Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Alim, Evliya ve Islam Büyükleri (1 Kullanıcı)

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Müdahalemin sonucundan hiç de memnun değildim. Şüphesiz orada bulunanların hiç birinden -en azından bizzat Dr. Weizmann'dan- benim Siyonist düşüncenin moral alanda alabildiğine kolay yıkılır bir yapı olduğu yolundaki kanaatlerimi olumlamalarını beklemiyordum; ama yine de Araplardan yana konuşurken, en azından bunun Siyonist liderler katında belli bir rahatsızlık uyandıracağını umuyordum; öyle bir rahatsızlık ki, kendi kanaatlerini daha derinden irdelemek yönünde uyarıcı olabilecek ve böylece, belki de, Arap mukavemet hareketinin temelinde yatan ahlaki haklılığı tanımaya daha yakın bir çizgiye getirecek onları.... Ama bu umduklarımın hiçbiri gerçekleşmedi. Tersine, bön bakışlardan örülü bir duvar karşısında buldum kendimi; Yahudilerin cetlerinin toprağı üzerindeki tartışılmaz haklarını tartışmaya sokmaya yeltenen pervasızlığım, yakıcı bir hoşnutsuzluktan başka bir tepki uyandırmamıştı.
Yahudiler gibi büyük bir zekayla, beceriyle donanmış bir halk, nasıl olu da Siyonist-Arap çatışmasını yalnızca Yahudi bakış açısından değerlendirebilir, bunu anlayamıyordum? Filistin'deki Yahudiler sorununun uzun vadede ancak Araplarla kurulacak dostça ilişkiler içinde, Arap-Yahudi işbirliği fikri çevresinde çözümlenebileceğini anlamıyorlar mıydı? İzledikleri politikanın vaadettiği vahim geleceği, trajik kavgaları, geçici başarıların ötesinde, uzun vadede Arap denizinin ortasındaki bu Yahudi adacığının sonsuza kadar hedef olacağı kin ve nefreti, sonu gelmez acıları göremeyecek kadar kör müydüler?
Ne garip bir olguydu, uzun ve acılı sürgün hayatını sürdürürken öylesine büyük haksızlılara uğrayan bir halk, şimdi kendi tek boyutlu amacı uğruna, başka bir halka, üstelik Yahudilerin geçmişte çektiği acılardan hiç bir şekilde sorumlu olmayan mazlum bir halka karşı korkunç bir haksızlık işlemeye bütünüyle hazır görünüyordu. Tarih boyunca böyle bir olguya rastlanmamıştır sanırım; böyle bir haksızlığın düpedüz gözlerimin önünde sahneye konması son derece üzücüydü benim için.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
EMİR ABDÜLKADİR
(1808-1883 m.)

cevaplar.org - Salih Okur - 2003

TAKDİM
ecdad173.jpg
19. yüzyıl Afrika kıtası, sömürgeci güçlere kabuslar gösteren bir sürü irili ufaklı direnişe şahit olmuş ve bilhassa Müslüman toprakları çeşitli tarikatlar öncülüğünde düşman sultasına karşı şiddetle karşı koymuştur. Özellikle Kuzey Afrika’daki bu “Sufi direniş” çeşitli liderler öncülüğünde yaklaşık 150 sene kadar devam etmiştir. Bunlar arasında Sokoto’da Osman Bin Fodyo, Cezayir’de Emir Abdülkadir, Libya’da Muhammed Senusi, Somali’de Muhammed bin Abdullah bin Hasan, Fas’ta Emir Abdülkerim ile Sudan Mehdisi Muhammed Bin Abdullah ilk akla gelenlerdir.


Bu hareketlerin ortak zaafı karizmatik lider merkezli hareketler olmalarıdır. Bu tip hareketler kanı kaynayan, heyecan ve his ağırlıklı Afrika insanına kısa zamanda müthiş bir enerji ve dinamizm vermesine karşın, uzun vadede ya liderin hataları ile hareketin sarsılması veya onun vefatının oluşturduğu büyük boşluğun doldurulamayıp saman alevi gibi sönmesini netice vermiştir..

Biz bu kısa çalışmamızda Fransızlara karşı Cezayir’de destansı bir mücadele veren Emir Abdülkadir hazretlerini ele aldık. O’na ve silah arkadaşlarına binler fatihalarla...


DOĞUMU VE AİLESİ
Emir Hacı Abdülkadir Cezairi bin Muhyiddin, 1223’de (6 Eylül 1808) Batı Cezayir’de Muasker şehri civarında bir zaviyede dünyaya geldi. Soyu Hazret-i Hasan (RA) efendimize dayanmaktadır. Babası Şeyh Muhyiddin efendi bir Kadiri şeyhi idi. Cedlerinden Seyyid Muhammed bin Abdülkadir, Barboros Hayreddin paşanın Cezayir fethinde bir nefer gibi çalıştığı için Osmanlı Sultanları bu aileye büyük izzet ve itibar gösterirlerdi.

YETİŞTİĞİ ÇEVRE
Büyük insanları yetiştiren biraz da aile ortamı ve muhittir. Cezayir'in bir eyaleti olan Vahran(Oran)'da tahsilini tamamlayan Genç Abdülkadir çok köklü dini eğitim aldı. Küçük yaşta hafız oldu. Medrese ve tekke eğitiminin yanında aynı zamanda iyi bir at binicisi ve keskin bir nişancı olarak yetişti. Daha gençliğinde dini ilimlerdeki kudreti, insanları teshir eden hitabeti, İslam tarihine dair geniş malumatı, cesaret ve kahramanlığı, takva ve fazileti ile şöhret buldu.

Kazandığı bu saygınlık ileriki dönemlerde kurtuluş mücadelesinde herkes tarafından kabul edilmesinde büyük bir vesile oldu. Haşim kabilesinin en nüfuzlularından biri olan ailesi,uzun müddet Fas'ta ikamet ettikten sonra, 18.yy'da Oran beyliğine hicret ederek orada yerleşmiştir. Bu ailenin Şeriflikten (Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere verilen unvan) dolayı haiz bulunduğu itibara Abdülkadir'in büyük babası Mustafa bin Muhammed bin Muhtar'ın ve bilhassa babası Şeyh Muhyiddin'in zühd ve takva ile kazandıkları şöhret de inzimam etmişti.

19. YÜZYIL MAGRİB MEMLEKETLERİ
Magrib ülkeleri diye anılan bölge bugün Cezayir ve Fas’ı kapsayan coğrafi alandır. Cezayir daha Kanuni devrinde Osmanlı topraklarına katılmıştı. Fas ise Kuyucu Murat Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Vadiseyl meydan muharebesinde Portekiz güçlerini kâmilen imhasıyla Üçüncü Murad han zamanında Devlet-i aliyeye dahil olmuştu.

19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı idaresi bu topraklarda gitgide zayıflamış ve şekli bir hüviyete bürünmüştü. Bu ise, Sanayi devrimi ile gitgide iştahları kabaran Avrupa devletleri için biçilmiş kaftandı. Bir pastayı paylaşır gibi İslam ülkeleri aralarında pay eden müstemlekeciler nazarında Cezayir, Fransa’nın payına düşmüş bir lokmaydı sadece. Ama kısa zamanda örgütlenen Müslüman halk Fransa’nın karnına oturdu.

İLK HACCI

Cezayir’in Fransız çizmelerinin işgaline uğramasından üç sene evvel yani 1827’de babası ile birlikte, Hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklara seyahate çıktı. Hicaz’da Kafkas kartalı İmam Şamil’le tanıştı. Bu iki büyük dava adamının tarihi buluşması çok anlamlıdır. İki aksiyoner ruh İslam toplumunun kurtuluşuna çareler aradılar, fikirler ortaya koydular ve galiba haccın, şimdilerde bütün bir ümmetçe es geçtiğimiz çok önemli bir esprisi de buydu herhalde. Memleketlerine döndüklerinde her ikisini de alev, barut ve kıyamın beklediği bu iki büyük insan yıllar sonra yine kutsal beldelerde karşılaşacaklardır, ama bu sefer kolları, kanatları kırık olarak...

Hac görevini tamamladıktan sonra Şam’a geçti. Bu şehirde, 19. asrın Müceddidi olarak kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerini ziyaret ettiğini bazı kaynaklar yazmaktaysalar da, pek mümkün görülmemektedir. Zira Mevlana Halid hazretleri 1826 yılında vefat etmişleridir. Herhalde onun halifeleri ile görüşmüş olabilir. Üç senelik bu seyahatinde bir müddet kaldığı Bağdat’ta Kadiri tarikatının o zamanki en büyük şeyhi Mahmud El Geylani’den Kadiri tarikatında icazet aldı..

1830’da Fransız askerlerinin Cezayir’e girdiğini duyar duymaz yurduna döndü. Cezayir halkı faziletli babası Şeyh Muhyiddin’in etrafında halelendilerse de, bu muhterem zatın çok yaşlı olması sebebiyle nazarlar oğluna çevrildi ve nihayet 22 Kasım 1832’de, Recep ayında Emir el Müminin olarak seçildi.

Biat merasiminde şöyle demişti:
“Eğer liderliği kabul ediyorsam bu, cihad alanın da düşmana karşı yürüyen ilk kişi olmak hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, imanımızı savunmada hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım.”

Özel olarak yaptırdığı yüzüğüne şu beyitleri nakşettirmişti:" Her kimin yanında Allah'ın Resulu olursa, Aslanlar ondan korkar,inlerinde karşılaşsalar onunla."

TEŞKİLATLANMASI
Emir Abdülkadir her büyük liderde gördüğümüz gibi teşkilatlanmaya büyük önem veriyordu. Önce bütün kabilelerden seçilen delegelerden biat aldı. Daha sonra hemen teşkilatlanmaya girişti. Valilikler kurdu. Osmanlı devlet teşkilatlanmasına benzer askeri, mali, diplomatik düzenlemeler yaptı. Halktan düzenli vergi topladı. Milli parayı bastırdı(Muhammediye) Ona göre Fransızlara karşı direniş ancak iyi bir organizasyonla başarıya ulaşabilirdi. El Muasker şehri bu İslam devletinin başşehriydi. Daha sonra 1835’te General Clauzel burayı işgal edip yakınca, Takdimt mıntıkasına çekildi.

Emirin ordusu düzenli bir ordu ve bunun yanında “Mutavva” denilen gönüllülerden oluşuyordu. Emir Abdülkadir’in birliklerinin hareket kabiliyeti yüksekti, bu da hantal Fransız ordusu karşısında önemli başarılar kazanmalarına sebeb oldu. Düzenli ordu(Asakir-i Muhammediye) üç kısımdan müteşekkildi:
1- Süvariler
2- Piyadeler
3- Topçular

Mühimmat ganimetlerden sağlanıyordu. Bazen dışarıdan özellikle de Fas üzerinden İngilizlerden silah satın alınıyordu. Daha sonraları dışa bağımlılığın önüne geçmek için silah endüstrisi kurma yoluna gidildi. Tlemsan, Muasker, Milyana gibi şehirlerde atölyeler ve fabrikalar kuruldu.. Buralarda Top mermisi, süngü, kurşun ve değişik silahlarla barut üretiliyordu.

Emir Abdülkadir “Sumala” adını verdiği karargahını seyyar bir hale getirmişti. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor, savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu.

Aynı zamanda Mücahidler çok iyi bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Emir Abdülkadir dünya politikasını yakından takip ediyordu. Paris’te yüksek makamlarda ajanları vardı.

CİHAD GÜNLERİ
Emir seçilir seçilmez Vehran’ı muhasara etti ve Cinzal Boyer komutasındaki Fransız güçlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. 1833’de Telemsam’ı zaptetmesi Berberi aşiretleri arasında nüfuzunun iyice pekişmesine vesile oldu.

Fransızlar bu genç kahraman karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Sayıca ve silah yönünden üstün kuvvetler Emir’in bir avuç imanlı kuvveti karşısında tersyüz oluvermişti. General Bugeaud Fransa’ya gönderdiği raporlarında bunu şöyle itiraf eder:

“Abdülkadir hızlı, zeki ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır.Dehası ve temsil ettiği inanç sayesinde kazandığı itibarla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, Müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir.”

Sufiler Ve Aksiyon adlı eserin yazarı Esad El Hatip Emir'in sebat ve mücadele azmi hakkında şunları yazmakta: "Emir Fransızlara karşı müsamaha göstermeden savaştı. Haftalarca uyumama, nadiren kılıcı kınına koyma gibi düşmanlarını hayrete düşüren olağanüstü sahneler sergiledi. Böylece: "Bineğinin eğeri onun tahtıydı" sözünü hak etti."

Sonunda Fransız güçleri naçar kalarak sulh istediler. 1834’de varılan anlaşmaya göre Fransızlar Abdülkadir’in emirliğini tanıyorlardı. Aynı anlaşmaya göre Muasker merkez olmak üzere Merakeş sınırına kadar geniş bir toprak parçası Müslümanlara bırakılıyordu.(Desmichels anlaşması)

Emir Abdülkadir bu barıştan istifade ile içteki muhaliflerini yola getirdi ve daha sonra Dömişel’in vekili general Camille Trezel’in üzerine 20 bin süvari ile hücum etti ve Fransız birliklerini Makta'da ağır bir yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Mareşal Bertrand Clauzel ve Dük Dörelyan karşı hücuma geçtiler.

Toplu atan bu yürekleri toplarının sindiremeyeceğine kani oldukları için kabileler arasına ajanları vesilesi ile fitne ve fesad soktular, tefrika çıkardılar. Bunun meyvesini de Muasker ve Tlemsan’ın zaptıyla yediler. Başkent yakılıp yıkıldı.(1835)

Fransızlar bu harekatları ile Emirin prestijine büyük bir darbe indirdilerse de, tekrar toparlanan mücahid güçleri karşısında barış masasına oturmak zorunda kaldılar. 1837’de imzalanan Tafna anlaşması Müslümanlara ilk anlaşmadan daha büyük tavizler veriyordu. Bu anlaşmayla Emir Abdülkadir Cezayir’in üçte ikisine hakim olmuştu.

Tabii ki Fransa’nın amacı zaman kazanmaktı. İki senelik bir zaman zarfından sonra savaşa iyice hazırlandıklarına kanaat getirdiler ve bir fırsat kollamaya başladılar. 1839'da Orleans dükü, Kostantin kentini Demir kapılar geçidiyle Cezayir'e bağlayınca, Abdülkadir Fransa'nın Tafna anlaşmasını çiğnediğini ileri sürerek genel cihad ilan etti. Akabinde, örgütlenme çalışmalarını tamamlayamamasına rağmen ansızın Mitici'ya saldırdı ve buradaki Fransız koloni birimlerini yok etti. Savaş tekrar ve daha kanlı bir şekilde başlamış oluyordu.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
SAVAŞIN İKİNCİ SAFHASI
Fransızlar bir yandan birliklerini yaklaşan savaşa göre modernize ederken, öte yandan Müminlerin içlerine soktukları nifak tohumları ile kaleyi içten fethetme yoluna gittiler. Ve binler teessüf ki muvaffak da oldular.Tıpkı Rusların Kafkaslarda, İtalyanların Libya’da, İngilizlerin Afganistan’ da yaptıkları gibi. Misal olsun diye söyleyelim, İngilizlerin 1920’lerde Afgan topraklarını işgal etmeye hazırlandıkları sıralarda camilerde Hanefi ve Şafii cemaat, namazda, tehiyyatta parmak kaldırma meselesinden boğaz boğaza girmişlerdi.

Hani Akif der ya:
“İslam’ı evet tefrikalar kastı, kavurdu.
Kardeş bilerek, bilmeyerek kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı
Lakin, o zaman silkinerek birden uyandı.”

Evet Cezayir’de aynı oyun oynandı. Hatta Emir Abdülkadir’in yenilgisinin sebebi Fransızlar değil de ülkedeki Ticani ve Kadiri tarikatları arasındaki görüş ayrılıklarıdır dersek mübalağa etmiş olmayız. Emir bir yandan bu sorunlarla diğer yandan Sahte Mehdilerle uğraşmak zorunda kaldı.(Burada şunu da hatırlatalım; Kuzey Afrika halkları arasında, İmam Suyuti’nin bir keşfine dayanarak Mehdinin 19 yy’da çıkacağına, zuhur yerinin de Kuzey Afrika olacağına dair yaygın bir inanış vardı. Zaten bu yüzyılda bu topraklardaki direnişi tetikleyen en mühim unsur da bu inanıştı.)

Fransızlar ın Emirin nüfuzunu sınırlandırmak istemeleri ve red cevabı almaları üzerine 19 Kasım 1839’de savaş tekrar başladı. Fransızlar Tagdempt, Muasker ve Tlemsan şehirlerini işgal ettiler. Harp Cezayir’in her yanına yayıldı. Mücahidler büyük çaplı saldırılar yerine gerekli darbeyi indirip geri çekilen tüfekli süvarilerin kullanıldığı ardı arkası kesilmeyen çarpışmalarla düşmanı bunaltma yolunu tuttular. Ama Fransızlar bu sefer işi bitirmek kararındaydılar. İkmal yolları tutuldu ve Emir’e bağlı yerler yiyeceksiz bırakılıp teslim olmaya zorlandı. Genel vali T. R Bugeaud sabit işgal noktaları ve seyyar vurucu timlerle Cezayir'i tamamen işgal etti. Mücahidlerin umutları gitgide tükeniyordu. Eldeki kaleler tek tek düştü. Düşman kuvvetleri 16 Mayıs 1843’de Emir’in Seyyar ordugahını bastılar ve paha biçilemeyecek şahsi kütüphanesini dahi yaktılar. Auamale dükünün Emir'in ailesini esir alması mücahidlerin moral gücüne büyük bir darbe indirdi. Şiddetli çarpışmalar sonucu Abdülkadir küçük bir kuvvetle Fas’a sığındı.

Fakat Vali Bugeaud peşini bırakmadı ve 1844 Ağustosunda İsli’de Fas ordusunu yendi. Fransızlarla 1844 Ekiminde Tanca anlaşmasını imzalamak zorunda kalan Fas sultanı Abdurrahman, çaresiz olarak Abdülkadir’i desteklemekten vazgeçti. Emir de gizlice ülkesine geri döndü. Burada kısa zamanda kuvvetlendikten sonra çarpışmalar tekrar başladı.

1845 Ekiminde Sidi Birahim'de bir Fransız birliğini bozguna uğrattıysa da, gittikçe artan Fransız baskısı sonunda önce Sahraya çekildi. Orada da fazla duramadı. Tekrar Fas’a ricat etti.(1846) Kendisini takip eden düşman ordusunun Fas Sultanının kuvvetlerini tekrar yenmesi üzerine 23 Aralık 1847’de General Lamoriciere'e teslim oldu. Teslim olurken ağzından şu cümleler döküldü:“Kader”

ESARET YILLARI VE SONRASI
Emir Abdülkadir teslim olduktan sonra 5 sene Fransa’da esir kaldı. Fransız tebaasına girmesi karşılığında kendisine büyük bir armağan verileceği Fransa kralınca kendisine söylendiğinde şu cevabı vermişti: “Kral namına bana bütün Fransa’nın tüm zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cübbemin üzerine yerleştirseniz sizin tebanız olmayı hatırımdan geçirmem. Ben burada sizin misafirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak bu utanç bana değil size ulaşacaktır.” Üçüncü Napolyon zamanında Osmanlı ülkesine gitmesine izin verildi. Payitahta Sultan Birinci Abdülmecit’in iltifatı ile karşılandı. Bursa’da kendisine tahsis edilen bir konağa yerleşti. Kendisini tamamen ilme verdi.

1855’de Bursa’da şiddetli bir deprem oldu. Bu depremden sonra Emir Abdülkadir Şam’a yerleşti. Kendisine Fransız hükümetince maaş bağlandı. Bundan sonraki hayatını tamamıyla İslami çalışmalara ve ilme verdi. 1860'da Cebel-i Lübnan'da patlak veren Dürzi isyanında bizzat müdahale ederek Fransız konsolosu ve 1500 kadar Hristiyanı katliamdan kurtardı. Bunun üzerine Fransız hükümeti kendisine Legion d'honneur nişanı verdi.

Daha sonra 1870 senesinde tekrar Hacca gitti ve iki sene kaldı. Şeyh Şamil’le ikinci görüşmesi de bu zamanda olmuştur. Hac seyahatinde Mısır'a uğrayıp, Mısır Hidivi İsmail Paşanın misafiri olarak Kahire'de bulunan İmam Şamil'le, yine Paşanın davetlisi olarak saraya gelen Emir Abdülkadir hazretlerinin tarihi buluşması Kahire'de büyük heyecana vesile oldu ve halk bu iki İslam kahramanını görebilmek için saraya akın etti..

Hac farizasını eda eden bu büyük mücahid tekrar Şam’a avdet etti. 1883 senesinde 75 yaşında bu şehirde Demir köyünde dar-ı Bekaya intikal etti. Allah Rahmet eylesin. Cenazesi tasavvufta en çok etkilendiğini söylediği zatın, Şeyh Muhyiddin-i Arabi’nin türbesi içine defnolundu.

Bugün Cezayir halkınca ülkenin en büyük kişilerinden biri kabul edilen Emir Abdülkadir'in kemikleri 1966'da Şam'dan getirilerek El Aliye mezarlığındaki şehitler bölümüne nakledildi.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ŞEMAİL VE AHLAKI
Ana Britanicca ansiklopedisi şöyle yazmakta onun hakkında: “Siyah sakallı düzgün bir yüzü, ince ve kıvrak bir bedeni olan orta boylu bir kişiydi. Davranışları son derece kibar, yaşam biçimi de son derece sadeydi. Şairliği ve etkili söz söyleme gücüyle dindaşlarını kolayca heyecana getirebilen dindar ve aydın bir kişi olarak tanınırdı.”

Muasırlarından Abdurrezzak Baytar şöyle anlatır onu: "O, âlicenap, kamil,arif, yüce ihsanlarla bezenmiş bir imam, ilahi ilimlerde rusuh sahibi olduğu gibi hakikat sırlarının kaşifi...Tüm bunların yanında o, erler meydanının süvarisi, mızrak taşıyanların aslanıdır. sözü ne kadar uzatsa da, onu anlatan,onun evsafını anlatmaktan aciz kalır."

Fransız tarihçi Bernar da şu itirafları yazmakta:"Zarif, yakışıklı ve cesaretliydi. Samimi ve ihlaslı bir dindardı.Emirliği nefsin arzularını tatmin amacıyla değil, ümmeti kurtuluşa sevketmek için istedi. Gerektiğinde sert, gerektiğinde yumuşaktı. Cezayir'deki en büyük ve en bariz düşmanımızdı.

SÖZLERİNDEN BİR DEMET
*“Muhakkak ki, cihad peygamberlerin şiarı, Müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır.”

*“Allah Teala bir kimseye din ve dünyanın hayrını dilemedikçe, ona cihad nasip etmez.”

*“Hakiki mümin din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır.”

ESERLERİ
Mücahitliğinin yanında derin bir ilme de sahip olan Şeyh Abdülkadir Cezairi sağlam ve ince fikirler serdettiği ilmi eserler de vermiştir. Kendisi büyük bir tefsir ve hadis alimi olduğu gibi, aynı zaman da seviyeli şiirleri olan bir şairdir de.

Önemli eserlerini aşağıda alıyoruz:
1-Risale-tül Ayan: Emirin siyasi düşüncelerini ihtiva eden ve hicret meselesini ele aldığı kitabıdır.
2- Zikr-ul akıl ve tenbih-ül gafil: Felsefi ve tasavvufi meseleleri işlediği bu eserini Bursa’da kaleme almıştır.
3- Nuzhet-ul Hatır fi karız’il Emir Abdülkadir: Şiirlerini topladığı divanıdır.

ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Bu kısa çalışmayı bitirirken beni çok rahatsız eden bir iddia üzerinde durmak istiyorum; Merhum Emir Abdülkadir hazretlerinin “Mason” olduğu iddiası! Maalesef, memleketimizde bir huy var; Derinlemesine araştırma yapmadan yerli yersiz herkesin alnına “mason” damgası yapıştırmak. Buna vesile olan bir grup da var nitekim... Değerli çalışmalarını bir tarafa bırakalım, Masonlukla alakalı kitaplarında ve internet sayfalarında Emir Abdülkadir hakkındaki bu iddiaya yer vermeleri çok acı gerçekten. Elimde “Yahudilik ve Masonluk” adlı eserin eski bir baskısı var. 229. sayfasında resmin altına bir de “Suriyeli Mason” demişler. Eh bu kadarına pes doğrusu...

KAYNAKLAR
1-İslam Meşhurları Ansiklopedisi-1/89-92- Abdüllatif Uyan- Berekat yayınevi- İst-1982
2-Sahabeden günümüze Allah dostları-Cilt:9- Şule yayınları- İst-1996
3-Görsel Büyük Genel Kültür Ansiklopedisi-1/42- Görsel yayınları-İst-1984
4- İslam ansiklopedisi-1/85-87-Milli Eğitim Basımevi-İst:1978
5- Büyük Larousse-1/29-Milliyet yayınları-İst-1986
6- Meydan Larousse-1/32-Sabah yayınları-İst:1992
7- Yeni Rehber ansiklopedisi-1/91-92-Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1993
8- İslam Ansiklopedisi-1/232-Diyanet vakfı yayınları-İst:1988
9- İslam Dergisi-Mart- Nisan-1958-Sayı:15-16
10- Evliyalar Ansiklopedisi-1/370-377- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1992
11- İslam Alimleri Ansiklopedisi-17/274-278- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1984
12- Ana Britannicca-1/29-Hürriyet yayınları-1993
13- Sufiler Ve aksiyon-sf:135-136- Esad El Hatip- İnsan yayınları .
Kaynak: www.davetci.com.tr
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Necmeddin-î Kübra
(1145-1221)
13. asırda yaşamış büyük alim ve veli zatlardan birisidir. Asıl adı Ahmed olmasına rağmen “Necmeddin-i Kübra” olarak tanınmış ve bu isimle şöhret bulmuştur. İlim tahsili için bir çok İslam beldesini dolaşmış ve muhtelif alimlerden ders almıştır. İlmini tamamladıktan sonra memleketi Harezm’e dönerek, iman ve İslam hizmetinde bulunmuştur. Çok sayıda talebe yetiştirdiği gibi, önemli eserler de yazmıştır. Tasavvuf alimi olup, Kur’an-ı Kerim’in zahiri manasının yanında, batınî ve işari manalarıyla da meşgul olmuş ve tefsir yazmıştır. Risale-i Nur’da, batınî ve işari manalarla ilgili olarak tefsir yazanlar arasında ismi zikredilmektedir. (Kastamonu Lahikası, s. 144) Künyesi; Ebü’l-Cennab Ahmed bin Ömer bin Muhammed Hayveki el-Harezmi şeklindedir.
Ahmed, 1145 yılında Harezm’in Hayvek köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Ömer’dir. Çocuk yaşta eğitim ve öğretime başladı. Eğitimini tekmil etmek maksadıyla bir çok İslam beldesini dolaşarak tanınmış alimlerden dersler aldı. Bu çerçevede, İskenderiye’ye giderek Ebu Tahir Silefî, İsfahan’da Ebü’l-Mekarim, Ahmed ibn Muhammed Leban, Hemedan’da Hafız Ebü’l-Ala, Nişabur’da Ebü’l-Meali Füravi ve Mısır’da da Ebu Muhammed Şirazi’den ders aldı. Bunların dışında da birçok alimin ilminden istifade etme yoluna gitti.
Ahmed, öğrendiği bilgilerle yetinmeyerek isim ve şöhretini duyduğu alimin bulunduğu beldeye gitmek suretiyle, ilim öğrenmek için büyük bir çaba gösterdi. Nitekim, Mısır’da bulunduğu sırada Tebriz’de bulunan bir alimin şöhretini duydu. Söz konusu alim Peygamber Efendimizin (asm) Sünnetlerini ders olarak okutmaktaydı. Bu bilgiler üzerine Tebriz’e gitti. Güzel dersler okutan Ebu Nasr Hafda’dan Sünnet derslerini aldı. Bu arada eser yazmaya başladı ve ilk olarak kelam konusunu işlediği “Sünnet ve’l-mesalih” adlı eserini kaleme aldı.
Ahmed, hocası ve aynı zamanda amcası olan Ebu Necib Sühreverdi’den de ders aldı ve önemli ölçüde onun etkisinde kaldı. Özellikle tasavvufla ilgili konularda amcasından çok şey öğrendiği ve onun eğitiminden geçerek büyüdüğü kaydedilmektedir. Tasavvuf ile ilgili olarak Fahreddin-i Razi, İsmail Kasri ve Ammar bin Yasir’den de dersler aldığı, bilgilerini pekiştirerek önemli bir konuma geldiği belirtilmektedir.
Mısır’da bulunduğu sırada, ders aldığı hocasından çok büyük yakınlık gördü. Hocası ona evladı gibi muamelede bulundu. Daha sonra hocasının kızıyla evlendi ve Mısır’da bulunduğu süre zarfında iki oğlu dünyaya geldi.
13. asrın büyük alimlerinden olan Ahmed, yaşadığı dönem ve sonrasında bir çok lakap ve unvanla anıldı. Girdiği bütün münazara ve ilmi tartışmalardan galip çıkmasında dolayı Tammetü’l-Kübra, doğduğu köyün ismine izafeten Hayvekî, ayrıca, Şeyhü’l-imam, Necmeddin-i Kübra, Zahidü’l-Kebir, Şeyh-i Harezmî gibi unvan ve lakaplarla anıldı. Asıl adından çok Necmeddin-i Kübra unvanıyla tanınıp meşhur oldu.
Ahmed, eğitimini tamamladıktan ve çok önemli bir ilerleme kat ettikten sonra, hocalarının da tavsiyesiyle, ailesiyle birlikte memleketi Harezm’e döndü. Bildiklerini ve öğrendiklerini insanlarla paylaşarak, insanları Hakk ve hakikat yolunda aydınlatmaya çalıştı. Çevresindeki etkisi ve saygınlığıyla tasavvufun önde gelenleri arasında yer aldı. Vaaz ve irşatları büyük bir rağbet gördü. Böylece kısa zamanda, ilme meraklı çok sayıda talebenin yanına gelmesine ve kendisinden ders almasına vesile oldu.
Necmeddin-i Kübra çok sayıda talebe yetiştirdi. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası olan Bahaeddin Veled, Mecdüddin-i Bağdadi, Baba Kemal Cündi, Abdülaziz bin Hilal, Necmeddin-i Razi, Nasır bin Mensur yetiştirdiği ünlü talebelerinden bir kaçıdır.
Ahmed, İslam’ın güzel ahlakını yaşayarak etrafında bulunan insanlara büyük bir örnek teşkil etti. Peygamber Efendimizin, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” mealindeki hadisini bizzat yaşayarak gösterenler arasındaki yerini aldı. İbadet ve Hakka hizmet noktasında asla gevşeklik göstermedi. Ulaşabildiği tüm insanlara yardım etmeye ve onlar için faydalı olmaya çalıştı.
Necmeddin-i Kübra, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin zahiri manalarının yanında batınî ve işarî manalarıyla ilgili tefsir yazan alim ve veli zatlardan birisidir. Risale-i Nur’da ismi zikredilerek bu konuda bazı açıklamalarda bulunulmaktadır. (Kastamonu Lahikası, s. 144; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 55) Kıyamete kadar hükmü devam edecek olan Kur’an-ı Kerim bu özelliğinden dolayı, her asır insanının ihtiyaçlarını karşılayacak ve ihtiyaçlarına cevap verecek hüküm ve manaları ihtiva etmektedir. Bu sebepten dolayı, asırlar boyunca değişen ve gelişen tüm şartlara rağmen, ayetleri tefsir eden alimler, insanların karşılaştığı problemleri aşmaya ve onlara yardımcı olmaya çalışmışlardır.
Bediüzzaman, Necmeddin-i Kübra gibi çok sayıdaki ehli velayetin batınî ve işarî manaları ihtiva eden tefsirleri kaleme aldıklarını, bu alimlerin kendi asırlarına ve problemlerine cevap veren açıklamalarda bulunduklarını; örneğin, "Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir" dedikleri halde, söz konusu tefsirlerin ulemanın tasdikinden geçtiği gibi, ümmet tarafından da kendilerine ilişilmediğini belirtmektedir. Ayetlerden muhtelif zamanlarda çıkartılan çok sayıdaki yorum ve tevillere karışılmayarak, saygı gösterildiği gibi, asrımızda Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri olan, bu asrın hastalıklarına cevap veren Risale-i Nur’un da aynı saygıyı görmesi ve bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini izah etmektedir. Ayetlerin cüzi manaları ve sadece belli bir olay ve hadiseyle sınırlı olmadıkları, aksine, külli manaları ihtiva ettiklerini belirttikten sonra, Risale-i Nur’un da “Kur’an-ı Mübîn’in nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübîn” olduğunu belirtmektedir. (Kastamonu Lahikası, s. 144)
Necmeddin-i Kübra, iman ve irfan hizmetini sürdürürken, bölgeyi kasıp kavuran, başlarında Cengiz’in bulunduğu Moğol tehlikesiyle karşılaştı. Tarihin kaydettiği büyük felaket ve katliamlarından birini gerçekleştiren Moğollara karşı talebelerini memleketlerine gönderen büyük insan, kendisi de silaha sarıldı. Talebelerini memleketlerini savunmak üzere gönderirken, şarktan fitne ateşinin geldiğini, her tarafı yakacağını ve İslam tarihinde böyle bir fitnenin görülmediğini söyledi.
Moğollara karşı kılıcını eline alarak savaştığını belirten tarihi kaynaklarda fikir birliği mevcut olup, vatan savunması için cihat ederken şehit düştüğü aktarılmaktadır. Harezm’e saldıran Cengiz’in askerleriyle savaşırken 1221 yılında şehit düşmüştür. Türbesi Afganistan’ın Köhneürgenç şehrinde bulunmaktadır.
Necmeddin-i Kübra, talebe yetiştirmeğe büyük önem verip zamanını bu uğurda harcamasının yanında, önemli eserler de kaleme alarak insanların istifadesine sundu. Kâtip Çelebi, müellifin kaleme aldığı eserlerinden örnekler vermektedir. En önemli eseri, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ettiği ve 12 ciltten oluşan Aynü’l-Hayat’tır.
Eserlerinden bazıları şunlardır: Usul-i Aşere, Risale fi Süluk, Risale ile’l-Haim, Fevaihü’l-Cemal, Adabü’s-Sufiye, Risale-i Necmeddin, Sekinetü’s-Salihin, Hidayetü’l-Talibin. Eserlerinin hemen hemen tamamı Arapça olarak kaleme alınmıştır. Rubailer de kaleme almış olup bunları ise Farsça yazmıştır.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî
(1873- 1933)
Afrika'da doğup gelişen ve büyük hizmetler ifa eden Sünûsi hareketinin büyüklerindendir. Trablusgarp işgali sırasında İtalyanlara karşı verdiği büyük mücadele ve kahramanlığı ile tarihe geçmiş din alimi ve büyük liderlerdendir. Senusi tarikatının ve buradaki halkın başında büyük mücadele vermiş ve uzun süre düşmanın ülkeyi ele geçirmesine engel olmuştur. Osmanlı Devleti İtalya ile barış yapmak zorunda kalıp buradan çekildikten sonra da mücadelesini sürdürerek işgale direnmiş, Osmanlı Devleti de el altından desteğini mümkün mertebe sürdürmüştür. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ile bağını en güçlü şekilde devam ettirmiş, savaşın sonlarına doğru bizzat Padişah tarafından İstanbul'a davet edilmiş ve kendisine büyük bir alâka gösterilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'nun bir çok yerini gezerek Kuva-yı Milliyecilere destek olmuş ve onlar için vaizlik yapmıştır. Risâle-i Nur'da, vaizlik yapmış olması ve bilâhare Kürtçe bilmediğinden dolayı Şark Vilayetlerinin umum vaizliğinin Bediüzzaman'a teklif edilmesi münasebetiyle ismi zikredilmektedir. Savaşın bitiminden ve ülkemizden ayrıldıktan sonra kendisinden boşalan vaizlik makamı Bediüzzaman'a teklif edildiyse de kabul edilmedi.
(Şualar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577)
Ahmed, 1873 yılında Jagbub'da dünyaya geldi. Senüsilerin önderlerinden olan Muhammed Şerif'in oğludur. Muhammed Şerif'in onun dışında dört erkek çocuğu daha vardı. 1902 yılında Muhammed Mehdi'nin vefatı üzerine Senusilerin başına geçti. Senusiler, Afrika'da önemli bir nüfuza sahip idiler. Özellikle Sahra ve Sudan bölgesinde geniş bir etki alanına sahiptiler. Yaklaşık bir asırdan beri devam edegelen sömürgecilik hareketleri ve özellikle İslâm topraklarını ele geçirip sömürgeleştirme teşebbüslerinin hız kazandığı bir dönemde Afrika'daki bu güzide topluluğun başına geçti. Senusiler, İtalya'nın Trablusgarp'ı işgaline kadar, tamamen dinî hizmetlerle iştigal etmekte ve her hangi bir askerî harekâtın içinde yer almamışlardı. Ancak, özellikle 1900'leri başından itibaren İtalya'nın açık bir şekilde Trablusgarp'a göz dikmesi ve burayı işgal için fırsat kollaması Osmanlı hükümetini telâşlandırmaktaydı.
Osmanlı Devletine samîmî bir şekilde bağlı bulunan Senusiler, işgal girişimlerine karşı silâhlandırılmaya başlandılar. Devlet, herhangi bir saldırı durumunda buraya zamanında askerî yardımı ulaştıramayacağını hesap ettiğinden, özellikle devlete son derece bağlı bulunan ve bu bağlılıkları Şeyh Ahmed zamanında adeta zirveye çıkan yerli halkı işgaller karşısında harekete geçirdi. Senusiler, önce Orta Afrika'yı işgal eden Fransızlarla büyük bir mücadeleye giriştiler. Büyük kahramanlıklar gösterdiler.
Şeyh Ahmed, 1911 Trablusgarp işgali üzerine, İtalyanlara karşı büyük bir mücadeleye girişti. Enver Paşa ile yaptığı görüşmeden sonra Türk ve Arap subayların komutasında teşkil ettikleri kuvvetlerle direnişe geçtiler. Enver Paşa, hükümetin içinde bulunduğu şartları gereği İtalyanlarla barış antlaşması yapmaya mecbur kalındığını Senusi'ye izah ettikten sonra, yinede cihada devam etmeleri tavsiyesinde bulundu. Ayrıca, bu mücahitlerin elinde bulunan bölgelere yazılan resmî yazılarda "Senusi Hükümeti" başlığı taşıyan kâğıtların kullanılması da dikkate değerdir. (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 218)
Trablusgarp savaşında beklendiği üzere, Osmanlı Devleti buraya askerî güç sevk edecek durumda değildi. Bir yıl geçmeden Balkan Savaşı'nın başlaması devleti daha zor durumda bıraktı. Bu gelişmeler üzerine işgalci İtalya'ya karşı halk kendi savaşını vermek zorunda kaldı. Uzun bir süre İtalyanlar kıyıda sıkışıp kaldılar ve ülkenin içlerine doğru ilerleyemediler. Osmanlı Devleti İtalya ile barış antlaşmasını (Uşi) imzaladıktan sonra da buradaki Senusilerin mücadelesi ve savaşı devam etti.
Şeyh Ahmed, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendine bağlı birliklerle İngiliz kuvvetlerine karşı savaştı. Bu arada Padişah tarafından 1915 yılında Trablusgarp valisi ilân edildi. Ancak, İngilizlere karşı yaptığı savaşta, Sollum'da yenilgiye uğrayınca çekilmek zorunda kaldı. Diğer taraftan Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun da İngiliz kuvvetlerine karşı yenilmesi Senusilerin mukavemetini daha da zayıflattı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Sultan Reşat tarafından İstanbul'a davet edildi. Şeyh Ahmed bu davete uyup 1918 yılı başında İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişinde Haydarpaşa'da, aralarında Enver ve Cemal Paşaların da bulunduğu bir topluluk tarafından karşılandı. (BOA. YEE. 86/41) İslâm dünyasında önemli bir etkiye sahip olduğundan, İslâm beldelerini dolaşarak Osmanlılara ve Halifeliğe karşı bağlılığın güçlendirilmesi faaliyetlerine girişmesi istendi. Bu amaçla seyahate çıkacağı sırada padişahın vefatı üzerine yolculuğa çıkamadı. Yeni padişah Vahdettin'in tahta çıkış merasimlerine katıldı. Bizzat padişaha kılıç kuşatıp duâda bulundu.
Şeyh Ahmed, İstanbul'a geldikten kısa bir süre sonra savaş sona erdi. Böylece İslâm topraklarını dolaşıp Müslümanların desteğini sağlama planı gerçekleşmedi. Sultan Vahdeddin'in onayıyla bir süre Bursa'da ikamet etti. Ardından yine Sultanın istek ve ricası üzerine, Kuva-yı Milliyecilerin saltanata bağlılığını pekiştirmek ve bir çeşit arabuluculuk yapmak maksadıyla Anadolu'ya gönderildi.
Ankara'ya gelişinde büyük bir teveccühle karşılandı. Kendisine en üst seviyede ilgi ve alâka gösterildi. Büyük Millet Meclisi Reisi yaptığı konuşmada kendisi ve Senusiler için övgü dolu sözlere yer verdi. (Hüsamettin Ertürk, 2 Devrin Perde Arkası, Hatırat, Yazan Samih Nafiz Tansu, Hilmi Kitabevi 1957, s. 477-79)
Ankara Hükümeti, büyük bir saygınlığı bulunan İslâm aliminin nüfuzundan faydalandı. Kendisi de elinden geleni esirgemedi. Anadolu'da bulunduğu süre zarfında bir çok beldeyi dolaşarak Kurtuluş Savaşına destek oldu. Mahalli kıyafetiyle gittiği yerlerde kürsüye çıkarak mücadele ve cihad azmini ateşledi. Bu hareket ve çabalarıyla bir nevi "umumî vaiz" mevkiinde bulunarak büyük bir hizmeti ifa etti (Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Sebil Y., İstanbul 1977, s. 365) Bir ara Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Irak tahtına aday gösterildiği de belirtilmektedir (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 227).
M. Kemal, İslâm birliğini sağlama gibi bir amaç ve gaye beslemediği halde, Müslümanların Kuva-yı Milliye hareketine sıcak bakmalarını sağlamak amacıyla alimlerin nüfuzundan faydalandı. Bu amaçla, Senüsi'nin de Türkiye'de bulunmasını fırsat bilerek 1 Şubat 1921 tarihinde, onun başkanlığında bir İslâm Kongresi topladı. Bu kongreden sonra İslâm dünyasının Kuva-yı Milliye hareketine olan ilgileri arttı (Ali İhsan Gencer-Sabahattin Özel, Türk İnkılap Tarihi, 6. Bsk., Der Yay., İstanbul 1999, s. 47-48).
Şeyh Ahmed verdiği vaazlarla ümit aşıladı. Din alimlerinin toplum üzerindeki etkisini yakinen bilen Kuva-yı Milliyeciler bu durumdan istifade etti. Şeyhin Kürtçe bilmemesi ve Bediüzzaman'ın Doğu halkı üzerindeki etkisini hesap ederek kendisine, üç yüz lira maaşla şark vilayetleri umum vaizliği teklifinde bulundular. Kurtuluş Savaşı'nın sonuna yaklaşıldığı ve yavaş yavaş dinî motif ve eğilimlerin terk edilmeye başlandığı sırada yapılan teklif Bediüzzaman tarafından kabul görmedi. Çünkü, Bediüzzaman siyaset yoluyla değil, iman hizmetiyle uğraşmak ve Ankara dışında bulunmak emelindeydi (Şuâlar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577).
Ankara'nın mânevî havasının değişmeye başladığını fark eden Şeyh Ahmed, 1922 yılı sonlarına doğru Şam'a gitti. Ancak, Fransızlar burada kendisini rahat bırakmadılar. Şam'ı terk etmek zorunda kaldıktan sonra Hicaz'a giderek ömrünün son demlerini ibadet ve duâ ile geçirdi. 10 Mart 1933 tarihinde kutsal topraklarda Hakk'ın rahmetine kavuştu. Azmi, kararlılığı, cesareti, her türlü tehlike ve zorluk karşısında soğukkanlılığını muhafaza etmesi ile tanındı. Kendisi ile görüşenler üzerinde hep müspet etki yaptı. Hiçbir zaman düşmanlarına boyun eğmediği gibi, kendisine teklif edilen makam ve mevkileri de reddetti
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Selamün aleyküm..Bitti İnşallah faydalı olmuştur...
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
selamun aleyküm Resul kardeşim. Allah c.c. razı olsun. Çok yüce şahsiyetleri konuk etmişsiniz. Mevla ü Teala şefaatlerine nail eylesin sizi inşaAllah.. Allah'a emanet olun kardeşim..selam ve dua ile..


Ve aleykümselam...
Allah(c.c) sizdende razı olsun inşallah....

Amin...Amin.. İnaşllah Allah(c.c)'ya emanet olun..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt