Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Zikir Kavramı (2 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
20 Kur'ân-ı Kerim manasunda zikir kavramı:

Hicr suresi ayet 6,
Onlar: "Ey kendisine kitap indirilen (Muhammed) . Gerçekten sen cinlenmiş (bir deli) sin," dediler.

(Zikr) kelimesi sözlükte "hatırlatmak" "uyarmak" ve "tavsiye etmek" anlamlarına gelir. Fakat Kur'an bunu teknik bir terim olarak uyarı niteliğinde bir "öğüt" anlamına kullanır. O halde bütün peygamberlere gönderilen tüm kitaplar birer zikr idi ve Kur'an'da bir zikirdir.

Hicr suresi ayet 9
Hiç şüphesiz, zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz.

Yani, "O zikri biz indirdik. O halde sizin "deli" dediğiniz elçimiz değil, bilakis bu alaylı ithamınız bizedir. Bunun yanısıra, onun "Bizim zikrimiz" olduğunu ve onu bizim koruduğumuzu bilmelisiniz.
Bu nedenle ona hiçbir zarar veremezsiniz, alaylarınız, iğneli sözleriniz ve düşmanlığınız da onun değerini düşüremez. Ona karşı ne yaparsanız yapın, onun gelişmesini engelleyemezsiniz. Hiç kimse de onu değiştirmeye veya bozmaya güç yetiremeyecektir."

Nahl suresi ayet 44
(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik) . Sana da zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.

Bu "Kendilerine indirileni insanlara açıklama..." görevinin peygamber tarafından sadece dil ile değil, aynı zamanda uygulamada da yerine getirilmesi gerektiğini belirtmekte yarar var. Hz. Peygamber'in (s.a) kendi önderliğinde bir İslâm toplumu kurması ve onu Kitab'ın ilkeleri doğrultusunda yönetmesi gerekir. Hz. Peygamber'in (s.a) bu görevi, bu arada özellikle bir insan göndermenin hikmetini göstermek üzere anılmıştır. Aksi takdirde kitap bir melek aracılığıyla gönderilebilir veya yazılıp ayrı ayrı her insanın eline verilebilirdi. Fakat bu durumda, Allah'ın insalara bir kitap göndermedeki dileği, Hikmeti, Rahmet ve Nimeti yerine gelmiş olmazdı. Çünkü Allah'ın bir kitap göndermeden amacı; onun bir insan tarafından parça parça sunulması, anlamlarının açıklanması, şüphe ve karışıklıkların o insan tarafından açığa kavuşturulması, yapılan itirazlara cevap verilmesi vs. ve her şeyin ötesinde o insanın kendisini reddeden ve kendisine karşı çıkanlara, ancak Kitab'ı getiren birine layık bir tavır takınmasıdır. Diğer taraftan Peygamber, Kitab'a inananlara, hayatın her yönünde rehberlik etmeli ve kendi mükemmel hayat tarzını onların gözü önüne sermeli. Sonra da onları bütün insanlara model teşkil edecek örnek bir toplum haline sokmak için, gerek fert fert gerekse toplu olarak Kitab'ın ilke ve öğretileri konusunda eğitmelidir.
Şimdi bu ayeti diğer bir yönden ele alalım. Bu ayet hem Peygamber olarak bir insanın gönderilmesi inancını reddedenlerin öne sürdükleri itirazları hem de Peygamber'in açıklamasına gerek kalmaksızın sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini söyleyenlerin görüşünü (hadisi inkar edenler) çürütür. Bu ikinci görüş, taraftarları her neyi önü sürerlerse sürsünler bu ayete aykırıdır. Sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini söyleyenler şu görüşleri öne sürerler:
(a) Peygamber tebliğ ettiği kitap ile ilgili hiç bir açıklama yapmamıştır.
(b) Sadece Kitap kabul edilmelidir, peygamber tarafından yapılan "açıklama" değil.
(c) Bugün için bize sadece Kitap gereklidir. Çünkü Peygamberin "açıklama"sı yararını yitirmiştir.
(d) Şimdi sadece Kitab'a güvenilebilir; çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) "açıklama"ları bugüne ulaşmamıştır, veya ulaşsa bile güvenilir değildir.
Kur'an'ın mezkur ayeti bu dört görüşü de reddeder.
Eğer (a) görüşünü kabul edecek olurlarsa, bu Hz. Peygamber'in (s.a) Kitab'ın tebliğcisi olarak, seçildiği amacı yerine getirmediği anlamına gelir; aksi takdirde Allah, Kitab'ı melek aracılığıyla veya doğrudan her insana gönderebilirdi.
Eğer (b) veya (c) görüşünü kabul edecek olurlarsa, Allah'ı yazılı Kur'an nüshalarını doğrudan insanlara gönderebileceği halde, Kitab'ı bir peygamber aracılığıyla göndererek lüzumsuz bir iş yapmakla suçlamış olurlar. (Allah korusun) .
(d) görüşünü kabul ettikleri halde ise, gerçekte hem Kur'an'ı hem de Hz. Muhammed'in (s.a) "peygamberliği"ni inkar etmiş olurlar. O zaman onlara kalan tek akıllıca yol, yeni bir peygamber ve yeni bir vahiy gelmesi gerektiğine inananların görüşünü kabul etmek olacaktır. Oysa Allah, Hz. Peygamber'in (s.a) Kitab'ı açıklamasını temel bir nokta olarak kabul etmekte ve bunu Peygamber gönderilmesinin nedeni olarak bildirmektedir. Eğer Hadisi reddedenlerin öne sürdükleri, Hz. Peygamber'in (s.a) açıklamalarının sona erdiği görüşünü kabul edecek olursak iki sonuç kaçınılmaz olmaktadır: Birincisi, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğinin bir yol olarak bizim için sona erdiği ve onunla aramızdaki ilişkinin sadece daha önceki peygamberlerle (örneğin Hud, Salih, Şuayb) (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) olan ilişkimiz gibi olduğu sonucudur. Yani, biz sadece onların eski peygamberler olduğuna şehadet etmeliyiz, fakat onların sünnetine uymak zorunda değiliz. Bu görüş hemen bizi yeni bir peygambere ihtiyaç vardır fikrine götürecektir. Çünkü böylece Hatemu'n-Nebiyyin ilkesi reddedilmiş olmaktadır. İkinci kaçınılmaz sonuç ise, yeni bir Kitab'a ihtiyaç olduğudur, çünkü bu durumda Kur'an, tek başına yeterli olamaz. Bu ayetin ışığında Kur'an'ın kendi kendisini açıklayabileceği görüşünü ispatlayacak tek bir fikre bile yer kalmamaktadır. O halde bu son görüşe göre mutlaka yeni bir kitap gönderilmelidir. Hadisi ve sünneti inkar edenler İslâm'a kökünden darbe vurmaktadırlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
21 Levh-i Mahfuz ya da Tevrat manasında zikir kavramı:

Enbiyâ suresi ayet 105
Andolsun, biz Zikir'den sonra Zebur'da da: "Hiç şüphesiz Arz'a salih kullarım varisçi olacaktır" diye yazdık.

Müfessirler, âyet-i kerimede beyan edilen "Zebur" ve "Zikir" kelimelerinden neyin kastedildiği hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
Şa'bî, Hasan-ı Basrî ve Katade'ye göre burada adı geçen Zebur'dan maksat, Hz. Davud'a indirilen "Zebur"dur. "Zikir"den maksat ise Hz. Musa'ya indirilen Tevrattır. Meal bu görüşe göre hazırlanmıştır.

Said b.Cübeyr, Mücahid ve İbn-i Zeyd'e göre ise
burada adı geçen "Zebur'dan maksat, tüm Peygamberlere indirilen kitaplardır. "Zikir"den maksat ise, Allah'ın katında bulunan ve "Kitapların anası" diye adlandırılan "Levh-i Mah-fuz"dur.
Taberi bu görüşü tercih etmiş ve âyeti şöyle izah etmiştir: "Şüphesiz ki biz, gökleri ve yeri yaratmadan önce herşeyi kendisinde tespit ettiğimiz "Levh-i Mahfuz'da" sonra bütün Peygamberlere göndermiş olduğumuz kitaplarda da şunu yazmışızdır: "Cennete mutlaka iyi amel işleyen salih kullarım vâris olacaktır."
Dehhak ve Abdullah b.Abbas'dan nakledilen bir görüşe göre ise,
âyetteki "Zebur" kelimesinden maksat, Hz. Musa'dan sonra gelen peygamberlere indirilen bütün kitaplardır. "Zikir"den maksat ise, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'tır.
Âyet-i kerime'de geçen "Yeryzüne mutlaka salih kullarım vâris olur." ifadesindeki yeryüzünün, cennet veya dünya olduğu, "Salih kullar"ın ise, Allah'a ibadet eden her salih kul veya Muhammed ümmeti yahut da Hz. Musa dönemindeki İsrailoğullan olduğu söylenmiştir.
Âyette geçen "Yeryüzü" ifadesinden maksadın "Cennet" olduğunu söyleyenler şu âyeti delil olarak göstermektedirler.
Zümer Suresi, âyet: 74
"Onlar da: Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere vâris kılan Allah'a hamdolsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların mükâfaatı ne güzelmiş." derler," Yeryüzü ifadesinden maksadın, "Dünya" olduğunu söyleyenler ise, şu âyeti delil göstermektedirler.
A'raf Suresi, âyet: 137
"Hor görülen o kavmi de, mübarek kıldığımız yerin dolgularına ve batılarına vârisler yaptık. Böylece sabretmelerinden dolayı, rabbinin, İsrailoğullarına olan o pek güzel vaadi yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri şeyleri de yerle bir ettik."
A'raf Suresi, âyet: 128
"Musa kavmine şöyle dedi: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Onu, kullarından dilediğine miras bırakır. İyi akıbet, Allah'tan korkanlarındır."
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ZİKRİN FAYDALARI



Peygamber efendimiz(s.a.v):’’Ademoğlu, Aziz ve Celîl olan Allâh’ı zikretmesinden başka Allâh’ın azabından Onu kurtaracak,daha efdal bir amel işlememiştir.’’buyurdular.



Zikrin yüz kadar faydası vardır.Onlardan bazıları:

1.Zikir,şeytanı kovar,uzaklaştırır.

2.Aziz ve Celil olan Rahmanı razı eder.

3.Kalpdeki gam ve kederi giderir.

4.Kalbe ferah,sevinç ve genişlik verir.

5.Kalbi ve vücudu kuvvetlendirir.

6.Yüzü ve kalbi nurlandırır.

7.Rızkı celbeder(çeker).

8.Zikredene,heybet,tatlı ve hoş bir sima verir.

9.İslâm’ın ruhu olan(Allah) muhabbeti verir.

10.İhsan makamına ulaşıncaya kadar,Murakabe(Allah Teala’nın,kullarını gözetlediği bilincine)mertebesine ulaştırır.

11.Aziz ve Celil olan Allâh’a iltica etme anlamına gelen İnâbeyi kazandırır.

12.Allah’a yakınlaştırır.

13.Ma’riret kapılarından bir kapı açar.

14.Rabbinin heybetinden dolayı korku ve azametinden kalp ürpermesi verir.

15.Allahu Tealanında,Onu anmasına vesile olur.Nitekim Allahu Teala’’Beni zikredin ki ben de sizi anayım.’’buyurdu.(Bakara,152)

16.Kalp diriliği verir.

17.Zikir,kalbin ve ruhun güçü ve kuvvetidir.

18.Kalbi günah pasından temizler,çilalandırır.

19.Hata ve günahları döker.En büyük sevaplardandır.Yapılan iyilikler günahları,giderir.

20.Kulu ile Rabbi arasında ünsiyet meydana getirir.

21.Kulun rabbinin şanını yücelterek,tesbih ederek ve hamdederek rabbini hatırlamasıdır.Allah da onu şiddet(sıkıntı)anında hatırlar.

22.Kul,genişlik zamanında Onu zikretmek suretiyle Allahu teala ile ünsiyet meydana getirdiği zaman,Allahu teala’da Onu şiddet anında tanır(yardım eder).

23.Allah’ın azabından kurtarıcıdır.

24.Sekinetin inmesinin,rahmetin kuşatmasının ve zikredeni meleklerin kuşatmasının sebebidir.

26.Zikir meclisleri,meleklerin meclisleridir.Boş sözlerin konuşulduğu ve gaflet meclisleri ise,şeytanların meclisleridir.

27.Kıyamet gününde kulu pişmanlıktan kurtarır.

28.Zikirle meşgul olmak,Allahu Tealanın lutfu ihsanına sebeptir.Bu,isteyenlere lutfu ihsanından daha üstündür.

29.Zikir ibadetlerin en üstünü ve efdali olduğu halde,ibadetlerin en kolay olanıdır.

30.Zikirden dolayı verilen ilahi vergi ve lütuf,diğer amellere verilmedi.

31.Allah tealayı zikretmeye devam etmek,kulu dünya ve Ahiret hayatında,Allah’ı unutması sebebiyle olan şekavetten emin kılar.

32.Zikirden başka,her zaman ve her vaziyette yapılabilen bir amel yoktur.

33.Zikir dünya hayatında,kabirde,ahiret hayatında ve sırat köprüsü üzerinde zikredenin önünden giden bir nûrdur.

34.Zikir her işin başıdır.Kime zikir kapısı açılırsa,Ona Allahu teala’ya yakınlık kapısı açılır.

35.Kalpde öyle bir gedik ve boşluk vardır ki,zikrullah’dan başka hiçbir şey onu kapatamaz.

36.Zikir dağınık olanı toplar;toplu olanı dağıtır;uzağı yakınlaştırır;yakını uzaklaştırır.Kulun kalbinde ve iradesinde,önem verdiği ve azmettiği şeylerden ayrı olanı birleştirir.Toplanmış olan sıkıntı,keder ve üzüntülerini dağıtır;yapmaya niyetlendiği ve isteklerinin olmamasından dolayı meydana gelen pişmanlıklarını giderir.Yine günahlardan ve hatalardan onda toplananı dağıtır.Yine şeytanın ordusunu dağıtır.Uzak olanı yaklaştırdığına gelince,O ahiret dir.Yakın olanı uzaklaştırdığı ise,O dünyadır.

37.Zikir,kalbi gaflet ve uykudan uyandırır.

38.Zikir bir ağaçtır ki onun meyvesi, marifetullah ve saliklerinin gayreti ile güzel hallerle hallenmesidir.

39.Zikreden,zikredilene(Allah’a)yakındır. Zikrettiği,onunla beraberdir. Bu beraberlik klasik(bilinen)ve herkesi kuşatan bir beraberlik değildir.O,Allah’a kurbiyet,velayet,muhabbet,nusret ve vasıl olmak beraberliğidir.

40.Zikir(sevap bakımından),köle azad etmeye,malı infak etmeye ve Allah yolunda kılıçla vurmaya denktir.

41.Zikir,şükrün başıdır.O’nu zikretmeyen,Allahu teala’ya şükretmemiştir.

42.Müttekilerden Allahu teala katında en üstün olanı,devamlı olarak dili zikirle ıslak olanıdır.

43.Kalp katılığını ancak zikrullah eritir.

44.Zikir,kalbin şifası ve devasıdır.Gaflet ise,kalp hastalığıdır.

45.Zikir,Allahu teala ile dostluğun başı ve temelidir.Gaflet ise,Allah düşmanlığının başı ve temelidir.

46.Allah’ın izni ile nimetleri çeker,azapları defeder.

47.Zikredene,Allah’ın affını ve meleklerin istiğfar etmesini gerekli kılar.

48.Kim ki daha dünyada iken Cennet bahçelerinde oturmak isterse,zikir yapılan meclislerde otursun.Muhakkak ki(zikir meclisi),Cennet bahçeleridir.

49.Zikir meclisleri,meleklerin bulunduğu meclislerdir.Meleklerin başka meclisleri bulunmamaktadır.

50.Allahu teala meleklerine,zikredenlerle övünür.

51.Zikri devamlı yapmak,tatavvu(nafile ibadetler)yerine geçer.Bu ibadetler ister bedenle yapılanlar olsun;isterse mal ile veya hem mal hem bedenle yapılanlar olsun eşittir(değişmez).

52.Allahu teala’yı zikretmek,ibadete en büyük yardımcıdır.Çünkü zikir,ibadet yapmayı kula sevdirir,kolaylaştırır,lezzet verir ve gözünün nurunu,ibadette kılar.

53.Zikrullah,kalbe gelen bütün dünyevi korkuları giderir ve emin kılar.

54.Zikir,daha önce yapmaya takatının yetmediği işleri yapmak için, zakire güç verir.

55.Allah’ı çokça zikredenler,onlar Ahiret yolcuları arasında en önde olanlardır.

56.Zikir,Allahu teala’nın kulunun sadıklardan olduğunu tasdik etmesine bir sebeptir.Sadıklarla birlikte haşrolacağı ümid edilir.

57. Cennet evleri zikirle inşa edilir.Zakir,zikrini bırakınca,melekler de inşa etmeyi bırakır.

58.Zikir kul ile Cehennem arasında bir seddir.

59.Zikrullah zoru kolaylaştırır,fakiri zengin eder ve meşakkatleri hafifletir.

60.Melekler,günahına tevbe eden kimsenin tevbe ettiği gibi, zikreden için istiğfar eder.

61.Her dağ ve her tepe, üzerinde Allah’ı zikreden kimseyle övünür ve sevinç duyarlar.

62.Allahu teala’yı zikretmenin çokça yapılması,kişi için münafıklıktan bir korunmadır.

63.Zikirde,hiçbir salih amelde benzeri olmayan, bir tat ve lezzet vardır.

64.Yollarda,evlerde ve diğer yerleşim alanlarında zikri çokça yapmak,kıyamet günündeki kulun şahitlerini çoğaltır.Çünkü, yeryüzü kıyamet gününde zikredene şahitlik yapacaktır.


Tercüme ve derleyen : ahmetmelik


 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
aliye_aliye,
Bilgiler için Allah CC razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
22 Mükâfatlandırmak manasında zikir kavramı:

Bakara suresi ayet 110,
Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında bulacaksınız. Hiç şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.

Namazı, bütün şartlarını yerine getirerek kılın. Mallarınızın zekatlarını, içinizden gelerek, gönül hoşluğu ile verin. Ne kadar salih amel işler de onu âhiretiniz için önceden gönderirseniz onun sevabını Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah, kullarının yaptığı herşeyi çok iyi gömlektedir. O halde ona ciddiyetle itaat edin, isyandan kaçının.
Taberi diyor ki: "Allah tealanın, bu âyette müminlere namaz kılmalarını, zekat vermelerini ve salih ameller işleyip kendileri için önceden âhirete göndermelerini emretmesinin sebebi şudur. Allah teala müminleri, Yahudilerden öğüt beklemeleri, onlara meyletmeleri ve Resulullah'a kabaca konuşmaları yüzünden, işledikleri günahlardan arındırmak istemiştir. Zira müminlerin namaz kılmaları, günahlarının keffaretidir. Zekat vermeleri, nefislerini ve bedenlerini günah kirinden arındırmadır. Salih amel işlemeleri ise Allah'ın rızasına erişmelerinin bir vasıtasıdır.
Âyet-i kerimenin sonunda " Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir." buyurulmaktadır. Âyetin bu bölümü her ne kadar Allah'ın her şeyi gördüğünü haber verme mahiyetinde ise de bu bölüm, zımnen bir kısım vaad ve tehditler emir ve yasaklan içermektedir. Zira Allah tealanın kullarına, yaptıklarını gördüğünü bildirmesi, onların kendisine itaat etmeleri gerektiğini ve yasaklarından kaçınmaları icap ettiğini, itaat ettikleri takdirde bir kısım mükâfatlara kavuşacaklarını, isyan ettikleri takdirde ise cezalandırılacaklarını ifade eder. Çünkü Allah, onların yaptıkları her şeyi gören ve denetleyendir.
Bu âyette, dinin direği olan namazın kılınması, sosyal-adaleti sağlayan en önemli ibadet olan zekatın verilmesi emredilmektedir. Namaz ve zekât, dinimizin emrettiği en önemli ibadetlerdir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
"Kişi ile Allah'a ortak koşmak ve kâfirlik arasındaki şey, namazı terk etmektir.
İslam âlimleri, namazı terketmenin çeşitli şekilleri ve hükümlerini beyan etmişlerdir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
a- Namaz, inkâr edilerek terkedilirse bunu yapan kimse kâfirdir. Bu hükmün aksini iddia eden hiçbir kimse yoktur.
b- Namaz unutularak terkedilirse bunu yapan kimse kâfir değildir. Bu hükmün böyle oluşunda da ihtilaf yoktur.
c- Namaz inkâr edilmediği halde kasten terkedilirse bunu yapan kişi hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ahmed b. Hanbel, İbrahim en -Nehâî ve İbn-i Mübarek gibi âlimler "Kim, özürsüz olarak namaz vakti geçinceye kadar onu terkeder kılmazsa o kimse kâfirdir." demişlerdir. Ahmed b. Hanbel, "Hiçbir Müslümanı günahından dolayı tekfir etmeyiz.Namazı terkeden hariç." demiştir.
İmam Şafii ve Mekhul gibi âlimler ise namazı inkâr etmediği halde kasten terkedip kılmayan kişinin kâfir olmayacağını fakat kendisine kısas tatbik edilen bir mümin gibi öldürüleceğini söylemişlerdir. Bunlara göre, inkâr etmediği halde namazı kasıtlı olarak terkeden kişi öldürülür. Fakat kendisine Müslüman muamelesi yapılır. Yani cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına defnedilir, mirasçıları kendisine mirasçı olurlar. Ancak bazı Şafii halimeri, böyle bir kimsenin cenazesinin kılınmayacağım söylemişlerdir.
Ebu Hanife ve arkadaşları ise inkâr etmediği halde özürsüz olarak namazı terkedenin kâfir olmayacağını ve öldürülmeyeceğini fakat namaz kılıncaya kadar hapsedilip kendisine sopa atılacağını söylemişlerdir. Bunlara göre Hadis-i Şerifin sert ifadesi namazın ehemmiyetini ortaya koymak içindir
Resulullah (s.a.v.), zekâtını vermeyenler hakkında da şöyle buyurmaktadır:
"Allah kime mal verir de o da malın zekâtını vermeyecek olursa o kişinin malı, kıyamet gününde, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunan bir kel yılan şekline dönüşerek sahibinin boynuna dolanacak sonra onun avurtlarından yakalayıp "İşte senin malın benim, senin hazinen ben'im," diyecektir. Resulullah ( s.a.v.) sözlerini bitirmiş ve şu âyet-i kerimeyi okumuştur. "Allah'ın, kendilerine, lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilakis bu onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirafsV Allah'a aittir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Bakara suresi ayet 157
Rablerinden bağışlanma ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.
İşte rablcrinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir. Doğru yolda bulunanlar da onlardır.


Ey Muhammed, Sen, sabreden kullarımı müjdele. Onlar, içinde bulundukîan bütün nimetlerin bana ait olduğunu idrak eder, bana kulluğu kabul eder, beni birlerler. Öldükten sonra tekrar dirileceklerini, huzuruma çıkarılacaklarını tasdik ederler. Benim hükümlerime boyun eğer, sevaplarımı umarlar. Cezalandırmamdan korkarlar. Benim, kendilerini herhangi bir şeyle imtihan etmem halinde de sabrederler.
Biz, hayatımızda da, Allah'ın âciz bir kuluyuz. Ölümümüzden sonra da ona döndürüleceğiz." derler. Günahlarından dolayı bağışlanma, işte böyle deyip te sabredenleredir. Onlara Allah'ın rahmeti ve acıması da vardır. Hak yolu bulanlar, rüşde ve doğruya erdirilenler de onlardır.
Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Allah teala bildirdi ki, mümin işi Allah'a bırakır. Bir musibet ânında "Şüphesiz biz, Allah içiniz ve mutlaka ona döneceğiz" derse onun için üç hayırlı şey yazılır; Allah'tan af, merhamet ve hidayet yolunu bulma.
Ebu Seleme, başına bir felaket gelen kişinin demesi halinde mükâfaatlandırılacağını beyan eden şu hadis-i şerifi rivayet etmiştir:
"Herhangi bir müslümana bir musibet dokunur da o da Allah'ın emrettiği gibi Allah'a sığınır der ve : "Ey Allah'ım, başıma gelen musibetin mükâfaatını ancak senden isterim, sen onun mükâfaatını bana ver ondan gördüğüm zaran gider." diye dua edecek olursa Allah o musibete karşılık o kişiye sevabını verir ve karşılığında, musibetten dolayı kaybettiğinden daha hayırlısını verir. Hadisi-i Şerifin diğer bir rivayetinde Resuhıllah şöyle buyurmuştur."Ey Allah'ım, başıma gelen musibetin mükâfaatını ancak senden beklerim. Sen o musibetten dolayı bana sevap ver ve karşılığında, ondan dolayı uğradığım zarardan daha hayırlısını ver." diye dua etsin.
Hz. Hüseyin, Resulullah'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Kimin başına bir musibet gelir de sonra o musibeti hatırlar ve "Şüphesiz ki biz Allah içiniz ve mutlaka ona döneceğiz.-" diyecek olursa o musibetin zamanı geçmiş bile olsa Allah o kimse için, musibetin geldiği gündeki mükâfaatını verir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
23 Namaz kılmak manasında zikir kavramı:


Bakara suresi ayet 198;
Rabbinizden bir fazl istemenizde size sakınca yoktur. Arafat'tan hep birlikte indiğinizde Allah'ı Meş'ar-ı Haram'da anın. O, sizi nasıl doğru yola yöneltip-ilettiyse, siz de O'nu anın. Gerçek şu ki, siz bundan evvel sapık olanlardandınız.

Ankebût suresi ayet 45
Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl.Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa) dan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet) tür. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.

Hitap, görünüşte Hz. Peygamber'edir (s.a) , fakat aslında bütün müminleri kapsamaktadır. Buraya kadar geçen ayetlerde müminlere, kendilerini içinde buldukları çok zor koşullara ve inançları nedeniyle karşılaştıkları işkencelere cesaretle göğüs gerebilmeleri için Allah'a güvenip dayanmaları tavsiye edilmişti. Burada ise sabır ve sebatın pratik bir aracı olarak, Kur'an okuyup namazı ikame etmeleri söylenmektedir. Çünkü Kur'an okuma ve namaz kılma, mümini sadece bâtıl ve kötülüğün şiddetli fırtınalarına cesaretle karşı koymasını değil, aynı zamada onları yenmesini de sağlayan güçlü bir karakter ve mükemmel bir kapasiteye kavuşturan iki araçtır. Fakat insan, ancak sadece kelimeleri okumakla kalmayıp Kur'an'ın öğretilerini iyice anladığında ve onları ruhunda sindirdiğinde ve namazı sadece fiziksel hareketlerden ibaret kalmayıp kalbinden gelen bir hareket ve ahlâk ve karakterinin bir dürtüsü olursa Kur'an okumak ve namaz kılmaktan güç kazanabilir. Namazın nasıl olması gerektiği, bir sonraki cümlede Kur'an'ın kendisi tarafından açıklanmaktadır. Kur'an okumaya gelince, boğazdan aşağısına, kalbe ulaşmayan bir okumanın, değil kişiye küfre karşı koyma gücü vermek, imanında sebat etmesi için yeterli güç bile veremeyeceğine dikkat edilmelidir. Bu tür insanlar hakkında bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Onlar Kur'an okuyacaklar, fakat Kur'an boğazlarından aşağıya geçmeyecektir:
Onlar okun yaydan çıktığı gibi imandan çıkarlar." (Buhari, Müslim, Muvatta) Aslında kişinin düşünce, ahlâk ve davranışlarında hiçbir değişiklik meydana getirmeyen ve onun Kur'an'ın yasakladığı şeyleri yapmaya devam etmesini engellemeyen bir okuma, gerçek müminin okuyuşu değildir. Böyle kimseler hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ın haram kıldığını helal kılan, aslında hiç Kur'an'a inanmamış gibidir." (Tirmizi, Süheyb Rûmi'den rivayet etmiştir.) Böyle bir okuyuş, kişinin nefis ve ruhunu ıslah edip güçlendirmez, aksine onu Allah'a karşı daha küstah, vicdanına karşı inatçı yapar ve karekterini tamamen bozar. Çünkü Kur'an'ın ilâhî bir kitap olduğuna inanan, onu okuyup Allah'ın neler emrettiğini öğrenen, sonra da emirlerine karşı gelen kimsenin durumu, bilmediği için değil, kanunu çok iyi bildiği halde suç işleyen sanığın durumuna benzer. Hz. Peygamber (s.a) , bu noktayı çok kısa bir cümle ile ifade etmiştir: "Kur'an sizin lehinize de, aleyhinize de bir şahittir."(Mümin) Yani! "Eğer Kur'an'a doğruca uyarsanız, o sizin lehinize bir şahit olur." Burada veya ahirette ne zaman yaptıklarınızdan hesaba çekilirseniz, yaptıklarınızın Kur'an'a uygun olduğunu söyleyerek, Kur'an'ı şahit getirebilirsiniz. Eğer yaptığınız şey kesinlikle ona uyuyorsa, bu dünyada hiçbir hakim sizi cezalandırmaz. Ahirette de Allah sizi bundan hesaba çekmez. Fakat eğer bu kitap size ulaşmış, siz de onu okumuş ve rabbinizin sizden neler istediğini, neleri yasaklayıp neleri emrettiğini öğrenmiş, sonra da ona aykırı bir tavır içine girmişseniz, o zaman bu kitap sizin aleyhinize bir şahit olur. Allah'ın mahkemesinde sizin suçunuzu daha da teyid eder. İşte o zaman ne cezadan kaçmanız, ne de cehaletinizi öne sürerek daha hafif bir cezaya çaptırılmanız mümkün olur."

Bu, konuyla ilgisi nedeniyle burada zikredilen namazın birçok önemli özelliklerinden biridir. Müslümanların Mekke'de yaşadıkları şiddetli düşmanlık ve reddedilmeye karşı maddi güçten çok moral (ahlâkî) bir güce ihtiyaçları vardı. Bu moral gücü sağlamak ve onu geliştirmek için ilk önce burada iki araca değinilmektedir: Kur'an okumak ve namazı ikame etmek. Ardından da namaz kılmanın müslümanları, o dönemde çevrelerindeki gayr-i müslim Arapların ve Arap olmayanların meşgul olduğu, İslâm'dan önce kendilerinin de ortak olduğu kötülüklerden arıtıp temizleyeceği söylenmektedir.
İnsan birazcık düşününce, niçin namazın bu belirli faydasının özellikle burada zikredilmiş olduğunu kavrayabilir. Kötülüklerden vazgeçmek, sadece ahlâkî temizliğe ulaşan kişiye hem bu dünyada hem de ahirette faydalar sağlamakla kalmaz.
Bunun kaçınılmaz bir avantajı da şudur: Kötülüklerden kaçınmak kişiye, bu kötülükleri işleyen ve bu kötülükleri besleyip geliştiren cahiliye düzeninin devam etmesi için çalışanlara karşı eşsiz bir üstünlük kazandırır. Çirkin ve kötü davranışlar insanın doğası gereği hoş karşılamadığı, ne kadar bozulmuş ve sapıtmış olursa olsun her toplum ve topluluk tarafından ilke olarak kötü kabul edilmiş olan davranışlardır. Kur'an'ın indirildiği dönemde Arap toplumu da bundan müstesna değildi. Bu insanlar da ahlâkî yücelik ve kötülüklerden haberdardılar; kötüye değil iyiye değer veriyorlar ve aralarında kötüyü iyiyle aynı sayan veya iyiye gereken değeri vermeyen kimse yoktu. Bu şartlar altında, böyle sapıtmış bir toplumda, o toplumun üyelerinden kendisi ile ilişkiye geçtikleri andan itibaren ahlâklı bireyler meydana getiren ve diğerlerinen daha üstün ahlâkî özelliklere sahip kişilikler yetiştiren bir hareket, kaçınılmaz olarak geniş etkiler uyandıracaktı. Sıradan Arap insanının, kötülükleri ortadan kaldırıp, iyilikleri yayan böyle bir hareketin ahlâki etkisini hissetmemesi ve onun yerine kendileri ahlâken çökmüş olan ve yüzyıllardan beri kötülükleri yayıp besleyen cahiliye sistemini devam ettirmeye çabalayan kimseleri takip etmesi imkansızdır. İşte bu nedenle o dönemde Kur'an, müslümanları, maddî güç ve kaynaklar temin etmek yerine, insanların kalplerinin kazanılmasını ve maddî güç sarfetmeksizin düşmanların yenilmesini sağlayacak olan namazı ikame etmeye teşvik etmektedir.
Namazın burada zikredilen faziletinin iki yönü vardır. Birincisi onun ayrılmaz ve kaçınılmaz özelliği olan kişiyi kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyması; ikincisi onun istenilen özelliği, yani namaz kılan kişinin davranışlarında kötü ve iğrenç şeylerden kaçınması. Birinci özelliğini ele alırsak, namaz insanı kötülükleri yapmaktan alıkoyar. Namazın doğası hakkında biraz düşünen herkes, insanın kötülüklerden sakınması için konulan sınır ve engeller içinde en etkilisinin namaz olduğunu kabul edecektir. Hangi kontrol mekanizması, insanı günde beş defa Allah'ı zikretmeye çağıran, ona defalarca bu düyada tamamen hür olmadığını, bilakis Allah'ın kulu olduğunu ve Allah'ın onun yaptığı gizli açık herşeyden, hatta gönlünden geçirdiği gizli niyet ve amaçlardan bile haberdar olduğunu ve bütün yaptıklarından Allah'ın huzurunda hesap vereceği bir günün geleceğini hatırlatan namazdan daha etkili ne olabilir?
Namaz mümine sadece bunları hatırlatmakla da kalmaz, aynı zamanda ona, Allah'ın hiçbir emrine gizli de olsa isyan etmemesi için her namaz vaktinde ahlâkî bir eğitim de verir. Namazın başlangıcından sonuna dek, kişi, Allah'ın koyduğu kanunlara itaat mi yoksa isyan mı ettiğini bilen üçüncü bir şahıs bulunmaksızın belirli bazı hareketler yapmak zorundadır. Mesela eğer kişinin abdesti bozulmuşsa ve o kişi namaza durursa, kendisinden ve Allah'tan başka onun abdestsiz olduğunu bilebilecek kimse yoktur. Eğer bir kimse gerçekten namaza niyet etmez, fakat sadece gerekli hareketleri yapar ve sessizce, okunması gereken Kur'an'dan bölümler yerine, mesela şiir okursa, kendisinden ve Allah'tan başka, onun aslında hiç namaz kılmamış olduğunu kimse anlayamaz. Bununla birlikte, eğer bir kimse elbisenin ve bedenin temizliği, namazın farzları ve namazda okunacaklar, vs. gibi hususlarda ilâhî kurallara uyarak günde beş vakit namazını eda ederse, bu; o kimsenin namaz sayesinde günde kaç defa bilincinin uyandığı, ona görevine sadık ve sorumlu bir kişi olabilmesi için yardım edildiği ve dışarıdan bir kimsenin zorlaması olmadığı halde diğer insanlar onun niyet ve amellerini bilseler de bilmeseler de kendi itaat isteği nedeniyle kanunlara gizli veya açık uyması gerektiği konusunda onun ahlâkî bir uygulamalı-eğitim gördüğü anlamına gelir.
Böyle düşünüldüğünde, namazın kişiyi sadece kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymakla kalmadığı, aslında dünyada insanı kötülüklerden alıkoyan en etkili aracın namaz olduğu kabul edilir. Namaz kılan kişinin kötülüklerden sakınıp sakınmaması olayına gelince bu, kendisini ıslah etmek için eğitim yapan kişinin kendisine bağlıdır. Eğer kişinin namazdan bu faydayı elde etme niyeti varsa ve bunun için gayret sarfederse, namazın ıslah edici etkisi mutlaka onun üzerinde de görülecektir. Aksi taktirde, dünyada düzelmek istemeyen veya ona karşı koyan bir kimseye etki edebilecek hiçbir ıslah metodu yoktur. Bu olayı bir örnekle açıklayabiliriz. Yiyeceğin asli özelliği, bedeni beslemesi ve geliştirmesidir. Fakat bu fayda ancak yiyecek sindirildiğinde elde edilebilir. Eğer bir kimse her yemek yiyişinden sonra yediklerini kusuyorsa, yiyeceklerin ona hiçbir faydası dokunamaz. Nasıl böyle bir kimse gözönünde bulundurularak "Yiyecekler beden için besleyici değildir, çünkü bu şahıs yediği halde iskelete dönüşmektedir" denemezse, namazı tam anlamıyla kılmayan bir kimse gözönünde bulundurularak da "Namaz kişiyi kötülüklerden alıkoymaz, çünkü falanca şahıs namaz kıldığı halde doğrulardan değildir" denemez. Nasıl böyle bir kimse için aslında namazı ikame etmediği söylenebilirse, yediği herşeyi kusan bir kimse için de yemek yemiyor demek uygun düşer.
Aynı konu ile ilgili Hz. Peygamber'den (s.a) , bazı sahabe ve tabiinden de sözler nakledilmiştir. İmran bin Huseyn, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Namazı kendisini kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymayan kimse, aslında hiç namaz kılmamış demektir. (İbn Ebi Hâtim) . İbn Abbas (r.a) Hz. peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kişiyi kötü ve iğrenç davranışlardan alıkoymayan namaz, onu Allah yolundan daha da uzaklaştırır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Aynı hususta Hasan Basri, Hz. Peygamber'den (s.a) mürselen bir hadis rivayet etmiştir. (İbn Cerir, Beyhaki) İbn Mesud'dan (r.a) rivayet edilen başka bir hadis de şöyledir: "Namaza itaat etmeyen namaz kılmamış gibidir ve namaza itaat de kişinin kötü ve iğrenç davranışlardan kaçınmasıdır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hâtim) Aynı konuda Abdullah bin Mes'ud, Abdullah bin Abbas, Hasan Basri, Katade ve A'meş'ten de birçok sözler rivayet edilmiştir. İmam-ı Cafer es-Sadık şöyle demiştir: "Namazın kabul edilip edilmediğini öğrenmek isteyen kimse, namazın kendisini kötü ve iğrenç davranışlardan ne dereceye kadar sakındırdığına bakmalıdır. Eğer bu kimse kötülüklerden sakındırılmışsa, namazı kabul olmuştur." (Ruh'ul-Me'ani)

Bu ifade birçok anlama gelebilir:
1) "Allah'ı anmak (yani namaz) daha yüksek değere sahip bir şeydir: O, insanları kötülüklerden alıkoymakla kalmaz, bunun yanısıra insanları doğru davranışlarda bulunmaya ve başkalarını da buna çağırmaya teşvik eder."
2) Allah'ı anmak bizatihi yüce bir iştir: O amellerin en iyisidir, insanın yaptıklarından hiçbirisi bu iş kadar yüce değildir."
3) Allah'ın sizi anması, sizin onu anmanızdan daha büyük bir şeydir. Allah Kur'an'da: "Beni anın ki, ben de sizi anayım" (Bakara: 152) buyuruyor.
Bu nedenle kul namazda Allah'ı andığında, elbette Allah da onu anacaktır. Tabii ki Allah'ın kulunu anışı, mutlaka kulun Allah'ı anışından daha yüce bir şeydir." Bu üç anlamın yanısıra, bu ifadenin Hz. Ebu Derda'nın (r.a) hanımının açıkladığı bir gizli anlamı daha vardır: "Allah'ı anmak sadece namazla sınırlı değildir, bilakis onun sınırları çok geniştir. Bir insan oruç tuttuğunda, zekat verdiğinde veya salih bir iş yaptığında kaçınılmaz olarak Allah'ı düşünür. Bu nedenle salih ameller O'ndan kaynaklanır. Aynı şekilde bir insan, önünde fırsat olduğu halde kötü bir işi yapmaktan kaçınırsa, bu da Allah'ı anmanın bir sonucudur. O halde Allah'ı anmak bir mümiminin bütün hayatını kaplar.

.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
23 Namaz kılmak manasında zikir kavramı:

Cum’a suresi ayet, 9
Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ı zikretmeğe koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

Bu cümle içinde, özellikle üç husus dikkate değerdir. Birincisi, Namaz için çağrı yapılmaktadır. İkincisi, Cuma gününe mahsusen bir namaz kılınmaktadır. Üçüncüsü, Cuma günü namaz için çağrı yapılmasıyla ilgili olarak, ilk kez emir veriliyormuş gibi bir ifade kullanılmamıştır. Bilakis, siyak ve sibaktan anlaşılmaktadır ki, namaza çağrı ve Cuma gününe mahsusen namaz daha önceden ifa edilegelmektedir.
Ancak yanlış olan, Müslümanlar Cuma günü namaza çağırıldıklarında gevşek davranmaları ve alışverişlerine devam etmeleriydi. Dolayısıyla Allah Teâlâ bu ayeti, Müslümanların ezan okunurken Cuma namazının önemini kavramaları ve bunun farz olduğunu idrak ederek namaza koşmaları için inzal etmiştir. Bu üç husus üzerinde derinlemesine düşünüldüğünde, Hz. Peygamber'in (s.a) emirlerinin, Kur'an'da belirtilmemiş olsa da Kur'an'da belirtilmiş gibi itaati gerektirdiği gerçeği ortaya çıkar. Ayette kastolunan namaza çağrı (ezan) , günümüzde 5 vakit tüm dünyada camilerden yükselen ezandır. Ancak Kur'an'ın hiçbir yerinde, namaz için ezan okunması ya da başka türlü bir çağrı yapılması ile ilgili olarak, herhangi bir emir yer almamıştır. Bu Hz. Peygamber'in (s.a.) koyduğu bir kuraldır ve bu kural Kur'an-ı Kerim'de iki yerde teyid edilmiştir. Birincisi, söz konusu ayet, diğeri ise Maide Suresi'nin 58. ayetidir. Ayrıca tüm Müslümanların halen kılmakta olduğu Cuma gününe mahsusen kılınan namazın vakti ve şekli ile ilgili de, Kur'an'da bir bilgi mevcut değildir. Bu namaz da Hz. Peygamber'in (s.a.) bildirdiği gibi kılınmaktadır. Kur'an'ın bu ayeti ise, sadece onun önemini vurgulamaktadır. Bu gerçek, "Şer'î hükümler sadece Kur'an'da beyan edilmiştir" diyen kimsenin sadece sünnet'i değil aynı zamanda Kur'an'ı inkar etmiş olduğunun açık bir delilidir.
Daha ileri gitmeden önce, burada Cuma ile ilgili birtakım meseleleri açıklamakta yarar var.
Cuma, aslında İslâmî bir kavramdır. Çünkü Cahiliyye döneminde Araplar bu güne "Yevm'ul-Arube" diyorlardı. Müslümanlar aralarında, bir toplantı günü kararlaştırdıklarında bu günü seçmiş ve onu "Cuma günü" diye adlandırmışlardır. Tarihçiler ise, daha önceden Ka'b bin Luvî veya Kusay bin Kilab'ın bu güne mahsusen, "Cuma" ismini kullandıkları görüşündedirler. Çünkü o gün Kureyşliler bir araya geliyorlardı. (Feth'ul-Bari) Ancak buna rağmen Araplar, bu kadim ismi değiştirmeyip ona Arube günü demekte devam etmişlerdir. Fakat gerçek değişiklik, İslâm geldikten sonra vuku bulmuştur.
İslâm'dan önce haftanın bir gününün ibadete ayrılması adeti Kitap Ehli'nde vardı. Yahudiler bu günü "Sebt" (Cumartesi) günü olarak isimlendirmişlerdir. Çünkü Allah, İsrailoğulları'nı Firavun'a kölelikten o gün kurtarmıştır. Hıristiyanlar ise, Yahudilerden farklı olmak için, ibadet günü olarak kendilerine "Pazar"ı seçmişlerdir. Oysa bu günle ilgili olarak Hz. İsa'nın bir talimatı sözkonusu olmadığı gibi, İncil'de de bir kayıt mevcut değildir.
Ancak Hıristiyanlar, Hz. İsa'nın çarmıhta can verdikten sonra kabirden, pazar günü göğe çıktığına inandıkları için, kendilerine pazar gününü ibadet günü olarak seçmişlerdir. M.S. 321'de Roma İmparatorluğu, bir yasa çıkartarak bu günü, resmi tatil ilan etmiştir. İşte İslâm, bu iki toplumdan da kendini ayırabilmek için Cuma gününü toplu ibadet günü olarak seçmiştir.
İbn Abbas ve Ebu Mes'ud el-Ensari'nin rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Cuma'nın farz oluşu ile ilgili emir, hicretten önce Mekke'de gelmiştir. Fakat o dönemde Mekke'de bu emrin gereği üzerine amel etmek mümkün değildir. Çünkü biraraya gelmek suretiyle, topluca ibadet etmek imkan hariciydi. Fakat Hz. Peygamber (s.a) daha önceden hicret ederek Medine'ye giden Müslümanlara Cuma'yı ikame etmeleri için emir göndermiştir. Böylece ilk Cuma'yı Muhacirlerin başkanı Mus'ab bin Umeyr, 12 Müslüman'a Medine'de kıldırmıştır. (Tabaranî, Darekutnî) Ka'b bin Malik ve İbn Sirîn'in rivayetlerine göre, Medine'de Ensardan Müslümanlar kendi başlarına, haftada birgün topluca ibadet etmeyi kararlaştırmışlardır. Dolayısıyla Yahudilerin Cumartesi, Hıristiyanların Pazar günü topluca ibadet etmelerine mukabil, onlar Cuma gününü seçmişlerdir. Ve ilk Cuma'yı Benî Biyade'nin bölgesinde Esâd bin Zürare 40 Müslümanla birlikte kılmıştır. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace, İbn Hibban, Abd bin Humeyd, Abdurrezzak, Beyhakî) Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Müslümanlarda, haftada bir gün topluca ibadet etme arzusu vardır ve bu arzu, Yahudi ve Hıristiyanlardan farklı olarak, İslâm'a mahsus bir alâmet şeklinde iktiza etmişti. Bu konuda herhangi bir emir olmamasına rağmen, İslâm'ın ruhuna uygun düşünüp davranmaları, Sahabe-i Kiram'ın İslâm'ı kavrayışlarının bir özelliğidir.
Hz. Peygamber'in (s.a) hicret ettikten sonra yaptığı ilk işlerden biri de, Cuma'nın ikame edilmesi olmuştur. Kendisi Mekke'den hicret etmek üzere ayrılıp, pazartesi günü Kuba Mescidi'ne ulaşmış ve 4 gün orada kaldıktan sonra 5. gün (Cuma günü) Medine'ye hareket etmiştir. Yolda, Beni Salim bin Avf'ın bölgesinde Cuma vakti olmuş ve kendileri ilk Cuma'yı orada eda etmişlerdir.
Bu namaz için, Hz. Peygamber (s.a) öğleden sonra bir vakti (yani öğle namazının vaktini) tayin etmiştir. Hicretten önce Musâb bin Umeyr'e gönderdiği yazılı emirde de şöyle demiştir: "Cuma günü, öğleden hemen sonra iki rekat namaz ile Allah'a yaklaşınız" (Darekutnî) Aynı emir, hicretten sonra, Hz. Peygamber (s.a) hem kavlen, hem fiilen bizzat kendisi beyan etmiştir. Hz. Enes, Hz. Seleme bin Ekva, Hz. Cabir bin Abdullah, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz. Sehiyl bin Sad, Hz. Abdullah bin Mes'ud, Hz. Ammar bin Yasir ve Hz. Bilal'den bu konuyla ilgili nakledilen hadis şöyledir:
"Rasulullah Cuma namazını zevalden sonra kıldırırdı." (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî)
Cuma namazının, öğle namazı yerine geçtiği, bu namazın sadece iki rekat olduğu ve namazdan önce hutbe irad edildiği Hz. Peygamber'in (s.a.) fiiliyle sabittir. Öğle namazı ile arasındaki fark budur. Nitekim Hz. Ömer bu konuda şöyle demiştir: "Rasulüllah'ın mübarek ağzından çıktığına göre, yolcu namazı iki rekattır, fecr (sabah) namazı iki rekattır ve Cuma namazı da iki rekattır. Bu sonuncusu kasır namazı gibi değildir, Cuma hutbesi nedeniyle kısaltılmıştır." (Ahkamu'l-Kur'an, el-Cassas)
Ayette, bahis konusu edilen ezan ile, hutbeden önce okunan ezan kastolunmaktadır, yoksa Cumadan çok önce halka haber vermek için okunan ezan değil. Saib bin Yezid'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) döneminde sadece bir ezan okunurdu. Müezzin bu ezanı, imam minberde oturduktan sonra okumaya başlardı. Bu Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in dönemlerinde de aynı şekilde devam etmiş ama Hz. Osman'ın zamanında nüfus arttığından dolayı, çok önceden bir ezan daha okutulmaya başlanmıştır. Bu ezan Medine çarşısında bulunan bir evden okutturuluyordu. (Buharî, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî) .

"Zikrullah" ile Cuma hutbesi kastedilmektedir. Çünkü ezandan sonra Hz. Peygamber (s.a) hutbe verir ve her zaman namazı hutbeden sonra kıldırırdı. Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Melekler, her Cuma, namaza gelen kimselerin isimlerini kaydederler ve imam minbere çıktığında defterlerini kapatıp, hutbeyi dinlemeye başlarlar." (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei) Bu hadisten de anlaşıldığı gibi, "zikir" ile hutbe kastedilmektedir. Ayrıca Kur'an'ın ifadeleri de aynı yöne işaret etmektedir. Şöyle ki, önce "Allah'ın zikrine koşunuz" diye buyurulurken, daha sonra "Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın" denilmektedir. Bu ifadelere göre Cumanın tertibi şu şekildedir. Önce zikr (hutbe) , sonra namaz. Nitekim müfessirler "zikr"in hutbe yahut hutbe ve namaz olduğu konusunda görüşbirliği içindedirler.
Hutbe karşılığında "Zikrullah" ifadesi kullanılmıştır; zira hutbenin Allah'ı hatırlatan konuları kapsaması gerekir. Örneğin, Allah'a hamdü-sena, Rasûlüne salavat, Allah'ın emirleri, şeriatına uygun ameller, tebliğ yolunda telkinler, muttakilerin vasıfları tarifi ve medhi vs. Bu esaslara dayanarak Zemahşerî zalim hükümdarları övmenin, onların isimlerini anmanın, onlara dua etmenin "Zikrullah" ile bir ilgisi bulunmadığını, aksine bunun "Zikruşşeytan" olduğunu söylemiştir. (Keşşaf)
"Allah'ın zikrine koşunuz" emri ile elbette koşa koşa gelmek kastedilmiş değildir. Bu ifade "çabuk gelin, acele edin" anlamındadır. Nitekim Arapça'da "sa'y", sadece koşmak için değil, gayret göstermek çabalamak anlamında da kullanılır. "Sa'y" bu anlamıyla Kur'an'da da çok kullanılmıştır. Zaten müfessirler ayetteki kullanıma bu anlamı verme hususunda görüş birliği içerisindedirler. Yani ezanı işiten kimse, hemen mescide varabilmek için gayret göstermelidir. Hem ayrıca namaz kılmak için camiye koşarak gelmekten Müslümanlar men olunmuşlardır. Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cemaat namaza başladığında, namaza temkinli ve vakar içinde gelin, koşmayın. Namaza yetiştiğinizde hemen cemaate katılın ve sonra (namazı) tamamlayın"
(Kütübüs'Sitte) Ebu Katade el-Ensarî, şöyle anlatıyor: "Bir defasında Hz. Peygamber'in (s.a.) arkasında namaz kılıyorduk ve birden ayak sesleri duyduk. Namaz bitince Hz. Peygamber (s.a) gürültünün nedenini sordu. Onlar namaza yetişmek için koştuklarını söyleyince Hz. Peygamber, "Böyle yapmayın, namaza sukûnet içinde gelin ve cemaate katılın, sonra namazınızı tamamlayın" diye buyurdu. (Buharî, Müslim)
"Alışverişi bırakın"; bu ifade sadece alışverişi değil, tüm meşguliyetleri bırakarak namaz için hazırlanmayı da içine alır. Burada "el-bey'a" (alışveriş) kelimesinin zikredilme nedeni, Cuma günü ticaretin yoğun olması dolayısıyladır. Cuma günleri civardaki yerleşim bölgelerinden Medine'ye gelen insanlar, yanlarında satmak için mal getirirlerdi ve o gün herkes ihtiyaçlarını karşılayabilmek için alışveriş yapardı. Bu nedenle ayetteki yasaklama sadece alışveriş ile sınırlı olmayıp, tüm meşguliyetleri kapsamaktadır. Allah Teâlâ'nın ayette sadece alışverişi zikretmiş olması nedeniyle fakihler Cuma ezanından sonra her türlü alışverişin haram olduğu hususunda görüşbirliğine varmışlardır.
Bu verilen emir, Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Yani "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınızda, Allah'ın zikrine koşun" ifadesi tek başına Cuma namazının farziyetini ispatlamaya yeterlidir. Ayrıca helâl bir şeyin (alışverişin) Cuma namazı nedeniyle haram kılınması da Cuma namazının farziyetini ortaya koymaktadır. Bunun yanısıra Cuma namazının kılınması nedeniyle öğle namazı da sakıt olur. Yani Cuma namazı, öğle namazının yerini alır. Bu da Cuma namazının farz oluşuyla ilgili başka bir delildir. Çünkü bir farz, ancak yerine başka bir farzın ikame edilmesiyle sakıt olur. Nitekim bu husus, birçok hadis ile teyid edilmiştir.
Örneğin Hz. Peygamber (s.a) Cuma namazını şiddetle tavsiye etmiş ve bunun farz olduğunu söylemiştir. İbn Mes'ud'un rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) ; "Gönlüm namazı kıldırması için yerime bir başkasını tayin edip, Cuma namazına gelmeyenlerin evlerini ateşe vermeyi arzu ediyor." demiştir. (Müsned-i Ahmed, Buharî) Ebu Hreyre ve İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, kendileri Hz. Peygamber'i hutbede, "İnsanlar Cuma namazını terk etme adetini bıraksınlar. Aksi takdirde Allah onların kalplerini mühürleyecek ve onları gafillerden kılacaktır." derken işitmişlerdir. (Müsned-i Ahmed, Müslim, Neseî) Ebu'l-Caad Demirî, Cabir bin Abdullah ve Abdullah bin Ebî Evfa'nın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Şayet bir kimse gerçek ve caiz olmayan bir mazeret nedeniyle üç Cuma namazını terk ederse, Allah o kimsenin kalbini mühürler." Bu hadisin lafzı, bir başka rivayette şöyledir: "Allah onların kalplerini münafıkların kalplerine benzetir" (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî, İbn Mace, Darimî, Hakim, İbn Hibban, Bezzar, Taberani) Cabir bin Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bugünden itibaren, kıyamete değin Cuma namazı sizlere farzdır. Cuma namazını basit bir amel sanıp ona önem vermeyen kimsenin halini Allah Teâlâ düzeltmez. İyi dinleyin! Tevbe edip, Allah'tan mağfiret dilemedikçe, o kimsenin namazı namaz, zekatı zekat, haccı hac, orucu oruç, iyiliği iyilik değildir. Allah ise affedicidir. (İbn Mace, Bezzar) Aynı anlamda başka bir rivayeti Taberanî, İbn Ömer'den nakletmiştir. Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok hadis rivayet edilmiştir. Abdullah b. Amr b. el-As'ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) "Cuma ezanını duyan kimseye Cuma namazı farzdır" buyurmuştur. (Ebu Davud, Darekutnî) Cabir bin Abdullah ile Said bin Hudrî Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbede şunları söylediğini rivayet ederler: "Şunu iyi bilin ki, Allah sizin üzerinize Cuma namazını farz kılmıştır." (Beyhakî) Ancak kadınlar, hastalar, çocuklar, körler ve yolcular bu farziyetin dışındadırlar. Hz. Hafsa'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber "Cuma namazı her baliğ (yetişkin) üzerine vaciptir, buyurmuştur." (Neseî) Tarık bin Sihab'ın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: "Cuma namazını cemaatle kılmak, her Müslümana vaciptir. Ancak kadınlar, köleler, çocuk ve hastalar müstesna." (Ebu Davud, Hakim) Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hadisinin lafızları, Cabir bin Abdullah'ın rivayetinde şu şekildedir: "Kim Allah'a ve Ahiret gününe iman ediyorsa Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadınlar, yolcular, köle ve hastalar müstesna." (Darekutnî, Beyhakî) Kur'an'ın ve hadislerin bildirdikleri doğrultusunda bütün ümmet, Cuma namazının farziyeti hususunda icma etmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
23 Namaz kılmak manasında zikir kavramı:

A’râf suresi ayet, 205
Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.

Rabbini an" ibaresi "namaz kıl" anlamına geldiği gibi "İster dil ile ister değil, Allah'ı hatırda tut" anlamına da gelir.
"Sabah ve akşam" tabiri hem bizzat o vakitleri ve hem de "daima" anlamını tazammum eder. O halde "Rabbini sabah ve akşam an"; "Sabahleyin ve akşamleyin Rabbin için namaz kıl" ve "daima Allah'ı aklında tut" demektir.
Sure, Allah'ı zikretmeleri, anmaları hususunda müslümanların ihmallerine karşı (ki yalnızca bu, dünyadaki tüm kötülüklerin ve keşmekeşlerin sebebidir) yukarıdaki uyarı ile son bulmaktadır. İnsan ne zaman Allah'ın onun Rabbi olduğunu ve ölümünden sonra doğrudan doğruya Ona hesap vermek zorunda olacağını unutmuşsa, hakk yoldan sapmıştır, kötü ve gayri ahlaki fiiller işlemiştir. Bundan dolayı, hak yolu takip etmek niyetinde olan ve başkalarını da aynı yola getirmek isteyen kişi bu ihmalkârlığa karşı tam manâsıyla uyanık olmalıdır. İşte bu nedenledir ki, Kur'an, namazın yerine getirilmesinin, Allah'ı zikretmenin ve her durumda O'na yönelmenin önemini tekrar tekrar vurgulamaktadır.

Nûr suresi ayet 36
(Bu nur,) Allah'ın, onların yüceltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdedir; onların içinde sabah akşam O'nu tesbih ederler.

Bazı müfessirler, "evleri, mescidler"; "yükseltme"yi de "mescidler yapma" ve onlara saygı duyma şeklinde anlamışlardır. Bazıları, evleri müminlerin evleri, yükseltmeyi de, manevî-ahlâkî statülerinin yükseltilmesi olarak tefsir etmişlerdir. "içlerinde isminin zikredilmesi" ifadesi, mescidlere işaret ediyor ve ilk yorumu destekler görünüyorsa da, daha derin bir bakış açısıyla, ikinci yorumu da aynı şekilde desteklediğini görürüz. Çünkü, İlâhî Kanun, ibadeti (ritüelleri) ancak bir din adamının önderliğinde ifa edilen ruhbanlı dinlerde olduğu gibi yalnızca mescidlere hasretmez. İslâm'da, her ev, mescid gibi ibadet yeridir ve her insan kendisinin ruhbanıdır. Ayrıca, bu sure, ev hayatına asalet ve kutsallık katıcı hükümleri ihtiva ettiği için de ilk yorumu reddedici hiçbir neden bulunmamakla birlikte, ikinci yorumun metne daha uygun düştüğünü hissediriz. Burada, hem mescidlerin, hem de müminlerin evlerinin kasdedildiğini söylemekte hiçbir sakınca yoktur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
24 Okumak manasında zikir kavramı :

Bakara suresi ayet, 63;
Sizden kesin bir söz almış ve Tur dağını üstünüze yükseltmiştik (ve demiştik ki) "Size verdiğimize sımsıkı yapışın ve onda olanı (hükümleri sürekli) hatırlayın: umulur ki sakınırsınız."

Bu olay Kur'an'ın muhtelif yerlerinde, çeşitli şekillerde beyan edilmiştir. Bu olayın İsrailoğulları tarihinde meşhur bir vakıa olduğuna şüphe yoktur. Fakat günümüzde bu olayın ayrıntılarına vakıf olmak şansına sahip değiliz. Ancak genel anlamıyla bu olayın şu şekilde cereyan ettiği anlaşılmaktadır: Allah Tealâ ile İsrailoğulları dağın eteğinde ahid yaparlarken, korkunç bir manzara meydana gelmiş ve dağ adeta İsrailoğulları'nın tepesine çökecek gibi görünmüştür.

Meryem suresi ayet 16
Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti.

Meryem suresi ayet 41
Kitap'ta İbrahim'i de zikret. Gerçekten o, doğruyu söyleyen bir peygamberdi.

Buradan itibaren hitap aynen İbrahim'in (a.s) babası ve kardeşleri tarafından vatanından sürülmesi gibi, yakın akrabalarını, Mekkelilerin, vatanlarından hicrete zorladığı Hz. Muhammed'edir. Hz. İbrahim'in (a.s) kıssası bu amaçla seçilmiştir, çünkü Kureyşliler onu dini liderleri olarak kabul ediyor ve onun soyundan gelmekle iftihar ediyorlardı.
Bu âyetlerde, verilen kitabın okunup emirlerine tâbi olunması ve böylece korunulması istenmekte ve Kitab'ta Hz. Meryem (r.a.) ve Hz. İbrâhim (a.s.)'in okunması tavsiye edilmektedir. Bunlar da gösteriyor ki zikir, okumak anlamında da kullanılmaktadır.
Yoksa, bazılarının iddia ettikleri gibi, burada zikir kavramı "adını söylemek" şeklinde olsaydı, o durumda, Kur'an'ın bu ifadesine dayanarak sürekli bir şekilde "Meryem, Meryem", ya da "İbrahim, İbrahim" denilmesi gerekirdi. Bu ise hem gülünç bir şey ve hem de şirktir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
25 Öğüt manasında zikir kavramı:

Zikrin en fazla kullanılan anlamlarından biri de öğüttür. Bu anlam, kimi yerde Kur'ânî âyetlerin, kimi yerde kâinattaki olayların ve nizamın öğüt olduğu şeklinde verilmektedir

Hûd suresi ayet, 120;
Sana peygamberlerin haberlerinden -kalbini kendisiyle sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda da sana hak ve müminlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.

12/Yûsuf suresi ayet, 104;
Oysaki sen buna karşı onlardan bir ücret te istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir öğüt ve hatırlatmadır.

Bu uyarı Rasulullah'ın (s.a) düçar olduğu bir hatayı düzeltmek amacıyla değil, yalnızca soru soranlara, Allah'ın gerçek niyetlerini bildiğine dair dolaylı bir uyarıdır. Şöyle: "Ey inatçılar güruhu, bu sure sizlere bir ayna olsun diye önünüze kondu. Rasulümüzden Kur'an'ı uydurmadığına dair delil istiyorsunuz. Eğer siz ma'kul ve samimi insanlar olsaydınız, bizzat kendi sınamanızın sonucuna binaen hakikatı kabul ederdiniz. Fakat sizler inatçı insanlarsınız ve hala Kur'an'ı inkar ediyorsunuz?"

50/Kaf suresi ayet, 36
Biz bunlardan önce nice kuşakları yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik deşik etmişlerdi. Ama kaçacak bir yer var mı?

Yani onlar, sadece kendi memleketlerinde güçlü değillerdi. Hatta dünyanın diğer bölgelerine de, başka memleketlere de saldırıp istila ederlerdi. Ve onların sürekli hücumları yeryüzünün her tarafına ulaşmıştı.

Yani, onların Allah tarafından yakalanmaları zamanı gelince, onların kuvvet ve ihtişamları, onları kurtarabilecek mi? Dünyada sağınacakları bir yer bulabilecekler mi? Allah'a karşı isyan ederek O'ndan kurtulmak için kaçacağınız bir sığınağı bulacağınızı, neye güvenerek ümid ediyorsunuz?

Kaf suresi ayet, 37
Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır.

Diğer bir ifade ile: Eğer zerre kadar aklınız varsa doğru sözü düşünün, yoksa gaflet ve katılıktan kurtularak size hakikati anlatan başka birini kulaklarınızı açarak dinleyin. Anlatanın sözü bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkmasın ve dinleyenlerin kafası da başka şeyle meşgul olmasın. İşte böyle. O sözleri dikkatle dinleyin.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
26 Öğüt almak manasında zikir kavramı:

Bakara suresi ayet 221;
Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman eden bir cariye, -hoşunuza gitse de- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman eden bir köle, -hoşunuza gitse de- müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp düşünürler.

Müminlerin müşriklerle evlenmelerinin yasaklanmasının nedeni "onların ateşe çağırması"dır. Yani bu tür evlilikler, müminleri şirk yollarına yöneltebilir. Çünkü karı-koca arasındaki ilişki sadece cinsel değil, aynı zamanda duygusal ve kültürel bir ilişkidir. Müslüman bir eşin müşrik bir eşi etkileyip onu, ailesini ve çocuklarını İslâm'a kazanması mümkündür. Fakat müşrik eşin müslüman eşi, ailesini ve çocuklarını şirk yollarına düşürmesi de aynı derecede mümkündür. Büyük bir ihtimalle böyle bir evliliğin sonucu olarak İslâm ve gayri İslâm aynı ailede gelişmeye devam edecektir. Bir gayri müslim bunu kabul edebilir; fakat bir müslüman kabul edemez. İslâm'a samimi olarak inanan bir kimse, sadece şehvetini tatmin etmek için böyle bir riske atılamaz. O kendisini veya en azından çocuklarını küfre, isyana ve şirke götürebilecek bir şeyi yapmaktansa arzularını bastırmayı tercih eder.


Nûr suresi ayet, 1
(Bu,) İndirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir suredir; içinde umulur ki, öğüt alıp düşünürsünüz diye apaçık ayetler indirdik.

Tüm bu cümlelerde vurgunun "Biz" üzerinde olması, bunu indirenin başkası değil, ancak Allah olduğunu, bu nedenle bu hükümlerin sıradan bir tebliğcinin sözü gibi hafife alınmaması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca, bütün bu hükümlerin insanların hayat ve kaderlerini elinde tutan ve ölümden sonra bile kendisinden kurtulması mümkün olmayan biri tarafından gönderildiğine dikkat çekilmektedir.
İkinci cümle, bu surede indirilen hükümlerin kabul etmek ve etmemekte serbest kalınan öğütler cinsinden olmadığını özellikle ifade ediyor. Bunlar, kesinlikle itaat edilmesi gereken farzlardır. "Eğer gerçekten mümin ve Müslümansanız bunları uygulamak zorundasınız" deniyor.
Üçüncü cümle, bu surede gelen talimatların herhangi bir kapalılıktan uzak olduğunu ve açık sözlerle ifade edildiğini belirtmektedir. Bu nedenle, "anlamadık" diyerek onları uygulamazlık yapamazsınız" denmektedir.
Bu ayet, kendisini belirli hükümlerin izleyeceği kutsal mesaja bir giriş niteliğindedir. Girişin tonu, Allah'ın Nur Suresi'nde indirdiği hükümlere verdiği önemin büyüklüğünü göstermektedir. Hükümler içeren başka hiçbir surenin girişi böylesine vurgulanmış ve yaptırımcı değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
27 - Öğüt vermek manasında zikir kavramı:

Kaf suresi ayet 45;
Biz onların neler söylemekte olduklarını daha iyi biliriz ve sen onların üzerinde bir zorba da değilsin; şu halde, benim kesin tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver.

Bu ayette Hz. Peygamber'in (s.a) gönlünü almak, teselli etmek de vardır. Kafirlere ise ihtar ve tehdit vardır. Hz. Peygamber'e (s.a) hitap ederek buyurulmaktadır ki, bu insanların sana karşı uydurdukları sözlere asla kulak asma ve kat'iyen önem verme. Biz hepsini işitiyoruz ve onları cezalandırmak bizim işimizdir. Kafirlere de Peygamberimiz'e isnad ettiğiniz cümleler ve çirkin sözler size çok pahalı mal olacak diye ihtar etmektedir. Biz teker teker her sözünüzü duyuyoruz ve onun cezasına katlanmanız gerekecek.
Bu ayette ifade edilmek istenen, Hz. Peygamber'in (s.a) insanları zorla sözüne inandırmak istemesi değildir. Allah Teala onu bundan menetmiştir. Aslında bu söz Hz. Peygamber'e (s.a) söylenerek kafirlere duyurulmaktadır. Sanki onlara: "Peygamberimiz size bir zorlayıcı olarak gönderilmemiştir" denmektedir. O'nun işi zorla sizi mümin yapmak değildir ki siz inanmak istemediğiniz halde o sizi zorla inandırsın. O'nun sorumluluğu sadece ihtar etmekle aklını başına alanlara Kur'an'ı dinleterek hakikati anlatmaktan ibarettir. Hâlâ siz inanmıyorsanız Peygamber sizi cezalandırmayacak, sizi biz cezalandıracağız.


Zâriyât suresi ayet 55
Sen öğüt verip hatırlat; çünkü gerçekten öğütle hatırlatma, mü'minlere yarar sağlar.

Bu ayette davetin ikinci kaidesi açıklanmaktadır. Hakka Davet'in asıl amacı, kendilerine ulaştırıldığında ona değer verip onu kabul edecek vasıftaki temiz fıtratlara iman nimetini götürmektir. Ancak davetçinin, binlerce insan arasında bu temiz fıtratlı insanları tanıyabilmesi mümkün olmadığından, toplumda mevcut temiz fıtratlı insanlara iman nimetinin ulaşabilmesi için o sürekli kendi tebliğ ve davet çalışmalarını sürdürür. Çünkü bu tip insanlar iman edecek yetenektedirler. İşte davetin asıl amacı bu insanları toplayıp biraraya getirmektir. Davetçi insanların davete kulak verip-vermeyeceklerini, imanı kabul edip-etmeyeceklerini ancak yaptığı bu çalışmalardan sonra anlayabilir. Karşısındaki insanların kalpleri katılaşmış ve iman etmeyecek kimseler olduklarını anladığı andan itibaren davetçi kendi kıymetli vaktini bu insanlara harcayarak ziyan etmemelidir. Çünkü onlar, kendilerine verilen nasihattan ders almazlar. Bu kimseler üzerinde vakit ve enerji sarfedileceğine, davetten istifade etmek isteyen kimselere yönelinmelidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
28 Sevmek manasında zikir kavramı:

Sâd suresi ayet 32
O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal(34) (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar.

Taberi bu âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmektedir: "Süleyman şöyle dedi: "Şüphesiz ki bana at sevgisi verildi ve bu sevgi beni, rabbimi anacağım namazdan alıkoydu. Nihayet güneş batıp gözden kayboldu."
Bu izah tarzına göre Hz. Süleyman, kendisine atlar sevdirilerek imtihan edilmiş ve bu atlarla meşgul olurken ikindi namazını geçirmiştir. Burada, Hz. Süleyman'ın ikindi namazını geçirdiğini söyleyen görüş onun bu namazı unutarak geçirdiğini, bundan dolayı sorumlu olmadığını ilave etmiştir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.) de Hendek savaşında ikindi namazını geçirip onu güneş battıktan sonra kılmıştır.
Bazı âlimler ise Hz. Süleyman'ın dininde, savaş gibi özürlerden dolayı namazın ertelenmesinin caiz olduğunu bu nedenle Hz. Süleyman'ın, savaş atlarıyla meşgul olurken, ikindi vaktini geçirmemek için fazla titiz davranmadığını söylemişlerdir
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
29 Söylemek manasında zikir kavramı:

Yûsuf suresi ayet 42
İkisinden kurtulacağını, sandığı kişiye dedi ki: "Efendinin katında beni hatırla." Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı.

Bazı müfessirler bu ayeti şöyle yorumlar: "Şeytan Hz. Yusuf'a (a.s) Rabbini (Allah'ı) unutturdu. Allah'tan daha çok bir insana güvendi. Köleden efendisine kendisini serbest bırakması için hakkında sözetmesini istedi. Bu yüzden Allah onu, bir süre daha zindanda tutarak cezalandırmış oldu." Aslında böyle bir yorum tümüyle hatalıdır. Allame İbn Kesir, ilk müfessirlerden olan Mücahid, Muhammed İbn İshak ve bir takım müfessirlerin dediklerine göre ayette geçen "ona" (hu) zamiri (Yusuf'a (a.s) değil) , serbest kalacak olan adama racidir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olacaktır: "Şeytan onu (yani serbest kalacak adamı) öylesine ihmale daldırdı ki adam ondan (yani Hz. Yusuf'tan (a.s) ) rabbine (yani efendisi olan krala) bahsetmeyi unuttu." İlk görüşte olan müfessirler, bu türlü yorumlarını teyid etmek için bir de hadise başvururlar. Bu hadise göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Eğer Yusuf peygamber söylediğini söylememiş olsaydı daha yıllarca zindanda kalmayacaktı." Ne var ki Allame İbn Kesir şöyle demektedir: "Bu hadis, kabul edilemez çünkü rivayet zinciri zayıftır. Dahası ravilerden ikisi, Sufyan bin Vakıı ile İbrahim bin Yezid, güvenilir kişiler değildir". Bırakalım rivayetin teknik temelindeki zayıflığı, hadis sağduyuya da aykırıdır. Haksızlığa uğramış böyle bir kimse kurtulmak için birtakım yollara başvuruyorsa bu, onun Allah'ı unutması, O'na dayanmaktan vazgeçmesi demek değildir.

Kehf suresi ayet 63
(Genç-yardımcısı) Dedi ki: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unutmuş oldum. Onu hatırlamamı Şeytan'dan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu."

Musa genç arkadaşına: "Öğle yemeğimizi getir yiyelim" deyince genç arkadaşı ona: "Gördün mü biz kayanın yanında dinlenirken ben balığı unuttum. Onu söylememi bana ancak Şeytan unutturdu. Balık denizde acaip bir yol tutup gitti" dedi.
Bu olayda Hz. Musa'nın genç adamını şaşırtan hadise, ölmüş olan bir balığın dirilerek denize atlayıp gitmesidir. îşte bu mucizenin meydana geldiği yer, Hz. Musa ile Hızır aîeyhisselamın buluşacakları yer idi. Hz. Musa bunu daha Önceden bildiği için genç arkadaşına, balığın, canlanarak denize atlayıp gittiğini görünce kendisine haber vermesini söylemişti. Fakat onlar bir kayanın yanında istirahat ederlerken balık canlanıp denize gitmiş genç adam ise bunu Hz. Musa'ya haber vermeyi unutmuştu. Oradan ayrılıp bir müddet gittikten sonra açlık hisseden Hz. Musa'nın yemek istemesi üzerine adam balığın denize gittiğini hatırlamış ve söylemişti.

Enbiyâ suresi ayet 10
Andolsun, size, (bütün durumlarınızı kapsayan) zikrinizin içinde bulunduğu bir Kitap indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız?

İçinde şanınız ve şerefiniz bulunan bir kitabı size indirdik. "O, sana ve kavmine bir şereftir'. Onda din ve dünyanıza dair şeyler anlatılmakta, şe-riatinizin hükümleri, amellerinizin karşılıkları açıklanmaktadır. Aklınızı kullanmaz mısınız? İşinizin tedbirini almaz mısınız?..

İnşirâh suresi ayet 4
Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi?

Hiç kimsenin düşünmediği bir zamanda, etki alanı Mekke kadar olan bir avuç insanın seslerinin bütün dünyaya nasıl yayılacağı sorulmuştur. Ama Allah (c.c.) bu şartlar altında Rasulullah'a müjde vermiştir. Aklın almayacağı bir yol ile Allah (c.c.) bu vaadini yerine getirmiştir. "Refea ez-zikr" ilk olarak Rasulullah'ın düşmanlarının eliyle gerçekleştirilmiştir.
Mekke'deki kafirlerin Rasulullah'ı kötülemek için başvurdukları metodlardan biri de şuydu: Hac sırasında bütün Arabistan'da insanlar Mekke şehrine dolar taşarlardı. O zaman kafirler heyet halinde hacıların kaldığı yeri ziyaret ederek onlara, "Burada Muhammed isminde tehlikeli bir adam vardır. O'nun sihri o kadar kuvvetlidir ki babayı oğuldan, kocayı karıdan, kardeşi kardeşten ayırmaktadır. Bu nedenle ona dikkat edin" diye haber veriyorlardı. Aynı şey Hac mevsimi dışında Mekke'ye gelenlere de söyleniyordu. Böylece onlar Rasulullah'a karşı bir propaganda başlatmışlardı. Ama bunun sonucunda Arabistan'ın her yerinden gelenler arasında Rasulullah'ın ismi yayılmıştı. Rasulullah'ın ismi Mekke'deki düşmanları vasıtasıyla Arapların bütün kabilelerine yayılmıştı. Bu nedenle doğaldı ki insanlar bu şahsın kim olduğunu öğrenmek istiyorlardı. Davasının ne olduğunu, sihrinin etkisi altında bulunanların kimler olduğunu, onun sihrinden nasıl etkilendiklerini merak ediyorlardı. Mekke'deki kafirlerin propagandası yayıldıkça insanların merakı da o kadar artıyordu. Bu merak sonucunda onlar Rasulullah'ın ahlâk, yaşayış ve karakterini araştırıyorlar; Rasulullah'ın yaymak istediği Kur'an'ı duyunca da talimatlarından haberdar oluyorlardı. Böylece sihir denen şeyi, onun etkisi altında olduğu söylenenlerin yaşayışlarını ve bunların diğer Araplardan farklılaşarak büyük değişikliğe uğramış olduklarını görüyorlardı. O zaman kafirlerin karşı propaganda zannettikleri kötü propagandalar İslam'ın lehine oluyordu. Hatta hicretin yakın zamanına kadar, Arapların yakın ve uzak kabileleri arasında içinde müslüman olmayan kabile Rasulullah'a ve onun davetine sempati duymayan kimse kalmamıştı. Bu Rasulullah'ın "refea ez-zikr"inin birinci safhasıydı. Bundan sonra hicret ile ikinci safha başladı. Bir tarafta münafıklar, diğer tarafta Yahudiler ve Arapların ileri gelen müşrikleri Rasulullah'a karşı propaganda faaliyetine girişmişlerdi. Diğer yandan Medine'deki İslami davette takva, temiz ahlâk, güzel muaşeret, adalet, insani kardeşlik zenginlerin cömertliği, yoksulları gözetmek, vaadleri yerine getirme, alışverişte doğruluk gibi davranışlar bir örnek teşkil etmekteydi. Bu davranışlar insanların kalplerini fethediyordu. Düşmanları, her vasıtayla Rasulullah'ın bu artan etkinliğini yok etmek istediler. Ancak Rasulullah'ın önderliğinde ehl-i imandan öyle bir cemaat meydana gelmiştir ki, nizam ve disiplin itibariyle, şecaat ve ölümden korkusuzluk bakımından, her anında ahlâki sınırlar içinde kalmak suretiyle kendi üstünlüğünü bütün Araplar üzerinde kabul ettirmişti. Böylece on yıl içinde Rasulullah'ın "refea ez-zikri"i gerçekleşiyor ve isminin her yerde kötülenmesi için muhaliflerin yoğun çaba harcadığı o ülkede, şimdi "Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah" sözü yankılanıyordu.
Bundan sonra üçüncü merhale Raşid Halifeler döneminde başlamıştır. Onların döneminde Rasulullah'ın ismi bütün dünyada yayılmaya başladı.
Bu safha hâlâ caridir ve inşaallah kıyamete kadar devam edecektir. Dünya'da hiç bir yer yoktur ki orada Müslümanların yerleşim yeri olmasın ve orada ezan okuyarak Rasulullah'ın risaleti ilan edilmesin. Namazda da Rasulullah'a salavat getirilir. Cuma hutbelerinde Rasulullah zikredilir. Senenin on iki ayının hiçbir günü ve günün 24 saatının hiç bir anı yoktur ki yeryüzünde bir yerde Rasulullah zikredilmesin. Bu, Kur-'an-ı Kerim'in doğruluğunun açık ispatıdır. Nitekim nübüvvetin başlangıcında Allah (c.c.) şöyle buyurmuştu: "ve refe'nâ leke zikrek." O günlerde hiç kimse "refea ez-zikr"in bu kadar şanlı ve büyük çapta olacağını tahmin edemezdi. Ebu Said Hudri rivayet ediyor ki "Rasulullah şöyle buyurdu: "Cebrail bana geldi ve sordu, Rabbim ve Rabbınız olan Allah, senin refea ez-zikr'ini nasıl yaptım? diye soruyor. Ben, Allah (c.c.) en iyi bilir dedim. Cebrail şöyle dedi, Allah (c.c.) buyurdu ki, beni zikrettikleri zaman onun yanında seni de
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
30 Şeref manasında zikir kavramı :

Mü'minûn suresi ayet 71
Eğer hak, onların heva (istek ve tutku) larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğradı.Hayır, biz onlara kendi şan ve şeref (zikir) lerini getirmiş bulunmaktayız, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çevirmektedirler.

Bu kısa cümle iyi anlaşılması gereken büyük bir gerçeği ifade etmektedir. Dünyadaki bir takım aptal kişiler, gerçeği kendilerine gösteren bir kişi karşısında kendilerini saldırıya uğramış görürler. Arzularına ve çıkarlarına ters düştüğünden gerçeği duymak ve üzerinde düşünmek istemezler, ama gerçek yine gerçektir ve kişisel arzu ve isteklere uyularak değiştirilemez. İnsan kâinata, işleyen sonsuz ve değiştirilemez kanunlara bağlıdır, bu nedenle de düşünmesini, arzularını ve davranışlarını buna göre düzenlemek; tecrübe, gözlem ve akıl yürütmeyle gerçeği ve gerçekliği keşfetmek zorundadır. Yalnızca akılsız ve aptal kişilerdir ki, gerçek diye kendi kişisel vehim, arzu ve önyargılarına saplanıp kalırlar ve yalnızca kendilerine ters düştüğü için ne kadar akli ve bilimsel de olsa hiçbir delili duymak ve üzerinde düşünmeye yanaşmazlar ve inkâr yoluna giderler.

"Zikr" burada şu anlamlara gelmektedir:
1) İnsan tabiatının ve isteklerinin anılışı,
2) Uyarı,
3) Şan, ün ve onur.
Bunların ışığında ayetin tam anlamı şöyle olmaktadır: "Sizin Kur'an'ı reddetmeniz akıl işi değildir. Çünkü Kur'an, insan tabiatında iyi gelişen şeyleri içermektedir. Kur'an, kendi iyiliğiniz ve mutluluğunuzla sonuçlanacak bir uyarıdır. Kur'an, hem dünyada, hem de ahirette size şan ve onur kazandıracaktır."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
31 Şerefli manasında zikir kavramı:

Sâd suresi ayet 1,
Sâd, Zikir dolu Kur'an'a andolsun

Tüm huruf-u mukattaa'larda olduğu gibi burada da "sâd" harfinin anlamını belirtmek kolay değildir. Ancak İbn Abbas ve Dahhak'ın verdikleri anlam mantıklıca görülüyor. Onlar "sâd" harfinin "vesadıkfigavlihi" (Sözünde doğru olandır) veya "sadaka Muhammed" (Muhammed ne söylüyorsa doğrudur) anlamına geldiğini öne sürmektedirler. Nitekim bizler de Urduca'da "sâd" harfini aynı anlamda kullanırız. Sözgelimi, bir şahıs bir şey söylediğinde "sâd" deriz. Yani, "Onu tasdik ediyorum, onu doğruluyorum" demektir bu.

"Zikir sahibi" iki anlama da gelebilir. Birincisi, şerefli Kur'an, ikincisi nasihat dolu Kur'an, yani unutulanları hatırlatıp, gafletten uyandıran Kur'an.


Sâd suresi ayet 46
Gerçekten biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık.

Onların başarılı olmaları, kalblerinde dünyaya meyletmekten eser olmayıp, tüm çabalarının ahirete yönelik olması dolayısıyladır. Onlar, ahireti hem kendileri hatırlarlar hem de başkalarına hatırlatırlardı. Allah bu yüzden mertebelerini yükseltmiş ve onlara dünyaya meyleden kimselerin ulaşmalarının mümkün olmadığı mekanlar vermiştir.
Buradaki diğer bir incelik ise, Allah Teâlâ'nın ahiret için "ed-Dar" tabirini kullanmış olmasıdır. Bu ifadeyle dünyanın insanoğlu için geçici olduğu, insanın sonunda buradan göçeceği ve fakat asıl yurdun ahiret olduğu anlatılmak isteniyor. Ancak ahiret yurdunu kurmak için çaba harcayanlar basiret sahibidirler. Allah katında makbul kullar bu kimselerdir. Geçici yurdu (dünyayı) güzelleştirmek için çırpınırken, ahiret yurdunu unutan kimseler, sadece akılsızlık etmiş olurlar. Allah ise bu tür insanları sevmez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
32 Şükretmek manasında zikir kavramı:

Allah (c.c.) Zekeriyâ (a.s.)'ya bir oğul lutfettiği için kendisinden şükretmesini (zikretmesini) istemektedir Çünkü, verilen bir nimete ancak şükredilerek karşılık verilebilir. İşte bu nedenle, âyette geçen zikir ifadesi şükür olarak anlam kazanmaktadır.

Âl-i İmrân suresi ayet, 41;
Zekeriyya: «Rabbim! (oğlum olacağına dair) bana bir alâmet ver» dedi. Allah da buyurdu ki: «Senin için alâmet, insanlara üç gün, işaretten başka söz söyleyememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et».

A'râf suresi ayet, 69
«Sizi uyarması için içinizden bir adam aracılığı ile, size bir zikir gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki (Allah) sizi, Nûh kavminden sonra, onların yerine hâkimler yaptı ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz.»
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
33 Uyarı manasında zikir kavramı:

Mâide suresi ayet, 14;
Ve: "Biz hıristiyanlarız" diyenlerden kesin söz almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. Böylece biz de, kıyamete kadar aralarında kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapageldikleri şeyi onlara haber verecektir.

En'âm suresi ayet, 44)
Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyleki kendilerine verilen şeylerle 'sevince kapılıp şımarınca', onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
34 Vahiy manasında zikir kavramı:

A'râf suresi ayet, 63;
"Sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uyarıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir Zikir (Kitap) gelmesine mi şaştınız?"

Enbiyâ suresi ayet, 63)
"Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin."
 

KAYYIME

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 May 2009
Mesajlar
56
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Zikir, Allaha itaattir. Ona itaat etmeyen kişi, diliyle ne kadar tesbih ederse etsin veya tevhid kelimesini söylerse söylesin, gerçek zikri yapmış olmaz.


evet kalp ile söylemek gerek.. Allah razı olsun..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt