BÜYÜK DOĞU
Tekrar başa dönersek; aykırı ve aydın kişiliğe sahip bu dahi; kronolojik olarak merdivenini otuzuna dayarken, bir türlü özlediği aleme dayayamamanın ızdırabı içinde kıvranmakta... İşte bu dönemde kendi ifadesiyle kendisi: "Hiçbir şeyle doymayan, kanmayan, yetinmeyen ne şiirimdi, ne fikrim, ne kültürüm... Çocukluğumda görür gibi olup kaybettiğim çarpıcı renk, çekici ses, tılsımlayıcı eda... Buydu aradığım... Şiirin, fikrin, bilginin üstünde bir alemden, kapılarımı tırmıklayan, pencerelerimi zangırdatan işaretler almış ve artık onları bir daha bulamaz olmuştum. Bütün dış hayat, bildiğimiz bütün olaylarıyla, başımın üstünde bir takım basık tavanlardan ibaret... Onları bir bir yıktıkça, çıkan ikinci katın tavanı da bana alçak geliyor ve ciğerlerimin muhtaç olduğu havaya bir türlü çıkamıyordum. Çatıyı da yıkamıyorum."[13]
Bu çelişkiler içinde kıvranıp dururken, nihayet bir gün... l934 yılı bir kış akşamı vapurda karşılaştığı meçhul bir şahsın tavsiyesi ile Ağa Camii'ne gidiyor. Ve orada rehberini, efendisini tanıyor. Bundan sonra Üstad'ın kendi ifadesi ile "Gözleri, gözleri daima baktığı şeylerin ilerisindeki bir görünmeze bakan gözleri." kendisini kıskıvrak yakalıyor. İşte Necip Fazıl'ı bu faktörden soyutlayarak anlamak imkansız. Bundan sonra anlatacaklarımız kısaca sözünü ettiğimiz tanışmadan sonra.
l938 yılı başlarında kendisinden bir milli marş isterler. İşte bu marşı yazarken bir mısra nurla fışkırır ruhunun derinliklerinden:
Doğsun BÜYÜK DOĞU benden doğarak!
Yine kendi ifadesiyle "Nelerden neler doğuyor ve neler nelere vesile oluyor?"
Böylece Büyük Doğu yavaş yavaş kendi içinde pişerek, olgunlaşarak, oluşarak bir İdeolocya olma haysiyetini kazanıyor. Nedir Büyük Doğu? Hep kendi ifadesiyle:
"Doğuş olmaya doğuş... Doğu olmaya doğu... En doğrusu Doğunun doğuşu... Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihad kapısı... sadece "Sünnet ve Cemaat ehli" tabirinin mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti yirmibirinci asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı..."[14]
Bu açıklamalardan sonra "Efradını cami, ağyarını mani" bir tanımla Üstad'ın ifadesi ile Büyük Doğuyu şöyle tanımlayabiliriz: "Garp dünyasının müsbet bilgilerden ibaret madde hakimiyetini ve akıl yolu ile maddeyi istismar zaferini tam bir şahsiyet ve ehliyetle doğuya mal edip, Doğunun asli ruh vahidine eklemek; böylece Doğu'nun eksiğini Batı'da, Batı'nın eksiğini Doğu'da giderici üstün cemiyet mefkuresine bağlamak."[15] Şimdi de bu tanımda geçen bazı kavramları açıklamaya çalışalım.
İlk çağlardan beri geçen zaman süreci içinde değişik anlamlar kazansa da Doğu ve Batı ayrımları yapılmıştır. Büyük Doğu ideolocyasına göre Doğu, "İçeride Hint denizine doğru, bütün vecd ve hakikatini kaybetmiş, her türlü savunma kudretinden mahrum, sadece yılgınlar, bezginler ve kıravatlı maymunlardan ibaret ölü bir insanlık... Dışarıda da Atlas Okyanusuna doğru yalnız saldırıcı dize getirici ve kendisini Doğu'ya örnek gösterdikçe büsbütün zehirleyici bir alem..."
Yapılan birinci ayrım Doğu ve Batı'dan sonra, ikinci ayrım ruh ve madde... Ruhun vatanı doğu, maddenin vatanı Batı... Batı maddeye dürbünün doğru yanıyla bakmış ve onu gerçek yerine oturtmuş, böylece yumruğunu sıkarak onu sımsıkı yumruğunun içine almış, fakat ruha dürbünün tersiyle bakarak onu objektif olarak kavrayıp onu yerli yerine oturtamamıştır. Böylece ruhu yöneltici gerçek ruhi değerleri bulamadığı için hakim olduğu madde kendisini yöneltmeye başlamıştır.
Doğu ise ruha dürbünün doğru tarafıyla bakmış, fakat maddeye dürbünün tersiyle baktığı için yumruğunu çözüp maddeyi büsbütün elinden kaçırmıştır. Genel olarak Doğu, hiçbir zaman maddeyi olduğu gibi görememiş her zaman onu mistikleştirerek, İslami telakki dışı iç alemine saplanıp kalmıştır. Batı da ruhu tam ihmal ederek maddenin dış kalıbına bağlanıp kalmıştır. (Not: Bak: 17 Mayıs l946, s. 2)
AKIL
Batı, Doğu'dan en önemli farkı olan madde hakimiyeti ve maddeyi istismar zaferini; metod, sistem, akılla maddeye tahakküm sistemi, laboratuar tecrübesi, Yunani ve hendesi zevkle elde etmiştir.
Adım adım ilerlerken Batı dünyasının maddeyi istismar zaferini akıl yoluyla gerçekleştirdiğini söyleyerek, dünya düşünce tarihinin netameli problemlerinin başında gelen akıla geliyoruz.
Akıl, hani şu, Antik Yunan dünyasının sonsuz renklilikteki felsefi zenginliğinin belirli bir zaman kesiti içinde çeşnisi olan, sonra uzun bir süre sürgün edilerek unutulan, nihayet 17. asırda Descartes'in eliyle prenses olarak tekrar tahta çıkartılan, daha sonra da Kant tarafından tahtından indirilerek, hesaba çekilip, belki de gerçek yerine yakın bir yere oturtulan şu yetimiz... Bazen genel-geçer, tümel bilgilerin kendinde bulunulduğuna inanılmış, bazen de derece derece şüphe edilerek redde kadar varılmıştır. Bu netameli meseleye Büyük Doğu İdeolocyasının yaklaşımı nasıldır? Aklı nereye koyuyor? Nitekim dıştan toptancı bir bakış sanki bir çelişki varmış zehabına kapılabilirse de bu sadece bir yanılgıdır.
Her şeyden önce şunu tespit edelim ki; akıl Allah'ın insana bahşettiği mevhibelerden biridir. Ama ne var ki bütün incelik şu noktadadır ki; bir anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamaya çalışmalı, kendisini eleştiri süzgecinden geçirerek, imkan ve kabiliyetinin sınırlarını tespit etmelidir. Akıl öyle bir yetimizdir ki; o olmayınca hiç bir şey yapamayız. Mükellef olmanın şartlarından biri de akil olmaktır.
Fakat aynı akıl kendisini her şey zannettiği, bütün varlık biçimlerini bilebileceğini iddia ettiği, sınırlarını aştığı anda insanı iki dünyada korkunç bir hüsrana götürür. Bunun içindir ki bu inceliği tasavvuf harikulade güzellikte şu şekilde ortaya koymuştur: "Bu iş ne akılla olur ne de akılsız." Üstad'a göre: " Derin ve gerçek müminde ilahi nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; şer'i isimlendirilişiyle SELİM AKIL şeriatı yegane ve mutlak hakikat sayar ve bu mutlak nizamı aynıca mizana çekme kudretini nefsinde görmez..." Üstad devam ediyor: "Namütenahi ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen, bu teslimiyetinden sonra iade edilen gerçek kafa ve büyük akıl ile o kişi "bilinebilir" olanın içine girer."[16]
Üstad ikiye ayırdığı bu "bilinebilir"i yer yer değişik kavramlarla ifade etmiştir. Biz bu gnoseolojik ayrımı kendi ifadeleri ile: MAVERA ALEMİ VE DIŞ ALEM olarak ifade edeceğiz. Mavera alemi ile anlatılmak istenen: Mutlak hakikatin, Allah ve üstün illiyetlerin[17] bulunduğu alemdir. İşte akıl dediğimiz yetimiz; mavera alemine ait konularda yetki sahibi değildir. Ve bu noktada aklın en son aşaması bu alemdeki gerçekleri anlayamayacağını anlamasıdır. Bu alemin bilgisi, gerçekleri; ancak imanla, aşkla, gönülle bilinebilir. Ancak sebep-sonuç bağı içinde gerçekleşen kozaliteye bağlı gerçekleri anlayabilen akıl, sebep-sonuç ilişkisi dışında gerçekleşen mavera alemindeki olguları kavrayamaz. Şüphesiz buradaki gerçekleri akılla anlayamayacağımızı da akılla anlıyoruz. Fakat ne var ki bir şeyin kendini aşması için, kamil noktaya ulaşması gerekir. Ancak bu akıl sahipleri aklı aşabilir. Bir de babaannelerimiz o samimi cehaletleri ile...
Nitekim aklı temsil eden melek, Peygamber efendimizi "Sidretü'l Münteha" ya kadar taşıyabildi. Ve "bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!" dedi. "Ya buradan ileriye nasıl geçilir?" sorusuna da "Aşkla!" cevabını verdi. (Not: Bak: Aşk, 18 Ekim 1946, Sayı: 51, Vecdimin Penceresinden)
Hepiniz bilirsiniz; Miraçtan sonra Yahudiler koştular Hz. Ebubekir'e geldiler. "Bak seninki ne diyor? Gökyüzüne gitmiş, gelmiş, daha yatağı soğumamış!" Hz. Ebubekir soruyor: "Kim dedi" Cevap: "O" karşılık: "Öyleyse inandım" İşte sıddıkiyet mertebesi... Üstad; Hz. Ali'nin Müslüman oluşunu anlatırken şöyle diyor: "Nihayet şimşeklerin şimşeği, seziş dediğimiz o akıl üstü yol gösterici, o alev, o kıvılcım, o nur, gönlünü tutuşturuveriyor. Alemde güvenilecek tek idrak noktası varsa budur: Akıl ve hesap değil, seziş ve eriş... Yatağından fırlıyor Allah Resulüne varıyor: İnandım! İman ettim! Sen hak Peygambersin ve getirdiğin din haktır!"[18]
Ayrıca biz mavera alemine ait olağanüstü olayları; televizyon, radyo vb. aletlerle ispata çalışmayı en basitinden absürd buluyoruz. Çünkü mucize ve keramet sebep-sonuç ilişkisinin bir an kesilmesidir. Halbuki gerek radyo ve gerekse televizyon, her türlü teknolojik alet sebep-sonuç ilişkisi içinde, tabiat kanununa uygun olarak, aynı prensiplerle çalışmaktadır.
Şu halde, böylece Allah ve üstün illiyetleri anlayamayacağını anlayan akıl, dış aleme yönelerek, sebep-sonuç ilişkileri içinde, tabiat kanunlarına göre oluşan olayları araştırmak genellemeler yapmak, yasalar halinde ifade etmek borcundadır. İşte bu alanda laboratuar tecrübeleri yapılacak, gözlem yapılacak ve akıl son sınırına kadar gerilecek, kullanılacaktır. Demek ki bütün incelik aklı kullanacağımız alan ile, aklın yetki alanına girmeyen sınırları tam bir hassasiyetle çözebilmekte. İşte bu akıl: Batı'nın bugüne kadar kendi aklını kullanarak maddeyi kendi emelleri uğruna kullanmak için geliştirdiği teknolojiyi, kendi asli ruh vahidine ekleme savaşına girişecektir.
Doğunun asli ve ruh vahidinden de kastedilen yine Üstad'ın kendi ifadesi ile "tam pazarlıksız ve muvazaasız İslam." Demek ki insanoğlu her ne kadar öteleri fethetmek, Mavera alemine ait sırları keşfetmek için yaratılmış ise de; insanın önce bu dünyayı, dış alemi fethetmesi veya diğer dünya fatihi milletlerin esiri olmaması için kendi elinde tutması gerekir ki; buna da ancak müspet bilgiler yoluyla ulaşılabilir.
Not: Avrupalı otomobili icat etti diye sen İslamlıktan tiksindin. 27 Ağustos ya da Aralık l947, l00l Çerçeve, Yıl, 2, C. 4, Sayı: 73)
TEKNİK- KÜLTÜR
Kısacası İslam’dan zerre feda etmeksizin Batı'nın bütün teknik başarılarını ve onun insanlığa faydalı yanlarını devşirme davası... Yalnız kanaatimizce burada teknik-kültür ilişkisinin üzerinde durulması gerekir. Çünkü egemen teknoloji, kültürü ile birlikte geliyor. Nitekim biz Japonya örneğinin yanlış değerlendirildiği kanaatindeyiz. Amerikanizm ne Japon geleneği, ne de Japon kültürü bırakmıştır. Ama eğer gelenek görenek kültür dediğimiz kılıç-kalkan ekibiyle turist karşılamaksa o bizde de yapılıyor.
Bu konunun ciddiyetle tartışılması gereğine inanıyoruz. Nitekim Prof. Dr. Sadıklar l97l de yazdığı bir kitapta "Bugün Tokyo'yu ziyaret eden bir yabancı bu şehri diğer büyük Batı şehirlerinden zor ayırt edebilir. Büyük binaları, tesisleri ve caddelerindeki kalabalığın kıyafetleri ile Tokyo gittikçe bir Paris, Newyork manzarasını almaya başlamıştır. Yeni gençlik, sıkıntıları ve hippileriyle Batı gençliğinin bir kopyası olma yolundadır." demektedir. Nitekim Japonya hakkında bir kitap yazan Prof. Dr. Güvenç, "Kent merkezi Tokyo bir batı sahnesidir. Dekoru batılı oyuncusu doğulu garip bir sahne" dedikten sonra, Fransız ve ABD eğitim sistemlerinin alındığını, dolayısıyla eğitimin, ailenin, kıyafetin kısacası kültürün hızlı bir değişim içinde bulunduğunu ifade ediyor. Bu değişimin edebiyata yansımasını da şöyle ifade ediyor: NATSUME Saseki, "Kokora" adlı romanında geleneksel Japon ruhunun yittiğini ve toplumun geleceği hakkında karamsarlığı ifade ediyor. TANAZAKİ Çuniçiro "Moikoko Kardeşler" romanında soluğu kesilmiş bir toplumu anlatıyor. KAVAZAKİ (1976) maskesi düşürülmüş Japonya'yı yazıyor. MİŞİMA Yukio; (1975) o güzel Japon ruhunun yittiği gerekçesiyle intihar ediyor, FUZUKAVA Yukiçi bu değişimin gereğini savunuyor; "Fukuda"da.
Geleceği Allah'tan başka kimse bilemez. Fakat eğer gelecekte Japonya dünyanın birinci ülkesi olursa, bu yine Japon kültürünün Japonyası olmayıp Amerikanizmin egemen olduğu bir Japonya olacaktır.
Bu tür tesellileri alıkoyucu duraklar ve tuzaklar olarak görüyoruz. Bu konuda Üstad da bir şüphe beliriyor, fakat üzerinde fazla durmuyor. fiöyle diyor: "Yoksa bir Garp Cemiyeti içinde doğup yetişmeden ve Garplı bir ailenin hassasiyet havasında yoğrulmadan veya bu havanın kendi memleketinde ocağını kurmadan garp ahlakına tevarüs mümkün değildir. İlmine, fennine tevarüs belki..." l944'te yazdığı bir yazıdan...[19]
Garbın sadece ilmini, tekniğini almak görüşü çok rahatlatıcı fakat bizce tatminkar değil. Öyleyse ne mi yapmak lazım? Bilmiyoruz... Sadece kıyasıya tartışılması gereğine inanıyoruz. Belki de bir yere varabiliriz.
www.tutak.gen.tr
Tekrar başa dönersek; aykırı ve aydın kişiliğe sahip bu dahi; kronolojik olarak merdivenini otuzuna dayarken, bir türlü özlediği aleme dayayamamanın ızdırabı içinde kıvranmakta... İşte bu dönemde kendi ifadesiyle kendisi: "Hiçbir şeyle doymayan, kanmayan, yetinmeyen ne şiirimdi, ne fikrim, ne kültürüm... Çocukluğumda görür gibi olup kaybettiğim çarpıcı renk, çekici ses, tılsımlayıcı eda... Buydu aradığım... Şiirin, fikrin, bilginin üstünde bir alemden, kapılarımı tırmıklayan, pencerelerimi zangırdatan işaretler almış ve artık onları bir daha bulamaz olmuştum. Bütün dış hayat, bildiğimiz bütün olaylarıyla, başımın üstünde bir takım basık tavanlardan ibaret... Onları bir bir yıktıkça, çıkan ikinci katın tavanı da bana alçak geliyor ve ciğerlerimin muhtaç olduğu havaya bir türlü çıkamıyordum. Çatıyı da yıkamıyorum."[13]
Bu çelişkiler içinde kıvranıp dururken, nihayet bir gün... l934 yılı bir kış akşamı vapurda karşılaştığı meçhul bir şahsın tavsiyesi ile Ağa Camii'ne gidiyor. Ve orada rehberini, efendisini tanıyor. Bundan sonra Üstad'ın kendi ifadesi ile "Gözleri, gözleri daima baktığı şeylerin ilerisindeki bir görünmeze bakan gözleri." kendisini kıskıvrak yakalıyor. İşte Necip Fazıl'ı bu faktörden soyutlayarak anlamak imkansız. Bundan sonra anlatacaklarımız kısaca sözünü ettiğimiz tanışmadan sonra.
l938 yılı başlarında kendisinden bir milli marş isterler. İşte bu marşı yazarken bir mısra nurla fışkırır ruhunun derinliklerinden:
Doğsun BÜYÜK DOĞU benden doğarak!
Yine kendi ifadesiyle "Nelerden neler doğuyor ve neler nelere vesile oluyor?"
Böylece Büyük Doğu yavaş yavaş kendi içinde pişerek, olgunlaşarak, oluşarak bir İdeolocya olma haysiyetini kazanıyor. Nedir Büyük Doğu? Hep kendi ifadesiyle:
"Doğuş olmaya doğuş... Doğu olmaya doğu... En doğrusu Doğunun doğuşu... Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihad kapısı... sadece "Sünnet ve Cemaat ehli" tabirinin mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti yirmibirinci asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı..."[14]
Bu açıklamalardan sonra "Efradını cami, ağyarını mani" bir tanımla Üstad'ın ifadesi ile Büyük Doğuyu şöyle tanımlayabiliriz: "Garp dünyasının müsbet bilgilerden ibaret madde hakimiyetini ve akıl yolu ile maddeyi istismar zaferini tam bir şahsiyet ve ehliyetle doğuya mal edip, Doğunun asli ruh vahidine eklemek; böylece Doğu'nun eksiğini Batı'da, Batı'nın eksiğini Doğu'da giderici üstün cemiyet mefkuresine bağlamak."[15] Şimdi de bu tanımda geçen bazı kavramları açıklamaya çalışalım.
İlk çağlardan beri geçen zaman süreci içinde değişik anlamlar kazansa da Doğu ve Batı ayrımları yapılmıştır. Büyük Doğu ideolocyasına göre Doğu, "İçeride Hint denizine doğru, bütün vecd ve hakikatini kaybetmiş, her türlü savunma kudretinden mahrum, sadece yılgınlar, bezginler ve kıravatlı maymunlardan ibaret ölü bir insanlık... Dışarıda da Atlas Okyanusuna doğru yalnız saldırıcı dize getirici ve kendisini Doğu'ya örnek gösterdikçe büsbütün zehirleyici bir alem..."
Yapılan birinci ayrım Doğu ve Batı'dan sonra, ikinci ayrım ruh ve madde... Ruhun vatanı doğu, maddenin vatanı Batı... Batı maddeye dürbünün doğru yanıyla bakmış ve onu gerçek yerine oturtmuş, böylece yumruğunu sıkarak onu sımsıkı yumruğunun içine almış, fakat ruha dürbünün tersiyle bakarak onu objektif olarak kavrayıp onu yerli yerine oturtamamıştır. Böylece ruhu yöneltici gerçek ruhi değerleri bulamadığı için hakim olduğu madde kendisini yöneltmeye başlamıştır.
Doğu ise ruha dürbünün doğru tarafıyla bakmış, fakat maddeye dürbünün tersiyle baktığı için yumruğunu çözüp maddeyi büsbütün elinden kaçırmıştır. Genel olarak Doğu, hiçbir zaman maddeyi olduğu gibi görememiş her zaman onu mistikleştirerek, İslami telakki dışı iç alemine saplanıp kalmıştır. Batı da ruhu tam ihmal ederek maddenin dış kalıbına bağlanıp kalmıştır. (Not: Bak: 17 Mayıs l946, s. 2)
AKIL
Batı, Doğu'dan en önemli farkı olan madde hakimiyeti ve maddeyi istismar zaferini; metod, sistem, akılla maddeye tahakküm sistemi, laboratuar tecrübesi, Yunani ve hendesi zevkle elde etmiştir.
Adım adım ilerlerken Batı dünyasının maddeyi istismar zaferini akıl yoluyla gerçekleştirdiğini söyleyerek, dünya düşünce tarihinin netameli problemlerinin başında gelen akıla geliyoruz.
Akıl, hani şu, Antik Yunan dünyasının sonsuz renklilikteki felsefi zenginliğinin belirli bir zaman kesiti içinde çeşnisi olan, sonra uzun bir süre sürgün edilerek unutulan, nihayet 17. asırda Descartes'in eliyle prenses olarak tekrar tahta çıkartılan, daha sonra da Kant tarafından tahtından indirilerek, hesaba çekilip, belki de gerçek yerine yakın bir yere oturtulan şu yetimiz... Bazen genel-geçer, tümel bilgilerin kendinde bulunulduğuna inanılmış, bazen de derece derece şüphe edilerek redde kadar varılmıştır. Bu netameli meseleye Büyük Doğu İdeolocyasının yaklaşımı nasıldır? Aklı nereye koyuyor? Nitekim dıştan toptancı bir bakış sanki bir çelişki varmış zehabına kapılabilirse de bu sadece bir yanılgıdır.
Her şeyden önce şunu tespit edelim ki; akıl Allah'ın insana bahşettiği mevhibelerden biridir. Ama ne var ki bütün incelik şu noktadadır ki; bir anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamaya çalışmalı, kendisini eleştiri süzgecinden geçirerek, imkan ve kabiliyetinin sınırlarını tespit etmelidir. Akıl öyle bir yetimizdir ki; o olmayınca hiç bir şey yapamayız. Mükellef olmanın şartlarından biri de akil olmaktır.
Fakat aynı akıl kendisini her şey zannettiği, bütün varlık biçimlerini bilebileceğini iddia ettiği, sınırlarını aştığı anda insanı iki dünyada korkunç bir hüsrana götürür. Bunun içindir ki bu inceliği tasavvuf harikulade güzellikte şu şekilde ortaya koymuştur: "Bu iş ne akılla olur ne de akılsız." Üstad'a göre: " Derin ve gerçek müminde ilahi nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; şer'i isimlendirilişiyle SELİM AKIL şeriatı yegane ve mutlak hakikat sayar ve bu mutlak nizamı aynıca mizana çekme kudretini nefsinde görmez..." Üstad devam ediyor: "Namütenahi ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen, bu teslimiyetinden sonra iade edilen gerçek kafa ve büyük akıl ile o kişi "bilinebilir" olanın içine girer."[16]
Üstad ikiye ayırdığı bu "bilinebilir"i yer yer değişik kavramlarla ifade etmiştir. Biz bu gnoseolojik ayrımı kendi ifadeleri ile: MAVERA ALEMİ VE DIŞ ALEM olarak ifade edeceğiz. Mavera alemi ile anlatılmak istenen: Mutlak hakikatin, Allah ve üstün illiyetlerin[17] bulunduğu alemdir. İşte akıl dediğimiz yetimiz; mavera alemine ait konularda yetki sahibi değildir. Ve bu noktada aklın en son aşaması bu alemdeki gerçekleri anlayamayacağını anlamasıdır. Bu alemin bilgisi, gerçekleri; ancak imanla, aşkla, gönülle bilinebilir. Ancak sebep-sonuç bağı içinde gerçekleşen kozaliteye bağlı gerçekleri anlayabilen akıl, sebep-sonuç ilişkisi dışında gerçekleşen mavera alemindeki olguları kavrayamaz. Şüphesiz buradaki gerçekleri akılla anlayamayacağımızı da akılla anlıyoruz. Fakat ne var ki bir şeyin kendini aşması için, kamil noktaya ulaşması gerekir. Ancak bu akıl sahipleri aklı aşabilir. Bir de babaannelerimiz o samimi cehaletleri ile...
Nitekim aklı temsil eden melek, Peygamber efendimizi "Sidretü'l Münteha" ya kadar taşıyabildi. Ve "bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!" dedi. "Ya buradan ileriye nasıl geçilir?" sorusuna da "Aşkla!" cevabını verdi. (Not: Bak: Aşk, 18 Ekim 1946, Sayı: 51, Vecdimin Penceresinden)
Hepiniz bilirsiniz; Miraçtan sonra Yahudiler koştular Hz. Ebubekir'e geldiler. "Bak seninki ne diyor? Gökyüzüne gitmiş, gelmiş, daha yatağı soğumamış!" Hz. Ebubekir soruyor: "Kim dedi" Cevap: "O" karşılık: "Öyleyse inandım" İşte sıddıkiyet mertebesi... Üstad; Hz. Ali'nin Müslüman oluşunu anlatırken şöyle diyor: "Nihayet şimşeklerin şimşeği, seziş dediğimiz o akıl üstü yol gösterici, o alev, o kıvılcım, o nur, gönlünü tutuşturuveriyor. Alemde güvenilecek tek idrak noktası varsa budur: Akıl ve hesap değil, seziş ve eriş... Yatağından fırlıyor Allah Resulüne varıyor: İnandım! İman ettim! Sen hak Peygambersin ve getirdiğin din haktır!"[18]
Ayrıca biz mavera alemine ait olağanüstü olayları; televizyon, radyo vb. aletlerle ispata çalışmayı en basitinden absürd buluyoruz. Çünkü mucize ve keramet sebep-sonuç ilişkisinin bir an kesilmesidir. Halbuki gerek radyo ve gerekse televizyon, her türlü teknolojik alet sebep-sonuç ilişkisi içinde, tabiat kanununa uygun olarak, aynı prensiplerle çalışmaktadır.
Şu halde, böylece Allah ve üstün illiyetleri anlayamayacağını anlayan akıl, dış aleme yönelerek, sebep-sonuç ilişkileri içinde, tabiat kanunlarına göre oluşan olayları araştırmak genellemeler yapmak, yasalar halinde ifade etmek borcundadır. İşte bu alanda laboratuar tecrübeleri yapılacak, gözlem yapılacak ve akıl son sınırına kadar gerilecek, kullanılacaktır. Demek ki bütün incelik aklı kullanacağımız alan ile, aklın yetki alanına girmeyen sınırları tam bir hassasiyetle çözebilmekte. İşte bu akıl: Batı'nın bugüne kadar kendi aklını kullanarak maddeyi kendi emelleri uğruna kullanmak için geliştirdiği teknolojiyi, kendi asli ruh vahidine ekleme savaşına girişecektir.
Doğunun asli ve ruh vahidinden de kastedilen yine Üstad'ın kendi ifadesi ile "tam pazarlıksız ve muvazaasız İslam." Demek ki insanoğlu her ne kadar öteleri fethetmek, Mavera alemine ait sırları keşfetmek için yaratılmış ise de; insanın önce bu dünyayı, dış alemi fethetmesi veya diğer dünya fatihi milletlerin esiri olmaması için kendi elinde tutması gerekir ki; buna da ancak müspet bilgiler yoluyla ulaşılabilir.
Not: Avrupalı otomobili icat etti diye sen İslamlıktan tiksindin. 27 Ağustos ya da Aralık l947, l00l Çerçeve, Yıl, 2, C. 4, Sayı: 73)
TEKNİK- KÜLTÜR
Kısacası İslam’dan zerre feda etmeksizin Batı'nın bütün teknik başarılarını ve onun insanlığa faydalı yanlarını devşirme davası... Yalnız kanaatimizce burada teknik-kültür ilişkisinin üzerinde durulması gerekir. Çünkü egemen teknoloji, kültürü ile birlikte geliyor. Nitekim biz Japonya örneğinin yanlış değerlendirildiği kanaatindeyiz. Amerikanizm ne Japon geleneği, ne de Japon kültürü bırakmıştır. Ama eğer gelenek görenek kültür dediğimiz kılıç-kalkan ekibiyle turist karşılamaksa o bizde de yapılıyor.
Bu konunun ciddiyetle tartışılması gereğine inanıyoruz. Nitekim Prof. Dr. Sadıklar l97l de yazdığı bir kitapta "Bugün Tokyo'yu ziyaret eden bir yabancı bu şehri diğer büyük Batı şehirlerinden zor ayırt edebilir. Büyük binaları, tesisleri ve caddelerindeki kalabalığın kıyafetleri ile Tokyo gittikçe bir Paris, Newyork manzarasını almaya başlamıştır. Yeni gençlik, sıkıntıları ve hippileriyle Batı gençliğinin bir kopyası olma yolundadır." demektedir. Nitekim Japonya hakkında bir kitap yazan Prof. Dr. Güvenç, "Kent merkezi Tokyo bir batı sahnesidir. Dekoru batılı oyuncusu doğulu garip bir sahne" dedikten sonra, Fransız ve ABD eğitim sistemlerinin alındığını, dolayısıyla eğitimin, ailenin, kıyafetin kısacası kültürün hızlı bir değişim içinde bulunduğunu ifade ediyor. Bu değişimin edebiyata yansımasını da şöyle ifade ediyor: NATSUME Saseki, "Kokora" adlı romanında geleneksel Japon ruhunun yittiğini ve toplumun geleceği hakkında karamsarlığı ifade ediyor. TANAZAKİ Çuniçiro "Moikoko Kardeşler" romanında soluğu kesilmiş bir toplumu anlatıyor. KAVAZAKİ (1976) maskesi düşürülmüş Japonya'yı yazıyor. MİŞİMA Yukio; (1975) o güzel Japon ruhunun yittiği gerekçesiyle intihar ediyor, FUZUKAVA Yukiçi bu değişimin gereğini savunuyor; "Fukuda"da.
Geleceği Allah'tan başka kimse bilemez. Fakat eğer gelecekte Japonya dünyanın birinci ülkesi olursa, bu yine Japon kültürünün Japonyası olmayıp Amerikanizmin egemen olduğu bir Japonya olacaktır.
Bu tür tesellileri alıkoyucu duraklar ve tuzaklar olarak görüyoruz. Bu konuda Üstad da bir şüphe beliriyor, fakat üzerinde fazla durmuyor. fiöyle diyor: "Yoksa bir Garp Cemiyeti içinde doğup yetişmeden ve Garplı bir ailenin hassasiyet havasında yoğrulmadan veya bu havanın kendi memleketinde ocağını kurmadan garp ahlakına tevarüs mümkün değildir. İlmine, fennine tevarüs belki..." l944'te yazdığı bir yazıdan...[19]
Garbın sadece ilmini, tekniğini almak görüşü çok rahatlatıcı fakat bizce tatminkar değil. Öyleyse ne mi yapmak lazım? Bilmiyoruz... Sadece kıyasıya tartışılması gereğine inanıyoruz. Belki de bir yere varabiliriz.
www.tutak.gen.tr