftan gösteriler yapılırken diğer taraftan da şehid İzzettin ve arkadaşlarının cenazelerinin onların cihadına layık bir şekilde kaldırılması için tüm müslümanların cenaze namazına katılmaları isteniyordu.
Cenaze namazı onbinlerce müslüman tarafından kılınarak “Bacur” şehitliğine defnedildi ve kendisi için bir türbe yapıldı.
Şehid İzzettin’in cenazesini çok kalabalık bir topluluk takip ediyordu. Öyleki İngilizler böyle bir kalabalığı o güne kadar hiç görmediklerinden korkarak topluluğu dağıtmak isteyince İngiliz askerleriyle müslümanlar arasında çatışma çıktı. Bu,çatışmada hem İngiliz askerlerinden hem de müslümanlardan yaralanmalar oldu. Şeyh İzzettin ve arkadaşlarının yerini ihbar eden casus ise daha sonra mücahidler tarafindan öldürülmüştü. Şeyh İzzettin Kassam’ın bu kıyamı Filistin için bir meşale olmuş, onları harekete geçirerek 1936’da gerçekleşen büyük kıyamında hazırlayıcısı olmuştu.

yazan: Fethi Yeken
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Kınalızâde Ali Çelebi
(1511 - 1584m.)

Ahmet F. Gün - milli gazete

Kınalızâde Ali Çelebi, Hicri 916/1511 senesinde Isparta'da doğar. Babası Emrullah Efendi kadılık mesleğini icra eder. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed'e de şehzadeliği döneminde hocalık yapmıştır.

Ali Çelebi ilk tahsilini doğduğu yer olan İsparta'da yaptıktan sonra İstanbul'a gelir. Burada akrabalarından Kadir Efendi'nin nezaretinde tahsilini ikmale çalışır. Bu doğrultuda Mahmud Paşa, Davud Paşa ve eski Ali Paşa medreselerini bitirdikten sonra Fatih'teki üniversiteye girer. Burada dönemin tanınmış müderrislerinden Kara Salih Efendi, daha sonra da Kamil Çivizâde'nin derslerine devam eder ve 945'te onun yardımcılığını üstlenir.

Sıra Ali Çelebi'nin müderris olmasına gelince, Ebus Suud Efendi'den ses soluk çıkmaz. Çünkü tayin etme ve görevlendirme onun uhdesindedir. Ne ki, Ebus Suud Efendi, bütün kemalet ve faziletine rağmen kendisine rakip addettiği (saydığı)Çivi Zâde'nin yardımcısına müderrislik görevi vermek istemez. Bu durum Ali Çelebi'yi fazlasıyla üzer.

Görev beklemekten bıkan ve sabrı tükenen Ali Çelebi, sonunda teklif etmiş olduğu bazı eserleri alıp doğruca Ebus Suud Efendi Kınalızâde'ye niçin geldiğini sorar. Kınalızâde'de biraz kızgınlıkla şu şekilde karşılık verir:

Memuriyet ve müderrislik olanlar devlet ricalinin kapılarını dolaşarak maksadlarına nail oluyorlar. Biz istediğimiz müderrisliği bu eserlerle almak istiyorduk. Şayet başka kapıları müracaat lazımsa bilelim ve ona göre hareket edelim.

Ebus Suud Efendi, genç müderris adayının kendisine takdim ettiği eserleri okur, inceler, daha sonra da onu derhal Edirne'de ki Hüsameddin Medresesine tayin eder.

Diğer taraftan Kınalızâde Ali Çelebi'nin verdiği sert karşılığa, alicenap ve kadirşinas Ebus Suud Efendi kızmamış ve darılmamış, hatta onun cevabını yanındakilere şöyle örnek göstermiştir:

İşte insan olan böyle fiilen ehliyet ve liyakatini ispat etmek suretiyle hakkını ister. Emeline nail olabilmek için şunun bunun şefaat ve delaletine müracaat etmek insanlık değildir.

Edirne Hüsameddin Medresesi'nde göreve başlayanKınalızâde, bundan sonra sırayla Bursa Hamza Bey (953), Bursa Veliyuddinoğlu Ahmed Paşa (955), Kütahya Rüstem Paşa Medresesi (957), Rüstem Paşa'nın İstanbul'da kendi adına yaptırdığı medrese de (958)ve Haseki Medresesinde müderrislik görevlerini deruhte etmiştir. Fakat ona şöhretini kazandıran Sahn-ı Seman (960)ve Süleymaniye Medresesi müderrislikleri olmuştur. Özellikle Süleymaniye'de beş yıllık görevi sırasıda Ali Çelebi rütbe bakımından "eyalet kadılığı" payesini kazanmıştır.

Kınalızâde Ali Çelebi, 54 yaşında iken Şam Kadılığına tayin edilmiş ve bundan sonra yine sırayla Mısır, Bursa, Edirne ve İstanbul kadılıkları görevini üstlenmiş ve dokuz yıllık bir görevden sonra Anadolu Kazaskerliğine tayin edilmiştir. Bu görevi vefat ettiği tarih olan 1584 senesine kadar sürdürmüş ve Edirne'de "nikris" illetinden darı bekaya göçmüştür.

Çok başarılı bir müderris, başarılı bir devlet adamı olmanın yanısıra Kınalızâde Ali Efendi aynı zamanda da üç dilde şiir yazabilecek kudrette bir şairdi. Fıkıh ve Tefsir alanında otorite olan Kınalızâde, Matematik ve Felsefe alanında da dönemin en önemli simalarından biriydi. Nitekim o "Tecrid", "Mevakıf" ve "Keşşaf" gibi ünlü eserlere "haşiyeler" de yazan bir ilim ehlidir.

Bir başka ilginç nokta ise, ona neden Kınalızâde mahlasının verildiğiyle ilgilidir. Rivayete göre Ali Çelebi'nin babası Abdülkadir Hamidi Efendi kına kullanmaya çok meraklıydı. Onun bu alışkanlığı daha sonra ailenin bu isimle anılmasına sebep olmuştu.



Eserleri:

Hiç kuşku yok ki Kınalızâde'nin en meşhur eseri "Ahlâk-ı Alâî" başlığını taşıyan eseridir. Bu eseri 1564'de Şam'da görev yaptığı sırada Suriye Beylerbeyi olan Ali Paşa adına yazmıştır.Bundan dolayı eserin adı, 'Ahlâk-ı Alâî" olarak konulmuştur. Dahası Mehmed Ali Ayni'nin ifadesiyle, aradan dört yüz küsur seneden fazla bir zaman geçmesine rağmen Kınalızâde'nin bu kitabının derecesinde kuvvetli bir ahlak kitabı yazılmamıştır.

Kınâlızade bu eserin dışında pek çok eser daha kaleme almıştır. Onun başlıca eserlerini şöylece sıralamak mümkündür:
1)Ahlâk-ı Alâî,
2)Tecride, Mevakıfa ve Hasan Çelebi'ye Haşiyeler,
3)Camiye, Dürer ve Gurere Haşiyeleri,
4)İs'af, Evkaf ilmine Dairdir,
5)Kalemiye Seyfiye risaleleri,
6)Münşeatı,
7)Bedreddin Guzzi ile Tefsirden Mubahasesi,
8)Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler,
9)Ulemadan Şah Efendi ile Vakfa aid Mubahasesi,
10)Tabakatı Hanefiye,
11)Beyzaviye Haşiye,
12)Keşşafa Haşiye (*)
___________________

(*)Kınalızâde'nin hayatı ve eserleri için bkz. Mehmet Ali Aynî, Türk Ahlakçıları, Marifet Basımevi, İstanbul 1939, ss. 77.104; Hüseyin Akyüz, Türk Eğitimcileri, MEBY., İstanbul 2001, 55. 222-270

-------------------


Toplumun suyu ulemadır - M.Özel
Tarih: 1.12.2002

Kınalızâde Ali Efendi, "Toplum yapısının ana unsurları da tıpkı insan bedeninin ana unsurları gibidir" der. Birinci unsur sudur. Toplumun suyu ulemadır. Toplumun ateş unsuru, savaşçı (muharip)sınıftır. Toplumun havası, tüccar sınıftır. Tarımla uğraşanlar ise, toplumun toprağını teşkil eder.

Toplumun suyu ulemadır
Kınalızâde Ali Efendi, "Toplum yapısının ana unsurları da tıpkı insan bedeninin ana unsurları gibidir" der. Birinci unsur sudur. Toplumun suyu ulemadır. Toplumun ateş unsuru, savaşçı (muharip)sınıftır. Toplumun havası, tüccar sınıftır. Tarımla uğraşanlar ise, toplumun toprağını teşkil eder.

Anasır-ı erbaa, eskimez bir tasnif. Hayat dört şeyle kaimdir: Su, ateş, hava ve toprak. Kınalızâde Ali Efendi, "Toplum yapısının ana unsurları da tıpkı insan bedeninin ana unsurları gibidir" der.

Birinci unsur sudur. Toplumun suyu ulemadır. En geniş anlamda, topluma bilgisiyle hizmet edenler: Alim ve fakihler, yazarlar, iktisatçılar, hekimler, şairler, müneccim ve mühendisler. Nasıl her canlı sudan yaratılmışsa, toplum denen canlı da bunlardan hayat bulmaktadır.

Toplumun ateş unsuru, savaşçı (muharip)sınıftır. Bunlar ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlar. Muharip sınıfın görevini hakkıyla yerine getirmemesi veya üstüne vazife olmayan işlere girişmesi, toplumun huzur ve sükûnunu alt üst eder.

Toplumun havası, tüccar sınıftır. Hayatın intizamını temin için tüccar, zaruri malları uzak diyarlardan getirip halkın istifadesine sunar.

Tarımla uğraşanlar ise, toplumun toprağını teşkil eder. Bunlar halkın yiyeceğini, her türlü sebze ve meyve ihtiyacını temin ederler. Bunların çalışması diğer sınıfların çalışmalarından daha ehemmiyetlidir. (Bkz. Devlet ve Aile Ahlakı, İstanbul: Tercüman 1001 Eser, ts, s. 217 vd.)

Kınalızade, temel meselenin bu unsurlar arasındaki dengenin sürdürülmesi olduğunu söyler. "Bedenimizdeki uzuvlardan birinin diğerlerine üstün gelmesi ve tecavüzü hastalığa sebep olduğu gibi, bu sınıflardan birinin diğerine karışması da kurulmuş olan nizamın bozulmasına sebep olur. Mesela herkes tarımla uğraşırsa askerî güç azalır. Askerler iş hayatına karışırlarsa yine bozuk düzen meydana gelir. Hikâye olunduğuna göre, Kisra Hürmüz'ün bazı vezirleri başka beldelerden çok kıymetli taçlar ve cevherler geldiğini, şayet hükümdar adına bunlar satın alınırsa çok kazanç elde edilebileceğini arz ettiler. Hükümdar şu cevabı verdi: Cenab-ı Hak bize saltanat nasip etti. Halkımıza da ticaretle uğraşmak ve bu yoldan rızık temin etmek nimetini verdi. Eğer biz ticaretle meşgul olursak, hükümdarlığı ve devlet idaresini kim yerine getirir? Ticaretle meşgul olanlar nasıl geçinirler?"

Rivayet edilir ki, Tokugawa Japonya'sının ilk hükümdarı (şogun)Ieyasu, son savaşını kazanıp başa geçtikten sonra, bir daha at binmemiş! "Savaş at sırtında kazanılır, fakat ülke at sırtında yönetilemez" diyesiymiş. Kemal Tahir de Kurt Kanunu'nda silah hevesinden bir türlü kurtulamayan İttihatçılar'ı yerden yere vurur: "Vazgeçmediniz gitti şu tabanca oyunlarından. Muhalefette düşürmediniz elinizden. İktidarda hiç bırakmadınız. Anlatamadım size tabancayla devlet idare edilemeyeceğini. Tabancalık iş değil bu bizim içine düştüğümüz bela, tüfekle topla bile üstesinden gelinecek iş değil."

mozel@yenisafak.com”
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Kuduri
(362-428h. )


Ebu’lHasan Ahmed bin Muhammed bin Cafer el-Hemedânî


Asrında Irak’ta hanefî alimlerin reisliğini elde etmiş, takva sahibi kâmil bir üstad idi.
Münazara ve mübahasayı çok arzu ederlerdi. Hatta hayatının ekseriyeti bu suretle geçmiştir. Hanefî imâmlarından Ebu Hamid İsfahanî ile birçok sohbetlerde bulunmuşlardır. Hanefî mezhep olup birçok büyük meşayihten hadîsi şerif rivayet eylemiştir. Hatip Bağdadî, kendisini büyük meşayihler zümresinde zikretmişlerdir. Çok güzel bir ifadeye malik olduklarından, tatlı beyanları ile birçoklarını fıkhı şerif’e ısındırmışlardır. Hicrî 362 senesinde dünyaya teşrif etmişlerdir. Kudûrî, “çömlek” manasında olan “Kuduri” kelimesinden gelmiştir. Kendisinin bu ada nisbet yönü anlaşılamamıştır. Samaî, bu hususta bir şey söylememektedir. Muteber tarihlerin beyanına göre «Kuduri Bağdat dolaylarında bir köy imiş. Orada doğmuşlar. Hatta, fıkha dair telif ettiği “Kudurî” adındaki meşhur kitabı bu isimledir. Adı geçen bu eseri “Hidaye” adlı eser sahibi “Muhtasar” ismindeki kitabına zemin olarak almış ve Hüsam’ın “Cami’us-Sağir”ini dahi birleştirip “Hidaye” namı altında telif etmiştir.
Kudûrî Hazretleri, fıkıh ilmini, Ebu Abdullah Muhammed bin Yahya el-Cürcani’den okumuştur. Birkaç tabakadan sonra İmâm Azam Hazretlerine varır. Kendisi dahi üçüncü tabakadan sayılır. Haiz olduğu imtiyazı kitabının önsözünde beyan etmişlerdir.
Fakihlerden “Akta’” denmekle maruf olan Ebu’nNasr Ahmed bin Muhammed ve Abdulvahid bin Ali, Kudûrî Hazretlerinden fıkhı şerif okumuşlardır. Hazret, hayatının ekser vaktini Kur’an tilavetiyle geçirmiştir. “Muhtasar Sarhî” isimli muteber kitaba mükemmel bir şerh yapmışlardır. Fıkhı şerife yüksek hizmetleri geçen Kudûrî Hazretleri, Şafiî ile Hanefî mezhepleri arasında ihtilaf bulunan şeri meseleleri bir araya getirerek 7 ciltten ibaret olan “Tecvid” isimli mühim eseri telif etmiştir. Bununla iktifa etmeyen bu gayretli fakih, hanefî imâmları arasında vuku bulan ihtilafları toplayarak mükemmel eserlerine paha biçilmez bir yeri olan “Takribi” isminde bir kitap daha yazdı. Bu kitabında İmâm Azam ve eshabı arasın’daki ihtilaf meselelerini delilsiz olarak beyan eder. Sonra başka bir takrib daha yazarak meseleleri delilleriyle birlikte zikreder. Muhtasar adlı eserini Muhammed ismindeki oğlu adına telif etmişlerdir.
Hicri 428. senede recep ayının perşembe günü bu fani âleme veda etti. Kaybından bilcümle irfan ehli hüzne gark olmuştur. Vefatında herkesin gözlerinden yaş akmış, mübarek naaşları Bağdad’a yakın bir köyde defnedilmiştir. Sonradan naşı çıkarılarak Bağdat Caddesinde Mansuriye kabristanında mağrifet toprağına tevdi olunmuştur. Allah ona rahmet etsin. (Amin)
Yazan: Hilmizade İbrahim Rıfat - Akabe
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Ömer Nasuhi BiLMEN
(1883 m.-1971 m.)
1883'te Erzurum'un Salasar köyünde doğdu. Babası Hacı Ahmet Efendi, annesi Muhibe Hanım'dır.
Küçük yaştayken babasının vefat etmesi üzerine, Erzurum Ahmediyye Medresesi müderrisi ve nakibüleşraf kaymakamı olan amcası Abdürrezzak İlmi Efendi'nin himayesine girdi.
Amcasının ve Erzurum müftüsü Narmanlı Hüseyin Efendi'nin rahle-i tedrisinden geçti.

İki hocası da yakın aralıklarla ölünce, 1908'de İstanbul'a giderek derslerine devam ettiği Fatih dersiamlarından Tokatlı Şakir Efendi'den icazet aldı.
Ders Vekaleti'nce açılan imtihanı kazanarak 1912'de dersiâmlık şehadetnâmesi aldı. Bu arada okumakta olduğu Medresetü'l kudat'ı da bitirdi.
1912 yılının eylül ayında Bayezid Medresesi dersiâmı olarak göreve başladı.
1913'te Fetvâhâne-i Ali müsevvid mülazımlığına tayin edildi.
Bir yıl sonra başmülazımlığa terfi edildi. 1915'te Heyet-i Te'lifiyye üyesi oldu, 1922'de bu dairenin kaldırılması üzerine dersiâmlığa devam etti.
1943'te İstanbul müftülüğüne getirildi.
30 Haziran 1960 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olarak atandı ve daha bir yılını bile doldurmadan emekliye ayrıldı.
On ay gibi kısa bir sürede görevinden ayrılmasının nedeni, dönemin yöneticilerinin Türkçe ezan ve daha bir çok konuda Diyanet İşleri Başkanlığı'nı politik amaçlarına alet etmek istemesiydi.
Ömer Nasuhi Bilmen de, selefleri gibi dini meseleler konusunda asla taviz vermeyen bir yapıya sahipti. Nitekim, 1960'lı yıllarda dinde reform gerekliliğini savunan ve bunun için çabalayanlara:
"Bozulmayan bir dinde reform mu olur" diyor ve İslam'ın ortaya koyduğu iman, ahlak ve hukuk ilkelerinin orjinalliğini, evrenselliğini kendinden beklenen liyakat ve cesaretle savunuyordu.
Uzun memuriyet hayatı boyunca öğretmenlik hizmetinde de bulunan Ömer Nasuhi Bilmen, Darüşşafaka Lisesi'nde yirmi yıla yakın bir süre ahlak ve yurttaşlık dersi okuttu.
İstanbul İmam Hatip Okulu'nda ve Yüksek İslam Enstitüsü'nde usul-i fıkıh ve kelam dersleri verdi. Hayatının sonuna kadar ilmi çalışmalarını sürdürdü ve sekiz ciltlik tefsirini emekli olduktan sonra yazdı.
12 Ekim 1971'de İstanbul'da vefat eden Ömer Nasuhi Bilmen Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğine defnedildi.

Ömer Nasuhi Bilmen, İstanbul müftülüğüne tayin edildiği tarihten itibaren vefat edinceye kadar gerek ilmi ve ahlaki otoritesi, gerekse sâmimi dindarlığı ve tevazuu ile dini konularda ülke insanının
başlıca güven kaynağı olmuştu. Ehl-i sünnet mezhebini şahsında tam bir liyakatla temsil ettiği için herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Bunda şüphesiz, yaşadığı sürece aktif politikanın dışında
kalmasının da önemli bir rolü vardır.
Arapça ve Farsça'yı da çok iyi bilen, Türkçe ile birlikte üç dilde şiir yazabilen Ömer Nasuhi Bilmen, bir ara Fransızca'ya da merak sarınış ve bu dili de tercüme yapabilecek kadar öğrenmişti.
Kendisi Erzurum ağzı ile konuştuğu halde eserlerinde kullandığı üslup ağdalı fakat mükemmel denebilecek kadar sağlamdır.
Gençliğinde yazdığı Türkçe ve Farsça şiirlerinde de duygu, düşünce ve ölçü açısından oldukça başarılıdır.

Hayatının büyük bir kısmını telifle geçiren ve temel islami ilimler alanında çok sayıda eser veren Ömer Nasuhi Bilmen'in

Başlıca eserleri şunlardır:
Latin harflerinin kabulünden sonra Türkiye'de İslam hukuku alanında kaleme alınmış ilk ve en muhtevalı eser olan ve o dönemde akademik çevrelerde büyük yankı uyandıran Hukuk-ı Islamiyye ve Islahat-ı Fıkhıyye Kâmûsu; mezhepler arası mukayeseli sistematik bir İslam hukuku kitabıdır.
Onun Türkiye çapında tanınmasını sağlayan diğer önemli bir eseri de, Büyük İslam İlmihali'dir.
Diğerleri ise;
Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi
Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Tefsiri,
Büyük Tefsir Tarihi,
Kur'an-ı Kerim'den Dersler ve Öğütler,
Sure-i Fethin Türkçe Tefsiri
İ'tilâ-yı İslam ile İstanbul Tarihçesi,
Hikmet Goncaları,
Muvazzah-ı İlm-i Kelâm,
Mülahhas İlm-i Tevhid
Akaid-i-İslamiye,
Yüksek islam Ahlakı,
Dini Bilgiler'dir.
Ömer Nasuhi Bilmen'in ayrıca gençlik yıllarında Farsça olarak yazıp Türkçe'ye çevirdiği Nüzhetü'l ervah adlı bir divançesiyle, İki Şükûfe-i Taaşşuk adlı bir de ,romanı vardır
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Risale-i Nur enstitüsü

Şeyh Muhammed el-Hazîn Hz. (ks.), Osmanlı Devleti’nin son döneminde, Anadolu’da yetişen büyük evliyâdan biridir. Neseb bakımından Şeriftir. Yani Hz. Hasan (ra)’ın soyundan gelmektedir. Bilindiği üzere Hz. Hasan (ra)’ın soyundan gelenlere «şerif», Hz. Hüseyin (ra)’in soyundan gelenlere ise «seyyid» denir. Kısaca Şeyhü’l-Hazîn olarak anılan bu büyük velî, h. 1231/m. 1816 yılında Siirt’in Fersaf köyünde dünyaya geldi. Onun için Şeyh Muhammed el-Fersâfî unvanıyla da bilinmektedir. İlk tahsilini babasının talebe yetiştirdiği aile medresesinde yaptı. Daha sekiz yaşındayken Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetti.

Yüksek ilimleri tahsil etmek üzere babası Şeyh Musa Efendi Hazretleri Onu Siirt'e götürdü. Devrin en büyük ilim merkezlerinden olan Hamid Ağa Medresesine Onu kaydetti. Bu Üniversitenin baş müderrisi, Molla Halil Efendi Hazretleri idi. Bu zat, Hz. Ömer’in otuzuncu göbek torunlarındandır. Hayatında yüzlerce talebe yetiştirip mezun etmiş ve çok kıymetli eserler bırakmıştır. Bursalı merhum Mehmed Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde bu şöhretli âlimin hayatı ve eserleri hakkında bilgi vermektedir.

Molla Halil el-Ömerî Hazretleri, kendisine emanet edilen Muhammed’i çok sevdi ve ona daima iltifatta bulundu. İlk başlarda Onu, maiyetindeki alimlerden birinin ders halkasına tayin etti ise de çok geçmeden huzuruna çağırarak bizzat halkasına katılmasını emretti. Ondan sonra Muhammed el-Fersâfî tam on dört yıl boyunca bu üstadın rahle-i tedrisinde ilim tahsil etti. Bu müddet içerisinde hocasının derin sevgisini kazandı ve hususi sohbetlerinde de bulundu. Molla Halil Efendi Hazretleri (rahmetullahi aleyh), bazen talebesi Muhammed el-Fersafi’yi çağırır, saçını ona tıraş ettirir, bu vesile ile de kendisine dua ederdi.

Muhammed el-Fersafî, Siirt’de Hamid Ağa Medresesinden büyük bir muvaffakiyetle mezun olduktan sonra Mardin’e giderek burada Kasım Padişah Medresesinde iki yıl daha ilim tahsil etti ve yüksek icazetle mezun oldu. Zahir ilimlerde kazandığı bu üstün derecelerden sonra tasavvuf yoluna girmek üzere Irak’a gitti. Bağdad’da bir müddet, Şeyh Mahmud el-Behdini, Şeyh Haydar es-Sohrani ve Şeyh Abbas El-Bağdadi’nin manevi terbiyesinde pişti. Sonra tekrar memleketine dönerek Şeyh Salih Sipki Hazretlerini ziyaret etti. Onun işareti üzerine, uzaktan akrabası ve medrese arkadaşı olan Hakkarili Seyyid Tâhâ (ks.) Hazretlerine müracaat ederek onun tavsiyelerini aldı.

Seyyid Tâhâ Hazretleri, Şeyh Muhammed el-Fersafi’den yaşça büyüktü. Onun için Şeyh Muhammed Ona derin bir saygı gösterir, nasihatlerini dinlerdi. Gıyabında, «Amcamız, büyük üstadımız» diye kendisinden bahsederdi. Seyyid Tâhâ Hazretleri, Muhammed el-Fersafi’ye: «Sevgili yeğenim, senin kalbinin anahtarı Halepçe’de, Şeyh Osman Efendi Hazretlerinin elindedir», buyurdu. Bunun üzerine Muhammed el-Fersafi, Halepçe’ye giderek Şeyh Osman Tavilî (ks) Hazretlerinin manevi terbiyesine girdi. Şeyh Osman Hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ks), Hazretlerinin halifelerindendir. Muhammed el-Fersafi burada bir müddet seyrü sülûk ile olgunlaştıktan sonra tasavvuf icazetnamesini de aldı ve üstadı tarafından irşâd vazifesiyle görevlendirildi.

Böylece zahir ve batın ilimlerde kemale eren Şeyh Muhammed el-Fersafi, 1844 yılında, Irak’tan dönerek doğduğu Fersaf köyüne gelip yerleşti. Burada irşâd ve tedris hayatına başladı. Kurduğu medresede yüzlerce talebe yetiştirdi. İnsanlara daima zühd ve takva yolunu gösterdi. Çok geçmeden bölgenin âlimleri Ona büyük bir hürmet duymaya başladılar. Onu ziyaret ederek ilminden istifade etmeye çalıştılar.

Bunların başında vaktiyle ona ders veren Molla Halil Efendi Hazretlerinin çocukları ve yakınları gelmektedir. Bunlardan, Molla Ömer Efendi ve Zokaydalı Molla Abdülkahhâr Efendi en meşhurlarıdır. Ayrıca Nuvinli Şeyh İbrahim Efendi, Halid bin Velid (ra)’in soyundan gelen Siirtli Şeyh Abdullah Efendi, Siirtli Mahmud Cemaleddin Efendi, Siirtli Şeyh Hattâb Efendi, Zadolu Şeyh Muhammed Efendi, Huvitli Şeyh Abdullah Efendi, İskambolu Şeyh Derviş Efendi, Fersaflı Şeyh Abdülhakim Efendi ve Verkânisli Şeyh Fethullâh Efendi gibi şahsiyetler, onun yanında tasavvuf terbiyesi aldılar. Bu zatlardan Fersaflı Şeyh Abdülhakim Efendi, Zokaydalı Şeyh Abdülkahhâr ve Verkanisli Şeyh Fethullah Efendi Hazretleri, daha sonra Üstadları Şeyh Muhammed Fersafi’nin işareti üzerine Seyda-yi Tâğî Hazretlerine giderek seyrü sülûk terbiyesini Onun yanında tamamlamışlardır.

İsimleri geçen bu zatlardan Verkanisli Şeyh Fethullah Efendi, Hz. Ömeri (ra)’in soyundan gelmektedir ve Hocası Fersaflı Şeyh Muhammed el-Hazîn’in kayın biraderidir. Fersaflı Şeyh Abdülhakim Efendi ise Onun yeğenidir.

Milâdî 1258 de Bağdad'ın Moğollar tarafından istila edilmesi üzerine Şeyh Muhammed’in ataları gelip Siirt’in Fersaf köyüne yerleşmişlerdir. Burası, Siirt’in bugünkü Tillo (Aydınlar) ilçesinin bir mahallesi gibidir. Aynı tarihlerde Abbasi saray erkânından bazı şahsiyetler de Moğol zulmünden kurtulup hicret ederek buraya yerleşmişlerdir. Siirt eşrafından bu meşhur aile, bilindiği üzere Hz. Abbas’ın soyundan gelmektedir. İsmail Fakirullah Hazretleri bu ailenin son büyüklerindendir. Osmanlı son devrinin büyük evliya ve ulemasından, (Marifetnâme’nin müellifi) Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi Hazretleri, bu zatın yanında yetişmiştir.

Şeyh Muhammed el-Fersafi Hazretleri, Asırlar boyu bir ilim ve irfan merkezi haline gelen bu muhitte doğup büyümüştür. II. Sultan Mahmud Hân, Sultan Abdülmecid Hân ve II. Abdülhamid Hân dönemlerini idrak etmiştir. Onun, on iki oğlu da birer alim olarak yine bu muhitte yetişmişlerdir.

Şeyh Muhammed, bir gün derin bir cezbeye kapılarak söylediği kudsî kasidede «Ya Hazinî» diye muhatap olduğu ilham üzerine o günden sonra Şeyhü’l-Hazin olarak tanınmaya başlamıştır. Muhitinde ve adının zikredildiği kitaplarda Şeyh Muhammed el-Fersâfî, ayrıca Şeyh Muhammed el-Hazin diye anılmaktadır. İlâhi aşka dair kasidelerinden başka Onun Hz. Peygamber (sav)’e «Gayâtü’l-Hayrât» adı altında manzum olarak yazıp hediye ettiği ön üç kıta salevâtı şerifeleri vardır. Bu salevât, doğuda geniş bir muhitte namazlardan sonra okunmaktadır.

Doğduğu Fersaf köyünde, h. 1309/m. 1892 yılında vefat eden Şeyh Muhammed el-Hazîn, köyün yukarısında önceden gösterdiği yere defnedilmiştir. Henüz hayattayken burayı işaret ederek, «Beni buraya defin ediniz, Çünkü Halid bin Velîd Hazretleri Siirt’i fethettiği sırada çadırını buraya kurmuştur» der idi. Nitekim, vefatından bir yıl sonra, üzerine yapılan türbenin inşaatı sırasında temel hafriyatında kıvırcık saçlı bir şehid ile ona ait yay ve oklar bulunmuştur.

Birçok kerametleri olan Şeyh Muhammed el-Hazîn’in soyundan birçok değerli alim yetişmiştir. Başta oğullarından Şeyh Fahreddin, Şeyh Muhiddin, Şeyh Abdullah ve Şeyh Şerafeddin Efendiler olmak üzere bütün çocukları ve günümüzde yaşayan torunları onun ilim ve irfanına layıkıyla veraset etmişlerdir. Bunlardan bilhassa, Şeyh Zeynelabidin, Şeyh Muhammed Musa Kâzım ve Şeyh Takyeddin Efendiler, insanlara daima zühd ve takva yolunu göstermiş, birçok talebe yetiştirmiş ve ehl-i Sünnet velcemaat itikadı anlatmaya çalışmışlardır.

Şeyh Muhammed el-Hazîn Hazretlerinin mahdumlarından Şeyh Şerafeddin Efendi Hazretleri, birinci dünya harbi sırasında maiyetindeki üç bin kişilik milis mücahit kuvvetlerle Ruslara karşı verdiği cihadda büyük bir üstünlük göstermiştir. Bu sayede Rusların Bitlis’i geçmeleri engellenmiştir.
 

nigdeli

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
4,908
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
selamun aleyküm Resul kardeşim. Allah c.c. razı olsun. Çok yüce şahsiyetleri konuk etmişsiniz. Mevla ü Teala şefaatlerine nail eylesin sizi inşaAllah.. Allah'a emanet olun kardeşim..selam ve dua ile..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Zemahşeri
(467 (1075)-538 (1143))

Şamil İslam Ansiklopedisi - Bedreddin ÇETİNER


Ebû'l-Kâsım Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî. Büyük bir dilci, edebiyatçı, kelâmcı ve müfessirdir. Mekke'de uzun süre ikamet ettiği için Cârullah lakabı verilerek "Cârullah Zemahşerî" adıyla meşhur olmuş, ayrıca kendisine "Fahr-ı Harezm" ünvanı da verilmiştir.

Zemahşerî, Selçuklu sultanlarından Melikşah devrinde Harezm kasabalarından Zemahşer'de 467 (1075) yılında mütedeyyin bir ailede dünyaya gelmiş, ilk tahsilini büyük bir ihtimalle, kasabanın imamı olan babasında yapmış; okuma yazma öğrenip hâfız olduktan sonra ilim tahsili için o zaman büyük bir ilim ve medeniyet merkezi olan Buhârâ'ya gitmiştir. Bu arada çocukluğunda bir gün bindiği hayvandan düşerek yaralandığını ve neticede bir ayağının kesilmiş olduğunu de zikretmeliyiz. Bazı kaynaklarda ayağının kesilmesi ile ilgili olarak annesinin bir bedduası olduğuna (küçük bir kuşu ayağına ip bağlayarak sürüklemesi ve kuşun ayağını koparması sebebiyle) dair bir hikâye kendisinden nakledilmektedir.

Zemahşerî'nin Buhârâ'ya hangi tarihte gittiğine dair kaynaklarda açık bir bilgi yoktur. Yalnız, Buhârâ'ya gittiğinde babası hayatta idi. Fakat kaynaklar babasının, Müeyyedü'l-Mülk (ö. 494/1101) tarafından siyasî sebeplerle hapsedildiğini ve Zemahşerî Buhârâ'ya gittiği sırada hapiste olduğunu kaybederler. Babası Ömer İbn Muhammed İbn Ahmed ez-Zemahşerî hapiste iken 488 (1095) yılında vefat etmiştir. O sırada Zemahşerî 21 yaşında bir genç idi.

Zemahşerî Buhârâ'da muhtelif hocalardan usûl-u fıkıh, fıkıh (Hanefî fıkhı), hadis, tefsir, kelâm, mantık, felsefe ve arapça dersleri aldı. Bu yetişme devresinde Harezm ve Horasan bölgelerinde bir çok şehre gitti ve buralarda birçok ders halkasına katılarak bilgilerini ilerletti. 502 (1109) yıllarında Mekke-i Mükerreme'ye gitti ve burada bir süre ikamet ederek zamanın meşhur ediblerinden Şerif Ali İbn Hamza Vehhâs (ö. 526/1132) gibi âlimlerden feyz aldı. Bu Vehhâs daha sonraları Zemahşerî'nin talebelerinden olmuştur. Bu arada Arap yarımadasındaki bazı yerleri ve Yemen şehirlerini gezdi ve Arapçaya vukufiyyetini güçlendirdi. O'nun, Ebû Kubeys Dağı'na çıkarak; "Ey Araplar, gelin atalarınızın dilini benden öğrenin" diye dil konusunda Araplara meydan okuduğu rivâyet edilir. Dile hâkimiyeti gerçekten yazdığı eserlerde ve söylediği şiirlerde, kasîdelerde, medhiyelerde açıkça görülmektedir.

Bu gezilerinden sonra Zemahşerî'nin memleketine gittiğini, 518 (1124) yılında tekrar Mekke'ye geldiğini görüyoruz. Mekke'ye bu gelişinde artık uzun süre burada kalmış ve eserlerinden bir çoğunu, bu arada meşhur tefsirini de burada kaleme almıştır. Daha sonra yetişmiş bir âlim olarak tekrar memleketine (Harezm) dönüp 538 (1143)'de Seyhan nehri kenarındaki Cüreaniye'de vefatına kadar orada kaldı.

Zemahşerî'nin hocaları arasında, nahiv ve edebiyat okuduğu Mahmud İbn Cerîr ed-Dabbî (ö. 507/1113-1114), Ali İbn Muzaffer en-Neysâbûrî; Fıkıh okuduğu el-Hayyâtî; Usûl ilimlerini öğrendiği Rükneddin Muhammed el-Usûlî; Hadis okuduğu Ebu Mansur Nasr el-Hâris, Ebû'l-Hattâb Nasr İbn Ahmed el-Batır (ö. 494/1101) gibi âlimler sayılabilir.

Zemahşerî itikadda ateşli bir Mu'tezile, fıkıhta ise Hanefîdir. Mu'tezile oluşundan dolayı çok tenkid edilmiş ve bu yüzden çok muhalif kazanmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri ile, onları tahkir etme derecesinde alay eden, keskin ve katı bir tutumu vardır. Hayatının sonlarına doğru Mu'tezile oluşundan tevbe edip ehl-i sünnet inancına döndüğü rivayet edilirse de bu, eserinde görülmez. Sırf Mu'tezile oluşundan dolayı Selçuklu sultan ve verirleri tarafından ilimde ulaştığı yüksek mertebeye rağmen itibar görmemiş, hattâ haklarında methiyeler söylediği emirler bile yüzüne bakmamışlar, ama o bildiği yoldan şaşmamıştır.

Zemahşerî, yetiştirdiği çok sayıda talebe -ki bunların birçoğu nahiv, edebiyat ve İslâmî ilimlerde şöhret bulmuş âlimlerdendir (bunların bir kısmı için bk. Abdullah Nezîr Ahmed, Ruûsu'l-Mesâil Mukaddimesi, Beyrut 1987, 40-42)- yanında velûd, çok yazan bir âlimdir. Hal tercemelerinden bahseden eserler onun elli civarında eseri olduğunu belirtiyorlar. Bunlardan önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:

Eserlerinden önemlileri
1- Esâsu'l-Belâğa: Zemahşerî'nin, kelimelerin ilk harflerine göre (o zamana kadar te'lif edilen sözlüklerde bu sistematiği görmek mümkün değildi. Alfabetik olanlar da kelimelerin son harflerine göre sıraya konulmuştu) alfabetik olarak hazırladığı Arapça bir sözlüktür. O'nun, Arapçaya ne kadar hâkim olduğunu gösteren eseridir. Kelimelerin lüğâvî ve mecâzî manaları verilirken eski Arap şiirinde,n bolca istifade edilmiş, ancak bu şiirlerin sahiplerine nadiren işaret edilmiştir.

2- A'cebu'l-Ucâb fi Şerhi Lâmiyyeri'l-Arab: eş-Şenferî İbnü'l-Evs İbnü'l-Hacer'in Lâmiyyetu'l-Arab adlı eserinin (Kâtib Çelebi, Keşşfu'z-Zunûn, İstanbul 1971, II, 1539) şerhidir. Eser sadece lüğât, müfredât ve nahiv yönünden şerhedilmiş, belâğat konularına girilmemiştir. İlk baskısı İstanbul'da yapılan eser daha sonra Kahire'de (1324) neşredilmiştir.

3- el-Mufassal: Arap dili gramerine dair bu eseri Zemahşerî 513-515 (1119-1121) yılları arasında yazmıştır. Eser dört bölümden oluşur. Bölümler sırasıyla isim, fiil, harf (edatlar) ve müşterek lafızlara tahsis edilmiştir. Eserde anlatılan konular Kur'ân, Hadis, Arap şiir ve nesrinden bolca örneklendirilmiştir.

Zemahşerî'nin bu eseri dilciler tarafından büyük itibar görmüş, bir çok şerh ve hâşiyesi yapılmıştır. Bunların en meşhuru Muvaffakuddîn Ebu'l-Bakâ Yaîş İbn Ali el-Halebî (ö. 643/1245)'nin şerhidir ve 18821886'da Leipziğ'de neşredilmiştir. Bunun dışında İ'râbu'l-Kur'ân adlı eserin müellifi el-Ukberî (ö. 616/1219)'nin ve İbnu'l-Hâcib (ö. 646/1248)'in de el-İzâh adında şerhleri vardır.

4- el-Enmûzec: el-Mufassal adlı kitabından kısaltarak yazdığı bu eseri Arap dili nahvi hakkındadır ve 1401 (1979-80)'de Beyrut'ta neşredilmiştir.

5- Ruûsü'l-Mesâil: Hanefî ve Şâfiî mezhepleri arasında ihtilâflı olan fakhî konuları ihtiva eder.1407 (1987) yılında Abdullah Nezîr Ahmed tarafından bir cilt halinde tahkikli bir neşri yapılmıştır.

6- el-Fâik fi Garîbi'l-Hadîs: Alfabetik ve geniş bir hadis lüğâtidir. Hadislerde geçen garîb kelimeleri izah eder. Haydarabad ve Kahire'de (1364) basılmıştır.

7- el-Keşaf fı Kırâât

8- el-Müstaksâ fi Emsâli'l-Arab: Arab darb-ı meselleri (atasözleri) ne dairdir. Esâsu'l-Belâğa'da olduğu burada da atasözleri ilk kelimelerine göre alfabetik olarak sıralanmıştır. Zemahşerî, bu atasözlerini -ki sayıları 3461'dir- sıralamakla yetinmemiş; açıklamalarını, doğuşunu, dil yapısını ve tahlillerini de vermiştir. Eser, 1381'de Haydarabad'da neşredilmiştir.

9- Makamât: Zemahşerî'nin Mekke'de 512/1118'de kaleme aldığı bu eser 50 makame ihtiva eder. Bu Makâmeler nasîhat, irşad ve mev'îzalardan ibarettir. Kendi şerhi ile birlikte 1312'de neşredilmiştir.

10- Mukaddimetu'l-Edeb: Müellifin, Harzemşahlardan Emîr Bahâeddin Alâuddevle Ebul-Muzaffer Atsız'a ithaf ettiği gramer ve lügat kitabıdır. Beş bölümden oluşan eserin ilk iki bölümü Arapça-Farçsa; kalan bölümleri ise Arapçadır. Bölümlerde sırasıyla isimler, fiiller, harfler (edatlar), isimlerin çekimleri,fiillerin çekimleri konuları işlenir. İlk iki bölümü 1843'de, kalan kısmı ise 1850'de Leipziğ'de neşredilmiştir (Zemahşerî'nin hayatı ve eserleri için bk. Ahmed Muhammed el-Hûfı, ez-Zemahşerî, Kahire 1980; Mustafa es-Sâvî el-Cuveynî, Menhecu'z-Zemahşerî fı Tefsîri'l-Kur'ân ve Beyâni İ'câzilıî, Kahire 1984; Abdullah Nezîr Ahmed Ruûsu'l-Mesâil (Mukaddime) Beyrut 1987; Muhammed Hüseyn ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Mufessirûn, Kahire 1976, I, 429-431; Murtazâ Ayetullâhzâde eş-Şîrâzî, ez-Zemahşerî Lüğâviyyen ve Müfessiran, Kahire 1977, 83-131. Yalnız Murtazâ Âyetullâhzâde, Zemahşerî'nin Fars yani İran asıllı olduğunu iddia eder. Halbuki diğer bütün kaynaklar Zemahşerî'nin Türk olduğunda ittifak halindedir).

11- el-Keşşâf an Hakâikı't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fı Vücühi't-Te'vîl: Zemahşerî'nin bütün İslâm âleminde tanınmasını sağlayan tefsiridir. Kısaca Keşşâf olarak tanınır. Tefsir tarihinde önemli bir yer tutan, leh ve aleyhinde çok söz söylenen, üzerinde yüzlerce şerh, haşiye, ta'lîka ve reddiye yazılmış bir kitaptır.

Zemahşerî bu eserini Mekke'de ikameti esnasında kaleme almış ve iki senede tamamlamıştır. Aslında çevresinden gelen istekler üzerine Fevâtihu'ssuver ve Bakara sûresi tefsirine dair bazı bilgileri daha önceden yazmışsa da daha önce adı geçen Mekke emirî ve edîb Ali ibn Hamza İbn Vehhâs'ın da teşviki ile tam bir tefsir yazmaya karar vermiş ve bu eserini meydana getirmiştir. Bu tefsirini vefat ettiği yıl tamamladığı nakledilir.

el-Keşşâf müellifi, kendinden önce yazılmış tefsir ve müfessirlerden büyük ölçüde istifade etmiş, eserinde onlardan nakillerde bulunmuştur. Bu cümleden olarak tâbiûn devri âlimlerinden olan Mücâhid İbn Cebr (ö. 104/722), Mu'tezile âlimlerinden Amr İbn Ubeyd (ö.144/761) ve Ebu Bekr el-Asamm (ö. 311/923), Maâni'l-Kur'ân müellifi Ebu İshak ez-Zeccâc (ö. 311/923), Abdullah İbn Deresteveyh (ö. 347/958), er-Rummânî (ö. 384/994) ve Kadı Abdülcebbâr (ö. 415/1024) gibi meşhur isimler yanında yüzlerce kurrâ, dilci, fakih ile sahabe ve tabiûn devri müfessirlerinden nakillerde bulunmuştur. Zemahşerî'nin bu tefsiri daha ziyade dil ve belâğat bakımından önemlidir ve belâğat yönünden Kur'ân'ın mucizelinini ortaya koymaya çalışmıştır. Bu yönüyle kendinden sonra gelen bütün dirayet tefsirleri ondan istifade etmişler ve Keşşâf tefsiri "Ummu't-tefâsîr=Tefsirlerin anası veya ana tefsir" kabul edilmiştir.

Ancak müellifi Mu'tezile mezhebinden olduğu ve mezhebini te'yid eder biçimde te'villere, açıklamalara gittiği için (kulların fiillerinin yaratıcısı olması, Allah'ın âhirette mü'minlerce görülmesinin imkânsız olması, fâsığın mü'min veya kâfir olmayıp ikisi arasında bir merhalede olması, sihrin hakikatinin olmaması vs. gibi) bu tefsir çok tenkide uğramış ve eserdeki Mu'tezile mezhebinin görüşlerine uygun te'villerin ayıklanması, çürütülmesi ve reddi sadedinde birçok eser, şerh, hülâsa, hâşiye ve ta'l-îka kaleme alınmış, kullandığı hadislerin tahrici yapılmıştır (Keşşâf üzerinde yapılan çalışmalar, tenkidler ve reddiyeler hakkında bk. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 291-293).

el-Keşşâf'ta, tefsire şahid olarak getirilen bin kadar beyit vardır. Bu beyitler anlamı ve ne yönden şahid olarak getirildiği zor anlaşılır beyitler olup bunların şerh ve açıklamaları için de müstakil eserler yazılmıştır (Meselâ bunlardan Muhibbüddîn Efendi'nin Tenzîlü'l-Âyât Ale'ş-Şevâhid mine'l-Ebyât Şerhu Şevâhidi'l-Keşşâf'ı çok meşhur olup Keşşâf'ın muhtelif baskılarının sonuna eklenmiştir).

Keşşâf müellifi amelî mezheb bakımından Hanefi olduğu için eserde fıkhî meselelerin izahında bu mezhebe uyulmakla birlikte birkaç yerde Şâfiî mezhebinin tercih edildiğine de rastlanır.

Eserde kırâat farklılıklarına büyük ölçüde işaret edilir. Ancak çoğu kere bu kırâat farklılıkları tefsirde malzeme olarak kullanılmaz. Ayrıca Abdullah İbn Mes'ûd, Übeyy İbn Ka'b, Hâris İbn Süveyd mushafları ile bunlar dışında bazı mushaflardaki farklılıklara da işaret edilir.

Keşşâf'ın en çok tenkide uğrayan yönlerinden biri de şâz kırâatlara yer vermesi ve bunları tefsirde delil kabul etmesidir. Öte yandan az da olsa isrâiliyyâta ve zayıf, hattâ uydurma hadislere de eserde yer verilmiştir. Hadis ilminde otorite olan Zemahşerî'nin tefsirinde bu türden hadislerin bulunmasının izahı güçtür.

Keşşâf'ta Ehl-i sünnet âlimlerine karşı oldukça ağır bir dille tenkidler de yer alır ve müellif Zemahşerî adetâ Ehl-i sünnet âlimleri ile alay ederek onların Kur'ân'ı ve âyetlerini anlamaktan âciz olduklarını ileri sürer.

Tefsirde genellikle soru cevap -eğer şöyle dersen ben de derim ki.- şeklinde bir muhavere metodu kullanılmıştır ki herhalde o devrin üslup özelliklerinden biri olmalıdır.

Ehl-i sünnet akîdesine ters düşen birçok te'vile yer vermiş olmasına rağmen sünnî İslâm dünyası medreselerinde en çok okutulan ve kendisinden en çok istifade edilen (meselâ Şeyhülislam Ebu's-Suûd Efendi'nin tefsiri İrşâdu'l-Akli's-Selîm'de, Ebu'l-Berekât en-Nesetî'nin Medâriku't-Tenzîl'inde, Kâdî Beydâvî'nin Envâru't-Tenzîl'inde ve son devir Türk müfessirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsirinde bu son derece açıktır) tefsir özelliğine sahip bu tefsirin, Kur'ân-ı Kerîm'in belâğat ve icâzını en güzel ortaya koyan eser olduğu tartışma götürmez.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ALKAME BİN KAYS


(591 - 681m.)
Osman BİLGEN


Alkame ibn Kays, tefsir, kırâat, fıkıh ve hadîs ilimlerinde Tabiîn'in önde gelen isimlerindendir. Künyesi Ebû Şibl'dir. Alkame ibn Kays, muhadramlardandır; yani Peygamber Efendimiz hayatta iken Müslüman olmuş, fakat O'nu görememiştir.
Alkame ibn Kays, içinden bir çok âlim çıkaran Yemen'in Nehâ ailesindendir. Tâbiînin ilim, zühd ve takvasıyla önde gelen isimlerinden Esved ibn Yezid en-Nehâî onun amcası, İbrahim en-Nehâî de halasının oğludur.

İlmî otoritesiyle yaşadığı dönemde bile şöhret bulmuş Alkame ibn Kays, rivâyetlerine müracaat edilen müstesna bir âlimdir. Ashabı Kirâm'dan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Âişe, Abdullah ibn Mes'ud, Hüzeyfetü'l-Yemâni, Selmân-ı Fârisî, Hâlid ibn Velid, Ebu'd-Derdâ ve Amr ibn Şurahbîl (radiyallahü anhüm ecmaîn) gibi pek çok sahabe ile görüşmüş ve onlardan ilim alıp hadîs rivâyetlerinde bulunmuştur. Hz. Ali ile Nihavend'de Hariciler'e karşı elinde kılıcı ile bizzat savaşmıştır. Horasan fetihlerine de katılan Alkame, Merv'de iki sene kalmıştır.

Muasırlarını (çağdaşlarını) aşan muallâ kâmetinin (yüksek makamının) yanında çok da mütevâzı bir kişiliği olan Alkame ibn Kays, Ebû Hanîfe'yi yetiştirecek Kûfe mektebinin kurucusudur. Kûfe'de yetişen bütün Tabiîn imamları.. ve başta da, birçok sahâbi görmüş Amr ibn Şurahbîl kendisinden rivâyette bulunur ve yanındakilere de şöyle derdi:

"Haydi, oturması-kalkması, duruşu ve davranışları ile insanların Abdullah İbn Mes'ûd'a en çok benzeyeninin yanına gidelim." Abdullah İbn Mes'ûd için de: "Nebî'ye insanların en çok benzeyeni" denirdi. İbn Mes'ûd, yapı olarak ufak tefekti ama, namaza duruşu, namazdaki huşûu ve derinliğiyle Allah Rasûlü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) çok benzerdi. Alkame de, İbn Mes'ûd'u temsil etme gayreti içindeydi. Bu öyle bir benzerlik ve temsildi ki; nasıl Allah Resûlü: "Kur'ân'ı İbn Ümmü Abd'den -yani, İbn Mes'ûd'dan- dinleyin." (Buhârî, "Fezâilü'l-Ashâb," 26, 27; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 118) buyurmuştu; İbn Mes'ûd da çok defa: "Çağırın Alkame'yi, bana Kur'ân okusun" derdi. Alkame gelir ve okumaya başlardı. Okur okur, nihayet okumayı bitirince İbn Mes'ûd yine: "Oku; anam babam sana feda olsun!" diyerek, devamını isterdi.

Abdurrahman ibn Hürmüz el-A'rec diyor ki: "Alkame, yaşadığı dönemde Kur'ân-ı Kerîm'i en güzel okuyanlardan biri idi. İbn-i Mes'ûd ne zaman onun okuyuşunu dinlese, kendinden geçer ve; 'Eğer Resûlüllah seni görseydi, seninle mesrûr olurdu' derdi."

Nitekim Ahmed ibn Hanbel'e Tabiûn'un en faziletlileri kimlerdir diye sorulduğunda; "Osman en-Nehdî, Kays ibn Ebi Hâzim, Alkame ibn Kays ve Mesrûk ibn el-Ecda'dan daha faziletlilerini bilmiyorum" demiştir. (Kâsimî, Kavâidu't-Tahdîs, s. 75)

Alkame ibn Kays, tefsir, kırâat ve fıkıh ilmini Ashab-ı Kirâm'ın büyüklerinden Abdullah ibn Mes'ûd'dan öğrenmiştir. Onun dersleri vasıtasıyla engin bir ilme sahip olmuştur. Nitekim hocası Abdullah ibn Mes'ûd onun hakkında: "Benim okuduğum her şeyi okur ve bildiklerimi bilir" buyurmuştur.

Esved ibn Yezîd de: "Abdullah ibn Mes'ûd'u Alkame ibn Kays'a ders verirken gördüm. İbn Mes'ûd, ona sûreleri öğrettiği gibi teşehhüdü de öğretiyordu" demiştir.

Bilhassa fıkıh ilminde haklı bir itibar kazanan Alkame ibn Kays çok sayıda talebe yetiştirmiş, Ehl-i Sünnet itikadının öğretilmesi, yerleşmesi, yayılması ve daha sonraki nesillere intikalinde büyük hizmetleri olmuştur.

Kurucusu olduğu Kûfe mektebinde Esved ibn Yezid en-Nehâî, İbrahim en-Nehâî, Ebû Hanîfe'nin hocası Hammad İbn Ebî Süleyman, Ebû Vâil Muhammed ibn Sirîn, Şa'bi, Abdurrahman ibn Alkame ve İmâm Zührî gibi meşhur yüzlerce kişiyi yetiştirmiştir. Kendisi yüzlerce sahâbîden hadîs aldığı gibi yüzlerce tâbiîn de kendisinden hadîs almıştır. Kûfe'yi kendinden sonra gelen ilim ehli için münbit (verimli) bir zemin olarak hazırlayan Alkame olmuştur.

Ehl-i Sünnet'in reisi ve Hanefi Mezhebinin kurucusu İmâm-ı A'zam Ebû Hanife (ö. 150/767), ilmini onun talebeleri zincirinden almıştır.

Zühdü ve takvası dillere destan olan büyük İmam Ebû Hanife Alkame'ye o kadar hayrandı ki: "Alkame, bazı noktalarda bazı sahâbîlerden daha ileride olabilir; yani fıkıh ve hadîste bazı sahâbîlerden daha derin, daha çok vukuf sahibi olabilir" derdi.

Nitekim Kâbus ibn Ebî Zabyan'dan nakledilen şu olay da Ebû Hanife'nin görüşünü desteklemektedir.

Babama: "Neden Rasûlullah'ın ashabını bırakıp Alkame'ye gidiyordunuz?" diye sorduğumda, babam:

"Rasûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabının, Alkame'ye sorular sorduğunu ve fetva istediklerini gördüm." cevabını verdi.

Kendisini bilmez nasipsizin birisi bir gün, Alkame'nin kapısının önünde dikilir ve ona ağzına gelen her şeyi söyler. Koca İmam, onca hakaret karşısında hiç tavrını bozmaz ve karşısındakinin hakaretleri bitince şu âyeti okur: "Mü'min erkek ve kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet verenler, işlemedikleri bir günahtan dolayı onları karalayanlar, çok ciddî bir bühtanda bulunmuş ve apaçık bir günaha girmiş olurlar" (Ahzâb, 33/58). Adam: "Ne yani, sen mü'min misin?" der. Koca imamın cevabı, tam kendisine yakışır şekildedir: "Umuyorum."(Buhârî, "Fezâilü'l-Ashâb, 13)

Alkame ibn Kays, çok rivâyeti olan (Muksirûn) ravilerdendir. Temel hadîs kitaplarında onun rivâyet ettiği 333 hadîs bulunmaktadır. Cerh ve ta'dil ilminin büyük imamlarından Zehebî ve İbn Hacer tarafından 'sika/güvenilir' olarak kabul edilmiştir.

Alkame, hadîs ilminde hâfız (hadîs-i şerîf âlimi) derecesinde idi. O, hadîs-i şerîfleri senetleri ile ezbere bilirdi. Rivâyet ettiği hadîs-i şerifler, Kütüb-i Sitte denen meşhûr altı hadîs külliyatında yer almaktadır.

Alkame ibn Kays, tefsir ilminin de büyük imâmlarındandır. Âyet-i kerîmeleri tefsir ederken hadîs-i şeriflere mürâcaat ederdi. En'âm sûresi 82. âyet-i kerimenin tefsiri hakkında İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivâyet etmiştir: "İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." âyet-i kerîmesi nâzil olunca Ashâb-ı kirâm; "Hangimiz zulüm işlememiş bulunuyoruz?" diye Resûlüllah'a sordular. Resûlü Ekrem (s.a.s.): "Bu, sizin hakkınızda değildir" buyurmuş ve sonra da: "Hani Lokman da oğluna nasîhat ederek demişti ki: 'Oğlum, Allah'a şirk koşma! Şüphe yok ki bu şirk pek büyük bir zulümdür' (Lokman, 31/13) meâlindeki âyeti okumuş, bu âyet-i kerîme ile En'âm sûresi 82. âyetteki zulmün, Allah'a ortak koşmak demek olduğunu bildirmiştir. (Buhari, "Tefsir [En'âm 3] [Lokman 1]")

Kırâat ilminde de oldukça önemli bir yere sahip olan Alkame ibn Kays, meşhur kıraat alimlerinden Yahyâ ibn Vessâb, Ubeyd ibn Nadle ve Ebû İshak es-Sebiî'nin de hocasıdır.

Hayatını şaşaa ve debdebeden uzak mütevazı bir şekilde yaşayan Alkame ibn Kays, bu dünyadan ayrılma zamanı gelip hakkın huzuruna çıkacağı anı beklediği saatlerde şöyle vasiyette bulunuyordu:

"Ben vefât ederken başımda 'Lâ ilâhe illallah' diyerek telkinde bulununuz. Vefât haberimi yaymayın ve beni hemen kabrime götürün."

Alkame, 62/681'de Yezîd b Muâviye'nin (ö. 64/683) hilafeti döneminde 90 yaşında iken Kûfe'de vefat etmiştir.

Alkame, vefat ettiğinde aile efradına miras olarak, evinden, bineğinden ve bir mushaftan başka bir şey bırakmamıştır. Onu da, hastalığında yanında kalan azatlı kölesine vasiyet etmişti.

Allah, bizleri şefaatine nail eylesin. Amin!.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ATA BİN YESAR
(659-743 m.)


Tâbiîn devrinde Medîne'de yetişen büyük âlimlerden. Künyesi, Ebû Muhammed Medenî'dir. Hilâlî lakabı ile de tanınmaktadır. Peygamber efendimizin, sallallahü aleyhi ve sellem mübârek hanımlarından hazret-i Meymûne'nin kölesidir. Kendisi gibi yüksek âlimlerden olan Süleymân, Abdülmelik ve Abdullah bin Yesâr'ın kardeşidir. Yaklaşık 659 târihinde doğdu. Hazret-i Osmân'ın zamânında yaşı küçüktü. 84 yaşında 743 tarihinde İskenderiye'de vefât etti.

Atâ bin Yesâr, Eshâb-ı kirâmdan birçok zât ile görüşüp onlardan ilim aldı. Kendisi hazret-i Meymûne, Muâz bin Cebel, Ebû Zer-i Gıfârî, Ebüdderdâ, Ubâde bin Sâmit, Zeyd bin Sâbit, Muâviye bin Hakem-i Selemî, Ebû Katâde, Ebû Hüreyre, Zeyd bin Hâlid-i Cuhnî, Abdullah bin Amr, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbâs, Peygamberimizin kölesi Ebî Râfî, hazret-i Âişe ve daha pekçok sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Büyük hadîs âlimi İmâm-ı Buhârî, İbn-i Saîd ve Ebû Dâvud onun, Abdullah ibni Mes'ûd'dan da hadîs rivâyet ettiğini bildirmişlerdir. Rivâyetleri Kütüb-i Sitte denilen altı sahîh hadîs kitabında yer almıştır.

Atâ bin Yesâr'dan da akranı olan Ebû Seleme binAbdurrahmân, Muhammed bin Ömer bin Atâ, Muhammed bin Amr bin Halhala, Hilâl bin Ali, Zeyd binEslem, Şüreyh bin Ebî Nemr hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır.

Atâ bin Yesâr, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin okunuşunu en iyi bilenlerden birisiydi. Kırâat ilmi adı verilen bu ilimde,Eshâb-ı kirâmdan sonra en yüksek dereceye çıkan âlimler, Medîneliler, Mekkeliler, Kûfeliler, Basralılar ve Şamlılar olmak üzere beş tabakaya ayrılmışlardır. Medîne-i münevverede bu ilimle meşgul olanlardan biri deAtâ bin Yesâr'dı. Kur'ân-ı kerîmin okunuşunu bozulmaktan ve değişmekten korumak için gösterilen üstün gayretler o kadar çoktur ki, yapılan çalışmalar akıllara sığmayacak ölçüdedir. Eshâb-ı kirâmın gösterdiği gayreti, kelimelerle ifâde etmek mümkün değildir. Kur'ân-ı kerîmin mânâsının anlaşılması ve anlatılması yanında, her harfinin okunuşu ve bundaki ihtilâflar, öyle bir tesbit olunmuş ki, bu güne kadar bütün müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi bu ilk okunan şekli ile okumaktadır. Atâ bin Yesâr, bu ilmi öğrenip insanlara öğretmede üstün derecelere kavuşan âlimlerdendir.

Hadîs ilminde de sika güvenilir bir âlim olup çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bu ilimde bir hazîne idi. İbn-i Hibbân, Kitabüs-Sikkât'ında onun sika râvilerden olduğunu zikreder. İbn-i Sa'd da Tabakât'ında, sika sağlam olup, çok hadîs rivâyet ettiğini zikreder.

Yine Atâ bin Yesâr, güneş tutulunca Peygamber efendimizin kıldığı iki rekat namazın her rekatında altı rükû ile dört secde yaptığını rivâyet etmiştir. Atâ bin Yesâr'ın Resûlullah efendimizden bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kırk dirhemi veya bu değerde malı olduğu hâlde, dilencilik eden kimse, dilenmekte ısrar etmiş, günâha girmiş olur."

Atâ bin Yesâr'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz hazret-i Ömer'e hitaben; "Ey Ömer! Öldüğün vakit adamların gidip senin boyuna uygun bir mezar hazırlayıp, seni yıkayıp kefenledikten ve koku sürdükten sonra, seni götürüp mezara koydukları ve toprağı üzerine örterek geri döndükleri vakit hâlin nice olur? Münker ve Nekir adındaki kabrin iki büyük ibtilâsı (suâl melekleri) sana gelir. Sesleri yıldırım indiren gök gürültüsü, gözleri parlak şimşekler gibi, uzun saçlarını sürürler. Uzun ve sivri dişleri ile mezarın topraklarını alt üst ederler. Sana çeşitli zorluklar çıkarırlar. Seni korkuturlar. O vakit senin hâlin nice olur ey Ömer?" buyurdu. Hazret-i Ömer de; "Bu zamanki aklım o zaman da başımda olacak mı?" diye sordu. Resûl-i ekrem efendimiz; "Evet." buyurunca; "Ben onların hakkından gelir, gerekli cevaplarını veririm." dedi.

Bir hadîs-i şerîfte; "İnsanların en iyisi, borcunu en iyi şekilde ödeyenlerdir." buyruldu.

Atâ bin Yesâr buyurdu ki: "Şâban ayının on beşinde, yâni Berât gecesinde o yıl içinde ölecek olanların listesi Azrâil aleyhisselâma verilir. Bu arada ev yapan, su akıtıp ağaç diken ve yeni evlenen nice kimseler vardır ve isimleri bu listededir. Fakat onlar bunu bilmezler."

Atâ binYesâr şöyle anlatıyor: Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytanın işlerinden bir pisliktir. Bunlardan kaçının ki, felâh bulasınız!" (Mâide sûresi: 90) âyet-i kerîmesinin mânâsı Tevrât'ta şu şekilde vardı. "Bâtılı gidersin, oyunu boşa çıkarsın, çalgılı oyun âletlerini yok etsin! diye, biz hakkı indirdik. Şarap içene yazıklar olsun! Allahü teâlâ bu mânâda, izzetine ve celâline yemin ederek; "Bir kimse, haram olduğunu bilerek içerse, kıyâmet günü onu suya hasret bırakırım. Şarabın haram olduğunu bilerek bırakana, Cennet ırmaklarından içiririm." buyurdu.

Atâ bin Yesâr, Yâlâ binMürre'den şöyle anlatıyor: "Biz hazret-i Ali'nin yakınlarından bâzıları ile buluştuk. Yâlâ onlara dedi ki: O, şu anda savaşan kimsedir. Onun hayâtı için emin değiliz. Ona bir zarar gelebilir. Bundan sonra odasının kapısında nöbet tutmaya başladık. Bir ara namaza çıktı. Bizi görünce; "Burada ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Biz de: "Seni bekliyoruz, yâ müminlerin emîri!.. Zîrâ sen, harp yapan bir kimsesin. Sana bir zarar gelmesinden korkuyoruz." diye cevap verdik. Onlara sordu: "Beni semâ (gök) ehlinden mi koruyorsunuz, yoksa yer ehlinden mi?" Biz de: "Elbette yer ehlinden! Semâ ehlinden nasıl koruyabiliriz?" deyince; "Allahü teâlânın takdir etmediği hiç bir şey semâda da olmaz. Herkesin işlerine vekil olan iki melek vardır. Kaderi olarak takdir edilen şeyler başına gelinceye kadar, her şeyi ondan uzaklaştırırlar. Kaderde olan başa gelince de, kaderi ile onu başbaşa bırakırlar." buyurdu.

Allahü teâlâya en çok yaklaşanların, güzel ahlâkta Peygamber efendimize en çon benzeyenler olduğuna işâret ederek; "Yükselenler hep güzel ahlâkları sâyesinde yükselmişlerdir. Ahlâkın kemâl mertebesine ancak Muhammed aleyhisselâm yükselmiştir." buyurdu.

ANNE DUÂSI

Atâ bin Yesâr anlattı: Yolculuk yapmakta olan bir kervân, bir yerde mola vermişti. Fakat bu sırada bir merkebin sesi onların uyumalarına mâni oldu. Bunun üzerine bu sesin geldiği tarafa doğru gittiler. Sesin geldiği yere varınca kıldan yapılmış çadır içerisinde, yaşlı bir kadınla karşılaştılar. O kadına; "Bu merkep sesi nereden geliyor. Onun sesinden bir türlü uyuyamadık?" dediklerinde, kadın; "O merkep gibi ses çıkaran benim oğlumdur. Hayatta iken bana eşek diye hitâb ederdi. Allahü teâlâya onu eşek yapması için bedduâ ettim. Onun için böyle her gece sabaha kadar merkep gibi ses çıkarır." dedi. Bunun üzerine kervan sâhipleri o kadına; "Bizi onun kabrine götür, onun kabirdeki hâline bir bakalım." dediler. Kabre gidip, açıp baktıklarında, boynunun eşek boynu gibi olduğunu gördüler.

1) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.90
2) Mîzân-ül-İ'tidal; c.3, s.77
3) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.7, s.217
4) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.399
5) Tehzîb-ül-Esmâ ve'l-Luga; c.1, s.335
6) Miftâh-üs-Seâde; c.1, s.10,79,192, c.2, s.7,14, 16,18,162
7) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s.173
8) Nevâdir-ül-Âlem (Kalyûbî); s.27
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.132, c.16, s.10, c.6, s.327
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Ebu Nuaym
(?- 1038)

Onuncu asırda yaşamış İslâm alimlerindendir. Hadis, kelâm, tasavvuf ve tarih alanında eserler kaleme almıştır. İsfahan'da doğmuş olmasından dolayı İsfahanî, oğlunun ismine izafeten de Ebu Nuaym unvanıyla anılmış ve bunlarla meşhur olmuştur. Asıl adı Ahmed'dir. İlim öğrenmek ve özellikle de hadis ilmini tahsil etmek maksadıyla bir çok İslâm beldesini dolaşmış ve çok sayıdaki alimden ders alarak bunlardan istifade etme yoluna gitmiştir. Risâle-i Nur'da, Delail-i Nübüvvet adlı eseri ile birlikte ismi zikredilmekte ve bu eserinde aktarılan bazı mucizelerden söz edilmektedir. (Mektubat, s. 149) Künyesi Ebu Nuaym Ahmed bin Abdullah bin İshak el-İsfahanî şeklindedir.
Ahmed, İsfahan'da dünyaya geldi. Doğum tarihi olarak farklı tarihler verilmektedir. Bu tarihler, 945 ile 948 yılları arasında değişmektedir. Fars asıllı bir aileye mensuptur. Hadis toplamak üzere muhtelif yerleri dolaşan ve hadis hafızı olan Ebu Muhammed Abdullah'ın oğludur. İsfahan, zamanın önemli ilim ve kültür merkezi olması hasebiyle burada iyi bir eğitim aldı. Sekiz yaşından başlamak üzere hadis alimlerinden hadis ilmi almaya başladı. Eğitimi boyunca hem İsfahan, hem de diğer bazı bölgelerdeki alimlerden icazet aldı.
İlim öğrenmek ve kendini geliştirmek maksadıyla 967 yılında seyahate çıktı. Aralarında Basra, Bağdat, Küfe ve Mekke gibi önemli beldelerin bulunduğu birçok şehri dolaştı. Burada bulunan hadis alimlerinin ve ravilerinin bilgisinden istifade etti. Bunlardan hadis nakilleri yaptı. Her ne kadar Suriye'ye de gitmek istediyse de, burada Fatımilerden kaynaklanan karışıklıklardan dolayı buraya gidemedi. Belirtilen ilmi seyahatinin dışında başka bir seyahatte daha bulunarak bu vesileyle Cürcan ve Horasan bölgelerini de dolaştı. Burada bulunan alimlerden de hadis ilmini tahsil etti.
Risale-i Nur'da, Peygamber Efendimizin (asm) mucizeleri kaynaklarıyla beraber verilirken, bu mucizelere şahit olan, şahitlerden dinleyen ve silsileli bir şekilde nakil zincirinde yer alanlar zikredilmekte, ayrıca İslam alimlerinin bazı eserlerine de atıfta bulunulmaktadır. İsmi zikredilip eserine atıfta bulunulan alimlerden birisi de Ebu Nuaym'dır. Peygamber Efendimizin (asm) nübüvvetini ispat etmek maksadıyla, ismi Risale-i Nur'da da zikredilen Delail-i Nübüvvet adlı eseri kaleme almıştır.
Delail-i Nübüvvet'te yer alan mucizelerden bir tanesi, cansız bir şekilde yerde yatarken Peygamber Efendimizi dile gelip tasdik eden Zeyd ibn Harice ile alakalıdır. Zeyd, çarşı içinde dolaşırken aniden düşüp yığıldığı yerde vefat etti. Cenazesini alıp eve götüren yakınlarını şaşkınlığa çeviren bir hadise vukua geldi. Zeyd, kadınların ve yakınlarının ağladıkları bir sırada "susunuz, susunuz!" mealinde sözler sarf edince birden herkes susmuş ve bunu müteakiben de, "Muhammedün Resulullah, esselamu aleyke ya Resulallah" demek suretiyle konuşmuştur. Yakınları bu sözleri sarf ettikten sonra, canlı olup olmadığına bakmışlar ve her hangi bir canlılık emaresi göstermediğini görerek hayrete düşmüşlerdir. (Mektubat, s.156) Böylece bu hadise ile Yüce Peygamberi tasdik edenlerin arasına cansızlar da karışarak şahadette bulunmuş ve canlı olanlara büyük bir ders vermişlerdir.
Ebu Nuaym, eserleri ve naklettiği hadisler ile alakalı olarak müspet ve menfi eleştirilere muhatap oldu. Hadis terimlerini yerli yerinde kullanmamakla suçlanırken bu konudaki eleştirileri ciddiye alamayan bazı alimler, diğer taraftan eserlerinde yer verdiği bazı mevzu hadislerinin bu özelliklerini belirtmemesinden ötürü eleştirdiler. Bazı fikirlerinden ötürü Şafii ve Hanbeli mezhebine mensup hadis alimlerinin tartışmalarına da sebep oldu. Bu tartışma ve fikir ayrılıklarına paralel olarak Hanbeli mezhebine mensup bazı talebelerinin kendisini terk ettiği nakledilmektedir. Bu arada kendisine yöneltilen eleştirilerin önemli sebepleri arasında, söz konusu eleştiricilerle farklı fikir akımlarını takip etmiş olmalarıdır.
Ebu Nuaym'ın ilgilendiği sahalardan birisi de Kelam ilmidir. Eserlerinin bazıları bu ilim dalı ile direk alakalı olduğu gibi, dolaylı bir şekilde ilgili olan eserleri de mevcut olup bazıları günümüze kadar gelmiştir. Diğer taraftan bazı eserlerinde verdiği bilgilere dayanılarak Şii olduğuna dair iddialarda bulunulmuş ise de, söz konusu delil ve göstergeler bu iddiayı ispatlamaktan uzaktır.
Ebu Nuaym'ın zühd ve takvası konusunda kaynaklarda ittifak mevcuttur. Büyük bir kişilik sahibi olduğu belirtilerek, hadis ilmiyle uğraşanların ileri gelenlerinden biri olarak kabul gördü. Ayrıca tarihçi kişiliği ile de tebarüz etti.
Ebu Nuaym, ömrünün büyük bir bölümünü geçirdiği ve doğduğu yer olan İsfahan'da 1038 yılında Hakk'ın rahmetine kavuştu. Vefatından sonra arkasında, yetiştirdiği bir çok talebe ve kaleme aldığı bir çok eser bıraktı.
Eserleri
Eserlerinden önemli bir tanesi Risâle-i Nur'da da zikredilen Delail-i Nübüvvet adlı eseridir. Müellif bu eserini Peygamber Efendimizin nübüvvetini ispatlamak ve delillerini ortaya koymak için kaleme aldı. Bu eserinde cereyan eden hadiseleri ve olağanüstü gelişmeleri bir araya topladı. Eserin ilk baskısı Haydarabad'da yapıldıktan sonra Halep'te de yayınlandı.
Ebu Nuaym, sekiz yüz dolayında örnek insanın hayatını Hilyetü'l-Evliya adlı eserinde biraraya topladı. Müellif bilgileri aktarırken kronolojik bir sıra takip etmeye çalıştı. Bunu yaparken tarihi sırasına göre aktarma yaptığı gibi, bazen de faziletlerine göre de aktarma yoluna gitti. Eserindeki bilgilerin aktarılmasına, Cennetle müjdelenen büyük sahabelerin hayatlarını aktarmayla başladı. Sahabeleri, tabiini ve akabinde büyük iz bırakan mümtaz şahsiyetlerle ilgili bilgileri aktardı.
İki cilt halinde kaleme aldığı ve önemli bilgileri aktararak sonradan gelenlere kaynaklık eden eseri ise Zikru Ahbari İsfahan'dır. Bu eser İsfahan Tarihi olarak da anılmaktadır. İsfahan'la alakalı olarak sonradan kaleme alınan eser ve müellifler için bir başvuru kaynağı mahiyetini almıştır. Eserinde, Arap olmayan Müslümanların faziletleri ve bunlarla alakalı olarak rivayet edilen hadislere de yer vermiştir. Eserinde, İsfahan şehrinin kurulması ve daha sonra fethedilmesi ile ilgili bilgilere yer vermektedir. Ayrıca, İsfahanlı alimler ve özellikle hadis alimleri ile ilgili bilgilere de yer vermiştir. Bu bilgileri alfabetik sıraya göre aktarmıştır.
Sahabeleri konu edinen bir başka eseri de Marifetü's-Sahabe'dir. Bu eserinde de Cennetle müjdelenen sahabelerle ilgili bilgilere yer vermektedir. Bu eserde bilgi aktarımına, cennetle müjdelenen ve ismi Muhammed olan sahabelerle başlamakta daha sonraki bilgileri alfabetik bir biçimde vermektedir. İki cilt halinde kaleme alınmış bulunan eser, İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.
Ebu Nuaym, cennet ve cennet hayatı ile alakalı olarak rivayet edilen hadisleri Sıfatü'l-Cennet adlı eserinde bir araya getirmiştir. Bu eserde 454 hadis aktarılmaktadır. Bu eseri de iki cilt halinde neşredilmiştir.
Bu eserlerinin dışında Kitabü'd-Duafa, Faziletü'l-adilin, el-Müsnedü'l-müstahrec, Kitabü Tıbbin-nebi, Tesbitü'l-imame ve tertibü'l-hilafe başta olmak üzere çok sayıda eser telif etmiştir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
EBU'L HASAN EŞ'ARİ
(874 - 935m.)

Evliyalar Ansiklopedisi

Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden. İsmi Ali bin İsmâil, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin neslinden geldiği için Eş'arî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 874 (H.260) veya 879 (H.266) senesinde Basra'da doğdu. 935 (H.324) veya 941 (H.330) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristandadır.

İmâm-ı Eş'arî diye de bilinen Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline yöneldi. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini zamânının meşhur âlimlerinden Zekeriyyâ bin Yahyâ es-Sâcî, Ebû Halîfe el-Cümehî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yâkub el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ve Ed-Dâbiî'den öğrendi. Ebû İshâk Mervezî'nin hadîs derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından olan Ebû Ali el-Cübbâî'den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasında yer aldı. Yazdığı kitaplarında Mûtezilenin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi oldu.

Önceden Mûtezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptâl etti. Ehl-i sünnet îtikâdı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru îtikâdın yayılması için uğraştı.


Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelâm ilmi, Mûtezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan Mûtezile yolu mensupları, İmâm-ı Eş'arî tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan Mûtezilenin ileri gelenlerinden Ebû Ali Cübbâî ile yaptığı münâzarada onu mağlûb etti. Çok meşhûr olmasına rağmen, Eş'arî'nin (rahmetullahi aleyh) karşısında cevap vermekten âciz kaldı.


Basra'da bir mecliste Ebü'l-Hasan Eş'arî ile Mûtezilîler arasında çetin bir münâzara oldu. Mûtezilîler çok kalabalıktı. Onunla münâzaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse karşısına çıkamadı. İkinci defâ böyle bir münâzara için gittiklerinde, Mûtezileden kimse gelmemiş, münâzaraya cesâret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zât, İmâm-ı Eş'arî'ye: "Firâr ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as!" dedi.


İmâm-ı Eş'arî'nin zamânı, Mûtezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hattâ zorbalığa baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Vâlilik, kâdılık gibi makâmlar, Mûtezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk îtikâdlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, îmânları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmâm-ı Eş'arî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitablar yazarak onları reddediyorlar, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmâm-ı Eş'arî ayrıca, Mûtezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münâzaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hattâ devlet erkânından olanlarının makâmına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Onlar vâlilik, kâdılık gibi makâmlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?"


Ebû Abdullah ibni Hafîf şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, İmâm-ı Eş'arî hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim. Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, "Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum." dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel." dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü'l-Hasan Eş'arî'dir." dedi. İmâm-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, "İmâm-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalâde." dedim. Sonra; "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz." buyurdu."


İmâm-ı Eş'arî; eser yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması ve böylece insanların saâdete kavuşması husûsunda büyük hizmetler yaptı ve talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü'l-HasanBâhilî, Ebû Abdullah bin Hafîf Şirâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcânî el-İsmâilî, Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, Dimyânî talebelerinden bâzılarıdır. Bunlardan Ebû Abdullah Tâî, İmâm-ı Ebû Bekir Bâkillânî'nin hocasıdır. Ebü'l-Hasan Bâhilî de Ebû İshâk İsferânî'nin ve hocası olan Ebû Bekr Fûrek'in hocasıdır. Bu zât, önceden imâmiyye fırkasından iken, Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretleri ile yaptığı bir münâzara ve ilmî mübâhese sonunda hatâsını anlayıp, imâmiyye fırkasını terkedip, Ehl-i sünnet îtikâdına girdi. İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâdı Basra'da yaydı. İbn-i Hafîf ise, İmâm-ı Eş'arî'nin en meşhûr talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziyyîn) Şirazlıların şeyhi, üstâdı ismiyle meşhûr olmuştur. Diğer meşhûr bir talebesi olan Dimyânî ile İbn-i Hafîf, İmâm-ı Eş'ârî'nin münâzara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, uzun müddet İmâm-ı Eş'arî'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sayraf'a dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd bilgilerini memleketinde yaymıştır. Şeyh Ebû Ali Zâhir de, hocası İmâm-ı Eş'arî'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicrî 300 senesinden îtibâren Irak havâlisinde, İran'da yayıldı. Selçuklu Devleti hükümdarlarının resmî mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdâfaa edilip, Şam ve Bağdât çevresinde yayıldı. Selâhaddîn Eyyûbî'nin fethinden sonra Mısır'da da yayıldı.


Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem naklederek bildirdikleri, müctehid imâmların da onlardan naklettikleri Ehl-i sünnet vel-Cemâat îtikâdını anlatmak ve yaymak için gayret sarfeden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri bir sohbeti esnâsında buyurdu ki:

Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helâke götüren bid'atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakîn denen kat'î ve kuvvetli îmânın hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O'nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid'atlere dalıp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle berâber olmayı ihsân etti.

Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mûcizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O'nun ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.

Sevdiklerinden bir topluluğa yazdığı mektupta ise şöyle buyurdu:

Ey Bâb-ül-Ebvâb halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhâfaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Selâm'da (Bağdât'ta) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nîmetleri içerisinde olduğunuzu, hâlinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı. Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsânını tamamlamasını, size ve bize olan nîmetlerini artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabûl eden O'dur. Büyük lütuflarda bulunmak O'na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene bir takım suâller sormuştunuz. Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabûl ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyenlerden yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resûlüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhâfaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamdettim.

Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i sâlihînin asıl kabûl edip, dayandıkları bâzı hususları yazmamı istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak sûretiyle, bid'at sâhiplerinin düştüğü, Kur'ân-ı kerîm ve Sünnet-i seniyyeye muhâlefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyâcınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.

Size bâzı temel bilgileri, delilleri ile berâber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i sâlihîne tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid'atın ise, Selef-i sâlihîne muhâlefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ ettiklerini, bununla şer'î delillerden, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri reddeden, peygamberlerin aleyhimüsselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım diliyerek ve O'na güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevâba kavuşacağımı ümid ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfîdir ve O ne güzel vekildir.

Allahü teâlâ sizi doğru yola hidâyet eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün dünyâya peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncîl'i değiştirip, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya dâvet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunların, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış netîcelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlânın peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, dehrî idi. Bunlar da, kâinâtın sonsuz devâm edeceğini, yok olmıyacağını iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı, mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Peygamber efendimiz ise, insanların, kâinât ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına dâvet etti. Onların, üzerinde bulundukları yolun yanlışlığını ve böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resûlullah efendimiz onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan bildirdiği husûslarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mûcizelerle isbât etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı bunları insanlara bildirmesi ve izâh etmesi için gönderdi. Resûlullah efendimiz insanlara, kendilerinde dil, sûret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliklerin onların sonradan yaratıldığını göstermesini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde, gerekse onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine ve tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Arzda da gerçekten tasdîk edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerden vücûd yapınıza kadar) bir çok alâmetler vardır (ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine, azamet ve irâdesine delâlet ederler). Hâlâ görmeyecek misiniz." buyurdu. (Zâriyât sûresi: 20-21)

Bir sohbeti sırasında insanın yaratılışını ve yaratılış safhalarını açıklayarak şöyle buyurdu:

İnsanın yaratılış safhaları, sûret ve şekillerindeki değişik durumlara; "Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir." meâlindeki Mü'minûn sûresi 12-14 âyet-i kerimelerinde işâret buyuruldu.
Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O'nun irâde ve tedbîrine delâlet eden en açık delillerdendir.

İnsan, çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kâbiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle mâlûm olan ve en güzel sûrette meydana gelmesi, mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.

İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsus bir sûreti vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu organları) sâhiptir. 3. İhtiyaç hâsıl oldukça, tertib üzere hazırlanmış gıdâ âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdâsını, önce annesini emmek sûretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdâsını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdâsını yemekle elde eder. 4. Ağızdan alınan gıdâlar, mîdeye gelir. Mîde, kendisine ulaşan gıdâları pişirir. Bu gıdâlara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, sonunda saç ve tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi bâzı vazîfeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan gıdâlardaki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (âzâlar). Bunlardan başka, tesâdüfî olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sâhibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasdeden bir binâ yapıcısı olmadan, bir binânın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, bütün bu saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.


Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığını ve her birisinde çeşitli hikmetler bulunduğunu îzâh etmek için buyurdu ki:

Allahü teâlâ meâlen: "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösteren, kesin deliller vardır." (Âl-i İmrân sûresi: 190) âyet-i kerîmesiyle Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân eyledi. Feleklerin (Dünyâ, ay, güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve mikdârına işâret buyruldu. Meselâ, gece, insanların istirahatı olduğu gibi, mahsûllerin de fazla gelen güneş harâretini (sıcaklığını) serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda sağlayacak şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mâni olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek tâkatın (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktârda istirahat etmedikleri için insanlar helâk olurlardı. Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için tâkatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatleri için yeterli bir mikdarı da gece kılındı. Böylece, onların hâlleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lüzûm duyulduğu kadarını alacaklardır. Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsânda bulunmuştur.

Yine, mahlûkâtı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvâfık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.

Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kânunların) Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen; "Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zevâl bulurlarsa, onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, halîmdir. Azap için acele etmez, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır)." (Fâtır sûresi: 41) âyet-i kerîmesiyle işâret buyruldu. Bu âyet-i kerîme ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.


Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri vahyi kabûl etmeyen ve her şeyi âciz olan akılla îzâh etmeye çalışan felsefecileri iknâ edici delillerle susturdu. Bu hususta da, buyurdu ki:

"Felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddiâlarının bozukluğunu bize; "Allahü teâlâ; "Arzda birbirine komşu kıt'alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz." (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlardan da düşünen bir topluluk için pekçok ibretler (alâmetler) vardır." meâlindeki Râd sûresi 4. âyetinde bildirdi.

Daha sonra Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dâiresinde cereyân etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiç bir ortağı bulunmadığını; "Eğer yer ile gökte, Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de fesâda uğrar, yok olurdu." meâlindeki Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesi ile bildirdi.

Sonra, önce yaratıldıklarını kabûl ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman, meâlen; "(Ey Resûlüm) de ki: "Onları ilk defâ yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamâmiyle bilir." (Yâsîn sûresi: 79) buyurdu. Sonra bunu onlara meâlen; "O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz." (Yâsîn sûresi: 80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi. Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr sebebiyle biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayâtı iâde etmenin câiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah, eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)

Peygamber efendimizin son peygamber olduğunu bildiren ve O'nun peygamberliğini kabûl etmeyen yahûdî ve hıristiyanlara cevap veren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında mûcizelerle yardım eyledi. Resûlullah'a en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîm verildi. Müşrikler, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, hazret-i Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebiyâtta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi bir söz söylemelerini istedi. İnsanlar ile cinlerin bir araya gelip çalışsalar, bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten âciz kaldılar. Böylece onların, Resûlullah'a îmân etmeme husûsunda özürleri ortadan kalkmış oldu.

Hazret-i Mûsâ da Firavn'ın sihirbâzlarını, asâsıyla rezîl ve rüsvâ edip, hem sihirbazların, hem de diğer insanların kendisine îmân etmeme mâzeretlerini ortadan kaldırdı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsından meydana gelen hârikulâde hâllerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazlar, hem de başkaları kanâat getirdi. (Nihâyet, bu mûcize karşısında sihirbazlar, hazret-i Mûsâ'ya îmân ettiler.)

Hazret-i Îsâ da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca, abraş olanları iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle (mûcizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mâzeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Resûlullah efendimiz, kendi kavminden olan, edebiyâtta yüksek dereceye ulaşan ediblerin, kendisine îmân etmeme husûsunda bu mâzeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin edebî yüksekliğini onlar da kabûl ediyorlardı.

İşte Resûlullah efendimiz yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve mûcizelerle, gittikleri yolun bozukluğunu, dâvet ettiği yolun en doğru olduğunu anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâimâ karşısında duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalâde ihtiraslarından dolayı îmân etme şerefine kavuşamadılar.

Allahü teâlânın Resûlullah efendimize verdiği mûcizelerden bâzısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemâatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek parmakları arasında fışkıran sudan hayvanlar ile sâhiplerinin kanıncaya kadar içmeleri, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun zehirli olduğunu haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın köklerini sürüyerek huzurlarına gelip, emri üzerine tekrar yerine gitmesi, insanların kalplerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri sırları haber vermesi.

"İnsanlar Allahü teâlâyı görecekler midir?" diye soran birisine buyurdu ki: "Âhirette müminler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyâmette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rablerine bakar." (Kıyâme sûresi: 22-23) buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz de; Ayı gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. O'nu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz." buyurmaktadır.


Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri insanların âhiretteki hallerini soran bir kimseye de buyurdu ki:

Allahü teâlâ mahlûkâtını iki kısma ayırdı. Birisini Cennet'i için yarattı. Onları, isimleri ve babalarının isimleri ile berâber yazdı. Diğer kısmını Cehennem için yarattı. Onların isimlerini de yazdı. Resûlullah efendimizle hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; "Bunlar, hesâbı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir." buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) yâ Resûlallah?" diye sorunca, Peygamber efendimiz; "İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur." buyurdu.
Bir kimse Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretlerine gelerek ehl-i kıble olan bid'at ehlinin îmânıyla ilgili olarak sordu. Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî buyurdu ki:

"Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin îmân etmeye dâvet ettiği şeylere îmân eden kimseleri, küfürden başka hiç bir günah îmândan çıkarmaz. Îmânlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle îmândan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle mükelleftirler, yapmaları gerekir.

Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ; "Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle berâber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın." meâlindeki Mâide sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akîdesi (inanışı) bozuk olan Kaderiyyenin dediği gibi, günahkârlar, günahları sebebiyle îmândan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitâbı da bütün müminlere değil, yalnız itâat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ Cumâ sûresi 9. âyetinde meâlen; "Ey îmân edenler!Cumâ günü namaz için ezân okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya), koşunuz. Alış-verişi bırakın." buyurdu. Bu hitâbı yalnız itâat edenlere tahsîs buyurmadı. Bu hitâb aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.

Bid'atten başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiç bir kimse hakkında, Cehennemliktir diye hükmedilemez. Resûlullah efendimizin Cennet'le müjdelediklerinden başka Ehl-i tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde; "Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden magfiret buyurur (affeder)." meâlindeki Nisâ sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz; "Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize Cennet'e, yâhut Cehennem'e koymayınız." buyurdu.

İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu husûsa; "Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerîm olan kâtib melekler var." meâlindeki İnfitar sûresi 10. ve 11. âyet-i kerîmeleri ile delâlet buyurdu.

Kabir hayâtı ve âhiret halleriyle ilgili olarak buyurdu ki:

"Kabir azâbı haktır. İnsanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihân edilecek. Kabirde suâl sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyâmet günü ilk sûr üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek (ölecekler). İkinci sûrun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek. (Dünyâda iken) Allahü teâlâya itâat eden ve isyân eden bedenler, kıyâmet günü diriltilecektir. Yine dünyâda iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sâhipleri hakkında şâhidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terâzi koyacak. Kimin sevâbı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevâbı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyâmet gününde insanlara, amel defterleri verilecek ve amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesâbı kolay görülecektir. Amel defterini sol elinden alanlar ise azap göreceklerdir.

Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır denince, dünyâdaki köprü ve terâziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Âhirette amellerin tartılması için terâzi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir.)

Kalbinde zerre mikdarı îmânı olan, günahı kadar yandıktan sonra, Cehennem'den çıkarılacaktır.


Peygamber efendimizin şefâatinin hak olduğunu bildiren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri şöyle buyurdu:

"Resûlullah efendimizin şefâatı, ümmetinden büyük günah sâhipleri için olacaktır. Ümmetinden bir topluluk yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücutları hiç azap görmemiş gibi taptâze olacak. Kıyâmet gününde Resûlullah efendimizin havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen, bir daha susamayacaktır. Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar."
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak husûsunda buyurdu ki:

"Müminlerin üzerine, emr-i mârûf ve nehy-i anil-münker, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak vâcibtir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mâni olurlar. Güçleri yetmezse kalpleri ile o işi kötü görürler."

Sevgili Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının üstünlüğü ve bunlar arasındaki derece farklarını da şöyle bildirdi:

"Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı, Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) zamânıdır (asrıdır). Sonra Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin asırlarıdır. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Bedir muhârebesine katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennet'le müjdelenen on Sahâbî). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halîfedir. (Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.) Bunların halîfelikleri, o zamandaki müslümanların rızâsı ile olmuştur. Müslümanlar bu tertîbe göre ittifak edip, birleştiler.

Muhâcir ve Ensârdan ibâret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamber efendimizin dâvet ettiği şeylere îmân ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yâhut onu bir defâ gören Eshâb-ı kirâm, Tâbiînden üstündür.

Eshâb-ı kirâm için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahîh ve doğru te'vîl yolları aramalı, tâkib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zân etmeli, iyi düşüncelere sâhib olmalıdır.


Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinin îtikâddaki iki imâmından biri olan Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî, zâhirî ilimlerde yüksek âlim olduğu gibi, tasavvuf yolunda da yüksek bir velî idi. İnsanlara karşı gâyet tatlı, açık ve iknâ edici konuşurdu. Güzel ahlâkıyla insanlara örnek olurdu. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için münâzarayı sever; yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdâfaadan çekinmezdi.

Eserleri: İmâm-ı Eş'arî'nin eserleri, beş grubta toplanır:
1- Kırk yaşından önce mûtezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptâl etmiştir.

2- Felsefecilere, yahûdî, hıristiyan ve mecûsîlere yazdığı reddiyeler.

3- Hâriciye, mûtezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.

4- Makâleler

5- Kendisine sorulan suâllere cevap olarak yazdığı risâleler ve diğerleri.

El-Umed adlı eserde bildirilen kitaplardan bâzıları:

1) Kitab-ül-Füsûl: Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehrîler, zamanın ve âlemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapda; brehmenler, yahûdîler, hıristiyanlar ve mecûsîlere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.

2) El-Mûcez: On iki kitaptan ibârettir.

3) Halk-ül-Ef'âl

4) İstitâa hakkındaki kitap

5) Sıfâtlar hakkındaki kitap

6) El-Luma' fi'r-Reddi alâ Ehli'z-Zeyği ve'l Bid'a: Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın irâdesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitâa, va'd ve va'îd ve imâmet meselelerinden bahseden on bölüm ihtivâ eden kıymetli bir kitaptır. İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülâsa etmiş, Joselp Hell tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.

7) Risâlet-ül-Îmân; Spitta, Almancaya tercüme etmiştir.

8) Kitâb-ul-Fünûn: Mülhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.

9) Kitâb-ün-Nevâdir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.

10) Dehrîlerin (dinsizlerin) Ehl-i tevhid'e karşı yaptıkları bütün îtirâzlarının toplandığı bir kitap.

11) El-Cevher fi'r-Reddi alâ Ehli'z-Zeygi ve'l-Münker.

12) Nazar, istidlâl ve şartları hakkında Cübbâî'nin suâllerine verilen cevaplar.

13) Mekâlât-ül-Felâsife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makâleyi ihtivâ eder. Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî'nin bâzı şüpheleri, Aristo'nun semâ (gök) ve âlem hakkındaki fikirleri çürütülmüştür; hâdiseleri, saâdet ve şekâveti yıldızlara bağlıyanlara lâzım gelen cevaplar verilmiştir.

14) Cevâb-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli meseleleri ihtivâ eder.

El-Umed'de bildirilenlerden başka, İbn-i Fûrek'in zikrettiği eserlerinden bâzıları da şunlardır:

1) Tenâsühe inananlar hakkındaki eser.

2) Mantıkçılara dâir yazılan eser.

3) Hıristiyanlar hakkında yazılan kitap.

4) Delâil-ün-Nübüvve hakkındaki kitap.

İmâm-ı Eş'arî'nin ayrıca: Risâle Ketebehâ ilâ Ehli's-Sagr bi Bâb-ül-Ebvâb adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas Dağlarının Hazar Denizi ile bitiştiği yerde Bâb-ül-Ebvâb (Demirkapı yâhut Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemâat akâidini geniş olarak anlatmaktadır.

Bunlardan başka şu eserleri de meşhûrdur:

Makâlât-ül-İslâmiyyîn: Bu eserinde îtikâdî fırkalardan ve kelâm ilminin ince meselelerinden bahsetmektedir. Mezhebler târihinin temel kitaplarından olan eser matbûdur.

El-İbâne an Usûl-id-Diyâne; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde toplamaktadır. İngilizce tercümesi ile birlikte basılmıştır.

Kavl-ül-Cumlât, Eshâb-ül-Hadîs ve Ehl-üs-Sünne fi'l-Îtikâd (Basılmamıştır.) Risâlet-ül-İstihsân el-Havdu fî İlm-il-Kelâm, basılmıştır. İngilizce tercümesi vardır.

Îzâh-ül-Bürhân et-Tebyîn alâ Usûliddîn, Kitâb-ül-Ulûm, Tefsîr-ül Kur'ân eş-Şerh vet-Tafsîl, İbn-i Asâkir'in bildirdiğine göre, Ebü'l-Hasan Eş'arî'nin tefsîri 70 veya 300 cild idi.

SÜNNETİME YARDIM ET

Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî'nin, Mûtezile denilen bozuk yoldan dönmesi şöyle olmuştur:

Bir Ramazân-ı şerîf ayının ilk günlerinde rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ona; "Yâ Ali! Benden nakledilen yola yardım eyle." buyurdular. Bu rüyâdan sonra Ramazân-ı şerîf ayının ortasında, ikinci defâ Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda görmekle şereflendi. Rüyâsında; "Sana emrettiğim şey ne oldu, ne yaptın?" buyurdu. "Benden bildirilen yola, sünnetime yardım et, bu yola uy!" buyurdular. Bu rüyâdan sonra kelâm ile uğraşmayı terketti. Üçüncü defâ Ramazân-ı şerîfin yirmi yedinci gecesi, Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem tekrâr rüyâda gördü. "Sana emrettiğim şey ne oldu?" buyurdu. "Kelâm ilmini terkedip, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs ilmine sarıldım." dedi. "Benden rivâyet edilen, bildirilen yola, sünnetime yardımcı olmanı emrettim." buyurdu. Bunun üzerine İmâm-ı Eş'arî özür dileyip; "Meselelerini ve delillerini öğrenmek için otuz yıl harcadığım yolu (Mû'tezileyi) nasıl terk edeyim?" dedi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahü teâlâ sana, ilâhî yardımı ile yardım eyledi. Bunu yakînen bilmeseydim sana bunu emretmezdim." buyurdu. İmâm-ı Eş'arî bu rüyâyı da gördükten sonra uyanıp; "Haktan öte, sapıklıktan başka bir şey yok." diyerek, Mûtezile yolundan dönüp, Ehl-i sünnet itikâdına girdi. Bu rüyâsından sonra on beş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Câmiine gidip, kürsüye çıktı. O sırada Mûtezile yolunun meşhûr ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen İmâm-ı Eş'arî, kürsüden cemâate şöyle hitâbetti: "Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih husûsunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidâyete, doğru yola kavuşturmasını istedim, duâ ettim. Allahü teâlâ beni hidâyete, doğru yola kavuşturdu. Mûtezile yoluna âit îtikâdlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum." diyerek, Ehl-i sünnet îtikâdına girdiğini herkese ilân etti.

1) Tebyînü Kizbi'l-Müfteri; s.38

2) Nazmü'l-Ferâid; s.17

3) Kavlü'l-Fasl; s.3

4) Tabakâtü'ş-Şâfiiyye; c.3, s.347

5) Târih-i Bağdâd; c.11, s.346

6) El-Milel ve'n-Nihâl; c.1, s.94

7) Temhid (Bâkıllânî); s.3, vd.

8) Risâle-i Kuşeyrî; s.1,3

9) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.131

10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1070

11) Tathîrü'l-Fuâd min Denîsi'l-Îtikâd; s.5

12) Esâsü't-Takdis; s.98

13) Fetevây-ı Hadsiyye; s.111

14) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.323

15) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.7, s.35

16) Vefeyâtü'l-A'yân; c.1, s.326

17) Miftâhus-Seâde

18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.54

19) Esmâü'l-Müellifîn; c.1, s.676

20) Brockelman; Gal.1, s.194, Sup.1, s.345

21) El-A'lâm; c.4, s.263
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Hammad İbn Seleme
(709-784 m.)
Sekizinci asırda yaşamış İslam alimlerindendir. Hadis, fıkıh ve nahiv alimidir. Tabiine yetişmiş ve bunların bir çoğundan ilim öğrenmiştir. Basra’da bir taraftan iman hizmetinde bulunurken, diğer taraftan da ticaretle meşgul olmuştur. Bir ara büyük bir servete sahip olmuş ve daha sonra hepsini dağıtıp, fakirler sınıfına dahil olmuştur. Hiç kimseden hediye almayan, idarecilerden uzak duran ve davetlerine icabet etmeyen özelliğiyle dikkat çekmiştir. Ayrıca ibadete düşkünlüğü ve sünnete olan bağlılığı ile tanınmıştır. Risale-i Nur’da, Allah’ın adamı, İmam Müslim ve kuzeybatı Afrika alimlerinin itimat ettiği alim olarak zikredilmiş, naklettiği bir hadis-i şerife yer verilmiştir. Künyesi Ebu Seleme Hammad bin Seleme bin Dinar el-Basrî el-Hırakî şeklindedir.
Hammad, 709 yılında doğdu. Eğitimi sırasında çok sayıda tabiinden istifade ederek bilgilendi. İlminden istifade ettiği İbn Ebu Müleyke, Humeyd et-Tavil, Sabit bin Eslem el-Burani, Ebu Ma’bed ibn Kesir tabiinden sadece bir kaçıdır. Özellikle tabiin ve aynı zamanda dayısı olan Humeyd et-Tavil ile Sabit Bin Eslem’den istifade etti. Bunların ilminden ve rivayetlerinden azami ölçüde istifade etmiş olduğundan, bu iki şahıs ile ilgili nakillerde otorite olarak kabul gördü. Ünlü isimlerden istifade edip hadis naklettiği gibi, kendisinden de bir çok kişi istifade edip nakilde bulundu.
Hammad, hadis ilminde önemli bir eğitimden geçtiği gibi nahiv ve fıkıh ilminde de önemli bir eğitim gördü. Zamanında otorite olarak kabul edilen Sibeveyhî ile Yunus bin Habib gibi meşhur alimlerden ders aldı. Onların ilminden istifade etti. İlim öğrenme konusunda azami gayret gösterip kendini geliştirdikten sonra bir ara Basra’da fetva işiyle meşgul oldu. Kendisinden “Basra Müftüsü” olarak söz edildi ve bu unvanla anıldı. Bu hizmetinin yanında insanları doğru şekilde bilgilendirme ve iman hizmetinde de bulunarak irşat etmeye çalıştı.
Dindarlığı ve ibadete düşkünlüğü ile ün yapan Hammad, hadis rivayet edeceği zaman önce Kur’an-ı Kerim’i açarak yaklaşık yüz ayet okuduktan sonra rivayetine başlardı. Kur’an-ı Kerim’i okumada son derece titiz davranarak bol bol okudu. Ayrıca sünnete olan bağlılığı da dikkatlerden kaçmadı. Ömrü boyunca düzenli bir hayat yaşadı. Bid’atçılara karşı son derece duyarlı olup, onlara muhalefet etti. Dikkat çeken önemli özelliklerinin başında yönetici ve devlet adamlarına karşı mesafeli duruşu gelir. Devlet adamlarından uzak durduğu gibi hemen hemen hiçbir davetlerine icabet etmedi. Ayrıca, çevresindekilere de aynı şekilde davranmaları ve yöneticilere karşı mesafeli durmaları tavsiyesinde bulundu.
Çok sayıda hadis rivayet eden Hammad’ın bu nakillerinden bir tanesi Risale-i Nur’da da yer almaktadır. “Ricalullahtan ve İmam-ı Müslim ve ulema-i Mağribin mutemedi ve makbulü” olarak vasıflandırılmakta ve naklettiği şu hadise yer verilmektedir:
“Peygamber Efendimiz (sav) deriden bir tuluk su doldurduktan sonra, tulukun ağzına üfleyip bağladı. Arkasından bazı sahabelere verdi ve ağzını açmamalarını, sadece abdest alacakları vakit açmalarını tembihledi. Tuluku alan sahabeler gittiler. Abdest alacakları zaman tulukun ağzını açtılar. Gördüler ki, halis bir süt ve ağzında da yağlı kaymak.” (Mektubat, 2000, s. 149).
Hammad, bir ara büyük bir servet sahibi olup Bağdat’ın en zenginleri arasında yer aldı. Kumaş ve ipek ticaretiyle meşgul oldu. Bu uğraşlarından ötürü kumaşçı anlamına gelen “Bezzaz”, ipekçi manasına gelen “Hazzaz” lakaplarıyla anıldı. Ancak edindiği bütün serveti dağıttığı için önceki durumunun aksine memleketinin en fakir insanı seviyesine düştü. Buna rağmen hiç kimseden bir şey almamaya büyük gayret gösterdi. Ders verdiği kişilerden hediye kabul etmedi. Hadis öğrenmede asıl gayenin Allah’ın rızasını kazanmak olması gerektiğini, Allah’ın rızası gözetilmeden hadis öğrenmenin kendi kendini aldatmak olduğunu belirtti.
Maddi yönden çok zor durumda olduğu bir sırada kapısı çalınan Hammad evinde yoktu. Misafirler bir süre kendisini beklediler. Epey bekledikten sonra elinde yiyeceklerle çıkıp geldi. Misafirleriyle birlikte sofraya oturdu. Yemek yedikleri sırada o ana kadar hiç görmedikleri yabancı biri içeri girdi. Hiçbir şey söylemeden Hammad’a yanında getirdiği otuz altını uzattı. Hammad almamakta ısrar ederken yabancı da vermek için çok ısrar etti. En sonunda dayanamayıp almayacağı konusunda ve her kesin duyacağı şekilde yüksek bir ses tonuyla yemin etti. Bir sessizlik anında içerden bir kadının, “Bakın siz şunun yaptığına! Bugün yediklerinizi alabilmek için, başımdan başörtümü aldı, pazara götürüp sattı, yiyecek aldı. şimdi de verilen parayı o kadar ısrara karşın kabul etmiyor, bir de üstelik almam diye yemin ediyor.” (http://elektrohobi.sitemynet.com/hikaye/dh58.htm) sözleri işitildi.
Cenab-ı Hakk’ın merhameti hakkında dikkat çekici örnekler veren Hammad; “Acaba Allah bizleri affeder mi?” sorusuna şu karşılığı verdi:
“Vallahi, kıyamet günü hesabımı babama veya Allah’a vermem konusunda serbest bırakılırsam, Rabbime hesap vermeyi tercih ederim.” Sebebi sorulunca da; “Çünkü, biliyorum ki, Yüce Rabbimiz bizler için ana babamızdan daha merhametlidir” dedi.
Hammad’ın kişiliği hakkında hatıralarını nakleden şahıslardan birisi Muhammed bin Salih’tir: Misafir olarak evinde bulunduğu sırada Muhammed bin Süleyman’ın kapıyı çaldığını ve müsaade aldıktan sonra içeri girdiğini bildirmektedir. Muhammed bin Süleyman, Hammad’a yönelerek, kendisini görünce bir heybet ve heyecan sardığını ve bunun hikmetinin ne olduğunu sordu. Hammad, Peygamber Efendimizin (asm) bir hadisini hatırlatarak, “Alim, ilmi ile Allah rızasını murat ederse, ondan her şey korkar. Fakat ilmi ile dünya menfaatini kast ederse, o her şeyden korkar” şeklinde buyurduğunu hatırlatarak cevap verdi. (BEDİÜZZAMAN’DA TECDİT VE ISLÂH METODU).
Hammad’ın müşahede edilen önemli özelliklerinden bir tanesi de zamanını çok iyi değerlendirmesidir. Onu tanıyanlar bu özelliği konusunda düşüncelerini ilginç bir örnekle ifade etmektedirler: Azrail gelip ona birazcık daha mühlet verse ve ne yapacaksın diye kendisine sorulsa onun yapacağı pek bir şey yoktur. Çünkü, bütün vaktini en iyi şekilde değerlendirmiştir.
İbadet aşığı alim, 784 tarihinde Basra’da bir mescitte namaz kılarken vefat etti.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Muhammed ESED


ecdad166.JPG
1926 yılında İslamla şereflenmiş, Yahudi asıllı Avusturyalı gazeteci yazar ve araştırmacı. 1900 yılında, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Nüfuz alanında kalan şimdi ise Ukrayna’nın batı ucunu teşkil eden, Doğu Galiçya’da Lvov(Lwew) şehrinde bir Yahudi ailede üç çocuğun ortancası olarak dünyaya geldi.

Dedesi bir Ortodoks hahamıydı. Babası fen bilimlerine düşkün başarılı bir avukattı. Pozitif bilimlere bu aşırı düşkünlük oğluna karşı ‘bilimsel bir kariyer’ yapma konusunda özel bir tutkunluğa sebep olmuştu. Ne yazık ki, Muhammed Esed matematik ve tabii bilimlerden sıkılıyor; Sienkiewicz’in heyecanlı tarihi romanlarını, Jules Verne’nin fantezilerini, Jomes Fenimore Cooper ve Karl May’ın Kızılderili hikayelerini ve sonra Rilke’ nin şiirleriyle, Ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü n çınlayan kodanslarını okumaktan sınırsız bir zevk alıyordu.
Ailenin geleneğine uygun olarak evde, özel öğretmenlerden İbrani dini irfanı üzerine köklü bir öğrenim gördü. Yine de ebeveynlerinin çok koyu bir dindarlığından bahsedilemeyeceğini söylüyor ve ekliyor;”Onlar, atalarının hayatını biçimlendiren şu ya da bu dinsel inanca yüzeyden bağlı görünen ama bu inancın öngördüğü uygulamaları, hatta ahlaki ilkeleri ayakta tutmak için en ufak bir çaba göstermeyen bir kuşağa aittiler. Böyle bir toplumda din kavramının kendisi de başlıca iki tipik yaklaşıma indirgenmişti;birincisi, dini mirasa alışkanlıkla –sadece bir adet ve an’ane olarak- bağlılık duyanların ritüellere dayanan katı yaklaşımı, ikincisi de dini, kişinin zaman zaman yüzeyden doğruluyor gibi göründüğü ama zihnen savunulması mümkün olmayan bütün öteki şeyler gibi, taşımakta gizli bir utanç duyduğu, modası geçmiş bir boş inançlar dizgesi olarak gören hızlı ‘liberal’ lerin alaycı, hoşgörülü kayıtsızlığıydı. Dış tezahürleri bakımından ebeveynlerimin birinci kategoriye girdiklerini söyleyebilirim; ama babamın ikinci kategoriye en azından belli belirsiz bir eğilim gösterdiği konusunda zaman zaman zayıf da olsa belli bir şüphe duymadığımı söyleyemem”.
Tanımladığı bu ortamda henüz on üç yaşında İbraniceyi su gibi okuyup yazabilir haldeydi. Aram diliyle de oldukça yakın bir tanışıklığı vardı. Bu yüzden ilerde kolayca Arapça öğrenebilecekti. Eski Ahid’i orijinalinden öğrenip, Talmut metni ve yorumlarını üzerinde tartışmaya girecek kadar ayrıntılı bilmekteydi. Bu öğrenmeleri sırasında Tevrat ve Yahudilik hakkında vardığı şu sonuçlar dikkat çekicidir; “Bütün bu gösterişli dinsel bilgiçliklere rağmen, ve belki de bu yüzden, çok geçmeden bende, Yahudi dinini bir çok temel ilkesine karşı tepeden bakan, küçümseyici bir anlayış baş gösterdi. Yahudi metinlerinin hemen hepsinde, üzerinde ısrarla durulan ahlaki doğruluk öğretisiyle, ya da İbrani peygamberlerinin dile getirdikleri ‘Yüce Rab’ düşüncesiyle bir alıp veremediğim yoktu; ama bana öyle geliyordu ki, Eski Ahid’in ve Talmut’un Rabbi, ona ibadet edenlerin, ibadet kastıyla yaptıkları ritüellerle fazlasıyla törensel bir tanrı haline sokulmuştu. Ve ban a öyle geliyor ki, Talmut’un Tanrısı, tuhaf bir biçimde sadece bir tek kavmin sadece İbranilerin kaderiyle ilgileniyordu. İbrahim soyunun bir tarih olarak Eski Ahid’in, genel havası, Allah’ı bütün insanlığın yaratıcısı ve koruyucusu olarak değil de, bütün evreni “seçilmiş bir kavmin” ihtiyaçlarına göre düzenleyen bir kabile tanrısı olarak gösterme eğilimini taşıyordu ve tabii, böyle bir inancın uzantısı olarak Eski Ahid’e göre Allah, doğru yolda gittiği zaman bu kavmi fetihlerle ödüllendiriyor, yoldan saptığı zaman da inanmayanların eliyle ona acı çektiriyordu. Bu temel tutarsızlıkların bir kere farkında olunca, artık İsaiah ve Jeremiah gibi son dönem peygamberlerin ahlaki tutum ve öğretileri bile evrensel bir mesajdan yoksun görünmeye başladılar bana”.
Din alanındaki bu arayışlar onu atalarının dininden gittikçe uzaklaştırdı. Agnostik(bilinmezci) bir çevrenin etkisi altında bir çok genç gibi o da, yerleşik dinin toptan reddini öngören sıradan bir inkarcılığa sürüklendi. Bu arada ailesi Viyana ‘ya yerleşti.
1914 sonlarına doğru büyük savaşın kızıştığı günler, aksiyon macera ve heyecanla dolu diğer gençler gibiydi o da. Hatta sırf macera olsun diye henüz on dört yaşındayken kaçıp Avusturya ordusuna katılmış sonra yakalanarak ailesinin yanına gönderilmişti.
Savaşın sona ermesini takip eden iki yıl boyunca biraz düzensiz bir biçimde de olsa, Viyana Üniversitesinde sanat tarihi ve felsefe derslerine devam etti. Bu dersleri kendine göre bulmuyordu. Cansız, hareketsiz bir akademik kariyeri değil, hayatla daha sıkı, daha içli dışlı bir temas içinde olmak, ona kapılmak, şeylerin iç düzenine , varoluşun manevi iklimine bizzat yaklaşmak, yolunu kendi çizmek istiyordu.
1914-1918 yılları arasında olup bitenlerin yo açtığı korkunç sarsıntı içinde pörsüyüp dağılmış ve boşluğu dolduracak yeterlilikte herhangi bir değerler dizisi ufukta belirmemişti henüz. Kolay incinir bir ruh hali, genel bir güvensizlik duygusu, insanoğlunun düşünce ve eylem alanında yeniden kararlılığa ve sürekliliğe ulaşıp ulaşamayacağı konusunda tasalandıran, toplumsal ve entelektüel bir kargaşalık beklentisi dolduruyordu havayı.
Sağlam ahlaki değerlerden oldukça yoksun bu ortamda genç beyinleri dolduran sorular yanıtsız kalıyordu. Bir taraftan bilim; ‘akli muhakeme’ nin her şey olduğunu söylüyordu. Bunu söylerken akli muhakemenin, önüne ahlaki bir hedef koymadığı sürece insanlığı ancak kaosa götüreceğini hesaplamıyordu. Daha mutlu, daha iyi bir dünya yaratacaklarını söyleyen toplumsal reformcular, komünistler ve devrimciler, meseleyi dış belirtilerinden kalkarak sadece toplumsal ve ekonomik yönden ele alıyorlar, ‘tarihin maddeci yorumu’ gibi metafizik karşıtı metafizik bir anlayışla sahnede boy gösteriyorlardı.
Bu fikirsel ve ruhsal kargaşanın arasında Üniversitedeki derslere devam etmeyip gazeteci olmaya karar verdi. Bu kararı babasıyla arasının gerginleşmesine neden oldu. Buna rağmen 1920 yılının bir yaz günü bavulunda birkaç şahsi eşyası ve annesinden yadigar kıymetli bir elmas yüzükle önce Prag’a oradan da Berlin’e geçer. Bir süre geçimini yüzüğün satışından elde ettiği parayla sağlar. İlk iş deneyimlerini sinema yönetmenlerinin yanındaki asistanlıklarla kazanır. Ve nihayet gazetecilik adına ilk kapı 1921 yılında o günlerin ünlü haber ajansı United Telegraph’da telefonculuk işiyle aralanır. Bu günlerde madam Gorky, yani Sovyet Rusya’nın ünlü yazarlarından, ayrıca siyasi kimlik de kazanmış olan Maksim Gorky’nin eşi, kimsenin haberi olmaksızın Berlin’dedir. Esed tesadüfen öğrendiği bu bilgi sayesinde madam Gorky ile yaptığı gizli bir röportaj sayesinde aniden muhabirliğe yükselir. Bu onun gazetecilik adına ilk başarısıdır.
“Mutsuz değildim, hayır, sadece derinlerde, gerçekte neyin peşimde olduğumu bilememekten doğan bir hoşnutsuzluk, bir doyumsuzluk vardı”.
Mutsuz değildi fakat çevresindeki insanların çeşitli biçimlerde sergiledikleri toplumsal, ekonomik ve politik umutları paylaşmak konusunda gösterdiği isteksizlik zamanla bulunduğu çevreye ait olmadığı duygusuna dönüştü. 1922 yılında Kudüs’te bulunan dayısı Dorian’dan bir davet mektubu aldı. Aradığını bulma yolunda iyi bir fırsat olacaktı. Bir hafta kalmayı planladığı bu gezinin hayatı için dönüm noktası olduğunu bilmiyordu. Kudüs2te kaldığı zaman içerisinde henüz yeni yeni oluşmaya başlayan Yahudi-Arap gerginliği ve Filistin’deki siyasi gelişmeler üzerine izlenimler edinme fırsatı buldu. Bir süre sonra Almanya’nın tirajı oldukça yüksek olan Frankfurter Zeitung adlı gazeteyle anlaşarak bu gazetenin orta Doğu muhabiri olarak atandı. Doğudaki bu tür gelişmeleri inceliyor ve bu izlenimleri gazetede düzenli olarak yayımlanıyordu. O dönemde Kudüs’ün bu siyasi kızışmaları hakkındaki, farklı ve gerçekçi yaklaşımları ilgiyle karşılandı, kısa sürede gazetede kendisine önemli bir yer edindi.
1923 yılında tüm Filistin’i içine alan bir geziye çıktı. Aynı yıl Mısır’a gitti. Bu yıllar onun Müslümanlarla içsel bağlarını kurduğu yıllardır. Ürdün Emiri Abdullah’la tanışarak Amman’a gitti. Bu sırada Suriye’ye bir yolculuk yaptı. Bu yolculuk esnasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor;
“...karşımda çömelmiş oturan bedevi yolcu kufiyesini açarak ağır ağır kalktı ve pencereyi açtı. Yüzü esmer, keskin hatlıydı...uzanıp dışarıdan bir parça kek aldı ve tek bir kelime söylemeden keki ikiye böldü, bir parçasını bana uzattı. Benim şaşkınlık ve tereddüdümü görünce gülümsedi..’Tafaddal (lütfedin)!’ dedi.keki aldım ve başımla teşekkür ettim. Kompartımandaki diğer yolcu araya girerek tercümanlık yaptı ve;
‘Diyor ki, siz de yolcusunuz o da yolcu, onun yolu ve sizin yolunuz aynı.’
Şimdi düşünüyorum da, sonralar Arap mizacına duyduğum sevgide, bana öyle geliyor ki, bu küçük olayın büyük bir rolü oldu. Tüm yabancılık sınırlarını aşarak, bir yolculukta rasgele karşılaşılan bir yabancıya içten bir arkadaşlık göstererek ekmeğini onunla bölüşen bir bedevinin davranışında o gün, teklifsiz bir seciyenin sıcak soluğunu, kucaklayışını hissetmiş olmalıyım”.
1923 yılında tekrar Viyana’ya gider ve babasıyla barışır. Almanya ‘ya gider. İlerde karısı olacak Elsa ile o yıl tanışır. Bir yıl sonra evlenirler. 1924’de ikinci Orta Doğu gezisine yine Frankfurter Zietung muhabiri olarak çıkar. Ürdün, Suriye Ve Irak’ı içine alan büyük bir gezidir bu. 18 ay İran’ı dolaşır. 6 ay Afganistan’da kalır. Bu süre zarfında siyasi ve toplumsal gelişmeleri yakından takip etmektedir. Bu süre zarfında Kuran’ı anlama çabasında olmuştur. İslam ve Araplar hakkında büyük bir hayranlık duymaktadır. 1926 yılının bir bahar günü Berlin Metrosunda gözlemledikleri onun imana gidişinde önemli bir adımdır. Giysileri ve yaşayışlarıyla maddi zenginliklerin zirvesinde olan bu insanların gözlerinde ve yüzlerinin derinliklerindeki huzursuzluğu fark etmiş, bu doyumsuz havayı acıyla izlemiştir. Eve gelişinde tesadüfen açtığı Kur’an sayfasında şu ayetleri okur;
Bir aç-gözlülük saplantısı içindesiniz
Ama mezarlarınıza girinceye dek (süren).
Ama, zamanı geldiğinde anlayacaksınız...
Ve şöyle anlatıyor gelişen olayı; “Bir yankıydı, evet bir cevaptı, bütün şüpheleri bir hamlede gideren bir cevap. Şimdi artık, bütün şüphelerin ötesinde, biliyordum ki, elimde tuttuğum kitap Allah’ın kelamıydı...”
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Mekke’ye giden yol
1927’de Suudi Arabistan’a gitti ve ilk haccını yaptı. Kral İbni Suud’la yakın ilişkilerde bulundu. Bu yıllarda bütün Necid bölgesini kaplayan ve Suud yönetimini temelden sarsan kabile isyanları patlak verdi ve uzun süren bu kargaşa 1929’daki büyük savaşa neden oldu. Bu yıllarda Muhammed Esed Arabistan’ı etraflıca dolaşmış ve siyasi ve toplumsal izlenimlerini yazmıştır. 30’lu yıllarda liderliğini Ömer Muhtar’ın yaptığı Senusi hareketine fikirsel ve eylemsel destekler verdi. Birkaç yıl sonra karısını bir grip salgınında kaybetti. 1942 yılının sonuna kadar Arap dünyasındaki gelişmeleri yakından takip etti ve çeşitli gazetelerde yazıları düzenli olarak yayınlandı. Aynı yıl ailesi, Avrupa’da patlak veren II. Dünya Savaşı’nda oluşturulan Nazi kamplarında, katledildiler. 1947’de kurulan Pakistan Devleti’nin politik organizasyonunun dayanacağı temel ilkeleri araştıran İslami Tecdit Kurumu’na üye seçildi. Bu yıllarda Pakistan’ın B.M’deki temsilciliğini ve Pakistan Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görevler üstlendi. 1952’de tüm görevlerinden istifa etti ve dünyanın çeşitli bölgelerini gezdi. Birbirini takip eden yıllar içinde Mekke’ye Giden Yol, Yolların Ayrılış Noktasında İslam, İslam’da Yönetim Biçimi ve Kur’an Mesajı adlı eserlerini yazdı. 1992 yılında İspanya’da vefat etti.
“Benim başka bir yolum olmadı ki zaten; nice yıllar fark etmedim bunu, ama her seferinde Mekke nihai menzilim odu benim. Daha bunun zihnen farkına varmada çok zaman önce, O, ta içimden kudretli bir sesle beni çağırıyordu; “Benim ülkem öte dünyada olduğu kadar bu dünyadır da; Benim ülkem insandan ruhunu da istiyor bedenini de, insanın düşündüğü, duyduğu, yaptığı her şeyi kucaklıyor. Duasını olduğu kadar dünya telaşını, siyasi aksiyonunu olduğu kadar sevi hayatını; Benim ülkemin ucu bucağı yoktur.” Yıllar sonra bu içsel çağrıyı anladığım zaman artık nereye ait olduğumu biliyordum: İslam kardeşliğinin beni doğduğum günden beri beklemekte olduğunu biliyordum, onunla kucaklaşmaya hazırdım. İlk gençliğimin ülküsü, belli bir fikri yörüngeye bağlı olmak, bir kardeşler topluluğunun parçası olmak arzusu gerçekleşmişti.”
“İslam bana, geceleyin eve gürültü patırtı çıkarmadan, gizlice giren bir hırsız gibi geldi, bir farkla ki, artık çıkmamak üzere girmişti içeri o, fakat bunu, yani sonunda Müslüman olacağımı anlamam yıllar sürdü.”
1952 yıllarının başlarında Pakistan’ın B.M.’deki temsilcisi olarak Paris’e oradan da Newyork’a giden Muhammed Esed batı kökenli bir Müslüman olarak dikkatleri toplamıştır. Avrupalı, Amerikalı dost ve tanıdıkları arasında onun İslamiyet’i seçiş hikayesi derin bir merak uyandırmaya başlamıştır. Önceleri Esed’i Doğulu bir hükümetin özel bir amaçla görevlendirdiği Avrupalı bir ‘uzman’ yerine koydular. Bu durumda Esed onlar için, hesabına çalıştığı ulusun yaşama biçimini ve geleneklerini dışardan benimsemiş biriydi. Fakat ne zaman ki, B.M.’deki etkinlikleri sadece işlevsel olarak değil, aynı zamanda duygusal ve zihinsel olarak da kendini bütünüyle İslam dünyasının politik ve kültürel hedefleriyle özdeşleştirdiğini ortaya koydu, işte o zaman batılı dostları bir çeşit şaşkınlığa düştüler. Onun geçmişini ve geçmişteki deneyimlerini merak edenler bir kitap yazmasını istediler. Mekke’ye Giden Yol, işte isteklerin sonucunda 1954 yılında ortaya çıktı.
Bu kitap, çocukluk ve gençlik yıllarının duygusal arayışlarını, gazeteciliğe başladığı dönemlerin sancılarını, 1922’de Doğu dünyasıyla ilk tanışıklığını ve 1936’ya kadar süren Doğu seyahatlerini edebi bir dille anlatıyor.
Muhammed Esed, uzun süren seyahatleri boyunca Müslümanlarla kurduğu içsel bağlantıyı ve onlar hakkındaki izlenimlerini ayrıntılarıyla aktarıyor.
“Cuma günü -Müslümanların bayram günü- Şam’da hayatın ritmindeki değişikliği hemen fark edebilirdiniz. Mutlu bir heyecan ve ciddiyet esintisi dolaşırdı yüzlerde. Bizim Avrupa’daki Pazar günlerimizi düşünüyorum da, orada herhangi bir şehrin sessiz caddelerini, kepenkleri çekilmiş dükkanlarını... O her bakımdan boş günleri boşluğun yol açtığı can sıkıntısını hatırlıyordum: bu niçin böyleydi? Bunun şimdi daha iyi anlıyordum: çünkü Avrupa halkının büyük bir çoğunluğu, hayatı her gün sırtlarında ağır bir yük olarak taşıyorlardı; Pazar günü bu yükü sırtlarından indirdikleri bir gündü onlar için. Dolayısıyla Pazar günü artık hayatın daha sıcak bir solukla ruhlarda gezindiği bir bayram ve esenlik günü değil, pusuda bekleyen ‘iş günleri’nin ağır ve sıkboğaz edici karanlığından kaçıp sığınılar gerçek dışı, aldatıcı bir avuntu bir unutma günüydü. Oysa Araplar için Cuma günü hiç de günlük işlerini unutmak için yaratılmış bir fırsat olarak görülmüyordu. Bu durum hayatın, nimetlerini bu insanların kucağına kolay ve zahmetsizce bırakmasından ileri gelmiyordu şüphesiz; bu durum sadece, bu insanların, işlerini, ne kadar ağır olursa olsun, kendi kişisel arzularıyla zıtlık içinde görmemelerinden, ya da kendi kişisel kaderleriyle gördükleri işi, ruhsal bölünmeye yol açacak biçimde kısır bir çatışmaya sokmamalarından ileri geliyordu. Salt bir iş yapmış olmak için, iş yapmak olgusunun yeri yoktu bu insanların hayatında; tam tersine çalışan insanla, yaptığı iş arasında içsel bir bağ, kesintisiz bir temas vardı. Bu nedenle insan ancak yorulduğu zaman işi bırakmak gereğini duyuyordu. İnsanla işi arasındaki bu barışıklık, çalışma hayatının ya da tüm olarak hayatın tabi seyrinin bir gereği olarak, ancak İslam öğretisiyle sağlanmış olmalıydı. Bu nedenle Cuma gününün zorunlu bir dinlenme günü olduğunu öngören dini bir ilke yoktu. Küçük esnaf ve zanaatçılar, Cuma günü birkaç saat çalıştıktan sonra Cuma namazı için, dükkanlarından ayrılıyorlar; Cuma namazından çıkınca belki bir süre kahvede eş-dostla görüşüp sohbet ediyor, sonra da büyük bir rahatlık içinde birkaç saat daha çalışmak üzere dükkanlarına dönüyorlardı. Bunu herkes hoşnutlukla isteyerek yapıyordu. Yalnız çok az sayıda dükkan kapalıydı ve Cuma saati dışında caddeler her günkü gibi kalabalıktı.”
“İslam, sözcüğün genel geçer anlamıyla bir ‘din’ olmaktan çok bir hayat tarzı, bir yaşama yöntemiydi. Teolojik bir sistem olmaktan çok, kişisel ve toplumsal davranışlar için öngörülen, Allah inancı ve kulluk duyarlığına dayalı topyekün bir yaşama programıydı. Kur’an’ın hiç bir ye­rinde Hıristiyanî anlamda bir ‘Kefaret’ kavramına, bireyle onun kaderi arasına dikilen bir ‘ilk ve kalıtsal günah’ fikrine rastlamamıştım. Çünkü, ‘kişiye say’inden başkası yoktu Kur’an’a göre. Arınmak, Allah’a yaklaşmak için gizli, batıni kapıları zorlamak fikrine götüren bir çilecilik yoktu; çünkü Kur’an’a göre arınmışlık, insanın doğuştan getirdiği bir nitelikti; günahsa, Allah’ın herkese doğuştan verdiği fıtri ve olumlu değerlerden kopmak ve uzaklaşmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Kur’an’ın insan do­ğası hakkındaki yargılarında dualizmin izine bile rastlan­mıyordu; onun getirdiği öğretide ruh ve beden ayrımı, yerini tek ve bütünsel insan varlığına bırakıyordu.
Kur’an’ın yalnız manevi meselelerle değil de, hayatın görünüşte çok önemsiz, günlük ve dünyevi yanıyla da ilgilendiğini görmek, önceleri biraz ürkütmüştü beni; zaman­la anlamaya başladım ki, eğer insan gerçekten ruh ve be­den bütünlüğü içinde yaratılmış bir varlıksa - ki İslam öy­le olduğunu söylüyordu - o zaman insan hayatının hiçbir yanı, din alanının dışına düşecek kadar ‘önemsiz’ olamaz. Öte yandan Kur’an, ona bağlananların, bu dünyadaki hayatın, insan için öngörülen daha yüksek bir varoluş sife­rinin sadece bir parçası olduğunu ve nihai amacın mane­vi bir nitelik taşıdığını unutmalarına asla izin vermiyordu. Maddi başarının arzu edilir olmakla beraber, kendi içinde bir amaç olmadığını söylüyordu; o halde insanın arzu ve hevesleri, soyut anlamda olumlanmakla birlikte, mo­ral değerler ve ahlaki bilinçlilik aracılığıyla sınırlandırıl­malı, denetim altında tutulmalıydı. Sözü edilen bu bilinç­lilik de sadece insanla Allah arasındaki ilişkilere değil in­sanla insan arasındaki ilişkilere de yön vermeliydi; sadece bireyin manevi gelişimini sağlayan koşulların yaratılma­sında değil bütün bir toplumun manevi gelişimini, hayatın hemen herkes tarafından olabildiğince yoğun bir biçimde yaşanmasını sağlayabilecek toplumsal koşulların ya­ratılmasında da bütün parlaklığıyla yansımalıydı...
Bütün bunlar, İslam hakkında çok önceleri okuduğum ya da duyduğum şeylerden, entelektüel ve ahlaki düzlem­de çok daha ‘kayda değer’ şeylerdi. Bu şekliyle İslam’ın ruh problemine yaklaşımı, Eski Ahid’inkinden çok daha derin ve anlamlıydı; üstelik onun, Eski Ahid gibi, özel bir kavimden yana koyduğu herhangi bir tercihi de yoktu. Ten problemine yaklaşımı ise, Yeni Ahid’inkinin tersine son derece olumluydu. Ruh ve ten, insanın Allah’ın bah­şettiği, Allah’ın eseri olan hayatının ikiz yüzleri olarak, tek bir kaide üzerinde, yükseliyor ve bizim varoluşu bir bütün­lük içinde hissetmemize elverecek biçimde, her biri, hayatı kendi çizgileriyle yansıtıyorlar.
Araplarda uzun süreden beri hissettiğim duygusal güvenlilik de acaba, diye soruyordum kendi kendime, bu öğretinin eseri değil miydi?”
Bu kitapta bir kişinin İslamiyet’e adım adım girişinin hikayesini, duygusal ve edebi bir anlatımla bulabilirsiniz.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
YOLLARIN AYRILIŞ NOKTASINDA İSLAM
“Bugün Müslümanların karşılaştığı problem yolların ayrılış noktasına gelmiş bir yolcunun problemidir. Olduğu yerde duraklayabilir, fakat bu onun açlıktan ölümü olması demektir. Üzerinde ‘garp medeniyetine gider’ yazılı yolu da seçebilir. Fakat bu takdirde ebediyen mazisine veda etmesi gerekmektedir. Ya da üzerinde ‘gerçek Müslümanlığa’ yazılı yolu seçer; işte bu yol, kendi mazileri ve kendi kudretleriyle canlı bir geleceğe doğru ilerlemeye imanı olanları kendisine çeken bir yoldur”.
Hepimizin sıkıntı çektiği problemi bu birkaç cümleyle özetliyor Muhammed Esed. Adıyla bile gizli anlamları barındıran Yolların Ayrılış Noktasında İslam, yazarın fikri yapısını ve Müslümanların bugünkü sorunlarına bakış açısını yansıtan önemli bir eser.
Batı dünyasının içinde yetişmiş,ama murat ettiği yaşamı ısrarla dışarıda aramış bir insanın idrakini anlatıyor bu kitap. Batıya yaklaşımımız hakkında bir çok Müslüman düşünürün de sık sık belirttiği temkinli yaklaşımı, kendi tecrübeleriyle temellendirerek aktarıyor okuyucuya. Muhammed Esed erken yaşlarda içinde yaşadığı dünyanın maddeyi ilah yapmış ve maneviyatı kenara iten tavrını fark etmiş, dahası bunun yanlış bir yaşam olduğunu düşünmeye başlamıştır. İnsanın içinde bulunduğu durumun çarpıklıklarını görmesi ve bunu kabul etmesi genellikle zor bir durumdur. İçe dönük eleştirilerimizi çoğunlukla çevresel ve itibari endişelerle bir kenara itiyoruz. M. Esed Müslüman olmadan önce ve olduktan sonra da içinde bulunduğu ortamın fikirsel tahlilini etraflıca yapabilmiş, bundan yola çıkarak kendisine özgün bir yol çizmiştir. Bu yüzden Müslüman’ın Batı karşısındaki tutumunu değerlendirirken gerçekçi yaklaşımlar taraftarıdır.. Onun “İslam-Batı” ikilemindeki temel savunusu; Müslüman’ın Batı medeniyetinin göz alıcı büyüsüne aldırmaksızın, İslamî moral değerleri daima koruması gerektiğidir.
Hem ferdi hem de cemiyet yaşamında Batı medeniyetiyle İslam arasındaki ulaşılamaz farklılıklarını en yalın haliyle dile getirir.
Batı dünyasının her ne kadar Hıristiyanlığın etkisinde kaldığı ifade edilse de aslında onun fikir dünyasını dine karşı verdiği mücadeleler oluşturmuştur. Batı bir bakıma Hıristiyanlığın değil materyalist Roma Medeniyetinin varisidir. Avrupalının dine karşı görünüşte kayıtsız ama aslında düşmanca tavrı, Kilisenin uzun yıllar Avrupalı insan üzerindeki şiddetli fikirsel baskısına karşılık bir tepkidir. Dine karşı topyekûn bu tavrın, büyük teknolojik gelişmeler dönemiyle ateşlendiğini, Batı insanının ruhi ve manevi otorite namına ne varsa hepsini ortadan kaldırmaya gayret gösterdiğini görüyoruz. Hıristiyanlığın kendine has, maddi dünyayı hor görmesi hatta yadsıması, Avrupalıyı isyan ettirmiş, bir uç noktadan diğer bir uç noktaya geçişi sağlamıştır. İşte bu temel sebepler yüzünden batı hayatını şekillendiren dinamikler maddiyatçı bir biçim almış ve ahlaki tüm değerlere savaş açılmıştır. Oysa İslam omurgasını ahlaki ve moral değerler üzerine oturtmuş bir yaşam biçimidir. Bundan dolayı Batı yaşamı asla Müslüman için tercih edilir olamaz. Aradaki bu taban tabana zıtlık Müslüman’ı ayrılış noktalarından ilkine getirmiştir. Bu ayrılışın lehimize olması için Batının bu gözleri kör eden yalancı parlaklığına kanmayıp, Kur’an’ı ve Peygamberin Sünnetini yaşamımızda etkin belirleyiciler haline getirmek zorundayız.
Bugün Batı neredeyse tüm dünyaya teknolojisini ihraç ediyor.Tek nokta kaynaklı bu yayılma aynı zamanda kültürel, değersel kısaca yaşamın her alanını az çok kapsar bir zihinsel enjekte haline geldi. Uzun zamandan beri farklı ağızlardan uyarılara muhatap olduk. Eminim biz Müslümanların dışında da başka topluluklar bu tür bir tehlikenin farkında oldular. Son dönemde Müslüman düşünürlerin Batının sadece ilmi gelişmelerini getirmek, aynı zamanda kültürel ve ahlaksal yaşantısına uzak kalmak gerektiğini düşünmeleri boşuna değil. Fakat bu temkinli yaklaşım tek başına durduğunda pratik hayatımıza yönelik bir çözüm olmakta zayıf kalıyor. Çünkü M. Esed’in de dediği gibi; ”Dış görünüşleri taklit, yavaş yavaş ona uygun olan fikri meyli de kabullenmeye götürür.” Batı karşısında yılardır takındığımız öykünmeden sıyrılmak zorundayız. “Bir medeniyet ve ya kültürün başkalarından üstün olması, geniş çapta madde bilgisine ~bu da iyi olmakla beraber~ bağlı ve dayalı değildir. Bu üstünlük, bir kültür ve medeniyetin ahlaki faaliyet ve başarısı, insan hayatının bütün kısım ve yönleri arasında ahenk ve düzen meydana getiren büyük kudretiyle ölçülür. Bu bakımdan İslam diğer bütün kültürlerden üstündür. Beşerin ulaşılabileceği en üstün seviyeye ulaşılabilmemiz için İslam’ın emirlerine uymamız gereklidir. Fakat unutulmamadır ki İslam’ın kıymetini korumak ve yaşatmak istiyorsak Batı medeniyetini taklit edemeyiz; zaten bunu yamak bize gerekli de değildir”.
Bu kendinden son derece emin halin, bugün her alanda batılaştırılmaya çalışılmış zihinlerimizde yankılar oluşturduğu açık. Yıllardır problemin varlığına dair tespitler yerinde olmasına rağmen çözüm önerileri tatmin edici olamamıştır. Fakat bu tür bir sorunu cemiyeti içine alacak top yekün bir çözümden şimdilik uzak olduğumuz gibi bir manzara var. Her ne olursa olsun ferdi yaşantımızda öze dönük ve Batıdan uzak bir tutumla işe başlamak gerekiyor. Bunun için de önümüzde Kur’an ve nebevi sünnet duruyor.
Muhammed Esed’in bu noktadan sonra İslamî toplumun İslam’a karşı tutumunu mütalaa ettiğini görüyoruz.
Son dönemde Müslümanların sünnete karşı kayıtsızlıklarını eleştiriyor ve sünneti tatbikin İslam’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demek olduğunu düşünüyor. İslam binasını tutan bu çelik iskeletin ortadan kaldırılması, bir binanın iskeletinin ortadan kaldırılarak, kağıt bir barakaya dönüşmesi ve çökmesiyle eş tutuyor.
İslam’ı diğer nizamlardan ayıran esaslar içinde en önemlisi insan hayatının ruhi ve maddi tarafları arasında kurduğu tam ahenk olduğunu ve Rasululllah’ın insan hayatının maddi ruhi her iki cephesine de verdiği önemi vurguluyor. Peygamberin şu hadisini hatırlatıyor: “Ebedi yaşayacakmışsın gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi ahiretin için amel et.” Bu noktada hem dünya işlerinin önemsiz olduğunu savunan tasavvufi görüşe hem de dünya işlerini tek hedef olarak kabul eden materyalist görüşe şiddetle karşı çıkıyordu. Nasıl bir Müslüman’ın hayatı onun ruhi ve bedeni varlığı arasında tam ve mutlak bir dayanışma üzerinde durması gerekli ise Peygamberimizin yolunun da- yani onun en derin ahlaki, ameli, şahsi ve içtimai davranışlarının tümü- bir bütün olarak örnek alınması gereklidir. İşte sünnetin en derin manası budur.
Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur: “ Resul size ne getirip verdi ise onu alınız, neyi yasak ettiyse onu da terk ediniz.”
İşte burada Peygamberin hayatını anlatan ve sözlerini bahis konusu efen kaynakların sıhhati meselesi ile karşı karşıya gelinir. Bu kaynaklardan maksat, hadislerdir. Müslümanlara arasında, sünnete temel teşkil eden hadislerin tümüne birden güvenemeyeceklerini düşünenler var. Zamanımızda kişinin prensip olarak hadislerin sıhhatini inkar etmesi, sonra da bu yüzden bütün sünnet nizamını inkar etmesi moda haline geldi. Bu görüşün ilmi bir temeli yoktur.
Muhammed Esed kitabının sonuna doğru bu konudaki görüşlerini ayrıntılı olarak ortaya koyuyor ve şöyle diyor;
“İslam’ın geleceği bakımından şunu bilmemizin –bu soruya cevap verebilsek de veremesek de- önemi çok büyüktür: İslam’a göre durumumuzu, sünnet önündeki durumumuz tespit edecektir.”
“Bazı Müslümanların sandıkları gibi biz, İslam’ın kaçınılmaz bir reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü her şeyden önce İslam kendi halinde tam ve eksiksizdir. Bizim yapmaya mecbur olduğumuz şey eksik görüşümüze gaflet ve tembelliğimize çare bularak, din karşısındaki durumumuzu düzeltmemizdir. Kısaca kendi kusur ve kötülüklerimizi ıslaha muhtacız; yoksa İslam’ın sanılan ve aslı olmayan kusurlarını değil.”
İslâm'da Yönetim Biçimi
Allah kitabında, insanlara hem bu dünyada hem de ölüm sonrası hayatta mutlu ve huzurlu olabilmeleri için bir takım öğütlerde bulunmuştur. Bir insanın Allah'a kul olması için Allah'ın çizdiği yoldan gitmesi bir zorunluluktur.
Bu hususun bütün müslümanlarca kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Yani müslüman olan herkes bir bakıma Allah'ın muradını arar ve O'nun muradına göre hayatını şekillendirmek ister. Bu şekillendirme bir bakıma İslam'ın bireyi şekillendirmesidir. Bunun yanında her bir bireyin etkilenmesinin bir sonucu olarak olayın bir de toplumsal boyutu ortaya çıkar. Yani İslam bireyi şekillendirmekle aynı zamanda yeni bir toplum da yaratır.
Bir toplumun beraberce yaşayabilmesi, bir takım ortak ihtiyaçların giderilmesi için belli bazı kurallar vardır. Bunların bazıları yazılı olmayan fakat herkesin bildiği bazı teamüllerdir. Ancak bunun yanında bir de gerek toplumdaki insanlar arasındaki hukuki ilişkileri gerekse bireylerin toplumun geneline olan görevlerini düzenleyen yazılı hükümler mevcuttur. Yazılı olmayan ve insanların hali hazırda haberdar oldukları teamülleri ahlak olarak adlandırabildiğimiz gibi diğer yazılı hükümleri de o toplumun anayasası olarak telakki edebiliriz.
Geneli müslüman olan bir toplum ele alındığında Kur'an ve Sünnetin, ahlâki konularda bize yol gösterici olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İnsanın sadece iman ettim demekle müslüman olmadığı bunun yanında toplumdaki insanlara karşı pek çok ödevlerinin olduğu açıktır. Bir kişinin eşine, çocuğuna, dostuna, alacaklıya, muhtaç olana nasıl davranması gerektiği İslam tarafından belirlenmiştir. Genelde bu konuda müslümanlar ittifak halindedir.
Peki İslam, toplum yönetimi ile ilgili ne söylemektedir? İşte bu konuda bir birliktelik sağlanabilmiş değildir. İslâmî bir devlet ne demektir? Şeriat nedir ve nasıl ikame edilir? Veya İslam gerçekten bir İslamî devlet modeli önermekte midir yoksa bunu tamamen insanlara mı bırakmakta mıdır? Bu soruların yanıtları zihinleri çağlar boyunca meşgul etmekte.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Muhammed ESED dosyası kapsamında ele almaya çalıştığımız İslam'da Yönetim Şekli adlı kitapta bu sorulara cevaplar aranıyor. Muhammed Esed yıllardır İslam toplumlarının pek çoğunu yakından tanıyan bir Batılı olarak İslam'da yönetim şeklinin nasıllığı üzerine yazdığı bir dizi makalesini toplamış bu kitapta.
"Bu kitap, 1948 Mart'ında Pencap Hükümeti'nin himayesinde İngilizce ve Urduca dillerinde yayınlanan İslâmî Anayasa'nın oluşturulması adlı makalemde ileri sürdüğüm fikirlerin geliştirilmiş bir şeklidir. O sıralarda, bir devlet kurumu olup; doğmakta olan toplum ve devletimizin üzerinde yükseleceği düşünsel ve sosyal temelleri hazırlamakla görevli Yeniden İslâmî Yapılanma Dairesinin Yöneticisi idim. Zihnimi en çok meşgul eden konular arasında, Pakistan'ın gelecekteki anayasası sorunu başta geliyordu."
Muhammed Esed'in o an içinde bulunduğu durum kitabı anlamamızda ve değerlendirmemizde çok önemli bir yere sahip. Yıllardan beri üzerine tonlarca kitap yazılan bu konuda söz söylemenin ne kadar zor olacağı ortada. Ayrıca yeniden yapılanma içine girmiş bir ortamda bu konuların dillendiriliyor olması sözü edilen hususların pratik ve hemen uygulanabilir olması şartını da gündeme getiriyor.
"Ne bizden öncekilerin, ne de çağdaşlarımızın çalışmaları yeni Pakistan devletinin üzerine bina edileceği sağlıklı bir kavramsal temel sunmaktan acizdi. Benim için tek bir açık kapı kalmıştı. İslâm hukukunun orijinal kaynaklarına -Kur'an ve Sünnet- dönmek ve bu temellerden yola çıkarak İslâmî devlet konusunda yazılmış tüm eserlerden bağımsız olarak Pakistan'ın gelecekteki anayasanın somut öncüllerini ortaya koymak."
Esed'in kendisinin de belirttiği gibi anayasanın somut öncüllerini ortaya koymak için Kur'an ve Sünnet'in yardımıyla hükümetin yapısı, yasama ve yürütme organlarının durumu ve onların karşılıklı ilişkileri, halk ve hükümetinin birbirleriyle olan ilişkileri gibi konular hakkında görüşlerini ortaya koymaya çalışıyor.
Makalelerde özellikle üzerinde durulan konu ise: Tam anlamıyla İslâmî bir yaşayış için İslâmî bir devletin şart oluşu. Aynı zamanda İslâmî bir yaşayışın toplumun çoğunluğunun veya hepsinin müslüman olmasıyla sağlanamayacağını, İslâmî bir yaşayışın ancak İslâm'ı ön plana alan bir anayasal sistemle olabileceğini söylemekte Muhammed Esed. Ayrıca batının, çağların verdiği bir birikimle ortaya çıkardığı kavramları uygulamaya sokarken müslümanların daha dikkatli olmaları gerektiğini çünkü o kavramların batının kendi tarihine dayandığının altını çizmekte. Bir batılının 'demokrasi' dediğinde anladığı şeyle başka bir milletten bir insanın anladığı şeylerin çoğu zaman örtüşmediğine dolayısıyla batıdan ihraç edilen yönetim şekliyle ilgili olan kuralların dikkatle tetkik edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. İslam'ın hak ve özgürlükleri savunan ve toplumdaki bireylerin huzurunu esas alan güzel bir yönetim şeklinin ortaya çıkarılabileceği, ancak bunu yaparken dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor Muhammed Esed kitabında.
Bunun yanında Muhammed Esed, müslümanların İslâmî yapılanma dediklerinde yalnızca kamçılamayı ve el kesmeyi anlayan bir ceza sistemi ve sadece zekâta dayalı bir ekonomiyi savunamayacaklarını, günün ihtiyaçlarını karşılayacak topyekün bir sistem ortaya çıkarmaları gerektiğini savunuyor. Bu nedenle çözümün yalnızca Asr-ı Saadette veya halifeler dönemindeki uygulamaları taklit etmek olmadığını, o zamanki durumu çok iyi tahlil edip içtihâd kapısını açık tutarak sorunlara çözüm aranılmasını öneriyor.
Bu görüşleri ışığında Muhammed Esed toplumun ve devletin nasıl yapılanması gerektiğine somut bir takım öneriler getiriyor. Kitabın sonuç bölümünde ise şunları dile getirerek böyle bir düşüncenin teşekkül etmesinin çok kolay olmayacağını vurguluyor:
"Şüphesiz İslâm düşüncesinin sahip olduğu esneklik ve bağımsızlığa yeniden dönmek, ümmetimizin çoğu için acıklı ve zor olacaktır. Çünkü bu iş, müslümanların uzun çağlar boyunca alışageldikleri düşünme şekillerinin çoğunda köklü bir değişmeyi getirecektir. Zamanın geçmesiyle 'kutsallık' sıfatı kazanmış içtimaî örf ve adetlerin çoğunun bırakılmasını veya değiştirilmesini de gerektirecektir. Aynı şekilde, geçmiş fakîhlerin şu veya bu kitabında küçük, büyük her şeyin kesin sonucuyla kesilip atıldığına dair zayıf inancın da bırakılmasını gerektirecektir. İşte daha önce kapıları çalınmamış, parlak, yeni ufuklara doğru gitmenin ve yücelik basamaklarında müslümanların yükselebilmesinin biricik yolu budur."
Bu konu hayatını İslâmî kaidelere göre yön vermeye çalışan herkes için son derece önemlidir. Bunun yanında batı kavramlarının ve yaşam tarzının hızla hayatımıza egemen olduğu bir dönemde sağlıklı karar vermek oldukça zordur. Çözüm ne hali hazırdaki kavramlara teslim olmak ne de onlara karşı olmak için İslam adına İslâm'da olmayan uygulamaları kabul etmektir. Çözümün ne şekilde olmayacağını söylemek çoğu zaman kolaydır, ne olması gerektiği konusunda ise tartışmalar sürüp gidecektir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Muhammed ESED'in Siyonist Lider Weizmann ile diyaloğu
O günler, sıradan bir Avrupalı, Araplar hakkında ne bilebilirdi ki? Pratik anlamda hemen hiç bir şey. Bir takım romantik ve yanıltıcı kanaatlerle Yakın Doğu'ya gelen Avpalı; eğer kafaca dürüst ve iyi niyetliyse çok geçmeden, Araplar hakkında hemen hiç bir şey bilmediğini kabul etmek zorunda kalırdı çoğu zaman. Ben de böyleydim işte; Filistin'e gelmeden önce burasını bir Arap ülkesi olarak hiç düşünmemiştim. Şüphesiz, bölgede "bazı" Arap topluluklarının da yaşadığını az çok kestiriyordum, ama onları. çöl çadırlarında yaşayan göçebeler ve basit, ilkel vaha sakinleri olarak tasarlıyordum hep. Çünkü, ilk zamanlar, Filistin hakkında okuduklarımın çoğu Siyonistler tarafından yazılmış kitaplardı; ve Siyonistler de, doğal olarak, kendi renkleriyle boyuyorlardı tabloyu. Şehir ve kasabaların Araplarla dolup taştığını, ve söz gelimi 1922'de Filistin'de her bir Yahudiye karşılık beş Arapın yaşadığını ve bu son derece belirgin nüfus farkından kalkarak, buranın bir Yahudi memleketi olmaktan çok bir Arap memleketi olduğunu nereden bilebilirdim?
Bu durumu, o günlerde karşılaştığım Siyonist Hareket Komitesi başkanı Mr. Ussyshkin'e belirttiğim zaman gördüm ki, Siyonistlerin Arap nüfus üstünlüğünü hesaba katmaya niyetleri yoktu pek; onların gözünde, Arapların Siyonizme karşı gösterdikleri tepki de öyle gerçek bir önem taşımıyordu. Mr. Ussyyshkin'in cevabı, Araplara karşı beslenen Siyonist küçümseme ve horgörüyü dile getiriyordu yalnızca:
"Burada gerçek bir Arap direniş hareketi yok karşımızda; yani tabandan gelen bir hareket. Direniş adına bütün gördüğünüz, gerçekte bir avuç öfkeli kışkırtıcının bastığı yaygaradan başka bir şey değil; bu da bir kaç ay, bilemediniz bir kaç yıl içinde kendiliğinden çözülüp gidecektir."
Bu iddia benim için doyurucu olmaktan uzaktı şüphesiz. Yahudilerin Filistin'e yerleşme düşüncesi, daha başından yapay, zorlama bir ülkü olarak görünüyordu bana; ve işin daha da kötü yanı, bu düşüncenin, Avrupa hayat tarzına özgü bütün o çapraşık yöntemlerin, çözümsüz sorunların, onlar olmadan daha mutlu, daha barış içinde hayatını sürdürebilen bir ülkeye bulaştırılması tehlikesini de beraberinde getiriyor olmasıydı. Yahudiler buraya, yurduna dönen kimseler gibi gelmiyorlardı; ülkeyi Avrupalı modellere uygun, Batılı amaçlara göre tasarlanmış bir yurt haline getirmek niyetini güdüyorlardı daha çok. Sözün kısası, evin içindeki yabancılar durumundaydılar. Ve bunun için de, Arapların kendi yurtlarının göbeğinde bir Yahudi yurdunun oluşturulması fikrine karşı kesin bir direniş göstermelerinde herhangi bir haksızlık yoktu bence; tersine, görüyordum ki, haksızlığa uğratılan, zora koşulan taraf Araplardı ve bu haksızlığa karşı meşru bir savunma eylemi içinde bulunuyorlardı.
Yahudilere Filistin'de "ulusal bir yurt" vaaden 1917 Balfour Deklarasyonunda, sömürgeci güçlerin hepsi için geçerli o eski "böl ve yönet" ilkesini pervasızca yürürlüğe koymayı amaçlayan politik bir manevranın kaba yansımasını görüyordum. Bu ilke, tıpkı 1916'da İngilizlerin, zamanın Mekke Emin Şerif Hüseyin'e, Türklere karşı destek sağlamasına karşılık olarak, Akdeniz'le Fars Körfezi arasında kalan topraklar üzerinde bağımsız bir Arap devleti vaadetmelerinde olduğu gibi, Filistin meselesinde de çirkin bir biçimde apaçık ortadaydı. İngilizler, sadece bir yıl sonra, Fransızlarla, Suriye ve Lübnan üzerinde bir Fransız dominyonu oluşturmak üzere, gizli Sykes-Picot Anlaşmasını yaparak bu sözlerinden dönmekle kalmamışlar, dolaylı olarak, Filistin'i de, Araplara karşı kabul ettikleri yükümlülüklerin dışında tutmaktan çekinmemişlerdi.
Kendim de Yahudi kökenli olmama rağmen, Siyonizme karşı başından beri güçlü bir muhalefet beslemişimdir içimde. Araplardan yana beslediğim kişisel sempati bir yana, büyük yabancı güçler tarafından desteklenen Yahudi göçmenlerin, ülkede nüfus çoğunluğunu sağlamak yolundaki niyetlerini hiç de saklamadan, bu ülkeye doluşup, çok eski çağlardan beri ülkenin gerçek sahibi durumundaki insanları saf dışı bırakmak istemelerini kesin olarak ahlak dışı buluyordum. Ve sonuç olarak, ne zaman Arap-Yahudi sorunu gündeme gelse -ki bu şüphesiz sık sık oluyordu- ben Arapların yanında hissediyordum kendimi. Bu tutumum, o günlerde karşılaştığım Yahudilerin, pratik olarak kavrayabilecekleri bir şey olmaktan uzaktı şüphesiz. Onların, Orta Afrika'daki Avrupalı sömürgecileri hiç de aratmayan bir anlayışla, ilkel bir topluluk olarak gördükleri Araplarda benim ne bulduğumu anlamalarına imkan yoktu. Arapların ne düşündüğü onları hiç mi hiç ilgilendirmiyordu; Arapça öğrenmek isteyen bir tek yahudi bile yoktu içlerinde; Filistin'in Yahudilerin yasal mirası olduğu sloganı, herkesin tartışmasız kabul ettiği tek yasa, tek nas durumundaydı.
Siyonist hareketin karşı gelinmez lideri Dr. Chaim Weizmann'la bu konuda yaptığım kısa tartışmayı hala hatırlarım. Filistin'e yaptığı mûtad ziyaretlerinden birinde, (sanırım daimi yerleşim yeri Londra'daydı) bir Yahudi arkadaşımın evinde karşılaştım onunla. İnsanın, uzun ve gergin adımlarla odayı arşınlayan bu adamın bedeni hareketlerinde kendini açığa. vuran sınırsız enerjiden, geniş alnında ve keskin, içe işleyen bakışlarında yansıyan zekanın etkisinden kendini kurtarması kolay değildi.
"Ulusal Yurt" düşünü bulandıran parasal zorluklardan ve dışarıdaki insanların bu düşe gösterdikleri ilginin yetersizliğinden yakınıyordu; üzülerek gördüm ki, diğer pek çok Siyonist gibi o da Filistin'de olup biten her şeyin sorumluluğunu "dış dünya"ya yüklemek eğilimindeydi. Bu durum beni, orada bulunan öteki insanların onu dinlerken gömüldükleri saygılı sessizliği bozarak, "Peki, ya Araplar ne olacak?" diye sormak zorunda bıraktı.
Tartışmasız sürüp giden konuşmayı bu çatlak nağmeyle yaralayarak büyük bir "gaf" yapmış olmalıydım ki, Dr. Weizmann yavaşça bana doğru döndü elindeki fincanı sehpaya bırakarak şaşkınlıkla soruyu tekrarladı. "Araplar ne mi olacak...?"
"Tabii, her şeye rağmen bu ülkede yine de çoğunluk durumunda olan Araplar değil mi?- Onların açık ve kesin muhalefeti karşısında Filistin'i kendi vatanımız haline getirmeyi nasıl umabilirsiniz?"
Siyonist lider omuz silkerek kuru ve alaycı bir tavırla:
"Bir kaç yıla kadar, umuyoruz ki, çoğunluk filan kalmayacak onlar için."
"Olabilir belki yıllardır bu sorunla uğraştığınıza göre durumu benden daha iyi biliyor olmalısınız. Hadi diyelim ki, Arap mukavemetinin yolunuza koyduğu engeller aşılabilir türden engeller; peki, ya sorunun ahlaki yanı? bu sizi hiç kaygılandırmıyor mu? Öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin, sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz?"
"Fakat burası bizim memleketimiz," diye cevap verdi Dr. Weizmann, kaşlarını kaldırarak, "biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz, hepsi bu. "
"Ama nerdeyse iki bin yıldır Filistin'den uzakta yaşıyorsunuz! Üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğiniz günleri toplasan -ki bunun da bütün Filistin'i kapsadığı su götürür- beş yüzyılı bile bulmaz. Bu duruma bakılırsa, Arapların da İspanya üzerinde pekâla hak iddia edebileceklerini düşünmek gerekir. Çünkü, ne de olsa onlar İspanya'da sizden daha fazla kaldılar, nerdeyse yedi yüzyıl.. ve daha da önemlisi, onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman da geçmedi, topu topu beş yüzyıl... "
Dr. Weizmann, gizleyemediği bir sabırsızlıkla: "Saçma saçma. Araplar İspanya'yı ancak fetih yoluyla ele geçirmişlerdi; İspanya hiç bir zaman onların ana vatanı olmadı bunun için de, eninde sonunda bir gün İspanyollar tarafından kovulmaları mukadderdi.
"Bağışlayın ama," dedim, "bana öyle geliyor ki, burada büyük bir tarihi gerçek gözden kaçırılıyor; öyle ya. unutmayalım, İbraniler de Filistin'e fatihler olarak girdiler. Onlardan önce, Semitik, non-Semitik, pek çok başka yerleşik kabileler vardı burada -Amoritler, Edomitler, Ferisiler, Moabitler, Hititler, ve daha başkaları. Bütün bu kabileler, İsrail ve Yahudi krallıkları zamanında bile bu ülkede yaşamaya devam ettiler. Romalılar bizim Yahudi cetlerimizi buralardan sürüp çıkardıkları zaman bile onlar bu ülkede kaldılar. Bugün de işte yine burada yaşıyorlar. Yedinci yüzyılda Arap fetihlerini izleyerek Suriye ve Filistin'e gelip yerleşen Araplar her zaman nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyorlardı; bugün bizim Suriyeli ve Filistinli 'Araplar' olarak tanıdığımız halk, aslında bu ülkenin Araplaşmış eski sakinlerinden başka kimseler değil.
Onlardan bir kısmı zaman içinde Müslüman oldu, bir kısmı da Hıristiyan olarak kaldı; Müslüman olanlar, ister istemez Arabistandan gelen dindaşlarıyla evlendiiler. Fakat, Filistin'de yaşayan ve Müslüman olsun, Hıristiyan olsun Arapça konuşan bu halk yığınlarının ülkenin gerçek sahiplerinin soyundan, yani daha İbraniler Filistin'e gelmeden önce yüzyıllardır bu ülkede yaşayan kadim halkların soyundan geldiklerini inkâr edebilir misiniz?"
Dr. Weizmann, benim bu beklenmedik çıkışıma karşılık nezaketle gülümsedi ve konuyu değiştirdi.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt