Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Alim, Evliya ve Islam Büyükleri (1 Kullanıcı)

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
[SIZE=+3]Semseddin Ahmed Sivâsî (Kara Sems) hazretleri[/SIZE]​
Anadolu'da yetisen büyük velîlerden. Halvetiyye yolunun kolu olan Semsiyye (Sivâsiyye)'nin kurucusudur. Babasinin ismi Ebü'l-Berakat Muhammed'dir. Asil ismi, Ahmed, künyesi Ebü's-Sena, lakabi Semseddin'dir. Kara Sems diye söhret bulmustur. 1519 (H. 926) senesinde Tokat'in Zile ilçesinde dogdu. 1597 (H. 1006) senesinde Sivas'ta vefât etti. Sivas'ta Meydan Camii avlusunda medfûn olup, Kabri ziyâret edilmektedir.
Türk-Islam târihindeki meshur üç Sems'ten birisidir. Bunlardan birincisi Mevlâna Celâleddin-i Rûmi'nin hocasi olan Sems-i Tebrizi, ikincisi Istanbul'un fethinde Fatih Sultan Mehmed Hanin yaninda bulunan Aksemseddin, üçüncüsü de III. Mehmed Han ile birlikte Egri Seferine katilan Kara Sems'tir. Üçü de yüksek dereceler sahibidir.
Kara Sems yedi veya sekiz yasindayken, Amasya'da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Seyh Haci Hidir'in sohbetleriyle sereflenip elini öptü. Bu ziyareti talebelerinden Receb Efendi söyle nakleder; Hocam Kara Sems anlatti: "Babam, Ebü'l-Berakat Muhammed Efendi, Amasya'daki Habib Karamâni hazretlerinin halifesi olan mârifetler ve kerâmetler sâhibi Haci Hidir'in talebelerindendi. Bu fakir yedi yasindayken, babam anneme: "Oglum Ahmed'i seyhime götürmek istiyorum elbiselerinin yika. Yolculuk için azik ve seyhime götürebilecegim hediye hazirla" dedi. Hazirlik yapildiktan sonra bir kis günü babamla Zile'den Amasya'ya vardik. Haci Hidir'in huzûruyla sereflenip ellerini öptük. Haci Hidir: "Böyle kis günlerinde bu mâsumu ne diye getirdin ?" buyurunca, babam da: "Nazariniza muhâtâb olmak, serefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayir duânizi almak içingetirdim" dedi. Bunun üzerine Haci Hidir hazretleri mübârek ellerini kaldirip, benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanalar âmin dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve yükseklikler o duanin bereketiyledir."
Ziyaret bittikten sonra Zile'ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahv ile diger ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat'a gidip Arakiyecizâde Semseddin Efendi'den ve diger âlimlerden aklî ve naklî ilimleri ögrendi. Bu sirada gördügü bir rüyâyi söyle anlatir: "Tokat'ta ilim tahsili ile mesgûl oldugum sirada bir gece, rüyâmda bir sahrada oturmus ve etrâfimi bir nûr kaplamisti. Etrâfimda genç-ihtiyar birçok kimsenin döndügünü gördüm. Bu rüyâyi, rüya tabir etmekle mâhir olan Köstekcizâde'ye anlattim. Ben rüyâyi anlatinca, bana: "Nerelisin, kimin nesisin, nerede kaliyorsun ve ismin nedir ?" diye sordu. Ben de ayrintili olarak hâlimi ve kim oldugumu anlatinca, bana: "Sana müjdeler olsun ki, zâhirî ve batinî ilimlerde yüksek dereceye ulasip zamaninin bir tânesi olacaksin. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alip, Allah'ü teâlânin rizâsina kavusacaklar diye tâbir etti. Bu tâbirde bildirilen hususlar yirmi sene sonra aynen meydana geldi"
Tokat'ta aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra Istanbul'a gelip, Sahn-i semân medreselerinden birinde müderris olarak vazifelendirildi. Bir müddet ilim ögretip taleb yetistirmekle mesgûl oldu.
Bir gün zamanin kazaskerlerini ziyarete gitmisti. Müderrislere ve kadilara karsi kazaskerin tutumunu ve onlarin makam için düstükleri hâllweri begenmedi. Çiktiktan sonra Fâtih Câmiine gitti. Iki rekat namaz kilip, huzurlu bir kalb ile Allahü teâlaya: "Yâ Rabbi! Bunlarin içinden beni kurtarip, tasavvuf ehlinin yoluna dâhil eyle" diye dua etti. Kisa bir müddet sonra hacca gitti. Hac ibâdetini yerine getirip Peygamber fendimizin mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, dogum yeri olan Zile'ye döndü. Orada ilim ögretip, insanlara Allahü teâlanin dinine ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkini anlatmaya basladi. O sirada Ibn-i Hisam'in Kavâid-ül-I'râb adli eserine Hail-ül-Me'âkid adli serhi yazdi. Fakat içinden ilâhi askin atesinin hârareti her geçen gün biraz daha artiyor, Allahü teâlânin sevdigi bir velyie talebe olmak istiyordu. Bu sirada Amasya'li Seyh Muslihuddîn Efendinin dergâhina gidip, onun sohbetile sereflendi ve ona talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizemtinde kalip feyz aldi. O sirada gördügü bir rüyâsini söyle anlatir: "Bir tepe üzerinde büyük bir agaç, bu agacin yedi büyük dali var. Elimde Mishaf-i serif bulunuyor. Bu mishafi o agacin en yüksek dalina asmak istiyordum. Bu sirada siddetli bir rüzgâr esip, agaci kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandim. Ertesi sabah rüyâmi hocam Muslihuddin Efendi'ye anlattim. "Rüyân ayni ile vâki olacaktir. Agaçtan murâd bizim vücudumuzdur. Yakinda biz göçeriz. Lakin bizden önceki hocalar duâ edip seccâde ve asâ verirlerdi. Biz dahi size icâzet verelim" deyip, elleriyle icâzetnâme yazdilar. Aradan birkaç gün geçmeden rüyâ ayni ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamin vefâtiyla yetim kaldim. Mumu sönmüs eve, suyu çekilmis degirmene döndüm"
Kara Sems, hocasi Amasya'la Muslihuddin Efendi'nin vefâtindan sonra, mübarek, velî bir zât bulup talebe olmak istedi. Tokat'taki zâhid ve muttaki, yüz yas civarinda bulunan Seyh Mustafa Kirbâsi adinda bir zâta gidip, talebe olmak istdei. O zât, "Sen gençsin, ben ise ihtiyar ve hastalikliyim. Riyâzete (nefsin istediklerini yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile mesgûl olamam" dedi. Kara Sems: "O zaman benim halim ne olacak ? Beni buraya terbiye etmeniz ve yetistirmeniz için geldim" deyince, "Sen bu isten hâlis ve sâdik misin ?" diye sordu. Kara Sems: "Evet" cevâbini verince, basini önüne egip bir müddet bu halde kaldiktan sonra basini kaldirip: "Alti aya kadar Allahü teâlâ, ya seni kâmil bir rehberin huzûruna gönderir veya böyle bir zâti seni terbiye için gönderir" dedi ve Kara Sems'e hayir duâda bulundu.
Kara Sems bundan sonra tekrar Zile'ye dönüp, ilim ögretmekle mesgûl oldu ve Muhtasâr-i Menâr üzerine, Zübdet-ül Esrâr adli bir serh yazdi. Ilim ögretmekle mesgulken, Tokat'a meshûr nahiv âlimi Semseddin Efendi'yi ziyârete gitti. Semseddin Efendi onu görünce: "Ben de senin gelmeni arzuluyordum. Çünklü sen akilli, anlayisi ve kavranisi iyi birisin. Memleketimize Sirvan'dan velî bir zât geldi. Bizlere vâz ve nasikat ediyor. Anlattiklari okuyarak ögrenilecek akil ve zekâ ile söylenilecek seyler degil. Konustuklari Allahü teâlânin ihsani ile bilgiler. Haydi onun yanina gidelim" dedi. Birlikte kalkip gittiler. Böylece Abdülmecid-i Sirvâni'nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme serefine kavustu. Abdülmecid Sirvâni sohbetinin sonuna dogru: "Ey Kara Sems ! Benim, Allahü teâlânin emri ve sevgili Peygamber efendimizin isâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip, dag ve beldeleri asip gelmem, sadece seni irsâd ve terbiye içindir" buyurdu.
Kara Sems bu âni söyle anlatir: "Abdülmecid Sirvâni'nin bu sözünü duyunca, Seyh Mustafa Kirbâsi'nin daha önce verdigi müjdeyi hatirladim, hesab ettim, tam alti ay geçmisti." Kara Sems bu esnâda Allahü teâlâdan baska her seyin sevgisi gitti. Allahü teâlâya hamd edip: "Aradigimi buldum" dedi.
Abdülmecid Sirvâni'nin sohbetine kabul edilisini söyle anlatir: "O zâtin huzuruna varinca, bu fakirde istek ve arzu görüp: "Siz bu civardaki kasaba ve sehirlerin tanidigi meshûr ve halk nazarinda yüksek birisiniz. Böyleyken huzurumuzda zilleti ve dervisligi kâbul edersiniz. Halktan ragbet göremezsiniz. Bu duruma pisman olursunuz. Çünkü bu yol sikintilar ve mesakkatler yoludur" buyurunca:
"«Cânlar fedâ muhabbet-i cânâna ser degil,
Eshab-i aska terk-i ser etmek hüner degil»
dedim."

Bunun üzerine: "Sen sâdik bir talebesin. Biz de seni irsâd etmekle vazifeliyiz. Riyâzet ve mücahedeye tahammül edersen, az zamanda rizâ-i Ilâhî'ye kavusursun" buyurup:
«Yâra yol iki kademdir birisi câna bas
çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas»
beytini okudu ve fakiri kabul buyurdu."

[SIZE=+1]EVLIYÂNIN KERÂMETI[/SIZE]Kara Sems'in vefatindan sonra talebelerinden hal sâhibi Âma Mehmed Dede hocasinin türbesini ziyâret ederken. "Acaba hocam benim simdi türbesinde ayakta oldugumu, türbeye giren çikanlari bilir mi acaba ?" diye düsündü. Bu sirada uykusu geldi ve kendine hâkim olamayip, uyudu. Rüyasinda hocasini gâyet nûrâni ve beyaz genis bir elbise içinde gördü. Ona güler yüzle: "Gel bunlari al" dedi ve eline bir mikdar altin birakti. Sonra: "Disari çik ! Biraz sonra ziyâret ve duâ için bizim çocuklar gelecek" buyurdu. Âma Mehmed Dede uyaninca türbeden disari çikti. Orada bulunan yasli birisi ona: "Kara Sems'in çocuklarinin, kabri ziyâret için geldiklerini haber verdi. Bunun üzerine, hocasi hakkindaki düsüncesini düzeltmeye çalisti ve hocasinin böyle görünmekle daha hâlis itikadli olmasini ve Allahü teâlânin izni ile uzaktan geleni bildigini, kaldi ki yakinda bulunani daha kolay bilecegini anlatmak istedigini anladi.
Abdülmecid Sirvâni'nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifade etti. Feyz alip tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünya sevgisinden uzaklasip, hakikate yöneldi.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
[SIZE=+4]Sivâsi Abdulmecit Efendi[/SIZE]​

Anadolu'da yetisen evliyânin büyüklerinden.
Ismi Abdülmecid, künyesi Ebü'l-Hayr, lakâbi Mecdüddin'dir. Ismi, Abdülmecid Sirvâni'nin ismine hürmeten konulmustur. Sinâsi nisbesiyle meshur olmustur. Siirlerinde Seyhi mahlasini kullanir. Tasavvufta, Halvetiyye yolunda Semsiyye kolunun kurucusu Semseddin Sivâsi hazretlerinin yegenidir. Babasinin ismi Muharrem efendidir. 1563 (H. 971) senesinde Tokat'in Zile ilçesinde dogdu. 1639 (H. 1049) senesinde Istanbul'da vefat etti.
Küçük yastan itibaren babasindan ilim ögrenen Abdülmecid Efendi, yedi yasina geldigi zaman Kur'an-i Kerim'i ezberledi. Amcasi Semseddin Efendi'den (Kara Sems) zâhiri ve bâtini ilimleri tahsil etti. Arabî ilimler, fikih, tefsir ve hadis ilimlerinde yüksek derece sahibi olup, amcasindan icâzet (diploma) aldi. Uzun müddet Semseddin Sivâsi'nin sohbetinde kalip, tasavvufî hakikatlere kavustu ve yüksek manevi derecelere yükseldi. Otuz yasina gelince, Merzifon ve çevresi ahalisine Allahü telanain emir ve yasaklarini bildirmekle görevlendirildi.Daha sonra Zile'deki Halvetî Dergâhinda irsatla vazifelendirildi. Burada talebe yetistirmekle mesgul oldu. Sivas'taki Semsiyye Dergâhi seyhi Recep efendi vefât edince, onun vazifesini yürüttü. Ilim ve irfandaki söhretini duyan Sultan Üçüncü Mehmed Han'in dâveti üzerine Istanbul'a geldi. Bir müddet Ayasofya civârinda oturdu. Daha sonra Eyyub Nisancasi'ndaki kendisine hediye edilen bahçe içindeki eve yerlesti. Dâr-üs-saâde agalarindan Mehmed Aga'nin yaptirdigi Mehmed Aga dergâhinda insanlara Islam dininin emir ve yasaklarini anlatmakla vazifelendirildi.
Istanbul'da çesitli câmilerde halka vâz ve nasihat etti. Sultan Selim civârindada bir mescit ve Sivâsi dergahini insaa ettirip, hizmet etti. Sultanahmed Câmiinin temel atma ve açilis törenlerinde bulunup dua etti ve ilk vâzi verdi. Vefât edinceye kadar Sultanahmed Câmiinin vâizligini yapti.
Sultan Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed, Birinci Mustafa, Genç Osman ve dördüncü Murad Han devirlerinde yasayan Sivâsi Abdülmecid Efendi, sultanlara ve diger devlet adamlarina nasihatlerde bulundu. Karayazici ve Uzunbölükbasi isyanlarinin bastirilmasinda önemli rol oldu. Sultan Dördüncü Murad'a Bagdat'i fethedilecegini müjdeledi. Padisah sefere çikarken de Hz. Ömer'in kilicini beline o kusatti.
Ilim, irfan ve güzel âhlak sahibi olan Sivâsi Abdülmecid Efendi, zaman zaman padisahlara verdigi manzum sikayetnamelerde memleketin ve milletin içinde bulundugu hali anlatmis, basariya ulasmak için adaletli davranilmasini ve istisareye, ehline danismayi tavsiye etmistir. Islam dininin hep ilerlemeyi emrettigini anlatmis, gelismelere karsi çikan din adami kiligina girmis din düsmanlariyla, tarîkatçi geçinen câhil ve sapik kimselere ve bid'at ehliyle mücâdele etmistir. Istanbul'da vâz, nasihat ve irsatla mesgulekn, 1639 (H. 1049) yilinda vefât etti. Eyüp Nisancasi'ndaki evinin bahçesine defenedildi. Vefâtindan sonra iki yil sonra, gördügü bir rüya üzerine Mahpeyker Kösem Sultan, kabrinin üzerine bir türbe yaptirdi. Türbe bugün çok harab bir hâldedir.
Eserleri:
Seyhi mahlasiyla pek güzel siirler yazan Sivâsi Abdülmecid Efendinin eserlerinden bazilari sunlardir:
· Fatiha tefsiri
· Mesnevi Serhi
· Lezâiz-ül-Âsar ve Letâif-ül-Ezhâr
· Dürer-ül-Akâid
· Divan-i Ilâhiyat
· Irade-i Cüz'iyye
· Hadis-i Erbâin


Kaynak: Yeni Rehber ansiklopedisi
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
IBRAHIM HAKKI EFENDI

(1703 - 1780)


image.jpg




  • Ibrahim Hakki 18 Mayis 1703 tarihinde Erzurum´un Hasankale ilcesinde dünyaya geldi.
  • Babasi Dervis Osman, annesi ise Hz. Peygamberin soyundan gelen Mahmud kizi Serife Hanife Hatun´dur.
  • Ibrahim 9 yasindayken Tillo´ya gitti. Seyh Ismail Fakirullah´dan dersler almaya basladi. Babasinin vefatindan sonra (1719) Erzurum´a geldi.
  • Erzurum müftüsü Hazik Muhammed´den Arapca ve Farsca ögrendi. Bir müddet sonra tekrar Tillo´ya döndü.
  • Seyhinin büyük oglunun kiziyla evlendi. 15 yil orada kaldi. 1750 de Hicaz´a, 1766 da Istanbul´a gitti.
  • I.Mahmud´un davetiyle saraya girdi. Ikinci ve ücüncü defa Hacca gitti. Arabistan´i, Misir´i gezdi.
  • Nihayet 1780 de Tillo´da vefat etti ve vasiyeti üzerine mürsidi olan Seyh Ismail Fakirullah´in ayak ucuna gömüldü.
  • Ibrahim Hakki 40 tan fazla eser birakmistir. Eserleri icinde 1754 de tamamladigi Ilahiname adindaki divani en meshurlarindandir. Ondan daha meshuru ise Marifetname´sidir.
  • Marifetname eskiyle yeniyi birlestiren bir ansiklopedi mahiyetindedir. Marifetullah (Allah´i tanima) dan, gökyüzünden, yildizlardan, aydan, günesten, dünyadan, küre biciminde olusundan, ay ve yildizlarin hareketlerinden, ay ve günes tutulmalarindan, dini emir, inanc, gelenek ve göreneklerden, Naksibendilik tarikatinin esaslarindan bahseder.
  • Eser kisa cümlelerden meydana gelmektedir. Akici bir üslupla kaleme alinmistir. Cogunlugu nesirdir. Zaman zaman da siirlere yer verilmektedir. Bu misra oldukca meshurdur:

    Hak serleri hayreyler
    Zannetme ki gayreyler
    Mevla görelim neyler
    Neylerse güzel eyler.


MARIFETNAME`DEN KISA ÖRNEKLER:




Evliyanin seckinlerinin sectigi yol olan Naksibendi yolunun Hakk´a varan yollarin en yakini oldugunu anlatir. BIRINCI NEVI: NAKSIBENDI YOLUNUN RÜKÜN, HAKIKAT, USUL VE INCELIKLERINI BILDIRIR:
Ey Aziz! Evliyanin seckinlerinden büyük pir ve mürsid Hace Muhammed Behaeddin Naksibend ve onun degerli halifeleri (aleyhimürrahmeverridvan) demislerdir ki: Peygamberlerin en üstünü MUHAMMED MUSTAFA´nin (SAV) evliyalarin en üstünü EBU BEKR-I SIDDIK (radiyallahü anh) hazretlerine gizlice ögrettikleri, ilimlerin efdali olan huzur ve marifet ilmi, insanlarin avamindan, hatta insanlardaki Hafaza meleklerinden bile gizlidir. O gizli hazineye kavusma yolunun esasi ve cesitli usulleri vardir. Bu fasilda bunlar genis olarak anlatilir. Bu yolun erkani üctür: Az yemek, az uymak, az konusmak......Naksibendi tarikatinin hakikati da üctür: Hatiralari, düsünceleri gidermeye, kalble olan zikre ve murakabeye devam etmektir. Bunlarda birbirlerine yardimci ve kuvvettir. Murakebe ise, Hak tealanin, kainatin bütün zerrelerine her zaman muttali oldugunu, kalbden bir an cikarmamaktir......


Tasavvuf ehlinin 12 FIRKA oldugunu, bir FIRKASININ kurtulup, digerlerinin dogru yoldan ayrildigini ve bu sapitan FIRKALARIN herbirinin ne belalar buldugunu, dogru yolla Hakk´a giden FIRKANIN menzile erip muradini aldigini bildirir. (YEDINCI NEVI)

  • Evliyaiyye mezhebinde bulunan FIRKA: "Salik velayet derecesine kavusunca, seriatin bütün teklifleri (emir ve yasaklari) ondan kalkar" dediler. "Evliya Peygamberlerden üstün olup, derecesi yüksek olur" dediler. Halbuki böyle inanan kimsenin kalbinde din ve iman kalmaz. Zira can bedenden cikmadikca, seriatin bu teklifi kalkmaz ve hicbir Veli, hicbir Peygamber derecesine kavusamaz.
  • Hubbiyye mezhebinde bulunan FIRKA: Bunlar, "kul Allahü tealanin muhabbeti mertebesine kavusup, diger sevgilerden kesilince, ondan namaz, oruc ve diger emir ve yasaklar kalkar, haramlar, ancak ona helal olur." dediler. Halbuki harama helal diye inanan dinsiz olur. Bu taifeye bunu anlatmak kabil olmadigindan yasak ve haramlari islerler. Iste onlardan uzak duran selamet bulur.
  • Mütecahiliyye mezhebinde olan FIRKA: "Biz riya ve gösteristen korkariz ve kacariz. Onun icin salihler elbisesini birakip, FASIK giysilerini giyip, insanlar arasinda gezeriz." derler. Halbuki bu da, seriata uymamaktadir. Zira hadis-i serifte: "Bir kavme benzemek isteyenler, onlardandir." buyuruldu.
  • Sümrahiyye, Ibahiyye, Haliyye, Hululiyye, Huriyye, Vakifiyye, Mütekasiliyye ve Ilhamiyye FIRKALARI da dogru yoldan ayrilmistir.
  • Dogru yol ile Hakk´a giden FIRKA: Bunlar, "Kur´an-i Kerim ve hadis-i serif dinimize ve dünyamiza kafidir; bunlar ve bunlardan cikan seriat bilgileri bize yeterlidir." derler. Bunlar evliya zümresidir. Hidayet bulmuslardir. Tarikat-i Muhammediyye ile salik olmuslardir. Hakikat ilmine ermislerdir. Huzur ve üns meclisine gelmislerdir. Muhabbet deryasina dalmislardir. Ebedi devlet ile sonsuz saadet bulmuslardir.
(Bu Yazi "Müslüman Ilim Öncüleri Ansiklopedisi" Yazar: Saban Dögen, Asya Yayinlari, Istanbul, "MARIFETNAME" ; (Faruk Meydan tarafindan Osmanlicadan sadelestirilmistir, Veli Yayinlari, Istanbul, 1981) den alinmistir.)Kaynak: Ücler Yücel
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
[SIZE=+1]EVLIYÂDAN "DIYARBEKIR’LI SAID PASA HAZRETLERI" - (... - 1890)[/SIZE]

"Osmanliediblerinin büyüklerinden hâkim ve fâzil bir zâtdir. Mardin Mutasarrifiiken 1890’da vefat etmistir. Tarih, edeb ve ahlâk konularinda eserleri vardir. Matbu olanlari, "Mizânül Edeb", "Divançe-i Es’ar”, ”Mir’at-i S1hhat”, ”Türkçe Hülâsa-i Mant1k”, ”Nuhbet’ül Emsal”, ”Tabsiretül 0nsan” ve Hz. Âdem‘den zamanina kadarki konularikapsayan ”Mir’at-ül 0ber” adli Umumi Tarih. (Rahmetullahi aleyh)"
Sen usandirma eli el de usandirmaz seni
Hilekârlik eyleme kimse dolandirmaz seni
Dest-i âdâdan soguk su içme kandirmaz seni (1)
Korkma düsmandan ki âtes olsa yandirmaz seni
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni (2)
Kimseye zarar vermeyen kisi kendisi de zarara ugramaz, dolandiran dolandirilir, döveni döverler, sövene de söverler. Düsman elinden soguk su dahi içme, gün gelir pisman olursun. Düsman insana bos yere ikramda bulunmaz. Dostu Allah olan Ibrahim Peygamberi (a.s) nasil Nemrut’un atesi yakamadiysa, seni de yakmaz. Bu yüzden düsman korkusu ile yasama, korkulmaya layik olan yegane Allah’tir. Allah sevdigi kullarina düsmanin fendinden daha alâsiniilham eder, melekleriyle yardim eyler. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Hep geçer âlemde hiç bir hâlete yoktur sükûn
Zevkâ bak degmez teessüf etmege dünyâ-yidûn
Istikamet serr-i âdâdan seni eyler mâsun (3)
Hakk ider eshab-isidkin hasminielbet zebûn (4)
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Dünya hayatibir aldanmaca ve oyalanmadir, yalan dünya denilmesi de bu yüzdendir. Bu âlemde hiç bir halin istikrari, sükûnu yoktur. Bir halden bir baska hale geçilir. Zevk sahibi kisi, dünya üzülmeye degmez. Dogruluk, dinde sebat insanidüsmandan, seytandan korur. Dosdogru, sadik kullariniHakk Azze ve Celle Hazretleri hasimlarinin serlerinden korur, sadik kullarina düsmanlik edenleri rezîl ve rüsvay eder, perisan eyler. Nitekim Resûlullah'in (s.a.v) düsmanlarihep rezîl ve perisan oldular. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Ister isen hifz ide irzin Hüdâ’yiLemyezel
Irzina â’dâ-yibedhâhin bile verme halel (5)
Tâ ezelden söylenir halkin dilinde bu mesel
Celb ider elbette insana mükâfaatiamel
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
San, seref, namus ve iffetinden emin olmak istiyorsan, kötülük, fenalik yapan düsmanlarin dahi irzina zarar verme. Halk bu misâlleri hep söyler durur. Insana basariyi, mükâfatisalih amelleri saglar. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Girrelenmez rûz-i ikbâlin görüp ehl-i hired (6)
Her günü bir kadr ider tâkib, her sebti ehad (7)
Seyl-i mevt itdikte berbâd ömrü, baht itmez meded (8)
Böyle âtes-mesreb olma hâk olur birgün cesed
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Akil sahipleri bir talih günü gördüklerinde "bu benim basarimdir" diyerek gururlanmazlar. Onlar "Bu bana Allah'in bir lütfu, bir ikramidir, sükürler olsun" derler. Her günün bir ertesi günü vardir (Cuma gününden sonra gelen Cumartesi, Pazar gününden sonra gelen Pazartesi gibi) Her iyi günün ardinca bir kederli gün de gelebilir. Ölüm seli (ölüm ani) gelip de, hayata; hayatin zevklerine son verdigi zaman, talihin yardimiolmaz. O vakit talihli kisi odur ki, Rabbinin rizasinikazanmis, ömrünü hayirlarla idrâk etmistir. Talihsiz ise, ölüm ömrünü berbâd etmeden kendisi berbâd ederek "ates mesreb" kisilerden olmustur. Bir gün bu cesed toprak olacak, basina topraklar atacaklar, böyle dünya derdiyle yanip durma. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Halkitahrib eyleyipde kendin âbâd eyleme
Bu cihanda ev yapip ukbâyiberbâd eyleme
Nefsin zâlim-i bî-rahme imdâd eyleme
Âlemi tenfir iden ahvâli mu’tad eyleme (9)
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Baskalarina zarar vererek kendini yüceltmeye kalkma. Bu dünyada ne yaparsan ahirette hesabinivereceksin. Kötülük isleyerek ahiretini berbad etme. Nefsin isteklerini yerine getirerek rahmetten mahrum kalma. Etrafiniusandiran, insanlarin nefretini celb eden bir hali aliskanlik etme. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Seyyiat insana nefs-i kemterinden gelir (10)
Her hacâlat âdeme su’i karîninden gelir (11)
Izzet-ü zillet mekâna hep mekîninden gelir (12)
Istikamet, müstakiym-ül hâle dîninden gelir
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Bütün fenaliklar, günahlar insana asagilik nefsinden gelir. Bütün utanç verici isler insana kötü yakinlarindan, kötü ahbaplarindan gelir. Yücelik de asagilik da bir yere o yerde oturan tarafindan getirilir. "Seref-ül mekân bil mekîn" denmistir. Yani mekânin serefi mekîn (oturan) iledir. Vakarli, temkinli, olmaya çalis. Dogruluk dînin emridir ve ancak dîn sayesinde insan saglam, tutarlihale gelir. Dîn istikameti emreder, istikamet dîn sayesinde mümkündür. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Düsmanitezlil için hiyleyle itme istigal (13)
Hüsn-ü efkâra olur hâil cihanda sui hâl (14)
Yüz suyu dökme, teessüf çekme, etme kiyl-ü kal (15)
Sen sakiym olma, virir maksudun elbet Zül-Celâl (16)
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Harbin disinda hile caiz degildir. Harpteki hile ise taktik anlamindadir, düsmanin yaniltilmasidir. Düsmanlar için dahi, sahtekârlik yapmak yolunu tutma. Sürekli olarak hile isiyle mesgul olunursa güzel fikirler yerini çirkin, kötü hallere birakir. Kötü haller, güzel fikirlere manidir. Oysa müslüman güzel islerle mesgul olmak, güzel düsünmek zorundadir. Inandigimiz gibi yasamazsak, yasadigimiz gibi inanmaya baslariz. Kimseye yüz suyu dökmek, üzüntü çekmek, insanlara kahr edip dedikodu yapmak dogru degildir. Bunlarla ruhumuz bunalir, hasta olur. Böyle yapmak yerine hacetimizi Allah'a arz etmeli, ondan istemeliyiz. O, Zül-Celâl maksudumuzu bilir ve bizi mahrum etmez. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
At riyayielden islaha çalis ef’alini
Bosbogazlik itme, tâdil eyle kiyl-ü kâalini
Sen ne türlü saklayim dersen de su’i hâlini
Hak Teâlâ senden â’lemdir senin ahvâlini
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Gösterisi birak, Allah rizasinikazanmaya bak. Islerini düzelt, bosbogazlik etme. Kimseyi çekistirme. Kisi önce kendini düzeltmeye bakmali. Baskalarinda gördügümüz ayiplar bizde yok mudur? Disariya karsiiyi insan görüntüsü versek, herkesken ayiplarimizikusurlarimizi, kötü hallerimizi saklamayibasarsak da, Allah'tan gizleyemeyiz. Allah bizi bizden daha iyi bilir. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Haline seytan güler, gördükte sende gafleti
Üstüne güldürme öyle düsmen-i bed-sîreti
Hâin olma, vir emânetle cihana söhreti
Herkesin destindedir âlemde zill-ü rif’ati (17)
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Seytan bize kötülükleri fisildar ve neticeyi aldigini, gaflette oldugumuzu gördügünde ise, gülerek bizimle o dahi istihza eder, eglenir. Öyle kötülügün takipçisi, yolu ve kendi kötü bir düsmaniniçin üzerine güldürüyorsun? Emanete ihanet eden kötülerden, hainlerden olma. Söhret ariyorsan emin olmakla söhret bul. Peygamber Efendimiz (s.a.v), peygamberligini teblig etmeden önce de insanlarin en emini olmakla söhret bulmustu. Düsmanlaridahi ona Muhammed’ül Emin diyorlardi. O’nun (s.a.v) ümmetinden isen sen de bu yolu ihtiyar eyle. Yüceligin gölgesi herkesin kendi elindedir. Kisi yücelmeyi murâd ediyorsa yücelir, zelil olmak isteyen de zelil olur. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz seni.
Zâmin ü kâfil olan erzaka, Hâlik’dir sana (18)
Mâsivâya serfürû etmek ne layiktir sana (19)
Izdirabicelb eden meyl-i alâyikdir sana (20)
Gayr içün düsme lisâninâsa yaziktir sana (21)
Müstakiym ol Hazreti Allah utandirmaz seni
Ayet-i Celile’de ”Er r1zku âl Allah” buyuruldu. Rizkiveren, ona kefil olan Allah'tir. O halde, Allah'tan gayrisina rizk için bas egmek layik degildir. Bütün sikintilari, istiraplariçeken; lüzumsuz, degersiz seylere olan alâkamiz, düskünlügümüzdür. Hakîkî ihtiyacimiz îmandir. Lükse, israfa yönelen isteklerimiz yüzünden ne sikintilar çekiyoruz, yazik çok yazik. Degersiz seyler için insanlarin diline düsmeye degmez. Hakîkaten ve cidden yaziktir. Insanlara el açan, onlardan gelecek sikintilara da gögüs germek zorundadir. Allah'tan isteyen ise, asla mahrum kalmaz. Dosdogru olursan Hazreti Allah asla utandirmaz, her murâdinida ihsan eyleyerek yüceltir seni. Müstakiym ol, müstakiym ol..
(1) Dest-i âdâ: Düsman eli
(2) Müstakiym: Dogru, dosdogru (istikametten)
(3) Mâsun: Korunmus, esirgenmis
(4) Zebun: Güçsüz, zayif
(5) Bedhah: Herkesin kötülügünü isteyen
(6) Ehl-i hired: Akillilar. Girrelenmez: Gururlanmaz.
(7) Sebti ehad: Hergün anlamina (Cumartesi - Pazartesi)
(8) Seyl-i mevt: Ölüm seli.
(9) Tenfir: Nefret veren.
(10) Seyyiat: Kötülükler, günahlar. Nefs-i kemter: Asagilik nefs.
(11) Hacâlat: Utanilacak is, utanma. Su'i karîn: Kötü yakinlar, kötü arkadas, kötü akraba.
(12) Mekîn: Oturan
(13) Tezlil: Zelil etmek, hakir etmek.
(14) Hâil: Mani, engel.
(15) Kiyl-ü kal: Dedikodu.
(16) Sakiym: Hasta, yanlis.
(17) Zill-ü rif'at: Yüceligin gölgesi.
(18) Zâmin-ü kâfil: Kefil olup, kabul eden.
(19) Serfürû: Bas egme, kabullenme.
(20) Alâyik, alâik: Alâkalar, ilgiler (sugul)
(21) Lisan-i nâs: Halkin dili.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
MOLLA GÜRÂNİ
(1410 - 1488m.)
Evliyalar Ansiklopedisi
Osmanlı âlimlerinden ve büyük velî. Dördüncü Osmanlı şeyhulislâmı. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî'dir. Daha çok Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. 1410 (H.813) senesinde, Sûriye'nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle "Gürânî" denilmiştir.

Molla Gürânî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, meânî gibi âlet ve kırâat ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Bağdât, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam'a gidip, bir müddet oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsîl etti. Şam'dan Kâhire'ye gitti.Kâhire'de zamânın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî'den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında, Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı.Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî'den icâzet aldı. Molla Gürânî bu şekilde çalışarak tahsîlini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti.Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire'deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdarları ile devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla kısa zamanda tanındı. Hattâ Kâhire'de herkese açık bir ders verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdîr ettiler. Hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdikten sonra, Sahîh-i Buhârî'yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzat görüp, şâhid oldu. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişi, hayâtında değişikliğe yol açtı. Önce Şâfiî mezhebindeydi. Sonradan Hanefî mezhebine geçti.

Molla Gürânî'nin İstanbul'a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerindenMolla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire'ye uğradı. Orada Molla Gürânî'yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul'a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek istanbul'a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul'a geldi. Meşhûr âlim MollaYegân, hacdan dönüp İstanbul'a gelince, Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; "Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?" diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; "Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. "Şimdi nerededir?" deyince; "Bâb-üs-seâdede beklemektedir" dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi, el öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî'nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu önce, dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî'nin eski kaplıcadaki medresesine sonra da Yıldırım Medresesine müderris tâyin etti. Böylece bir müddet bu vazifede bulundu.Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî'yi oğlu Şehzâde Mehmed'in yâni Fâtih'in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.

Şehzâde Mehmed (Fâtih), bu sırada Manisa'da emîrdi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih'in) yetişmesi ve eğitilmesi için pekçok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî'nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek, sert tutumunu duyup, bu iş için onu tâyin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa'ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed'in (Fâtih'in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmed'in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; "Darabtühû te'dîben" Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmed derslere devâm edip, kısa zamandaKur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmed'in Kur'ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocasıMollaGürânî'ye fazla mikdârda mal ve parayı hediye gönderdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî'nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.

Babası İkinci Murâd'dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî'yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; "Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezîrliğe, sadr-ı a'zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri kırılır ve sultânımıza zarar gelir" dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadısker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkâf idâresi vazifesi ve kâdılık vazifesi ile Bursa'ya gönderildi. Bursa'da bir müddet bu vazifeleri yaptı. Sonra bâzı sebeplerle Anadolu'dan ayrılıp, Mısır'a gitti.

Molla Gürânî Mısır'a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay'dan tam bir kabûl ve çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra FâtihSultanMehmed Hân, Mısır Sultânı Kayıtbay'a, Molla Gürânî'yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürânî'ye bildirerek; "Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim" dedi. Molla Gürânî; "Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten o, tabiî olarak kendisine meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem, sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza bir düşmanlık girebilir." cevâbını verdi. Sultan Kayıtbay bu cevâbı beğendi ve kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.

Molla Gürânî İstanbul'a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa kâdılığına tâyin etti. Sonra yeniden Kadıaskerliğe getirildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 1480 (H.885) senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta, titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkid etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâimâ dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.

Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhipti. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezîrleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı.Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defâsında bir Arafe günü, Sultan, Molla Gürânî'ye bir haberci göndererek; "Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif etsin, geç kalmasın." diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye; "Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâb eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım." dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh; "Biz onların gelmesi ile bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz." dedi.Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine dâveti kabûl etti. Molla Gürânî, devrin âlimlerine mütevâzî davranır ve onlara karşı kıskançlık göstermezdi. Hattâ resmî vazifelerde kendinden daha üst makamlara çıkan âlimleri takdîr ederdi. Müderrislikden resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Osmanlı âlimleri arasında ahlâkının üstünlüğü, ilmî hususlarda tâvizsiz olan ve ilme çok önem veren bir âlim bilinip öyle tanındı. Günlerini hep ders vermekle, kitap yazmakla ve ibâdetle geçirirdi. Bir defâsında talebelerinden biri, bir gece onun konağında kalmıştı. Hocası Molla Gürânî, yatsı namazından sonra Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Başından başlayıp devamlı okurken talebesi bir müddet sonra uyuyakaldı. Sabaha doğru uyanınca hocası Molla Gürânî'nin Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ettiğini gördü. Sabahleyin o talebe bu durumu hizmetçilere anlatınca, hizmetçileri; "O, her gece böyle Kur'ân-ı kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmez." demiştir. MollaGürânî, ayrıca çok hayır ve hasenât yapmıştır. Dört câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binâlar yaptırmıştır.

Molla Gürânî, vefât ettiği 1488 (H.893) senesinin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezîrler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul'daki konağına göçtü. O günlerde bir sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonrakıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur'ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrenen hâfızların yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu üzerine, talebelerine haber gönderildi.Onlar da yanına toplandılar. Talebelerine; "Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz, ikindiden fazla uzamaz." dedi. Hâfız talebeleri, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Vezîrler durumu öğrenince, yanına geldiler. Vezîrler arasındaki Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için, hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. MollaGürânî onun ağladığını görüp; "Niye ağlar durursun ey Dâvûd!" dedi. Dâvûd Paşa; "Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım." dedi. Bunun üzerine; "Ey Dâvûd, kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda da, son nefeste de selâmet üzere olurum." dedi.Sonra vezîrlere dönüp; "Benden Bâyezîd'e (İkinci Bâyezîd Hana) selâm söyleyin ve deyin ki, Adâlet üzere olsun, kulları himâye, beldeleri muhâfaza etsin. Namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin" dedi. Sonra; "Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun." dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; "İkindi ezânı ne zaman okunacak?" dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; "Lâilâhe illallah" diyerek vefât etti.
Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi kabrin başına getirilince, vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Kabri,Aksaray-Topkapı arasındaki eski tramvay yolunun sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir.

Arabca kaynaklarda "Diyâr-ı Rûm'un, Anadolu'nun âlimi" olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır:
1) Gâyet-ül-Emânî fî Tefsîr-i Seb'il-Mesânî,
2) El-Kevser-ül-Cârî alâ Riyâd-il-Buhârî; Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olanSahîh-i Buhârî'ye yazdığı şerhdir.
3) Şâtıbiyye Kasîdesi'nin Ca'berî şerhine güzel bir hâşiye yazmıştır.
4) Keşf-ül-Esrâr an Kırâat-il-Eimmet-il-Ahyâr,
5) Şerh-i Cem'ul-Cevâmi': Usûl-i fıkha dâirdir.
6) Arûz ilmiyle ilgili bir kasîde.

Kaynaklar:
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c1. ,s.166
2) El-A'lâm; c.1, s.97
3) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı), s.1112
4) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.1, s.241
5) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.102
6) Tabakât-üs-Seniyye fî Terâcim-il-Hanefiyye; c.1, s.280
7) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.135
8) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.553, 646, 899; c.2, s.1190, 1486
9) Tâc-üt-Tevârih (Ulemâ kısmı)
10) Osmanlı Müellifleri; c.2, s.1
11) İzâh-ul-Meknûn; c.2, s.92
12) Brockelmann; Sup-2, s.319
13) Devhat-ül-Meşâyıh; s.10
14) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.184
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.298
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Abdülhakim Arvasî
(1865-1943)
Nakşibendi tarikatının Halidi kolunun şeyhlerindendir. Arvas Seyitleri olarak telakki edilen aileye mensuptur. Bu ailenin asırlar öncesinden Van'a gelerek yerleştikleri, Kadiri tarikatına mensup oldukları ve "Arvas Seyitleri" olarak anıldıkları rivayet edilmektedir. Bu isimden dolayı "Arvasî" olarak anılmış ve bu unvanla tanınmıştır. Soyadı Kanunu çıkarıldıktan sonra "Üçışık" soyadını almıştır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde muhtelif yerlerde hocalık yapmış, tasavvuf şeyhliğinde bulunmuştur. Risâle-i Nur'un yayılmasına engel olmaya çalışan CHP yönetimi, bu amaçla bazı din adamlarını art niyetlerine alet etmişlerdir. Şeyh Abdülhakîm de bu maksada alet olmaktan kurtulamamıştır.
Abdülhakim, 1865 yılında Van iline bağlı Başkale ilçesinde dünyaya geldi. Seyit Mustafa Efendinin oğludur. Soyu Abdülkadir-i Geylani (ra) hazretlerine dayandırılmaktadır. İlk derslerini babasından aldı. Başkale'deki ibtidai ve rüşdiye mekteplerini bitirdikten sonra, eğitim maksadıyla Irak'a gitti. Burada bazı bölgeleri dolaşarak alimlerden icazet aldı. Buradaki eğitimini de tamamladıktan sonra Başkale'ye geri döndü.
Abdülhakim, Başkale'ye döndükten sonra burada bir medrese yaptırdı. Kendisine miras olarak kalan serveti bu amaçla harcayarak büyük bir kütüphane vücuda getirdi. Kendi kurmuş bulunduğu medresesinde yirmi yıla yakın bir süre boyunca ders okuttu. Daha sonra Halidiye Tarikatı şeyhlerinden olan Seyyid Fehim'e intisap etti. Bu arada bir çok müspet ve din ilimleri alanında bilgi alarak kendini yetiştirdi. Akabinde bazı tarikatların hilafetini aldı.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinden sonra bölge Ruslar tarafından işgal edildi. Bu arada Başkale de Ruslar tarafından istila edildi. Bu işgal ve istilayı fırsat bilen Ermenilerin silahlanarak Müslüman halkı katletmeleri üzerine bir çok aile yerini ve yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bu arada Şeyh Abdülhakim, 150 kişiyi bulan ailesi ile birlikte daha güvenli yerlere geçmek maksadıyla buradan ayrıldı. İlk etapta Bağdat'a gidip yerleşmek maksadıyla göç etti.
Şeyh Abdülhakim, Musul'a vardıktan sonra burada iki yıl kaldı. Bağdat, İngilizler tarafından işgal edildiği için buraya gidemedi. Ailesi ile birlikte tekrar göç ederek Adana'ya geldi. Buranın da işgal edilme tehlikesine karşılık Eskişehir'e gitti. Daha sonra buradan da ayrılarak 1919 yılında İstanbul'a geçti. Eyüp'te kendisine tahsis edilen Yazılı Medrese'de misafir edildi. Ayrıca, Kaşgari Dergahı şeyhliğine tayin edildi. Daha sonra Sultan Vahdettin tarafından Medrese-i Mütehassisin'e müderris olarak tayin edildi. Bu arada dergah şeyhliği, imamlık ve vaizlik vazifelerini de ifa etti. Bu görevi tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettirdi.
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etti. CHP'nin başarısızlığı, ülkenin içine düştüğü ekonomik çöküntü sonrası kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasına olan teveccüh, komplocuların ve provokatörlerin işine yaradı. Çıkarılan Menemen hadisesi sonrasında, özellikle dindar kesim üzerinde büyük bir baskı oluşturuldu. Çok sayıda insan tutuklanarak hapis ve ağır cezalara çarptırıldı. Şeyh Abdülhakim de tutuklandı ve Menemen'e gönderildi. Ancak, olayla ilgisinin olmadığı anlaşıldı.
Soyadı kanununun çıkarılmasından sonra Üçışık soyadını alan Şeyh Abdülhakim, İstanbul'da çalışmalarına devam etti. Beyoğlu'nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde bazı dersleri okuttu. Özellikle Necip Fazıl Kısakürek'in kendisiyle tanışması ve sohbetlerine devam etmesi daha çok tanınmasına vesile oldu. Bir ara Vefa Lisesi'nde de öğretmenlik yaptığı aktarılmaktadır. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı.
Eylül 1943 yılında sıkıyönetimin emriyle İzmir'e gönderilen Şeyh Abdülhakim'in aynı yıl içinde rahatsızlığı arttı ve hastalandı. İzmir'de zor şartlar altında yaşaması, yaşının da epey ilerlemiş olmasından ötürü hastalığının şiddeti arttı. Akabinde Ankara'ya getirildi. Kısa bir süre sonra da Ankara'da vefat etti (27 Kasım 1943). Naaşı Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum Mezarlığına defnedildi.
Risâle-i Nur'un giderek geniş bir kitle tarafından benimsenmesi ve çok sayıdaki talebeyi kendine bağlaması, bazı yöneticilerin değişik yollara başvurarak engellemeleriyle karşılaştı. Bir taraftan Üstad ve talebeleri hapse atılıp muhtelif işkencelere tabi tutulurken, diğer taraftan da bazı din adamları kullanılarak Risâle-i Nur'un önü kesilmeye çalışıldı. Risâle-i Nur ve Üstadı hakkında aleyhte konuşturulmak suretiyle davaya zarar verilmeye çalışıldı. Gizli komitenin amacı, bazı kimseleri, Risâle-i Nur'a karşı kışkırtmak, tenkit etmelerini sağlamak ve bu yolla yayılmasını engellemekti.
Şeyh Abdülhakim'i de Bediüzzaman'ın aleyhinde konuşmayı başaran kesimler, tenkit edenler arasına katılmasını sağladılar. "Birinci Şua'da bazı Kur'an ayetlerinin işari ve remzi manalarının külliyetinde, cifir ve ebced tevafuklarına" temas edilmesi ve asrımıza bakan bazı işaretlerin tezahürü ile ilgili beyanları tenkid eden Şeyh, farkında olmadan söz konusu komitenin oyununa alet oldu (Abdulkadir Badıllı; Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, C. 2, İstanbul 1998, s. 1103). Yapılan haksız eleştirilere rağmen, Bediüzzaman'ın söz konusu tenkitçiler hakkında itinalı davranması ve onların hareketlerine benzer tavrı takınmaması dikkat çekicidir.
Bediüzzaman, Kur'an tefsiri ile ilgili yapılan eleştirilere şöyle cevap verdi: "… biz demiyoruz ki, ayetin mana-yı sarihi budur. Ta, hocalar fihi-nazar desin. Hem dememişiz ki, mana-yı işarinin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işari ve remzidir. Ve o mana-yı işari de bir küllidir, cüziyatları var…" (Kastamonu Lahikası, s. 120, 121).
Bediüzzaman, Risâle-i Nur ve şahsı ile ilgili çevrilen dolaplara dikkat çekerken, bu oyuna alet olanlar için "biçare" tabirine yer verdiği de görülmektedir. Ayrıca, yaptığı hizmete engel olmanın hiç kimseye fayda sağlamayacağına ve talebelerinin de dindar insanlara karşı hassas olmaları gerektiğine işaret etmektedir (Şualar, s. 286). Bediüzzaman, bazı safdil insanların ve bazı cüretkar talebelerin, yaptıkları yanlışlarla, fırsat kollayan kesimlerin işini kolaylaştırdığını belirtmektedir. Bununla birlikte aleyhine sevk edilen Şeyh Abdülhakim gibi zatların da söz konusu durumdan zarar gördüklerini, mütedeyyin insanların birbirinin aleyhinde bulunmalarının hiçbir fayda sağlamayacağını da örnekleriyle birlikte ortaya koymaktadır (Şualar, s. 289).
Şeyh Abdülhakim, Rabıta-i Şerife ve Riyazü't-tasavvufiye adlı eserleri kaleme almıştır. Birinci eser Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. Eserde rabıta ve uygulamasıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Eserinde, Nakşibendi tarikatının adabı hakkındaki açıklamalar yer almaktadır. İkinci eserde ise tasavvuf, tasavvuf tarihi ve kavramlarıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Bu eserini medresede hocalık yaptığı sıralarda kaleme almıştır. Bu eser de Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek Tasavvuf Bahçeleri adıyla yayımlanmıştır.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
calig67.jpg

Ibn Haldun (H.732 / M.808)
Dogumu ve Yetismesi:
Ismi: Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dir.
Ibn Haldun, h. 732 yilinda nesli sahabilerden Vâil b. Hacer’e uzanan Arap bir ailede Tunus’da dogdu. Asli Yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzanir. Dedelerinden ilk olarak Halid b. Osman Endülüs’teki Karmuna’ya hicret etti. Endülüs halkinin âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Haldun’a dönüstü.
Babasi fakih idi ve kendini fikih ile edebiyata adamisti.
Ibn Haldun, Tunus’ta Kur’an-i Kerim ezberleyerek ve tecvit ögrenerek yetisti. Ayni zamanda babasindan Arapça ilimleri, Islam hukuku ve Arapça dersleri aldi. Babasi, Ibn Haldun’un dönemindeki en iyi âlimlerden ders almasina özen gösterdi.
Ibn Haldun hayatinin ilk dönemlerinde uzun bir süre hükümette memur olarak çalisti.
Seyahatleri:
Ibn Haldun Tunus’u birakip Cezayir’deki Biskra’ya giderek yerlesti. Biskra’dan da yine Cezayir’deki Konstantin’e geçti. Daha sonra ailesini Konstantin’de birakarak Fas’a geçti.
Ibn Haldun, o dönemde bati Islam dünyasinin baskenti olan Fas’a yerlesip orada kaldi.
Ibn Haldun, Fas’ta kaldigi müddetçe kendini tefkir ve kiraate vererek Magrib ve Endülüs halkindan ilim adamlari ile karsilasti. Okuma alanini ve ilmi isteklerini gerçeklestirmek için Fas’taki kütüphanelere gidiyordu. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabinin giris bölümünü yazdi.
Ibn Haldun, Endülüs’e gitti ve daha sonra Cezayir’e döndü. Kasabe camiinde hatip oldugu bir dönemde saray nazirligi görevine getirildi. Siyasi görevinin yani sira camii de ders vermeye devam etti.
Yedi yil sonra ailesi ile birlikte Tilmisan’a sonra da Fas’a gitti. Fas’ta ilim ögrenmeye ve ögretmeye devam etti. Sonra ailesini Fas’ta birakip tekrar Endülüs’e döndü. Granada’da bir müddet kaldiktan sonra Magrib’e geldi.
Ibn Haldun, Tilimsan’da bir kez daha ailesi ile bir araya geldi. Bir müddet kitap telifi ve okumak için burada kaldiktan sonra Cezayir’deki Seleme Ogullari kalesine gitti ve burada dört yil kaldi. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabini düzenledi ve daha sonra kontrolden geçirip milletler tarihini ilave etti. Sonra tekrar Tunus’a döndü.
Kahire’ye Yerlesmesi:
Ibn Haldun, h.784 yilinda hac ibadetini yerine getirmek istedi ve kirk gün deniz yolculugu yaptiktan sonra Iskenderiye’ye ulasti. Bu dönemde Sultan Berkuk yönetimi üstleneli henüz on gün olmustu. Bu sene hacca gitme imkani olmadi ve Kahire’ye geldi.
Kahire’de, ilim talebeleri kendisinden ders almak istediler ve Ezher Camiinde ders vermeye baslayan Ibn Haldun’un mertebesi yükseldi ve Sultan Berkuk tarafindan ödüllendirildi. Kahire’de kalmaya karar verdikten sonra ailesini de getirmek istedi. Fakat geri dönmesini saglamak için Tunus Sultani bunu kabul etmedi. Sultan Berkuk devreye girerek Tunus Sultanina mektup yazdi.
Ibn Haldun, Amr b. As Camii yakinindaki Kamhiye medresesinde ögretmenlik sonra da Misir Kraliyet kadiligi görevine getirildi. Bu dönemde ailesi Tunus’tan gemi ile Kahire’ye gelirken gemi kasirgaya tutulup batti ve ailesinin hepsi bogularak öldü. Büyük bir üzüntüye ugrayan Ibn Haldun’un gittikçe üzüntüsü artti ve görevden ayrilmaya karar verdi. Ilim, ders verme, okuma ve kitap telif etmeden baska kendini teselli edecek bir sey bulamadi.
Ibn Haldun, Misir’da 24 sene kaldi. Bu dönemde hac, Beyt-i Makdis’i ziyaret ve Timurlenk ile görüsmek için Sam’a gitmesinden baska Misir’dan hiç ayrilmadi.
Basarilari:
Ibn Haldun, az sayida eser birakmistir. el-Ibar, Divan-i Mübteda, el-Haber fi Eyyamu’l-Arab, el-Acem ve el-Berber eserlerinin en meshurlaridir.
Sosyoloji, mimari ve tarih ilimlerinin gerçek kurucusu olmasi en büyük basarilarindandir.
Vefati:
Hicri 808 yilinin ramazan ayinda Misir’da vefat etti ve burada defnedildi.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
MIMAR SINAN (1490-1588)

Kayseri’nin Agirnas köyünde dogdu. Yavuz Sultan Selimzamaninda devsirme olarak Istanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik oldugu için seçilenler arasindaydi. Sinan, At Meydani’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarliga özendi, vatanin baglarinda ve bahçelerinde su yollari yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustalari mahiyetinde han, çesme ve türbe insaatinda çalisti. 1514’te Çaldiran, 1517’de Misir seferlerine katildi. Kanunî Sultan Süleyman zamaninda yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atli sekban oldu. 1526’da katildigi Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sirasi ile acemi oglanlar yayabasiligi, kapi yayabasiligi ve zenberekçibasiliga yükseldi. 1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bagdat seferlerinden dönüste ”Haseki” rütbesi aldi. Bagdat seferinde Van Kalesi Muhasarasinda, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerlestirdi.
Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katilan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Bugdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurdugu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’in takdirini kazandi. Ayni sene basmimarliga yükseldi.
Mimar Sinan, katildigi seferlerde Suriye, Misir, Irak, Iran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yi görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. Istanbul’da devrin en meshur mimarlari ile Bayezid Camii’nin ustasi Mimar Hayreddin ile tanisti.
Bazi Eserleri
Sinan’in mimarbasiliga getirilmeden evvel yaptigi üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Pasa Külliyesi ve Istanbul’da Hürrem Sultan için yapilan Haseki Külliyesi’dir.
Mimarbasi olduktan sonra verdigi üç büyük eser, O’nun sanatinin gelismesini gösteren basamaklar gibidir. Bunlarin ilki, Sehzadebasi Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrica imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrilmis medrese bulunmaktadir.
Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’in Istanbul’daki en muhtesem eseridir. Yirmiyedi metre çapindaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanin üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir sekilde oturtulmustur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüsü ile Süleymaniye Camii, olgunlasmis bir mimariyi temsil
cami9.gif
etmektedir.Sekiz ayri binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra sehrin ikinci üniversitesi olmustur.

Mimar Sinan’in en güzel eseri, seksen yasinda yaptigi EdirneSelimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapindaki kubbe, sekizgen seklindeki gövde üzerine oturmustur. Üç serefeli ince minarelerine üç kisi ayni anda birbirini görmeden çikabilmektedir.Sinan bu camiin ustalik eseri oldugunu ve bütün sanatini Selimiye’de gösterdigini belirtmektedir.
Mimar Sinan, gördügü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemis, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatini devamli gelistirmis ve yenilemistir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diger kisimlar tasidiklari yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalin degildir. Kullandigi bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.
Mimar Sinan ayni zamanda bir sehircilik uzmanidir. Yapacagi eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük basari göstermis ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerlestirmistir.
Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüssifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.
Depreme Dayanikli
Mimarin çok sayidaki eserini inceleyenler, Sinan’in depreme karsi bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldigini söylemekteler.Bu tedbirlerden biri, temelde kullanilan taban harcidir.Sadece Sinan’in eserlerinde gördügümüz bu harç sayesinde, deprem dalgalari emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapilarin yer seçimi de ilginç. Zeminin saglamlasmasi için kaziklarla topragi sikistirmis dayanak duvarlari insa ettirmis.Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yil bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasini saglamak içindir.
Mimar Sinan, yapilarinda ayrica drenaj adi verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmustur.Drenaj sistemiyle yapinin temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanikli kalmasi öngörülmüstür. Ayrica yapinin içindeki rutubet ve nemi disari atarak soguk ve sicak hava dengelerini saglayan hava kanallari kullanmis. Bunlarin disinda yazin suyun ve topragin isinmasindan dolayi olusan buharin, yapinin temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanallari kullanmistir. Buhar tahliye ve rutubet kanallari drenaj kanallarina bagli olarak uygulamaya konulmustur.
Iste Sinan’in eserlerini inceleyen ve birçogunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpinar’in söyledikleri:
”Karsilastigim bir özellikten dolayi gözlerime inanamadim. Sinan’in eserlerinde en ufak bir çikti ve desen dahi tesadüf degil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmis. Çünkü yapiyi herseyi ile bir bütün olarak ele almis. Bütün ölçülerini ebced hesabina göre yapmis ve bir ana temayi temel almis. Ölçülerini asal sayiya göre yapmis ve onun katlarini baz almis. Ilmini din ile bütünlestirip mükemmel eserler ortaya koymus. Örnegin SinanKur’an-i Kerim’de geçen ”Biz daglari yeryüzüne çivi gibi gömdük...” ayetinden etkilenerek yapilarinin yer altindaki kismini ona göre insa etmis. Yapilari hislerine göre degil, matematiksel olarak olusturmus. Bugünün teknolojisi bile Sinan’in yapmis oldugu bazi uygulamalari çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarinin bir baska benzeri daha yok. Ama bunlarin hepsi estetik sagladigi gibi yapinin saglamligini da pekistirmistir.
Kaynaklar:

1- Alimler ve Sanatkârlar, Ahmed Refik, Kültür Bak. Yay., 1980; 2- Rehber Ans. C. 12, Türkiye Gazetesi Yay.; 3- Aksiyon Derg. 15-21 Ocak 2000 sayisi Hasim Söylemez’in ”Sinan Depremi Çözmüstü” baslikli yazisi
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
<FONT color=#000000><SPAN style="FONT-FAMILY: Tahoma; mso-bidi-font-family: 'Times New Roman'">Meshûr Türkçe "Mevlid" kasîdesinin yazari. Bursa'da dogdu. Kaynaklarda <SPAN class=Max>Süleymân Çelebi'nin dogum târihine dâir bir kayda tesâdüf edilmedi. Ancak, Süleymân Çelebi'nin Mevlid'i 60 yasinda yazdigi ve eserin 1409 (H.812) senesinde bittigi, en eski olarak bilinen nüshasinda mevcut bir beyte istinâd etmektedir.1422 (H.825) senesinde vefât ettigi bilindigine göre, onun 1351 (H.752) senesinde dogdugu neticesi çikmaktadir. Sultan Birinci Murâd Hanin vezîrlerinden AhmedPasanin oglu, Seyh Mahmûd Efendinin torunudur. Mahmûd Bey, 1338 (H.738) senesindeSadrâzam Süleymân Pasa ile Rumeli'ye sal ile geçenlerdendir. Süleymân Çelebi, Bursa'da asrinin ileri gelen âlimlerinden ilim tahsîl etti. Büyük bir âlim olarak, Sultan Yildirim Bâyezîd zamâninda Dîvân-i hümâyûn imâmi, sonra da Bursa'da onun insâ ve ihyâ ettigi câminin imâmi oldu. Resûlullah efendimize olan muhabbeti, Vesîlet-ün-Necât isimli mevlid kasîdesini yazmasina vesîle oldu. Eserini yazmasinin sebebi olarak gösterilen hâdise hakkinda; Künh-ül-Ahbâr, Güldeste, Tezkire-i Latîfî ve baska kaynaklarda genis bilgi vardir. Süleymân Çelebi'nin vefâti için düsürülen târih, "Râhat-i ervâh"tir. Mezari, Bursa'da Çekirge yolu üzerindedir.

Iyi bir tahsîl gören Süleymân Çelebi,Bursa'daki Ulu Câminin bas imâmligina getirildi. Bu câmideki imâmligi sirasinda, birgünIranli bir vâiz, vâz ve nasîhat ederken, Bekara sûresinin iki yüz seksen besinci âyet-i kerîmesinin; "Biz Allahü teâlânin peygamberlerinden hiç birinin arasini ayird etmeyiz (hepsine inaniriz). Duyduk ve itâat ettik." meâl-i serîfini tefsîr ederken de; "Hazret-i Muhammed ile hazret-i Îsâ arasinda hiçbir farklilik, üstünlük yoktur." diye, kendi kafasina, bozuk inanisina göre tefsîr etti. Cemâat arasinda bulunan bir kimse dayanamayip, ayaga kalkti ve; "Ey câhil! Kendi kafana göre nasil tefsîr edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç peygamberler (aleyhimüsselâm) arasinda üstünlük farki olmaz olur mu? Elbette peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm), bütün peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risâlet yönünden fark yoktur demektir. Üstünlükler, mertebeler yönünden degildir. Burada; "Birinin peygamberligini kabûl edip, digerini kabûl etmiyerek aralarinda bir ayrilik gütmeyiz. Herbirini kendi derecelerine göre peygamber olarak kabûl ederiz" buyurulmaktadir. Bundan, derece ve fazîletleri aynidir anlami çikmaz. Bunun isbâti ise, yine Bekara sûresinin iki yüz elli üçüncü âyet-i kerîmesidir. Burada meâlen; "Bu (sûrede sözü geçen) peygamberlerin bir kismini, kendilerine verilen özelliklerle digerlerinden üstün kildik." buyurulmaktadir. Görüldügü gibi, bu iki âyet-i kerîme, bizim âlimlerimizin tefsîr ettigi gibi birbirlerini dogrulamaktadir. Hâlbuki, senin bozuk düsüncene göre birbirlerini tekzib etmektedir ki, hâsâ bu olamaz!" gibi pekçok sözler söyledi, pekçok delîller getirdi. Neticede Iranli vâiz, yanlis düsündügünü kabûl etti. Bütün bunlara sâhid olan Ulu Câmi bas imâmi Süleymân Çelebi, bu hâdiseden dolayi çok duygulanmis ve meshûr Mevlid-i Serîfini yazmistir. Mevlid-i Serîf'inde, hep Ehl-i sünnet îtikâdini anlatmistir. Bu bozuk îtikâdli vâizin sözüne cevap olarak:

"Ölmeyüb Îsâ göge buldugu yol,
Ümmetinden olmak için idi ol."

beytini söyledikten sonra, Resûlullah efendimizin fazîletlerini söyle îzâh etmistir:

"Dahî hem Mûsâ elindeki asâ,
Oldu O'nun izzetine ejderhâ.

Çok temennî kildilar Hak'dan bunlar,
Kim Muhammed ümmetinden olalar.

Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur.
Lâkin Ahmed efdâl-ü-ekmel durur.

Zîrâ efdallige ol elyak durur,
Âni öyle bilmeyen ahmak durur."

Süleymân Çelebi, Mevlid'inde; Allahü teâlânin mutlak irâdesini, yoktan var ettigini ve Muhammed aleyhisselâmin hiçbir mahlûkda bulunmayan üstün, yüksek ve emsâlsiz vasiflarini anlatir. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aski ile yanan bir müminin engin ask ve muhabbet kokulari vardir. Hazret-i Muhammed'in diger peygamberlere olan bütün üstünlükleri, en güzel kelimeler ve en vecîz ifâdelerle anlatilmistir.

Mevlid; münâcaat (Allahü teâlâya yalvarma), velâdet (Peygamberimizin dogumu), risâlet (Peygamberligin bildirilisi), mîrâc (Göklere çikisi, Cennet'i ve Cehennem'i görmesi), rihlet (Peygamberimizin vefâti) ve duâ bölümlerinden ibârettir.

Söze Allahü teâlânin ism-i serîfi ile baslayan Süleymân Çelebi, Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar bütün dedeleri olan Peygamberlerin alinlarinda nûr parladigini ve bu nûrun Muhammed aleyhisselâma intikâl ettigini anlatir. Peygamber efendimizin dogusuna genis bir yer ayirarak, O dogarken annesinin neler duyup, neler gördügünü, bu ânda bütün varliklarin engin bir nese içinde kaldiklarini, bütün zerrelerin O'nu büyük nese içinde karsiladigini söyler. Mevlid'de bundan sonra, Muhammed aleyhisselâma peygamberliginin nasil bildirildigini ve mi'râc hâdisesinin nasil oldugunu anlatir. Derin üzüntü içinde yazdigi rihlet ve daha sonra duâ ile Mevlid'ini bitirir. Peygamber efendimizin her varligin yaratilisi sebebi, bütün yaratilmislarin en sereflisi ve O'nu bütün peygamberlere üstün kilanAllahü teâlâya sükürler etmektedir.

Eserde çok olgun fikirler ve kompozisyon bütünlügü vardir. Mevlid, mesnevî seklinden ziyâde, kasîde seklinde tertiblenmistir. Bâzi yerlere gazel parçalari da ilâve edilmistir. Arûz vezni ile yazilmis, (fâilâtün, fâilâtün, fâilün) kalibi kullanilmistir. Yalniz bir yerde (Mef'ûlü, fâilâtü, mefâîlü, fâilün) kalibina yer verilmistir.

Kâfiyeler güzel ve saglamdir. Süleymân Çelebi, Mevlid'in misralarinin mükemmel olmasi için çok titizlik göstermis, bu sebeple Mevlid, üstün sanat sâhibi dîvan sâirlerince dahî sevilip begenilmistir.

Mevlid'de hem olaylarin, hem de düsüncelerin anlatildigi yerlerde, en kisa, en uygun ve mümkün olan en sâde anlatim sekli kullanilmistir. Mevlid'de, hemen her türlü söz ve ifâde sanatina rastlanir. En çok cinâs, tesbîh ve tekrîr gibi sanatlara önem verilmistir. Bölümlerin ve kitabin bütünlügüne titizlik gösterildigi kadar, her misra'in ayri ayri güzelligi de gözden kaçmamaktadir. Mevlid, lirizm (içlilik) ve ögreticiligi (didaktizmi) iyice kaynastirmis bir siir kitabidir. Kuruluktan uzak oldugu gibi, sirf coskunluktan da ibâret degildir. Görünüste kolay, fakat denendiginde benzerinin yazilmasinin çok zor oldugu görülür.

MUHAMMED ALEYHISSELÂMI SEVMEK

Süleymân Çelebi hazretleri, Mevlid'ine Arabî olarak bir önsöz yazarak, söyle buyurmaktadir: "Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânin ismiyle baslarim. Muhammed aleyhisselâmi bütün yaratilmislarin sebebi, en sereflisi ve en azîzi yapan, makâm-i Mahmûd ile sefâat hakkini vererek O'nu bütün Peygamberlerden üstün kilan, ismini O'nun ismiyle yanyana yazarak, hasedci seytanin burnunu sürtüp, O'nun sânini yücelten Allahü teâlâya hamd-ü-senâlar olsun. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânin indinde çok makbûldür. Allahü teâlânin melekleri O'nun yardimcilaridir. Agaçlar, toprak ve taslar, O'nunla konustular. O'nu sevenler dünyâda ve âhirette sevilip kurtulurlar. O'na düsman olanlar kovulup, Cehennem'e atilirlar. Bizi Muhammed aleyhisselâmin ümmeti yapmakla sereflendiren Allahü teâlâya hamd ederim. Serîki ve benzeri olmayan, mekândan münezzeh bulunan Allahü teâlânin bir olduguna sehâdet ederim. O, herkesin kendisine muhtâc oldugu, ibâdet ettigi ve yöneldigi Allahü teâlâdir. O, sâni yüce, kullarini merhametle bagislayandir. Güzel ahlâk ve cömertlik gibi pekçok meziyetleri ortaya çikaran, vâdedilen kiyâmet gününde, her tarafta sefâati kabûl edilir bir sefâatçi olan Muhammed aleyhisselâmin, Allahü teâlanin kulu, resûlü ve habîbi olduguna sehâdet ederim. Allahü teâlâ, O'na seçilmislerin en üstünleri olan temiz âline ve Eshâb-i kirâmina sonsuz rahmet etsin."

<SPAN style="COLOR: green"><FONT size=2>1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.144

2) Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.51

3) Vefeyât-i Baldirzâde

4) Güldeste-i Riyâz-i Irfân

5) Tâm Ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (50. Baski) s.1145
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Mehmet Akif ErsoyIstiklâl Marsi sâiri. 1877 yilinda Istanbul'da dogdu. Annesi Emine Serife Hanim, babasi Temiz Tâhir Efendidir. Ilk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde basladi. Ilk ve orta ögrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasinin vefâti ve evlerinin yanmasi üzerine mülkiyeyi birakip Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâti boyunca yabanci dil derslerine ilgi duydu. Fransizca ve Farsça ögrendi. Babasindan Arapça dersleri aldi.
Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldi. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulasici hayvan hastaliklari tedâvisi için bir hayli dolasti. Bu müddet zarfinda halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayati 1893 yilinda baslar ve 1913 târihine kadar devam eder. Memuriyetinin yaninda Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedâri M. Emin Beyin kizi ismet Hanimla evlendi.
Âkif okulda ögrendikleriyle yetinmeyerek, disarda kendi kendini yetistirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genisletmeye çalisti. Memuriyet hayatina basladiktan sonra ögretmenlik yaparak ve siir yazarak edebiyat sâhasindaki çalismalarina devam etti. Fakat onun nesriyat âlemine girisi daha fazla 1908'de Ikinci Mesrutiyetin îlâniyla baslar. Bu târihten itibaren siirlerini Sirât-i Müstakîm'de nesretmeye basladi.
Âkif, yazi ve siirlerini hiçbir zaman geçim kaynagi olarak görmedi. Buna ragmen onu memlekete tanitan, halka sevdiren asil vasfi sâirligidir.

Birinci Cihan Harbi sirasinda Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sirasinda meydana gelmis, sâir o günlerin istirap ve heyecanini orada yasamistir. Sâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatiralari ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adli eserlerini yazmistir. Harbin son senesinde, çok sevdigi dostu Ismail Hakki Izmirli ile Lübnan'a gitti.
Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanini parçalamak ve paylasmak için dört taraftan saldirmaga baslamislardi. Harpten son derece bitkin bir halde çikan Türk milleti, vatanini müdâfaa için silâha sarildi. Âkif, vatan müdâfaasinin ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halki, istiklâlini muhâfaza etmek için savasmaya çagirdi. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayilmasi üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
Istanbul'dan deniz yoluyla Inebolu'ya çikti. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyani üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanin bastirilmasinda mühim rol oynadi. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdigi vaazlar nesredilerek memleketin her tarafina dagitildi. Sonra Ankara'ya döndü.
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Subat 1921 günü Istiklâl Marsi'ni yazdi. Meclis 12 Martta bu marsi kabul etti.
Zaferden sonra Istanbul'a geldi. Abbâs Halîm Pasanin dâveti üzerine 1923'te Misir'a gitti. O kisi Misir'da geçirip, baharda döndü. Artik her yil kisi Misir'da, yazi Istanbul'da geçiriyordu. Halîm Pasa geçimini karsilamayi taahhüt etti. Ertesi yaz Istanbul'a dönünce Diyanet Isleri Riyâseti tarafindan Kur'ân-i kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yillarca çalisti. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizligini anlayarak vazgeçti.

1926 yilindan îtibâren Misir Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-i kerîm tercümesiyle de mesgul oluyordu, fakat bu sirada siroza tutuldu. Önceleri hastaliginin ehemmiyetini anlayamadi ve hava degisimiyle geçecegini zannetti. Lübnan'a gitti. Agustos 1936'da Antakya'ya geldi. Misir'a hasta olarak döndü.
Hastalik onu harâb etmis, bir deri bir kemik birakmisti. Istanbul'a geldi. Hastanede yatti, tedâvi gördü. Fakat hastaligin önüne geçilemedi. 27 Aralik 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapi Mezarligindadir.
ecdad95.jpg
Sahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sirât-i Müstakîm ve onun devâmi olan Sebîl-ür-Resâd mecmuasinda çikan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve siirleri vardir. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan sâirlerinden biridir. Siirleri edebiyat târihimizde büyük önem tasir.
Siirlerinde bâzan düsünce, bâzan duygu ön plandadir. Aruzu en güzel sekilde kullanan sâirlerdendir. Siirlerinde bir taraftan hürriyet, dogruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kiymetleri telkin ederken, diger taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlik, münâfiklik, korkaklik, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenaliklara siddetle hücûm eder.

Mehmed Âkif yasadigi devri bütün genislik ve derinligi ile siirlerinde yansitmaya çalismis bir Türk sâiridir. Yirminci yüzyilin ilk çeyreginde Türk milletinin içinde bulundugu acilari, sevinçleri, ümidleri ve hayal kirikliklarini manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havasi içinde anlatmaya çalismistir. Eserlerindeki kisiler de aydin, cahil, yobaz, züppe, sehirli, dinli, dinsiz, sarhos, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardir. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savas yeri, mahalleler, köhne evlerin odalari, oteller vs. seklinde yasadigi devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmistir. Çalisma tarzi olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklinda tutarak ve sonra siir taslaklari kurup, onun üzerinde çalismayi prensib edinmistir. Müsâhade ve kompozisyona büyük önem vermistir. Siirinde kapalilik yok gibidir. Her seyi açik açik yazmaya çalismis, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmustur. Kisilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmistir. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdigi deger bakimindan parnasçi ve bâzi siirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Siirlerinde sahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmis, onlar adina gülmeye ve aglamaya çalismistir. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.
Âkif, ahlâksiz edebiyata düsmandir. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanlari sevmemistir. Siirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alir.

Siirleri manzum hikâyeler, hitâbet siirleri, lirik siirler ve taslama siirleri seklinde siniflandirilabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet siirleri didaktik muhtevali, lirik siirleri vatanî, millî ve dînî coskunluklarla dolu, taslama siirleri de sakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif siirlerini çogunlukla kuralsiz nazim sekliyle yazmistir. Vezin olarak yalniz aruzu kullanmis, ama heceye de karsi olmamistir. Üslûbu, siirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmaciga kaçmadan yasayan halk ifâdeleriyle kurulmus, çekici bir anlatisi vardir. Halk dili ve üslûbunu hemen her siirinde kullanmasina ragmen, bu konuda en çok muvaffak oldugu eseri Âsim oldu. Bol fiil ve sifat kullandigi siirlerinde asiri sadelikten ve yapma dilden kaçinmis, Servet-i Fününcularin agir ve cansiz lisanindan da uzak durmustur.

Siirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatim yollarini basariyla kullanmistir. Bilhassa muhâvere (karsilikli konusma) anlatim yolu onun siirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmustur. Iç âhenk, daha çok lirik siirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçinmistir.
Memleketin sosyal meseleleri, sâhit oldugu elem verici olaylar ve çilekes Anadolu insanlarinin hâlini sik sik siirlerine konu edinerek ele almis, duygu ve düsüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmis, çâre için çesitli teklifler öne sürmüstür. Osmanli Devletinin Tanzimâtin îlâniyla baslayan, mesrutiyet îlânlariyla devam eden ve Ittihat ve Terakki Partisinin iktidâri zamaninda son hadde vardirilan yikilisa götürücü hareketlerle kisa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanlarin ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmis olmasi ve bassiz kalarak herbirinin ayri ayri yollar tutup parçalanmalari karsisinda, feryâd edici siirleri vardir.

Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karsi merhametli bir mizaca sâhip, sâir tabiatinin heyecanlariyla dalgalanan, edebî bakimdan kiymetli siirlerin yazari meshur bir Türk sâiridir. Istiklâl Marsi sâiri olmasi bakimindan da "Millî Sâir" ismini almistir. Ancak rastgele edindigi din bilgileriyle, zamâninin ve çagin dertlerine sahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkismasi bâzi hatâlara düsmesine sebep olmustur.
Bunun yaninda Sultan Iknci Abdülhamîd Hanin memleket için yaptiklarini anlamayip onun sanina yakismayacak iftiralarda bulunmasi; sicilli mason Misir Müftüsü Muhammed Abduh'u övmesi; bir çalgicinin seslerini nidâ-yi ilâhîye benzetmesi begenilmiyen belli basli hususlaridir. Ahmed Dâvudoglu, "Dîni Tâmir Dâvâsinda Din Tahribcileri" kitabinda diger reformcular gibi, ilhâmini dogrudan dogruya Kur'ân-i kerîmden almak istedigini bildirmektedir.

Eserleri: Eserlerinin umûmî ünvani Safahât'tir ve ilk eseri yalniz bu adi tasir. Ikinci kitabinin adi Süleymaniye Kürsüsünde'dir. Hakkin Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtiralar besinci, Âsim altinci, Gölgeler yedinci kitabinin adidir. Bunlar, degisik târihlerde çesitli kereler basilmis olup, hepsi birlikte Safahât adi altinda da basilmistir. Safahât'taki misralarin tamami 12 bini bulur. Siirlerinden Istiklâl Marsi, Bülbül, Ordunun Duasi, Çanakkale gibileri bestelenmistir.
Âkif, Istiklâl Marsi siirini millet için yazdigini ifâde ederek Safahâtina almamistir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
kalig008.jpg

[SIZE=+4]Muhammed Ikbal[/SIZE]
(1873-1938)​

[SIZE=+2]Pakistan'li sair ve mütefekkir, siyaset, iman, mücadele adami. Pencap eyaletinin Siyalküt sehrinde dogdu. Dindar bi aileye mensuptur.[/SIZE]
[SIZE=+2]Ikbal, Farsça, Arapça edebiyat dersleri görmüs, Lahor'da yüksek felsefe derslerine devam etmistir. Avrupa'ya geçerek uzunca bir dönem Cambridge'de felsefe çalsimis, Münih'te felsefe yapmistir.[/SIZE]
[SIZE=+2]Lahor'da Ingiliz Edebiyati ve felsefe profesörlügü görevinde bulunmustur.[/SIZE]
[SIZE=+2]M. Ikbal, sanatla tefekkürü kendisinde birlestiren bir hüviyettir. Onun siirinin mayasi tefekkürdür.[/SIZE]
[SIZE=+2]Onu Avrupa felsefesi doyuramadi. Ikbal'e göre kurtulus, garbin aklî verimliligini sentez yapmakla mümkün olabilecektir.[/SIZE]
[SIZE=+2]Augusto Comte'den Goethe'ye kadar bütün bu filozoflarin felsefesini noksan buluyordu. Çünkü (Bunlar) ruh ve gönül nedir, bilmiyorlardi.[/SIZE]
[SIZE=+2]Garb tefekkür dünyasi zirvelerini senelerce dolastiktan sonra, yuvasini Mevlâna'nin sâhikasinda kurdu. Mevlana hakkindaki bir mazumesinde: "Ben bir dalgayim, parlak bir inci vücuda getirmek iMuhammed Ikbalin onun denizine yerlesmisim..." der.[/SIZE]
[SIZE=+2]1927'de Pencap yasama meclisine seçilen Muhammed Ikbal "Bagimsiz Pakistan" fikrini ortaya atti.[/SIZE]
[SIZE=+2]"Sark'tan Haber", "Sonsuzluk, Sark Milletleri ne yapmali","Cebrail'in Kanadi", "Hicaz armagani", "Iktisat Bilimi", "Islam'da Dini Tefekkürün Yeniden Tesekkülü" önemli kitaplari arasindadir.[/SIZE]
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
calig21.gif

Muhammed IKBAL
(1873-1938)
Fethi Yeken
1873 de Pakistan‘in Pencap eyaletine bagli Seyalkat kentinde dogan Muhammed Ikbal mutasavvif bir anne babanin ogludur. Babasi Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya isleriyle mesgul olurdu. Geçimini ise çalisarak elde ederdi. Ikbal‘in annesi de tipki babasi gibi ehli takva birisiydi. Hatta beyi rüsvet almakla ün yapmis birinin yaninda çalisirken, acaba bunda da rüsvet var mi düsüncesiyle çok defa beyinin kazancindan yemekten sakinirdi. Ancak daha sonra beyinin kazancinin rüsvetle ilgisi olmadigina kanaat getirerek ondan yerdi. Muhammed Ikbal‘in devamli Kur‘ani Kerim okumakta oldugunu gören babasi, bir gün ona Kur‘ani Kerim‘i anlamak istiyorsan, ‚sana indiriliyormus gibi oku‘ dedi.
Ikbal çocuklugundaki ilk egitimini evinde babasindan aldi. Daha sonra Kur‘ani Kerim‘i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kismini ezberledi. Bu merhaleden sonra babasinin arkadasi Mir Hüseyin‘in görev yaptigi bir okula gitti. Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocasi olarak Ikbal‘e Islâmi edebiyatini sevdirdi. Burayi bitirdikten sonra Pencap eyaletinin baskenti Lahor‘a giden Muhammed Ikbal, orada hükümete ait bir okula girdi.
Zaten Lahor bir çok lisenin bulundugu bir sehirdi. Burada felsefe ve Ingilizceden ögretmenlik diplomasi alan Ikbal, Lahor‘da dogu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. Iste Muhammed Ikbal bu devrede siir yazmaya baslayarak yavas yavas ismini duyurdu.
1905 de Londra‘daki Chambrich üniversitesine girmek için Ingiltere‘ye giden Ikbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra‘da üç sene kadar kalan Ikbal, burada Arap dili ve edebiyâti fakültesinde hocalik yaparken bir taraftan da çesitli Islâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferanslari onun Londra‘da çok taninmasina sebep olmustu.
Yine Londra‘da kaldigi müddet içinde hukuk üzerine okuyan Ikbal savcilik diplomasini aldiktan sonra Almanya‘ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalinda doktora yapti. 1908 de Hindistan‘a döndügünde, onun yazi ve siirlerine hayranlik duyanlar tarafindan büyük bir coskuyla karsilandi.
Ikbal Hindistan‘daki çalisma hayatina avukat olarak baslarken onun bu görevdeki çalismasi, dogruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu.
Hakliligina inanmadigi ve hakkini alamayacagi kisinin davasina bakmazdi.
Daha sonra Lahor‘da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyati bölümünde hocaliga devam eden Ikbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrildi.
Hocalik görevinden istifa edisinin sebebi kendisine soruldugunda cevaben: “Ingilizlere hizmet etmek zordur. Ben istedigimi insanlara anlatamiyordum. Simdi ise hürüm, diledigimi söyler ve diledigimi yaparim” diyordu.
Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine ragmen hiç bir zaman egitim ve ögretim islerinden geri kalmamisti. Devamli olarak Lahor‘daki Islâm akademisiyle irtibat halinde olan Ikbal orada dersler verirken, çesitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Af gan hükümetinin daveti üzerine Afgan egitim komisyonuna da istirak etmisti.
Muhammed Ikbal ülkesinin siyasetine de katilmis ve halkini bu konularda yönlendirmisti. Onun bu konudaki düsüncesi ise: “Siyaset; çalismak, izzet ve serefe davet etmektir.” seklinde idi.
Müslüman Hintli mücahitler adiyla yazdigi siirleri Hindistan‘daki müslümanlarin hareketlenerek Ingiliz sömürüsüne baskaldirmalarinda büyük tesiri olmustu. 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen Ikbal ayni zamanda “Rabitatül Islâmiye” adli merkezi Suudi Arabistan‘da olan bir cemiyette de çalismalar yapmisti.
1930 da Pakistan devletinin kurulusu konusunda kendisine has görüsüyle insanlarin huzuruna çikan Ikbal Hindistan‘in bölünmesinin din, irk ve dil esasina göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüsünü daha sonra Pakistan devlet baskani olacak olan Muhammed Ali Cinnah‘a anlatirken, siir ve konusmalarinda bu düsüncesine oldukça fazla yer vermisti. Daha sonra 1932 de Londra‘da anayasa hazirlamak için olusturulan ve çok uzun münakasalara sahne olan kongreye katilan Ikbal, o sirada siddetli ve uzun sürecek bir hastaliga yakalanir. Doktorlarin gayretlerine ragmen bir türlü iyilesmeyen Ikbal ölümü tebessüm ve riza ile karsilayarak 1938 de Allah‘in rahmetine kavusur. Iste bu siralarda Ikbal ölümle ilgili olan su siirini yazmisti:
“Ölümü ve aciyi mutluluk ile karsilamak
Müminin alametlerindendir‚
Muhammed Ikbal ehli takva bir evde dogup büyüdügü ve babasinin arkadasi olan Mir Hüseyin‘in tesirinde çok kaldigi için takvaca ve sahsiyetinin olgunlasmasi konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi. Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, Islâmi sahsiyetin olusturulmasi ve Islâm edebiyati konularinda çok tesir ediyor ve onlari üstün birer sahsiyet olarak yetistiriyordu.
Ikbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi. Daha çok genç yaslarindayken siir yazmaya baslamisti.
Bu siirler daha sonralari çesitli dilere tercüme edilmisti. Ikbal‘in siir ve edebiyat bakimindan büyük bir kabiliyete sahip olmasi onun kültürel açidan üstün bir egitim aldiginin ve Islâmi bakimdan olgunlugunun bir göstergesidir.
Henüz 33 yaslarinda iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüs ve üstün derecelerle diplomalar almisti. Bu konularda yazdigi eserlerden bazilari çesitli dillere çevrilerek bu üstün sahsiyetin fikirlerinden baskalarinin da istifadesi saglanmisti.
Ikbal belki bir vaiz ve filozof degildi ama her seyden önce Allah‘a samimi olarak iman etmis cesaretli, kendine güvenen ve düsüncelerinde belirli özellikleri olan bir kisiydi. O siirlerinde hayatin gerçeklerine bakar, fitratindaki siire olan yatkinligiyla bu konulari en tesirli bir sekilde izah ederdi. Iste Ikbal bu vasiflariyla büyük ve gerçek bir mücahid. olarak ortaya çikmaktadir.

IKBAL‘IN ISLAH YOLUNDAKI ÇALISMALARI
Muhammed Ikbâl hayata bakis felsefesini ve görüslerini siirlerinde islemistir. Onun islah yolundaki belli basli düsünceleri sunlardir:
1- Muhammed Ikbal Islâma ve müslümanlara hayranlikla dolu bir müslümandi. Ona göre müslümanin topraginda sinir olamazdi. Çünkü bütün müslümanlarin vatani birdir. Ikbal‘in bu konuda yazmis oldugu bir çok kahramanlik destanlari vardir. O dogusuyla ve batisiyla bütün müslümanlari kusatmistir.
Ona göre insanligin saadetini gerçeklestirecek . tek hükümet Islâmdir. Siirlerinde sürekli olarak Islâmiyetin devlet olarak yasandigi ve beseriyete gönderildigi devirleri islerdi.
Ikbal Islâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacagini çünkü Islâm ümmetinin ebediyyen kalici deger üzerine bina edildigini söylüyordu. Diger taraftan da üzülerek Islâm ümmetinin aci hallerini dile getiriyordu. Bir siirinde bu konuyu söyle gündeme getirmistir:
Hak olan ezan devamli aralarinda olan
Islâm ümmeti ebedi kalacaktir.
La ilahe illallah‘in askindan kalbler
tutusmaktadir.”
calig29.gif
Eger geçmisinde Islâm medeniyetini yasamis herhangi bir yere gitse oranin maziye karismis halini hatirlar ve üzülürdü. 1908‘de Avrupa‘dan Hindistan‘a dönerken Sekille Adasina ugramis eskiden oranin Islâm medeniyetine besik oldugunu hatirlayarak kendi kendine:

Göz yasiyla degil kan akitarak agla.
Iste burasi Islâm medeniyetinin gömüldügü yerdir.
diyerek aglamistir. 1932 de Londra‘daki kongreden dönerken Ispanya‘ya ugramis, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü‘min bir sair olarak Islâm medeniyetinin bir harikasi olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunma mis ve içinde namaz kilinmamis bu camide iki kere kat namaz kilmisti.
Ikbal müslümanlarin gelecegi konusunda oldukça iyi düsünceler ve ümitler besleyen birisiydi. Bir gün Kurtuba‘da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarinda durmus söyle diyordu:
Ey sanli nehir su anda senin kenarinda duran kisi çok güzel bir hayal içindedir.
Bu adam gelecegin aynasinda yeni bir dönem görmektedir.
Bu dönemin müjdeleri gözükmeye basladi. Fakat henüz insanlarin gözünden sakli durumdadir. · Eger Avrupa bu dönemi su anda farketse aklini kaybedip deliye dönerdi.
Muhammed Ikbal‘in Avrupa‘da egitim görüp onlarin arasinda uzun bir müddet kalmasina ragmen hiç bir zaman onlarin kültürlerine aldanma misti. O Avrupa medeniyetinin insanlari kardes yapacagina, insanliga saadet getirecegine inanmiyordu. Çünkü Avrupa‘nin medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun egdirmisti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun oldugu için saskinliklar içinde aciyla kivranmak taydi. Bu medeniyet islah etme ve merhamet
etme özelligine sahip degildi. Iste bundan dolayi devamli olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterisine kanarak onun tuzagina düsmekten sakinmalarini söylerdi.
Ama maalesef ümmetten bazilari bu tuzaga düserek bütün izzetlerini kaybederek zayifladilar ve varliklarini yitirdiler. Ikbal yazi ve siirlerinde müslümanlari derinlemesine Islâmi ögrenmeye çagirirdi. Çünkü “müslümanlarin izzeti ve hürriyeti, Islâmin asil kaynagi olan Kur‘an ve sünnettedir” diyordu. Ne zaman Islâmdan ve Resulullah‘tan bahsetse, gurur ve iftiharla söyle derdi:
“Eger yildizlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yollarin rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz. Muhammed‘e baglayarak, onun bereketli ayak tozuna karisarak bahtiyar insanlarin gözüne sürecekleri sürme oldum."
2- Ikbal‘in görüslerinin temelini, en çok ehemmiyet verdigi nefsi terbiye konusu olusturmaktadir. Çünkü insanin saadeti ve hayatin temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadir. Iste bunun için ikbal sürekli olarak kisinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardi arkasi gelmeyecek olan devamli bir cihada çagiriyordu. Bu cihad önce nefse karsi verilmeliydi.

Ikbal cihad ve çalismada hayat; tembellik ve uyusuklukta da ölüm oldugunu söylerdi. Yine ona göre insanin kendisine güvenmesi ve devamli olarak nefsini zorluklara karsi kuvvetli olabilecek sekilde hazirlamasi kisiye mutluluk vermektedir. Kisinin kendisine güvenmesi,konusunda söyle diyordu:
“Baskalarinin nimetlerinden kendi rizkini arama. Isterse günesin kaynagindan gelmis olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah‘a güven ve çalis. Bu serefli Islâm ümmetinin yüzünü utandirma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçisi düstü. O etrafindakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atindan inerek kendisi almisti.”
Iste insan nefsini sehvetlerden ve çesitli korkulardan alikoyar ona hakim olursa baskalari o insana hükmedemez. Islâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kisiyi kendisini olgunlastirmaya çagirmaktadir. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. Islâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçeklestirmektedir.
Örnegin inanç konusunda nefsi süphelerden, korku ve sehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanin kalbine yerlestirerek devamli olarak onu tembellikten alikoyar onu çalismaya ve istikbale dair hazirliklar yapmaya tesvik eder. Iste Islâm inanci bu vasiflariyla her türlü zorlugu yenerek asmakta ve insanlik için gerçek hürriyeti ve esitligi saglamaktadir. Ikbal bu düsünceleriyle ayni zamanda Hindistan‘da yaygin olan ve bazi usüllerinde Islâma zit hareket eden tasavvufi anlayisa da karsi oldugunu ortaya koymus oluyordu. Çünkü o zamanlar Hindistan yarimadasinda hurafelerle karisik bir çok tasavvufi akim vardi ki, bunlar genel olarak “Vahdeti Vücut” inancinda olup, görünen varligi inkar esasina dayaniyorlardi. Ikbal onlari Islâmi olmayan tasavvufi akim diye isimlendirmisti.
3- Ikbal‘in gerçeklestirmek istedigi hedeflerden birisi de Dünya Islâm Devletinin kurulmasiydi. O her ne kadar kisinin ferdi degerini idrak etmis ve görüslerinin aslini nefsi terbiye olusturmussa da bunu da yeterli olmadigini biliyordu. Onun için ferdi cemaat için, cemaati da fert içinbir ayna kabul ediyordu. Eger fert görevini yerine getirmese bu noksanligin cemaata da siçrayacagina inaniyordu. Ona göre fert kendisini iyi yetistirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktir. Eger hata yapsa iyi yetismis cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir siirinde söyle diyor:
“Eger fert bir cemaata mensup olsa tipki bir damla iken nehir olur.
Artik onun ruhu, bedeni, açigi ve gizlisi, her seyi bagli bulundugu toplumuna ait olur.”
Iste bu cemaatin elbette bir davasi ve onlari birarada tutan prensipleri olmalidir. Yine bu hedeflerin gerçeklesmesi ferdin ve cemaatin saadetinin saglanmasi lazimdir. Ayrica bu hedefler bütün beseriyetin saadetini de saglamalidir. Ki, iste Islâm tüm insanligin mutlulugunu gerçeklestirecek tek din olarak ortadadir.
Bunun için Ikbal bütün müslümanlari içine alabilecek ve insanligin saadetini saglayacak olan bir Islâm devletinin zaruri oidugunu devamli söyliyerek Islâmi devletin gerçeklesmesi yolunda çok gayretler sarfetmistir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
calig26.gif
AHMET HAMDI YILDIRIM


Bir Günes Batti
Dünyamizi aydinlatan günes bir gün battiginda insanlik nasil hayretler içinde kalacak, büyük bir üzüntü duyacaksa bu gün de Islam dünyasi büyük bir fikir ve aksiyon insanini, Ebu’l-Hasen en-Nedvi’yi kaybetmenin üzüntüsünü yasamaktadir. O, sadece Islam dünyasinin degil, bütün insanlik dünyasinin semasini ziyalandiran bir günesti. Günes insanlarin maddi dünyalarini aydinlatiyorsa O, insani insan yapan manevi dünyayi aydinlatmakta idi. 1999 senesinin son günü, muhtemelen cumanin mübarek saatinde bu fani alemden göçtü. Artik O, yüzlerce eseri, binlerce yazisi, radyo ve televizyon konusmalari, sundugu tebliglerle düsünce dünyamizi aydinlatacaktir. Amel defteri yaptigi bu büyük hizmetlerle dünya durdukça sevap kaydetmeye devam edecektir. Bu ulu insani bir nebze olsun vefati münasebeti ile tekrar taniyalim.
Ebu’l-Hasen en-Nedvi denildiginde Hindistan, Hindistan denildiginde de Ebu’l-Hasen en-Nedvi akla gelir. Soyu Resülullah (sav)’in torunu Hasan (r.a.)’a dayanan ailesinin, Hindistan’a ilk gelen ferdi Kutbuddin Muhammed el-Medeni’dir(h. 581-677). Hicri yedinci asirda Tatar istilasindan kaçarak büyük bir kafile ile Bagdat’tan Hindistan’a hicret etmistir. O gün bu gün bu aile Hindistan’da bir çok ilmi ve idari hizmetler ifa etmis, alim ve mücahitler yetistirmistir. Bu gün hala bu mübarek aile Hindistan’da büyük hizmetler görmektedir.
Böyle mübarek bir sülaleden gelen Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Abdulhay el-Haseni Hocaefendi ile Hayrunnisa hanimefendinin üçüncü çocuklaridir. Hicri 6 Muharrem 1333 (m.1914) yilinda, Hindistanin Uttar Pradesh eyaletinin baskenti Lucknow’a 80 kilometre uzaklikta Rayberili kasabasinin takriben 2 km. kuzeydogusunda Seiy Nehri kenarinda ayni sülâleye ait bes on evden olusan bir yerlesim biriminde dünyaya tesrif etmistir.
Ilim ve fazilet ehli bir aileden gelen Nedvi, çok küçük yaslarda kitaplarla tanismis, kitap sevgisi ve ilim aski kalbine yerlesmistir. Henüz bes alti yaslarinda iken taninmis bir alim olan babasini taklit etmeye baslar, onun gibi vaaz eder, irsatta bulunur. Çocukça bir merakla babasinda gördügü örnek yasantiyi uygulamaya çalisir. Dokuz yaslarinda babasini kaybeder, o güne kadar hep dersleri ile mesgul olarak gördügü abisinin yakin ilgisi ile ilk defa bu olayla tanisir. Abisinin terbiyesinde yetisir.
Babasinin vefatindan sonra ailesinin gelirleri azalir ve bir müddet sikinti çekerler. Bu dönemde, fakirlik sebebi ile artik okuyamayacagini düsünür. Ama annesinin dualari kabul olacak ve ümmete isik tutan bir günes olacaktir. Allah Teâla bu ise, Prens Nur Hasan’i sebep kilar ve üstada “Baban öldü, diye üzülüp, artik okuyamayacagim diye tasalanma, ben senin egitim masraflarini tekeffül ediyorum” der. Bu çagda Prens Nur Hasan’in görkemli ve ihtisamli sarayinda misafir olarak kalir. Tahsiline devam eder. On iki on üç yaslarinda büyük alimlerin meclislerinde, onlarla Arapça konusabilecek kadar ileri düzeyde Arapça’yi ögrenmistir. Bunun yani sira Urduca ve Farsça’yi da ilerletmistir. Okuyup yazacak kadar da Ingilizce ögrenmistir. Yirmi yasina geldiginde devrinin medreselerde okutulan ilimleri tahsil etmis bulunmaktaydi.
Yirmi yasinda Hindistan’da iddiali bir egitim müessesi olan Nedvetü’l-Ulema’ya hoca olarak tayin edilir. Kendi yasitlarina ve hatta büyüklerine tefsir dersleri verir. Arapça ögretiminde farkli bir metot dener. Arapça’yi Arapça’dan ögretimde basarili olur ve kisa zamanda talebelerini Arapça’yi konusur ve anlar seviyeye getirir. Elde mevcut egitim kitaplarinin yetersiz oldugunu düsünür ve kendisi gerekli olan kitaplari müfredata göre kaleme alir. Ona göre her ülke, kendi egitim kitaplarini kendi üretmelidir. Egitimde tercüme ile basari elde etmek mümkün degildir. Bunun için Arapça okuma parçalarini ihtiva eden kitaplar yazar, Arap edebiyati ile ilgili eserler verir. Sonraki yillarda da medreselerde ders kitabi olacak mahiyette onlarca kitap yazar.
Bir çok sehri gezer, ilmî ve kültürel faaliyetlerde bulunur. Meshur Islâm Sairi
nedvi2.jpg
Muhammed Ikbal ile tanisir, siirlerine vurulur. Düsünce ufkunda kendi deyimi ile simsekler çakar. Ikbal’i taniyana kadar, siir melekesinin kültürle ve okumakla ilgili oldugunu sanir. Ikbal için ise, onun siir diline aktardigi manalar, düsünmekle veya okumakla, kültürle elde edilebilecek seyler degildir, der.

Tek basina ilmi faaliyetlerin yeterli olmayacagi kanaatindedir. Bu amaçla bir arayis içine girer. Civar illeri gezer, döneminin ileri gelen sahsiyetleri ile tanisir, düsüncelerini açar. Amaci farkli tecrübelerden istifade etmek ve öncekilerin hatalarini tekrar etmeksizin, kisa zamanda uzun mesafeler kat etmektir. Bu amaçla Teblig cemaatinin lideri Muhammed Ilyas Kandehlevi ile tanisir. Çok etkilenir, ayni hareketi kendi dünyasinda tatbik etmek ister.
Ufku genislemis ve Hindistan disindaki müslüman dünya ile de ilgilenmeye baslamistir. Bu dönemde ilim ve fikir dünyasinda firtinalar koparan, büyük bir ilgi ve begeni toplayan “Müslümanlarin gerilemesi ile dünya neler kaybetti” adli eserini kaleme alir. Henüz Arap dünyasi ile bir tanismisligi olmadigindan, eseri Urduca’ya çevirir ve ilk baskisini Hindistan’da yapar. 1947 yilinda ilk haccini yapar. Burada Hicazin ileri gelen alimleri ile tanisir. Ama asil 1950 yilinda yaptigi ikinci haccinda etraflica Hicaz alimleri ile görüsür, konferanslar verir, radyoda konusmalar yapar. Bu arada eserini Arapça bastirma imkanini elde eder. Eseri Misir’in saygin yayinevlerinden birinde basilir ve kisa bir zamanda el kitabi haline gelir. Artik müellif bu eseri ile taninacaktir. Onu tanitanlar su eserin sahibi filan zat diye takdim ederler. Eser ingilizlerin alçakça ve sinsice oyunlarini gözler önüne serer, müslümanlarin uyanmasina bir vesile olur. Bu nedenle dönemin Ingiliz hükümeti uzun bir müddet bu kitabin Ingiltere’ye girisine yasak koyar.
1951 yilinda Misir’i ziyaret ettiginde Misir’da taninan bir kisidir. Seyyid Kutup, Muhammed Gazali ve Haseneyn Mahluf gibi devrin ileri gelen fikir ve ilim adamlari ile fikir teatisinde bulunur. Dünyanin muhtelif yerlerinden gelen müslüman talebelerle tanisir, düsüncelerini onlara açar. Bu arada Türkiye’den gitmis olan talebelere de sohbetler eder. Onlarla çabucak bir ünsiyet kurdugunu, kanlarinin kaynastigini söyler. Bu talebeler arasinda halen Fatih Camiimizde kadim usul üzere tedrise devam eden muhterem hocamiz Muhammed Emin Saraç ta bulunmaktadir. Daha sonra Türkiye’ye her geldiginde hocaefendiyi arayacak ve soracak, o günlerde atilan bu tohum her ne zaman Türkiye anilsa Üstadin aklina hoca efendiyi getirecektir. Bu dostlugun bir semeresi olarak her münasebetle Hindistan’a davet edilen hoca efendi ilk kez 1997 yilinin sonlarinda Hindistan’da akdedilen uluslararasi bir toplantiya gitme firsati bulur ve aralarinda bu satirlarin yazarinin da bulundugu bir gurupla Hindistan’in Lucknow kentine, Nedvetü’l-Ulema’nin bulundugu merkeze takriben bir haftalik bir ziyaret nasip olur. Orada Üstadi yakindan görme ve tanima imkani dogar. Her yönü ile dört dörtlük bir alim, bir fikir adami, bildigini yasayan, yasadigini söyleyen bir ulu insan taninir. Zühdü ve tevazusu ile günes gibi yanina yaklasanlari eriten, bilgisi ve hikmeti ile yildiz gibi her yöne rehber olan bu asirda esi benzeri zor bulunur bir zat görülür. O her hali ile bu asra ait olmadigini gösteriyordu. Ceddi Hasan (r.a.)’in asrina aitti ve bu dünyada bu haliyle hep garipti.
Bu yolculugumuzda Hindistan’da Hilafet merkezinin çocuklari olarak karsilanmis, gördügümüz ilgi karsisinda sasa kalmistik. Anladik ki, Üstadin Osmanliya olan hayranligi, her Hint müslümani kardesimizin kalbinde ayni sicaklikta hissedilmekteymis. Bu gözler ve ziyarete katilan diger gözler, gördükleri harikulade manzara karsisinda büyülenmislerdi. Ne yazik ki, hep Osmanli ile yatip kalkan Hint müslümanlarini, Osmanli evlatlari belki de hiç anmamaktadirlar. Orada her milletten müslümanlar eserler birakmakta idiler, ama onlar Osmanli mimarisi örnegi bir cami görmek istiyorlardi. Çünkü onlar yüzlerce yil orada hükümranlik sürmüs Türklerin eserlerini görmeye alismislardi.
Tekrar Üstadin hayat yolculuguna dönecek olursak, Misir ziyareti ile artik uluslararasi bir kimlik kazanmis oldu. Bundan sonra bir çok Islam ülkesini gezdi. Islam dünyasinin dogusu ile batisi arasinda hemen hemen gezmedigi görmedigi yer kalmadi. Batiyi ve Amerikayi gezdi buralarda konferanslar verdi. Islam gençligini uyandirmanin gayreti içinde oldu. O bir egitimci idi. Tek düsüncesi Islam gençligini batinin maddeci ve ahlaksiz dünyasindan kurtarmakti. Bunun için her gittigi yerde, idarecilerle görüsüyor, ilim ve fikir adamlari ile fikir teatisinde bulunuyordu. Üstad için söylenecek çok sey var, ama fazilet sahiplerini ancak faziletli insanlar tanir ve bilir. Ali Tantavi’nin Ustad için kullandigi su ifadeler ne kadar dogru ve yerindedir: “Ebu’l-Hasen’i Mekke’de, Medine’de ve Sam’da yakinen tanidim, daha önce de Hindistan’dan biliyordum. Her halükarda onu hak yolunda istikamet üzere duran, Allah için çalisan, gerçek züht sahibi bir zahit ve tevazu eri olarak gördüm. O öyle hayat perdesinin ardinda yasayan gafillerin, dünya nedir bilmeyen, dünyanin içindekilerden habersiz kisilerin zahitligini degil, dünyayi ve dünya ehlini taniyan bir alimin zühdünü yasiyordu. Doguyu ve batiyi görmüs, dünya baskentlerinde ve sehirlerinde dolasmis, ulularla ve küçüklerle oturup kalkmis, gençliginin ilk çaglarini Prens Nur Hasan’in sarayinda geçirmis, lüksün ve konforun en alasini yasamis biri iken, bütün bunlardan el etek çekmis gerçek zahit biri idi. Onun zahitligi mahrumiyetin dogurdugu bir zahitlik degildi. O, yiyecek lokmasi olmayip ta kendini zahit gösteren aç birinin zühdünü yasamiyordu. Aksine önünde envai türlü yemekler dururken onlara karsi istahsiz kalarak bir zahitlik yasiyordu. Uluslararasi konferanslara katildiginda, misafirlerin konakladigi büyük otellerde konaklamaktan kaçinir, ögrencilerinin evine misafir olmayi tercih ederdi. Ne kadar da çok talebesi vardi.
Bir kale insa eden, bir orduya komuta eden ululardan sayiliyorsa, bilinmelidir ki,
nedvi3.jpg
Ebu’l-Hasen, talebelerinin kalplerinde taslardan insa edilen kalelerden daha muhkem daha güçlü kaleler insa etmistir, salih alimlerden, ihlas sahibi davetçilerden küçük bir ümmet olusturmustur”1.

Ebu’l-Hasen en-Nedvi bütün hayatini egitim ve ögretim için harcadi. Onun felsefesinde her on yilda bir nesil egitilebilir ve yetistirilebilirdi. Ve en kalici hizmet de süphesiz buydu. On bes yaslarinda basladigi egitim ve ögretim hayatini seksen bes yasinda noktaladiginda tam yedi nesil onun terbiyesinden geçmis oldu. Binlerce talebe bilfiil ondan feyiz aldi. Islam ümmetinin milyonlarca ferdi onun kitaplarindan okudu, istifade etti. Fikirleri dünyanin her bir yanina yayildi. Müslümanlar için Hindistan artik O’nun adi ile anilir oldu. Süphesiz O, Rabbine yürüdü, aglanilacak bir hali yok, degil sakalina saçina ak düsmesi, saçi ile sakali ile ak ve pak bir müslüman olarak arzusuna kavustu. Her teli Islam için agarmis olan sakallari ve saçlarinin sayisinca derece cennette onu bekliyor insallah. Aglanacaksa genelde bütün Islam alemine, özelde de Hindistan’a aglanmali. Hikmeti, ilmi ve gerçek siyaseti arayanlar aglasinlar, bu kavramlarin gerçek anlamda tecelli ettigi büyük bir çinar bu fani alemi terketmis bulunmaktadir.
En zor yazilardan birisi, süphe yok ki, insanin sevdigi kisi için yazdigi vefat yazisidir. Kendisi taziyeye muhtaç iken, bir taziye yazisi yazmak hiçte kolay bir sey degildir. Bir de yaziya konu olan zat, ümmetin bu asirdaki hikmet çinari, ilim deryasi, irfan denizi olan ulu birisi olursa bu yazi bir o kadar daha zorlasmaktadir. Çünkü onu kelimelerle anlatmak, satirlara dökmek âdeta imkansizdir. O bütün anlamlari ile Resülullah (sav)’e varis olan bir isim. O Hint diyarinin söz sahibi ismi. O bütün dünya müslümanlarinin fikirleri ile yetistigi bir önder. Alim bir insan, fikir adami, islami hareketlerin önderligini yapmis bir sahsiyet. Bakildiginda Allah’in hatirlandigi bir yüce insan. Seksen yili askin, ilim ve irfan dolu, her tarafi hikmet fiskiran bir ömrün sonunda, tek gayesi rizasini elde etmek oldugu Rabbine yürüdü. Yüzbinler cenaze namazini kildi, bütün Islam aleminde giyabi cenaze namazlari kilindi. Sadece Harem-i serifte Kadir gecesinde iki buçuk milyonu askin insan giyabi cenaze namazini kildi. Allah’in rahmeti ve bereketi üzerine olsun, Allah sefaatine nail eylesin. Süphe yok ki, hepimiz Allah’in mülküyüz ve hepimiz O’na gidicileriz2.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
besme.gif

NECIP FAZIL KISAKÜREK
Düsünür, sair ve yazar (D. 26 Mayis 1905, istanbul- Ö. 25 Mayis 1983). Maras’li bir soydan gelen Necip Fazil’in çocuklugu,
ecdad100.gif
mahkeme reisliginden emekli büyük babasinin Çemberlitas’taki konaginda geçti. Ilk ve orta ögrenimini Amerikan ve Fransiz kolejleri ile Bahriye Mektebi’nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladi. Lisedeki hocalari arasinda dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), Ibrahim Aski gibi isimler vardi. Istanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdikten (1924) sonra gönderildigi Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümünde okudu (1924-25). Paris’te geçen Bohem günlerinden sonra, Türkiye’ye dönüsünde Hollanda, Osmanli ve Is bankalarinda müfettis ve muhasebe müdürü olarak çalisti. (1928-39). Biri Fransiz okulu, Robert kolej, Istanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuari, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Cografya fakültesi’inde hocalik yapti (1939-43). Sonraki yillarinda fikir ve sanat çalismalari disinda baska bir isle mesgul olamadi. Sairlige ilk adimini 17 yasinda iken, annesinin arzusuyla basladi ve ilk siirleri Yeni Mecmua’da yayimlandi (1922). Yeni Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çikan siirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüsü yayimladigi Örümcek Agi (1925) ve Kaldirimlar (1928) adli siir kitaplari onu çok genç yasta çagdasi sairlerin en önüne çikararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlik ve heyecan uyandirdi. Henüz otuz yasina basmadan çikardigi yeni siir kitabi Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayi sürdürdü.


‘’Necip Fazil, belki en büyük Türk sairi degildir fakat, Türk Edebiyatinin en kuvvetli siir kitabi her halde Ben ve Ötesi’dir.’’ (Ziya Osman Saba, 1932). Söhretinin zirvesinde iken felsefi arayislarini içinde yeni bir dönemin dogum sancisini hisseden Necip fazil için 1934 yili gerçekten de hayatinin yeni bir dönemine baslangiç olur. Bohem hayatini en koyu yasadigi günlerde, Beyoglu Aga Camii’nde vaaz vermekte olan Naksibendi Seyhi Abdülhakim Arvasi ile tanisir ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazil’in hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunuldugu tiyatro eserlerini birbiri ardina edebiyatimiza kazandirmasi bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri Istanbul Sehir Tiyatrolarinda haftalarca kapali gise oynar, büyük ilgi toplar. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarindandir. Necip Fazil’in sairligi ve oyun yazarligi kadar önemli yönü, çikardigi dergilerle düsünce hayatimiza kattigi zenginlik ve bu dergilerde çikan yazilarla sürdürdügü mücadeledir. Ilk alti sayisini Ankara’da, devamini Istanbul’da çikardigi Agaç dergisi (1936, 17 sayi) dönemin ünlü edebiyatçilarinin toplandigi bir okul olur. Ilk sayisini 17 Eylül 1943’de çikardigi Büyük Dogu dergisi (haftalik: 1943-50, 1954, 1959-67, 1971-78, günlük: 1951-52, aylik: 1969) araliklarla 14 haziran 1978’e kadar yayimina devam etti. Büyük Dogu’da çikan yazilariyla Ismet Pasa ve tek parti (CHP) yönetimine siddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkinda açilan çok sayida davada yüzlerce yil hapis istendi, 163. Maddeye aykiri olan bulunan yazilari ve kimi zamanda bulunan bahanelerle (Ahmet Emin Yalman olayi gibi) birkaç yilda bir hapse mahkum oldu. Cinnet Mustatili (yilanli Kuyudan adiyla da yayimlandi) adli eserinde hapishane anilari yer alir. Sik sik bakanlar kurulu karariyla kapatilan ve çesitli bahanelerle toplatilan Büyük Dogu’nun çikmadigi sürelerde günlük fikra ve çesitli yazilarini Yeni Istanbul, Son Posta, Babialide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayimlandi. Büyük Dogu’da çikan yazilarinda kendi imzasi disinda Adidegmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandi. 1962 yilindan itibaren de hemen hemen tüm Anadolu sehirlerinde verdigi konferanslarla büyük ilgi topladi.

Basta ideolocya örgüsü (1959) olmak üzere düsünce eserleriyle kültür hayatimiza verdigi büyük hizmet, diger tüm yönlerini bile geride birakacak üstünlüktedir. 1975 yilinda M.T.T.B’de düzenlenen törenle 50. Sanat yili kutlanan Necip Fazil, 1980’de Kültür Bakanligi Büyük ödülü’nü, Iman ve Islam Atlasi adli eseriyle fikir dalinda Milli Kültür Vakfi Armagani’ni (1981), Türkiye Yazarlar Birligi Üstün Hizmet Ödülü’nü (1982) aldi. Türk Edebiyat Vakfi’nca 1980’de verilen beratle Sultan-üs Suara (Sairlerin Sultani) ünvanini kazandi.

SIIR: Örümcek Agi (1925), Kaldirimlar (1928), Çile (1962), Siirlerim (1969), Esselam (1973).
OYUN: Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (oyn. Istanbul Sehir Tiyatrolari, 1937, bas. 1938, Yücel çakmakli tarafindan TV filmi olarak çekildi, gösterildi, 1978), Künye (1940), Sabirtasi (1940), Para (1942), Nam-i Diger Parmaksiz Salih (1949 sinemaya uyarlandi, 1950), Reis Bey (1964, Mesut Uçakan tarafindan sinemaya uyarlandi, Istanbul Sinema Senligi’nde gösterildi, 1989), Ahsap Konak (1964), Siyah Pelerinli Adam (1964), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965), yunus Emre (1969), Kanli Sarik (1970), Mukaddes Emanet (1971), Ibrahim Edhem (1978), Bütün Eserleri (3 cilt, Ibrahim Edhem disinda tüm oyunlari, Kültür Bakanligi Yayinladi 1976). Kumandan ve Sir adli oyunlari Büyük Dogu’da tefrika edildi, tamamlanmadi.
HIKAYE: Birkaç Hikaye Birkaç tahlil (1933), Ruh Burkuntularindan Hikayeler (1965), Hikayelerim (1973).
ROMAN: Aynadaki Yalan (1970), Kafa Kagidi (1983).
SENARYO: Vatan Sairi Namik Kemal (1944), Senaryo Romanlari (alti senaryo, 1972, bazilari degisik adlarla sinemaya uyarlandi), Battal Gazi (Büyük Dogu’da tefrika edildi), Yangin Var (filme çekildi, senaryosu yayimlandi).
MONOGRAFI: Eseri ve Tesiriyle Namik Kemal (1940), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965), Vatan Haini Degil Büyük Vatan Dostu Vahiddüddin (1968), Benim Gözümde Menderes (1970).
DÜSÜNCE- INCELEME: Çerçeve (1940), Maskenizi Yirtiyorum (1953), At’a Senfoni (1958), ideolocya Örgüsü (1959), Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar (1966), Türkiye’nin Manzarasi (1968), Binbir Çerçeve 1-V (101 çerçeve baslikli bes kitap, 1968- 69), Çepeçevre Anadolu ve Gençlik (1969), Çepeçevre Sosyalizm, Komünizm ve Insanlik (1969), Son Devrin Din Mazlumlari (1969), Yeniçeri (1970), Tarihimizde Moskof (1973), Cumhuriyetin 50. Yilinda Türkiye’nin Manzarasi (1973). Ihtilal (1976), Rapor 1-13 (1976-80).
DIN- TASAVVUF: Halkadan Piriltilar (1948), Çöle Inen Nur (1950), Altin Zincir (1959, Altin Halka (1960), O ki O Yüzden Variz (1961), Ilim Beldesinin Kapisi Hazret-i Ali (1964), Hulefa-i Rasidin Menkibelerine Ait Bir Pirilti Binbir Isik (1965), Peygamber Halkasi (1968), Tanri Kulundan Dinlediklerim (1968), Nur Hamami (1970), Basbug Velilerden 33 (1974), Veliler Ordusundan 333 (1976), Dogru Yolun Sapik Kollari (1978), Iman ve Islam Atlasi (1981), Bati Tefekkürü ve Islam Tasavvufu (1982).
HITABE KONFERANS: Abdülhak Hamid ve Dolayisiyla (1937), Müdefaa (1946), Her Cephesiyle Komünizma (1961), Türkiye’de Komünizma ve Köy Enstitüleri (1962), Iman ve Aksiyon (1964), Iki Hitabe (Ayasofya- Mehmetçik, 1966), Müdefaalarim (1969), Hitabe (26 hitabe 1975), Sahte Kahramanlar (3 konferans 1976), Yolumuz, Halimiz, Çaremiz (1977),

ANI: Cinnet Mustatili (1955), Büyük Kapi (1965. O ve Ben adiyla 1974), Hac (1973), Babiali (1975).

ÇEVIRI- SADELESTIRME: Mektubat (Imam-i Rabbani’den), El Mevahibü’l-ledüniyye (Imam-i Kastalani’den 1967), Resahat Aynel Hayat (Safi Mevlana Ali Bin Hüseyn’den 1971), Rabita-i Serife (Esseyyid Abdülhakim Arvasi’den 1974), Tasavvuf Bahçeleri (Esseyyid Abdülhakim Arvasi’den 1983). Eserlerinin yeni basimlari, ölümünden sonra Büyük Dogu Yayinevi’nce yapilmaktadir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İsmail Hakkı İzmirli


(1869-1946 m.)

Osmanlının son döneminde yetişen ve Cumhuriyet döneminde de faaliyetlerini sürdüren önemli fikir ve ilim adamlarındandır. Memleketine izafeten “İzmirli” lakabıyla anılmış ve tanınmıştır. Hem medrese, hem de okul eğitimi almış ve bir çok kurumda hocalık yapmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmuş, Meşrutiyetin meziyetlerini halka anlatmak için bazı illeri dolaşmıştır. Darü’l-Hikmet-i İslamiye üyeliği ve başkan vekilliğinde bulunmuştur. Kurucuları arasında Bediüzzaman’ın da bulunduğu Yeşilay Cemiyeti’nin teşekkülünde yer almıştır.
İsmail Hakkı, 1869 yılında İzmir’de doğdu. Hasan Efendi ve Hafize hanımın oğlu olarak dünyaya geldi. Henüz çok küçük iken babası vefat etti. Kendisi ve kardeşlerini annesi büyüttü. Eğitimine amcasının yanında başladı ve kendisinden hafızlık eğitimi aldı. Medrese eğitimi gördüğü gibi, bugünkü orta okullara denk düşen Rüştiyeye de giderek burayı bitirdi.
1891 yılında Namazgah İbtidai (ilkokul) Mektebinde öğretmen olarak çalışmaya başlayan İsmail Hakkı, çok kısa bir süre sonra İzmir idadisinde (lise) fahri hoca olarak görev yaptı. İstanbul’a giderek eğitimini sürdürdü ve öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulmuş olan Darü’l-Muallimin-i Aliye’ye talebe olarak girdi. Bu okulun Edebiyat Şubesinden 1892 yılında mezun oldu. Bu arada medrese eğitimini de devam ettirerek Fatih dersiamlarından Hafız Ahmed Şakir Efendiden ders aldı. Buradaki eğitimini de tamamladıktan sonra hocasından icazet alıp, mezun oldu.
İsmail Hakkı, eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’un muhtelif okullarında çalıştı. Bu okullarda; muallim, müderris olarak görev yaptığı gibi bazılarında müdürlük de yaptı. Eğitim Bakanlığı, yani o zamanki adıyla Maarif Nazırlığının bünyesinde olan Encümen-i Teftiş ve Muayene Heyetinde bulundu (1896). Bakanlığa bağlı bir büro olan bu kurum; telif, tercüme vs. bastırılmak istenen eserleri inceler, bastırılmasında sakınca bulunmayanların bastırılması için izin verirdi.
Maarif Nazırı olan Zühdü Paşa, ayrıca, İsmail Hakkı Beyi, çocuklarına özel ders vermek üzere hoca olarak da tayin etti. Mülkiye mektebinde fıkıh, İslam akaidi ve Arapça derslerini verdi. Daha önce talebe olarak girdiği Darü’l-Muallimin-i Aliye’ye tarih öğretmeni olarak atandı. Bunların dışında önce Darüşşafaka ve bilahare Darü’l-Muallimin-i Aliye’de müdürlük yaptı. Eğitim programlarını ıslah etmek gayesiyle kurulan Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye içinde yer alarak çalışmalarına katıldı.
İsmail Hakkı, öğretmen okulunda hocalık yaptığı sırada, verdiği dersler ve yazdığı eserleriyle dikkatleri üzerine çekti. İlmi konulardaki ehliyetini ispatlamasına paralel olarak daha önemli görevlere getirildi ve kendisinden istifade edildi. 1914 yılında kurulan ve medreselerin ıslahını amaçlayan Darü’l-Hilafeti’l-Aliye müfettişliğine getirildi. Bir yıl sonra da Süleymaniye Medresesinin Kelam kürsüsünde İslam felsefe tarihi müderrisliğine tayin edildi. 1923 yılına kadar burada hocalık vazifesini sürdürdü.
İzmirli, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldu. Meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesinden sonra, yeni durumun üstünlüklerini halka anlatmak maksadıyla yurt gezisine çıktı. Kayseri ve Konya’ya giderek Meşrutiyetin meziytlerini halka anlatmaya çalıştı. Şehzadebaşı’nda bulunan ve medrese talebelerine yönelik konferansları organize eden İlmiye Külübü’ne katıldı. Ayrıca, aralarında Bediüzzaman’ın da bulunduğu Yeşilay Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı.
İzmirli’nin getirildiği önemli görevlerden bir tanesi de Darü’l-Hikmet-i İslamiye üyeliği ve başkan vekilliğidir. Sayıları 3 bin cildi bulan kitapları için, kendi adına izafeten Süleymaniye Kütüphanesinde bir oda tahsis edildi. Darü’l-Hikmet-i İslamiye’de bulunduğu süre zarfında ilmi müzakerelere katıldığı gibi, önemli yazılar da yazdı.
İsmail Hakkı İzmirli, Ankara’da Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’ne bağlı olarak kurulan Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Heyetinde üye olarak çalıştı. Bir ara buranın başkanvekili ve başkanlığında da bulundu. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler kapatıldı. Bunların yerine Darülfünun’ların yeniden yapılandırılmasına gidilince Ankara’dan İstanbul’a geçti. İstanbul’da İlahiyat ve Edebiyat Fakültelerinde hocalık yaptığı, 1931 yılında İlahiyat Fakültesi reisliğine atandı.
İzmirli, 1934 yılında yaş haddinden emekliliği geldiği halde, görevi Bakanlar Kurulu kararı ile bir yıl daha uzatıldı ve Ekim 1935 tarihinde emekli oldu. Emekliliğe ayrıldıktan sonra da ilmi faaliyetlerini sürdürdü. 31 Ocak 1946 tarihinde ziyaret için gittiği Ankara’da vefat etti. Cenazesi Cebeci Mezarlığına defnedildi.
Muhtelif okullarda hocalık ve idarecilik yapan İzmirli, ilmi faaliyetlerin yanı sıra çeşitli cemiyetler ve komisyonlarda bulunarak değişik hizmetlerde bulundu. Maarif Nezareti tarafından; Abdullah Cevdet’in tercüme ettiği “Tarih-i İslamiyyet” adlı kitap hakkında rapor hazırlamak için kurulan komisyonda yer aldı. Bunun dışında Tedkik-i Kütüb, Ulum-u Diniye ve Arabiye ve Ahlakiye komisyonlarında bulundu ve Cem’iyyet-i Sufiyye’de yer aldı. Cumhuriyet döneminde de görev almayı sürdürdü. Türk Tarih Kurumu yedek üyeliği ve Paris’teki Milletlerarası İlimler Akademisi Türk gurubu üyeliğinde bulundu.
Darü’l-Hikmet-i İslamiye’de bulunması vesilesiyle ismi Risale-i Nur’da zikredilmekte ve burada yapılan ilmi müzakerelere işaret edilmektedir (Tarihçe-i Hayat, 1994, s. 109). Eşref Edip o dönemle ilgili hatıralarını anlatırken, Bediüzzaman ile, “…Akif'ler, Naim'ler, Ferit'ler, İzmirli'lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk.,” dedikten sonra Bediüzzaman ile ilgili müşahedelerini aktarmaktadır. “Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe. En mu'dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur'ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem'alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer'in şehameti var. Yirminci asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mü'min…” (Tarihçe-i Hayat, s. 541).
İzmirli, Osmanlının son dönemi ve Cumhuriyet döneminde farklı yol takip ettiği eleştirisine muhatap oldu. Daha önceden yazılarının yer aldığı “Ceride-i İlmiye” ve “İslam Devletinin Esası” adlı makalesinde ileri sürdüğü fikirlerle, daha sonra izlediği tutumun birbirine tezat teşkil ettiği ve adeta birbirini tekzip ettiği ileri sürülmektedir (Sadık Albayrak; Son Devrin İslam Akademisi Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye, İz Y., İstanbul 1998, s. 187).
Cumhuriyetin ilk yıllarında, namazda sure ve duaların Türkçe okunması tartışmaları gündemde bulunurken İzmirli’nin de görüşüne başvuruldu. Arapça’yı telaffuz etmede güçlük çekenlerin namazda ayetlerin Türkçe çevirisini okuyabileceklerine fıhki cevaz bulunduğunu ifade eden rapor hazırladı.
Eserleri
Kur’an İlimleri ve Hadis, Kelam, Fıkıh, Felsefe ve Mantık alanlarında bir çok eser kaleme aldı. Siyerin ehemmiyeti, kaynak ve tarih ilmindeki yerini nazaran veren ‘Siyer-i Celile-i Nebeviyye’, Tasavvuf’a dair ‘Mustasvife Sözleri mi Tasavvufun Zaferleri mi? Hakkın Zaferleri’, hadis metinlerini ihtiva eden ‘Binbir Hadis’, Kur’an-ı Kerim’in açıklamalı Türkçe meali ‘Meani-yi Kur’an’, ahlak ve tasavvuf ile ilgili tartışmalara yer veren ‘Ahlak ve Tasavvuf Kitaplarındaki Ahadis Hakkında’, kelam ilmi ile ilgili olarak ‘Muhassalü’l-Kelam ve’l-hikme, Mulahhas İlm-i Tevhid, Yeni İlm-i Kelam adlı eserleri kaleme aldı. bunların dışında da birçok eser yazdı.
Haftalık olarak yayınlanan “Meram” adlı dergiyi de yayınlayan İzmirli’nin, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’da da birçok makalesi yayımlandı. Bunların dışında muhtelif dergilerde birçok makalesi çıktı. Ayrıca, İslam Ansiklopedisi’ne de birçok madde yazdı.
dot.gif
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İmam Zühri
(52-124 h.)


İBN-İ ŞİHAB EZ-ZÜHRİ
Muhaddis ve tabiin'in büyüklerinden bir müctehid-i mutlaktır. Zühre bin Kilab bin Amr'a mensubdur ki «Kureyş kabilesindendir. Hz. Resûl-i Ekrem'in valideleri Amine (r.a.) da bu kabileye mensuptur.
Şeriat ilminde arkadaşları arasında meşhurdu. İmâm Malik, Süfyan Es-Sevrî, İbn-i Uyeyne ve sair büyük zâtlar kendisinden hadîs-i şerif dersi almışlardır. İlim çevrelerinde kendisinden sitayişle bahsolunurdu.

Fakihlerden İbn-i Dinar Hazretleri Zühri Hazretlerinin medh ve senasını işittiği vakit : "Bu Zühri kimdir? Bu kadar methini ediyorsunuz? Ben İbn-i Abbas ve İbn-i Ömer'den ilim aldım ve kendileriyle görüşmekle müşerref oldum. Zühri niçin benden faziletli olsun?" derlerdi.

Bir gün Zührî Hazretleri, Mekke-i Mükerreme'ye gelmişlerdi. Ömer bin Dinar'ın meclisine götürdüler: Zührî Hazretleri saatlerce konuştukça herkesi hayrette bıraktı. Zührî Hazretleri meclisten çıktıktan sonra : "Zühri'yi nasıl buldunuz?" diye sual edilince : "Vallahi bu Kureyşî gibi alim görmedim" dedi.

Adil Halifelerden Ömer bin Abdulaziz, muasırı olan Zührî hakkında, memleketinin her tarafına fermanlar göndererek Zührî Hazretlerinin ictihadı ile amel olunmasını istemiştir.

Hz. Zührî, meşhur yedi fakih'in malumatını hafızasına almıştı. Gece, gündüz ders mütalaasıyla vakit geçirirdi. Hücreleri en iyi kitaplarla dolu idi. Birini bırakıp diğerini okurlardı. Bu halinden şikâyet eden hanımı : "Senin bu kitaplar ile uğraşmaklığın, üzerime üç hanım almaktan fenadır" diyerek kadınlık fıtratını meydana koymuştur.

Hz. Zührî, 72 yaşında, Hicrî 124 senesinde ahirete intikal eylemiştir. Vefatından sonra çok hüzünlü mersiyeler yazılmış ve marifet erbabını ağlatmışlardır. Allah ona rahmet etsin.

yazan: Hilmizade İbrahim Rıfat-Akabe.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ


Gazeteci-yazar (1917 Akseki-10Kasım 1983 İstanbul)

Asıl adı Osman Zeki Yüksel’ dır. Serdengeçti dergisinde bu imzayla çıkan yazılarından dolayı bu soy adla tanındı. Aralarında Ahmet Hamdı Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi’ nin de bulunduğu alimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlkokulu Akseki’de, ortaokulu yatılı öğrenci olarak Antalya’da okudu. Ankara’da Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 2. Sınıf öğrencisi iken Mayıs 1944’te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’ le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca fakülteye başvurarak öğrenimine devam etmek istediyse de kendisine izin verilmedi. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’ e hitaben”Yüksek makamın alçak vekiline”sözleriyle başlayan bir dilekçe yazdı. Dilekçe’ yi bakana verme cesaretini kimse bulamadı, Osman Yüksel yeniden hapishaneye gönderildi. Hapisten çıkınca ünlü serdengeçti dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Başlığının altında”Allah, Vatan, Millet Yolunda”cümlesi sürekli yer alan dergideki yazılarında sık sık kullandığı”Açın kapıları Osman geliyor”sözü yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu. Kendisine Serdengeçti unvanını kazandıran bu dergi, sık sık kapanması ve çıkan yazılarından dolayı çok sayıda mahkumiyet kararı çıkması nedeniyle 33 sayı çıkabilmişti. (1947-Şubat 1962)Tek parti yönetiminin Islamiyet ve müslümanlar üzerindeki ağır baskılarını protesto eden aydınların önde gelenlerin arasında yer alan Osman Yüksel”Kalemini Hak yolunda bir kılınç gibi kullandı, bu nedenle de Anadolu’da efsanevi bir kahraman gibi tanındı.”(Mehmet Ateşoğlu). 1952 yılında Bağrı yanık adlı bir mizah gazetesi çıkardı. Başlığı altında”Hak yolunda bağrı yanık yolcular”sözü yer alan bu yayınında da inancının mücadelesini zengin esprilerle dolu yergileriyle sürdürdü. Bir ara politikaya atıldı, A.P. listesinden Antalya milletvekili seçilerek, parlamentoda görev yaptı (1965-1969). Batılılaşmayı protesto için meclise kıravatsız milletvekili olarak da ün kazandı. Partisinin politikası ve parti ileri gelenlerine yönelttiği eleştiriler yüzünden A.P. ‘den ihraç edildi. Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayımladığı yazı ve kitaplarla devem etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde”Selam”başlığı altında günlük fıkralar yazdı.

ESERLERİ: Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatlar, Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali, Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap, Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocugun Şiir Kitabı.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Sa’di Şirazî


(???? - 1292 m. )


R.Nur Enstitüsü - Evliyalar Ans.

İslam dünyasının büyük şair ve yazarlarındandır. Eserleri, en meşhur İslam klasikleri arasında yer almakta ve asırlardan beri ilgi görmeye devam etmektedir. Risale-i Nurd'a, "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhâldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin" (Mektubat, s. 436)gibi veciz sözlerinden alıntılar yer almaktadır. Asıl adının Müslihüddin veya Müşerrifüddin olduğu nakledilmektedir. Künyesi Ebu Abdullah Müslihüddin (Müşerrifüddin)Sa'di eş-Şirâzî şeklindedir. Sa'di Şirâzî lakabıyla meşhur oldu. Sa'di mahlasıyla tanındı.

Sa'di'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Nakledilen tarihler arasında önemli farklar mevcuttur. Buna göre doğum tarihi 1193-1213 yılları arasına denk gelmektedir. Şiraz'da doğan Sa'di, ilk eğitimini memleketinde gördü. Henüz on iki yaşında iken yetim kaldı. Bölgenin Moğol istilasına uğraması üzerine Bağdat'a gitti. Burada bulunan Nizamiye Medresesinde tahsiline devam ederek eğitimini tamamladı. İlim öğrenmek ve ufkunu genişletmek maksadıyla birçok İslam beldesini dolaştı. Suriye, Mısır, Delhi, Azerbaycan, Anadolu, Belh ve Gazne dolaştığı beldeler arasında gösterilmektedir. Gittiği yerlerde oranın tanınmış insanları ile irtibat kurarak hem öğrenmeye hem de bildiklerini aktarmaya çalıştı. Şihabeddin Sühreverdi gibi tanınmış alimlerle görüştü.

Moğollarla barış yapılması ve memleketinin sükuna kavuşmasından sonra 1257 yılında Şiraz'a döndü. Devletin başında bulunan Ebu Bekr tarafından iyi karşılandı. Sa'di de hükümdarı adına meşhur eseri "Bostan"ı yazdı ve kendisine takdim etti. Bir yıl sonra da kendisine büyük saygı gösteren veliaht II. Sa'd adına "Gülistan"ı kaleme aldı. Bu iki eseri kendisine büyük şöhret kazandırdı. Daha sonra benzerleri kaleme alındığı halde hiçbiri bunlar kadar ilgi görmedi.

Şirazi'nin yakın dostu olan, kendisini sayıp seven ve kollayan Ebu Bekr ile oğlu II. Sa'd'ın vefatları, devletlerinin çöküşüne sebep oldu. Çocuk yaşta hükümdar olan Sa'd'ın oğlu Muhammed zamanında Salgurlu hanedanı çöktü ve tamamen Moğolların hakimiyeti altına girdi (1264). Memleketinin tekrar istilaya uğraması üzerine yine hicret başladı. Önce hac farizasını yerine getirmek maksadıyla Mekke'ye gitti ve haccını eda etti. Akabinde Tebriz'e döndü. Bu arada Atamelik Cüveyni ve kardeşi Şemseddin Cüveyni ile tanıştı. Kendisine yakın ilgi gösterildi. Bilahare şair Humameddin Tebrizî ile de tanıştı.

Sa'di, Tebriz'den sonra memleketi Şiraz'a tekrar geri döndü. Ahir ömrünü ilim ve ibadetle geçirdi. Bu ibadetlerini mezarının yakınındaki dergahta ifa etti. 1292 yılında Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mezarı, kendi adıyla anılan, Şiraz'ın kuzeydoğusundaki hangâhın bulunduğu yerdedir. Zamanla harap olan mezarı daha sonra yeniden yaptırıldı.

Bediüzzaman, Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinde Şirazî'nin veciz sözlerinden alıntılar yapmaktadır. Sadece "La ilahe illallah" demenin yeterli olup olmadığı, "Muhammedün Resulullah" demeden kurtuluşa erişilip erişilemeyeceği sorusuna Bediüzzaman cevap verirken; kelime-i şahadetin bu iki kelamının birbirinden ayrılamayacağını, birbirlerini ispat ettiklerini ve iç içe olduklarını, biri diğersiz olamayacağını ifade etmektedir: "Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiyadır (peygamberlerin sonuncusu), bütün enbiyanın (peygamberlerin)vârisidir. Elbette bütün vüsul (varış)yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından (ana yol)hariç hakikat ve necat (kurtuluş)yolu olamaz". Bu ifadelerden sonra bütün ehli marifetin ve tahkik imamlarının Sadi-i Şirazî gibi düşündüklerini belirterek, Şirazî'nin şu veciz sözlerini aktarmaktadır: "Ey Sa'di! Muhammed'i (asm)örnek almadan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bulması imkansızdır." (Mektubat, s. 321).

Yine, "Sünnet-i Seniyye (peygamber sünneti)ve ahkam-ı şeriat (şeriat hükümleri)haricinde tarikat olabilir mi?" sorusuna Bediüzzaman, Şirazî'nin şu sözüyle cevap vermektedir: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhâldir (imkansız)ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin (hakikatın nurlarına ulaşabilsin)." (Mektubat, s. 436)

Uhuvvet (kardeşlik)Risalesi'nde; müminlerde bölünmelere, kin ve düşmanlığa sebebiyet veren taraftarlık, inat ve çekememezlik gibi özelliklerin zararları açıklanmaktadır. İnsaniyet-i Kübra olan İslamiyet nazarında reddedilen ve yasaklanan bu hususların; insanların özel, sosyal ve manevi hayatlarında yaptığı tahribatlar bir bir sıralanmaktadır. Hatta bu tür durumların insanı zulüm yapma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığı da örnekleriyle ortaya konulmaktadır. (Mektubat, s. 253-261)Kin ve düşmanlık güden kişi hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem rahmet-i İlahiyeye zulüm ve tecavüz eder. "Çünkü, kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adâvet (düşmanlık)hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi (hased edeni)ezer, mahveder, yandırır. Mahsud (hased edilen)hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir (geçicidir). Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz". Bediüzzaman, bu ifadelerinin akabinde Şirazî'nin, "Dünya öyle bir meta değil ki, bir nizaa (çekişmeye)değsin" sözlerini aktarır. Üzerinde fırtınalar kopartılan şeyler geçici olduğuna göre kıymetsizdir. Koca dünya böyle olduğuna göre, dünyadaki cüz'i şeyler daha da ehemmiyetsizdir. (Mektubat, s. 257)

Eserleri

Sadi, eserlerini manzum (ölçülü yazı - şiir)ve nesir (düz yazı)olarak kaleme almıştır. Eserlerinin toplamı yirmiyi geçmektedir. Bostan, Gülistan, Akl u Aşk, Takrîr-i Dibace, Nasihatü'l-Mülûk ve Havatim öne çıkan eserlerindendir. Eserleri vefatından sonra "Bîsütûn" adı altında külliyat olarak bir araya toplanmıştır.

Sadi'nin Bostan adlı eseri ahlak, terbiye, tevazu, mertlik, adalet, ihsan, rıza, kanaat, şükür, tövbe gibi muhtelif konuların işlendiği on bölümden oluşmaktadır. Eser hikaye ve menkıbelerle zenginleştirilmeye çalışılmıştır. Bu esere bir çok kişi tarafından şerh yazılmıştır. Eserde, hükümdarlar övülmekten çok hakka, adalete ve doğruluğa davet edilmektedir.

Gülistan; hükümdarların hal ve hareketleri, derviş ahlakı, kanaat ve fazilet, susmanın yararları, sevgi ve gençlik, zayıflama ve ihtiyarlık, terbiyenin ehemmiyeti, sohbetin adabı'nın işlendiği sekiz bölümden müteşekkildir. Eserde, yazar bizzat müşahede ettiği konulara da yer vermektedir. Ayrıca büyük alimlerin sohbet ve toplantılarında duyduklarını, öğrendiklerini aktarmaktadır. Hem nesir hem de manzum kısımlar yer almaktadır. Aktarılan fikir ve düşünceler net bir biçimde, kısa ve açık şekilde kaleme alınmıştır.

Sadi'nin özellikle bu iki eseri hemen hemen bir çok dünya kütüphanesinde yer almaktadır. Eserler bir çok dünya diline çevrilmiştir. İslam aleminde büyük rağbet gören bu eserler medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Şerh ve tercümeleri yayınlanmıştır. Eserlerindeki akıcı üslubu ve insanları sıkmayan tarzı, edebi sanatlardan istifade edilerek vücuda getirildiğini göstermektedir. Yazar, gezmiş bulunduğu çok geniş çevrelerden edinmiş olduğu tecrübelerini ve görgüsünü, medreselerde elde ettiği eğitimi, seyahatleri boyunca temas kurduğu alimlerle yaptığı sohbetleri güzel bir şekilde işlemiştir. İlim öğrenme ve öğrendiklerini aktarma konusunda güzel ve örnek bir hayat yaşamıştır.

Gülistan adlı eseri ibretli hikâyelerle doludur. Bunlardan bâzıları:

"Hikâye olunur ki: Bir sultan, halkına çok ezâ ve cefâ eder, halkın mallarını gasbederdi. Sultânın zulmü o kadar ileri gitti ki, halk o beldeden akın akın kaçmaya başladı. Halkın azalmasıyla, hazîne boşaldı, devletin gücü zayıfladı. Düşmanlar sağdan soldan saldırmaya başladı. Bir gün pâdişâhın meclisinde Şehnâme kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhak'ın saltanattan hal'i ve Feridun'un sultan olması hakkında idi. Vezîr, Padişâha; "Feridun'un hazinesi, malı, mülkü, hizmetçileri ve adamları yok iken nasıl oldu da pâdişâh oldu?" diye sorunca, padişâh; "İşitmişsindir, bir takım halk onu büyük bir istekle desteklediler, onu kuvvetlendirdiler. Böylece pâdişâh oldu" diye cevap verdi. Bunun üzerine vezîr; "Madem ki halkın toplanmasına pâdişâh sebeb oluyor, sen niye halkını eziyor, perişân ediyorsun? Yoksa sen pâdişâh olmak istemiyor musun?" dedi. Beyt tercümesi:

Sevmek lâzım halkı ve askeri cân u gönülden,

Çünkü halkı sâyesinde hüküm sürer sultan.

Pâdişâh, vezîre; "Dağılan asker ve halkın toplanması için ne yapmalıdır?" diye sorunca, vezir; "Pâdişâh, âdil ve merhametli olmalıdır. Pâdişâh âdil ve merhametli olursa, halk onun etrafında toplanır ve rahat yaşar. Hâlbuki sende bu ikisi de yok" dedi. Fârisî şiir tercümesi:

Nasıl ki kurt çoban olamaz.

Zâlim de pâdişâhlık yapamaz.

Zulmün temelini atan hükümdar,

Saltanâtın direğini yıkmış olur.

Vezîrin bu sözleri pâdişâhın hoşuna gitmedi. Vezîri hapse attırdı. Çok geçmeden pâdişâhın amcasının çocukları saltanat dâvasına düştüler. Etraflarına bir ordu toplayarak pâdişâha hücûm ettiler. Pâdişahın zulmünden bezen halk da pâdişâha karşı baş kaldırdılar. Sonunda pâdişâh tahtını kaybetti. Saltanat, amcasının çocuklarının eline geçti. Şiir tercümesi:

Zâlim pâdişâha felâket gününde,

Güçlü düşmanı kesilir dostu bile.

İyi muâmelede bulunsa halka,

Olur bir ordu bütün halkı ona."

"Hikâye: Bir pâdişâhın acemi bir kölesi vardı. Bir gün bu köle ile gemiye binmişti. Köle o zamana kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemişti. Gemi yolculuğunun bir takım sıkıntıları ve zorlukları vardı. Köle, gemi limandan ayrıldığı andan îtibaren titremeye başladı. Ne yaptılarsa köleyi sâkinleştiremediler.Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdâra; "Müsâde ederseniz ben onu susturayım" dedi. Hükümdar da o zâta izin verdi. O zât, köleyi denize attırdı. Köle birkaç kere suya battı, çıktı. Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. Onu saçından tutup gemiye aldılar. Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sâkin oturdu. Hükümdar âlimden bu işin hikmetini sordu. O da; "Köle suya girmeden evvel, gemideki selâmetin kadrini ve kıymetini bilmiyordu. İşte huzûrla, saâdet ve sıhhat de böyledir. Huzûr içinde yaşıyan, mesûd olan, bir felâkete uğramadıkça, o huzûr ve saâdetin kıymetini bilmez. İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez" dedi.

Fârisî beyt tercümesi:

Bir belâya ve felâkete uğradığında mahzun olma,

Cenâb-ı Hakkın nice gizli lütufları vardır onda."

Sa'dî-i Şîrâzî buyurdu ki: "Hak teâlânın lütuf ve ihsân buyurduğu bahta ve rızka kanâat etmeyen kimse, Rabbini bilmemiş ve O'na itâat etmemiş olur. Ey bir yerde durmayan, sebât etmeyen, rızk için didinip duran, koşan kişi! Sakin ol, yuvarlanan taş üzerinde ot bitmez."

"Ey akıllı kimse! İster iyi, ister kötü olsun, kimsenin arkasından konuşma.Çünkü hakkında konuştuğun kişi gerçekten kötü ise, onu kendine düşman etmiş olursun. İyi ise, çok kötü bir iş yapmış olursun. Biri sana gelip de filân adam kötüdür derse, iyi bil ki, o kendi kusûrunu söylemiş olur."

"Birisi şu ibretli sözü söyledi: Gıybet edecek olursam, anamdan başkasının gıybetini etmem. Zîrâ böylece sevaplarım anama yazılmış olur!"

Ey iyi insan! Bir insanın iki şeyi dostlarına haramdır. Birisi; onun malını haksız yere alarak yemek, diğeri; arkasından iyi olmayan şekilde konuşmaktır. Biri senin yanında başkasının aleyhinde konuşuyorsa, zannetme ki başkasının yanında seni medheder. Benim nazarımda bu dünyâda en akıllı insan, kendisiyle meşgûl olup, başkalarından gâfil olandır."

"Düşmandan lâf getiren, insana düşmandan daha büyük düşmandır. Ey laf taşıyıcı! Düşmanım bile yüzüme karşı kötü şey söylemiyor. Sen ondan daha büyük düşman olmasan, onun arkamdan söylediğini, gelip de yüzüme karşı söyler misin? Söz taşıyan, eski düşmanlıkları yeniler, kinleri tâzeler. En yumuşak insanları bile çileden çıkarır. Uyuyan fitneyi uyandıran kimseden en kısa zamanda kaç! Kavga iki kişi arasında yanan bir ateşe benzer. Söz taşıyıcı ise, o ateşin sönmemesi için odun taşıyan oduncu gibidir."
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt