Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Alim, Evliya ve Islam Büyükleri (2 Kullanıcı)

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Iskilipli Atif Hoca
Atif Hoca, Iskilip'in Tophane köyünde dogdu. ilk tahsilini köyde yapti. 1893'te Istanbul'a gelip medrese tahsili yapti. 1902'de icazet alarak Darü'l-fünunun ilahiyat Fafültesine girdi. 1903 te fakülteyi bitirip Fatih Camiinde Ders-i Amm olarak kürsüye çikti.
calig68.gif
31 Mart vakasindan sonra Sinop'a sürüldü. oradan sungurlu'ya gönderildi. ve daha sonra yanlislik oldugu söylenerek serbest birakildi.
Yunanlilar zmir'e çiktiginda ilk tepkiyi, kurdugu 'teal-i islam cemiyeti' vasitasi ile yapti. Kisa zamanda toparlanan Anadolu, isgalcileri; halkça "gavur-islam disi" olan insanlari çikarmayi basardi.
Osmanli tarihi kara bir leke ve bitisle karsilasiyordu. Yanlis egitilmelerine neden oldugu çocuklari onlarin yikilmasina neden oluyor, burada ilk hedefte imparatorlugun olusumuna zemin hazirlayan islam ve müslüman halk oluyordu. Bir devlet bitiyor yeni bir devlet kuruluyordu. Laik çagdas ve demokrat türkiye cumhuriyeti!!!
Müslümanlar saskindi bir o kadar da cahil.
Iskilipli Atif Hoca da islam'a bagli örnek nir sahsiyet olarak bu dönemin sikintilarindan payini aliyordu. Sürgün ve hapis....
Ülkedeki 'batililasma ' hareketine karsi "firenk mukallitligi ve sapka" adli eserini 1924'te yazar. kitapta,batinin iç yüzünü çevresindekilere anlatiyordu. Daha sonra yeni bir kanunla vatandaslara ülkeden kovduklari Italyan'lardan üç gemi dolusu satin aldiklari sapkalari giyme mecburiyeti geliyordu. Buna halk ve ulemadan büyük tepki geldi. Ve her kanuna savunuculuk yapanlar kanun tanimazlara haddini bildirmeliydi. Insanlar basina sapka takmadigi için katlediliyordu.
Iskilipli Atif Hoca da birbuçuk sene önce yazdigi Firenk Mukallitligi isimli kitabi bahane edilerek tutklandi. Giresun istiklal mahkemesinde yargilanarak suç bulunamamasi nedeni ile Istanbul'a gönderildi. Ancak bir süre sonra yeniden tutuklandi. 26 Aralik 1925 te arkadaslari ile beraber 13 kolluk kuvveti gözetiminde Ankara'ya gönderildi. 26 Ocak 1926 Sali ünü Ankara istiklal mahkemesinde yargilandi.Savci, Iskilipli Atif Hoca için 3 yil hapis cezasi istedi. mahkeme müdafaa için bir gün sonraya birakildi. Ertesi gün mahkeme reisi Kel Ali, müdafaa yapmaya gerek görmeyen Iskilipli Atif Hoca için alinan karari açiklar:IDAM... Yani SEHADET
Iskilipli Atif Hoca vakarla ve dudaginda ayetlerle gittigi idam sehpasinda sunu söylüyordu:"zalim ve katillerle elbette mahser günü hesaplasacagiz"
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
bismi6.jpg

Timurtas Hoca efendi
Bilindigi gibi Timurtas (Uçar) Hoca efendi 20.01.2000 tarihinde saat 1.30'da Hakka yürüdü. Bizde Timurtas Hoca efendiyi unutmak istemedik:
Sevenlerinin agzindan Uçar
Dostlari Timurtas Uçar Hocaefendi'yi söyle anlattilar;
Diyanet isleri Baskan Yardimcisi Sami Uslu: En yakin arkadasimdi. Okulda ayni sirayi paylastik. 1956'da basladigimiz IHL'den 1967'de bitirdigimiz Yüksek Islam Enstitüsü'ne kadar ayni siradaydik. Aktif, çaliskan, çok zeki, sen-sakrak, her an hareketli bir arkadasimizdi. Son dönemi zorluklar içinde geçti. Çesitli konusmalarindan hakkinda tahkikat takibat oldu. Bagcilar Müftüsü Cihan Kurt: Tam bir hocaefendi idi. Hizmet ehli idi. 1982'de istanbul'dan Bilecik'e tayin edilmisti. Birlikte 6 ay vaiz olarak görev yaptik. O dönemden beri samimiyetimiz var. Etrafina isIk tutan cemaati sürükleyen bir din adamiydi. Menfaati hiç düsünmeyen ikrami seven bir insandi. Bazi yerlere giderdik, bizlere hiç cüzdan açtirmazdi.
Sümbül Efendi Camii emekli basmüezzini Cemal Bozoy: 25 yildir taniyorum. sair ruhluydu. Sizinle konusurken hemen bir dörtlük çikarirdi. Bir ayet ile bir saatten fazla vaaz eder, cemaati costururdu. Özel toplantilara, Islami dügünlere konusmaci olarak davet ederdim.
Timurtas Uçar Kimdir?
ecdad87.jpg
1944'te Elazig'in Sivrice ilçesi Uslu köyünde dogdu. imam Hatip Lisesi'ni Elazig'da bitirdikten sonra Istanbul Yüksek Islam Enstitüsü'ne girdi. Ögrenciligi esnasinda basladigi vaazlar dikkat çekti. Malatya vaizligi, Mus müftü vekilligi yapti.

Süleyman Ates'in Diyanet isleri Baskani olmasindan sonra 1976'da istanbul Müftü basmuavini oldu. Sehzadebasi ve Eminönü Yeni Camii'ndeki vaazlari büyük ilgi gördü. 1979'a kadar her vaazinda camiler doldu tasti. 1980 ihtilalinden sonra vaizlikten alinip Beykoz Çavusbasi köyüne imam hatip olarak tayin edildi. 1990'da Ümraniye imes Camii'ne tayin edildi. 1999 basinda 32 yil emek verdigi Diyanet isleri'nden emekli oldu. Ancak kösesine çekilmedi.
Çocuklarinin egitimine önem veren Uçar, 4 evladini okuttu. Özel Fatih Koleji'nden mezun olan ogullarindan Yusuf, Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni, Bekir Yunus IÜ Iletisim Fakültesi'ni bitirdi. Kizi Fatih Üniversitesi'nde, küçük oglu Enes Emre ise Özel Yavuz Selim ilkögretim Okulu'nda okuyor.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Cahit Zarifoğlu


(1940-1987)

Akit


Cahit Zarifoğlu, 1940’da Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Öğrencilik yıllarında sırasıyla ilkokullarda öğretmen vekilliği, çeşitli gazete ve haftalık dergilerde musahhih ve teknik sekreterlik, bazı özel şirketlerde tercümanlık, muhasebe yardımcılığı yaptı. Askerliğinin kıta hizmetini Sarıkamış Dağcı Alayı’nda ve 1974 Kıbrıs Harekâtı’nı müteakip Kıbrıs’ta ikmal etti.

Goethe Enstitüsü’nün dil kurslarına katılmak üzere iki defa Almanya’ya gitti. Bu sırada belli başlı Avrupa ülkelerini ve kültürlerini tanıdı. 1975’de Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nda mütercim olarak çalışmaya başladı. Bir grup arkadaşıyla “Mavera” dergisinin kuruluşunda ve yayınında görev aldı. 1976’da TRT Genel Müdür Mütercim Sekreteri görevine atandı. Aynı kurumun değişik ünitelerinde raportör, araştırma görevlisi, uzman ve şef olarak çalıştı. İstanbul Radyosu’nda denetçi olarak görev yaptığı sırada 7 Haziran 1987’de vefat etti.

Zarifoğlu, kendisine özgü şiiriyle tanındı. Zarifoğlu’nda şairlik mizaç olarak belirir. Şiiri dıştan çok içe dönük bir anlatıma yönelir. İç ürpertileriyle, hayretle başlayan şiiri metafizik ürpertiyle bilgeliğe ulaşır. Hikâye, roman ve günlük türünde yazdığı kitaplarında şair duyarlığı egemendir. Çocuklar için yazdığı kitaplarda fantezi ile olağanüstü gerçekler dünyası ile hayaller dünyası iç içelik gösterir.

Yayınlanmış eserleri:
“İşaret Çocukları” (Şiirler, 1967), “Yedi Güzel Adam” (Şiirler, 1973), “İns” (Hikâyeler, 1974), “Menziller” (Şiirler, 1977), “Yaşamak” (Günlükler, 1980), “Serçekuş” (Uzun Hikâye, 1983), “Ağaçkakanlar” (Masal, 1983), “Katıraslan” (Masal, 1983), “Yürek Dede ile Padişah” (Masal, 1984, Türkiye Yazarlar Birliği Çocuk Edebiyatı Ödülü), “Savaş Ritimleri” (Roman, 1985), “Korku ve Yakarış” (Şiirler, 1986), “Bir Değirmendir Bu Dünya” (Denemeler, 1987), “Motorlu Kuş” (Masal, 1987), “Sütçü İmam” (Tiyatro, 1987), “Gülücük” (Şiir, 1989), “Ağaç Okul” (Şiir, 1990).

Cahit Zarifoğlu, Zarifoğlu, Abdurrahman Cem, Ahmet Sağlam, Vedat Can ve Adem Yaşar müstearlarını yazılarında kullandı.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Fethi Gemuhluoðlu





Bir insan düþününüz, ümitsizlik selinin baþlardan aþtýðý bir anda etrafýna ümit aþýlasýn. Dostluk kelimesi lügatlara hapsedilip çok kimse tarafýndan yalnýzca þarkýlarýn sözlerinde zikredilirken o 'hakiki dost' aþkýna dostluðun kitabýný yazsýn. Ömrü boyunca hep sevsin; ama bir kiþiyi, bin kiþiyi, yalnýzca kendisine güleryüz gösterenleri deðil, bütün insanlarý sevsin. Koca kainatý gönül kazanýnda kaynayan 'muhabbet' potasýnda eritip 'bir' kýlsýn. Yurdunu, milletini, bütün insanlýðý huzura kavuþturmak için herkesin elinden tutsun, ileriye sürsün; ama kendisi hep geri planda kalsýn. Tanýnan, bilinen, sevilen pek çok kiþinin hamurunda onun mayasý bulunsun; ama o 'sýr hýrkasý'na bürünmeyi þiar edinsin. Ýþte tam yirmi yýl önce, 5 Ekim 1977'de böyle bir alp-eren göçtü bu faniden.
Ýrfan Fethi Gemuhluoðlu günümüz entelektüellerinin bir çoðunu yetiþtiren, tarihi çok iyi bilen, insan sarrafý mütefekkir, hal ehli, aþk ehli bir insandý. Bugün hemen hepimizin kendisi gibi 'dost'lar aradýðý rahmetli Gemuhluoðlu'nu pek çoðumuz tanýmaz, ama bu az tanýnmýþlýðý Üstad Necip Fazýl Kýsakürek çok net ve açýk bir þekilde anlatýr: "Onu meydan yeri tanýmaz. Fakat meydan yerinin tanýdýðý politikacýlar, muharrirler, fikirciler, hususiyetle "sað" yaftasýnýn belirttiði çerçeve içindekiler çok iyi tanýr... Fethi Gemuhluoðlu harb meydanýnda görünmeyen, fakat ateþ hattýndakilere sakalýk eden, nakliye ve levazým kollarýna yön veren, hususi çevrelerde mayasý halis bir gençlik yoðuran, gönlü tasavvuf kokusuyla ýtýrlý ve dili en murassa Osmanlýca zarfý içinde Ýslami zevk mazrufiyle nakýþlý, son turfanda bir tipti..."
Malatya-Arapgirli Fethi Gemuhluoðlu 1923'te doðdu. Yaptýðý hizmetlerle yaþadýðý döneme bir gönül ve hizmet adamý olarak damgasýný vurdu. Zahiri planda ise çeþitli okullarda Türk dili ve edebiyatý hocalýðý, gazetecilik, Milli Eðitim Bakanlýðý'nda özel kalem müdürlüðü görevinde bulundu. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliði Basýn müþavirliði yaptý. Çok sayýda vakýf, dernek ve hayýr kurumlarýnda hizmet etti. Fethi Gemuhluoðlu, saðlam karakteri, toplumu bir bütün olarak ele alan hoþgörülü tutumu ve herkese sevgiyle yaklaþýmýndan dolayý etrafýnda aydýn bir çevre oluþturdu. Zarif bir Ýstanbul Türkçesiyle yaptýðý konuþmalarýnda, yazdýðý mektup ve makalelerinde iman, aþk, hizmet, emek, hürriyet, güzel ahlak, çalýþkanlýk gibi deðerlerin savunucusu oldu ve bir dönemin yüksek öðrenim gençliðine bu deðerleri aþýlamada çok önemli rol oynadý. Nuri Pakdil'in kalemiyle "Ýnsanýn elinden tutuyor, adeta çaða çýkartarak yürüyüþe alýþtýrýyordu. Konusu hep insandý, insaný araþtýrýyordu. Umutla bakardý insanlara, özellikle çocuklara..." Zübeyir Yetik'in dediði gibi ise "Bizi piþiriyor, insan içine çýkabilecek bir donanýma kavuþturuyordu."
Bulunduðu bütün görevlerde Batýlýlaþmanýn Türk toplumuna getirdiði tahribatýn onarýlmasý için büyük çaba sarfetti. "Yurdumuzda sanatla baþladý yabancýlaþma, sanatla kalkacaðýz ayaða" diyerek maksada ulaþmak için kavgayý, gürültüyü deðil, güzel yollarý öðütledi. Ýnsanýn içindeki kutuplar ve buzullar, sanatýn, edebiyatýn verdiði sýcaklýkla, insan sevgisiyle kolayca eritilebilecekti ve ona göre hala umut vardý insanlýk için. Bu yüzden de Reþat Aksoy "Hep çaðýran, hep davet eden, "gel" diyen bir özelliðe sahipti" diyerek bu anlayýþýný hayata da geçirdiðini anlatýyor Fethi 'Aðabey'in. Hizmette önde, mükafatta geride
O, yaþadýðý dönemde de bugün de muhatap olduðu insanlara ayýrým yapmadan el uzattý, iyi ve güzel çalýþmalar yapmalarý için onlarý hep öne itti. Bir o kadar da kendisi geride durdu. Bugün de diyoruz çünkü, onun manevi tedrisatýndan geçen o yýllarýn gençlerinin çoðu bugünün edebiyatçýlarý, yazarlarý, sanatçýlarý ve bürokratlarý.
Fethi Gemuhluoðlu yaþadýðý müddetçe etrafýnda bulunanlara hep vermiþ, ama karþýlýðýnda hiç bir þey istememiþti. Birçoklarý ona vefasýzlýk etse de o 'azizler'inden, ve 'efendi hazretleri'nden öðrendiði "Ýyiliðe iyilik her kiþi karý, iyiliðe kötülük þer kiþi karý, kötülüðe iyilik er kiþi karý"' terbiye ve edebinde yaþamýþtý. Hiçbir maddi çýkar ve makam kaygýsý taþýmamýþtý, çünkü yine azizleri ona "Makam size deðil, siz makama hükmediniz"' diyerek tevazu dersi vermiþti. Prof. Dr. Ayhan Songar bir yazýsýnda "Allah'tan korkar, kuldan utanýr, karýnca ezmez, kimseyi incitmez bir insandý. Yunus'un dediði gibi; Derviþ baðrý taþ gerek / Gözü dolu yaþ gerek / Koyundan yavaþ gerek. Ýþte Fethi Aðabey "öyle" idi... Ne bir eksik, ne bir fazla" derken onun bu derviþane karakterine iþaret ediyordu.
Dost ve dostluk kelimeleri Fethi Bey ile adeta bütünleþmiþti. Onun nazarýnda dostluk kýyýsý olmayan bir umman idi; "Ýnsana dost olmak, fikre dost olmak, coðrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücuduna dost olmak, komþuya dost olmak gibi kademe kademe, ama entegre, bir bütün içinde dostluklar söylenmeye mecburdur." Ancak bu dostluk içinde yaþandýðý takdirde iman, aþk ve hizmet anlayýþý ile toplum huzura erecektir ona göre. Prof. Dr. Sadettin Ökten "Dost diyarýndan gelen derviþ... Hem sevmesini hem sevdirmesini bileceksiniz. Fethi aðabey böyle bir güce malikti" diyor onun hakkýnda.
"Herþeye dost olacaksýn, uykuya, paraya, politikaya dost olmayacaksýn" derdi. Politikaya dost deðildi, ama dost halkasýnda bir çok politikacý da vardý. Uzun yýllar politikayla hemhal olmuþ dostlarýndan Dr. Sadettin Bilgiç onun bu sözlerini tekrarlayýp "Politikacýya dost olmak baþka, politikaya dost olmak baþka. Elbetteki kendisi gibi düþünen kimseler ister politikacý olsun ister olmasýn onlarla teþrik-i mesaisi olmasý tabiidir. Ama Fethi rahmetli paraya ve uykuya hiçbir zaman yakýn olmamýþtýr. Politikaya dost olmamayý herþeyi politikada aramama, hadiselere objektif ve dürüst olarak bakma anlamýnda demiþtir. Fethi rahmetli Müslüman-Türk felsefesiyle hareket ettiði için yakýn münasebet kurduðu kiþilerin farklý siyasi kanaatleri onu ilgilendirmiyordu" diyor.
"Hayatýmda onun kadar çok kiþiyle iliþki kurmuþ bir baþkasýný tanýmadým" diyor Erdem Beyazýt; "Behçet Kemal Çaðlar'dan Tarýk Zafer Tunaya'ya, Genco Erkal'dan Fikret Otyam'a kadar uzanan bir arkadaþlýk hinterlandý vardý. Ýnsanlar arasýnda köprüler kurardý, köprüleri atmazdý. Sýk sýk 'Herkese bir Hazreti Ömer talihini tanýyýn' derdi." Ýnsana dost, kainata dost
Fethi Gemuhluoðlu insana olduðu kadar tarihe ve coðrafyaya da aþýktý, çok okur, çok düþünürdü. Ortadoðu, Afrika, Arabistan, Balkanlar, Afrika ve Türkistan, buralarýn yalnýzlýðý, garib ve hüzünlü oluþu yaraydý onun için. Ümit Anadolu'da, Anadolu insanýndaydý. Bütün sevginin kaynaðý insandý. Gözü açýk olana gün ýþýmýþtý. Kitabý bir canlý gibi görür, bir annenin çocuðuna dokunuþundaki yufka yüreklilikle, merhametle bakar, okurdu. Hele Kur'an-ý Kerim'in, o kelam-ý kadimin yeri baþkaydý gönlünde. "Yeryüzü ve insanlarýn problemi Kur'an'ý anlayamamaktan kaynaklanýyor"du Fethi Bey'e göre.
Bütün, dünyanýn ve insanlýðýn problemi, Kur'an-ý Kerim'le birlikte, Hz. Peygamber'i (s.a.v) anlamaya çalýþmakla çözülecekti. Ama kuru kuruya anladým demek yeterli deðildi. Aþk ve cezbe ile kavramak gerekirdi. Bunun için konuþtuðu kim olursa olsun, direkt ya da dolaylý olarak hep Resulullah Efendimizden (s.a.v) bir söz, bir ilke aktarýr, baðlantýnýn kökten kurulmasý gerektiðini anlatýrdý. Bir de Peygamber-i Ekber'in (s.a.v) ehl-i beytinden, ehl-i beyt muhabbetinden bahsederdi.
Aksiyon'dan
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Selamün aleyküm..Gerisi gelecektir inşallah..
Hayırlı günler..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ÖMER B. ABDÜLAZIZ (99-101/717-720)
“Onlar (o kimseler ki) kendilerine yeryüzünde iktidar verdigimiz takdirde, namazi kilarlar, zekati verirler, iyiligi emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalisirlar. Bütün islerin sonu Allah’a aittir.” (Hac/41)
Dogum yeri ve tarihi konusunda degisik rivayetlerin bulundugu Ömer b. Abdülaziz’in Medine’de dogdugu rivayeti kuvvetli görüslerdendir.
Babasi Abdülaziz’in Misir alisi olmasi münasebetiyle hayatinin büyük bir bölümü orada geçmistir. Daha sonra babasinin istegi üzerine Medine’ye giden Ömer b. Abdülaziz egitimini orada tamamlamaya çalisti. Sahabenin, hadis ravilerinin meclislerine devam eder, ayrica siir ve edebiyat meclislerine katilirdi. Hatta onun meclisi, fakihler, alimler ve edipler meclisiydi. Ömer’in annesi de, Ümmü Asim bint. Asim b. Ömer b. Hatta bint’tir. Yumusak huylu, güzel ahlakli, zühd ve takva sahibi bir hanimdi.
Halife Abdülmelik, onu Dimesk’e (Sam) çagirmis ve kizi Fatima ile evlendirmistir. Daha sonra Halife Velid tarafindan Hicaz Valiligi’ne tayin edildi.
Keyfî uygulamalarda bulunan diger valilerin aksine Ömer, sehre gelir gelmez hadis bilen 10 dindar kimseden bir meclis kurdu. Bütün mühim isleri bunlarla görüsüp karara bagladiktan sonra uygulamaya koyulurdu. Bu uygulamasindan dolayi, Haccac’in zulmünden kaçan kisiler, Mekke ve Medine’ye siginmaya basladilar. Bu durum Haccac’in Ömer’e karsi tavir almasina sebep oldu. Aralari açildi ve görevden aldirdi. Yedi yil yaptigi bu görevdeki basarisiyla saygin zevat tarafindan takdir topladi. Nitekim bu alim Reca b. Hayyan’in destegi sayesinde veliaht tayin edildi.
Halife Süleyman b. Abdülmelik’in ölümünden sonra Halife seçildi. Abdülmelik’in ogullari Yezid ve Hisam tarafindan buna itiraz edilmisse de halkin teveccühüyle bu is tamamlandi. Ömer b. Abdülaziz Halife oldu. (*)
HALIFE OLDUKTAN SONRA YAPTIKLARI ISLER
Itiraf etmek gerekir ki, Muaviye’den itibaren fethedilen bölge sakinleri ikinci sinif (mevalî) vatandas muamelesi görüyorlar, Müslüman olmalarina, askerî seferlere katilmalarina ragmen haraç vermeye mecbur tutuluyorlar veya ganimetten çok az pay aliyorlardi. Gayr-i Arap (Arap olmayan) kimseler Islam’a karsi süpheyle bakiyorlardi.
Halife Ömer, Müslüman olanlarin hangi irktan olursa olsun diger Müslümanlarla esit olduklarini açikladi. Onlardan vergi (haraç) alinmayacagini ifade etti.
Savastan ziyade barisi esas alan Ömer, bu tutumundan dolayi birçok kabilenin Müslüman olmasini sagladi. Bu, tefessüh eden Emevî hanedaninda idari bir reform niteligi tasimaktadir. Kararlarin alinmasindan ziyade uygulanmasi daha büyük önem arzetmekte; bunun için de derhal idareye gelir getirmeyen halk tarafindan sevilmeyen, halka zulmeden ve keyfî tasarrufta bulunan valileri degistirip yerine yenilerini getirdi. Tayinde en çok dikkate aldigi konu; ehliyet, ilim, takva ve salih ameldi. O, devlete sadikane hizmet verecek idarecilere görev verdi. Böylece hilafet müessesesi taze kanla takviye edilmis ve dört halife devrindeki canliligina kavusmustur.
Bu degisiklikler ve uygulamalar, hilafeti elinde bulunduran Umeyye ogullarini ciddi sekilde rahatsiz ediyordu. Yer yer açiga vursalar da pek fazla bir sey de yapamiyorlardi.
Emevî ileri gelenleriyle Ömer arasinda söyle bir tartisma geçer:
Ömer onlarin “Bize görev ver” tekliflerine, “Isterseniz her birinizi asker yapayim.” cevabini verir.
Emevîler:“Ne diye yapamayacagimiz bir seyi bize teklif ediyorsun?” diye söylenip, “Akraba degil miyiz? Bizim de bir hakkimiz yok mu?” diye diretince Ömer:
“Benim için bu konuda, sizinle en uzak bir Müslüman arasinda hiçbir fark yoktur.” diyerek bu konuda tavrini koydu.
Ömer, minberlerde Hz. Ali (R.A.)’yi lanetlemeyi kaldirdi. Babasi Abdülaziz’in Misir’da takip ettigi yolu takip etmis olmasina sasilmaz. Zira kendisinden rivayet edildigine göre babasi hutbede Hz. Ali (R.A)’nin adinin zikredildigi yere gelince kekeler, dili tutulurdu. Oglu Ömer, niçin öyle yaptigini sordugunda söyle cevap verdi:
“Ogulcagizim! Bilesin ki, Ali b. Ebi Talip hakkinda bizim bildiklerimizi halk bilse, bizden ayrilip onun çocuklarina tâbi olurlar.” Ömer halife olunca hutbede Hz. Ali’ye sebti lanetlemeyi kaldirdi. Onun yerine Nahl 90. ayetin okunmasini sagladi.
Bu uygulamalaridir ki, Ömer b. Abdülaziz’i müceddit, II. Ömer ve Besinci Halife ünvanina kavusturmustur. Herseyi Allah’ta gören bir insanin neler yapabileceginin en güzel örnegini veren Ömer b. Abdülaziz, hadis ilminin tedvininde oynadigi rol de takdire sayandir.
Iki sene bes aydan fazla sürmemis olan Hilafeti esnasinda, içte ve dista fevkalade hayirli isler yapmistir. Fitnecilerin fitnesine maruz kalan Halife, hicrî 101 yilinin Recep ayinda vefat etti.
DEVLET ADAMLIGINA TIPIK ÖRNEK
Emirul Mü’minin Ömer b. Abdülaziz vefat edince, ondan sonra Yezid b. Abdülmelik halife oldu. Hanedandan biri gelerek:
“Ey mü’minlerin Emiri Yezid! Su müraî adam (Ömer b. Abdülaziz) Mü’minlere ihanet etti. Gücünün yettigi kadar cevher ve inciyi evinin iki odasina doldurup kilitledi.” dedi. Bunun üzerine Yezid, Ömer’in hanimi olan kiz kardesine haber göndererek çagirtti ve:
“Bana, Ömer’in kilitli iki odaya cevher ve incilerini doldurup biraktigina dair haber geldi.”dedi. Bunun üzerine Fatima:
“Kardesim, Ömer su bohçanin içindekinden baska ne bir tüy, ne de bir yele birakti.” dedi. Yezid bohçayi açti. Içinde yamali ve kalin bir entari, bir aba ve zayif astarli kalin bir cübbe buldu... Bana bunlari degil, kilitli iki odanin anahtarini verin denmesi üzerine Fatima:
“Mü’minlerin Emirinin ölümüyle bana musibet veren Allah’a yemin ederim ki, o halife olali onun istemedigini bildigim için, o iki odaya hiç girmedim. Sunlar oranin anahtaridir. Gel, aç ve içindekilerini Beytü’l Mal’e naklet.”
Yezid ve sikayetçi Ömer b. Velid gidip eve girdiler; odalardan birini açtilar, baktilar ki deriden bir sandalye, yaninda serilmis dört çömlek ve bir de testi buldular. Bunun üzerine sikayetçi “Estagfirullah” dedi. Sonra ikinci odayi açtilar. Baktilar ki çakillarla serilmis bir mescid ve tavaninda da asilmis bir zincir vardi. O zincirde de boynuna geçecek kadar bir halka vardi... Orada kilitli bir sandik buldular, açtilar. Onda bir sepet vardi, sepette bir cübbe ile bir yün elbise vardi. Yezid ve yanindaki aglayarak söyle dedi:
“Ey kardesim, Allah sana rahmet eylesin. Muhakkak senin hem gizlin ve hem de asikârin temizmis.” Sikayetçi de:
“Estagfirullah, ben bana söylenen seyi söyledim.”
(Prof. I. Süreyya Sirma, Emeviler Dönemi, Hilafetten Saltanata, s. 108, 109)
DÜSMANINI HAYRAN BIRAKAN HALIFE
“Bir insanin, imkansizliklari dolayisiyla, ruhbanca bir yasantiya sahip çikmasi, dünyadan el-etek çekmesi çok kolaydir. Çünkü onun zaten terkedecegi herhangi bir dünya malina sahipligi yoktur. Fakat bu halife gibi, dünyanin en büyük devletinin yöneticisi için ayni seyleri söylemek mümkün degil. Onun elindeki hazinelere ragmen, bunlarin hiçbirine aldirmayip, siradan bir fakirin yasantisina sahip çikmasina hayran olmamak dogrusu elden gelmiyor.” (**)
Bu sözler, Ömer b. Abdülaziz vefat ettikten sonra ona olan hayranligini gizlemeyen Roma Imparatoruna ait.
ÖMER B. ABDÜLAZIZ’DEN HIKMETLI SÖZLER
“Ey insanlar, kim bizimle arkadaslik yaparsa, bes sey için yapsin, bunu yapmazsa, bizden uzaklassin:
1- Ihtiyaçlarini karsilayamayanlari bize bildirsin.
2- Hayir için bize yardimci olsun.
3- Bilmedigimiz hayir yollarini bize ögretsin.
4- Bizim yanimizda kimsenin giybetini yapmasin.
5- Bos seylerden bize bahsetmesin.”
•••
“Seni en çok hayrete düsüren sey nedir?” diye soran arkadasina:
“Beni en çok sasirtan sey, bir kimsenin, Allah’i bilip, O’na isyan etmesi; Seytan’i bilip ona itaat etmesi ve dünyayi bilip ona meyletmesidir.”
•••
Hanedandan biri:
“Ya Emire’l Mü’minin, senden önceki Halifeler bize hediyeler verirlerdi. Sen ise bize yasakladin. Halbuki buna alismis ailem ve de sikintim var. Izin ver de, eskisi gibi bize birseyler verilsin!” Ömer:
“Ölümü sikca an! Geçimde daraldiysan, seni rahatlatir; bolluk içerisindeysen de seni daraltir.”
•••
Istisareye çok önem veren Ömer b. Abdülaziz, Muhammed b. Ka’b’a:
“Basima gelenleri görüyorsunuz, bana ne tavsiye edersiniz.”
“Sen ihtiyarlari baba, gençleri kardes ve çocuklari evlat kabul et. Babana ihsan, kardeslerine rahmet, evladina da sefkat göster!”
Reca ise:
“Kendin için istedigini baskasi için de iste, kendin için istemedigin bir seyi baskasina da isteme!”
Salim ise:
“Bütün dünya nimetlerine karsi öyle bir oruç tut ki, iftarin ölüm olsun.” (***)
HALIFE SEÇILINCEKI HALI
Kendi adinin anildigi hilafet fermani okundugunda Ömer:
“Vallahi, ben bu isi asla Allah’tan istememistim.”
Ne var ki salih iradeler, onu böylesine tehlikeli anlar için seçmisti. O da “adam” olacak ve emaneti kabul edecekti. Büyük hukukçu Salim’us-Sûddî’ye:
“Hilafetim, seni sevindirdi mi, üzdü mü?” Sûddî:
“Insanlarin hesabina sevindim; ama senin payina da üzüldüm.” Ömer:
“Nefsimin helakindan korkuyorum.” Sûddî:
“Korkuyorsan çok iyi... Çünkü ben de korkmamandan endiseliydim.” Ömer:
“Bana bir ögüt ver!” Sûddî:
“Sunu unutma: Babamiz Adem, bir tek günah için cennetten çikarildi.”(1)
ILK HUTBE
“Ey Nâs! Kuskusuz Kur’an’dan sonra Kitap, Muhammed (s.a.v.)’den sonra Peygamber yoktur. Bilesiniz ki, ben hakim degil infaz ediciyim. Kanun koyucu degil tâbiyim. Ben sizin hiçbirinizden daha hayirli degilim; üstelik içinizde yükü en agir olan kisiyim. Zalim devlet reisinden kaçan adam zalim degildir. Surasini iyi biliniz ki, Allah’a isyan hususunda kula itaat edilmez.”(2)
Kaynaklar
(*) Dogustan Günümüze Büyük Islam tarihi, c. II, s. 402-413 Çag Yay.
Islam Tarihi (Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal) c. I, s. 412-148 Kayhan Yay.
(**) Islam’da Ihya Hareketleri, Mevdudi, Pinar Yay., s. 69
(***) Emeviler Dönemi, Hilafetten Saltanata, s. 85-86/89-93
(1) Ömer b. Abdülaziz Dönemi ve Islam Inkilâbi, Imadüddin Halil s. 58-59, Bir Yayincilik
Emeviler Dönemi/Hilafetten Saltanata
(2) Islam Tarihi, H. Ibrahim Hasan 1. c. s. 415.
Kaynak: Ilkadimdergisi
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
bismill0.gif
HASAN-I BASRÎ

Tâbiînin büyüklerinden. Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessir.
Adi, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi'l-Hasan Yesâr el-Basrîdir. Babasi Yesâr, Irak'in bir kasabasi olan Meysânlidir. Yesâr, Meysan'in fethedilmesi sirasinda esir düsmüs ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettigi, daha sonra da Hasan-i Basrî'nin annesi Hayrâ ile evlendigi Medine'ye götürülmüstür. iste, Hasan-i Basrî, burada Hazreti Ömer'in halifeliginin son ikinci yili olan Hicrî 21 senesinde dogmustur (21/641).
Annesi Hayrâ, Peygamberimizin hanimi Ümmü Seleme'ye hizmette bulunmustur. Bu arada, Ümmü Seleme'nin Hasan'i emzirdigi ve ondaki hikmet ve belâgatin bundan dolayi oldugu söylenir. Ayrica, Ümmü Seleme'nin, kendisini Ömer'e götürdügü ve onun için söyle dua ettigi de rivâyetler arasindadir; "Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kil ve insanlara sevdir (Ibn Sa'd, Tabakât, VII/I, 114).
Hasan, Vâdi'l-Kurâ'da büyümüs ve çocuklugu orada geçmistir. Gençliginde Dogu iran'in fethine (43/663) katilmis, bundan kisa bir müddet sonra, Horasan vâlisi Rebi' b. Ziyâd'in kâtipliginde bulunmustur. Bundan sonraki hayatinin geri kalanini çogunlukla Basra'da geçirmistir. En son vefât edenleriyle birlikte üç yüz sahâbe ile görüstügü rivâyet edilir. Bu bakimdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsi ile meshurdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasani Basrî'nin tasavvuf yolunda imamlari oldugunu söylemistir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele soruldugunda, onun Hasan-i Basrî'ye de sorulmasini, onun derin ilim sahibi oldugunu söylerdi (Ibni Sa'd, a.g.e., s. 128).
Insanda bir irade hürriyetinin mevcudiyetini, buna bagli olarak da hayir ve serrin islenmesinde kisinin tamamen hür oldugunu kabul eden zühd ve takvâ önderi Hasan-i Basrî, persembe aksami vefat etmis ve cuma günü defnedilmistir (110/728). Halkin cenazesine katilmasi muhtesem olmus ve rivâyete göre o gün camide ikindi namazi kilinamamistir (Osman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüsleri, D.E. Ü.ilâhiyet Fak. Dergisi, II, izmir- 1985).
Hasan-i Basrî'nin çesitli konulardaki görüslerini söylece özetleyebiliriz:
Hasan-i Basrî, "Allah, mahlûkati ve tabiati yaratti. Hersey yaratilisina uygun olarak hareket eder" demekle kadere inancini açiklayip, Kaderiyye gibi düsünmedigini belirtir ve günâhkâr mü'minin, münâfik oldugunu söyler.
Ibâdet hayatinda bütün kaide ve emirlerin siki sikiya tatbik edilmesini ister. Nifak ve riyâya siddetle düsman olup, amelde ihlâsin bulunmasi gerektigini söyler. "Biz insanin dindarligini sözleriyle degil, fiiliyatiyla anlariz" diyerek de uygulamaya önem verdigini belirtir.
O'nu da "eski"ye özlem içinde görmekteyiz. "Eskiden dünya ehli fânî mallarini, ilimleri için âlimlere sarfediyorlardi. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanin menfaati, onlarin fânî mallari için kullaniyorlar. Dünya ehli mallariyla, alimlerden yüz çevirdi ve onlarin ilimlerinden mahrum kaldi. Çünkü alimlerin verdigi hükümlerde talihsiz sonlarini gördüler" der.
Gerçek fakîhin, takvâ sahibi oldugunu, kimseden himmet beklemedigini, kimseye hakaret nazariyla bakmadigini, ilmine karsilik bir dal bile beklemedigini, çesitli sözlerinde belirtmektedir.
Hasan-i Basrî, sûf giyenleri tenkid eden bir sûfî olup, Basra'dakilerin ilki degildir. O'nun zühd anlayisi, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklasma ve Allah askina dayanmaktadir. "Tefekkür, sana iyi ve kötü fiillerini gösteren bir aynadir";
"Mü'min, daima nefsinin hâkimidir. Onu Allah için inceler. Dünyada nefsini murâkabe edenlerin hesabi, âhirette kolay olacaktir. Kendilerini murâkabe ve muhâsebe etmeyenlerin hesabi da zor olacaktir" dedigi bilinmektedir.
O, karsisindakileri egitmek için sorular sorar, gerçekleri bizzat kendilerinin bulmasini isterdi. Çünkü kisilerin yalniz ölüp, yalniz gömüleceklerini, yalniz dirilip, yalniz baslarina hesap vereceklerini beyanla herkesin kendisine dönmesinin önemine isaret ederdi. Ona göre, düsüncesini âhiret üzerine yogunlastiranlarin, dünyadan ve fânî seylerden sevgisini kesmeleri ve her iste Hazret-i Peygamber'in yolunu izlemeleri sarttir.
Hasan-i Basrî, hüzünlü olmayi kendine siâr edinen bir sûfi olarak temayüz etmistir. Dünyadan kaçis, zâhidâne bir hayat, nefsinden hiçbir zaman emin olmama, iste bunlarin hepsi, O'ndan hükmün kaynagini teskil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde "uzun hüzün, iyi amellerin kaynagidir" demektedir" "Yaptiklarinin cezasi olarak, bundan böyle az gülsünler, çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/82) âyetinin isaret ettigi emir çerçevesinde fazla gülmemeyi ögütler, fazla gülmenin kalbi öldürdügünü söylerdi. Kisi bir bütün olarak Kur'ân-i Kerîm'e uygun hareket ederken, en küçük kötülükten çekinir, her konuda çok titiz olursa o, verâ sahibi olmus olur. Bunu, Hasan-i Basrî'de su ifadelerle billurlasmis görüyoruz.
"Amellerine bak, onlari incele. Çünkü birbirinden kesin sinirlarla ayrilan hayir ve ser tartilacak. En küçük bir hayiri degersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülügü zararsiz sayma, ahirette aleyhinde olacaktir." Hasan-i Basrî'de Allah aski (muhabbettullah) zirvededir. Bunu, hadîsi kudsîden aldigi güçle saglamistir. "Bana, kendilerine farz kildigim seyleri edâ ettigi gibisi ile yaklasani yoktur. Eger kul, bana nâfile ibadetlerle yaklasirsa ben onu severim. Ben onu sevince de, onun kulagi, gözü, eli, dili ve ayagi olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konusur, benimle tutar ve benimle yürür" (Buhârî, Rikak, 38). O'na göre Allah aski manevî hayatin en yüksek noktasidir. Çünkü bu ask, Allah'a dogru yükselisin meyvesidir.
Cennette Allah'in zâtinin ihatasiz olarak görülebilecegini kabul eder. iyiligi emir kötülügü nehyetmek kurali, O'nun hareket noktasini olusturmaktadir.
Tefsîr ve hadîste tenkid edici fakat gerçekçi bir görüse sahiptir. Müslümanlarin ibâdetlerinde mevcûd Israiliyyat'i biliyor ve onlari bu yanlis inançlardan kurtarmak için, korkusuzca mücâdelesini sürdürüyordu. Bunun yaninda isyan etmeden, halifelere bile açikça hatalarini söylemekle, cesaret örnegini göstermistir. Haccâc b. Yûsuf'un zulmüne karsi, ona kafa tutmustiir. Rûhu sâd olsun... (Hayranî Altintas, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi, ilâhiyet Fakültesi,1986, s. 61-65).
Hasan Fehmi KUMANLIOGLU
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
besmele5.gif


Fethin görünmez mimari Aksemseddin Hazretleri

Aksemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladindan, Sihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur. Babasi Seyh Hamza (Kurtbogan adiyla meshurdur) âlim biridir ve oglunu mükemmel yetistirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hizli ilerler ve genç yasta müderris olur. Osmancik medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatiri sayilir bir âlimdir, ancak isin hâkikatina varmak ister. Bunun tek yolu vardir ”ledün ilminde mütehassis bir velinin” huzurunda diz çökmek.

Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklasir. Bunlardan bir
osman002.jpg
tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Digeri Ankara’daki Haci Bayram-i Veli. Aksemseddin yakindan baslar. Önce Ankara’ya gider. Ancak Haci Bayram Hazretlerini kapi kapi teberrû toplarken görür ve yikilir. Nedenini, niçinini sormaz bile, oraciktan döner, yürür Hâlep’e. Ancak yolda gördügü rüyalarda, nasibinin Haci Bayram elinden oldugu isaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandiginda izi vardir boynunda. Saskinlik ve pismanlik içinde Ankara’ya döner. Yüce veliyi orak tirpan çalisirken bulur. Mübârek garibin birine yardim eder ki kan ter içindedir. Aksemseddin bin pismandir, boyun büker... Ve kavusur affa.


Haci Bayram Hazretleri bu mütevazi talebesini çok sever, O'na hususi bir ihtimam gösterir. Aksemseddin ayrica iyi bir hekimdir de. Pastör’den asirlar evvel hastaliga sebep olan mikroplari ve karantinanin mantigini anlatir. Hatta o yillarda ”seretan” adiyla bilinen kanseri teshis eder.

Istanbul’un kusatildigi günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardir, ancak Aksemseddin’le aralarinda anlatilmaz bir muhabbet baslar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kani kaynar.

Istanbul gibi bir sehri almak kolay degildir. Dev surlar, haçli yardimlari, derin hendekler, asilmaz zincirler, Rum atesi denen bela ve güçlü düsman. Bunlar bilinen seylerdir ve Fatih herbirine tedbir düsünür.

YEMEGI IÇMEYI UNUTUR
Ancak, bazi komutanlar (ki bir çogu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açiktan açiga ”Bu devletin askerine, akçesine yazik degil mi canim?” derler, ”Maceranin sirasi mi simdi?”

Genç sultani Bizansla bogusmak degil, yanindakilerle ugrasmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dagitir. Kendini fena yipratir. Geceler boyu aglar ki yastigi hiç kurumaz. Muhasara baslayali 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur . Rumlar yikilan surlari aninda yapar, o acaib atesleri ile zemini degil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yigitler ardarda düserler topraga. Sultan Mehmed kalabaliklar içinde yalnizdir. Hatta zaman zaman kusatmayi kaldirmayi düsünür.

Aksemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. ”Sakin ha!” der, ”Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hizir Aleyhisselam’dan alir. Zaferden zerre kadar süphesi yoktur. Sehir düsünce, Fatih derin bir nefes alir, büyük güç ve itibar kazanir. Genç sultanin simdi tek arzusu vardir. Mihmandâri Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak.

Aksemseddin Hazretleri kusatmanin sürdügü siralarda türbenin bulundugu noktaya bir nur indigini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kisa bir murakabenin ardindan iki çinar dalini topraga diker ve kendinden emin bir ifadeyle. ”Büyük sahabe bunlarin arasinda yatiyor!” der. Ancak etraftan ”ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padisaha akil ögretirler. ”Bu dallari baska bir yere diktir bakalim” derler, ”ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk isaret edilen yer kaybolmasin diye mührünü gömdürür. Ama Aksemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdigi noktaya yönelir. Hatta bir ara durur ”Sultanimizin mührü” der, ”Ne ariyor orada?”

Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartisilacak, süpheye mahal birakmaz. ”Kazin!” buyururlar. Topragin bir kulaç altindan yesil somaki bir tas çikar. Üstünde kûfi harflerle ”Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazilidir. Kalabalik bir hos olur. Derhal türbe ve mescid hazirliklarina girisirler.

KAÇIS
Günler geçer, Fatih, Aksemseddin Hazretleri’ne sikça gelip gitmeye baslar. Öyle ki devlet isleri oyuncak gelir gözüne. Sarayi, otagi birakip dösegi tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün ”N’olur” der, ”Beni de dervisleriniz arasina alin”.

Aksemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddilesir, celalli bir edayla ”Hayir!” der, ”Osmanogullarinin dervise degil, sultana ihtiyaci var!”
Ama Sultan Mehmed’i iyi tanir. Yine gelecek, hem bu kez israr edecektir. Buna firsat vermez. Pilisini pirtisini toplamadan uzaklasir Istanbul’dan. O yillarda kus uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Tarakli’ya çekilir, sonra Göynük civarlarina yerlesir, kendi halinde talebe yetistirir. Ama dualari Fatih’le birliktedir.

Göçemedin gitti yani...
Aksemseddin Hazretleri birgün oglunu (4 yasindaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanimina döner. ”Biliyor musun?” der, ”Aslinda dünyanin mihneti, zahmeti çekilmez ama suncagizin yetim kalmasina dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanimi omuz silker. ”Amaaan efendi” der, ”sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek "Iyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helallesir ve mescide çekilir. Talebelerine ”okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanir, yüzü aydinlanir. Kollari yana düser ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarina. Müridleri eve kosarlar ”Basiniz sagolsun.” derler, "Efendi göçtü!"
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
EBU YÛSUF
(113/731-183/798)


besmele2.gif
Hanefî mezhebinin imami Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihi.
Adi Ya'kub b. Ibrahim el-Ensârî'dir. Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yilinda Kûfe'de dogdu. Yûsuf adli bir oglu bulundugu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babasi) lakabiyla meshur oldu. Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardimiyla ilim tahsiline basladi.
Atâ b. es-Sâib, Muhammed b. Ishâk b. Yesâr ve Leys b. Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafizi'' oldu. Ebû Ishâk es-Seybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b. Said el-A'mes gibi fâkihlerden ders dinledi. Ibn Ebî Levlâ'nin önemli fikhi problemlerde Imâm-i Azam'in ictihadlarina basvurdugunu görünce, ondan ayrilarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye basladi. Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulasti. Ebû Hanife onun için söyle demistir: "Hem bas kadiliga hem fetvâ makâmina lâyik iki talebem vardir. Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzi, Menâkibu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125). Ebû Hanife'nin derslerine onalti yil devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b. Ishâk'tan Islâm Tarihi (Megazî) okudu. Ebû Hanife'nin 150/767 yilinda vefâti üzerine Bagdad'a geldi. Halife Mehdî tarafindan kadi tâyin edildi. Hâdi ve Harun er-Resid devirlerinde de kadilik yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadilar kadisi-Bas kadi)" ünvânini aldi. Onalti yil kadiliktan sonra, 183/798 yilinda vefâti üzerine yerine oglu Yûsuf kadi tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; Ibn el-Imâd, Sezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; Ibnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s.295).
Ebû Yûsuf güçlü hukuk mantigi ve ince zekâsiyla kendisine gelen fikih problemlerini rahatlikla çözüyordu. Bir gün Harun er-Resîd, "Bu gece ülkemde yatarsam benden üç talak ile bos ol" diyerek hanimi Zübeyde'yi bosadi. Fakat sonradan pisman olarak âlimlerden fetvâ istedi. Ebû Yûsuf Kur'ân'daki bir âyete dayanarak "Câmilerde yat, çünkü câmiler senin degil Allah'indir" dedi (el-Cin, 72/18).
Taberî, Ebû Yûsuf'un re'ye fazla basvurmasi, Sultan'a yakinligi, kadilik yaparken yöneticileri memnun etmek için çalistigindan dolayi bazi ulemânin ona karsi hadis rivâyetinde çekingen davrandigini söylemektedir (Ibn Abdilberr, el-Intikâ, s.173). Ebû Yûsuf ikinci fukahâ tabakasindan sayilmistir. Imam, örf âdet ve toplumsal sartlarin degismesi sebebiyle, nasslarin hayâttâki bütün ayrintilari kapsamadigini, dolayisiyla zaman, zemin örf ve âdet ortaminin degismesiyle hüküm ve ictihadlarin da degisebilecegini savunmustur. Bu bakimdan nasslarin tesrî hikmetini âdet ve toplumsal sartlarin, sosyal degismenin yönünü iyi degerlendirerek, yeni olaylar karsisinda nasslarin ruhunâ uygun fetvâlar vermistir. Böylelikle o, nasslarin hükmünü hâdiselere uygulamis ve yeni olaylar karsisinda dinî tesrîden ayrilmadan meselelere ictihadla çare bulmustur. Bazi fakîhler Rasûlullah'in hadisinin lâfzina baglanarak, bugday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle her zaman ölçülerek satilacagini, aralarindaki esitligin tarti ile degil, ölçü ile tesbit edilecegini ileri sürmüslerdir (Ibn Âbidin, Nesru'l-Âf fî binâi Ba'zi'l-Ahkâm ala'l-Urf, Mecmûatü'r-Resâil içinde, II, 125). Halbuki Imam Ebû Yusuf alis-veriste artik teâmül haline gelen altinlar arasindaki esitligin ölçü ile, bugdaylar arasinda da tarti ile tesbit edilecegine dair hüküm vermistir (Ibn Âbidin, a.g.e., 118). O bu ictihadi ile nassa muhâlefet etmemis, zikredilen hadisin vürûdu zamaninda bahis konusu ölçü ve tarti meselesinin o günkü sartlarin ürünü oldugunu bu yüzden de hükmün o sartlara göre konuldugunu söylemistir. Sonraki yillarda tarti ile satilan seyler eger o zamanki ticârî ortamda da cârî olsaydi, hüküm de ona göre olacakti. Ibn Âbidin (v. 1252/ 1836) altin ve gümüs paranin ondokuzuncu yüzyilda artik tarti ve ölçü ile degil, sayilarak mübâdele edildigini belirtmis ve Ebû Yûsuf'un büyük bir ribâ kapisini kapatmis oldugunu söylemistir (Ibn Abidin, a.g.e., 1 18). Fikhi hükümlerin çogu nasslarin açik dalâletinden degil, kapali delâletinden istinbat veya kiyas yoluyla elde edilmistir. Ictihad iste burada sözkonusu olmakta ve müctehidler, yasadiklari ülke ve zamanin icaplarini gözönünde bulundurarak kati ve donuk nasslastirma yoluna gitmemisler, böylelikle kolayligi güçlestirmemek suretiyle de din ile hayatin arasinin kopmasina mani olmuslardir. Ebû Yûsuf bu alanda üstadi Ebû Hanife'yi de geçmis, hattâ çogu meselede ona muhâlefet etmistir ve kendi zamaninda ortaya çikan örf ve âdet hukukuna uygun olarak kendisi ictihad yoluna gitmistir. Meselâ Ebû Hanife zamaninda toplumda ahlâk bozuklugu yoktu ve Imam bu nedenle açik adaleti öngörmüstü. Halbuki Ebû Yûsuf zamaninda ahlâk bozuldugundan o da Ebû Hanife'nin fetvasiyla degil, kendi ictihadiyla amel etmistir. Yine, Hz. Ömer'in Hayber'den hissesine düsen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivâyetini ögrenen Ebû Yûsuf, vakiflarin satilmasinin câiz oldugu görüsünü savunan üstâdi Ebû Hanife'nin görüsüne karsi söyle demistir: "Bu, (Hz. Ömer'in icraati) muhâlefet edilmesi mümkün olmayan bir husustur. Eger Ebû Hanife bunu duymus olsaydi onu kabul eder ve ona muhalif bir görüsü ileri sürmezdi." Iste bu büyük imamlar, böylesine genis bir istinbat özgürlügünü gelistirmisler, üstelik kati bir mezhep taassubunu da savunmadan ve ayni mezhep içerisinde veya farkli mezheplerde de olsalar daima birbirleriyle görüs ve rey alisverisinde bulunarak ümmetin sorunlarini gidermeye çalismislardir. Hanefi mezhebinde yakin zamanlara kadar, hattâ günümüzde de fetvâlarin çogu, Ebû Hanife'den ziyade Ebû Yûsuf ile Imam Muhammed'in görüsünce verilmektedir. Çünkü büyük imamin mezhebini tedvin eden bu iki talebesidir ve birçok görüs ve ictihadini gelistiren de yine onlardir.
"Müslüman nerede bulunursa bulunsun Islâm hükümlerine baglidir." diyerek hocasina muhâlif kalan Ebû Yûsuf'tur. O bu görüsüyle hükümlerin sahsiligi ilkesini kabul etmistir. Yani bir hüküm yalniz Islâm ülkesinde degil, her yerde yasayan müslümanlara tatbik olunacaktir. Bir Islâm ülkesinin harp ülkesi haline gelmesi için orada küfür ahkâminin uygulanmasi yeterlidir diyerek hocasina muhâlif kalan yine Ebû Yûsuf'tur... Bu genislik ve kolaylik, bu ihtilâfin rahmeti sünnettir, izlenen usul de sünnetten alinmistir.
Imam Ebû Yûsuf ictihadlarinda hadîse önem vermekle birlikte, daha çok re'ye bagli idi. Hakkinda nass bulunmayan meselelerde sahâbe'nin sonra da Ebû Hanife'nin içtihadlarina basvurur, eger bunlarda bir çözüm bulamazsa, kendi re'yi ve kiyasi ile hareket ederdi. Hanefi fikhi, Ebû Yûsuf sayesinde yayginlasmistir. Çünkü o, kadilik görevini üstlenmekle Hanefi mezhebinin bizzat uygulanmasini saglamistir. Kadiligi sirasinda halkin çözülmesi gereken problemleri ile karsi karsiya gelmis, bunlari çözme yollarini arastirmistir. Bu yüzden onun istihsanlari ve kiyaslari bizzat hayattan alinmistir. A'mes ve Imam Mâlik'ten hadis ögrendi. Yahya b. Mâin ondan hadis rivâyet etti. Hanefi fikih usûlüne ait ilk eseri o yazdi (Osman Keskioglu, Fikih Târihi, Ankara 1980, 82-86).
Ebû Yûsuf'un bilinen eserleri sunlardir: Ihtilâfü'l-Emsâr, Edebü'l-Kâdi alâ Mezhebi Ebî Hanife, E'mâli Fi'l Fikh, Kitâbü'l-Büyû', Kitâbü'l-Cevâmî, Kitâbü'l-Hudûd, Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'r-Red alâ Mâlik b. Enes, Kitâbü'z-Zekât, Kitâbü's-Salât, Kitâbü's-Siyâm, Kitâbü's-Sayd ve'z-Zebâih, Kitâbü'l-Gasb, Kitâbü'l-Fevâiz, Kitâbü'l- Vesâyâ, Kitâbü'l-Vekâle, el-Asl, Kitâbü'r-Red alâ Siyeri'l-Evzâî, Imlâ.
Imam Ebû Yûsuf'un hocalari arasinda, Ebî Leylâ, Ebû Hanife, Mâlik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, Ismail b. Uleyye, Ibn-Cureyc, Hasan b. Dinar, Hanzala b. Ebû Süfyân, Hisâm b. Urve, Ebû Ishâk es-Seybâni, Süleyman et-Temîmi en meshurlaridir (ö.Nasuhi Bilmen, Istilâhât-i Fikhiyye Kâmusu, I, 392). Ebû Yûsuf'un Kitâbu'l Harac'i, Muidzâde (H. 982) ve Rodosluzâde Muhammed (1113/1701) tarafindan Türkçe'ye tercüme edilmis, Ali Özek tarafindan da yeni Türkçe'ye çevrilmistir (1970). Eserin Fransizca tercümesi 1921'de, Ingilizce tercümesi de 1958'de basilmistir. Kitabin 1896'da basilan bir edisyon-kritigi de vardir. Ebû Yûsuf'un yazdigi ve Imam Muhammed'in tertipledigi "el-Mebsut", Hanefi fikhinin basta gelen kaynaklarindandir. Kitabin çesitli bölümleri ayri ayri yazildiktan sonra biraraya getirilmistir. El-Câmiu's-Sagir (hâsiye) de bin besyüz küsûr fetvayi kapsar. Eskiden kadilarin bu kitabi ezbere bilmeden tâyin edilmedikleri söylenmistir. el-Cüzcânî'nin düzelttigi el-Mebsut bugün için de en iyi basvuru kaynagi sayilmaktadir. Islâmî toprak hukukunda Ebû Yûsuf'un tesiri görülmektedir. Metruk arazinin ikta olarak verilmesi sisteminin asr-i saâdette uygulandigini belirten, Hz. Peygamber'in topraklari çesitli kimselere verdigini, halifelerin de gayrimüslimlere Islâm'i sevdirmek ve bos kalan topraklari ektirmek için ayni siyaseti devam ettirdiklerini söyleyen Ebû Yûsuf, Hz. Peygamber'den su hadisle sonuca varmistir: "Metruk arazi, Allah'a ve Peygambere sonra da size aittir. Bir kimse sonradan bunlari ihyâ ederse bu onun mali olur, fakat onu ekmeden üç yil birakan kimse bu hakkini kaybeder" (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, 66 vd.).
Halife Harun er-Resid için yazdigi bu kitabinda Ebû Yûsuf devletin maliyesi ve gelir kaynaklarini tafsilatiyla yâzmistir.
Fikih bâblarina göre tertipledigi Kitâbu'l-Asâr'i ise, Ebû Hanife'nin müsnedidir. Ebû Hanife'nin rivâyet ettigi hadislerle, hükümlerinde dayandigi hadisler, hadis sartlarini, Tâbiînin Kûfe ve Irak fukahâsindan seçilmis fetvâlari bu kitapta bulmak mümkündür.
"Ihtilâfu Ebu Hanife ve Ibn Leylâ" adli kitabinda da, bu iki imamin ihtilâf ettikleri meseleleri ele almistir. Kitabi Imam Muhammed rivâyet etmistir. Bu kitap Imam Muhammed'in eseri sayilmistir. Kitap o çagdaki imamlarin ihtilâfini nakletmesi bakimindan degerlidir .
Harb ahkâmi, emân verme, mütâreke, ganimet ahkâmi konularinda Ebû Hanife'ye muhâlefet eden Evzaî'ye karsi yazdigi "Kitâbu'l-Red alâ Siyer-i Evzâî" adli kitabinda Evzâî'nin görüslerini reddetmektedir. Kitap ayni zamanda hadis ehli ile rey ehli arasindaki ihtilâflari da ihtiva etmektedir.
Sâmil Islam Ansiklopedisi

 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
kaaba2.jpg
MUHAMMED BIN HASAN es-SEYBANI

Hanefi mezhebinin üç büyük Imamindan biri. Eserleriyle Hanefiligin sistemlesmesinde ve yayilmasinda etkili oldu. Ebu Yusuf'la birlikte, kendisine Hanefi mezhebinin iki Imami anlaminda "Imameyn" denir.
Adi Muhammed, künyesi Ebu Abdullah'dir. Babasi Hasan b. Farkad'dir, Benî seyban'larin azatlisi oldugu rivayet edilir. Hasan b. Farkad, sam dolaylarinda Haksati köyündendir. Daha sonra Irak'a yerlesti. Oglu Muhammed, 132/749 da Vasit'da dogdu. Kufe'de yetisti. O tarihlerde Kufe, fikih, dil ve gramer ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Muhammed b. Hasan'in kültürünün olusumunu hazirlayan bu çevre, onun dil, fikih, siir ve hadis'e yönelmesine de neden olmustu.
Babasindan otuz bin altin miras kalmasi, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylastirmis ve bütün servetini bu ugurda kullandi. Muhammed b. Hasan, birçok bilginden ders aldi. Küçük yasta Ebu Hanife'nin derslerini takibe basladi. 150/767'de Ebu Hanife'nin ölümü üzerine, fikih tahsilini Ebu Yusuf'tan tamamladi. Imam Muhammed b. Hasan, Ebu Hanife'nin öldügü tarihte on sekiz yasindaydi. Ali el-Kâri, Imam Muhammed'in Ebu Hanife'nin akrabasindan oldugunu rivayet eder (Sava Pasa, islâm Hukuku Nazariyati, I, 97-100).
Muhammed b. Hasan, çesitli yerlere seyahatlerde bulunarak birçok bilginle görüstü. sam'da Evzai'nin, Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin, Horasan'da Abdullah b. Mübarek'in yanina giderek bunlardan ilim tahsil etti. Basra'da da birçok ilim ehlinden ders aldi. Bu seyahatlarinin en önemlisi, Medine'ye olanidir. Imam Muhammed burada üç yil Imam Malik'in derslerine devam etmis ve defalarca Muvatta'yi kendisinden dinlemisti.
Medine'deki bu tahsiliyle Muhammed b. Hasan, Rey ehlinin usulüyle, hadis ehlinin usulünü birlestirdi. Irak'a döndügünde söhreti her tarafa yayildi ve kendisine talebe akini basladi. Bu talebelerin en önemlilerinden biri Esed b. Furat'tir. Daha önce Imam Malik'den ders alan Esed, Imam Muhammed'e gelerek talebelik yapti. Daha sonra Afrika'ya dönüp Muhammed b. Hasan'in etkisiyle Afrika ve Magnb'de Ebu Hanife'nin fikhî ictihatlarini ve görüslerini halka anlatti. Bir diger önemli talebesi ise, Imam safiî'dir. Imam safiî, Imam Muhammed'den ilim tahsil etti ve onun eserlerini istinsah etti (Siyeri Kebir Ter. ve serhi s.12). Diger önemli talebeleri ise, Ebu Hafs el-Kebir, Süleyman el-Ctircani, Ebu Ubeyd Kasim b. Sellam, Yahya b. Eksem, ismail b. Tevbe gibi bilginlerdir. Hanefi mezhebi ilk yayilmasini Imam Muhammed b. Hasan ile Imam Ebu Yusuf'a borçludur. Çaginda yayginlasan problem ve tartismalara Imam Muhammed de katilarak, görüslerini açikladi. Imam Muhammed'in kültürü, Arap dilindeki mahareti ve fikihtaki derinligi bütün açikligiyla eserlerinde kendini gösterir.
Imam safiî, Imam Muhammed'den çok istifade ettigini belirtip, ondan aldigi ilim ile bir çok kitap yazdigini ifade eder (ibn Nedim, el-Fihrist, s. 295). Nafi de, Imam Muhammed'in insanlarin en fasihi oldugunu söyleyerek, onun dil sahasindaki bilgisine dikkat çeker (ibn Abdilber-el-intika, s.174).
Imam Muhammed'in Abbasi halifeleri ile iliskisi olmakla beraber, kendisinin ve ilmine haysiyetini daima korudugu belirtilir. Hükümdarlarin önünde egilmezdi ve onlara yüzsuyu dökmezdi (Hatib el-Bagdadi- Tarihu Bagdad, II, s.173).
Harun Resid, baslangiçta kadilik görevini kabul etmedigi için Imam Muhammed'i iki ay hapsetti. Daha sonra Imam Muhammed bu kararindan vaz geçince, geçici bir müddet için bassehir yapilan Rakka'ya kadi tayin edildi (Sava Pasa, islâm Hukuku Nozariyati, I, 97-98).
176/792'de Zeydi Imam Yahya b. Abdullah'in isyani meselesinde, Harun Resid, Imam Muhammed'le istisare etti. Bu istisarenin sonucu olarak Halifenin güvenini kaybetti ve Ali ogullari taraftari olmak süphesi altinda kaldi. Eserleri teftis edilerek, isyana sürükleyen parçalarin olup olmadigi kontrol edildi ve bu arada da kadilik görevinden de azledildi (Taberi, Tarih, el-Ümam..., III, 619).
Imam Muhammed, kadiliktan azledildikten sonra,189/805 yilina kadar Bagdad'da kaldi. Bu arada Halifeyle aralari düzeldi ve yeniden göreve getirilerek Horasan kadiligina tayin edildi. Ayni yil içinde de Rey civarinda vefat etti (el-Kerderi-Menakibu'l-Imamil-A'zam, II,187). Ayni gün Kisaî de vefat etmisti. Harun Resid; "Bugün Arapça ve fikih defnedildi" diyerek kaybin büyüklügünü dile getirdi (Hayreddin Karaman, islâm Hukuk Tarihi, s. 96).
Imam Muhammed'in Fikihtaki degeri özellikle iki yönde ortaya çikar. Birincisi; eserleri ile Ebu Hanife'nin mezhebinin yayihnasinda talebelerinin en etkilisi olmasi ve ikinci asir fakihleri arasinda en çok eser vermesidir. (Imam Muhammed'in görüslerindeki asalet, onu özel bir mezhep sahibi haline getirmektedir.) ikincisi ise, bir çok büyük bilgini etkilemesidir. Sözgelisi el-Müdevvene, el-Esediye, el-Ümm ve el-Hücce gibi Fikih kitaplarinin sahipleri ondan etkilenmisler, eserlerini onun kitaplari isiginda yazmislardir.
Hanefi mezhebi usulünde, Imam Muhammed ile Imam Ebû Yusuf'un görüsü bir konuda birlestiginde, Imam Ebu Hanife'nin görüsü tercih edilerek, o konuda Hanefi mezhebinin görüsünü temsil eder.
Imam Muhammed'in fakihler tabakasindaki yeri hakkinda farkli görüsler ileri sürülür. ibn Âbidin fakîhleri yedi tabakaya ayirarak, Imam Muhammed'i ikinci tabakadan sayar. Buna göre Imam Muhammed mezhepte müctehiddir. Fakat bu görüs umumiyetle kabul görmemistir. Çünkü Imam Muhammed, Ebu Hanife'y,i veya bir baska müctehidi taklid etmemistir. Görüslerinde tamamen müstakil oldugu için mutlak müctehid kabul eden bilginler daha çoktur (M. Ebu Zehra. Ebu Hanife, s. 653-657).
Kadilik yaptigi için fikhi pratik alanda uygulama imkâni bulmustur. Irak ve Hicaz ekolüne mensup ilim adamlarindan ders aldigi için bu iki ekol arasindaki görüs ayriliklarini azaltmistir. Fikha büyük hizmeti geçmis hatta, "fikhi Abdullah b. Mes'ud 32/652 ekti, Alkame (62/681) biçti, ibrâhim en-Nehaî (ö. 95/713) harman yapti, Ebû Hanîfe ögüttü, Ebû Yusuf hamurunu kardi, Imam Muhammed pisirdi. Diger insanlar hazir yiyorlar" sözü meshur olmustur (Osman Keskioglu, Fikih Tarihi ve islâm Hukuku, Ankara 1980, s. 106).
Eserleri:
Imam Muhammed'in lisani kuwetli ve kalemi akici idi. Kolay yazardi. Hanefi fikih meselelerini toplayip sonraki nesillere aktaran o olmustur. Degerli eserler birakmis, hemen hepsi de zamanimiza kadar intikal etmistir. Eserleri genel olarak iki kisma ayrilir:
A- Zâhiru'r-Rivâye: Bunlar alti tanedir.
1- el-Mebsût, buna "el-Asl" da denir.
2- ez-Ziyâdât,
3- el-Câmiu's-Sagîr
4- el-Câmiul-Kebîr
5- es-Siyeru's-Sagîr
6- es-Siyeru'l-Kebîr.
Bunlarin hepsinde fikih (islâm Hukuku) ile ilgilidir. Bu kitaplari Imam Muhammed tevâtür yoluyla Ebû Hanife veya Ebû Yusuf'tan rivâyet ettigi için "açik rivâyetli, rivâyetinde süphe olmayan" anlaminda "Zâhiru'rrivâye" denilmistir. Kendisinin görüsleri de bu kitaplarda bulunmaktadir. Bu alti kitab içindeki konular Hanefi fikhinin temelini teskil ettigi için bunlara "el-Usûl" ismi de verilmistir (Bu eserlerine dünya kütüphanelerinde bilinen nüshalari için Brockelmann'in "Gal"ina ve Fuad Sezgin'in, "Gas''ina bk.).
Zâhiru'r-Rivâye kitaplari, Hakim es-sehîd Ebul-Fadl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafindan kisaltilarak bir araya getirilmis ve eser "el-Kâfi" adini almistir. Bu kitap, kendi devrinde Hanefi mezhebinin görüslerini, fürû meselelerini ögrenmek isteyene yeterli kabul edilmistir. Bu müellifin "el-Müntekâ"adinda bir eseri daha vardir ki, nevâdir meselelerini de içine alir.
"el-Kâfi", daha sonra, Ebû Bekr Muhammed semsü'l-Eimme es-Serahsi (ö.490/1097) tarafindan serhedilmis ve el-Mebsût " isimfi bu eser otuz cilt halinde basilmistir. es-Serahsi, bu eserinin bir bölümünü zindanda iken ögrencilerine yazdirmistir.
Hanefi mezhebinde el-Mebsût adini tasiyan baska eserler de vardir. Diger Mebsûtlar sahibinin adlariyla anilirlar. Bunlar, Imam Muhammed'in el-Mebsût isimli eserinin serhidir. Diger mezheplerde de Mebsût isimli eserlere rastlanir. es-Serahsî'nin el-Mebsût'u Hanefi fikhinin en muteber kitaplarindan biridir. Meselelerin dayandigi deliller zikredilir, münakasasi yapilir. Önemli noktalarda diger mezhep görüsleriyle karsilastirmali incelemeler yer alir. Konularin islenisinde görülebilen daginiklik, son yillarda çikarilan el-Mebsût Fihristi ile giderilmeye çalisilmistir.
B- Nâdiru'r-Rivâye Kitaplari:
1- Keysâniyyat kitabi. Imam Muhammed'den suayb b. Süleyman el-Keysâni rivayet ettigi için bu ad verilmistir.
2- Hârûniyyât. Harûn er-Reside takdim edildigi için bu ad verilmistir.
3- Cürcâniyyât. Cürcan'da yazildigi veya Ali b. Salih el-Cürcânî rivayet ettigi için bu ad verilmistir.
4- Rakkiyât. Imam Muhammed Rakka kadisi iken kendisine gelen meseleleri içine almaktadir.
5- Ziyâdetü'z-Ziyâdât ez-Ziyâdât'in tamamlayicidir.
Bu kitaplara Nevâdiru'r-Rivaye veya Gayru Zâhiri'r-Rivâye denilir, çünkü bu kitaplarin rivayeti tevatür derecesine ulasmamistir.
Bu kitaplarda da Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve kendisinin görüsleri bulunmaktadir.
Bunlarin disinda
1- Er-reddû alâ Ehlil-Medîne. Ebû Hanife'nin reyleriyle Medine'lilerin reylerinin münakasasini yapar.
2- Kitâbu'l-Asâr: Bu eserinde, Ebû Hanîfe'den rivayet etmis oldugu merfû, mevkûf ve mürsel hadisleri toplamistir (M. Ebu Zehra, Tarihu'l-Mezâhibi'l-islâmiyye, Kahire, t.y., s. 171,172; ez-Zühaylî, el-Fikhu'l-islâmî ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 30; Osman Keskioglu, a.g.e., s. 95, 96; Ali safak, Islam Hukukunun Tedvini, Erzurum 1978, s. 87 vd.; islâm Medeniyeti Dergisi (Muhammed es-seybânî Özel Sayisi)sy: 20; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islâm Hukuku, istanbul 1983, s. 74, 75; i.A. "es-seybanî" mad.).
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Imam Et- TABERÎ
(224/838 - 310/923)


besmele1.gif
H. III-IV (M.9-10) asirlarda yetismis, fikih, hadis, tarih, dil, tefsir ve kirâat ilimlerinde otorite olmus âlim.
Tam adiyla Ebû Cafer Muhammed ibn Cerîr et-Taberî. Taberistan'in mul sehrinde 224/838 yili sonlarinda dünyaya geldi, ilk tahsilini burada yapti. Yedi yasinda hafiz oldu, dokuz yasinda hadis ezberlemeye basladi.
Ilim tahsili için Rey, Basra, Kûfe, Medine, Suriye ve Misir gibi sehir ve ülkeleri dolastiktan sonra, hilâfet merkezi olan Bagdad'a yerlesti. Kaynaklar onun hocalari ve talebeleri için uzun bir liste vermektedir. Zamaninda hadis, fikih (Hanefi, Sâfiî ve Mâlikî fikihlari), kirâat, tarih ve edebiyat sahalarinda meshur olan birçok âlimden ders aldi, yetistikten sonra da bütün bu ilimlerde eserler verdi. Kirk sene süreyle, her gün kirk varak yazmak suretiyle, son derece hacimli eserler meydana getirdi.
Zamanindaki birtakim mezhep mensuplarinca Râfîzîlik ve Sîîlikle itham edilmis olmakla birlikte, bu vasiflari yoktur. Bunlar, müfrit ve mezheplerinde mutaassip kimseler tarafindan ortaya atilmis iddialar, hatta iftiralardir. Çünkü, Taberî'nin eserlerinde onun, ne Râfizî ne de Sîî olduguna delâlet edecek ifadeler ve bilgiler ya almaktadir.
Fikihta önceleri Safîî mezhebine mensup iken, sonradan mutlak müctehidlik mertebesine ulasmistir. Kaynaklar onun, Cerriyye adinda sonralari ortadan kalkmis olan bir mezbebin imami oldugunu kaydeder. Onu, Râfizlikle itham edenler de Hanbelî mezhebi mensuplari olup, bu düsmanliklari, Taberî'nin, onlarin imami Ahmed Ibn Hanbel'i bir fikih imami degil de hadis âlimi kabul etmesine kizdiklarindan olmalidir. Kaynaklar Taberî'nin, Ahmed Ibn Hanbel'den ilim almak üzere Bagdat'a geldigini ve fakat ancak onun vefatindan sonra Bagdat'a ulasabildigini, bunun üzerine memleketine dönmeyerek Basra'da tahsiline devam ettigini belirtiyorlar. Bu yüzden iki imam arasinda herhangi bir husumet olmadigi gibi Taberî, Imam Ahmed Ibn Hanbel'in degerini ve mertebesini inkâr etmis de degildir.
Taberî, 310/923 yilinda Bagdat'da vefat etmis ve muhaliflerinin çoklugu sebebiyle, ölümü gizli tutularak geceleyin vefat ettigi eve defnedilmistir. Kabrinin baska yerde oldugu (meselâ Misir gibi) seklindeki haberler ise saglikli degildir. Taberî'ye ait oldugu iddia edilen kabirler ona ait olmayip belki de onun adina kurulmus ziyaret makamlaridir.
Imam Taberî'nin te'lif ettigi eserlerin birçogu kaybolmus ve zamanimiza kadar ulasamamistir. Fakat bize kadar ulasan eserlerinin bile bir ömre sigdirilmasi zordur ve Taberî'nin büyüklügünün en büyük delilidir. Taberî'nin eserlerinden bazilari sunlardir.
1- Târîhu'l-Ümem ve'l-Mülûk: Taberî'nin doguda ve batida hakli bir söhrete ulasmasina ve "Tarihin Babasi" ünvani verilmesine sebep olan genel tarihidir. Taberî bu eserinde yaratilistan kendi zamanina kadar olan olaylari rivayet senedleriyle birlikte kaydetmistir. Tarih ilminde en önemli kaynaklardan biri olarak kabul edilir. Daha sonra gelen tarihçiler onun verdigi bilgileri ya aynen almis, ya da özetleyerek vermislerdir. Birçok dile ve bu arada Türkçe'ye de tercüme edilmistir. Millî Egitim Bakanligi tarafindan Sark Islâm Klâsikleri serisi içinde nesrine baslanan Türkçe tercümesinin basimi henüz tamamlanamamistir.
2- Ihtilâfu'l-Fukahâ: Bu eser Ihtilâfu Ulemâi'l-Emsar f Ahkâmi Serâii'l-Islâm adiyla 1933'de yayimlanmistir.
3- Letâifu'l-Kavl f Ahkâmi Serâii'l-Islâm: Usûl-i fikha dair yazdigi bir eserdir.
4- Kitâbu'l-Kirâât ve Tenzîlu'l-Kur'an.
5- Kitâbu Serhi's-Sünne: Mezhebî ve itikâdî konulari ihtiva eden eser Misir ve Bombay (1321)'da basilmistir.
6- Kifâbu Adâbi Menâsiki'l-Hacc.
7- Kitâbu'l Mûciz fi'l-Usûl.
8- Kitâbu'l-Garîb ve't- Tenzîl ve'l-Aded.
9- Kitâbu Âdâbi'l-Kudât.
10- Câmiu'l-Beyân an (fî) Te'vîli Âyati'l-Kur'an: 270/883 yilinda tamamladigi bu eseri Taberî Tefsiri olarak da bilinir. Taberî, çok meshur bir tarihçi olmasi kadar, "Rivâyet tefsirlerinin anasi" olarak kabul edilen bu tefsiri ile de söhret buldugu için, bu tefsiri hakkinda biraz daha genis bilgi verecegiz.
Taberî Tefsiri
Câmiu'l-Beyân, rivâyet tefsirlerinin ilki ve en önemlisi sayilir. Kendinden sonraki rivâyet tefsirlerinin kaynagi durumundadir. Ancak dirayet tefsiri yönünden de küçüksenemiyecek derecede bilgiler ihtiva eder. Subkî'nin et-Tabakâtu'l-Kubrâ'sinda kaydettigine göre Taberî, bu tefsirini çok uzun kaleme almis ve fakat yine kendisi daha sonra kisaltarak bugünkü hacmine indirilmistir .
Taberî bu tefsire bir mukaddime ile baslar. Mukaddime'de Kur'ân ile ilgili bazi konulara yer verir. Kur'ân'in nâzil oldugu Arapça'nin özelliklerinden ve lehçelerinden söz eder. Tefsir ve Te'vîli açiklar. Kur'an'i, kendi re'yi ile tefsiri yasaklayan hadisleri, pesinden de Kur'an tefsirine tesvik eden hadisleri ve sahabeden Kur'an-i tefsir edenleri zikreder. Tâbiûndan Kur'an tefsiri makbul olanlarla tefsiri kabul edilemeyecek derecede zayif olanlari sayar. Daha sonra Kur'an'in isimlerinin, surelerinin ve ayetlerinin te'vîline geçer.
Taberî, eserine "Tefsir" degil de "Te'vîl" adini vermistir. Ayetleri tefsire baslarken de ayni- isimlendirmeyi sürdürür ve "el-kavlu f te'vli kavlihî Teâlâ" diyerek ayeti zikrederek, sonra o ayeti tefsir eder. O ayetin tefsiri ile ilgili olarak kendine ulasan muhtelif rivâyetlerden birbirini destekleyenleri ayni anlamda olan veya birbirini tamamlayan rivâyetleri pespese senedlerini de zikrederek serdeder. Bu rivâyetlerde "merfû, mevkûf, maktû hadis" (Hz. Peygamber'den, sahâbeden, tâbiûndan nakledilenler) sirasina riayet eder. Eger bu ayetin tefsirinde birden fazla görüs varsa, bu görüsleri ve delilleri olan rivâyetleri ayri basliklar altinda verir.
Ancak o, tefsire dair rivâyetleri saymakla yetinmez; gerek rivâyetlerin senedlerini, gerekse metinlerini tenkide tabi tutar, zayiflik ve kuvvet nokta-i nazarindan inceleyerek aralarinda tercihler yapar.
Ihtiyaç duydugu yerde âyetlerin gramer tahlillerine girisir, âyetlerden çikarilacak fikhî hükümlere, bu fikhî hükümlerin dayandigi delillere temas eder, bu hükümlerden tercih ettiklerine ve tercihine sebep olan delillere isaret eder.
Eserde yer yer kirâatlere, bunlardan sâz* olanlarina da isaret edilir. Kirâat* farkliliklarina göre âyetlerin kazandigi anlamlar da verilir.
Taberî tefsirinde yer yer Isrâiliyyât'a da rastlanir. Bu konudaki rivâyetlerini daha ziyade Ka'bu'l-Ahbâr, Vehb Ibn Münebbih, Ibn Cüreyc ve Süddi'ye dayandirir. Ancak Isrâiliyyât'a dair verdigi haberleri senedleri ile birlikte kaybettigi için bu haberlerin tahkiki ve arastirilmasi daima mümkündür .
Taberî, özellikle kelime izahlarinda, garib lafizlarin tefsirinde eski Arap siirinden büyük ölçüde istifade etmis, izahlarina cahiliye devri siirinden çokça deliller getirmistir.
Câmiu'l-Beyân'da kelâm ve akîde konularinda da azimsanmayacak derecede bilgi vardir. Müfessir, eserinden ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebini destekler; Kaderiyye, Mu'tezile, Mücessime, Müsebbihe gibi ehl-i sünnete muâriz mezheblerin görüslerini reddeden açiklamalara ve te'villere yer verir.
Özetle Ibn Cerîr bu eserinde kendinden önceki müfessirlerin hemen bütün görüslerini, o zamana kadar tesekkül etmis olan Abdullah Ibn Abbâs (öl. 68/687-688), Abdullah Ibn Mes'ûd (öl. 32/652), Ali Ibn Tâlib (öl. 40/660), Übeyy Ibn Ka'b (öl. 19/640)'a dayanan tefsir ekollerinin müfessirlerinden ve diger müstakil âlimlerden elde ettigi bütün rivâyetleri toplamis, böylece büyük bir "Tefsir Ansiklopedisi" meydana getirmistir. Bu arada Mukâtil, Ibn Bükeyr ve Kelbî gibi tefsirde zayif kabul edilen âlimlerden nakilde bulunmamaya da dikkat etmistir.
Câmiu'l-Beyân'in muhtelif baskilari vardir. En yaygin olani 30 cüz halinde ve kenarinda Neysâbûrî (öl. 728/1 328)'nin "Garâibu'l-Kur'an ve Ragaibu'l-Furkan" adli tefsiri bulunan baskisidir.
Mahmûd Muhammed Sâkir ve Ahmed Muhammed Sâkir eserin tahkikli nesrine baslamislarsa da, Ahmed Muhammed Sâkir'in vefati ile 16. ciltde kalmistir. Tahkiki biten ciltler Misir'da Dâru'l-Maârifçe nesredilmistir. Camiu'l-Beyan'in birçok yönü üzerinde çesitli mastir ve doktora tezleri yapilmistir. Ayrica Hasan Karakaya tarafindan Türkçeye tercüme edilen eseri yayinlanmaya hazir hale getirilmistir.
Bedreddin ÇETINER

 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
bismi6.gif

Imâm el-Mâtürîdî
Ibrahim BIÇAKÇI
Kisaca Ebu Mansur el-Matüridî diye bilinen Ebu Mansur Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Matüridî, Maveraünnehir’deki Semerkant sehrinin Matürid köyünde dogmustur. Dogum tarihi konusunda kaynaklarda pek net bilgi bulunmamakla birlikte, tüm tarihçilerin ittifak ettikleri vefat tarihi 333/944’e ve hocalarindan Muhammed bin Mukatil er-Razi’nin vefat tarihi olan 248/862 tarihine bakarak tahminen 238/853 yili kabul edilmektedir.
Matüridî’nin milliyeti hakkinda farkli görüsler mevcuttur: Bir iddiaya göre Türktür. Bazi yazarlara göre ise Medine’nin meshur Ebu Eyyub el-Ensari ailesinden gelmektedir. Bu iddia Medine’nin bazi Arap ailelerinin Semerkant’a yerlesmis olmasi gerçegi ile te’yid edilmektedir.
Matüridî’nin yasadigi devirde, Islâm dünyasinda merkezi otoriteyi temsil eden Abbasi devleti bu gücünü kaybettiginden birçok Islâm devletinin ortaya çiktigi görülmektedir. Bunlardan birisi olan Samaniler Devleti Maveraünnehir bölgesinde hâkim olmustur.
Islâm dünyasinda hicri ikinci asirdan itibaren bir taraftan akla dayanan felsefî ilimler tercüme ve te’lif yoluyla yayilirken, diger yandan yine akla ehemmiyet veren Mu’tezile ortaya çikmis ve akaid görüs ve kanaatlerini yaymaya baslamisti. Nakle bagliligi ve teslimiyeti siar edinen selef akidesi bu yeni cereyana karsi pek basarili olamiyordu. Halife Memun Mutezileyi resmi devlet görüsü yapmasi ile bu mezhep yayginlasmaya baslamisti.(218/833) Buna karsilik Islâm dünyasinda usül-üddin konusunda yeni izah tarzlarina ihtiyaç vardi. Bu yeni izah tarzlari nakle bagli kalmakla birlikte akla da ehemmiyet verecek selef metodu ile Mu’tezile mezhebinin iyi yanlarini birlestirmeliydi. Bu yeni ihtiyaci karsilayan “ehl-i sünnet ilmi kelâmi” ni olusturan, Maveraünnehir’de Ebu Mansur el-Matüridi ve Irak’ta Ebu Hasan el-Esari (324/946) olmustur.
Matüridî’nin yetistigi cografya ve bu cografyaya hakim Samaniler hakkinda el-Makdisi (389/990) “Bu bölge ilim ve âlimler yönünden zirveye ulasmis bir bölgedir. Ilim ve hayrin hazinesidir. Islâmin asilmaz muhkem kalesidir. Bu ülkede fakihler alimler, krallar seviyesine ulasmislardir” demistir. Samaniler devleti (389/999) yikilincaya kadar ilim adamlarini korumus ve onlara destek olmustur. Iste böyle bir ortamda yasayan Imam el-Matüridî’nin de ilmi münakasalardan ve ilimden uzak kalmasi düsünülemezdi. Matüridî’nin hocalari imam Ebu Hanifi’nin talebelerinden olan Seyh Ebu Bekr Ahmed bin Ishak, Fakihü’ l-Semerkandî lakabiyla bilinen Ebu Nasr Ahmed bin El-Abbas, Nuseyr bin Yahya el-Belhî ve Rey kadisi olan Muhammed bin Mukatil er-Razi’dir.
Mensuplari tarafindan alemü’l-Hüdâ (Hidayet sancagi), Imamü-l Hüda (Hidayet önderi), Imamü-l Mütekellimin (Kelamcilarin lideri) gibi lakaplarla anilmasina ve çevresinde çok ün yapip sevilmesine ragmen ne tuhaftir ki pek çok tabakat ve mezhep tarihi kitaplarinda isminden bahsedilmemistir.
Imam el-Matüridî tahsilindeki ilmi silsile itibariyle Imam-i Azam Ebu Hanifi’nin görüslerine ve onun mezhebine uyarak nakil yaninda akla da büyük önem veren tutumunu benimsemistir. Gerek Semerkant’ta ve gerekse civarinda muhtelif firka ve mezhep ricaliyle giristigi münazara ve mücadelelerde büyük basarilar elde etmistir.
Matüridî, Karamitiler, Siiler ve Mu’tezile mezhebiyle mücadele etmistir. Mücadelenin en büyük bölümünü Mu’tezile’ye karsi yaptigi münazaralar teskil etmistir. Çagdaslarindan Ebu’l-Kasim Abdullah el-Ka’bi (vefati: 317/929) Bagdat’ta Mu’tezile akiminin basiydi. Matüridî Kitap el-Tevhid adli eserinde Ka’bi’nin görüsleriyle mücadele etmistir. Ayrica üç kitabina karsi da üç kitapla cevap vermistir.
Bu siralarda doguda Matüridî genel olarak Mu’tezililerle ve özel olarak da onlarin Bagdat grubuyla mücadele ederken, çagdaslarindan el-Esari’nin de Irak’ta Mu’tezililerin Basra koluna karsi ayni görevi üstlendigini görüyoruz

Kelam tarihi boyunca yazilan eserlerde, Matüridî’nin eserlerinin tamaminin listesi yer almamistir. Ancak biz Istanbul Yüksel Islâm Enstitüsü’nde 1971 yilinda ‘Ebu Masur el-Matüridî’ ve ‘Tevilatü’l-Kur’ân’ konusunda ögretim tezi hazirlayan Muhammed Eroglu’nun taksim ve sirasina göre aktarmayi uygun buluyoruz:
  1. Matüridî'’in kelam, cedel ve firkalar hakkindaki eserleri: Kitap et-tevhid, Risâle fi’l-âkaid, Serh’ül fil-ekber, Reddü evaili’l-edille li’l-Kâ’bî, Reddü tekzîbi’l cedel li’lKâbî, Reddü usuli’l-hamse li’lBâhilî, Reddü kitabi’l-imame li ba’di’r-ravafid, er-Redd ‘ale’l-karâmita, Reddü kitabi’l-Kâ’bî fi va’îdi’l-füssâk, Beyanü vehmi’l Mu’tezile, Kitab el-makâlât, Kitâbu tefsiri’l-esma ve’s-sifat
  2. Matüridî’nin usule dair eserleri: Me’ahizü’serai’ fî usûli’l-fikh, el-Cedel fi usûlil-fikh, Ed-Dürer fi usû’lid-din, el-Usûl.
  3. Matüridî’nin tefsir ve Kuran ilimlerine dair eserleri: Te’vilatü’l-Kur’ân, Risâle fi mâ la yecûzü’l vakfu aleyhi fi’l Kur’ân
  4. Matüridî’nin vasâya ve münâcâta dair eseri: Vasaya ve münacaat. Bunlarin disinda bir takim eserler de Matüridî’ye nisbet edilmektedir. Fakat bunlarin müellife nispetini degerlendirecek belgeler mevcut degildir.
Es’ari ile Matüridî’nin ihtilaflari
Matüridî, Es’ari ile birlikte ehli sünneti temsil etmesi ve Mu’tezililerle mücadelelerinden dolayi fikirlerinde paralellik gözükmesine ragmen aralarinda ihtilaf mevcuttur. Bu ihtilaflarin sayisi bazi kaynaklarda 13 olarak telaffuz edilirken, bazilarinda 40, hatta 73’e varan sayilarla ifade edilmektedir.

Matüridî ile Es’ari arasindaki baslica fikir ayriliklari sunlardir:
  1. Cüz’i irade:Es’arilere göre cüz’i iradeyi Allah yaratir. Matüridîlere göre ise cüz’i iradeyi Allah yaratmaz
  2. Hüsün ve kubuh:Es’arilere göre hüsün ve kubuh, yani bir seyin iyi veya kötü oldugu aklen bilinemez. Hüsün ve kubuh , Allah’in emir ve nehiyleriyle bilinir. Allah bir seyi emrettiyse o sey iyidir. Allah bir seyi yasak etti ise o sey kötüdür. Matüridîlere göre ise hüsün ve kubuh akil ile idrak olunur. Emir ve nehiy bir seyin iyi veya kötü olduguna delalet eder. Herhangi bir sey iyi ise Allah onu emretmistir. Kötü ise Allah onu yasak etmistir.
  3. Allah’i tanima: Es’ariler, Allah’i tanimanin ser’an vacip oldugunu söylerler. Matüridîler ise Allah’i tanimanin aklen vacip oldugu fikrindedirler.
  4. Tekvin: Es’ariler tekvini itibarî bir sifat olarak kabul ederler. Hakikî sifat olarak kabul etmezler. Matüridîler ise tekvinin, kudret ve irade gibi hakiki bir sifat oldugunu söylerler.
  5. Kula gücü yetmeyecek seyleri teklif: Es’arilere göre Allah’in kula gücü yetmeyecek seyleri teklif etmesi caizdir. Mesela cisimleri yaratmak gibi. Matüridîlere göre ise Allah’in kulun gücü yetmeyecegi seyleri ona teklif etmesi caiz degildir.
  6. Illiyet ve hikmet: Es’ariler ‘Allah’in fiileri için sebep aranamaz’ der. Onun fiileri hikmet ile bagli da degildir. Çünkü Allah yaptigindan sorumlu degildir. Sorumlu olan kullardir. Matüridîlere göre Allah abesten münezzehtir. Allah’in fiilleri hikmeti icabi meydana gelir. Çünkü Allah Hakîm’dir, Alîm’dir. Allah tekvinî fiilerinde ve teklifî hükümlerinde hikmetini gösterdi ve irade etti. Hasili Allah’in fiileri hikmeti ile baglidir ve fiiller bir sebebe baglidir. Bu Allah’in abesle mesgul olmasinin icabidir. Allah yaptiklarindan sorumlu degildir.
  7. Ezelde ma’duma hitap: Esariye’ye göre ma’duma ezelde ilahî hitap taalluk eder. Buna göre Allah ezelde Mükellim’dir. Matüridîye’ye göre Allah ezelde Mükellim degildir. Çünkü ma’duma ezelde ilahi hitap taalluk etmez.
  8. Es’arilere göre nübüvvet için erkeklik sart degildir, kadinlar da nebi olabilirler. Nitekim Meryem, Asiye, Sare, Hacer, Havva ve Hz. Musa’nin annesi nebidirler.
Matüridîlere göre ise nübüvvetin sartlarindan birisi erkek olmaktir. Kadinlar nebi olamazlar.

9. Ibadetin ifasi: Es’ariler müslim olmayanin ibadetle mükellef oldugu reyindedir. Onlara göre gayri müslimler bu sebeple de ceza görürler. Matüridîler ise, müslim olmayanlarin ibadeti ifa ile mükellef almadiklari reyindedirler. Onlar küfürden dolayi ceza görürler ve fakat ibadeti ifa etmedikleri için cezaya çarptirilmazlar.
  1. Irtidat: Es’arilerce mürted yeniden imana dönerse amelleri de avdet eder. Matüridîlere göre ise mürted imana dönse de amelleri avdet etmez.
  2. Tevbe-i ye’s: Es’arilerce tevbe-i ye’s makbüldür. Maturilerce makbul degildir.
  3. Kur’ân: Es’arilerce Kur’ân’in bazi âyetleri, bazilarindan büyüktür. Matüridîlere göre ise, büyük olamaz.
Mensuplari tarafindan ‘Hidayet sancagi’, ‘Hidayet önderi’, ‘Kelamcilarin lideri’ gibi övgülere mazhar olan ve ve buna ragmen tabakat ve mezhep tarihi kitaplarinda isminden bahsedilmeyen Matüridî, hayati boyunca ehl-i sünnet akidesini ögretmek ve müdafaa etmek için çaba göstermistir. Gerek tamamen akla dayanan Mu’tezile ile, gerekse nakle dayanan selef akidelerinin iyi yönlerini birlestirmis ve ehl-i sünnet çizgisini muhafaza etmistir.
Kaynak: Köprü dergisi
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Imam ES'ARÎ
(260/873- 324/936)


besmele3.gif
Es'ariyye ekolünün temsilcisi olan Ebu'l Hasen Es'ârî'nin uzun adi Ali b. Ismail b. Ebi Bisr Ishak b. Salim b. Ismail b. Abdullah b. Musa b. Bilâl b. Ebi Bürde b. Mûse'l-Es'ârî'dir. Isminden de anlasilacagi üzere kendisi sahabeden Ebû Mûse'l-Es'ârî'nin (44/664-65) soyundandir. Künyesi Ebu'l-Hasan, lakâbi ise, Nâsiru'd-dîn'dir.
Dogum tarihi hakkinda çesitli kaynaklarda hicri 260, 266, 270 ve 275 tarihleri verilmis olsa da, yaygin olan kanaata göre (260/873-74) tarihinde Basra'da dogmustur. Zira, O'nun (300/912-13) tarihinde Mu'tezile mezhebinden ayrildigi bilinmektedir. O'nun da o günlerde kirk yasinda oldugu bilindigine göre, dogum tarihi olarak (260/873-74) tarihinin daha dogru oldugu kanaati yayginlik kazanmaktadir.
Es'ari'nin hayatini, dogumundan on yasina kadar, on yasindan Mu'tezile mezhebinden ayrildigi zamana kadar ve bundan sonraki hayati olmak üzere üç devrede incelemek mümkündür.
1. Dogumundan on yasina kadar olan dönem:
Bu dönem O'nun çocukluk ve ilk tahsilini tamamladigi dönemdir ki, çesitli ilimleri tahsil etmis ve daha ziyade babasinin ahlaki ve ilmî terbiyesinde bulunmustur.
2. On yasindan Mu'tezile mezhebinden ayrilmasina kadar olan dönem:
Otuz yillik bir dönemi kapsayan bu dönem O'nun, üvey babasi Ebû Ali el-Cubbâî (302/914-15) ile ilmî yakinligi bulundugu dönemdir. O Kelâm ilmini de Cubbâî'den ögrenmistir. Fikih'ta Hanefi olan Es'ârî, itikatta hocasinin tesiriyle koyu bir Mu'tezile mezhebi savunucusu olmustur.
Hicrî 300 tarihinde O'nun Mu'tezile'den ayrilarak, Ehl-i Sünnet akîdesine baglandigi bilinmektedir. Ancak, O'nun bu ayrilisina çesitli kaynaklarda çesitli sebepler söylenmektedir. Bunlar arasinda en meshuru, hocasi Ebû Ali Cubbâî ile yaptigi bir münazara gösterilmektedir ki, bu sebep bir çok muteber kaynaklarca uygun görülmemektedir. Bir diger sebep de Es'ari'nin rüyasinda Hz. Peygamberi görmüs olmasi ve bunun üzerine görüsten vazgeçmis olmasidir. Bir diger görüse göre de, Es'ârî belli bir ilmî olgunluga eristikten sonra Mu'tezile fikirler kendisini tatmin etmemis ve onlari terketmistir. Bu üç görüs bir arada ele alinacak olursa; ilk iki sebebin de katkisiyla birlikte, son sebebin yani belli bir ilmî olgunluktan sonra bu karara varmis olabilecegi ihtimali daha fazla agirlik kazanmaktadir.
Rivayet edildigine göre Es'ârî bu karara vardiktan sonra, onbes gün evine kapanmis ve bu süre sonunda, bir Cuma günü Basra camiinde minbere çikarak sunlari söylemistir: "Ey insanlar, Beni taniyanlar, beni taniyorlar. Tanimayanlara da ben kendimi tanitiyorum. Ben falan oglu falanim. Ben, Kur'an'in yaratilmis oldugunu, Allah'in gözlerle görülemeyecegini, kötü fiilleri kendimizin yaptigini söylüyordum. Ben bunlardan tövbe ediyor ve bu fikirlerden vazgeçiyorum. Ey Insanlar, ben bu süre zarfinda evime kapandim ve bu fikirlerle ilgili delilleri düsündüm. Onlarin hiç birisi bana tercih sebebi olarak uygun gelmedi. Yüce Allah'tan bana hidayet etmesini istedim. O da bana su yazmis oldugum seyleri hidayet etti. Bunun üzerine, su elbiseden soyundugum gibi, bütün içinde bulundugum fikirlerden soyunuyorum"
3. Kirk yasindan ölümüne kadar olan dönem:
Mu'tezile mezhebinden ayrilip, selef akidesi üzere geri kalan hayatini devam ettiren Es'ârî, yaklasik yirmi bes yillik bu süre zarfinda, bol bol eser telif etmis ve selef akidesini müdafaa ile geri kalan ömrünü geçirmistir. Ehli Sünnet adina üslendigi müdafaa ile büyük taraftar kazanmis ve kendisinden sonra daha da gelisecek olan Es'ariyye ekolünün kurucusu ve temsilcisi olmustur. Zaten bir görüse göre Es'ariyye mezhebi, Mu'tezile'ye antitez olarak dogmustur.
Ilme oldugu kadar zühd ve takvâya da bagliligi ile bilinen Es'ârî, Subkî'nin rivayetine göre yirmi yil yatsi namazinin abdesti ile sabah namazini kilmistir (Subkî, Tabakâtu's-Safiyye, 2/248).
Es'ârî'nin dogum tarihinde ihtilaflar oldugu gibi vefat tarihinde de bir takim ihtilaflar olmakla birlikte, tercih edilen görüse göre O, (324/936-37) yilinda Bagdat'ta ansizin vefat etmistir.
Ebu'l-Hasen Es'ârî'nin eserlerinin sayisi bazi kaynaklarda üçyüze kadar çikarilmis olup, bunlarin bir kismi, Mu'tezili görüsleri benimsedigi döneme aittir. Ancak bunlardan hiç birisi günümüze kadar ulasmamistir.
Es'ârî'nin eserlerini kaynaklarda zikredilen konularina göre su gruplara ayirarak ele almak mümkündür:
a) Kelâm ilmiyle ilgili olan ve özellikle Mutezileyi reddi hedef alan eserler.
b) Filozoflar, Tabiatçilar, Dehrîler, Brahmanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi cereyanlari reddeden eserler.
c) Islâmî ve gayr-i Islâmî firkalarin görüslerini reddetmeksizin nakleden Makâlât kitaplari.
d) Tefsir, Hadis, Fikih ve diger Islâmî ilimler sahasinda meydana getirdigi eserler (Bekir Topaloglu, Kelam Ilmi, 137).
Es'ârî'nin eserleri konusunda bazi seyler söylemek mümkündür. Söyle ki; O'nun hayatinda iki ayri dönem oldugu bilinmektedir. Acaba hangi eser hangi döneme aittir? gibi sorular zihinleri mesgul etmektedir. Ancak, burada bilinen bir husus vardir ki, o da, Es'ârî'nin, Mu'tezile'den ayrildiktan sonra kaleme aldigi bir çok kitapta eski mezhebinin yanlisligini ve sakat taraflarini ortaya koymasi ve dolayisiyla eski yazdiklarini reddetmesidir. Zaten bugün elimizde Es'ari'ye ait olarak bulunan eserler fazla degildir ve hepsi son dönemlerinde kaleme alinmistir. Ibn-i Asâkir'in (571/I 1 76) verdigi bilgiye göre Es'ârî, el-Umed isimli eserinde, 320/935 tarihine kadar kaleme aldigi eserlerini ve neye dair olduklarini zikretmistir (Subkî, Tebyînu Kezibu'l-Müfteri, 135 v.d)
Es'ârî'nin eserlerini biz burada iki grupta vermek istiyoruz. Önce bugün elimizde bulunan eserleri, daha sonra da isimlerini kaynaklardan ögrendigimiz eserlerden bir kismini siralamak istiyoruz.
I. Bugün Mevcut Olan Eserleri:
1. el-Ibâne 'an Usûli'd-Diyâne: Mu'tezilî fikirleri reddettikten sonra ilk önce kaleme aldigi bilinen eseridir. Önce kisaca selef akidesi özetlenir ve daha sonra Nübüvvet bahsi hariç, diger meseleler ele alinir. Tahkiksiz baskilarinin yanisira Dr. Favkîye Hüseyin Mahmud tarafindan yapilan tahkikli metni, 1977 yilinda Kahire'de basilmistir. Bu baskida, muhakkik tarafindan yaklasik 200 sahifelik ek bilgiler ve açiklamalar ilave edilmis ve çalisma daha da istifade edilir hale getirilmistir. Ayrica bu eser Ingilizce, Almanca ve Fransizca'ya da tercüme edilmistir. Su ana kadar henüz Türkçe'ye tercümesi yapilmamistir.
2. el-Lum'a fi'r-Reddi 'Alâ Ehli'z-Zeyga ve'l-Bid'a: Kelâmi bir uslûbla yazilan bu eser on babdan olusmaktadir. Bu eserde Kelâmullah, Irade, Kader, Ru'yetullah, Va'd ve Vaîd ile Imamet konulan ele alinmistir. Çesitli baskilari ve çesitli dillere tercümeleri vardir. Tahkik baskilari arasinda en çok kullânilân Dr. Hâmûde Gurâbe tarafindan tahkik edilen 1955 yilinda Misir'da baskisi yapilan matbû nüshasidir. Toplam 136 sahifelik bu baski küçük boy olarak basilmistir.
3. Makâlâtu'l-Islâmiyyin: Bu eser isminden de anlasilacagi üzere bir Makâlât kitabidir. Islâmi firkalarin görüslerinden ve yapilarindan tenkitsiz olarak bahseder. Ayrica kelâmi meselelerdeki ince ihtilaflardan ve Allah'in isim ve sifatlariyla, Kur'ân hakkindaki görüslerinden söz eder. Bu eserin de H. Ritter tarafindan hazirlanan tahkikli nesri 1928 ve 1933 yillarinda Istanbul'da basilmis olup, bu baskidan bir çok defalar tipki basimlari da yapilmistir.
4. Risâle fî Istihsâni'l-Havz fi'l Kelâm: Onbir sahifelik bu risale de nazar ve istidlâlin müdafaasi yapilir.
5. Risâletü'l-Imân: Iman konusundaki bilgileri ihtiva eden bu risale Almanca'ya tercüme edilmistir.
6. Risâle Ketebe Bihâ Ilâ Ehl's-Sagr Bi Bâbi'l-Ebvâb: Es'ârî bu risalesinde selef akidesini anlatmistir. Bu risale de Kivamuddin Burslân tarafindan Türkçe tercümesiyle beraber yayinlanmistir (Ilâhiyat Fakültesi Mecmuasi, sayi: 7, ss. 154-176; sayi: 8, ss. 50-108)
II. Diger Eserleri:
Bu grupta Es'ârî'ye ait oldugunu kaynaklardan ögrendigimiz yirmi kadar eseri siralamak istiyoruz. Çesitli kaynaklarda bunlarin sayisi verilmekle kalmayip, yüz kadar eserinin de isimleri zikredilmistir (bk. el-Ibâne, Dr. Fevkiye Hüseyin Mahmud mukaddime s.38-71).
imdi bunlardan yirmi kadarini siralayalim:
1. Kitâbu fi Halki'l-A'mâl
2. Kitâbu fi'l-Istitâ'a
3. Kitâbu fi Cevâzi Rü'yetullah bi'l-Ebsâr
4. Kitâbu fi'r-Reddi Ale'l-Mücessime
5. Kitâbu fi'l-Cisim
6. Kitâbu fi'l-Istihsâd
7. Kitâbu fi'r-Rü'yet
8. Kitâbu fi'r-Reddi Ale'l-Felâsife
9. Kitâbu fi'l-Imâme
10. Kitâbu fi Mütesâbihi'l-Kur'an
11 . Kitâbu fi Ef'âli'n-Nebî
12. Kitâbu fihi Beyâni Mezhebi'n-Nasârâ
13. Kitâbun Kebîr fi's-Sifât
14. Kitâbu Ale'd-Dehriyyin
15. Kitâbu'r-Redd 'Alâ Makâlâti'l-Felâsife
16. Izâhu'l-Burhân fi'r-Reddi 'Alâ Ehli'z-Zeyg ve't-Tugyân
17. es-Serh ve't-Tafsil fi'r-Reddi Alâ Ehli'l-Ifk ve't-Tadlil
18. el-Muhtasar fi't-Tevhid ve'l-Kader
19. en-Nevâdir fî Dakâiki'l-Kelâm
20. Kitâbu Tefsîri'l-Kur'ân: Bu eserin yetmis cilt oldugu söylenmektedir.
Abdurrahim GÜZEL

 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
isllogo.gif

[SIZE=+2]Imam-i GAZZÂLÎ[/SIZE]
Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed' (H. 450/505/m. 1058-1111) Tus sehrinde dogdu. Yasadigi yüzyil siyasî bakimdan çalkantili, fakat Ilmî ve dinî hayat bakimindan Islâm dünyasinin ve hatta o günkü dünyanin en parlak dönemini teskil eder. Ayrica Gazzâlî, yalniz döneminin degil, bütün Islâm düsüncesi tarihinin en önde gelen düsünürlerindendir. Ehl-i sünnet inancina yaptigi hizmet, kendisine Huccetü'l-Islâm lakabinin verIlmesine sebep oldu. FIkihta Sâfiî, kelâmde Es'ariyye ekolünü benimsemis olan Gazzâlî ömrünün sonlarini tasavvufî bir hayat içinde geçirdi.
Gazzâlî; Kelâmcilar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynakli felsefe dahil, devrinin bütün düsünce sekillerini olabildigince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, Islâm'da Felsefe tarihi, Çev, Yasar Kutlay s. 109).
Eserleri, Islâm dini ve düsüncesinin hemen her alani ile ilgili oldugu gibi, her zihin seviyesindeki Insan a hitabedecek sekilde de hem yaygin hem yüksek bir özellige sahiptir. Baslicalari; 0hyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Sam'da inzivada bulundugu sirada yazdigi, 0nanç, Ibâdet ve tasavvufa dair konulari içine alir. El-Munkiz'u-mine'd-Dalâl: Düsünce hayatini ve kendisinin geçirdigi ruhâ-manevî merhaleleri anlattigi eseridir. Bu eser degeri bakimindan Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ina; Descardes'in "Metod üzerine Konusma" sina ve Rousseau'nun "itiraflar" ina benzetilir (HIlmi Ziya Ülken, Islâm Felsefesi-Kaynaklari ve Tesiri, Istanbul, 1967, s. 120). Mekâsidu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozoflarin delillerini sergiler. Daha sonra tenkit edecegi Islâm messaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanitimi mahiyetindedir.
Mi'yâru'l-Ilm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu Iki eser, klâsik mantigin temel problemlerini sergiler ve mantigin öneminden bahseder.
el-Iktisad fi'l-i'tikad, Ilcamu'l-Avân an Ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Miskâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayi Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle Islâm inanç ve düsünce hayatinin günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendigini göstermektedir.
Bütün endisesi Islâm akidesini, buna bagli olarak da Islâm ahlâkini ve düsüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile dogrudan ilgili bulunmayan diger ilimleri de Islâm dinini esas alarak degerlendirmistir. Bu sebeple de devrinin gelenegine uyarak bütün ilimleri, Islâm inancini esas kabul ederek bir siniflamaya tâbi tutmustur.
Buna göre, ilimler önce;
a-Ser'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid Ilmi ve furu' amelî ilimler.
b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantikla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlik Ilmi) diye ana bölümlere ayrilir. Daha sonra, Ilâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alir (Gazzâlî, Makasidu'l Felâsife Nsr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134 vd).
Gazzâlî'nin ilimleri degerlendirisi, din-ilim ve din-felsefe iliskileri gibi, günümüz Insanini yakindan ilgilendiren hususlara isik tutacak mahiyettedir. Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek sekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadir. Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, ögrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardir. Din adina bu gibi ilimlere karsi çikmak, dine zarar verir. (Gazzalî, el-Munkiz'u-mine'd-Dalâl, çev. HIlmi Güngör, Istanbul 1948 s. 18). Mantik Ilmi de dinin esaslariyla ilgili bulanmadigindan, onun reddedIlmesi dogru degildir. Sayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adina reddedilecek olursa, reddedenin aklinda hatta dininde bir kusur oldugu süphesi uyanabilir (Gazzâlî, a.g.e., s. 20-21).
Tabiati kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yildizlar, yerdeki su, hava, toprak, ates gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bilesik cisimlerin degisme ve gelismelerinden bahseder. Din, tip Ilmini oldugu gibi, bu çesit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez. Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve metafizikle ilgili konularda yanIlmislardir der (Gazzâlî a.g.e., s. 22-25).
Gazzâlî, Islâm dünyasinin siyasî çalkantili döneminde ve Islâm inancinin çesitli düsünce akimlariyla mücadele ettigi bir sirada yasadigindan, inanç konularini ele alip savunun kelâm Ilmini, aklî meseleleri isleyen felsefeyi ve dini hayati bu Ikisinin üstünde ve disinda tamamen ruhî bir yaklasim içinde görmeye çalIsan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyaci duymustu. Onun birinci gayesi, Islâm inancina ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çesit hücuma karsi koymakti (Mâcit Fahri, Islâm felsefesi Tarihi, Çev. Kasim Turhan, Istanbul 1987, s. 174). Bu sebeple, günümüz müslümanlarina da isik tutacak bazi temel Ilkeler tesbit etmisti. Buna göre,
Kelâmcilar, Islâm dininin inanç esaslarini bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çesit inanç ve düsünceye karsi savunurken, onlarin delillerini ve mantigini da kullanmak durumunda kalmislar, sadece karsilarindakilerin fIkirlerinin yanlisligiyla ugrasmamislardir. Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halki bile ikna etmek mümkün degildir. Yine, kelâmcilar bu Ilmin amaci disina çikmislardir. Çünkü, herkes için yararli olmayacak olan bu Ilmi çok yayginlastirmislardir. Gazzâlî, Islâm inanç esaslarini bir savunma araci olan kelâm Ilmini, süpheye düsmüs zeki kimselerin süpheden kurtulmak gayesi ile ve Islâm inancini savunan bilginlerin' dini savunmak için ögrenmesinin uygun olacagini söyler.'
Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan iliskisidir. Onunun felsefe çalismasi, Islâm düsüncesinde ve ilâhiyet alaninda kendisinden sonra gelen düsünürlerin ve düsünce alanlarinin herbirinde etkili olmustur. Bu konuda kullandigi metot ise, felsefesine karsi oldugu, Aristo mantigini kabul ederek ve felsefeyi yakindan taniyarak, felsefe tenkitçiligi seklinde ortaya çikar. (W. Montgommery Watt, Islâmî Tetkikler, Islâm Felsefesi ve kelâmi, çev. Süleyman Ates, Ankara 1968, s. 108 vd.).
Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak Islâm dünyasinda derin etkisine ek olarak, onun "süphe, hakki götürür." prensibiyle Fransiz düsünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasinda zorunlu bir baglilik yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklin bütün meseleleri kavrayamadigini" ileri süren Ilkesiyle de Alman düsünür Kant'a öncülük ettigi söylenir (Cavid Sunar, Islâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s. 115).
Gazzâlî'nin felsefe'den amaci, dinin felsefeden üstün oldugunu göstermektedir. Uasmak Istedigi sey de, her türlü süpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir. O, aradigi kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmis olan kalbin safiyetinde bulur. bu tavriyla da genelde tasavvufa meyleder. Allah hakkinda bir bilgiye sahip olmanin sarti; mal, evlat, makam, mevki, vb. dünya ile ilgili baglardan kurtulma, dilin daima Allah'i zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kisinin kalbinden de lâfiz ve kelimelerin silinip, sadece onlari manasinin kalmasidir. Kisi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdigi seyleri uygulamaya baslayinca, kendisinde Allah'i taniyip bIlmeye yarayan kesifler ve müsâhadeler zuhûr etmeye baslar (Gazzâlî, ihya, III, s. 19).
Hayatinin sonlarinda yazdigi ve bir otobiyografik eser olan el-Munkiz'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatir. Burada derin ve hakikati arayan bir süphe sergilenir. O, bu yipratici süpheden Allah'in lütfu ile kalbine attigi bir nur yardimiyla kurtulur. Böylece, apaçik hakikatleri aklin, akil yürütmenin ve mantigin yardimi olmaksizin yani delilsiz ve ispatsiz bir sekilde birdenbire kavramasi mümkün olmustur (Gazzâlî, el-Munkiz, s. 8), Allah'in kereminden gelen bu nur ile gerçege ulastiktan sonra, kendi zamanindaki hakikat arastiricilarini bu sahip oldugu ölçüye göre dört sinifa ayirir ki, bu tasnif, Islâm düsüncesindeki ana ekollerin bir elestirisi demektir.
a) Kelâmcilar: Bunlar, dinin esaslarini mantiktan çikardiklari delil ve kaidelere göre savunmaya çalisirlar. Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" kesfedIlmemis apaçik dayanaklardan çikmadigi iç in yeterli gayretler degildir.
b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle arastirdigi felsefede Gazzalî filozoflari üç ana grupta toplar:
1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'in varligini ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (baslangiçsiz ve sonsuz) oldugunu ileri sürenlerdir. Bunlar, kâfir ve zindik bir guruptur.
2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunlari da inkârci (zindik) saymak gerekir. Çünkü onlar, âlemi taniyinca, Allah'in varligini kabul ettiler fakat, ruhun ölmezligini ve ahiret hayatini inkâr ettiler.

3- 0lâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarina uygun bulunan yönlerinin yaninda, imanla uyusmayan taraflari da vardir. F elâsife (felsefeciler) zümresini teskil eden bunlarin önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düsüncelerini Islâm dünyasinda devam ettirenlerdir. Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlislari, ilâhiyyat konusudur. Aristocu (messâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozoflarin tutarsizligi) adli ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapikliga düstüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozoflarin tutarsizligi) çev. H. Bekir Karliga, Istanbul 1981 s. 14-16). Buna göre felâsife; Kiyamet günü hasrin beden ile olmayacagini yani sadece ruhen vücud bulacagini, Allah'in âleme ait teferruati degil de sadece Küllî (genel kanunlari bildigi), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) oldugunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmisler yani, Islâm dini açisindan inkârci durumuna düsmüslerdir.
c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inanci karsisinda degerlendirdigi ve reddettigi diger bir grup da, kendi döneminde Islâm akidesi için büyük tehlike teskil eden bâtinîlerdir. Bunlar, herseyin zahirî (dis) ve bâtinî (içderûnî) manalari bulundugunu iddia edenlerdir. Bunlara göre, bütün farzlarin ve sünnetlerin zahirleri birer Isaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtinda gizlidir. Bâtinîler bu iddialarindan yola çikarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtinî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar. Halbuki bu durum Islâm dinine uygun degildir.
Gazzâlî zamaninda Hasan Sabbah gizli bir teskilat kurup, etrafindaki fedâilerle dehset saçari hareketlere girismisti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsiz) Imam diye tanitmisti. Bu durum, Islâm dini için hem inanç bakimindan hem de siyasî olarak bir tehlike olusturmustu. Onlarin temel Ilkeleri, birligi te'min etmek için bir Imam-i masum'â baglanmak ve bütün bilgileri ondan ögrenmek gerektigi seklindeydi (Gazzâlî, Munkiz, s. 31, vd.) Gazzâlî, onlara karsi, müslümanlarin Imam-i masum'u Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Biz, Allah tarafindan ona indirilen Kur'an-i Kerîm'e ve onun sünnetine bagliyiz diyerek, bâtinîligi kesinlikle reddeder (0brahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtinîlik, Ankara 1964 s. 51, 70).

d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi Islâm dini karsisinda tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder. Ona göre sûfiler, Ilmin yaninda amelin de lüzumuna inanmis olan gurubu teskil eder. Onlarin gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zIkir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden baska her seyi atmaktir. Düsünce ile fiili (ameli) birlestiren tek yol buydu. Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri sey, tatmak ve yasamakti. Nefsin arzularini yok etmek, kalbin dünya ile alâkasini kesmek, gurur, kibir, söhret ve gelecek endiselerini asmak onlarin baslica faziletleridir. Bu faziletler gerçeklesince Insanda kalp gözü açi lir. Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkindaki açiklamalari 0hya, Mizânu'l-Amel, munkiz, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri basta olmak üzere, diger eserlerinde de yay Ilmis durumdadir. Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkindaki düsüncesi söyle özetlenebilir:
Kalp, Allah hakkindaki bilginin dogdugu yerdir. O, bir çesit cevherdir, Insan hakikati onunla kavrar. Kalp, Insan ruhunun kesf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teskil eder. Ve bir ayna gibi esyanin aslini kavrar. Kalp, akilli kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayiran bir mana tasir, maddî göz yani beden gözü disi (zahiri) görür fakat içi görmez. baskasini görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz. Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur. O, baskasini idrak ettigi gibi, kendini de idrak eder. Ona, uzak-yakin birdir, esyanin sirlarina nüfûz edebilir. Kalp gözüne Akil, Ruh, Insanî nefs gibi isimler verilir. (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düsünce SIsteminin Temelleri, Bilgi-mantik-iman, Istanbul, 1989, s. 91 vd.).
Gazzâlî bu fIkirleriyle, soyut düsünce ve mantiga karsi, yasanmis tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulastiran bir yol olarak görmüstü. Ona göre tasavvufun asil degeri de akil üstü (irrasyonel) âleme açIlmis bir kalp gözü olmasindan, nazârî olan ile amelî olani birlestirmesinden, hakikati bizzat yasanan tecrübeden çikarmasindan ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasindan geliyordu.
Görüldügü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarini benimser, fakat burada yanlis bir hükme varanlari da tenkit eder, meselâ; Allah ile birlestigini, ona hulûl ettigini, dînî cezbe ve istigrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çikmis diye kabul eden bazi sûfilerin bulundugunu, oysa, bu gibi durumlarina dine tamamen aykiri seyler oldugunu söyler (Gazzâlî el-Munkiz, s. 44, vd.; Necip Taylan, a.g.e. s. 108. vd.).
Gazzâlî'nin üzerinde durdugu çok önemli kavramlardan biri de Akil kavrami ve aklin din ile olan iliskisidir. O, akli çesitli anlamlarda kullanmistir. Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için Insanin yaratilistan sahip oldugu kâbiliyettir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Muhyiddin-i Arabi

( Ispanya, 1165 - Sâm, 1240 )

Islam mütefekkir ve mutasavvifi 8 yasinda Isbiliye'ye (Sevilla) gelerek mükemmel ve üstü bir tahsil yapti. 29 yasinda Tunus'a geldi. Fas'ta yasadi. Tunus'tan, Misir'a, Filistin'e ve Hicaz'a gitti, hacc etti. 1204'te Konya'ya geldi ve Selcuklu Sultan I. Keyhüsrev tarafindan büyük saygiyla karsilandi. Müstakbel Sultan Keykavus'a hoca oldu. 1230'da Anadolu'yu birakarak Sam'a yerlesti. Orada 75 yasinda vefat etti. Türbesinin bugünkü seklini 1516'da Yavuz Sultan seilm yaptirdi.
Mâliki olan Muhyiddin-i Arâbi, vahdet-i vücud inancinin mutlak kurucusu ve savunucusu olarak Islam ve Türk tasvvufuna en derinden te'sir etti. Genc cagdasi Mevlânâ üzerinde de büyük te'siri vardir.
Muhyiddin Arabi Hazretleri eserleri hakkinda demistir ki:
" Benim bu kitaplari meydan getirmekten muradim, bircoklari gibi sadece eser telif etmek degil. Eserlerden büyük bir kisminin telifi icin Hak tarafindan emir aldim ".
Kendisi, Füsus'ul Hikem isimli eserini, rüyasinda Efendimiz (sav)'den aldigi isaret üzerine yazmistir. Yine Ibn-i Arabi, "bizi tanimayan eserlerimizi okumasin " demistir.


ZAMAN Gazetesi Namaz vakitleri takvimi, 16.11.1996
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Selamün aleyküm inşallah gerisini ekleyeceğim ...
Hayırlı günler..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
besmele1.gif

[SIZE=+3]Imam Bûsîrî ve Kasîde-i Bürde[/SIZE]

Hassân ibn Sâbit ve Ka'b ibn Züheyr'den itibaren islâm dünyasinda yetisen sairler, dehâ ve sanatlarinin en olgun ürünlerini Hz. Peygamber için yazmis olduklari naat ve kasîdelerde ortaya koymuslardir. Fakat bunlardan bazisinin eseri sanat degerinden çok, kazandigi söhret bakimindan digerlerinden daha sansli sayilmaktadir. iste bu kervanin önde gelenlerinden biri XIII. yüzyilda Misir'da yasamis olan imam Bûsîrî'dir. 1 sevval 608/7 Mart 1212'de Yukari Misir'daki Behnesâ sehrine bagli Behsim'de dogan Muhammed el-Bûsîrî, Berberî asilli olup Fas'taki Hammâd Kalesi'nde Habnûnogullari diye taninan bir aileden gelmektedir. Baba tarafindan Bûsîrli oldugu için Bûsîrî, annesi tarafindan Delâsli oldugu için de Delâsî nisbesiyle anilmaktadir. sairin, bazan bu iki kelimeyi birlestirerek Delâsîrî nisbesini kullandigi da görülür. Çocukluk yillari, ailesiyle birlikte yerlestigi Delâs'ta geçmisti. Daha sonra Kahire'ye giderek burada islâmî ilimlerin yanisira dil ve edebiyat tahsil etti. Özellikle hadis ve siyer ilimleriyle daha çok mesgul oldugu, ayrica yahudi ve hristiyanliga karsi yazmis oldugu reddiyelerden onun Tevrat ve incil hakkinda genis malumata sahip bulundugu anlasilmaktadir. Bir süre Bilbis sehrinde maliyede kâtip olarak çalistiktan sonra Kahire'ye dönmüs ve {REF küttâb} denen Kur'an dershanesinde egitim ve ögretim faaliyetinde bulunmustur. Daha sonra el-Mahalle ve Sehâ sehirlerinde kâtip olarak çalisirken mesâi arkadaslari olan hristiyan memurlarin yaptiklari yolsuzluklardan fazlasiyla rahatsizlik duyarak bunlari siirlerinde dile getirmistir.
Kisa boylu ve zayif bir bünyeye sahip olan Bûsîrî'nin baslica huzursuzluk kaynagi, haniminin hirçinligi ile çocuklarinin çoklugu ve geçim sikintisi olmustur. sâzelî tarikatinin kurucusu Ebü'l-Hasan es-sâzelî'ye intisap eden sair, onun ölümü üzerine yerine geçen Ebü'l-Abbas el-Mürsî'ye hitaben yazdigi 142 beyitlik "dal" redifli mersiyede seyhinin fazilet ve meziyetlerinden sitayisle söz eder. Öyle anlasiliyor ki ünlü mutasavvif ibn Atâullah el-iskenderî ile Bûsîrî, seyh sâzelî'nin en önde gelen iki mürididir. Ancak ibn Atâullah ilâhî ask temasini islerken, Bûsîrî daha çok peygamber sevgisini terennüm etmistir.
Hayatinin sonlarina dogru felç olan Bûsîrî, rivayete göre Hz. Peygamber için yazdigi bir kaside sayesinde bu hastaliktan kurtulmus ve uzun bir ömürden sonra seksen küsûr yaslarinda iskenderiye'de vefât etmistir (696/1296-97).
Bûsîrî'nin kaleme aldigi eserlerin tamamina yakini manzum olup çogu Hz. Peygamber hakkinda yazilan kasidelerden ibarettir. siiri, yapi ve üslûp bakimindan son derece saglam ve liriktir. Bu yüzden asirlar boyu onun naat ve kasideleri islâm cografyasinin her bölgesinde büyük ilgi görmüs, dinî toplantilarda en çok okunan siirler arasinda yer almistir. Klasik kaynaklarda daginik bir sekilde bulunan on iki kasideden ibaret olan siirleri bir araya getirilerek Dîvânü'l-Bûsîrî adiyla yayimlanmistir (nsr. Muhammed Seyyid Keylânî, Kahire 1374/1955). islâmî edebiyat alaninda dünya çapinda en meshur eseri Kasîdetü'l-bürde diye bilinen 160 beyitlik kasidesidir. Coskun bir peygamber asigi olan Bûsîrî'yi söhretin zirvesine tasiyan bu kasideye kendisi el-Kevâkibü'd-dürriyye fî medhi hayri'l-beriyye adini verdigi halde, yukaridaki isimle taninmasi gördügü bir rüyâdan kaynaklanmaktadir. söyle ki hayatinin sonlarina dogru felç hastaligina yakalandigi bir sirada, rivayete göre rüyâsinda Hz. Peygamber Bûsîrî'den kendisi için yazdigi kasideyi okumasini ister; o "yâ Resûlallah! Ben sizin için çok kasideler yazdim, hangisini emredersiniz?" deyince, Hz. Peygamber kasidenin matla' beytini okuyarak bu kasideyi isaret eder. Bûsîrî kasidesini okurken Hz. Peygamber iki yana dogru sallanarak zevkle dinler. Yine rivayete göre Bûsîrî'yi ödüllendirmek üzere hirkasini çikarip yatmakta olan hasta sairin üzerine örter; bir diger rivayette ise vücudunun felçli kismini eliyle sivazlar. sair heyecanla uykudan uyanir, gördügü rüyânin zevkiyle toparlanmaya çalisirken felçten bir eser kalmadigini farkederek sevincinden ne yapacagini sasirir. Bu sirada safak söküp sabah namazi vakti yaklasmaktadir. Bûsîrî abdest alip mescide giderken bir dervisle karsilasir. Dervis ondan bu gece Hz.Peygamberin huzurunda okudugu kasideyi kendisine vermesini ister. iste bu olay duyulduktan sonra kaside büyük bir üne kavusur ve zaman asimi ile sairin verdigi isimle degil, rüyâda Hz. Peygamber tarafindan üzerine örtülen hirka sebebiyle Kasîdetü'l-bürde diye anilmaya baslar. Bazi kaynaklarda hastaliktan kurtulmasi sebebiyle Kasîdetü'l-bür'e diye geçiyorsa da bunun yakistirmadan öte bir degeri yoktur.
Dünyada en meshur ve en çok okunan kasideler arasinda yer alan bu eser, belli basli bütün kültür dillerine tercüme edildigi gibi, Afrika, Güneydogu Asya ve Balkanlardaki mahalli dillere de çevrilmistir. Çesitli bölge ve ülkelerde genellikle sünnet, nisan ve dügün merasimlerinde, mübarek gün ve gecelerde, ayrica haftalik evrad olarak okunmakta, son münacât kismi ise felçli hastalar üzerine yedi gün süreyle okunup Cenâb-i Hakk'tan sifa niyaz edilmektedir.
Tesbit edilebildigi kadar kasideye yapilan serhlerin sayisi 110, tahmisler 58, tesdisler 16 civarinda olup, üzerine sayisiz nazireler yazilmistir. Biz bu çalismamizda kasideyi Türkçe tercümesi ile birlikte verirken ayni zamanda Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyis basligi altinda her beyiti Türkçe terennüm etmeye çalistik. Dinî heyecani canli tutmak ve peygamber sevgisini yasatmak için sanatin gücünden her dönemde istifade edilmistir. Genç nesillerin bu gerçegi dikkate alarak bu konuda daha güzel örnekler ortaya koyacaklari ümidiyle..

Prof. Dr. Mahmut KAYA
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
kbsahra1.jpg

KURTUBÎ

Ebû Abdullah Muhammed Ibn Ahmed Ibn Ebî Bekr Ibn Farh el-Kurtubî, Endülüs'ün yetistirdigi büyük âlimlerdendir.
Kurtuba'da çiftçilikle ugrasan bir ailenin çocugu olarak dünyaya gelen Kurtubî ögrenim çagina girince önce Arapça ve siir, sonra da Kur'ân-i Kerim ögrendi. 627/1230'da babasinin vefatindan sonra da tahsiline devam ederek Rebî Ibn Abdurrahman Ibn Ahmed (ö. 633/1235), Ibn Ebî Hucce adiyla meshur olan Ebu Ca'fer Ahmed (ö. 643/1245) gibi âlimlerden dilbilgisi, nahv, belâgat, Kur'ân ilimleri, Fikih dersleri aldi.
Herhalde Kurtuba ve diger Endülüs sehirlerinin Hristiyanlarin eline geçmesinden sonra, Misir'in Iskenderiye sehrine geldi. Misir'a gelis tarihi kesin olmamakla birlikte Iskenderiye'de, (648/1251) yilinda vefat eden hadis âlimi Ebu Muhammed Abdulvehhâb Ibn Revâc'dan ders aldigina göre bu tarihten önce Iskenderiye'ye gelmis olmalidir.
Kurtubî burada Ibnu'l-Cummeyzî (ö. 649/1252), Ebu'l-Abbâs Ahmed Ibn Ömer el-Kurtubî (ö. 656/1258) ve el-Hasen Ibn Muhammed el-Bekrî (ö. 656/1258) gibi hocalardan dil, edebiyat, Kur'ân ilimleri, kirâat, tefsir, hadis, Fikih dersleri aldi.
Kurtubî buradan Kahire'ye, daha sonra da Asyût'un kuzeyindeki Münyetu Benî Hasîb'e gidip yerleserek (671/1273)'de vefatina kadar orada kaldi. Kaynaklar Kurtubî'yi, salih bir kul; ârif, dünyaya karsi zâhidâne yasayan, itkân sahibi bir âlim olarak tanitirlar. Zühd ve takvâ içinde yasamakla birlikte faydali birçok eser kaleme almistir. Kaynaklarda birçok talebesi oldugu bildirilmekle birlikte bunlarin isimleri verilmemistir.
Kurtubî birçok Endülüslü âlim gibi fikihta Mâlikidir. Fakat tefsirine baktigimizda onun, mezheb taassubuna kapilmadigini, hattâ bu eserinde zaman zaman diger mezheblerin görüslerini tercih ettigini görürüz. Bunda, Misir'a geldikten sonra Sâfiî âlimlerden ders okumus olmasinin tesiri oldugu söylenebilir. Itikâd mezhebi itibariyle de Es'arîdir.
Bilinen eserlerinden önemlileri sunlardir:
1. et-Tezkire fi Ahvâli'l-Mevtâ ve Umûri'l-Âhire: Kurtubî bu eserinde ölüm, ölülerin halleri, kiyamet, Cennet, Cehennem gibi mevzulari anlatir.
2. et-Tezkâr fi Efdali'l-Ezkâr: Kur'ân-i Kerim'in faziletlerine dair kirk bâbdan olusan bir eserdir.
3. el-I'lâm bimâ fî Dîni'n-Nasârâ mine'l-Mefâsid ve'l-Evhâm ve Ezhâru Mehâsini Dîni'l-Islâm.
4. el-Misbâh beyne'l-Ef'âl ve's-Sihâh: Ebu'l-Kâsim Ali Ibn Cafer'in Kitâbu'l-Ef'âl'i ile el Cevherî'nin es-Sihâh adli lügate dair eserlerinin muhtasaridir.
5. el-Muktebes fî Serhi Muvattai Mâlik Ibn Enes.
6. el-Lumau'l-Lu'luiyye fî Serhi'l Isrînâti'n-Nebeviyye.
7. el-Câmi'li-Ahkâmi'l-Kur'ân. (Kurtubî'nin hayati, eserleri, ilmî sahsiyeti hakkinda genis bilgi için bk. el-Kasabi Mahmud Zalat, el-Kurtubî ve Menhecuhû fi't-Tefsir, Kahire (1399/1979); Mahmud Besyûnî Fûde, Nes'etu't- Tefsîr ve Menâhicuhu, Kahire 1406/1986, s. 195-196; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, Ankara 1960, II, 345-346; Ismail Cerrahoglu, Tefsir Tarihi, Ankara 1988, II, 116-128).
Kurtubî Tefsiri:
Kurtubî'nin tefsirinin tam adi eserin mukaddimesinde belirtildigi üzere "el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân ve'l Mübeyyin limâ Tedammenehû mine's-Sünne ve Âyi'l-Furkân"dir. Eser, ahkâm agirlikli oldugu için bunu Ahkâmu'l-Kur'ânlar içinde sayanlar da vardir. Ama bütün Kur'ân'in bastan sona kadar tefsirini ihtiva etmektedir. Kurtubî tefsirine Kur'ân'in fazileti, okunusunun keyfiyeti, tefsiri, i'câzi, cem ve tertibi, ahrufu seb'a, müfessirlerin dereceleri ve tefsirle ilgili daha birçok konuya tahsis ettigi oldukça genis bir mukaddime ile baslar. Bu mukaddimenin basinda, tefsirinde takip edecegi metodu bizzat kendisi söyle açiklamistir:
allah2.gif
"Ömrüm boyunca Allah'in kitabi ile mesgul olmayi ve bütün gücümü ona sarfetmeyi uygun gördüm. Bunu da tefsirdeki nükteleri içine alacak sekilde lügatleri, i'rablari, kirâatleri, kalbleri dogru yoldan sapan dalâlet ehlini reddetmeyi, bu zikrettiklerimin yaninda ahkâmi, âyetlerin nüzûl sebeplerini, âyetler arasindaki manâyi toplayan ve birbirine zit gibi görünen ayetler arasindaki müskülleri açiklayan selef ve halef âlimlerinin görüslerine sehâdet eden hadisleri özlü bir sekilde yazmaya giristim... Bu kitaptaki sartlarim: Sözleri söyleyenlerine, hadisleri de (hadis mecmualarinin) müelliflerine dayandirmaktir... Müfessirlerin kissalarindan, tarihçilerin haberlerinden lüzumlu olanlar ve açiklama için mutlaka gerekli olanlar hariç olmak üzere yüz çevirdim. Bunun yerine "mes'ele" adini verdigim ahkâm âyetlerinin açiklamalarini koydum. Bir, iki veya daha fazla hüküm ihtiva eden her âyete bazi mes'eleler ilâve ederek o mes'eleler içinde nüzûl sebeplerini, tefsiri, garîb kelimeleri ve hükümleri açikladim. Sayet âyet bir hüküm ihtiva etmiyorsa tefsir ve te'vilini vermekle yetindim." (el-Câmî li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1405/1985, I, 2-3'den kisaltilarak).

Gerçekten Kurtubî mukaddimede verdigi bu esaslara uymus ve rivâyet agirlikli, son derece faydali bir tefsir ortaya koymustur. Tefsirde rivâyete agirlik verilmesi yaninda dirayet ihmal edilmis degildir. Mukaddimede belirtildigi üzere Sahabe ve Tabiun söz ve görüslerinden baslayarak kendi zamanina kadar yazilmis tefsirlerden -genel olarak kaynak belirtmek suretiyle- bol bol alintilar yapilmis; âyetlerin tefsirine dair o zamana kadar söylenen ve yazilanlar toplanmistir. Kurtubî, rivayete agirlik verirken tefsirine giristigi âyetin açiklamasi ile ilgili hadis bulmussa bununla yetinmis, hadis bulamadigi takdirde Sahabe, Tabiun ve daha sonra gelen âlimlerin görüslerine yer vermis, bu görüslerin degisik olmasi halinde aralarinda tercihler de yapmistir.
Istifade ettigi eserler arasinda Ahkâmu'l-Kur'ân'lar yekûn tutar. Bunlar içinde en çok Ebu Bekr er-Râzi el-Cassâs (ö. 370/981), Ilkiyâ el-Herrâsi (ö. 504/1110) ve Ebu Bekr Ibnu'l-Arab; (ö. 543/1148)'nin Ahkâmu'l-Kur'ân'larindan istifade etmistir. Bilindigi üzere bunlardan Ibnu'l-Arabî, Mâlikî; Ilkiyâ el-Herrâsî Sâfiî; Ebu Bekr el-Cassâs ise Hanefîdir. Ibnu'l-Arabî'nin eserinden çok istifade etmesi yaninda zaman zaman onu tenkidden geri kalmamistir.
Ahkâmu'l-Kur'ân'lar disindaki tefsir kaynaklari içinde Ibn Cerîr et-Taberî (ö. 310/923)'nin Câmiu'l Beyân'i, Ebu Ca'fer en-Nehhâs (õ. 338/949)'in I'râbu'l-Kur'ân Ye Maâni'l-Kur'ân'i, Ebu Bekr en-Nakkâs (ö. 351/962)'in Sifâu's-Sudûr adli tefsiri, Ebu'l-Abbâsî Ahmed ibn Ammar, el-Mehdevî (ö. 430/1039)'nin et-Tahsil li-Fevâidi Kitâbi't-Tahsili'l Câmi li-Ulûmi'd-Tenzil ti, Mekkî Ibn Ebi Tâlib (ö. 437/1045)'in Tefsir'i ve Müskilu I'râbi'l-Kur'ân'i, el-Mâverdî (ö. 450/1058)'nin Tefsir'i ve Ibn Atiyye (ö. 541/1147)'nin el-Muharraru'l Veciz'i sayilabilir.
Bunlarin disinda Kurtubî bu tefsirinde, liste olarak verilse dahi sayfalarca tutacak derecede çok hadis, fikih, kirâat, dil ve belâgat, akâid ve kelâm, tarih sahalarinda zamanina kadar yazilmis birçok eserden çogu kere kaynak belirterek istifade etmis ve tefsirinde bunlardan alintilar yapmistir.
Daha önce Kurtubî'nin fikihta Mâliki; itikadda Es'arî oldugunu belirtmistik. Buna binaen tefsirinde Maliki mezhebinin görüslerini delillendirirken -özellikle ahkâm âyetlerinin tefsirinde- diger mezheblerin görüslerine de yer vermis ama nezîh bir surette tenkid ve reddetmistir. Itikadî konularin delilleri olan âyetlerin tefsirinde ise Ehl-i Sünnet disindaki Mu'tezile, Kerâmiyye, Imâmiyye, Râfiziyye, Mücessime, Müsebbihe, Karâmita gibi bâtil mezheblerin görüslerinin çürütülmesine özen gösterilmistir.
Kurtubî tefsirinde kirâatlere -sâz olan kirâatlere de isaret edilmek suretiyle- ve âyetlerin Arap dilbilgisine göre tahlillerine, siirle istishâda da bolca rastlanir. Bu arada az da olsa israiliyyata yer verdigi görülür.
Bu özellikleriyle Kurtubî tefsiri isimlendirildigi üzere sadece bir Ahkâmu'l-Kur'ân degil Kur'ân-i Kerim'in bütün âyetlerini hemen her yönden inceleyen, hattâ zamanindaki tabiî bilimler isiginda bazi âyetleri tefsire çalisan genis bir tefsirdir. Yazma nüshalarinin bollugu yaninda defalarca baskisi da yapilmistir. Son olarak Misir'da on iki cilt halinde bir baskisi vardir ve bu baskida kaynaklari da dipnotlar halinde gösterilmistir.
Bedreddin ÇETINER
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36

bismi2.gif

KÂDI BEYDÂVÎ

Abdullah ibn Ömer ibn Muhammed Nâsiruddin el-Beydâvî Iran'da yetismis H. VII. asrin meshur müfessirlerinden biri. Siraz yakinlarindaki Beydâ'da dogmus, tahsil ve terbiyesini burada tamamlamis, yetistikten sonra Siraz'da kadi olmus ve burada baskadiliga kadar yükselmistir. Rivayete göre daha sonra seyhi Muhammed ibn Muhammed Kethânî'nin tavsiyesiyle kadiligi terketmis (Ömer, Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 350) ve 650/1252 senelerine dogru Tebriz'e gelip yerleserek 685/1286'da vefatina kadar orada kalmistir.
el-Gâyetu'l-Kusvâ adli eserinin mukaddimesinde belirttigine göre birinci derecede hocasi Siraz baskadisi olan babasi Ömer ibn Muhammed'dir. (Mahmud Besyunî Fûde, Nes'etu't-Tefsîr ve Menâhicuhû, Kahire 1986, s. 211).
Eserleri ve bu arada tefsîri Islâm âleminde çok meshur olmasina ragmen hayati, hocalari ve talebeleri hakkinda kaynaklarda yeteri kadar bilgi yoktur. Yalniz onun, Tebriz'e geldigi sirada bir mecliste gösterdigi maharet ve ilmi seviye anlatilmaktadir ki bu sayede o mecliste hazir bulunan bir vezir tarafindan itibar gördügü kaydedilir. (Davudî, Tabakâtu'l-Müfessirîn, Beyrut, t.y. I, 248-249).
Tefsir, Hadis, Fikih, Usûl-i Fikih, Kelâm, Mantik ve Dil konularinda te'lif etmis oldugu eserlerden önemli olanlari sunlardir:
1. Minhâcul-Vusûl ilâ ilmi'l-Usûl: Fikih usulüne dairdir.
2. Serhu Mesâbîhu's-Sünne: el-Begavî (ö. 516/1122)'nin hadise dair Mesâbîhu's-Sünne adli eserinin serhidir.
3. Nizâmu't-Tevârîh: Farsça olan bu eseri Hz. Âdem'den baslayarak 674/1275 yilina kadar gelen genel ve özet bir tarihtir.
4. el-Gâyetu'l-Kusvâ: Sâfiî mezhebine göre kaleme alinmis olan bu eser furûu'l-fikha dairdir.
5. Tavâliu'l-Envâr min Metâlii'l Enzâr. Kelâm ilmine dairdir.
6. Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't Te'vil. Kâdî Beydâvî "Kadî Tefsiri" diye de bilinen bu eseri ile söhret bulmus, ilim erbabinca çok degerli bir tefsîr olarak kabul edilen bu tefsir asirlar boyunca ehl-i sünnet dünyasinda medreselerde okutulagelmis, üzerinde 250'den fazla serh, hasiye ve ta'lîka yazilmistir. Fikihta Sâfiî, akaidde Es'arî mezhebine göre te'lif edilmis olan bu tefsîri özellikle Osmanli medreselerinde asirlarca ders kitabi olarak okutulmustur. Osmanli âlimlerince Hanefî-Maturudî mezheblerine uygun Nesefî tefsiri "Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl"in degil de Kâdî'nin bu eserinin medreselerde okutulmak üzere seçilmis olmasi ger çekten önemini ve degerini ortaya koymaktadir.
Envârü't-Tenzîl doguda ve batida defalarca basilmis olmakla birlikte yazmalari karsilastirilarak ilmî bir nesirle simdiye kadar yayinlanmamistir.
Bu eserin hâsiyeleri arasinda Muslihiddin ibn Temcîd (ö. 890/1485), Muhammed ibn Mustafa Seyhzâde (ö. 950/1543) Abdülhakîm es-Siyalkûtî (ö. 1067/1485) Sihâbuddîn el-Hafâcî (ö. 1069/1659) ve Ismail Ibn Muhammed el-Konevî (ö. 1195/1781)'nin hâsiyeleri basilmistir. Bunlar içinde de Sihâb, Seyhzâde ve Konevî hâsiyeleri çok meshurdur.
Kâdî tefsîrini -hemen bütün müfessirlerde oldugu gibi- hayatinin sonlarina dogru Tebriz'de kaleme almistir. 650/1252 yillarina dogru buraya geldigine göre tefsîrin yazilisi H. VII. asrin ikinci yarisindadir.
Tefsirinin basinda Kâdî Beydâvî bir müfessirde bulunmasi gereken sartlari ve tefsirinin özelliklerini söyle
kabe5.jpg
açiklar: "Tefsir ilmi dînî ilimlerin baskani ve basi, seriat binasinin temelidir. Onun hakkinda konusmaya ancak usul ve fürûu ile dini ilimlerin hepsinde yüksek bir mertebeye ulasmis, Arap dil ve edebî sanatlarin bütün çesitleri üzerinde bütün akranlarinin üstünde olanlar lâyiktir. Uzun zamandir bu sahada bir kitap yazmayi düsünmekteydim. Bu kitab Sahâbe, Tâbiûn ile onlardan sonraki selef ve halef âlimlerinin büyüklerinden bana ulasan tefsire dair sözlerin özünü, parlak nükteleri, parlak lâtifeleri, gerek benim, gerekse benden önceki faziletle müteahhir âlimlerin Kur'ân'dan çikardiklari hükümleri ihtiva edecek, meshur sekiz imama nisbet edilen kirâat vecihlerine, muteber kurradan rivâyet edilen sâz kirâatlere yer verecekti." (Mecmau't-Tefâsîr, Istanbul 1984, I, 7-13). Gerçekten Kâdi tefsirinde, bu giristeki sartlarina uymus, söylediklerini ihtiva eden kisa, öz bir tefsir meydana getirmistir.

Kâdî tefsirinin en önemli kaynaklari Zemahserî (ö. 538/1144)'nin el-Kessâf adli tefsîri ile Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1210)'nin Mefâtihu'l Gayb (el-Tefsîru'l-Kebîr)'idir. Zaman zaman Râgib el-Isfahânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l-Kurân'indan da istifade etmistir.
Bir âyetin tefsîrinde büyük çogunlugunu el-Kessâf'tan naklederek muhtelif te'villeri sirayla vermekle yetinmeyip bunlar arasinda tercihler de yapar. Bir de bu te'villerin eserde, sihhat derecelerine göre siralandigi; kuvvetli sayilari te'vil, açiklama ve rivâyetlerin önde zikredildigi görülür.
Kâdî tefsirinde Isrâiliyyâta rastlanir. Özellikle sûrelerin faziletlerine dair surelerin sonlarinda verdigi hadisler ihtiyatla karsilanmalidir. Çünkü çogunlugu ya zayif, ya da uydurma hadislerdir. Mâturîdî mezhebine uymayan te'villeri görüldügü zaman da bu eserin Es'arî mezhebi kelâm ekolünün görüslerine uygun olarak yazildigi hatirlanmalidir. Ahkâm âyetlerinin tefsirinde de hep kendi mezhebi olan Sâfiî mezhebini teyid edecek te'vil ve açiklamalara yer verir. Hadislerden istifade ederken bu mezhebin görüslerinin delilleri olan hadisleri verir. Bu tefsir bir rivâyet tefsîri olmadigi için tefsirde malzeme olarak kullanilan hadislerin isnâd zincirleri zikredilmemistir.
Envârü't-Tenzîl, kelâm ilmi konulari itibariyle Es'arî mezhebinin görüslerini
calig62.gif
aksettirmekle beraber -belki de farkina varmadan- Mu'tezile mezhebinin görüslerine uygun te'villere girmistir. Bunda, tefsirin el-Kessâf'tan kisaltilarak alinmasinin etkisi olmalidir. Yani Kâdi, el-Kessâf'tan alintilar yaparken ondaki Mu'tezile mezhebini destekleyen görüs ve te'villeri ayiklayarak almaya çalismis ama bunda pek basarili olamamistir. Bu özellik maalesef el-Kessâf'in tesîrinde kalan pekçok ehl-i sünnet müfessirinde görülmektedir.

Bu özelliklerine ragmen Kâdi tefsiri sahabe, tabiûn ve kendinden önceki müfessirlerin Kur'ân tefsirine dair açiklamalarini kisa ve özlü bir sekilde toplayan, bu açiklamalarin degerlendirmelerinin de yer aldigi, Kur'ân-i Kerim'in dil yapisi, belagati ve icâz yönlerini açiklamaya öncelik veren, bunun yaninda arapça ibaresi oldukça dügümlü bir tefsirdir.
Bedreddin ÇETINER

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt