Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Yaşayan Necip Fazıl, Yürüyen Büyük Doğu ! (2 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
ÜZERİNDE DURMAMIZ GEREKEN ÖNEMLİ KONU
Saadeddin Ustaosmanoğlu
himmet_1238136337.jpg
Tasarruf hakkının çoğalması, her ferdin ve cemiyetin hedefi olması lâzım. Bu lüzûmun idrak edilmediği durumlarda enerjilerin nasıl hebâ olduğunu görmek zor değil. İktisadî, ictimâî, amelî planda bolca örneğini yaşadığımız bu durum, gerek ferd, gerekse cemiyet hâlinde iliklerimize kadar maddî ve mânevî bakımdan sömürülmemize sebebiyet veriyor.
Neden kurtulamıyoruz bu durumdan?
SÖZ’le girelim mevzuya; sözün zaman ve mekânı teshîr edebilmesi için, hâl ve makama uygun olması gerekir. Bu, sözün ahlâkî yönü îtibariyle intikâli demektir ki, fikri kuru bilgi olmaktan çıkarıp, muhataba ahlâklı olarak ulaştırmak mânâsına gelir. Üzerinde durmamız gereken önemli bir mevzudur bu.
Hani, bereket deyince anladığımız şey var ya! Aynen bunun gibi, yapıp ettiklerimizin bereketsizliğinin de ne mânâya geldiğini bilmeden, yapıp ettiklerimize devam ediyoruz... Yorgunluk alâmetlerinin kendini iyiden iyiye hissettirdiği noktada hissettiğimiz bu hâl, idrâk edemiyoruz ki, AŞK hâlinin mahrumiyetiyle alâkalıdır.
Aşk hâli ne?..
Aşk hâlinin, adı üzerinde, HÂL olması îtibariyle anlatılacak bir yönü yok; ancak yaşanır. Yaşananın da anlatılması zahmetine girmek gerekmez, o görünür. İhlâs, taklidi mümkün olmayandır. Aşk da bütünüyle ihlâstan ibaret. Veliyye’nin şu sözü aşkla bağlılığın ne güzel misalidir: “Fatiha-i Şerife ile hâcetini gideremeyene yazıklar olsun.
"Bir of çeksem karşıdaki dağlar yıkılır" diyene nisbet; "Bir Allah desem kâinat dize gelir" demenin mânâ derinliğinin izine düşmek gerek. Mâdâsı; yorgunluğa, bezginliğe, yılgınlığa ve riyakârlığa yelken açmak demek.
Prof. Ali Muhammed Sallâbi, Sıddık-ı Ekber hakkında yazdığı eserinde şöyle diyor: «Ebubekir (r.a.) İslâm davası için bu kadar emek sarfederken hedefi, ne insanlar arasında övgüye mazhar olmak, ne de dünya malı kazanmaktı. Tam aksine onun asıl hedefi, Allah’ın rızasıydı.
Bundan dolayı bir gün babası kendisine şöyle demişti: “Senin özellikle zayıf insanları hürriyetine kavuşturduğunu görüyorum, bir dahaki sefere eğer birilerini aynı şekilde hürriyetine kavuşturmayı istersen, gücü kuvveti yerinde olanları seç ki, sana yardımları dokunsun.”
Bu sözlere karşılık Ebubekir (r.a.) şöyle dedi: “Benim tek istediğim Allah’ın rızasını kazanmaktır.”»
Sallabî’nin bu mânâda yorumu: “Böylece kölelerden ve özgür insanlardan oluşan az bir grup bir araya gelerek, anayasası tevhîd inancı esasına dayanan devletin temelini attılar ve İslâm medeniyetini oluşturdular.”
Başyücelik devleti nasıl kurulacak?.. Herkesin nefsinde ıstırabını şiddetle duyması gereken soru.
Himmetimiz
Himmetinin kuvvetine inanılan KUMANDAN’a nisbet edilen himmet(imiz) uzun vâdede kırılma noktalarında hasar görüyorsa, himmetin kavîliğinde problem var demektir.
Abdülkerim Cîlî Hazretleri İnsan-ı Kâmil isimli eserinde; “Himmet bir şeyi niyetine alıp ayağı üzerine kalkınca niyetine kavuşur” dedikten sonra, bu kavuşmanın sebebleri bâbında şöyle diyor:
«1- Hâle bağlı bir durumdur:
Mânâsını açarsak şöyle deriz: Niyetle tayin edilen şeyin olacağına kesin bir yakîn sahibi olmak…
2- Fiiliyata bağlı bir durumdur:
Mânâsını açarsak şöyle deriz: Himmet sahibinin duruşları ve hareketleri, tüm olarak Himmet edip niyetine aldığı şeye uygun olmalıdır.
Ahvâli yukarıdaki gibi olmayana “Himmet Sahibi” denmez ki…
O yutucu temennîlerin peşinde koşan ve yalancı emellerin sahibidir…
Yeni bir memleket arayan gibidir; fakat mezbeleden ayrılmaz.»
1999’un muhteşem HURÛC’unu anlamayanlar veya anlar gibi olup da bir müddet sonra pörsüyenler veya pörsüdüğünü zannetmeyip patinajda kalanlar(ımız), yutucu emellerin peşinde koşarken Himmet sahibi olduğu zannını yaşayanlar mıydı acaba? Yalancı emeller hangimize ne kadar gerçek göründü?
Kalblerinde nâhoşluk olanlar İlâhî takdir gereği hizmetlerini görüp, vakti geldiğinde aslî makamlarına(!) dönecekler elbet. Dönüyorlar da. İhlâsla örülmüş çile duvarları nâhoşlara geçit vermez. Vermeyecek.
İnsan-ı Kâmil’den:
«Ve de şunu da ümitsizliğe kapılmadan aklından çıkarma; Hurma çekirdeği ekildiği zaman, ancak hurma ağacı olarak yeryüzüne salınır… Başka ağaç olarak meydana çıkmaz…
Yani; "Her şey aslına rücû eder…"
Şunu da bil ki!..
Hem ile Himmet’i karıştırma…
Kâinatta herhangi bir şeye tutunan kimsenin tutunmasının ismi Hem’dir; onun ismi Himmet değildir…
Bu açıklamanın daha da mânâlısı şöyledir:
Himmet özünde yüksek makamdadır, aşağılarla onun bir bağlantısı bulunmaz…
Çünkü; Himmet celâl ve ikram sahibi Yüce Zât’a bağlıdır.
«Hem» ise; böyle değildir… Zira; Hem; kalbin herhangi bir şeye yakın olsun uzak olsun meylidir…»
Hem “Hem”e tâbî olduk, hem de ona Himmet zannıyla baktık; olmadı. Üzerinde durmamız gereken önemli konular var!
Furkan Dergisi, Nisan 2010, s. 36
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
UMUDUN ZİRVESİNDEYİZ
Saadeddin Ustaosmanoğlu
umut1.jpg
Ruhul Beyan Tefsiri’nde şöyle bir cümle; İbni Mesud Radıyallahu Anh Hazretleri’nden şöyle rivayet olundu: Sevâd-ı A’zam, bir (kişi de olsa) hak üzere olandır.
Sevâd-ı A’zam: Ekseriyet, çoğunluk.
Bu cümle zâviyesinden olmak üzere bütün cümleleri cem etmek mümkünken , iman sahiblerinin karamsarlıkları ne ile izah edilir?
İster ideolojik, ister stratejik, ister taktik mevzular babında, flu görüntülere dûçar kalmak nedendir?
Her şeyin îzâfîliğinden bahsedilebileceği gibi, pörsümenin, yılgınlaşmanın, geri kalmanın, idrak edememenin, tâbi olamamanın da tabiî olarak îzâfîliğini göz önünde bulundurarak şöyle diyebiliriz; hiçbir şey eskisinden daha kötü değil. Her şey yerli yerince ve zamanını gözetleyerek seyr-i sülûkuna devam ediyor herkes… Herkes?
Düşenler veya düştü zannı içinde bakılanlara bakarak hakikati tesbit etmeye çalışmak, literatür dışı bir bakışla “özeleştiri”ye tâbi tutulursa elbette isabetli olmaz. “Nefs muhasebesi”dir hikmet gözünü açan. Zira, o muhasebe “özeleştiri”nin aksine “Kendini bilen Rabbini bilir” hikmetine kapı açıcıdır.
Öz nefsiyle savaşı büyük cihad telâkki eden bir dinin mensubları, şartların karamsarlığına aldırış edecek vakti nasıl bulabilir? Ve; nasıl CEM olmanın hakikatini ıskalayarak cemiyetin-cemaatin- kadronun rehavetinin artmasına sebeb olabilir ki?
Tabiî, ıstırabı hissedebiliyoruz. Neden daha parlak zaferlerle taçlanmıyor dava. Neden bunca sıkıntının karşılığı bir görüntü zuhur etmiyor? Bu ve bunun gibi düşünceler kimimizi umutsuzluğa düşürürken, kimimizin feryadını duyulur hâle getiriyor.
Tamam, bunlar olacak, olabilecek şeyler. Ama, fert hakikatinde toplu topluluk hakikati gerçeğini benimseyenler, önce hangi zaviyeden bu gerçeği zihinlerinde, kalblerinde ve kalıplarında şekillendirdiklerini hiç düşündüler mi?
Yerli yerine oturmamış bu hakikat karşısında, eşyanın hakikatine nüfûz fevkâlade zâhiridir ve Sünnet’e ittiba’ın gerektirdiği bâtın yolundan kazanılacak zaferleri mündemic değildir.
Ve; zafer’in bir sonuç olduğu, aslolanın sefer olduğu hakikatinden yola çıkarak, zaten peşin zaferlerle yol aldığımız hakikatini unutturur “sâlik”e. “Gitmekle bulmak aynı anda olmalı”, değil miydi?
Suçumuz, yâni yılgınlığımız, biraz da buldukça gitmediğimizden, gittikçe bulamadığımızdandır. Altı kişilik dev kadro Ashab-ı Kehf’in hâlini nasıl açıklarız yoksa. Altı inanmış genç, devlete, krala, bürokrasiye, her türlü talana ve yalana kılıç çekmiş bu zatların durumunu izah babında söyleyeceklerimiz, hâlimizin müsbet veya menfî ifadesi olacak. Aksi takdir de, ruh ve fikir dağınıklığının getireceği savrulmaların cezasını çekmek durumunda kalırız.
Kim kendinin cehenneme gitmesi hâlinde, insanlığın cennete gitmesini kabul eder ki. “İnsanlığın canı cehenneme, yüzümdeki sivilce canımı yakıyor” psikolojisindeki insan, fert olarak tek kişilik ordu olmanın CEM’den geçtiğini idrak edemezse yanılır. CEM’in Sünnet-i Resulûllah’a ittiba ile mümkünlüğünü bilmemek de cahillik. İttiba’ın ihlâs’la amel şeklinde tecellî etme zarureti de âşikâr.
O hâlde?O hâlde, biz bu istikameti bulup yönelerek, kaybolmuş enerjileri de, saklanmış, biriktirilmiş enerji olarak geri çevirerek, bir büyük zuhur’un madde ve mânâ şartlarına kavuşmalıyız. ‘Laf ola beri gele’ kabilinden söylenmiş sözlere itibar haysiyetsizliğine düşme niyetinde olmadığımıza göre, bu tür sözleri söylemeyiz. O hâlde açıkça beyan ediyoruz; ‘biz bu iş’in satrancını bileniz’ diyen İbda Mimarı’nın öncülüğünde ve de Ehlullah’ın himmet ve tasarruf çadırı altında nihaî hamleyi gözleme makamındayız. Gerisi; anlamayanlara, inanmayanlara, ne diyelim… değildir; anlamayan ve inanmayanlar da bu sele tâbi olmaktan başka çare bulamayacaklar hükmü çerçevesindedir. Zira ZAMAN’IN SONUNDAYIZ.
Hikmet gözümüz açılırsa, hizmet yüzümüzün ihlâs tarafı görünür. Aksi, amel zannettiğimiz patinajların koruyucu olmayan gölgesinde rehavet ve şeytanın mümine ibadet ittihaz ettirdiği günahlar tuzağında debelenme.
Hülasa, karnından konuşan münâfık taifesine aldanış sahiplerini şimdilik kâle almayabiliriz, ama bizden olanların en küçük karamsarlığı kabulümüz değildir. Her şeyin bıçak sırtı gittiği bu hengâmeyi lehimize çevirmenin toprak altı ve sema kaynaklı marifetine mâlik yücelerin mekrine kesin iman etmişiz. Gerisi hava cıva; umudun zirvesindeyiz!

Furkan Dergisi, Aralık 2009
 

Horanta

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Şub 2008
Mesajlar
225
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
51
19 Mart 2010 Cuma

-Mehmet Serendip ALTINDAL-



Selam selam

Sen boşver onları uç gönlünce
Onların hiç kanatları olmadı ki...
Kelebek...Ooo...Kelebek...Ooo...










Açar mı kanatların bir gün yine?
Kelebek kaç gün var geriye?
Kısacık ömür yeter mi onca hayale?
Gücenme dünya hali böyle.
.
Sen bo şver onları uç gönlünce Onların hiç kanatları olmadı ki...
Sen boşver onları uç kendin gibi kelebek gibi...
Onların ruhu böyle rengarenk değil saf ve tertemiz




Kelebek..kelebekk..sen uç hep gönlünce...
Kelebek kelebekk..sen uç hep gönlünce...




Sen boşver onları uç gönlünce

Onların hiç kanatları olmadı ki...
Sen boşver onları uç kendin gibi kelebek gibi..
Onların ruhu böyle rengarenk değil saf ve tertemiz...

Kelebek..kelebekk...sen uç hep gönlünce...
Kelebek kelebekk..

sen uç hep dokunmasınlar kanatlarına dökülür ya pulların
Unutma sen kelebeksin,ben seni öyle sevdim.

Bir asi rüzgardın da kıyamadım dokunmaya
Sen demiştin ya giderken
Ah kelebek seni hep seveceğim...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
O'nun Gayesi Başyücelik İslam Devlet'iydi...

25 Mayıs 1983, Türk ve İslâm dünyasının hayatını mânâlandıracak, ona niçin yaşadığını ve misyonunun ne olduğunu ta ruh kökünden gelen bir reçete ile sunacak bir mütefekkirin, bir İmam-ı Gazali emsalinin 5 asırdır beklediğimiz bir insanın, Üstad Necip Fazıl Kısakürekin ötelere, ötelerin de ötesine kavuştuğu gündür. Bugün O'nun perde arkasından güzel bir haber olan hakiki diyara gidişinin 27. Yıldönümündeyiz.
Evet Üstad Necip Fazıl Kısakürek vefat edeli 27 yıl oldu. Üstad, Türk edebiyatının son 2 asırdaki mücedidi-yenileyicisiydi. Üstad, Türk tarihinin son 4 asırdaki ilk ve tek ekol kurucusuydu. Üstad, Türk fikir ve siyaset hayatının yürüyen bir kalesiydi. Üstad şuydu, buydu… Üstad, bütün bunların ötesinde, hayatın bütün şubelerinde ölçülendirme ölçülerini yeniden belirleyen mütefekkir üstü bir mütefekkirdi. İşte Üstad’ı şiirde, fikirde, siyasette vs. öncü, yenileyici, ekol kurucusu yapan şeyin kaynağı, başta da ifade ettiğimiz gibi, onun misyon bakımından çağımızda, İmam-ı Gazali’ye eş bir misyonu üstlenmiş olmasıydı. Nasıl İmam- Gazali Hz.leri devrinde, İslâm dünyası büyük bir manevi- fikrî buhran içerisinde kıvranıyor, yol arıyor, yepyeni bir dünya görüşüyle, tekrar canlanıp, yürüyüşüne devam etmek istediyse, bugün de Türkiye merkezli olmak üzere, Filipinler’den Fas’a kadar bütün İslâm dünyası aynı ızdırap içerisinde kıvranıyor.
İslâm Dünyası yepyeni bir ruh arıyor. İslâm dünyası, İslâm’ın hakikatlerini hayata hâkim kılacak ölçüleri, şuurumuza zerkedecek vasati ölçülerin kurucusu bir mütefekkir arıyor. Mütefekkirleri, fikir adamları yetiştiren Üstad, bir mütefekkir yetiştiren mütefekkirdir.

“Güneş yenilenmez, güneşe bakan göz yenilenir” diyordu Üstad. “İslâm, eskimeyen, pörsümez yeni” diyordu Üstad. İslâm’ın ölçüleri yerli yerinde durduğuna göre, o ölçüleri çağımız müslümanının şuuruna zerkedecek vasıta sistem-tatbik fikrini kuracak bir nesli yetiştirmenin derdindeydi. Zaten, bütün mücadelesinin de “bu şuuru kuşanmış bir gençlik” olduğunu defalarca yazmış ve söylemiştir.
Üstad, bütün eserlerim, İdeolocya örgüsü’nü tamamlamak için yazılmıştır, der. Hattâ daha da ileri giderek, “BU ESER, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi,
bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de,
piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da
sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım “müştemilât”dan başka bir şey değil…

“İdeolocya Örgüsü”nün ne büyük bir gaye olduğunu anlatır, bizzat eserinin giriş bölümünde.
İdeolocya Örgüsü, Müslüman Türk milletinin önderliğinde, bütün Türk ve İslâm âlemini tek bayrak altında toplayacak bir milli devletin adıdır. Bu devletin adı da, bizzat kendisinin koyduğu “Başyücelik Devleti”dir.
Üstad bu eserinde, ideal bir millî-İslâmî devlet şemasını ortaya koymuştur. Yani, Tarihçi-yazar Selman Kayabaşı’nın “Teşkilat” isimli eserinde, Batılı-Amerikalıların ağzından Türk milletinin içindeki sevdayı ifade ettiği bir devlet özlemidir. Eserleri gençliğin çok büyük ilgisini çeken, onlarca baskı ve yüzbinleri aşan satış rakamlarıyla Kayabaşı, şöyle ifade etmiş Türk milletinin bu özlemini Teşkilat’ta: “Büyük millet olmanın en büyük özelliği intikam alabilmektir. Türkler, savaşın 1918 yılında bitmediğine inanıyor ve intikam hissiyle yaşıyor. Türkler, Osmanlı’dan ve Abbasi’den daha büyük sünnî bir devlet kurmak özlemi içinde yaşıyor.

İşte Üstad bu özlemi fikirleştirerek, işgalci Batıcılar (liberal, laik işgalciler) 90 yıl önce idrakleri iğdiş edilmeye başlanmış Müslüman Türk milletinin idrakini tekrar kazanmasını sağlamanın kavgasını vermiştir.
Bizzat kendi ifadesiyle “bütün derdi Başyücelik”ti.
Bu yolda mücadele etmek, “ben Müslüman bir Türk- Anadolu çocuğuyum” diyen herkesin üzerine farzdır.


Kayseri Gündem/Fazıl Duygun
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Sistem Karşısında Gerçek Muhalefet...

necip-fazil.jpg

http://www.gencislam.com/editor/3-anadolu-haber.html
Necip Fazıl Kısakürek, ölüm yıldönümünde dualarla anılıyor.
1940-80 arası dönemde Büyük Doğu dergisini çıkararak tek parti yönetimini ve yapılan yanlışları eleştiren Üstad'ın cenazesine katılan onbinlerce üniversite öğrencisinden Sıkıyönetim Komutanlığı'nca gözaltına alınanlar olmuştu.

Büyük şair, mütefekkir ve yazar Necip Fazıl Kısakürek, vefatının 27. yılında özlem ve rahmetle anılıyor. Sultan'üş Şuara lakaplı Necip Fazıl, arkasında bıraktığı kütüphanelik çapta eserlerle vatan ve iman sevdalısı milyonlarca insanı arkasından sürüklemeye devam ediyor. Ölümünün üzerinden 27 yıl geçmesine rağmen çağa ışık tutan fikirleri nedeniyle unutulmayan Necip Fazıl, 79 yıllık yaşamı boyunca bir 'çile' hayatı sürdü.

ÇOCUKLUĞU DEDESİNİN YANINDA GEÇTİ
Hayata 26 Mayıs 1904'te İstanbul'da gözlerini açan Necip Fazıl Kısakürek; şair, yazar ve fikir adamı kimliği ile tanınıyor. Babası Abdülbaki Fazıl Bey, Mekteb-i Hukuk mezunu olup Bursa'da âzâmülazîmliği, Gebze savcılığı ve ömrünün son yıllarında Kadıköy hakimliği görevlerinde bulunurken annesi Mediha Hanım ise Girit muhacirlerinden... Çocukluğunu dedesi Maraşlı Kısakürekzade Mehmet Hilmi Efendi'nin Çemberlitaş'taki konağında dadılar ve mürebbiyeler arasında geçiren Necip Fazıl, okuma-yazmayı 4-5 yaşlarında öğrendi.
1912 yılında Gedikpaşa Fransız Mektebi'nde okuyan Necip Fazıl, ardından Amerikan Mektebi'nde okumaya başladı ve sırasıyla Büyük Dere Emin Efendi Mahalle Mektebi'nde, Büyük Reşit Paşa Nümûne Mektebi'nde okudu. Daha sonra Vaniköy Rekber-i İttihad Mekteb-i Fünunu Bahriye'ye (Askerî Deniz Lisesi) giren Necip Fazıl'ın bu dönemde devrin önemli isimleri, hocaları arasında yer aldı. 1920'de babasını kaybeden Necip Fazıl, Bahriye Mektebi'ni yarıda bırakarak 1921'de Darülfünun Felsefe Bölümü'nde okumaya başladı. Buradaki öğrenimini de bitiremeyen Necip Fazıl felsefe eğitimi için Fransa'ya gitti.
ARVASİ HAZRETLERİ İLE TANIŞTI HAYATINDA YENİ BİR SAYFA AÇTI
12 yaşında şiire başlayan Necip Fazıl, ilk şiir kitabını daha 17 yaşında iken yayınladı ve daha sonra da şiirleri Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitaplarında okutuldu. Genç yaşta yazdığı tiyatro eserleri, dönemin tiyatrolarında aylarca kapalı gişe sahnelendi. Fransa'dan döndükten sonra yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta dönemin şairleri arasında anılır hale getirdi. Henüz 30 yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile takdir toplamayı sürdürdü. Dönemin şairleri tarafından çok sevilen Kısakürek, 1934 yılı itibariyle hayatında yeni bir sayfa açtı ve Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanıştı.
Arvasi Hazretleri ile tanıştıktan sonra bir dönüm noktası yaşayan Üstad, İslami kimliği ile öne çıkınca dönemin entelektüelleri tarafından soyutlanır. Bu süreçte ders kitaplarından şiirleri ve fikirleri çıkarılan Üstad, bu dönem itibariyle yazdığı eserlerinin hemen hepsinde üstün bir ahlak felsefesini savunur.
İNANMIŞ ADAMLARIN OMZUNDA GÖMÜLDÜ
'Çile' adlı şiirinde “Son gün olmasın dostum çelengim top arabam/Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam” ifadelerini kullanan Üstad; 79 yaşında, 27 yıl önce bugün vefat etmişti. Vefat yıldönümünde mezarı başında inançlı insanların akınına uğrayacak olan Üstad'ın cenazesi onbinlerce gencin omuzlarında Eyüp Sultan kabristanındaki yerine defnedilmişti. 26 Mayıs 1983'te toprağa verilen Üstad'ın cenazesi Sıkıyönetim Komutanlığı'nın karşı çıkmasına rağmen Fatih'ten Eyüp Sultan'a kadar eller üzerinde götürülmüş, defin sonrası çok sayıda genç gözaltına alınmıştı.
GÖKYÜZÜNDEN HABERSİZ UÇURTMA UÇURMUŞUM
Felsefe ve şiirde zirvede iken Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanışarak tasavvuf yoluna giren Necip Fazıl, 1940 yılında yazdığı bir şiirinde hocasını şu mısralarla anlatıyor:
"Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel,
Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel."
“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
“Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...”
======================
Üstad'ın Müslüman gençliğe hitabesi!
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır... Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir asır... Allah'ın, Kur'ân'ında 'belhüm adal-hayvandan aşağı' dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! .. İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...
(…)Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...
(…)'Kim var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım!' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur!' fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
(…)Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...
(…)Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...
(…)Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! / Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Son Sığınak (NFK)



Hayat perdenin arkasında;
Hayatın öte yakasında.


Şu gaflet yükü insana bak;
Kendinden varlık cakasında.


Ve aşksız yobaz... İşi gücü,
Namazla Cennet takasında.


Tam dört asırdır Müslümanlık,
Cansız etiket markasında.


Ku'ran kalbi kör ezbercide,
Din, üfürükçü muskasında.


Batı, Batı der çırpınırlar,
Batı tükürük hokkasında.


Makine dimdik demirden put,
İnsanoğlu ruh laçkasında.


Hürriyet nerde söyleyeyim:
Hakka esaret halkasında.


Zamanda her şey kopuk, kesik;
Biçkisi kader makasında.


Ey insan, sana son sığınak,
Son peygamberin hırkasında!

(1982/Çile)

efendimiz_1239917210.jpg
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Hakim`den Menderes`e: Necip Fazıl mı vatansever.


27 Mayıs darbesiyle kurulan Yassıada mahkemesi, Başbakan Menderes ve iki bakanını idama götürürken, yaşanan hukuk katliamı tarihe kara bir leke olarak geçti. 50 yıl sonra ortaya çıkan fotoğraflar,ise herşeyi ortaya çıkarıyor.Adnan Menderes'in elinde Büyük Doğu dergisi ile mahkeme Salonunda verdiği ifade ise asıl Darbe'nin hedefini tayin ediyor adeta.
50 yıl sonra ortaya çıkan fotoğraflar, bu katliamın belgeleri... Dünyanın hiçbir mahkemesinde görülemeyecek bir manzara Yassıada`da oluşturulmuş. Salonun ortasında Ada Komutanı Albay Tarık Güryay oturuyor. Bir tarafında sanık ve tanıklar, diğer tarafında hâkim var. İstemediği her ifadeye, her karara müdahale ediyor.

27 Mayıs darbesinin üzerinden 50 yıl geçti. Başbakan Adnan Menderes ile bakanları Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu`nun idamının acısı hâlâ tazeliğini koruyor. Mahkeme sonucunun davanın başında belirlendiği, Yassıada`da yapılanın bir yargılama değil, suçu örtme girişimi olduğu bugüne kadar çeşitli delillerle ispatlandı. Darbenin 50. yıldönümünde Zaman`ın ortaya çıkardığı fotoğraf ve görüntüler de, yaşanan hukuk katliamını gözler önüne seriyor. Sanıklar, avukatlar, tanıklar ve mahkeme heyetinden oluşan olağan duruşma fotoğraflarına Yassıada`da komutan kürsüsü de eklenmiş.

Hakim ve savcılar, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Menderes ile arkadaşlarını hakaretler altında yargılarken, salonun ortasında Yassıada Komutanı Albay Tarık Güryay oturuyor. Bir tarafında sanık ve tanıklar, diğer tarafında mahkeme heyeti duruyor. Arkasında iki nöbetçi subay hazırolda bekliyor. Binlerce saatlik ses kayıtları ve görüntülerde, Güryay`ın mahkemeye sürekli müdahale ettiği açıkça görülüyor. Avukatlardan, yargılanan isimlere kadar herkese karışıyor. İstemediği her ifadeye ve karara karşı çıkıyor. Teoman Koman ve Akay Şakman da Güryay`ın `sağ ve sol kolu` diye tanımlanıyor. Mahkemedeki bu askerî görüntüyü ise, bütün duruşmaları izleyen Milli Birlik Komitesi`nin iki üyesi tamamlıyor.

Adnan Menderes`i önce gönüllerden silmek istediler

Yassıada yargılamalarında Bebek ve Köpek davaları ilk sıralara alınmıştı. Cunta mahkemesinin heyeti, Başbakan Menderes`i `Bebek Davası`; Cumhurbaşkanı Celal Bayar`ı ise `Köpek Davası ile milletin nezdinde küçük düşürmek istiyordu. Menderes, Ayhan Aydan`dan olan çocuğunu doğar doğmaz öldürmekle suçlanıyordu. İddianame, baştan sona psikolojik harp mantığıyla hazırlanmıştı. Amaç, idamlar öncesi halkın Menderes`e olan teveccühünü yıkmaktı. Dava süreci radyoda `Yassıada Saati` başlığı altında halkı yönlendirmek için kullanılmıştı.

Bebek Davası olarak tarihe geçen davada eski Başbakan Adnan Menderes ile opera sanatçısı Ayhan Aydan yargılanıyordu. Menderes, Ayhan Aydan`dan olan çocuğunu doğar doğmaz öldürmekle suçlanıyordu. Aslında bu davayla Ayhan Aydan ile gayri meşru ilişkisiyle gündeme gelen Menderes`in halkın gözünde küçük düşürülmesi amaçlanıyordu. İddianame, baştan sona psikolojik harp mantığıyla hazırlanmıştı. Gazeteler ve radyoların bu konuyla alakalı haberleri de bu mantıkla hazırlanıyordu. Radyoda `Yassıada Saati`nde davayı anlatan spiker bile hislerine hakim olamıyor, tarafgir davranıyordu: "Masum halkımızın oylarını çalıp, türlü türlü entrikalar çevirerek başa geçen düşüklerin elebaşılarının milletin parasıyla safa sürdüğü devirlerde ne gibi süfli işlerle uğraştıkları bir kez daha görüldü..."

Hâkim ve savcının Menderes`e karşı tutumu son derece sert ve katıydı. Savcı, eski Başbakan`a ağır hakaretlerde bulunuyor, hâkim alaycı ifadeler kullanıyordu. Davanın gidişatından memnun olmayan Savcı, "Muhterem heyet, size yeni deliller sunacağım." diyerek; hukuk tarihine geçecek bir skandala imza atıyordu: "İnkılabı müteakip memleketin en güzide hâkimlerinden oluşan bir heyet Başvekalet`teki evrakların tedkiki ile görevlendirilmişti. Kasalar birer birer açıldı. 10 senelik icraatın rüsubu olan bu evraklar incelendi. Ancak bunlardan bir tek kasayı açmakta bu heyet tereddüt etti. `Tarihî evraklar bulunur` levhasından dolayı... Bu kasadan ne mühim devlet sırları çıkacaktı! Kasa açıldı ve memleketi cennete çevirecek plan ve projeler bulunabilirdi! Kasadan Adnan Menderes imzalı bir zarf çıktı... Kim bilir bu yumuşak zarfta neler vardı? Acaba neler olabilirdi? `Belki Atatürk`e ait bir hatıra var mıydı?` diye düşünüldü! Bu heyecanla zarf elden ele dolaştırıldı ve içinden çıkanlar heyetin tüylerini diken diken etti..." Savcı, Menderes`in kasasından çıktığını iddia ettiği kadın iç çamaşırlarını mahkeme heyetine göstermekle kalmıyor, eline alıp salonda bulunan herkesin göreceği şekilde sallıyordu. İşte bu sırada Menderes`e karşı bir `Yuh` sesleri yükseliyordu. Böylece, Menderes gözden düşürülmeye çalışılıyor; idamlara giden yolda önemli bir psikolojik eşik aşılıyordu.

Savcıdan Menderes`e itham: Eyüpsultan`a abdestsiz gidiyorsun

Savcının yıldırma amaçlı `iç çamaşırı` iftirasından sonra Menderes`in avukatı Burhan Apaydın söz aldı: "Sayın Menderes, beğenirsiniz beğenmezsiniz, bu memlekette 10 yıl başvekillik yaptı. `Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr-ü kıymetten` diyerek yerine geçti... Savcı bu söze sinirlendi. Avukat Apaydın`ı, Menderes ile ortak olmakla hatta birlikte çapkınlık yapmakla suçladı.

Menderes, şaşkındı, bitkindi. Ne olup bittiğini anlayamayacak kadar da çaresizdi. Korkmuştu belki! Kısa ve öz konuştu: "Böyle bir şey ile uzaktan yakından hiçbir ilgim yoktur. Ben çocuğun şehadetiyle ilgili suçlamayı soruşturma kurulunda öğrendim." Savcı kabalaştıkça kabalaşıyordu. Menderes`e akıl almaz iftiralarda bulunuyordu. Bu iftiralardan biri de abdestsiz olarak Eyüpsultan`a gitmesiydi. Savcıya göre Menderes`in Eyüpsultan`a gitme amacı Kadir Gecesi`nde cemaatin arasında görünmekti. Hatta savcı daha ileri gidiyor, Menderes`in Yassıada`da abdestsiz olarak Kur`an-ı Kerim okuduğunu iddia ediyordu.

Ayhan Aydan: Menderes`i çok sevdim

-Savcıdan sonra hamle sırası Hâkim Başol`daydı. "Ayhan Aydan zamanın başbakanı ile münasebet kurmaktan çekinmemiş, bunu iftihar ederek yaymıştır." diyerek Menderes`i, Ayhan Aydan aleyhine ifade vermeye zorluyordu.

Menderes, "Muhterem Reis Bey, beni mazur görün ama ben bunlardan malumat sahibi değilim." diyerek cevap veriyordu. Cevaptan memnun olmayan Mahkeme Başkanı, Menderes`e karşı sesini yükseltip sözünü kesiyordu. Başol`un ikinci sorusu geliyordu: "Resmi arabalar, metresler için tahsis edilip evin önünde bekliyordu. Bu nasıl iş?" diyerek alay ediyordu. Hâkimin hakaretlerinden Ayhan Hanım`ın doktoru Fahri Atabey de nasibini alıyordu. Fahri Bey`den Menderes`i zor durumda bırakacak ifadeleri alamayacağını anlayan Başol, Atabey`e patladı: "Palas pandıras buraya gelmişsin konuş bakalım."

Menderes`e oynanan bu oyunda ihtilalciler, bütün umutlarını Ayhan Aydan`a bağlamıştı. Kürsüye Ayhan Aydan çağrıldı. Nihayet Ayhan Hanım, şahit sıfatıyla hâkimin karşısındaydı. Hâkim Başol, dalga geçer gibi sorguya başladı: "Sanık Menderes evli, bunu siz de biliyorsunuz. Bunu bildiğiniz halde onunla münasebet kurmuşsunuz." Ayhan Aydan, gayet sakindi, nezaketini elden bırakmadan kendini savundu: "Adnan Menderes`i 1951`de tanıdım. Kendisini çok sevdim. Çocuğu da çok seviyordum. Bütün emelim, ondan bir çocuk sahibi olmaktı. Sağlığıma çok dikkat etmeme rağmen bunda muvaffak olamadım... Maalesef 8 aylık iken bir sancı hissettim. Geceden kanamalarım başlamıştı. Adnan Menderes`e ulaşamadım. Yaveriyle görüştüm. Doktor Fahri Atabey`i aradım. Ama ona ulaşamadım. Doğum gelmişti. Doğumu yaptım, ama çocuk doğum sırasında eceliyle öldü."

Hâkim Başol, Ayhan Hanım`ın bu ifadesinden hiç memnun kalmamıştı. Kaba ve alaycı tavrını `Ayhan` diyerek ona karşı sürdürüyordu. Hatta bir kadına söylenmeyecek ifadeler kullanıyordu. Ayhan Aydan daha fazla dayanamadı. Eliyle Menderes`i göstererek herkese unutamayacakları bir ders verdi: "İşte halini görüyorsunuz. Ne kadar yükün altında eziliyor. Onu kurtarmak için böyle konuştuğumu sanıyorsanız, benim sözlerim ne ifade eder? Hayır, onu kurtaracak ben mi kaldım!"

Salondan yine büyük bir gürültü koptu, seyirciler gülüşüyordu. Ayhan Aydan buna aldırış bile etmeden yerine geçip oturdu. O sırada Menderes ile göz göze gelmişti. Aydan`ın savunması belli ki Menderes`i rahatlatmıştı. Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Aydan, ölene kadar bu konu hakkında hiç konuşmadı.

HÂKİM BAŞOL MENDERES`i AZARLIYOR: KÖŞKTE OTURMA BARAKADA OTUR!

-`Örtülü Ödenek Davası`nın sanıkları eski Başbakan Adnan Menderes ile Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur idi. Menderes, örtülü ödeneği amacına uygun olarak kullanmamakla suçlanıyordu. Oysa örtülü ödenek harcamalarının kanunla belirlenmiş bir tanımı o gün de bugün de yok(tu) ve harcamalar tamamen başbakanın tasarrufunda(ydı). Örtülü ödeneğin nerelere harcandığına dair bir belge tutma zorunluluğu bulunmadığı gibi, bu harcamalardan başbakanlar da mesul tutulamaz ve yargılanamazdı.

Ancak Menderes, Müsteşarı Korur`dan yapılan bütün harcamaları kaydetmesini istemiş, şahsi harcamalarının kendi banka hesabından karşılanmasını emretmiş, kayıtları da `bir gün lazım olur` diye Başvekalet Konutu`nun çatısında bir valizde saklamıştı. Hatta eşi Berin Menderes`e "Bunlar çok önemli belgeler. Bunları muhafazada özel önem gösterelim. Eğer belgeler arasında şahsi nitelikli harcamalar varsa tespit eder, geri öderiz." talimatı vermişti. Yaptığı harcamalardan korkan biri, mecburi olmadığı halde bu belgeleri saklamazdı. Oysa Menderes`in emriyle tutulan bu kayıtlar, Yassıada`da önüne konuldu ve aleyhinde delil olarak kullanıldı.

Bu davayı ilginç hale getiren unsurlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Burhan Belge, Mithat Perin gibi dönemin ünlü yazar ve gazetecilerinin de şahit olarak dinlenmesiydi. Hatta Necip Fazıl`ın eşi Neslihan Kısakürek de şahitler arasındaydı.

Diğer davalarda olduğu gibi Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol ile Başsavcı Altay Ömer Egesel, bu davada da Menderes`i küçük düşürmek için aşağılayıcı ithamlarda bulunuyordu. Hatta Başbakanlık Konutu`nun mutfağına tavuk tüylerini temizlemek için alınan `cımbız` bile dava konusu edildi. Birkaç kuruşluk bu cımbız, örtülü ödenek belgelerinin saklandığı bavula nasıl girdi bilinmez ancak bu olay o kadar çok abartıldı ki davanın adı kamuoyunda `Cımbız Davası` olarak anılmaya başlandı.

Kasadan paraları Türkeş mi aldı?

Örtülü Ödenek Davası`nı başlatan Hakim Başol, daha ilk celsede niyetini açık ediyordu. Ona göre Başbakanlık Konutu olarak kullanılan Camlı Köşk`teki yabancı devlet adamları ve büyükelçilere verilen yemekler israftı ve bunlar örtülü ödenekten karşılanamazdı. Hatta bir adım daha ileri giderek Menderes`e şu aklı veriyordu: "Bir başbakan illa köşkte mi oturmalı? Barakada oturun! Cımbız, köşkte oturmanın icabı mıdır?"

Menderes, savunmasında örtülü ödeneğin şahsi harcamalarda kullanılmadığını, kendisinden önceki CHP`li başbakanların da köşkte oturduğunu ve Başvekalet Konutu`nun temsil masrafları için örtülü ödenekten harcama yaptıklarını söylüyordu. Eğer bu konutların masrafı amme masrafı olarak telakki edilmeyecekse CHP dönemi için de emsal mahkemelerin kurulması gerektiğini savunuyordu.

Örtülü ödenek harcamalarının önemli bir kısmı Milli Emniyet Teşkilatı`na verilmişti. Menderes, teşkilata Amerikalıların hakim olduğunu ve personel maaşlarının da bazı yabancı ülkeler tarafından karşılandığını belirtiyor, bu duruma son vermek için örtülü ödenekten para aktarıldığını belirtiyordu.

Örtülü Ödenek Davası`nın en önemli ayrıntılarından biri de, Alparslan Türkeş ile ilgili olan bölümdü. O gün de bugün de bu olay pek tartışılmamış, mahkemede birçok kez gündeme gelmesine rağmen olayın üzerine gidilmemişti. 27 Mayıs ihtilalinin üst kadrosunda bulunan Albay Alparslan Türkeş, ihtilalden hemen sonra Harp Okulu`nda tutuklu bulunan Müsteşar Ahmet Salih Korur`un yanına giderek ondan kasanın şifresini öğrenmişti. Şifreleri vermek istemeyen ve `birlikte gidip açalım` diyen Korur`u Türkeş`in dövdüğü de iddialar arasında. Korur`a göre kasada 270 bin dolar ve 250 bin TL vardı. Ancak bu para, kasanın heyet tarafından kırılarak açıldığı 2 Haziran tarihinde kasada bulunamadı. Birkaç gün içinde olan olmuştu. Ya Korur yanılıyordu ya da kasa önceden açılmış ve içerisinden paralar alınmıştı. Örtülü Ödenek Davası`nın yazarı, aynı zamanda Celal Bayar`ın torunu Emine Gürsoy Naskali, darbenin ilk gününden itibaren Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenen Türkeş`in 1997`de vefatından sonra İngiltere`de bir bankada ortaya çıkan yüklü miktarda paranın kaynaklarının açıklanamamasını manalı buluyor.

HÂKİM BAŞOL`DAN MENDERES`E: YETER!

Mahkeme Başkanı Başol ile Menderes arasındaki diyaloglar, Menderes`e kendisini savunma imkanı verilmediğini ortaya koyuyor:

Hâkim Başol: Okunan vesikalara göre sırf şahsi masraflar yapılmıştır... Şahsi masraflar yapılabilir mi söyleyiniz?

Menderes: Reis beyefendi... buyurdunuz ki fasıl okunacak cevabı verilecektir. (Menderes, savunmasında iddiaları cevaplandırıyor. Ancak Başol, sözünü kesiyor.)

Hâkim Başol: Kısa ama...

Menderes: Kısa... ...Kanunun 77. maddesi diyor ki örtülü mahiyette olan istihbarat...

Hâkim Başol: Kendinizi zorluyorsunuz, zorlaya zorlaya netice çıkaracaksınız... ...Şimdiye kadar okuduğumuz listedeki masraflar yapılabilir mi?

Menderes: 70 bin liralık masrafın içinde bir cımbız var. Onu da cımbızla bulmuşlar, çıkarmışlar.

Hâkim Başol: Okuduğumuz listedeki..

Menderes: Arz edeyim..

Hâkim Başol: Uzatırsanız sözünüzü keseceğim..

Menderes: Kısa söyleyeceğim.

Hâkim Başol: Hayır yeter!



85195641.jpg





Başol`dan Menderes`e: Necip Fazıl mı vatansever!

Örtülü Ödenek Davası`nın önemli duruşmalarından biri de Necip Fazıl`ın şahit olarak dinlendiği oturumlardı. İddiaya göre Necip Fazıl`a Büyük Doğu dergisi için 10 yılda 147 bin lira verilmişti. Hâkim Başol, `gerici ve Atatürk düşmanı birine` bu paranın neden verildiğini soruyor, Adnan Menderes de Necip Fazıl`ın bir vatansever olduğunu, o ve onun gibi farklı görüşlerden yazar ve gazetecilere ödenekten para yardımı yapıldığını söylüyordu.

Hâkim Başol ise hayret uyandıracak hatta ihsas-ı rey olarak tarihe geçecek şu cümleyi kuruyordu: "Necip Fazıl mı vatansever!"

Sıra şahit olarak Necip Fazıl`ın dinlenmesine gelmişti. Aralarında şöyle bir diyalog yaşandı:

Başkan Başol: Örtülü ödenekten para almışsınız...

Necip Fazıl: Evet aldım. Ne aldığımdan ziyade niçin aldığım mühimdir. Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları olarak para almadım ve bunlardan hiçbirini yapmadım. 1943`ten 1960`a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana sürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Başkan Başol: Bu notları yazmışsınız okuyorsunuz, burada not olarak kelime kelime okuyamazsınız...

Necip Fazıl: İlk gazete olan Takvimi Vakai`den bu yana fikre müstenit bir tek gazete mevcut değildir ki, şu veya bu şekilde hükümetten yardım görmesin.

Başkan Başol: Üniversite gençliği ki süt gibi tertemizdir. Onlar sizi gerici buluyorlar...

Necip Fazıl:Bana gerici diyenler, sesini duyuranlar... Bir de on binlerce genç var ki benim idealime bağlı. Fakat sesini yükseltemiyorlar...

Başkan Başol: Memleket yararına yayın yapan gazetelerin büyük kanaati de memlekete zararlı olduğunuz...

Necip Fazıl: Büyük gazete tiraj ifade eder...

Mahkeme salonunun ortasında komutana özel kürsü

Yassıada duruşmalarının akıldan silinmeyen manzaraları kuşkusuz idam fotoğraflarıydı. Ancak bir fotoğraf, mahkemenin nasıl yönlendirildiğini gözler önüne seriyor. Mahkeme başkanı ve hâkimler heyeti, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ile Demokrat Partilileri yargılarken, mahkeme salonunun ortasında, Yassıada Komutanı Albay Tarık Güryay, kendisine ayrılan kürsüde oturuyor. Güryay duruşmalar boyunca yargılamayı izleyerek gerektiğinde müdahale ediyor.

Adalet sistemi içinde hiçbir şekilde yer almayacak bu görüntü, duruşma fotoğraflarına da yansımış. Fotoğraflarda Güryay`ın arkasında iki nöbetçi subayın bulunduğu gözleniyor. Salonun her yanında görevli onlarca asker var. Seyircilerin arasında Milli Birlik Komitesi`nden iki üye de davayı sürekli takip ediyor.

Yassıada mağduru birçok ismin tanık olduğu üzere Güryay, hem adada yaptığı zulümler hem de mahkeme salonunda avukatlardan yargılanan isimlere kadar herkese müdahale etmesiyle hatırlanıyor. O dönemde Yassıada`da görev yapan Teoman Koman ve Akay Şakman gibi isimler ise Tarık Güryay`ın `sağ ve sol kolu` diye tanımlanıyor.

Peyami Safa: Dergimde iktidarı öven tek bir yazı yok

-Sıra örtülü ödenekten Türk Düşüncesi Dergisi için para alan yazar Peyami Safa`nın ifadelerine gelmişti.

Peyami Safa, şahit sıfatıyla Yassıada`da bulunuyordu. 10 yıl içinde örtülü ödenekten Türk Düşüncesi Dergisi için 49 bin lira yardımda bulunulmuştu.

Başkan Başol, "Neden bu para diğer gazetelere değil de size veriliyor?" diye soruyordu.

Peyami Safa, bu soruya şöyle cevap veriyordu: "Bu sualinizin muhatabı ben değilim ama ben olduğumu farz ederek cevap vereyim. Bu, memlekette yüksek aydın sınıfının muhtaç olduğu bir mecmuadır. Memleket hayrına çıkmaktadır."

Hâkim Başol: İddiaya göre DP`yi desteklemek için olacaktır ki örtülü ödenekten bu kadar yüksek bir ödeme yapılmış...

Peyami Safa: Efendim bu mecmuada ben yedi sene bulundum. Bunun tek nüshasında iktidarı öven, müdafaa eden tek bir yazı yoktur.

Hâkim Başol: Yazılarınızla iktidarı destekliyor musunuz?

Peyami Safa: Bilakis en şiddetli hücumları ben yapmışımdır.

Başol: Üniversitelilerin doğru dediği doğrudur

-Örtülü Ödenek Davası duruşmasında, Hâkim Başol ile Bakan Tevfik İleri arasında Necip Fazıl ile ilgili şu diyalog geçiyor:

Hâkim Başol: Tevfik İleri, Necip Fazıl`ın neşriyatının memleket yararına olup olmadığı noktasındaki görüşünüz... ...Üniversite gençliği Necip Fazıl`ın neşriyatını protesto ediyor. Doğru dedikleri doğrudur, yanlış dedikleri yanlıştır...

Tevfik İleri: Muhterem Reis Beyefendi, bu mevzu gayet derin bir mevzudur.

Hâkim Başol: Derin ama gayet basit olarak ifade edilebilir.

Tevfik İleri: İlerilik, gericilik mevzuu bugün olduğu gibi bundan sonra da devam edecek bir münakaşa mevzuudur. ...Benim tavassut ettiğim Necip Fazıl`ın böyle bir neşriyatı yoktu. Daha ziyade çoluk çocuğu ile aç kaldığından kendisine tavassut etmişimdir.

Başkan Başol: Mesela Türkçe ezan için "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur" diye okunduğu zaman "Allah işte insanı böyle ulutur" diye ezanın Türkçe okunmasına muhalefet etmiştir.

Tevfik İleri: Yanlış bir şeydir efendim...

Hakim Başol, Menderes`i azarlıyor: Köşkte oturma barakada otur

`Örtülü Ödenek Davası`nın sanıkları eski Başbakan Adnan Menderes ile Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur idi.

Menderes, örtülü ödeneği amacına uygun olarak kullanmamakla suçlanıyordu. Oysa örtülü ödenek harcamalarının kanunla belirlenmiş bir tanımı o gün de bugün de yok(tu) ve harcamalar tamamen başbakanın tasarrufunda(ydı). Örtülü ödeneğin nerelere harcandığına dair bir belge tutma zorunluluğu bulunmadığı gibi, bu harcamalardan başbakanlar da mesul tutulamaz ve yargılanamazdı.

Ancak Menderes, Müsteşarı Korur`dan yapılan bütün harcamaları kaydetmesini istemiş, şahsi harcamalarının kendi banka hesabından karşılanmasını emretmiş, kayıtları da `bir gün lazım olur` diye Başvekalet Konutu`nun çatısında bir valizde saklamıştı. Hatta eşi Berin Menderes`e "Bunlar çok önemli belgeler. Bunları muhafazada özel önem gösterelim. Eğer belgeler arasında şahsi nitelikli harcamalar varsa tespit eder, geri öderiz." talimatı vermişti. Yaptığı harcamalardan korkan biri mecburi olmadığı halde bu belgeleri saklamazdı. Oysa Menderes`in emriyle tutulan bu kayıtlar, Yassıada`da önüne konuldu ve aleyhinde delil olarak kullanıldı.

Bu davayı ilginç hale getiren unsurlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Burhan Belge, Mithat Perin gibi dönemin ünlü yazar ve gazetecilerinin de şahit olarak dinlenmesiydi. Hatta Necip Fazıl`ın eşi Neslihan Kısakürek de şahitler arasındaydı.

Diğer davalarda olduğu gibi Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol ile Başsavcı Altay Ömer Egesel, bu davada da Menderes`i küçük düşürmek için aşağılayıcı ithamlarda bulunuyordu. Hatta Başbakanlık konutunun mutfağına tavuk tüylerini temizlemek için alınan `cımbız` bile dava konusu edildi. Birkaç kuruşluk bu cımbız, örtülü ödenek belgelerinin saklandığı bavula nasıl girdi bilinmez ancak bu olay o kadar çok abartıldı ki davanın adı kamuoyunda `Cımbız Davası` olarak anılmaya başlandı.

Zaman
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
1213046127elif%5B1%5D.jpg


Necip Fazıl'dan 14 Soru!

Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek'in Harf Davası şeklinde işlediği ve 14 tane soru şeklinde hazırlayıp 'BAŞYÜCELİK' makamına verilmesini istediği soruların neler olduğunu biliyormusunuz?
BAŞYÜCELİK EMİRLERİ - HARF DÂVASI
Bu emirle beraber ilim ve ihtisas ehlinden bir heyet kurulup aşağıdaki suallerin cevabını hazırlayacak ve tam mânasıyla ilim ve hakikatle teyitli olarak Başyücelik makamına verilecektir.

Sualler on dört tanedir.

İsmine “Arap harfleri” denilen, tam on asır Türk medeniyet kadrosunun ifade unsurunu teşkil etmiş ve on asırlık millî irfanın temeli mevkiinde bulunmuş harfler, hakikatte sadece ve kavmî mânada Arap harfleri midir, yoksa kavim üstü bir mâna ile “İslâm harfleri” mi? Bu hususta dinî, tasavvufî, ilmî ve aklî bürhanlar nelerdir?

Kavim üstü, küllî bir şümulle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemeyeceği bir ilim meselesi olan harflere “Arap harfi” ismini vermek mümkün oluyor da, doğrudan doğruya ve münhasıran Lâtinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl “Türk harfleri” denilebiliyor?

Her iki harf manzumesi üzerinde, mücerret ve müşahhas imtiyaz ve faydaları bakımından bir nefs muhasebesi, bir mukayese vazifesi yerine getirilmiş midir?

Bizzat Lâtin harfleri dünyasına mensup bir ilim ve fikir adamının dünyada en mütekâmil ve ince harfler olarak “Arap harfleri”ni gösterdiğini; ve kendi milleti için, kültür kökünü değiştirmek muhali olmasa, bu harfleri tavsiye edeceğini bilen var mıdır?

Harf inkılâbı sırasında Amerikalı bir terbiye mütehassısının “Türklerin eski harflerini kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerikanın, bütün madenlerinden mahrum olmasından daha ağır bir kayıptır!” sözü gerçekten vâki midir? Amerikalı profesör, şüphesiz ki, kendi misyoner ve politikacılarının iştirak etmeyeceği bu sözüyle ne demek istemiştir? Nihayet ilmî insafı çatlamıştır da ondan mı?

Garptan bütün müspet bilgilerini ve her şeylerini alan, bütün medeniyet unsurlarını iktibas eden Japonlar, cihanın en çetin ve gülünç derecede iptidaî harfleri olan kendi yazılarını acaba niçin muhafaza etmişlerdi?

Eski harflerin öğrenilmesindeki zorluk, acaba tedris metodlarının sakatlığından mı, yoksa bizzat harflerin bünyesindeki çetinlikten mi doğmaktaydı?
Eski harflerin imlâsındaki kargaşalık, acaba bu hususta sabit ve kat’i bir usul eksikliğinden mi, yoksa bizzat harflerin kendisinden mi gelmekteydi?

Eski harflerin bütün millete ve aşağı tabaka halka teşmil edilememesindeki zaaf, acaba o devrin maarifine mi, yoksa harflerin zatına mı aittir?

Yeryüzünde, o da kısmî olmak şartıyla, İtalyanca, Fransızca, Yunanca gibi cihanın en büyük dilleri pekâla bunu yerine getirebileceğine göre, Lâtin harflerinin dilimize tatbikindeki (fonetik) mazhariyet, acaba hakikatte ve sâf zekâ bakımından bir fayda mıdır, yoksa bir mahzur mu? Yani (fonetik) olmayan ve kelime usulüne dayanan yazı şekillerinin zekâyı beslemesinde hususî bir pay yok mudur? (Fonetik) usul, insanı, pek basit ve ucuz bir (avantaj)a karşılık, içinde hapsedilip kalacağı ve avâm seviyesinden yukarıya çıkarmayacağı bir kabalığa mahkûm etmez mi?

Birbirine bağlanan, bağlandıkça şekil değiştiren ve birbiri içinde hall-ü hamur olan şekillerle, herbiri kaba zincir baklaları ve çakıl taşları gibi daimî bir sertlik muhafaza eden şekiller arasında, bediî olduğu kadar aklî rüçhaniyet ve galibiyet hangi taraftadır? Ve bu rüçhaniyet ve galibiyetin ilk bürhanı olarak eski harflerin stenografya kıymeti, telâfisi mümkün bir kayıp mıdır?

Nihayet eski ve yeni harf nesillerinin birbiriyle mukayesesinden çıkacak hüküm, mücerret zekâ, irfan ve şahsiyet bakımından hangi cepheye üstünlük yöneltecektir?

Bin kişilik bir cemiyette dokuz yüz kişinin imzasını atabilecek ve (Karagöz) gazetesini sökebilecek kadar okur-yazar olması mı; sadece yüz kişinin tam okur-yazar ve her türlü fikir çilesiyle dolu olması mı, o cemiyet hesabına üstün bir not belirtir?

Acaba harf inkılâbını yapanların ve hattâ eski harfler içinde çocukluğunu ve ilk mektep çağını idrak edip de peşinden yeni harfleri öğrenenlerin, bütün hususî ve samimî ifadelerinde yalnız ve yalnız eski harfleri kullanmaktan başka bir şey yapamamaları, sadece alışkanlıkla izah edilecek ve içine eski harf kudret ve imtiyazından hiçbir pay karıştırılmayacak bir hâdise midir?


İdeolocya Örgüsü’nden Sh.-322-325 /Necip Fazıl KISAKÜREK
 

hasgül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Mar 2009
Mesajlar
1,965
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Bu mahmurluk sırtımda kaplumbağa kabuğu

Rahatı rahatsızlık şu dünyanın seyrinde

Ah geçmiş ne gelecek şimdiyse uçan buğu

Yollar ki birbirine kavuşmanın derdinde
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İŞKENCE PANELİ 19 ARALIK'TA

Çağından mesul olmaya çalışan hukukçular olarak, zamanın ruhuna mutabık faaliyetler yürütmek maksadıyla kurulduğunu belirten ve Merkezi İstanbul'da bulunan Yeni Devir Hukukçular Derneği, İstanbul'da Tarık Zafer Tunaya kültür merkezindeki etkinliklerini sürdürüyor

16 Aralk 2010, 19:05
kullanici.png
Anadolu Haber




Ankara, Konya, Antalya, Adana ve G. Antep'te temsilcilikleri bulunan Derneğin Aralık ayı programının başlığı;

“Bitmeyen Gündem, Türkiye’de İşkence” olarak belirlenmiş...

Programın katılımcıları; Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Av. Selçuk KOZAĞAÇLI ile

Yeni Devir Hukukçular Derneği Genel Sekreteri Av. Güven Yılmaz.

"İşkenceyle mücadele, emperyalizmle mücadeledir" diyen ve bu çerçevede haksızlığa, hukuksuzluğa maruz kalan kim varsa, onlarla bir ve beraber olmaya devam edeceklerini ifade eden Yeni Devir Hukukçularının Tarık Zafer Tunaya’daki programlarının tarihi; 19 Aralık 2010 Pazar. Programın başlama saati ise 16.00 olarak belirlenmiş..


PANEL

BİTMEYEN GÜNDEM
-"TÜRKİYE'DE İŞKENCE"-.

Av. Selçuk Kozağaçlı

Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı

Av. Güven Yılmaz
Yeni Devir Hukukçular Derneği Genel Sekreteri

19 Aralık 2010, saat: 16.00
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi
İstiklâl Caddesi, Tünel, Beyoğlu/ İSTANBUL
images


images

images

images

images

images

images

images

images

images

images

images
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
BBP telegram İşkencesini Kınıyoruz!

images


BBP GENEL BAŞKANI YALÇIN TOPÇU:
SALİH MİRZABEYOĞLU'NUN ŞARTLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN ELİMİZDEN GELEN YAPACAĞIZ.

16 Aralk 2010, 19:05
kullanici.png
Anadolu Haber



Salih Mirzabeyoğlu’na uygulan Telegram işkencesi konusunda herkesi bilgilendirmeyi amaçlayan grup 15 Aralık Çarşamba günü, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Yalçın Topçu ile görüştü.
images

Salih Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı telegram işkencesi konusunda bilgilendirilen Genel Başkan Topçu; “Kendisinin de işkence gördüğünü, işkence ve cezaevi’ne yabancı olmadığını” belirterek; “Devletin İmralı’da kuyruğa girdiği bir dönemde, Müslüman bir lidere işkence yapılmasının kabul edilemeyeceğini, bu konu ile yakinen ilgileneceklerini” belirtti...

Hafta’ya Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile bir görüşmesi olduğunu, bu görüşmede de bu mevzuyu mutlaka dile getireceğini ifade etti.

Salih Mirzabeyoğlu’nun Avukatları ile de görüşmek istediğini söyleyen Topçu, Mirzabeyoğlu’nun cezaevi şartları konusunda da iyileştirme yapılması gerektiğini belirtti.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Tarikat,Cemaat ve Mehdilik Mevzuları Üzerine

images


Kendi şuur seviyemizle sınırlı olmak şartıyla bu mevzuları dünya görüşümüz açısından değerlendirmek istiyoruz.

İBDA, yeni bir dünya görüşü ve yeni bir dildir. Bundan dolayı kendine özgü bir teşkilatlanma biçimi, insan yetiştirme tarzı ve fikrî manzumesi vardır. Kendinden zuhur ve benzersiz cepheleşme modeli buna misaldir.

Önce İBDA ve İBDA-C ayrımı yapalım ki, asıl ile gölge, merkez ile çevre birbirine karışmasın. Çünkü bir dairenin merkezi başka çevresi başkadır.

İBDA, Allah ve Resûlü davasında, Doğru Yol-Kurtuluş Yolu’nun bir remzi, bir alemi…

İBDA-C (cephesi ve cepheleri), Kumandan Mirzabeyoğlu’nun dışında, İBDA fikriyatına bağlı, hatası sevabı kendine ait, birbirinden bağımsız legal-illegal tüm faaliyetlerin genel adıdır; yani birbirinden bağımsız tüm cephelerin zümre adıdır, belli bir şahıs ve şahıslar değil.

İBDA’nın benzersiz teşkilatlanmasıyla günümüzde şekilden ibaret tarikatlara benzemediği açıktır; fakat Üstadın ifadesiyle “İslâmın zahiri şeriat, batını tasavvuf” olduğuna göre İBDA’nın ideolojisi tasavvuftan beslenir. Bizim cemiyet nizamı kavgamızda ehli dua olarak herhangi bir tarikata mensup samimi Müslümanlarla da her zaman ilgimiz vardır.

Rejim muhalifi ve alternatif bir dünya görüşü sahibi İBDA bağlılarının, “tesbihini çek ve düzene uy” anlayışındaki tarikatlarla bir benzerliği yoktur; bilakis “tesbihini çek, zulme de isyan et” tarikat-yol üzerindedir. Bilindiği üzere tarikat, yol demektir. Din de yol demektir ve Efendi Hazretleri Allahın yolunu kesen sahte hoca ve sahte şeyhlere büyük nefreti vardır.

İBDA, “Nakşi sırrıdır kavgam” derken Üstad ve onun şeyhi Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine bağlılık ifade eder ve tasavvufu yüksek bir yere koyarak velilere en büyük saygıyı gösterir; böylece ciddi olması gereken şeyh-mürid ilişkisini ayağa düşürmez. Demek ki İBDA’nın tarikat anlayışı piyasadaki mevcutlarından daha üstün ve edeplidir.

İBDA bağlılarına düşen ise, şeyh-müridlik ilişkisini Efendi Hazrretleri, Üstad ve Kumandana has görerek, müridin müridi olmak, zikri ise hem tesbihat hem fikir (ideolojik eğitim) bilmektir. Diğer bir çok tarikatlarda ayağa düşen bu mevzu, bizde üstte bir derece olarak durur. Tasavvufa gerçek saygı ve bağlılık bunu icap ettirir. Biz, “Nakşibendiyiz, müridiz” bile demekten imtina eder; “Nakşibendi sırrına bağlıyız. Müridinin müridiyiz” deriz. İşte İBDA’nın tasavvufu gerçek seviyesinden idrakı ve bağlılık ve saygısı. Dolayısıyla diğer tarikatlardaki müridlik, bizim bu müridlik seviyesine ulaşamaz. Çünkü hadlere riayet edip daha çok ram olanın derecesi de yüksek olur. Onun için İBDA’nın müridliği zor oluyor, can ve malla ateş menzilinde sınanıyor, elini sallasan ellisi hesabı içi boş müridlerle dolmuyor. Sözde nefsinden vazgeçen fakat cihad meydanlarından uzak duran müridliktende uzak durmamız tasavvufî anlayışımız gereğidir. “Gündüz zabit, gece âbit” sözü rehberimizdir. Nefsinde kemal dikizlemek, dervişçilik oynamak yasaktır bizde. Şeyh uçmaz mürid uçururmuş hesabı keramet teşhirciliği yapmak, tuttuğu takıma taraftar toplar gibi kendi tarikatına adam toplamak tasavvuf inceliklerine sığmaz.

Tasavvufun “kâl değil, hâl” olduğunu hatırlatalım ve çile içinde yaşayan İBDA’cıların “hal” şartına daha yakın olduğunu belirtelim. Düzenin onlara verdiği rahat postlarda tarikatçilik oynayanlara acımaktan başka bir şey yapamayız. Cihaddan kaçıp bir tarikata sığınmak samimiyetle bağdaşmaz. Gerçek tarikat ve gerçek tasavvuf, nefsini yellemek rizikodan uzak durmak için değildir.

Hiçbir cemiyet projesi ve bunun kavgası olmadan , İslâmı eşya ve hadiselere tatbik derdi olmadan, sadece tesbih ve namazla yetinenlerin tarikat ve tasavvuf gibi yüce makamlardan bahsetmeleri ve müridlik iddiaları şekilden ibarettir. Ruhu yok, şekli var. Halbuki ruhsuz tasavvuf olmaz. Maalesef günümüz müridlerinin bir çoğunda gördüğümüz hâl budur.

Biz müridliği Kumandanın Üstada bağlılığından öğrendik. Rabıta mevzuunda da ise şunu söylüyoruz; Üstadın ve Kumandanın Efendi Hazretlerine rabıtası söz konusudur ve bizim haddimize değildir. İstisnaları bilemeyiz ve zaten de onlar bunu mevzu etmezler. Dediğimiz gibi biz müridin müridiyiz ve bağlılığımız (müridliğimiz), fikir ve aksiyondur; yoksa nefsimizde kemal dikizlemek, dervişlik oynamak değildir. Dervişçilik oynayanlar İBDA aksiyonuna zıttır ve eleştirdiğimiz şekilci ve komik müridliğe misal olurlar ancak.

Bu kapı (BD-İBDA), hem bâtınen, hem zahiren sağlamdır ve tasavvufa da en büyük saygıyı besleyendir.

Gelelim cemaat mevzuuna…

İBDA, sosyal, siyasî, ekonomik ve ahlakî bir nizam olduğuna ve bir toplum projesi teklif etmesine nazaran genel manasıyla bir cemaattir ama yapısı ve anlayışı itibariyle bildik cemaatlere hiç benzemez. İBDA’nın “benzersiz oluş” manası burada da kendini gösterir ve kendine özgü teşkilatlanma modeli ile diğer cemaatlerden ayrılır.

İBDA ve İBDA-C, fikir ve aksiyon olduğu için takım tutar gibi bir cemaatçilik anlayışı taşımaz. O, yüce değerlerin kavgasını verir ve cemiyetin her sahasına nüfuz edecek, her aleti kendi diyalektiğine göre kullanacak bir taktik ve strateji izler, her kalıba rahatlıkla girer. Hayattan tecrit olan bir yobazlık anlayışı taşımaz. İlim sahasında teşkilatlanır, sanat sahasında teşkilatlanır, sivil ve askeri sahalarda teşkilatlanır, hücre tipinden kuantum fiziğine kadar teşkilatlanmadığı saha yoktur ve üst dil-üst mânâ-üst diyalektikle hepsine şemsiye rolü oynamakta zorlanmaz. Piyasadaki ahbap-çavuşluk cemaatlerinden uzak, yeni nizam yeni insana talip bir aksiyondur İBDA.

Mehdiyet mevzuuna gelince…

Ahir zamanda yaşadığımız ve mehdinin zuhuru şartlarında olduğumuz kuvvetli bir inançtır.

Ve biz inanıyoruz ki, BD-İBDA Kurtuluş Yolu’dur; Nasıl’ı ve Niçin’i ile, yenileyenin ne ve yenilenenin ne olduğu suallerine karşılık doldurduğu alan ve üzerinde olduğu vazife ile İBDA’nın bu misyonda olduğu hasbî bir çaba sonucu görülebilir. Üstadın Kumandana tavsiyelerinde (Necip Fazılla Başbaşa S.M.) bu husus açıktır ve Nuh tufanı şartlarında, Büyük Doğu dergilerinin bir kapağında gösterildiği üzere tek kurtuluş gemisi Büyük Doğu anlayışı ve aksiyonudur ve Büyük Doğunun yürüyen hâli ise İBDA’dır. Yıkılmış ve geçmişle bağı kopmuş İslâm anlayışını yeniden tesis için yepyeni fikir manzumesi ile ortaya çıkan ilmi ledün sahibi fakih ve hakim Salih Mirzabeyoğlunu çağın yenileyici addederiz. Yukarıda belirttiğimiz gibi, “yenilenen ne ve yenileyen ne? suallerinin cevabı verilmiş ve İslâm inkılabı tezgahlanma yoluna girilmiştir. Daha ötesinde söylenecek söz yoktur ve “doğruyu Allah bilir” deyip iş ve aksiyonumuzu bakmak en doğru yoldur.

Bu mevzuda tartışma yapmanın yanlış olduğunu ve herkesin kendi yolunu doğru ve liderini mehdi kabul ettiğini bilerek belirtelim ki, “mehdi gelecek küfürle amansız bir savaş verecek ve İslâmın iktidarını sağlayacak” sahih anlayışına ve aksiyonuna uygun kim varsa gelsin diyoruz ve herkesi kendi iman ve anlayışıyla baş başa bırakıyoruz. Bunun aksi “ senin şeyhin mi üstün, benim şeyhim mi üstün” kısır tartışmalarına döner ki, İslâmî edep olarak bu bize bir şey kazandırmaz, bilakis kaybettirir.
Netice olarak söylersek, İBDA, ismiyle müsemma bir yol, bir fikir bir aksiyondur ve bağlıları da (İBDA’cılar) buna göre bir yol, bir fikir, bir aksiyon üzerinde olmak zorundadır. “Yeni nizam-yeni insan” gereği, İslâm inkılabı bunu bizden ister.
Kaynak: Baran Dergisi
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Chp'li Şükrü Saraçoğlu imzasıyla basına "Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!" emri gelir, Hasan Ali Yücel, Üstad'a "Akademideki hocalığınızla Büyük Doğu'dan birini seçmenizi ihtar ederim!" fermanını o sıralarda yazar ve Üstaddan:"Elli kişilik bir sınıftansa bütün vatana hitap edici kürsüyü, yani Büyük Doğu'yu seçtiğimi ihtarınıza karşı ihtar ederim!" cevabını alır, bunun üzerine Üstad o sıralarda ders verdiği Akademiden kovulur.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Mahkemede Üstad,
"İslam nizamını propaganda ettiğimi söylüyorlar. Şüphe mi var? Biz yalnız bu işi yapmıyor, bu işi yapmak için yaşıyoruz... Biz Tanzimat'tan beri gelen bütün muhasebesiz Avrupalılaşma ve taklit hamlelerine karşıyız ve 15 senedir yalnız bunu yapıyoruz."
 

İPARHAN

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Ağu 2010
Mesajlar
279
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
İBDA, Allah ve Resûlü davasında, Doğru Yol-Kurtuluş Yolu’nun bir remzi, bir alemi…

İBDA-C (cephesi ve cepheleri), Kumandan Mirzabeyoğlu’nun dışında, İBDA fikriyatına bağlı, hatası sevabı kendine ait, birbirinden bağımsız legal-illegal tüm faaliyetlerin genel adıdır; yani birbirinden bağımsız tüm cephelerin zümre adıdır, belli bir şahıs ve şahıslar değil.


Allah(cc) yardımını,Şanlı Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU daha sonra da İBDA ruhunu kendi ruhuna nakşetmiş,davanın ciddiyetini idrak eden hizmet erlerinin üzerine sağanak sağanak yağdırsın...Bilhassa da Üstadı rahmetiyle kuşatsın...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Nitekim rahmetli Üstad şöyle hitap ediyor: "Gerçek Müslüman! Senin işin İslam’ın herkesçe bilinen, bilinmesi kolay olan, kolayca bilinmekle mahrum nasipler üzerinde bir tesir bırakıp bırakmayacağı meçhul bulunan, umumi ve hususi bilgileri ezbere sıralamak değildir! Senin işin, bu bilgiler altında yaşayan namütenahi derin ruhu, tamamıyla İslami ölçüler altında, ebediyet mikyasıyla zaman ve mekanı fethedici zaman mimarisini kurmaktır! Ebediyetin Rehberi belki de böyle bir fiile şart tayin buyurmak için bazı İlahi tefekkürlerin bir saatine yetmiş sene namaz sevabı müjdelemişlerdi."
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt