Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Zikir Kavramı (4 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
NDYZLF,
Duanıza yürekten katılıyorum Allah CC sizden de razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Bazı Fazîletli Zikir Sözleri:
Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor: Bir seferde Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Cemaat, yüksek sesle tekbir almaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Kendinize acıyın; siz ne sağıra duâ ediyorsunuz; ne de bir gâibe! Muhakkak siz işiten yakın bir zâta duâ ediyorsunuz ki, o sizinle beraberdir." Ebû Mûsâ: "Ben onun arkasındaydım ve 'lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur' diyordum. Bunun üzerine de: "Ey Abdullah bin Kays! Sana cennet definelerinden bir define göstereyim mi?" dedi. Ben: "Hay hay yâ Rasûlallah!" dedim. 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur' de!" buyurdu. (Müslim, Zikir 44, hadis no: 2704)


"Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever." (Müslim, Zikir 5, hadis no: 2677) Diğer rivâyet şöyledir: "Gerçekten Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Bir müstesnâ yüz isim! Bunları kim sayarsa cennete girer." (Müslim, Zikir 6, hadis no: 2677)


"Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber' demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir." (Müslim, Zikir 10)


"Bir kimse günde yüz defa, 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu, ve hüve alâ külli şey'in kadîr (Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun şerîki/ortağı yoktur; mülk O'nundur, hamd de O'na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)' derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere 'Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)' derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur." (Müslim, Zikir, 28, hadis no: 2691)


"İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah'a makbuldürler. (Bunlar: 'Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi'l-azîm (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah'ı tenzih ederim)' (kelimeleridir)." (Müslim, Zikir 31, hadis no: 2694)


"Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber (Allah'ı tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur ve Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür)' demem, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha makbuldür." (Müslim, Zikir 32, hadis no: 2695)


Mus'ab bin Sa'd (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanındaydık. "Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?" diye sordu: "Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir" buyurdu. (Müslim, Zikir 37, hadis no: 2698; Buhârî Deavât, Bed'ul-Halk; Tirmizî Deavât; İbn Mâce, Sevâbu't-Tesbîh)


Muhâcirlerin fakirleri Rasûlullah (s.a.s.)'a gelerek: 'Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve devamlı nimetleri alıp gittiler' demişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Neymiş o" diye sordu. Muhâcirler: '(Ne olacak,) Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor; bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama,) Onlar sadaka veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle âzâd ediyor, biz edemiyoruz' dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir; sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha fazîletli olamaz; meğer ki sizin yaptığınız gibi yapmış olsun!" buyurdu. Muhâcirler: 'Hay hay yâ Rasûlallah!' dediler. Rasûlullah: "Her namazdan sonra otuz üç kere tesbih (sübhânallah), tahmid (el-hamdu lillâh) ve tekbir (Allahu ekber zikri) edersiniz." Bunun üzerine fakir muhâcirler Rasûlullah (s.a.s.)'a dönerek: 'Mal, mülk sahibi din kardeşlerimiz bizim yaptığımızı işitmiş; bunun mislini onlar da yaptılar' dediler. Rasûlullah: "(Ne yapalım,) Bu, Allah'ın bir fazl u keremidir; onu dilediğine verir" buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 142, hadis no: 595)


"Bir kimse her namazın sonunda Allah'a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadîr' derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur." (Müslim, Mesâcid, 146, hadis no: 597)


"Bir kimse, on defa 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun şerîki/ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd de O'na mahsustur. O her şeye kaadirdir)' derse, İsmâil oğullarından dört kişi âzâd etmiş gibi olur." (Müslim, Zikir 30, hadis no: 2693)


“Ebu’d-Derdâ (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) bir gün sordu: “Size amellerinizin en hayırlısını, sizin derecenizi en çok artıracak, Melîkiniz nezdinde en temiz, sizin için altın ve gümüş bağışlamanızdan daha hayırlı, sizin için düşmanınızla karşılaşıp onların boyunlarını vurmanızdan, onlar da sizin boyunlarınızı vurmalarından da hayırlı amelinizi haber vereyim mi?” “Bu nedir ey Allah’ın Rasûlü?” dediler. “Allah’ı zikretmektir!” buyurdu. (İmam Mâlik, Muvattâ, Kur’an 24)


Hz. Âişe: "Peygamber (s.a.s.) (zamanının) her ânında Allah'ı zikrederdi" dedi. (Müslim, Hayz, 117, hadis no: 373)


İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. İsa İbn Meryem (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın zikri dışında çok kelâm etmeyin, kalpleriniz katılaşır. Çünkü katı kalp Allah’tan uzaktır, fakat bunu bilemezsiniz. Kendiniz efendiler imişcesine insanların günahlarına bakmayın, bilâkis kullar olarak kendi günahlarınıza bakınız. Çünkü insanlar(ın bir kısmı), belâya mâruzdur. Bir kısmı da âfiyete mazhardır. Belâ (imtihan) sahiplerine merhamet edin. Mazhar olduğunuz âfiyete de hamd edin.” (İmam Mâlik, Muvattâ, Kelâm 8 (2, 986)


"Cennet halkının tek bir hasreti vardır: O da hayatta Allah'ı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir." (Hadis-i şerif rivâyeti)


"Her insan ölürken gayet susamış ve harâretli olarak ölür. Yalnız, hayatında Allah'ı zikir ile ağzını ıslatanların son nefeslerinde harâretleri olmaz." (Hadis-i şerif rivâyeti)


"Gâfiller arasındaki zikreden, kaçanlar arasında kahramanca harbeden gibidir." (Hadis-i şerif rivâyeti)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Namaz ve Kur’an’dan Sonra En Faziletli Zikirler;

Tehlil,
Tesbih,
Tahmîd,
Tekbir

Peygamberimiz en faziletli zikirleri şöyle belirtir: "Kelimelerin en güzeli dört tanedir: 'Sübhânallah, ve el-hamdü lillâh ve lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber" (Buhârî, Eymân 19) Bunlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir.

Tehlil:
Tehlil, "Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek demektir. Bu kelime, bilindiği gibi "kelime-i tevhid" olarak da adlandırılır. Tevhid, İslâm'ın temelidir. Allah'tan başka hiçbir ilâhın olmadığı, hâkimiyet, üstünlük, yaratıcılık ve ilâhlığın ancak Allah'a ait olduğunu kalp ve dil ile söylemeye tehlil denir. Tevhid kelimesi, iki kısımdan meydana gelir. Birinci kısmı, "Lâ ilâhe illâllah", ikincisi ise, "Muhammedün Rasûlullah (Muhammed Allah'ın rasûlü/elçisidir)"

Hz. Peygamberimiz, günde yüz defa tehlil'i okumayı/zikretmeyi tavsiye etmiş ve bunun, büyük sevapların kazanılmasına ve çeşitli günah ile zararların giderilmesine sebep olduğunu açıklamıştır (Buhârî, Deavât 64; Tirmizî, Deavât 60). Aslında buradaki yüz sayısı, çokluğa işarettir. İhlâsla bol miktarda tehlil okumanın faziletini ifade etmektedir. Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Zikrin en faziletlisi; 'lâ ilâhe illâllah', duânın en faziletlisi de 'el-hamdü lillâh'tır." (İbn Mâce, Edeb 25; Tirmizî, Deavât 9). Başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.s.): "Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" demenin, çok sayıda günahların affedilmesine sebep olacağını söylemiştir (Tirmizî, Deavât 58).

Ebû Süfyan'ın naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), Herakl'e mektup yazdığı zaman ona; "Gelin sizinle aramızda müsâvi, eşit olan bir kelimede birleşelim" demişti. Bu kelimenin, takvâ kelimesi olan "Lâ ilâhe illâllah" olduğu belirtilir (Buhârî, Eymân 19).

Bütün peygamberler, insanları tevhid inancına, Allah'a inanmaya ve yalnız O'na ibâdet etmeye çağırmışlardır. Peygamberlerin mücâdelesi, tevhid mücâdelesidir. Tehlil, bu tevhidi kalben, fikren ve zikren idrak etmek, yaşamak ve Allah'a yaklaşmaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tesbih:
Tesbih; Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tir. Tesbih, bir anlamda, Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, “sübhânallah” demek ve O’na ibâdet etmektir. Bu, bir çeşit Allah’ı zikirdir. Bazı âlimlere göre tesbih, zikrin türlerinden biridir.

Tesbih; Allah’ı, kutsal yüceliğine lâyık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar/tanrılar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir, uzak tutmaktır. Allah Teâla yücedir, uludur, azimdir. Hiç bir şey O’nun benzeri ve dengi değildir. O en yüce sıfatlara sahiptir. İnsanların aklına gelebilecek bütün eksik ve noksan sıfatlardan, kusurlardan uzaktır. Allah hakkında, insanlara ait şeyler düşünülmez. O, bütün bunların dışındadır. İşte, Allah’ı mükemmel (en yüce) sıfatlarla düşünmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek (uzak tutmak) tesbihtir.

Aynı kökten gelen “Sübhân” Allah’ın bir ismidir. Yani, çok tenzih edilen, Allah’a inanmayanların O’nun hakkında düşündüklerinden ve söylediklerinden, her türlü kusurdan uzak olan demektir. “Sübhânallah” cümlesi, Allah’ın bütün eksikliklerden uzak, ama yüce sıfatların sahibi olduğunu ifade eder. Allah’ın zatının temizliğini ve kutsallığını da anlatır. Bu cümle; hem bir zikir, hem Allah’tan yardım isteme, hem de bazen bir şeye hayret edildiği zaman kullanılan bir ifadedir.

Allah’ı tesbih etmeyi ifade eden âyetler Kur’an’da bir hayli fazladır. Kur’an, Allah’ı zikretmeyi ve tesbih etmeyi beraber anıyor. Bu durum her iki ibâdetin ortak yanları olduğunu gösterir. “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.” (33/Ahzâb, 41-42; 3/Âl-i İmrân, 41). Sabah ve akşam vakitleri zikir ve Allah’ı tesbih için en uygun zamanlardır. Ancak sabah-akşam ifadesi bütün günü kapsaması sebebiyle, âyet; Allah’ı her an zikredin, tesbih edin, bunu devamlı yapın anlamına da gelir. “Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.” (20/Tâhâ, 130; Ayrıca bkz. 40/Mü’min, 55; 50/Kaf, 39). “Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.” (15/Hıcr, 98; Ayrıca bkz. 25/Furkan, 58; 52/Tûr, 48; 56/Vâkıa, 74, 96; 87/A’lâ, 1; 110/Nasr, 3).

Kur’an’ın haber verdiğine göre yerde ve gökte olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar. Kur’an bunu bazen geçmiş zaman kipiyle ‘tesbih etti’ şeklinde, bazen şimdiki zaman kipiyle ‘tesbih eder-ediyor’ şeklinde vermektedir. Bu, varlıkların geçmişte ve şimdi sürekli tesbih ile meşgul olduklarını gösteren bir gerçektir (57/Hadid/1; 59/Haşr, 1, 24; 61/Saff, 1; 24/Nûr, 41; 62/Cuma, 1 vd.).

Canlı veya cansız varlıkların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyoruz. Bu konuda birçok açıklama yapılmıştır; ama doğrusu onların tesbihlerinin nasıl olduğunu anlamak hem zor, hem de bunu anlama diye bir görevimiz yoktur. Bize düşen, bütün varlıkların ister istemez Allah’a teslim olup O’nu tesbih ettiklerini bilmek ve böyle bir gerçeğe şüphe duymadan inanmaktr. Bunu kabul ettikten sonra, onlar gibi bu yüce zikre katılmak, onlarla beraber Allah’a tesbihte bulunmaktır. Tıpkı Dâvud (a.s.) ile birlikte tesbih etsinler diye boyun eğdirilen dağlar gibi (21/Enbiyâ, 79; 38/Sâd, 18). “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, bağışlayandır.” (17/İsrâ, 44). Onların tesbihlerini anlayamacağımıza göre, bu konudaki gayret boş bir çabadır. Burada önemli olan, evrendeki bu imana katılmak, bu koro ile beraber, âlemlerin Rabbini, O’nun lâyık olduğu gibi zikretmek/anmaktır.

Allah’ın Sübhân Oluşu:
Allah (c.c.) aynı zamanda “Sübhân”dır. Bütün yaratıklar, canlı ve cansız her şey, insanların bütün hücreleri, bazı insanların dilleri, sürekli Allah’ı tesbih ederler. O, bu anlamda çok çok tesbih edilendir. O, kendisi hakkında düşünülen bütün noksan sıfatlardan uzaktır. O, kendi dışındaki her şeyden münezzehtir (tenzih edilmiştir). Kur’an, Allah’ın “sübhân” olduğunu sık sık vurgulamaktadır. “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın sahibi Allah, Sübhan’dır; onların nitelendirdikleri şeyden uzaktır.” (21/Enbiyâ, 22). “Üstünlük ve güç (izzet) sahibi Allah, sübhândır, onların nitelendirmekte olduklarından yücedir.” (37/Sâffât, 180; Ayrıca bkz. 12/Yûsuf, 108; 17/İsrâ, 1, 93, 108; 27/Neml, 8; 28/Kasas, 68; 43/Zuhruf, 13; 68/Kalem, 29).

Melekler, zaman zaman Allah’ın ‘Sübhan’ olduğunu söylerler (2/Bakara, 32). Mü’minler de inkârcıların Allah hakkında düşündükleri yanlış şeylere cevap verirken, Allah’ın onların nitelemelerinden çok uzak olduğunu dile getirirler, Allah’a “Sen Sübhânsın” derler (3/Âl-i İmrân, 191; 5/Mâide, 116; 21/Enbiyâ, 87; 4/Nisâ, 171; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 57; 30/Rûm, 40).

Namaz ve Tesbih İbâdeti:
Mü’minler ‘tekbir’le namaza girdikten sonra, önce “Sübhâneke” duâsını okurlar. Namazın hemen başında Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, müşriklerin nitelemelerinden yüce olduğunu dile getirirler. Bu imanla namaza başlarlar, namazı, yalnızca, bu tesbih ettikleri Allah (c.c.) için kıldıklarını ortaya koyarlar. Mü’minler rükûda iken “Sübhâne rabbiye’l-azîm (Yüce olan Rabbimi tesbih ederim)”, secdelerde ise sürekli “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ (Ulu olan Rabbimi tesbih ederim)” derler.

“Bir adam Peygamberimize gelerek, ‘Ey Allah’ın Rasulü, ben Kur’an’dan bir sey seçip alamıyorum. Bana yetecek bir şey öğretir misin?’ dedi. Peygamberimiz buyurdu ki, şöyle de: “Sübhane’llahi ve’l hamdüli’llahi ve lâ ilâhe ilallahu va’llahü ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.(Allah’ım Seni tesbih ederim, hamdler Sana aittir. Senden başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür, bütün güç ve kuvvet Allah’ındır).” (Ebû Dâvud, Salât 139, hadis no: 832, 1/221; Nesâî, İftitâh 32, 2/110).

Peygamberimiz yine buyuruyor ki: “Iki kelime vardır; bunlar dilde hafif, terazide (mizanda) ağır, Rahman’ın yanında da sevimlidirler (Bunlar): ‘Sübhanallahi ve bihamdihî (Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim), Sübhanallahi’l azîm (Yüce Allah’ım Seni tesbih ederim)’ sözleridir.” (Müslim, Zikir ve Duâ 10, hadis no: 2694, 4/2072; Buhârî, Deavât 65, 8/107, Eymân 19, 8/173; Tirmizî, Deavât 61, hadis no: 3467, 5/512).

Peygamberimiz, başka birçok hadisinde, tesbih’te bulunmanın, tevhid kelimesini söyleminin ve istiğfarda bulunmanın önemine ve sevaplarının çok olacağına işaret buyuruyor. Her bir rükünde ve rekâtında bol bol tesbih yapılarak kılınan namaza ‘Tesbih namazı’ denilir.

Namazdan sonra
otuz üç defa ‘sübhanallah’,
otuz üç defa ‘el-hamdülillâh’,
otuz üç defa da ‘Allahü ekber’
demek,
zenginlerin fakirlere sadaka verip yardım etmeleri gibi sevabı çok olan zikirlerdir. Bunlar ‘Sübhanallah’ ile başladıkları için hepsine birden “tesbih duâsı” denmektedir (Ebû Dâvud, Harac ve İmâret, hadis no: 2987, 3/150; Ahmed bin Hanbel). Namazdan sonra, önemli zikir ifadeleri olan bu tesbihleri yapmak sünettir (Müslim, Mesâcid 144; Tirmizî, Deavât 35; Nesâî, Sehv 91). Türkçe’de ‘tesbih’ diye bilinen, otuz üçlü veya doksan dokuzlu taneler, aslında ‘tesbih âletidir. Halk ‘tesbih’ deyince bu tesbih âletini hatırlamaktadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tahmîd:
Hamdetmeye, “el-hamdü lillâh” demeye “tahmîd” denilir. “Hamd”; bir nimetin veya güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bir başka deyişle ‘hamd’, isteğe bağlı bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir yardıma karşı, gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Bunda hem nimet sahibini övmek, hem şükretmek, hem de yüceltme anlamı vardır. ‘Hamd’ kavramını Türkçe’de karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır. Çünkü o yalnızca bir övme değil, methetme ile şükür arasında bir çeşit övme, özel bir methetmedir. Canlı veya cansız varlıklar da methedilebilir. Mesela, değerli bir elmas parçası veya güzel bir at övülebilir. Ama hiç bir zaman onlara hamd edilmez. ‘Hamd’, canlılara ve cansızlara istediği şekli ve değeri veren daha güçlü bir varlığa karşı yapılır.

Kur’an’ın birinci sûresi olan Fâtiha’nın ilk âyeti hamd olayının kime ait olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.”(1/Fâtiha, 2) Buna göre hamd sahibi bellidir. İnsanlar kendi görüşlerinden hareket ederek başkalarına hamd edemezler. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği başka bir âyette şöyle dile getirmektedir: “Başlangıçta da sonda da hamd yalnızca Allah’a aittir.” (28/Kasas, 70). Hamd, eşi ve benzeri olmayan ilâhî rahmetin hakkıyla övülmesi, o rahmetin sahibinin hakkıyla yüceltilmesidir.

Bütün varlıklar Allah’a hamd içerisindedir. Ancak en olgun hamd inanan bir insan tarafından yerine getirilir. Çünkü mü’min bir insan, Peygamberinden öğrendiği gibi Allah’ı hakkıyla takdir eder, O’na nasıl hamd edileceğini bilir. Allah’ı ve O’nun Rabliğini anlayan samimi bir müslüman hamdi yalnızca Allah’a yapar. O her zaman ‘elhamdülillah’ diyerek Yaratıcıyı hakkıyla över ve yüceltir. “Hamd olsun Allah’a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti. Yine inkârcılar, (başkalarını) Rablerine denk tutuyorlar.” (6/En’âm, 1) “Onların orada duası: ‘Allahım! Sen her türlü eksiklikten uzaksın’, birbirlerine sağlık temennileri; ‘selâm’, dualarını sonu da; ‘âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun’ sözleridir (10/ Yûnus, 10; Ayrıca bkz. 7/A’râf, 43; 20/Tâhâ, 130; 28/Kasas, 70; 39/Zümer, 74) Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen O’na şükretmemiş olur.” (Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35)

Kur’an’dan anladığımıza göre mü’minler Allah’a üç şekilde şükredebilirler:


1- Dil ile şükür:
Ni’met sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi olduğuna iman etmekle ve bunu Tevhid kelimesiyle ilân etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil ile ‘şehâdeti’ getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’an’ı tasdik etmek, dil ile İslâm'ı anlatma, Kur’an okuma ve dil ile Allah’ı çokca zikretmek ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine getirilir.

2- Kalp ile şükür;
imanı kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah olduğunu kalp ile tasdik etmek, vahy ile gelen şeyleri kabul etmek, yüreğe Allah’tan başka kimsenin gerçek anlamda korkusunu ve sevgisini koymamaktır.

3- Fiil (aksiyon-eylem) ile şükür;
Bedenin organlarıyla nimet verene itaat etmek ve O’nun yüce emirlerini yerine getirmektir. Kısaca İslâm'ı her bakımdan yaşamaya çalışmaktır. Çünkü nimet vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’ndan gelen her şeyi kabul etmektir.

Şüphesiz yalnızca dil ile ‘Allah'ım sana şükürler olsun’ demek şükür için yeterli olmaz. Fiil ile şükür, Allah’a hakkıyla kulluk yapmakla beraber, aynı zamanda Allah’ın verdiği nimetlerden Allah’ın diğer kullarını da faydalandırmaktır. Hayat bir nimettir. Hayatın devamını sağlayan her şey birer nimettir. Allah’ın zâtını idrâk etmek bir nimettir. İman ise bir insan için en büyük nimettir. Allah’ın bir kuluna iman nasip etmesi, ona olan nimetini tamamlaması demektir.

Şükrün başı Allah’ı bilmektir. Allah’ı Rab olarak bilen, O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar. Allah’ı seven O’na ibâdet eder, O’na hiç bir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla eşi ve benzeri olmayan bir Rabbin önünde kulluk yaptığının, bir büyük lezzetle ülfet ettiğinin farkında olur. Bu nedenle Tevhid, yani Allah’ı hakkıyle birlemek şükrün zirvesidir.

İnsan, kul olarak her zaman fakirdir, yani her açıdan Allah’a muhtaçtır. Çünkü O’ndan başka nimet veren yoktur. Hayatını sürdürebilmek için her zaman O’nun yarattığı nimetleri tadmak zorundadır. Kul bu nimetlerin karşılığını da ancak kullukla yerine getirebilir. İnsan, aynı zamanda hata ve günah içerisindedir. Günahkâr ise her an Rabbinin af ve mağfiretine muhtaçtır. Bu açıdan Allah (c.c.) kulları hakkında Rahmân, Rahim ve Ğafur’dur. Rahmân ve Rahim olan Allah kullarına nimet vererek ve ihsanda bulunarak merhamet etmektedir.

Kul daima Rabbinin verdiği nimetler ile nefsinin günahları arasındadır. Hasan-i Basrî diyor ki: “Ben nimet ile günah arasında sabahlıyorum. Bundan dolayı nimeti şükürle, günahı ise tevbe-istiğfar ile hatırlamak istiyorum.” (nak. Ibn Teymiyye, el-Câmiu’r Rasâil, 1/116)

Şükür ahlâkının Hz. Muhammed’in hayatında nasıl somutlaştığını aşağıdaki örnek güzel bir şekilde göstermektedir: “Rasulüllah (s.a.s.) geceleri kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (c.c.) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)?’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdi. (Buhârî, Teheccüd 6, 2/63, Tefsir Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l-Münâfikîn 18, hadis no: 2819, 4/2181; Tirmizî, Salât 304, hadis no: 412, 2/268; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 17, 3/178).

Mü’minin hayatı sabır ile şükür anlayışı arasında geçmelidir. Allah’ın verdiği ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu ni’metlerin sahibine şükür, insanlık borcudur, yaratılışın gereğidir. Şükür borcu, iman ettikten sonra, bütün bir ömrü Allah’ın istediği gibi yaşamakla, nimet sahibinin rızâsı doğrultusunda yaşamakla yerine getirilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tekbir:
“Tekbir”, sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak demektir. Tekbir, bu anlamda Kur’an’da söyle geçmektedir:“Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’a aittir.’ Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)” (17/İsrâ, 111)

Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) her şeyden yücedir ve büyüktür. ‘Kibriyâ’ yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir. Mü’minler, iman ederek bu büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın büyüklüğü (kibriyâsı) karşısında istikbar etmezler, büyüklük taslayıp kibir göstermezler. Mü’minler, Allah’ın kendilerine hidâyet vermesinden dolayı Allah’ı ‘tekbir’ ederler, ‘Sen en büyüksün’ derler. Büyüklük (kibriyâ) kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kasdediliyorsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ilân ederler. İşte ‘tekbir’, Allah’ın her şeyden üstün, ulu, azamet sahibi ve büyük olduğunu söylemenin adıdır.

‘Tekbir’ deyince elbette akla ‘tekbir cümlesi’ gelir. O da herkesin bildiği gibi ‘Allahü ekber’ cümlesidir. Bu da ‘Allah en büyüktür’ demektir.
Bu söz, sıradan bir cümle değildir. Farklı ilâhlara inanan kimseler, tapındıkları ilâhları büyük bilirler. Birtakım zorbaların, diktatörlerin, tâğutların önünde secde edenler, ya da onlara severek itaat edenler; onları çok büyük, en büyük tanırlar. Kimileri kendilerine hükmeden güç odaklarını, iktidar seçkinlerini, devlet erkini en güçlü ve büyük zannederler.

Rabbimiz mü’minlere ‘Allahü ekber’i öğreterek, bütün bu büyüklük yanlışlığından onları kurtarmıştır. En yüce olan; eşi ve benzeri olmayan, her şeyi yoktan var eden, sonsuz güç sahibi, her an diri ve canlı olan, ezelî ve ebedî olan Allah’tır. ‘Allahü ekber’ bir iman ifadesidir. Bir din seçiminin sözle dile getirilmesi, bir kulluk bildirimidir. İnanan insan, bu cümleyi söyleyerek kimi büyük tanıdığını, kime ibâdet edeceğini ilân eder.

Mekke’de ilk inen âyetlerde şöyle bir ifadeyi görüyoruz: “Ey bürünüp örtünen! Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut. Rabbini tekbir et (yücelt). Elbiseni de temizle…” (74/Müdessir, 1-4) İslâm bu ilk mesajla, insanlara kimin ‘büyük’ tanınması gerektiğini haber veriyordu. Ya çıkarları olduğu için, ya korktukları için, ya da baba mirası olduğu için yalancı ilâhları ‘ekber’ tanıyan insanlara bundan güzel bir mesaj olamazdı. Bu ilân/duyuru karşısında, ‘büyüklüğü’ başka şeye veren insanların sarsılmaması mümkün değildi. ‘Allahü ekber’ yüce bir gerçeği haykırıyordu ve işitenleri ürpertiyordu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İbâdetlerde Tekbir:
Bilindiği gibi müslümanların şiarı (özel sembolü) sayılan Ezanın ilk sözleri ‘Allahü ekber’dir. Mü’minler her ezan okuyuşta, bu gerçeği; işiten kulaklara, hisseden yüreklere, bütün canlılara ve ufka kadar bütün yeryüzüne ulaştırırlar, haber verirler. İnsanın dışındaki bütün yaratıklar Allah’ın büyüklüğünü zaten bilirler. Ancak hevâsını ve başka yalancı güçleri tanrı edinen kimileri bu gerçeğe yüreklerini kapatırlar. Okunan ezanlar bu kapalı yürekleri ölümsüz gerçeğe açma çağrısıdır, çabasıdır.

Mü’minler namaza da ‘tekbir’ ile, ‘Allahü ekber’ diyerek başlarlar. Böylece insan, gönlüne girebilecek bütün sevgileri, bütün yücelikleri, bütün değerli sanılan şeyleri bir tarafa atıp hepsini elinin tersiyle arkaya fırlatır ve öylece büyük olan, en büyük olan Rabbinin huzuruna kul olmanın bilinciyle ve teslimiyetiyle durur. ‘Allahü ekber’ sözü, kulun Allah’ı tasdik etmesinin, O’na teslim olmasının, O’na karşı kul olduğunun bilincine varmasının açıkça gösterilmesidir. Tekbir, başkalarının inandığı bütün büyüklük (istikbar/kibriyâ) anlayışlarının reddedilmesidir.

Namazın rükünlerinin her birinin arasında da ‘Allahü ekber’ denilir. Böylece bu muazzam gerçek sık sık vurgulanır. Bu vurgu mü’min tarafından öncelikli olarak kendi nefsine karşı yapılır ki, nefis elindeki imkânlarla büyüklük duygusuna kapılmasın. Sonra da başkalarına duyurulur. Bayram günlerinde, hac zamanı söylenilen ‘teşrik tekbirleri’ de biraz daha uzun cümlelerle aynı şeyi ifade etmektedir. Her namazın sonunda yapılması tavsiye edilen ‘tesbih’ duâlarında da otuz üç defa ‘Allahü ekber’ denilir. Bu ve diğerleri, Allah’ı en yüce ve büyük bilmenin farklı şekillerde beyan edilmesidir. Mü’min böylece imanını kuvvetlendirir, insanları bu yüceliğe dâvet eder.

Allah’ın dışında herhangi bir varlığa ‘en büyük’ diye hitap etmek şüphesiz İslâm'ın ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu niteleme ister sevgiden isterse korkudan kaynaklansın, farketmez. En büyük olma sıfatı; nitelik, nicelik, makam, güç ve kudret kaynağı olarak Allah’a aittir. Mecâzen de olsa bir başkasına, ‘falanca kişi veya şey en büyük, başka büyük yok’ demek İslâm inancına terstir. Hiç bir makam, hiç bir güç, hiç bir sevgi ve korku Allah’a ait olanla yanyana düşünülemez. Bir şeyi Tanrı gibi görenler, ya da Allah’a ait bir sıfatı yaratılmışlara verenler, iman iddialarına rağmen şirke düşerler (2/Bakara, 165; 17/İsrâ, 111).
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İbâdetlerin En Büyüklerinden Biri, Belki Birincisi; Zikir


“(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, fahşâ ve münkerden (hayâsızlıktan ve kötülükten) alıkoyar. Allah’ı(n) zikir(i), elbette en büyük (ibâdet)tür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (29/Ankebût, 45)

Anılıp yâd edilmeye en lâyık Allah olduğu için, “zikir” kelimesi söylenir söylenmez hemen Allah’ı zikretme mânâsı ruhlarda canlanır. Zikir, sadece tarikatlara has bir âdet, ve halkın “hû çekmek” diye isim taktığı, sünnetten farklı usûl ile icrâ edilen bir âyin değildir. Zikir, bir iman nişanı, bir ibâdet alâmeti, bir İslâm simgesi...

Zikir, Kur’an’da bizzat Kur’an’ın bir ismi olarak geçtiği gibi; ibâdetlerin en kapsamlısı olan namaza da zikir deniliyor. Namaz kılan bir mü’min Allah’ı anmakta, zikretmektedir. Bu zikir abdestle başlar. O’nun huzuruna çıkacağının şuuru içinde, O’nun sevgili rasûlünün öğrettiği biçimde hazırlık yapan insan, Allah’ı yâd etmekte, O’nu zikretmektedir. Kâbe’ye teveccüh ettiğinde zikirdedir. Niyet ve tekbir zaten zikirdir. Derken Allah’ı tesbih ile, hamd ile, O’ndan başka ilâh olmadığını ifade ile zikir sürdürülür.

Namaz kılan bir mü’min, bir taraftan da okuduğu sûrelerin mânâlarını düşünür. Kalbi okuduğu sûreye göre halden hale girer. Lisanen zikir namazdadır, kıraat sûretiyle. Kalben zikir namazdadır; tefekkür, haşyet, ümit, muhabbet sûretiyle. Bedenin organları ile sâlih amel cinsinden eylem olarak zikir de en güzel şekliyle namazdadır; kıyamı, rükûsu, secdesi, oturuşu ile...

İnsan, beden ve ruhtan ibâret olduğu gibi; âlem de şehâdet ve gaybdan ibâret. Yani, görünen ve görünmeyen âlemler var. İnsanın maddesi bu âlemin maddesinden süzüldüğü için, bedenen yaptığı zikir de kâinatın zikrini temsil eder. Gök gürlemesinden şimşek çakmasına, yaprak hışırtısından kuş cıvıltısına kadar bu âlemi dolduran bütün sesler bir nevi kıraattir. Kudretin söylettiğini duyururlar bize. Ve biz namazda Kur’an okumak sûretiyle bu cehrî zikirlere hem iştirak eder, hem de hepsinin önüne geçeriz. Tefekkür ise, melekler âleminin zikrini temsil ediyor.

Mü’minin zikri namazla sınırlı değildir.
Zikir kelimesi, tesbih, hamd, tekbir, namaz, Kur’an okumak, Allah rızâsı için bir şeyler öğrenmek ve öğretmek gibi mânâların tümünü içine aldığına göre mü’minin Allah’ın anması, hatırlayıp yâd etmesi sadece namaza mahsus değildir. Allah’ı düşündüğünde, Allah’ın emrine teslim olarak yaptığı meşrû her işinde, kudsî kelimeleri söylediğinde nerede ve ne zaman olursa olsun insan zikirdedir, ibâdet halindedir. Caddede yürürken, haram nazardan sakındığı müddetçe insan zikirdedir. Ticaretinde, ölçüyü sağlam tuttukça ve Allah’ın hükmünün, koyduğu sınırın dışına taşmadığı müddetçe insan zikirdedir. Kur’an, mü’minin her şeyidir. Gündüzünü de, gecesini de O’na göre tanzim eder; böylece aralıksız zikretmiş olur. Allah Rasûlünü hatırlamak, insanı Allah'ı zikre götürdüğünden, bir mü’min, Rasûlullah’ın hangi sünnetini işlerse işlesin, o an zikirdedir. Bize Allah’ı hatırlatan, O’na dâvet eden her şahıs, ders, faâliyet, gayret, konuşma, çalışma da zikirdir.

“Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes (herşey) O’nu tesbih eder. O’nu hamd/övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız.” (17/İsrâ, 44)
Bu âyette ifade edildiği gibi her mahluk, her şey Allah’ı zikretmektedir. Zira, hamd ve tesbih, zikrin birer çeşididir. Ölüm, kabir, mahşer, hesap, sırat, Cennet, Cehennem safhalarında bütün insanlar, bir an gâfil olmaksızın, hep Allah’ı hatırlayacaklar, O’nu yâd edeceklerdir. Ama, Cehennemde yanan bir inkârcının, bu geç kalmış zikri, artık ona bir fayda vermeyecektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Mü’minlere Zikrin Emredilmesi:

Rabbimiz, mü’minlere kendisini sürekli olarak zikretmelerini emrediyor. Zikretme emri bazen şükürle, bazen verilen nimetleri hatırlatma ile, bazen namazla, bazen diğer ibadetlerle, bazen verilen zaferle birlikte gelmektedir. Kur’an’da zikredenler övülürken, zikirden yüz çevirenler kınanmaktadır . Şu âyet oldukça dikkat çekicidir: “Kim de benim ‘zikr’imden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz (mahşere getireceğiz)” (20/Tâhâ, 124) Bu âyetten bir önceki âyette, ilk insanın Cennetten çıkarılışı hatırlatılıp, Allah’ın gönderdiği hidayete uyanların dünya hayatında şaşırmayacakları haber veriliyor. Bu âyette geçen ‘Zikr’, insanı hidâyete götüren vahiy, vahiyle gelen ilâhî kitaplar ve peygamberlere bildirilen şeyler veya son vahiy olan Kur’an, ya da bizzat Allah’ı anmak anlamlarına gelebilir. (Muh. İbn Kesir, 2/497; Ebu’s-Suud, Tefsir, 3/496).


Allah’ın Zikr’inden kim yüz çevirirse onun hakkı dar bir geçimdir, sıkıntılı bir hayattır, mutsuz bir yaşantıdır (20/Tâhâ, 124). Mü’minler, inandıkları, her an tesbih ettikleri ve önünde kulluk yaptıkları Rablerini hiç bir zaman unutmazlar. O Rabbe karşı duydukları sevgi ve takva duygusu sürekli onların içindedir. Onlar devamlı bir şekilde Allah’ı zikrederler. Bu zikir (anma) hiç bir zaman unutulan şeyin tekrar akla getirilmesi değil, bilakis; sürekil kalpte ve benlikte olan Allah’ın varlığını tekrar hatırlamak, O’nun ni’met verici olduğunu itiraf etmek, O’nun büyüklüğünü ve yüceliğini dile getirmek ve ibadeti yalnızca O’na yaptığını ortaya koymaktır.


Mü’min, evrenin her köşesine yerleşmiş olan sayısız âyetleri gördükçe, onlardan haberdar oldukça, Kur’an’daki âyetleri okudukça, Rabbini tekrar hatırlar. Onun kalbi ve organları Allah’ı anmaktan hiç uzak kalmaz. Ancak onu Allah’a götürecek bir sebep gördüğü zaman, imanı artar, Allah’ın ve O’nun ulûhiyyetini (ilâhlığını) tekrar aklına getirir. Fakat bu hatırlayış, yalnızca zihinde bir beliriş veya dilde bir söz halinde olmaz. Bu hatırlayış, bu anma (zikir) bedeni kaplar, organlarda amel olarak ortaya çıkar. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı (zikredildiği) zaman yürekleri ürperir, O’nun âyetleri okunduğu zaman (bu onların) imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (8/Enfal, 2; ayrıca bkz. 22/Hacc, 35) Bir başka âyette ise, Allah’ın adı anıldığı zaman mü’minlerin secdeye kapandıkları haber veriliyor (32/Secde, 15).


Mü’minlere Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı (zikredildiği) zaman, onların kalpleri bu âyetlere karşı kör ve sağır olmaz (25/Furkan, 73). Halbuki inkârcılar, kendilerine âyetler hatırlatıldığı zaman, hatırlatılan şeyden (zikirden) öğüt almazlar, zikri hatırlamak istemezler. (37/Sâffât,13). Onlar, kelimeleri konuldukları yerden saptırırlar ve kendilerine verilen zikirden pay almayı unuturlar (5/Mâide, 13). Mescidler, -hatta kiliseler ve havralar bile- içlerinde Allah’ın adı anıldığı için değerlidirler (22/Hacc, 40). Mescidlerde Allah’ın adının anılmasını (zikredilmesini ) engellemek zulmün ta kendisidir, bunu yapanlar da zâlimlerdir (2/Bakara, 114).


Ne zaman içerisinde ‘savaştan söz eden (zikreden) bir âyet’ nazil olsa, veya cihaddan bahseden bir âyet okunsa, kalplerinde maraz olanlar, yani münafıklar, ölüm baygınlığı gibi bakmaya başlarlar (47/Muhammad, 20). Kendilerine Allah’ın âyetleri zikredildiği zaman sırtlarını dönenler zâlimlerdir. Onların kalpleri üzerinde hakkı anlamalarına engel bir perde vardır (18/Kehf, 57). Kendilerine Peygamberlerle ve vahiyle zikredilenleri (hatırlatılan ilâhî hükümleri) unutanlar, servetleriyle şımarırken ansızın cezaya uğratıldılar (6/En’âm, 44).
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Kur’an, mü’minlerin Allah’ı zikretmelerini, emrediyor

Kur’an, mü’minlerin Allah’ı zikretmelerini, hem de çokça zikretmelerini emrediyor (2/Bakara, 152, 203; 8/Enfâl, 45; 62/Cum’a, 10). Mü’minlerin bir özelliği de Allah’ı zikretmeleridir (3/Âl-i İmrân, 133-135). Halbuki münâfıklar her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Namaza üşenerek kalkarlar, Allah’ı az zikrederler (4/Nisâ, 142).

Bazı insanlar kendi hevâsına uyar, kendi arzusundan başka kural tanımaz, Allah’ın ne emrettiği onu ilgilendirmez. Böyleleri Allah’ı zikretmeyi unutan kimselerdir (18/Kehf, 28). “Bizi zikretmekten yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma.” (53/Necm, 29) İbâdet yerlerinde Allah’ı tesbih eden mü’minleri, ne alış-veriş, ne ticaret Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan alıkoymaz. Onlar gözlerin ve gönüllerin döneceği günden korkarlar (24/Nûr, 36-37). Allah (c.c.) mü’minleri şöyle uyarıyor: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın.” (63/Münâfikun, 9)


Bu uyarıyı anlayan ve Rabbine hakkıyla kulluk yapma gayretinde olan mü’minlerin özellikleri şöyledir: “Onlar, ayakta iken, oturuken, yan yatarken, Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı konusunu düşünürler ve derler ki : ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru.” (3/Âl-i İmrân, 191). Allah (cc), zikreden erkeklere ve zikreden kadınlara büyük mükafatlar hazırlamıştır. Onların dereceleri pek yüksektir (33/Ahzâb, 35).
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Bazı insanlar kendi hevâsına uyar

Bazı insanlar kendi hevâsına uyar, kendi arzusundan başka kural tanımaz, Allah’ın ne emrettiği onu ilgilendirmez. Böyleleri Allah’ı zikretmeyi unutan kimselerdir
(18/Kehf, 28).
“Bizi zikretmekten yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma.”
(53/Necm, 29)
İbâdet yerlerinde Allah’ı tesbih eden mü’minleri, ne alış-veriş, ne ticaret Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan alıkoymaz. Onlar gözlerin ve gönüllerin döneceği günden korkarlar
(24/Nûr, 36-37).
Allah (c.c.) mü’minleri şöyle uyarıyor: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın.”
(63/Münâfikun, 9)


Bu uyarıyı anlayan ve Rabbine hakkıyla kulluk yapma gayretinde olan mü’minlerin özellikleri şöyledir:
“Onlar, ayakta iken, oturuken, yan yatarken, Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı konusunu düşünürler (ve derler ki : ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru.”
(3/Âl-i İmrân, 191).
Allah (cc), zikreden erkeklere ve zikreden kadınlara büyük mükafatlar hazırlamıştır. Onların dereceleri pek yüksektir (33/Ahzâb, 35).
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Zikir Ibâdetinin Yerine Getirilmesi:

Zikir ibâdetinin ne kadar önemli olduğu Kur’an âyetlerinden ve hadislerden anlaşılıyor. Yukarıya aldığımız bir kaç âyet bu konuda bize yeterli bilgiyi veriyor. Rabbimiz, vurgulu cümlelerle kullarının kendisini zikretmelerini emrediyor. Bir anlamda imanın ortaya konulması ve Allah’a itaatin ifadesi olan bu zikir ibadeti nasıl yerine getirilecek? Ya da hangi ibâdetler zikir sayılmaktadır? Zikrin özel bir şekli var mıdır?

Bilindiği gibi Kur’an, ilk insanın (yani Hz. Âdem’in) hata yaptıktan sonra Rabbinden birtakım kelimeler aldığını ve onlarla Rabbine tevbe ettiğini haber veriyor. İlk insan, bu kelimelerle Rabbini ‘tezekkür’ etmişti, unuttuğunu hatırlayabilmişti. Levh-i Mahfuz’dan ‘zikr’ olarak indirilen Kur’an âyetleri, insanlara Allah’ı hatırlatan ilâhí belgedir. Öyleyse en büyük ‘zikir’ Kur’an’dır ve O’nu okumak, O’nunla meşgul olmak, O’nun ilkelerini hayata geçirip uygulamak, O’nun çizdiği sınırları korumak, O’nun hükmüne uymak; en güzel zikir’dir.

İnsan Kur’an okur, onun âyetleri üzerinde tefekkür eder. Sonra kainata bakar ve Allah’ın oradaki sayısız âyetlerini düşünür. O âyetlerin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ın büyüklüğünü, ölümü ve ölüm ötesini aklına getirir. Kıyâmet sahneleri gözünü önünde canlanır, Cenneti ve Cehennemi düşünür. Oradaki yalnızlığı, yardımcısız ve dostsuz kalmayı, Hesabın çetin oluşunu anar. Sonsuz kurtuluşun ve ebedí saadetin nasıl kazanılacağını hesap eder. Bütün bunları insana olduran, meydana getiren, insana vahiy yoluyla haber veren Rabbini zikreder. Zaman zaman “el-hamdu li’llâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâlah Muhammedu’r Rasûlullah, sübhanellah” ve benzeri zikir cümlelerini söyler. Böylece her an Rabbini hatırlar, O’nu hiç aklından çıkarmaz. O’nun adını, azametini, Rabbliğini, kahrını ve gücünü, ni’met verici oluşunu ve insana olan sevgisini, merhametini ve affını hatırına getirir.

Bütün bu hatırlamaların tesiri kalpte duyulur, kalpten organlara geçer ve organlar da bunların uzantısı olan amelleri yaparlar. Işte bu Allah’ı zikretmektir ve bu şekilde hatırlamanın sonucu da takva’ya ulaşır. Kalbin zikri, kalbin Allah’ı ve O’nunla ilgili şeyleri hatırlaması; bedenin Allah’ı zikretmesine yol açar. Bedenin ‘zikir’ hali üzerinde olmasını sağlar. Böyle davranan bir mü’min; Allah’ın insanlara inzal ettiği (indirdiği) ‘eşsiz zikr’i olan Kur’an-ı Kerim’i anlamaya başlar, ona teslim olur, ona iman eder. Sonra da onun ilkeleri doğrultusunda salih amel işlemeye başlar. Böylece insan unutkan olmaktan çıkar, yakín (kesin) iman sahibi olur. Işte bu makam kul için ‘zikir’ makamıdır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Rabbimiz buyuruyor ki:
“Gerçekten Ben, Ben Allah’ım. Ben’den başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibâdet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.”
(20/Tâhâ, 14)
Bu âyette Allah’ı zikretmek üzere namaz kılmak emrediliyor. Çünkü namaz hem dinin direği, hem de zikrin ve kulluğun bütün unsurlarını bünyesinde taşımaktadır. Namaz; hazırlığından tutunuz da sonundaki selâma kadar her bir rüknü, her bir unsuru birer zikirdir. Kıyam, kıraat, Sübhâneke, Fâtiha Sûresi, rükû, secdeler, tesbihler, salevatlar, duâlar ve diğerleri, zikirden başka bir şey değildir. Öyleyse en büyük zikir namazdır. Ancak namaz zikr’in bir şekli, bir bölümüdür. Zikir, namazı da içine alan daha geniş bir ibâdettir. “Doğrusu namaz kötü ve iğrenç şeylerden alıkor, Allah’ın zikr’i ise en büyüktür.”
(29/Ankebût, 45)


Aslında zikir ibâdetinin bir sonu yoktur. Kur’an; “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin ve O’nu sabah akşam tesbih edin.”
(33/Ahzâb, 41-42)
buyurarak, mü’minlere günün her saatinde Allah’ı zikretmelerini emrediyor. Sabah-akşam günün her saatini kapsar ve mü’min her güne ait ibâdetlerini yerine getirir. Mü’minin yerine getirdiği bütün ibâdetler birer zikirdir. Mü’min, Rabbini ne kadar anarsa ansın, hangi güzel zikirle hatırlarsa hatırlasın; bu, onun için fazilettir. Önemine binâen tekrarlamakta fayda var: Zikir, Allah’a itaattir. Öyleyse O’nun emrettiklerine uymak, yasaklarından kaçmak zikirdir. Bu, elbette bedenle ve dille yapılan zikirdir. Mü’min, kalbine Allah sevgisini ve korkusunu koyar, O’nu kalpte devamlı hatırlar ve âyetlerini düşünürse; bu, kalp ile zikir olur. Mü’min, Kur’an okur, bol bol duâ eder, Allah’ı hatıra getirecek zikir sözleri söyler ve Allah’ın âyetlerini konuşursa; bu da dil ile zikir olur.


İnsanlar içerisinde Allah’ı en güzel ve mükemmel zikreden elbette Peygamberimiz (s.a.s.)’ di. O’nun bütün sözleri birer zikirdi. O’nun emirleri ve yasakları, Allah’ın adlarından ve sıfatlarından bahsetmesi, Allah’ın hükümlerinden ve fiillerinden söz etmesi, O’nun vaad ve vaidinden (müjde ve korkutmalarından) haber vermesi, O’na hamdetmesi, O’nu tesbih etmesi, O’ndan duâ ile bir şey istemesi, hep Allah’a rağbet etmesi, O’ndan korkup çekinmesi, O’na tevekkül etmesi, hep O’nun zikirlerindendi. Peygamberimizin susması bile kalbinin bir zikridir. Allah’ın Rasûlü her durumda ve her an Rabbini zikrederdi.

Hz. Âişe: "Peygamber (s.a.s.) (zamanının) her ânında Allah'ı zikrederdi" dedi. (Müslim, Hayz, 117, hadis no: 373). Rasûlullah (s.a.s.) Rabbını zikretmek, O’na hamdetmek ve etrafındakilere O’ndan bahsetmek için, en ufak bir işi, bir değişikliğini fırsat biliyordu. Elbisesini giyerken, bineğe binerken, bir yokuş inişinde veya tırmanışında, yolda bir değişiklik olunca, enteresan bir durum karşısında, yatağa yatarken, uykudan kalkarken, tuvalete veya banyoya girerken ve çıkarken, evden dışarıya adım atarken... her durum karşısında zikir O’nun dilinde, gönlünde ve zihninde idi. Bütün bu durumlarda hamdettiğini, tesbih ve tekbir ile Allah’ın ismini andığını hadis kitapları zikreder. Nimet görür, Allah'a şükreder, yemeğe başlarken besmele ile zikreder, yemek esnâsında Allah’ın nimetlerini tefekkür eder ve insanlara Allah’ı hatırlatır, bunu tavsiye eder, sonunda mutlaka hamd ü senâda bulunur, şükrederdi. Allah’la kopuk bir sâniyesi olmadığını, her çeşit dünyevî zorluk ve kolaylık karşısında O’na yöneliyor, duâ ediyor, sabrediyor, şükrediyor; Allah’la bağını tazeliyor, zikrin tüm çeşit ve kapsamıyla zikrediyordu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tesbih/Zikir Kurbanları

Tesbih, gramerde ism-i âlet olmamasına rağmen, kullanımda "kendisiyle tesbih edilen araç" anlamıyla şöhret bulmuştur. Yani sembolik bir araçtır sayı taşları. Kimlerin sembolü olduğu mâlum; müslümanlar içerisinden kendilerini zikir ehli, gönül ehli sayıp kalp tasfiyesi, nefis tezkiyesi yaptıklarını iddia aden kimi kesimlerin. Bu kesimlerimizden birçoğunun ana sermayesi addettikleri "zikr"in Kur'ânî anlamını bilmediklerini, araştırmadıklarını, bu konuda Kur'an'ın en çok üzerinde durduğu bir konuda ona başvurmadan zikrettiğini sanmak ne büyük gaflet. Kaldı ki bu konuda da hevâ ve heveslere değil; bizzat Allah'ın koyduğu ölçülere uyulması Kur'an'ın emridir: "... fezkürullahe kemâ allemeküm (Allah'ın size öğrettiği gibi Allah'ı zikredin.)" (2/Bakara, 239)


Kur'an'da "cihad" gibi çok anlamlı bir kavram olan zikir, bazı kesimlerce çok yanlış ve tehlikeli bir biçimde, diğer anlamlarından soyutlanarak dil ile anmaya tahsis edilmiştir. Allah'ı anmak (2/Bakara, 198), tebliğ (87/A'lâ, 9), öğüt ve uyarı (88/Ğâşiye, 21), şükür (7/A'râf, 69) gibi birçok anlamlara gelen zikir "alâ" harf-i ceriyle kullanıldığında "dille anmak" anlamına gelir (6/En'âm, 21). Aslında zikrin yalnızca "tesbih" anlamına gelmediğini, bundan daha kapsamlı olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz: "Ey iman edenler! Allah'ı çok çok zikredin ve O'nu sabah akşam tesbih edin." (33/Ahzâb, 41-42)


İman edenlere hem zikir, hem tesbih emredilmiştir. Bu noktada aynı âyette hem "zikr"in, hem de "tesbih"in anılması, bu ikisinin birbirinin aynı olmadıklarının en açık delilidir. Bu nedenle dil ile zikir olan "tesbih"i küçümsemek, yok saymak ya da terketmek bir mü'mine yakışan şeyler değildir. Cihad kavramının içinde "kıtal"in yeri neyse zikir kavramının içerisinde de "tesbih"in yeri odur. Her yaptığı işe "cihad" adını verenlerin "kıtal" (savaş)in ayrıca farz kılındığını (2/Bakara, 219) gözardı ettikleri gibi, zikrin yalnızca tesbih olmadığını söyleyenlerin birçoğu da dil ile anma, tekrar etme anlamına gelen "tesbih"in ayrıca tavsiye ve emir buyrulduğunu gözardı etmektedirler.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Kendilerini zikir ehli addedenler
Kendilerini zikir ehli addedenlere gelince; Bu kesimden kimileri Allah'la yaptıkları mukaveleye sâdık kalmamışlardır. "Şeriatten bir taş düşerse müridlerimin tüm virdleri düşer" diyen gerçek ve kâmil mürşidin aksine bu mantık, müslümanların tüm değerleri ayaklar altına alınırken; değil bir taş, şeriatin temelleri bile hoyratça sökülürken, oturdukları postları başında kılları kıpırdamamıştır. Ümmetin yağmalanan değerleri karşısında hissiz ve kaygısız duran bu mantık, yaptığı işin adını "büyük cihad" koymuştu. Oysa ki; "büyük cihad nedir?" diye Kur'an'a sorduğumuzda Kur'an bize büyük cihadın ne olduğunu açıkça söylüyordu:
"Kâfirlere uyma ve onlara karşı büyük cihad (cihâden kebîrâ) et."
(25/Furkan, 52).

Gerçekten büyük cihad edenler hem içinin düşmanlarına, hem dışındaki düşmanlara karşı çift yönlü bir cephe açıp önce yürek/gönül devletini kuranlardı. Kafasını kalbine kurban eden, dini diriltici bir iksir gibi değil; bir uyuşturucu gibi algılayan anlayış her şeyini bir kişiye ısmarlayarak düşünme zahmetinden kurtulmuştur. Onun yerine başkaları düşünür, başkaları karar verir. Nefreti ve sevgisi 'emir-komut'a bağlıdır. "Gassâl elinde meyyit" olmayı, küffâr elinde şehid olmaya tercih etmiştir. "Ölmeden evvel ölme"ye çalışır da, "öldükten sonra yaşama"yı denemez. "Mevt"i tefekkür ettiğinin binde biri kadar "şehâdet"i tefekkür etmemiştir. Yüreğin/gönlün en büyük iki penceresi olan akıl ve duyularını iptal ettiğinden yürek bir zindana dönüşmüştür.

Bir tesbih/zikir kurbanının itaat anlayışı, görerek değil; körü körüne bir itaat anlayışıdır. Kurban, yalnızca emredilenlerin dışında kimseyi dinlememek ve hiçbir kitabı okumamakla kalmaz; Kur'an'a, onun âyetlerine karşı da kör ve sağırdır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Zikrin Yozlaştırılması;

Zikirde Usûl ve Âdâba Riâyetsizlik; Zikir, Kur’an’ın emrettiği önemli bir ibadettir ve yukarıdan beri anlatıldığı şekillerde yerine getirilmesi mümkündür. Bazı kesimler tarafından “gizli mi - açık mı; toplu mu - tek başına mı yapılmalı?” gibi tartışmalara ihtiyaç yoktur. İslâm, mü’minlerin nasıl ibâdet edeceklerini göstermiştir. Emredilen ibâdetlerin dışında dileyen, bid’at olmamak şartıyla, Peygamberimizin yaptığına benzemek kaydıyla, istediği kadar nâfile ibâdet yapabilir.

Ancak İslâm’ı bize öğreten Peygamberi ve O’nun sahâbelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatıp kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden geçerek bir zikir yapma şekli yoktur. Hele hele de zikri mutlaka bir üstadın emri altında yapıp, zikri üstadlara, şeyhlere havâle etmek, onların da Allah’a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur. Kul, gücü yettiği kadar ibâdet yapar, dili döndüğü kadar duâ eder, Rabbini anar. Umulur ki Allah (c.c.) ihlâsla yapılan az amellere bile bol karşılık verir.

Zikrin âdâb ve usûlü vardır. İnsan Allah’ı zikrederken (daha doğrusu zikir ibâdetinin bir cüz’ünü icrâ ederken) gülünç ve komik durumlara düşmemeli, maskaralık yapmamalıdır. Zikir yaparken kan ter içinde kalıp başına tavana değecek kadar hoplayıp zıplamak ibâdet değil; çirkin bir harekettir. Süryânîlerin rûhânîleri, ibâdet esnasında kan ter içinde kalıncaya kadar didinirlerdi. Bizim câhil dervişlerin arasında da bunların hareketlerine benzer davrananların sayısı hiç de az değildir. Bu tamamen cehâletten ve düşünmeden körü körüne taklitten kaynaklanan bir durumdur.

Müslüman, zikir esnâsında acziyet içinde Hakkı düşünmeli, sükûnet ve vakarını bozmamalıdır. Zikir yaptığını iddiâ eden birtakım kimselerin havalara sıçradığı, tepindikleri, bağırıp çağırdıkları görülmektedir. Bu hareket, zikrin mânâsıyla hiç bağdaşmamaktadır. İslâm’ın ibâdet anlayışına da ters düşmektedir. Zikir, tefekkür, nefis terbiyesi, ihsân gibi dinin emir ve tavsiyeleri; sadece belirli zümrelerin tekelinde kabul edilemez; bunlar bütün müslümanların malıdır
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tasavvufta zikir,

Tasavvufta zikir,hem anlayış hem de uygulama bakımından, sünnetteki zikir anlayışıyla bağdaşmayacak bazı ögeler içermektedir. Anlayış olarak zikrin Kur'an'da otuzdan fazla anlamından sadece birini, en fazla birkaçını alıp zikir olarak sadece bunu öne çıkartması, bununla yetinmesi ve hatta zikri, bütünün bir iki parçasını cennet için yeterli kabul etmesi, halka bu anlayışı yayması, zikri ve dolayısıyla dini daraltması, ilk dikkat çeken husustur. Bazı kelimeleri tekrarlarken, bilincini kaybederek cezbe içinde kendinden geçmesi halinde hiçbir sevap da elde edememiş olur. Zira uyku, unutma ve geçici de olsa aklın kaybı zamanlarında kalem insanın üzerinden kaldırılmıştır. Böyle durumlarda kalemin sevap defterine birşeyler yazmasını ummak, İslâm'ı bilmemek demektir. Zikir; uyanıklığın, düşünmenin ve bilincin esası iken (Kur'an ışığında böyle olması gerekirken), zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, âdeta uyuşturucu kullanan esrarkeşler gibi hayal dünyasında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Bazıları defle dümbelekle halay çeker, dans eder gibi dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor. Kimi de kendini kaybedip, kendilerini hipnotize eden şeyhleri tarafından oralarından buralarından şiş kebabı gibi şişleniyorlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. Kimileri bağıra çağıra, taşkınca; kimileri de sessiz sâkin ama şaşkınca "zikir" yaptıklarını iddia ediyorlar.

Bu anlayış ve gelenekte zikrin aksiyoner, dinamik hiçbir yönü yoktur. İbâdet ve zikre ayrılmış belirli zamanların dışındaki günlük hayattla zikrin hiçbir ilişkisi yoktur. Ya çok sesli veya tümüyle dilin devreden çıkartıldığına şahit olunur. Nakşîlikte zikir, hemen tamamen zihinseldir. Dille zikir, sadece "hatm-i hâcegân" sırasında Kur'an'dan bazı küçük sûreler okumak ve biraz salevât getirilererek yapılır. Onun dışında kelime-i tevhid ya da lafza-i celal'in tekrarı dille değil, zihinden, içinden geçirilerek yapılır. Bunların yanında Nakşî tarikatlarda, esas zikir şekli, râbıtadır. Râbıta, diğer zikir biçimlerinden üstün sayılmıştır. Yani, râbıta; kelime-i tevhidin, ya da lafza-i celâlin, gerek dille ve gerekse zihinden tekrarı şeklindeki zikirden, hatta Kur'ân-ı Kerim'i okumaktan bile faziletli sayılır. Râbıtanın kaynağı ise Budizm'dir. Kitap ve Sünnette bununla ilişkin herhangi bir delil yoktur.

Bu anlayış ve tavır, Tasavvuf Sözlüğünde şöyle açıklanır:

“Tasavvufa göre zikir,
‘Allah’ kelimesini veya ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini söylemek ve tekrarlamak demektir.
İlkine ‘lafza-i celâl’,
ikincisine ‘kelime-i tevhid zikri’ veya ‘tevhid zikri’ denir. Tarikat ehlinin belli kelime ve ibâreleri belli zamanlarda, belli sayıda, belli bir edeb dâhilinde her gün düzenli olarak söylemeleri; ‘vird’ ve ‘hizib’ olarak da adlandırılır.
Tarikat ehlinin ve sûfî cemaatlerinin bir yerde toplanıp şeyh veya halîfesinin gözetiminde ‘Allah, Allah’; ‘hû, hû’; ‘hay, hay’ gibi belli ibâreleri belli bir hareket düzeni içinde söylemeleri. Bu çeşit toplu zikirlere;
tarikat âyini,
semâ, hadra ve deverân gibi isimler verilir.
Söylenen sözleri ve hareketlerin ritmik (âhenkli) olması icap eder.
Bu tür zikirlerde bazen ney, kudüm ve def gibi enstrumanlar da kullanılır;
Mevlevîlikte, Halvetîlikte olduğu gibi. Bu tür zikirler ekseriya tekkelerde icrâ edilir. Zikirde zikreden, zikredilenden başka her şeyden geçer, zâkir zikirde mezkûrdan başkasını hatırlamaz, kendisini kaybeder, yaptığı zikrin bile farkında olmaz. Bu yüzden zikir, kendinden geçip (gaybet, vecd) ve Hakk’ı buluş (vuslat, vücûd) halidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Zikir iki türlüdür:
1- Zikr-i cehrî, zikr-i aleniye:
Yüksek sesle veya çevrede bulunanların işitebilecekleri bir şekilde sesli olarak yapılan zikirdir. Sesli zikri esas alan tarîkatlara cehrî tarikat denir.
2- Zikr-i hafî:
Zikredenin, sadece kendisinin işitebileceği bir şekilde alçak sesle yaptığı zikir. Sessiz zikri esas alan tarikatlara hafî tarikat denir. Melâmet ehli ve Nakşbendîler hafî zikri; Rifâîler, Kadirîler cehrî zikri tercih etmişlerdir.

Kaiden zikir:

Tarikat ehlinin bir halka oluşturup oturarak ritmik hareketlerle yaptıkları zikir.
Kaimen zikir:
Tarikat ehlinin bir halka oluşturup ritmik hareketlerle ayakta yaptıkları zikir.
Bu zikir döne döne yapıldığı için devr ve deverân adını da alır. Zikr-i erre, zikr-i minşârî: Yesevîlikte hançereden testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapılan zikir.

Bazıları, zikir denilince, özel bir tören ve bazı büyüklerin, hocaların yönettiği ve adına “hatim” veya “hatme” denilen halkalar içinde olacağı anlayışına sahiptir.
Bunlara karşı çıkanlar, belki biraz abartılı bir yaklaşımla “bu âyin mi, ibâdet mi?” diye sormaktan kendilerini alamamakta; öte yandan tâğûtî güçler ve onların güdümündeki medya da, bu tür toplantıları, saçı sakalına karışmış, dansa benzeyen tuhaf gösterileri İslâm’ı ve müslümanları karalamak için saf zihinleri etkilemek ve onların beyinlerine kazımak kasdıyla bıkmadan gündemde tutup göz önüne getirmektedir.

İbrahim Sarmış, şöyle der:
"Şişlerin batırıldığı, karınların yarıldığı ve boyunların kesildiği zikir âyininde olsun, bir şef yönetiminde "illallah", "Allah", "Hû", "yâ Hû" nâraları ve göbekten çıkarılan bıçkı sesleriyle yapılan zikir âyinlerinde ve kadın-erkek karışıp insanların nağmeler eşliğinde kendilerinden geçtiği âyinler, bir çeşit dansla geçen böyle saatlerin ilâhî tecelli saatler olduğunu söylemeleri, bir garâbettir.
Her yıl, bir hafta süren semâ âyinlerinde atılan nâralar, çalınan müzik ve dans eden semâzenlerin yaptıkları da aynıdır.
Söyler misiniz, Rasûlullah Rabbini böyle mi zikretti? Ondan sonra, ashâbı Allah'ı böyle mi zikretti?
Sahâbîler Allah ve Rasûlünün öğrettiği gibi huşû ve teslimiyet içinde, sessiz ve müziksiz, havf ve recâ arasında, münferiden ve Rasûlullah'ın öğrettiği duâlarla Allah'ı andılar.
O'na yalvardılar. Nimetini istediler ve azâbından O'na sığındılar.

Tasavvufçular, zikir esnâsında müridin şeyhini zihninde canlandırmasını, "destûr yâ üstâz (üstâdım yardım et!)" diyerek zikre başlarken, ondan yardım istemeyi, tıpkı Rasûlullah'tan yardım istemek gibi olduğuna inanmasını şart koşarlar.
Çünkü kendisini Allah Rasûlüne ulaştıracak şeyhidir. Kalbiyle ve lisanıyla şeyhinden izin isteyerek "destur ey şeyhim!" demesi yanında, tarikat mensupları ve ileri gelenlerinden de izin istemesi, yahut onlara râbıta yapması gerekir.
Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması, önce sağa "lâ" ile başlayıp sola "illâ" ile dönmesi ve doğrulması gerekir. Sola doğru öne eğilerek "illâllah" demesi ile bu işi tamamlar. "Allah", "Hû" gibi tek isimle zikrediyorsa, çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve yüksek sesle yapması gerekir.
Kelimeyi göbeğinden başlayarak kalbinin derinliklerinden çıkarması icab eder.
İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçuların zikir şeklidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Allah için söyleyiniz,

Allah için söyleyiniz, Rasûlullah Rabbini zikrederken böyle tepeden tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır. Çünkü o, Allah'ın peygamberidir ve Allah'ın huzurunda edeple nasıl ibâdet edileceğini bilir ve insanlara bildirir. Nasıl zikredeceğini Allah ona ve bize şöyle tarif etmiştir: "Rabbini içinden, yalvararak ve O'ndan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret.Gâfillerden olma."
(7/A'râ, 205)
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları O sevmez."
(7/A'râf, 55).
"Onların (müşriklerin) Beytullah'ın yanında namazları (duâları) da el çırpmak ve ıslık çalmaktan başka bir şey değildir."
(8/Enfâl, 35). (26)

Mevdûdi, ibâdetin özü ve anlamının itaat ve sadâkat olduğunu açıklar (Kur'an'da Dört Terim, s. 28-29). İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, şu açıklamada bulunur: "Önce ibâdet'in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin:

Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, 'git, şu şu işleri yap' diyor, köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, 'git falan yanlışları düzelt' diye tâlimât veriyor, ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi 'hırsızın elini bu kötü işten kes!' diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve 'hırsızın elini kes' emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız, Allah bilir!

Allah'ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah'a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir kaç kere Kur'an'daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah'ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur'an okurlar! Onları bu halde gördüğümüz zaman: 'Ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar!' dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar."

Allah'ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel kelime ve isimleri, anlamını ve mesajını düşünmeden belli sayıda tekrarlamanın fazla bir önemi yoktur. Bu tavır, insanın vicdanını bastırması, cehâlet ve yozlaşmayı meşrû görüp yaptığı ile tatmin olması, esas zikir olan Kur'an'a karşı sorumluluğu ihmal etmesine sebep oluyorsa, o takdirde bu zikir anlayışının zararı vardır. Hemen tarikatların hepsinde, belirli aşamalardan geçen ve tarikatta kıdemli olanlara, zikir adıyla çok yanlış ifadeler de ders olarak verilmektedir. Anlamını bilmeden (biliyorsa daha kötü) tekrarladığı virdler içinde, belki de insanı şirke götürecek bâtıl sözler vardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Meselâ
"Lâ mevcûde illâllah" gibi.
Bu sözün anlamı:
"Allah'tan başka varlık yoktur" demektir.
Bir başka deyişle, "tüm varlık Allah'tır" Yani, iyi kötü yaratılmış ne varsa hepsinin -hâşâ- Allah olduğunu iddia etmek.
Ne büyük hata ve sapıklık!
Ne dehşetli bir cehâlet!
Allah'ın yarattığını,
Allah'ın kendisi yerine koymak.
Çok korkunç bir gaflet, affedilmez bir suç! Ve sonra bunun adını zikir koymak!
Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta, anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine; ondan daha önce, bilmemiz gereken Allah'ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek,
Allah'ı kendi zikri olan Kur'an'dan tanımak ve Allah'ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt