Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf ve marifetullah (1 Kullanıcı)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
970276_546989975339324_1894997426_n.jpg


İnsan-ı kamil olmak böyle birşey işte.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Gavs-ı Bilvânisî(k.s) hazretleri yine bir gün sohbetinde,
- Sâdât-ı kirâma sofi olan en alt seviyedeki bir müridin makamı, daha ilk tövbesinde kabir keşfinden başlar, buyurdu. Ne var ki sâdâtlar, müridin kalbine manevi bir perde çeker ve onu göstermezler. Çünkü insan ne kazandığını görse, bu mal bana kıyamete kadar yeter, diye düşünüp bir daha bu kapıya hiç kimse gelmez, buyurdu.

Yar ile Şimdi (kitap)
Merhum Dr. Ahmet Çağıl (rahmetullahi aleyh)
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Seyda Muhammed Konyevi (k.s) Bir sohbetlerinde böyle buyurdular


Allah-u Zül celal de kelamını Peygamberlerle beraber yeryüzüne nazil etmiş ki, insanlar onunla manevi hastalıklarından tedavi olsun, şifa bulsun. Nasıl insan zahiri olarak hastalandığı zaman, eczaneye gidiyor, ilaç kullanıp şifa buluyorsa, manevî olarak da tedavi olmaya ihtiyacımız var. Tedavi olmasak ne kadar istersek, isteyelim yapamayız.

Zahiri olarak nasıl ki çok ağır hastalanıyor, yoğun bakıma giriyor, elini kaldıramayacak hale geliyorsa insan, manevi olarak da bazen o hale geliyor. İmanı var, namaz kılmak, oruç tutmak istiyor, hayırlar yapmak istiyor ama kuvveti yok yapacak durumda değildir. Manevi olarak hastadır tedaviye ihtiyacı vardır. Onun için manevi olarak tedavi olmamız lazımdır.

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor:

“Ey imân edenler I Eğer Allah'a karşı takva sahibi olup, (kötülüklerden sakınırsanız) O size bir Furkan (iyiyi kötüden, hayrı şerden, hakkı bâtıldan ayıran bir ilim ve marifet) verir. Suç ve günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfal, 29)

Yani eğer siz Allah’ın takvasında bulunursanız, Allah da size bir hidayet nasip edecek, hak ve batılı birbirinden ayırır duruma geleceksiniz. Allah azze ve celle günahlarınızı affedecek, size mağfiret edecek. Allah azim ve kerem sahibidir.

Demek ki biz Allah’tan korkarsak, Allah azze ve celle bizim kalbimize baktığında, bizim ondan korktuğumuzu görüyorsa ve biz Allah’ın yanında ki ecir ve sevaplara müşteriysek; Allah bize iyi şeyler nasip edecek kötü şeylerden de muhafaza edecek.

Allah-u Zülcelal “vallahu zül fadlil azim” buyuruyor, yani “Allah çok büyük ihsan ve ikram sahibidir,” o şekilde vasıflandırıyor. Fadl demek, yani bir şeyin karşılığı değil, sırf ihsanından dolayı veriyor.

Her şey Allah’ın fazlındandır. Ne kadar ibadet yaparsan yap onun fadlı, rahmeti, ihsanı olmasa insan kendi ameliyle kendini kurtaramaz.

Hiç kimse ameline güvenmesin, yalnız elimizden geldiği kadar yapmalıyız ki, Allah bizi görsün. Biz ona kulluk vazifemizi elimizden geldiğince yerine getirmeye çalışıyoruz, çünkü onun yanındaki fadl, kerem ve ihsanına müşteriyiz, o da bize verecektir inşallah. Yoksa onun rahmetine tevekkül edip bir şey yapmazsak o da yanlıştır.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Kişinin kalbi Allahu zülcelal ile değilse vallahi şeytanladır!
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) evliya-ı kiramın faziletinden bahsederek buyurdu ki;

"İnsanın, Allah dostlarının, ilmiyle amel eden alimlerin cemaatinde bulunmaya gayret etmesi, onlara yakın olmaya çalışması, onların sohbetlerine devam etmesi lazımdır. Bunlardan daha faydalı bir şey yoktur. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tevbe; 119)

Sadıklarla (Allah Dostları) beraber olmak ve sohbet etmek; İnsan da muhabbete yol açması bakımından, nafile namaz ve nafile oruç kadar faydalıdır. Bunun için Allah Dostlarına tabi olmak ve kötü ahlaktan kurtularak, Allah-u Zülcelal'in rahmetine mazhar olmaya çalışmak lazımdır.

Evliyalarla beraber olmak paha biçilmez bir cevherdir. İnsan onlardan ayrıldığı müddetçe zarar eder. Ayrılık müddeti ne kadar uzun olursa, zarar da o nisbette olur. Evliyalarla beraber olmayan, onların bakışından, nazarından geçmeyen kimse bozulmaya yüz tutar. Nitekim Gavs-ı Bilvanisi (Kuddise Sirruh) şöyle buyurmuştur;

"Bizler Şah-ı Hazne (Kuddise Sirruh)'nin evinden dönüp, on onbeş gün ara verip evine gitmediğimiz zaman, muhabbetimiz azalır, bizlerde bir gevşeme olurdu. Böyle olunca hemen Şah-ı Hazne (Kuddise Sirruh)'nin evine gidip çorbasını içerdik ve sohbetini dinlediğimiz zaman muhabbetimiz yine eskisi gibi yerine gelirdi."

Evliyaların hallerini, ahlaklarını, amellerini anlatmak ve dinlemek de, büyük bir menfaat ve amel-i salihtir. Çünkü onlar Allah-u Zülcelal'in askerleri gibidirler. Onlar Allah-u Zülcelal'in ipine sımsıkı sarılmışlardır. Onların meşrebi Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in meşrebi gibi olmuştur.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
252245_505758482806373_698014045_n.jpg


Tasavvuf münkiri olana dikkat ediniz çok yakında nasıl da dinden çıktığını görürsünüz.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
İstanbul’un Fethi Evliya’nın himmeti ile gerçekleşti
Fatih Sultan Mehmed Han ashab-ı kiram zamanınan beri devam edegelen ve İstanbul’un fethini hedef alan ulvi bir heyecan şerâresi halindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu. Yaradılışındaki istidadlar, almış olduğu maddi ve kalbi eğitimle birleşerek, O’nu “fethi mübin”e çoktan hazırlamış bulunuyordu. Şuur altında bununla o kadar doluydu ki çocukluğundan beri elinde kağıt kalem, daima fetih projeleri ile meşgul olmuştu. Vird halinde:

“Ya Bizans beni alır, veya biz Bizansı alırız” diyordu…

21 yaşında padişah olduktan hemen sonra ulema ve ümerayı toplayıp İstanbul’un fethini istişare etti. Ancak toplantıya katılanların ekserisi:

“Kostantiniyye’nin fethi ancak Mehdi’nin işidir” dediler ve bu işe razı olmadılar. Bunu işiten Akşemseddin Hazretleri, ortaya çıkan neticeye hemen müdahale etti ve:

“Hayır! Sultanımız Mehmed han Kostantiniyye’yi fethedecektir.” diyerek kararın fethe müteallık olmasını sağladı…

İstanbul’u fetheden komutan işte böyle evliya ve ulema ile istişare ederdi…

Yüreği, çocukluğundan beri İstanbul fethinin hasretiyle yanan Sultan Mehmet Han da, bundan ziyadesiyle memnun kaldı. Derhal fetih hazırlıklarının yapılmasını emretti…

Fahri Kainat (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in 900 sene evvelki müjdesini gerçekleştirerek, O’nun müjdesindeki iltifatlarına nail olmak için asker, kumandan, sultan, alim ve evliyanın gönülleri, heyecan ve istiğrak çağlayanı haline gelmiş bulunuyordu…

Fatih’in eşsiz dehasının eseri olarak; gemiler karadan yürütülüyor; havan topları, mevzilerine oturtuluyordu. Gönüller, bir an evvel Bizans’a girip Ayasofya’da ezan okuyabilmenin heyecanını duyuyordu.

Asker:

“Ne olursa olsun inşaAllah zafer bizimdir”

“Artık ya şehid olup cennete veya zaferle Bizans’a gireceğiz” diyordu.

Her biri, üzerlerine lav gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanmak için: “Bu gün şehidlik sırası benimdir” diyerek şehadet vuslatının aşk ve heyecanını yaşıyordu.

ALLAH DOSTUNDAN MANEVİ İŞARET

İtanbul Fethi’nin muhakkak ki en büyük sırrı, Allah dostlarının müdahil olmasıdır. Fethin olmasını en başından beri isteyen Akşemseddin Hazretleri fetih günü kerametini izhar etmiştir. Bunlar tarihi kayıtlarda da mevcuttur. Şöyle ki:

Feth-i mübin uzadıkça uzuyordu. Başlangıçta fethe karşı çıkanlar arasında huzursuzluk başladı. Öyle ki, Sultan Fatih’in yanına varıp: “Sultanım! Bir dervişin sözüyle bu kadar asker helak oldu. Hâlâ Frengistan’dan kafire yardım gelir. Artık fetih ümidi kalmadı..” dediler.

Hem fethin gecikmesinden hem de onu istemeyenlerin yaptıkları tazyiklerden son derece canı sıkılan Fatih, veziri Ahmed paşa’yı hocası Akşemseddin’e yolladı:

“Paşa! Var Şeyh Hazretlerine sor ki, kaleyi fethetmek ve zafere ulaşmak müyesser midir?

Bu suale Akşemseddin hazretleri, cevaben:

“Ümmet-i Muhammed’den bu kadar Müslümanlar ve gaziler bir kafir kalesine hücum eylediler. İnşaAllah fetih müyesser olur!..” haberini gönderdi.

Ancak Fatih Sultan Mehmed Han, bu haberden arzu ettiği cevabı alamamış olduğundan ve biraz da içinde bulunduğu halet-i ruhaniyenin verdiği fetih ve zafer iştiyakının sabır ve itidalindeki tahammülü zorlaması ile Ahmed paşa’ya:

“Paşa! Bu haber kâfi değil! Müjdelediği zaferin vaktini dahi bildirsin!” dedi.

Genç Sultan’ın içinde bulunduğu gayet iyi bilen Akşemseddin Hazretleri, derin ufuklara daldı ve fethin akamete uğramaması için Padişah’ın irade ve azmini manen takviye zarureti hissederek uzun müddet Rabbine iltica etti. Nihayet varid olan zuhurat neticesinde, kendisinden istenilen malumatı verdi:

”Rabîulevvel ayının yirminci günü seher vaktinde sıdk u himmetle filan canibden hücum edilsin! Fetih o gün nasib ola!.. Kostaniyye şehri ezan sedalarıyla dola!..” dedi.

Bu müjdeyi alan Sultan Mehmed han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücum başlattı. Top gürültüleri arasında göklere yükselen kös, davul ve mehterin kudretli sesleri, tekbir sadalarıyla birleşerek Fatih ve askerlerini Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’a bir sel gibi akıyordu…

Böyle bir heyecan ve şevkle yapılan hücumla, nihayet surların üzerinde Ulubatlı hasan’ın diktiği bayrak, dört bir yana dalgalanmaya başladı. Artık Kostantiniyye fethedilmişti. Defalarca kuşatılan bu şehrin fethi genç hükümdar Gazi Sultan Mehmed Han’a nasib olmuştu.

Cihangir Hünkar, fetihten sonra alimler, arifler ve paşalarla beraber muhteşem bir merasimler Edirnekapı’dan şehre girdiler.

İSTANBUL’DA EVLİYA HİMMETİ

Görüldüğü üzere İstanbul’un fethinde de Allah dostlarının himmetleri vardır. Üzerinde bulunduğumuz şu topraklar onların manevi işaretleri ile alınmıştır. Dikkati çeken husus Akşemseddin hazretlerinin hiçbir zaman taviz vermemesi ve Fetih muhakkak gerçekleşeceğini söylemesidir. Nihayetinde de gününü bile kendisi Allah’ın izniyle söylemiştir.

O halde bu Allah dostlarından ayrılmayalım… Beldeleri fethetmek bil onların himmetiyle müyesser oluyorsa, en büyük düşman kalesi olan “nefislerin” fethini onlarsız nasıl yapabiliriz…

Allahu Teala bizlere Mahmud Efendi Hazretlerimizi buldurdu. Kıymetini bilmeyi, istifade etmeyi nasip eylesin… Ne kadar şükretsek azdır…

İhvanlar.net İsmailağa CEMAATİ'NİN SİTESİ – İsmailağa HUZURUN ADRESİ
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32

Mezhep imamlarımızdan İmam Şafii radiyyallahu anh ve Ahmed bin Hanbel radiyyallahu anh'ın tasavvuf yolculuğu..
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
RABITANIN KURAN’DAN DELİLLERİ

*- Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah(-u Teala)dan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe Suresi 119)

Bu ayeti kerimede mü’minlere hitap edildiği açıktır. Bu da göstermektedir ki “Sıdk” sıfatı, imandan daha hususi (özel) bir manaya sahiptir. Çünkü iman edenlere “sadıklarla” beraber olunması emredilmiştir.
Yani sıdk mertebesinde bulunan herkes mü’mindir, ancak her mü’min sıdk mertebesinde değildir

Bu ayette emir buyrulan “beraberlik” iki şekilde olur:

1- CİSMANİ BERABERLİK: Bu türlü beraberlik, sadıkların meclisine bizzat devam ederek, onlardan ilim, fazilet ve feyz almakla olur.
Kişi sadıklarla beraber olmak için, onların meclislerine devam eder, söylediklerini dinler, hal ve tavırlarını örnek alır.

Bundan dolayıdır ki Ashab-ı kiram (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in etrafında pervane olur, sürekli onunla beraber bulunmaya gayret ederlerdi.
Uzak beldelerde bulunanlar da fırsat buldukça ve yol emniyetini temin ettikçe, her taraftan Alemlerin Efendisi’ni ziyarete gelirlerdi.

2- RUHANİ BERABERLİK
Eğer kişi, ayeti kerimede “Sadıklarla beraber olun” emri olduğu halde sadıklardan cismani olarak ayrı bulunuyorsa ne yapacaktır?

İşte bu durumda da onların gidişatlarına uyacak, yaptıklarını yapıp, yapmadıklarını terk edecek, onların hal, tavır, davranış ve sözlerini onların gıyabında hayalinde canlandıracak ve onların hali ile hâllenecektir.

Ehlulalh’ın meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyaben şahıslarını ve hallerini düşünmek de fayda verir.
Çünkü bir kişi hayalinde, dimağında (beyninde) ve kalbinde neyi tasavvur ederse, fiillerinde de o tezahür eder (açığa çıkar) k,, rabıta da bundan ibarettir.

İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) “Sadıklarla beraber olunuz” ayetinin tfsirinde şöyle demiştir:
“Bu ayeti kerimede bahsi geçen sadıklardan murad; kamil mürşidlerdir. Bir salik onların kapılarında ciddiyetle hizmet eder, muhabbetiyle nazarlarına kabul olunursa, onların feyz ve bereketiyle masivayı terk etmeye, Allah’u Teala yolunda istikamet üzere bulunmaya rahatlıkla muvaffak olur ve huzur-u hakk’a kavuşur.”

Müfessir Alusi (Rahimehullah) ise, yukarıdaki ayetin tefsirinde: “Sadık ve Salihlere karışınız (onlarla iç içe olunuz) ki; onlar gibi olasınız. Çünkü herkes, yakın olduğu kimseye uyar” demiştir.

Bu ayet-i Kerime’yi Ubeydullah Ahrar Hazretleri de rabıtaya delil olarak zikretmiştir.

*- Diğer bir ayeti celilede de Mevla Teâlâ:
“Kullarımın içine gir, cennetime gir.” Buyuruyor. (Fecr Suresi 29-30)

Bu ayeti celilenin açık beyanından da anlaşılacağı üzere; dünyada, Allah’u Teâlâ’ya mahsus olan özel kulların arasına girmek, ahirette cennetlere girmeğe vesiledir.

Tabi ki, dünyada devamlı o dostlar arasında bedenen bulunmak mümkün değilse de, rabıtadan ibaret olan manevi beraberlik, ehli için müyesserdir.

Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirrahu) “Ruhul beyan tefsirinden naklen şöyle yazmıştır: “Bu ayeti celile, Süleyman Aleyhisselam’ın: “Beni rahmetinle Salih kullarının içerisine girdir.” (neml Suresi 19’dan) duasını beyan eden ayet-i kerime gibidir.

Hususi kullar zümresine girmek, saadet-i ruhaniye (ruhun mutluluğu) onlarla beraber cennet ve derecelerine kavuşmak ise, cismani (bedenle alakalı) saadettir.

Nitekim Mevla Teâlâ: “Kullarımın arasına gir, Cennetime gir” buyuruyor.

Necmüddin-i Kübra (Kuddise Sirrahu) Hazretleri, “Te’vilat-ı Necmiyye” isimli eserinde, bu ayet-i kerimenin te’vilini yaparken:
“Benim (zatım)la ve sıfatlarımla baki olan (tarikattan sonra hakikate kavuşarak manevi diriliği bulmuş) kullarımın içine gir.
Zatını (kendini) ve enaniyetini (benliğini) yok ettiğin için, Zat’ımın cennetine gir” diye mana vermiştir.

DOSTLARININ YOLUNA UYMAK
*-Cenab-I hak şöyle buyuruyor:
“Bana yönelenin yoluna uy..” (Lokman Suresi 15)

Bazı müfessirler bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemişlerdi: “Burada geçen ‘Enabe” kelimesinin anlamı “Meyletmek ve bir şeye rücu’ etmek” demektir.
“Bu iname (Allah’u Teala’ya yönelmek) peygamberlerin ve Salihlerin yoludur.” (İbni Atıyye, el-Muharraru’l veciz, 4/349; Kurtubi, El-Cami’u’li ahkami’l Kur’an, 14/45)

İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle demiştir:
Bu ayette, kâfir ve fasıklarla sohbetten sakındırma ve Salihlerle (beraberliğe) teşvik vardır. Çünkü kişilerin bir araya gelmesi, birbirini etkilemeyi gerektirir. Tabiatlar cezp edici, hastalıklar geçici ve sirayet edicidir.
Bundan dolayı Semure ibn-i Cündeb (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen bir hadislerinde, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Müşrikle bir çatı altında oturmayınız ve onlarla bir arada durmayınız. Kim onlarla oturur veya beraber bulunursa, o da onlar gibidir.” Buyurmuştur. (Tirmizi, Siyer:42, No:1605, 4/156)

Yani: “Müşriklerle bir yerde oturmayınız, aynı mecliste toplanmayınız ki, beraberlikten dolayı onların kötü ahlakı size sirayet etmesin ve çirkin halleri size bulaşmasın.”

Alusi (Rahimehullah) ise şöyle demiştir:
“Bu ayetle kamil (manen olgun) insanlara uyup, nakıslardan yüz çevirmeye ve kamil olanları, nakıs (eksik) olanları kemale erdirmesine işaret edilmiştir.

Bütün bu ifadeler, Allah’u Teala’ya inabe etmiş (yönelmiş) velilerin yolu olan: “zikir”, “rabıta” ve “Murakabe” gibi vazifelere tabi olmanın faziletlerini açıklamak, buna mukabil nefislerinin arzularına uyarak bu büyüklerin yollarını inkara kalkışanların, kendilerinden de, fikirlerinden de uzak durulmasının önemini beyan hususunda, ne kadar net ve tesirli manalar ihtiva etmektedir.

RİBAT EMRİ
*- “Ey iman edenler! Sabredin (düşmanlarınızla) sabır yarışı edin (onlara galip gelin, sınırlarda) nöbet bekleşin ve Allah(u Teala’ya muhalefete kalkışmak)tan sakının ki, felaha (kurtuluşa)a eresiniz.” (Al-i İmran suresi 200)

Bu ayeti celilede yer alan (Rabidu) emr-i celilinin masdarları olan “Ribat” ve “Murabata” tabirleri; “Sınırda düşmanı gözetlemek”, “Nöbet tutmak”, “Verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi” anlamlarını ifade eder.

Beden ile nefsin irtibatını sağlaması ve “Halk alemi” ile “Emir alemi”ni bünyesinde barındırması dolayısıyla kalbe de “Ribat” denmiştir.

Zira “Nazargahı ilahi” kabul edilen ve “Masiva” (Allah’u Teala’dan gayrısı)nın girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yer hiç şüphesiz ki kalptir.

Kur’an-ı Kerim’de (Rabidu) şeklinde geçen ve emir ifade eden “Ribat” ve “Murabata” tabirlerinin; yalnızca maddi ve dış düşmanlara karşı değil:” ve “kötülüğü emredici” karakteri ile tanımlanan nefs ve şeytan düşmanına karşı da vaziyet almayı, bunların aldatıcı hilelerine karşı kalbi gözetlemeyi” amir bulunduğu ve başından beri bu ayet-i kerimenin, iki manayı da aynı anda hedef aldığı, hemen hemen çoğu müfessirlerce söz konusu edilmiştir.

Unutulmamalıdır ki; hem fertlerin hem de toplumların hayatında sıcak savaşlar geçici, soğuk savaşlarsa sürekli ve daimidir.
Sıcak savaşlarda dış, soğuk savaşlarda ise iç düşmanın dikkatle gözetlenmesi gerektiği açık bir husustur.
Zamanın icap ve ihtiyaçlarına göre bunların tercih edilip değerlendirilebileceği söylenebilir. Bu sebeple ayeti kerimeyi:
“İslam düşmanlarına karşı hazır olmak, teyakkuzda bulunmak (uyanık davranmak)” manasında anlamak yanında, bizleri Allah’u Teala’nın dininden uzaklaştırmak için mücadele vermek manasında anlamalıyız.
Kaldı ki müfessirler bu terimlerin tasavvufi anlamlarını gösterirken İslami delillere istinad ettirmeyi de ihmal etmemişlerdir.

Mesela Rağıb el-İsfahani (Rahimehullah) “Ribat” ve “Murabata” nın ikili anlamına işaret ederken:
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’dan rivayet edilen: “Zorluklara rağmen abdest almak, mescidlere çok adım atmak ve bir namazın ardından diğer namazı beklemek, işte ribat budur” (Müslim, taharet 14, no 251, 1/219; Tirmizi, Nesai, Muvatta, Ahmed-el müsned) hadisi şerifine dikkat çekmiştir.

Ardında Kur’an-ı Kerim’de, “Rabt” kökünden türetilmiş kelimeleri ihtiva eden ayetleri sıraladıktan sonra:
“O (Allah’u Teala) mü’minlerin kalplerine sekineti (iç huzuru, manevi kuvvet ve sabrı) indirendir” (Fetih Suresi 4’den) ayetinde hereketle, bu ayetlerdeki “Rabt”ın:
“kalp sekineti (kalbin huzur bulup yatışması ve sukunete ermesi)” manasına delalet ettiğini söylemiştir. (Rağıb el-İsfahani, Müfredat-ü elfazı’l-Kur’an, sh:338-339)

Dolayısıyla kelimenin gerek lügat anlamı gerekse İslam alimlerinin yukarıda işaret ettiğimiz fikirleri, “Ribat” ve “Murabata”nın sadece sufilerce değil, diğer alimlerce de tasavvufi bir muhtevaya sahip olduğunu gösteriyor.

Bu kelimelerden türetilerek vücud bulan müesseselerin, hem askeri ve idari, hem de dini ve tasavvufi sahalarda hizmet veren kuruluşlar olarak faaliyette bulunduğu tesbit edilmiştir. (Sühreverdi, Avarifü’l-mearif 103, 133)

Her halükarde ribat emrinin zahiri manası, düşmana karşı nübet tutma anlamında olduğuna göre, İbn-i Abbas, Ebu Zerr ve CVabir (Radıyallahu anhuma)’dan rivayet edilen:
“Senin en büyük düşmanın, iki yanının arasında olan nefsindir.” (Beyhaki, ez-zühd, No:345, sh:190; Deylemi, Müsnedül Firdevs No: 5248, 3/408)

Cihadın en üstünü, kişinin Allah’u Teala uğrunda nefsi ve arzusuyla cihat etmesidir.” (İbn-i Neccar, Deylemi, Ali el-Müttaki, kenz’ul- Ummal, No: 11262, 11265, 4/439-431)

İşte rabıtanın önemi burada çok daha iyi anlaşılmaktadır. Rabıta yapan bir insan devamlı Allah ‘u Teala’nın nurunu ve rızasını talep ettiğinden nefsine ve şeytana karşı nöbet yerini terketmemekte, teyakkuz halinde beklemektedir.

YARATIKLARI DÜŞÜNMEK
Mevla Teala bir ayeti kerimesinde:
“(O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta otururken ve ynları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allah (u Teala’y) ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” (Al-i İmran 191 den)

Gökler, yerler ve içindekiler hakkında tefekkürde bulunmak övülen bir amel olduğuna göre yaratıklar içerisinde en kıymetli varlık olan inan-ı kamil hakkındaki rabıta ve tefekkür niçin zemmolsun.

Müfessirlerin İmamı Fahruddin-i Razi (Rahimehullah) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
“Allah’u Teala kendini zikretmeye teşvik etti. Fakat iş tefekküre gelince, Zatı hakkında düşünmeye teşvik ve davet etmedi. Aksine yerlerin ve göklerin tefekkür edilmesini teşvik etti.

Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin:
“Mahlukatı (yaratıkları) tefekkür ediniz, Halik’ı (Yaratıcıyı) tefekkür etmeyiniz.” (Ali el-Muttaki, Kenzu’l Ummal, No:5706, 3/106) sözü de bu aynı manadadır.

Bunun sebebi şudur:
Biz, yaratılan varlıkları düşünerek, onun yaratıcısı hakkında bir bilgiye sahip olabiliriz. Varlıkları düşünmek ve onlardaki İlahi sanat ve tecelliyi görmek mümkündür, fakat Zat-ı Bari’yi düşünmek mümkün değildir.” (Fahruddin-i Razi, Mefatihu’l Ğayb, 9/111)

Bir ayeti celilede ise:
“(Habibim!) De ki, göklerde ve yerde neler olduğuna bakın!” (Yunus 101’den) buyrulmaktadır.

Görüldüğü üzere bu ayeti celilede, göklerde ve yerlerde bulunanlara bakılması emredilmiştir. Bu bakıştan maksat, varlıkların Allah’u Teala’nın varlığına, birliğine, kudretine delalet yönlerini düşünmek üzere bakmaktır.

Yerde bulunan yaratıklar içerisinde, Allah’u Teala’yı en iyi tanıtacak mahluk ise insandır. Çünkü insanda, Allah’u Teala’nın sıfatlarının suretleri bulunmaktadır. Fakat her insan, görüldüğünde ve hatırlandığında Allah’u Teala’yı hatırlatmaz.
“Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78)

Dolayısıyla görülmeleri Allah’u Teala’yı akla getiren velileri mümkün oldukça gözle görmek, bu mümkün olmadığında ise onları, Allah’u Teala’yı hatırlattıkları için hayal etmek ve onlara rabıta yapmak da bu ayeti celiledeki emrolunan nazara (yaratıklara bakmaya) dahildir.
RABITANIN SÜNNETTN DELİLLERİ

Sahabe-i Kiram rabıta yapmış mıydı? Diyenlere sadece ve sadece Ebubekir-i Sıddik (Radıyallahu anh)’ın şu hadisesini anlatmak bile kafidir.

Şöyle ki: O, ruhaniyet hasebiyle Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hiç ayrılmadığından, hatta kaza-i hacet için bile Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hali (boş) bir yer bulamadığından dolayı Peygamberimiz’den çok utanırdı.
Bu durumu Efendimiz’e şikayet ettiğinde, peygamber efendimiz O’na ruhsat vermişti. (Abedst bozarken dahi gayri ihtiyari bir şekilde Resulüllah’ı hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmiştir) (Risale-i Halidyye Tercümesi, Mütercim, Şerif Ahmed İbn-i Ali, sh: 11-12, Esad Sahıbzade, Nurul Hidayeti ve’l irfan, sh: 30; Yusuf Şevki, Hediyetü’zakirin, sh 23)

Bakınız, Hazreti Ebubekir Radıyallahu anh Hazretlerinin haline. Resulüllah Efendimiz’i düşünmekten bir an bile boş kalamıyor. Nerde olursa olursun onu düşünüyor. Neden? Çünkü Peygamber efendimiz, Allah’u Teala’nın nurunu ona ulaştıran bir vesile. Yoksa cennet ile müjdelenen ve peygamberler hariç bütün insanların imanı ile tartıldığı zaman imanı ağır gelen bir insan neden direk Allah’ı düşünmesin?

Ey cahiller! Bu büyük sahabeyi de şirk ile mi suçlayacaksınız?

SEVBAN (RADIYALLAHU ANH)
Resulüllah efendimizin azatlısı Sevban (Radıyallahu nah) Resulüllah’a karşı çok muhabbetli olup, O’nsuz hiç durmazdı. Bir gün rengi değişmiş ve yüzünde üzüntü eseri olduğu halde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna geldiğinde, Resulüllah (Sallallah Aleyhi ve Sellem) ona:
“Senin rengini ne değiştirdi” diye sordu. O da:
“Ya Resulallah! Bende hiçbir hastalık ve ağrı yok. Ancak seni görmediğim zaman, tekrar sana kavuşuncaya kadar çok sıkıntı çekiyorum.
Sonra ahireti düşündüğümde seni hiç göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen Peygamberlerin makamına yükseleceksin, ben ise cennete girsem de, senin makamından daha aşağı bir mertebede olacağım. Cennete giremezsem, o vakit seni ebediyen göremeyeceğim” diye cevap verince:
“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddiklar, şehitler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa suresi 69) ayet-i celilesi nazil oldu. (Begavi, Me’alimü’t-Tenzil: 1/450; Ebu ishak es-Sa’lebi, El-Keşfü ve’l beyan, 3/341; Kurtubi, el-Cami’u li ahkami’l Kur’an; 57175, Vahidi, esbabü’n-nüzul, No:334, sh: 168; Ebu Hayyan, el-bahru’l Muhit, 37286)

İşte sahabe-i Kiramın sevgisi ve rabıtası. Peygamberimizi göremedikleri zaman onu düşünmekten ve O’ndan ayrı düşmekten renkleri solan sahabe efendilerimiz.

Haydi, ey cahiller! Bu sahabeyi’de “Neden Allah’tan korkusuna sararmıyor da Peygamberi görmediği için sararıyor” diye şirk ile suçlayın!

SENİ HATIRLADIĞIM ZAMAN…
Said ibn-i Mansur ve ibn-i Münzir (Rahimehullah) Şa’bi (Radıyallahu anh)den şöyle rivayet etmişlerdir:

Ensar-ı Kiramdan bir zat, efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gelerek:
“Ya Resulallah! Vallahi elbette sen bana canımdan, oğlumdan, ailemden ve malımdan daha sevgilisin.
Eğer ben evimde iken seni hatırladığımda gelip seni görmezsem, o kadar darlanıyorum ki, ruhumun bedenimden çıkacağını zannediyorum.” Dedi ve ağlamaya başladı. (Said ibn-i Mansur, es-Sünen, No:661, 4/1 308; Taberani, ibn-i Merdüye, Ebu Nuaym, Ziya-i makdisi, Suyuti, ed-Dürrül Mensur 2/588)

Gördüğünüz gibi sahabe-i Kiram Resulüllah’ı düşünmeden bir an bile geçiremiyordu ve Peygamber Efendimizde onları kendisini düşünmekten men etmiyordu. Dolayısıyla rabıtanın bir bid’at olduğunu söylemek kadar art niyet olamaz.

O PEYGAMBERDİR FARKLIDIR!
Sahabe Efendilerimizin rabıtasının ne kadar şiddetli olduğunu görüyorsunuz. İnkârcılara sahabe-i Kiramdan da örnek verdiğimiz zaman inkâr yolları kapandığı için bu sefer: “Ama o Peygamberdir” diyerek yeni bir çıkış yolu aramaya kalkarlar. Onlara da şöyle cevap veririz:

Peygamber Efendimiz Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayetle şöyle buyuruyor:
“Beş şey ibadettendir; az yemek, camilerde oturmak, Ka’beye bakmak, Okumadan da olsa mushafa bakmak, Âlimin yüzüne bakmak” (Deylemi, Müsnedü’l Firdevs, 2/190 no:2969; Suyuti, nebhani, el-Fehu’l Kebir, No:6097, 1/566)

Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Beş şey ibadettendir; Ka’beye bakmak, anne-babaya bakmak, Zemzeme bakmak ki o, günahları sildirir, bir de âlimin yüzüne bakmak” (Ali el- Muttaki, kenzu’l Ummal, No.43494, 15/880, Münavi, Feyzül Kadir, No:3971, 31613)

Yine Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu anh)den gelen bir hadis-i şerifte Hazreti Ali (Radıyallahu Anh)ı işaret ederek:
“Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir” buyurmuştur. (Hâkim, El-Müstedrek, No: 4683, 82,81, 3/153; Taberani, el-Mu’cemü’l Kebir, No:207, 18/109; Deylemi, el-Firdevs, 4/294; Bu Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, 2/183, 5/58)

Efendimizin “Ali’nin yüzüne bakmak sevaptır” ve “Âlimin yüzüne bakmak sevaptır” hadis-i şerifleri bize gösteriyor ki, suretlere bakılması ve düşünülmesi peygamberlere has olan bir özellik olmayıp, ilmi ile amel eden âlimlerin yüzüne bakmak da sevaptır.

Ve Efendimizin beyanına göre âlimlerin yüzüne bakmak sevap ise onları Allah için sevmek ve düşünmekte de hiçbir mahzur yoktur.

İmam-ı Münavi bu âlimlerden maksadın Şeriat ilmini bilen ve bildiği ile amel eden âlimler olduğunu bildirmiştir.

Herallî (Rahimehullah şöyle demiştir) “Âlimin yüzüne bakan kimse, onu görmekle Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmaya niyet etmelidir.” (Feyzu’l Kadir 3/613)

BAKMAK VE RABITA
Şimdi diyeceksiniz ki bakmak ve düşünmek ile Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmakta nasıl bir bağlantı olur? Said İbni Cübeyr (Radıyalahu Anh)Den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulüllah efendimiz şöyle buyuruyor:
“Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78)

Bu hadis-i şerifte, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatan insanlardan bahsedilmektedir. Dolayısıyla Allah’ı hatırlamaya vesile, araç, sebep olmaktadırlar. Gördüğümüz zaman Allah’ı hatırlıyor isek düşündüğümüz zaman da hatırlamamız mümkün olacaktır.

Bakınız, inkârcılar “Allah yerine koydukları mürşidi düşünüyorlar” diyerek bizim şeyhe taptığımızı ve dolayısıyla şirke düştüğümüzü ileri sürüyorlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz onların görüldüğü zaman Allah’ı hatırlattığını buyurmuş ve Allah’ı hatırlamak için onların yüzüne bakılmasının önünü açmıştır.

Yani “neden Allah’ı hatırlamak için evliyayı aracı yapalım” diyenlere “Allah’ı hatırlamak için aracı koymak şirktir” diyenlere böylelikle peygamberimiz cevap vermiş oluyor. Tabi bu iddiaları ortaya atanlar cahilliklerini ortaya koymuş oluyorlar.

Ey cahiller! Peygamberi de mi şirk ile suçlayacaksınız!…

İbni Abbas (Radıyallahu Anhuma)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “En hayırlı meclis arkadaşlarımız kimlerdir” diye soranlara:
“Kimi görmek size Allah’ı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilmini artırıyor, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa.” Buyurdu. (Askalani, Heysemi, Mecma’üz-zevaid, 10/226; Ebu Y’al, el-Müsned, no: 2437, 4/326; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned, No:27670, 27672, 10/442, 443; hakim-i Tirmizi, Nevaridiru’l-usul, sh:140)

Zaten görülen Allah dostunun, Allah’ı hatırlatması onun beyaz sakalı sakalı veya sarığından değil, ruhaniyetinin kemalatındandır. Asıl mesele ruhaniyettir. Dolayısıyla görülünce Allah’ı hatarlatan bir şeyin, düşünüldüğünde hatırlatmaması imkansızdır.

Mesela şehevi şeyleri düşünmek insanın şehvet duygularını harekete geçirir. Hatta ilmihallerde şehvetin temas ile mi, düşünerek mi oluştuğu bile konu olmaktadır. Dolayısıyla düşünmek, hatırında canlandırmak kadar etkili bir hareket yoktur.

Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere onları bizzat gördüğümüzde Allah’u Teala’yı hatırlamamız ne kadar normal, meşru ve olması gereken bir davranış ise, onları bizzat göremediğimiz zamanlarda, onların suretlerini hayal edip düşünmemiz de neticede bize Allah’u Teala’yı hatırlatacağı için, rabıtayı kul ile Allah arasında perde değil de, tam tersine kulu Allah’u Teala’ya götüren bir vasıta olarak görmemiz icap eder.

DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN MİSAL VERELİM
Mesela ben, Efendi Hazretleri’ni gördüğüm zaman bana Allah’u Teâlâ’yı hatırlatıyor. Aklıma Allah korkusu, akabinde günahlarım ve eksiklerim geliyor. Bu davranış yukardaki hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere meşrudur. O halde ben, Allah’u Teala’yı hatırlamak için Efendi Hazretlerinin suretini gözümün önüne getirebilir miyim? Getirebilirim çünkü bakmak ve düşünmek arasında fark yoktur. Hatta düşünmek bazen bakmaktan daha tesirlidir.

RABITA KELİMESİ
Bütün bu delillerin arasına sıkışıp kalan inkarcılar çıkacak yol bulamayan bu sefer “rabıta” kelimesine takılırlar. Sahabelerin “rabıta” gibi ifadelerinin olmadığını ileri sürerler. Burada önemli olan isim değil manadır.

Yukarıda da gördüğünüz gibi sahabe-i kiram bizim rabıta dediğimiz olayı yaşamakta ve aşırı düşkünlüklerini beyan etmektedirler.

Ancak buradaki önemli husus sahabe-i Kiram, tabiin ve onların etba’ında bulunan kalbi ve hubbi rabıta, tekellüfe (hiçbir zorlamaya) muhtaç olmaksızın kendilerinde hâsıl oluyordu. Bu nedenle buna bir isim vermeleri de gerekmiyordu. Sonra zaman uzayıp kalpler bulanınca ve muhabbet azalınca, meşayıh, bu sevgi irtibatını açıkça müridlerine tenbih etme ve muayyen bir vakit koyma zaruretini hissetiler ki böylece onlar, mürşidlerinden feyiz alabilmeleri için kalplerini zorla da olsa toplamaya muvaffak olabilsinler. Daha sonra bu sevgiye “bağlayıcı” anlamına gelen “rabıta” adını verdiler.

Böylelikle sünnette hadis-i şerifler ile sabit olan bu fiil, tasavvuf erbabında eğitim metodu olarak rabıta ismi ile yer aldı.

Dolayısıyla “rabıta” kelimesinin sonradan verilmiş bir isim olması, “Allahı hatırlatan” bu yöntemin bid’at olduğu anlamına gelmez.

RUHLARIN BİRBİRİYLE BULUŞMASI
Aişe (Radıyallahu anha9 annemizden rivayete göre, Resulüllah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
“Ruhlar toplu (halde gezen) ordulardır. Onlardan (ezelde, Allah’u Teâlâ yolunda) birbiriyle tanışanlar i’tilaf eder (anlaşır), Tanışmayalar ise ihtilaf ederler (dünyada zıtlaşırlar)” (Buhari, enbiya:3, No:3158, 3/1213; Müslim, Birr:49, No:2638, 4/2031; Ebu Davud, Edeb:19, No:4834, 2/65; Ahmed İbn-i Hanbel, El-Müsned, No: 7940, 3/151; Sehavi, el-mekasıdülhasene, No:95, sh:73)

Abdullah Bidn-i Amr ibn-i As (Radıyallahu anhuma)dan rivayet edilen bir hadis şerifte Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki müminlerin ruhları, daha sahip (ler)i (birbiri) ni görmeden, bir gün ve gecelik yol mesafesinde karşılaşırlar.” (Ahmed İbni Hanbel, El-Müsned No: 7068, 2/683; Buhari, El-Edebül müfred, No: 263, sh:89; Deylemi, El-Müsnedül Firdevs, No:912, 1/237; Hakim-i Tirmizi, nevadiru’l usul, sh: 164)
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Rabıtanın kuran ve sünnetten delilleri devamı
Hakim-i Tirmizi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifi naklettikten sonra şöyle demiştir:
“Ruhların hali bir hayli acayiptir, çünkü ruh, semavi 8aslı gökten gelme) olduğu için hafiftir. Şehvetlerin karanlığıyla nefis ona karıştığı zaman ağırlaşır.
Fakat nefis bir takım riyazatlarla şehvetten uzaklaşır ruh ondan kurtulur ve bulanıklığı durulursa, işte o zaman eski hiffet ve tahareti (hafiflik ve temizliği) geri döner ve öyle bir hale sahip olur ki ona ancak kalbi Allah’u Teala’ya inanmış ve onunla mutmain olmuş olanlar inanır. (Hakim-i Tirmizi, Nevaridu’l Usul 164)

İmam-ı Münavi bu hadisi naklederek şöyle demektedir:
“Ruhlari nefsin bulanıklarından kurtulup, lezzet ve şehvet elbiselerini çıkararak, geldikleri manevi aleme döndüklerinde, ölüm sebebiyle bütün maddi kayıtlardan ayrıldıkları için, hürriyetlerie kavuşarak göğe yükselir ve sağken Allah’u Teala’ya yönelme hususundaki gayret ve çalışmaları nisbetinde, istedikleri yerlerde dolaşırlar….

Şimdi burada insanın aklına “bunlar ölü olduğu için serbesttir veya birbirine kavuşur. Bu ölülere has bir özelliktir” diye soru işareti gelebilir. Şimdi nakledeceğimiz hadis-i şerif bu sorulara da cevap vermektedir.

İmare İbni Huzeyme ibn-i Sabit (Radıyallahu anhum) şöyle anlatıyor:
Babam Huzeyme bir kere rüyasında sanki Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in alnı üzerine secde ettiğini görmüş, bunu Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e anlatmıştı.
Bunun üzerine Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Ruh ruha kavuşur” buyurmak suretiyle mubarek başını eğerek ona rüyada gördüğü gibi yapmasını emretti. Babam da arka tarafından Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in alnı üzerine secde yaptı.” (Ebn-i Ebi şeybe, Musannef, İman: 18, 7/243; Ahmed ibni hanbel, El-Müsned, No:21963, 21937, 21941, 21943i 21944, 8/201; Nesai, es-Sünenül Kübra, Ta’bir:5, No: 7631, 4/384; ibn-i hıbban, el-İhsan, No:7149, 16/98)

İşte bu hadis-i şerif tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde ruhların buluştuğu ve iltifat (yöneliş) mahallinin özellikle en şerefli uzuv olan yüze doğru olduğunu göstermektedir ki, bu da rabıtaya işaret etmektedir.

Şimdi günümüz inkarcıları “Resulüllah anlına secde yaptırmış” diyerek Yüce Peygamberi de (haşa) şirk ile itham edebilirler.

Cahiller bilmez ki, Allah’u Teala’da meleklerine Adem Aleyhisselama secde etmelerini emir buyurmuştur. Bu secdeler Adem Aleyhisselam’a veya peygamberimizin alnına değil, Allah’u Teala’ya yapılmıştır.

Bakın Ali Haydar Efendi bu hadis-i şerifi okuduktan sonra en buyurmuştur:
“Ayının postu bile tabaklanarak temiz olduktan sonra, seccade olabiliyorsa Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in mübarek alnından daha temiz seccade olur mu?”

İşte aynı şekilde rabıta yapılan kişinin yüzüne yönelmek demek ona tapmak manasına gelmemektedir. Bilakis o zat Mevla Teâlâ’nın tecellilerinin mazharı olarak düşünülmekte ve hakikatte Allah’u Teâlâ’dan istenmektedir.

Ayrıca yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, kâmil bir mürşidin ruhaniyetinin, aralarında ne kadar mesafe bulunursa bulunsun, kendisine candan iştiyak ve muhabbetle bağlı olan ve ona rabıta yapan müridleriyle irtibat kurmasına ve ona yol gösterici olmasına bir mani yoktur.

Bütün bu hadisi şerifler bizlere ruhların birbirleriyle nasıl irtibat kurduğunu ispat ederken, teveccüh ve rabıta hakkında da büyük bir delildir.

Bu diller, rabıtanın meşruluğunu değil ne kadar lüzumlu olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bunca delili inkar etmek, görmemezlikten gelmek veya yok saymak akıllı insanların sergileyeceği bir davranış değildir. Bir insan uygulamıyorsa bile inkar etmemelidir. Allah’a ve resulüne muhalefet etmemelidir..

İnkar bir bataklıktır, çırpındıkça batmak kaçınılmazdır. Allahu Teala bilerek vyea bilmeyerek inkar eden insanlara uyanış nasip eylesin. Bizlere yolumuzun önemini kavrayarak dört elle sarılma aşkı ihsan eylesin..

İhvanlar.net İsmailağa CEMAATİ'NİN SİTESİ – İsmailağa HUZURUN ADRESİ
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Mahmud Esad Coşan hazretleri'nden(k.s) NEFİS TERBİYESİ

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn… Ves salâtü ves selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ ve senedinâ, habîbullahî ve safiyyihâ muhammedinil mustafâ… Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ…

Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!..

Muhterem cemâat-i müslimin!..

Allah CC cümlenizden râzı olsun… Etraftaki vasıtalardan görüldüğü üzere, çok uzak şehirlerden aşk ile, şevk ile buraya gelmiş kardeşlerimiz de var aramızda… Ecrinizi Mevlâm fazl u kereminden, gayb hazinelerinden çok bol miktarda ihsan eylesin… Dünya ve ahiretin saadetlerine, hayırlarına, nimetlerine erdirsin…

Burada çok muhterem, çok aziz, çok değerli, çok mübarek Hocamız Muhammed Zâhid Bursevî Hazretleri’nin ruh-i pâki için okunmuş olan Kur’an-ı Kerim hatimlerini, tevhidleri, Yâsin’leri, salât ü selâmları, İhlâs-ı Şerif’leri toplayıp dua yapmak üzere cem olduk.

Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur’anı Kerim’inde, bismillâhir rahmânir rahim:
(Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya’budûn) (Zariyat 56) buyuruyor. Mükellef olan, tekâlif-i ilâhiyyeye muhatab olan mahlukatın içinde, başta insanoğulları benî Adem olmak üzere, insanların ve cinlerin yaratılış sebebini Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Başka bir sebeble yaratmadım; insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım! Bana güzel kulluk etsinler diye yarattım!” diye, şu hayatımızın nasıl geçmesi gerektiğini ve şu hayatımızın gayesinin ne olduğunu bildiriyor. Ve bu ibadetin, bismillahir rahmanir rahim:

(Va’büd rabbeke hattâ ye’tiyekel yakîn)(Hicr 99) “O herkesin başına geleceği kesin olan, şeksiz, şüphesiz olan ölüm başına gelinceye kadar Rabbine ibadete aralıksız devam eyle! Ölümüne kadar, hayatının sonunu kadar, Rabbine ibadet yapmaya devam eyle!” diye buyuruyor.

(Ellezî halakal mevte vel hayâte liyeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ)(Mülk 2) Bu hayatın, ölümün; ölümden sonra tekrar yaşamak olan, ahiret hayatının, tekrar dirilmenin sebebinin: “Ey kullar! Hanginiz daha güzel kulluk yapacak, daha güzel işler peşinde, daha güzel çalışmalar yapacak?” Bunu denemek için, imtihan etmek için, Allah bu hayatı, ölümü var eyledi, halk eyledi; bu sahneyi böylece tanzim eyledi. İnsanlar bu aleme geliyorlar, gidiyorlar; imtihan oluyorlar.

(İnnâ halaknel insâne min nutfetin emşâcin nebtelîhi) (İnsan 2) “Biz insanoğlunu imtihan etmek üzere yarattık.” diye Dehr Sûresi’nde de beyan ediliyor.

Hàsılı ayet-i kerimelerden, Allah’ın gönderdiği mübarek insanlar olan peygamberler –aleyhimüs salevâtü vet teslîmâtü vet tahiyyât– hazretlerinden, vahiylerden, Peygamberlerin tebliğâtından, Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden çok kesin olarak, kat’î olarak biliyoruz ki, hepimizin asıl vazifesi Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne güzel kulluk yapmak… Ve bu güzel kullukta, “Hangimiz daha güzel kulluk yapacağız?” diye Mevlâmız bizi ikaz ediyor.

Hayırda da gayret göstermek, yarışmak, en güzelini ortaya koymaya çalışmak… Allah-u Teâlâ Hazretleri, her şeyin en güzelini yapmayı müslümana emretmiştir. Yapılan her şeyin en güzeli olduğu gibi, ibadetin de en güzelini yapmaya mü’minin çalışması lâzım!..

Bu gayeyi hepimiz biliyoruz. Müslüman olduğumuz için biliyoruz. Belki bunu bilmeyen insanlar çok dünya üzerinde… Hayatın mânâsını, gayesini, önünü, sonunu, evvelini, ahirini bilmeyen insanlar çok… İran’lı şairin bir tanesi diyor ki: “Bu köhne kitabın baş tarafı da, son tarafı da kopuktur.” Yani, “Baş tarafını bilmiyoruz; vardı ama sayfalar kopmuş. Son tarafını da bilmiyoruz; sayfalar kopmuş.” diyor. Sayfalar kopmuş amma, Allah’ın gönderdiği peygamberlerle onların bilgisi bize gelmiş.

–Peygamber ne demek?..
–Haber bildiren insan demek…
–Kimden kime haber bildiriyor?
–Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin emirlerini ve insanoğlunun bilmesi gereken bilgileri insana Allah tarafından görevlendirilip bildiriyorlar. Peygamber onun için geliyor.

Arapçadaki nebi kelimesi de, nebe’ kelimesinden çıkmış bir kelimedir. Nebe’, haber demek… Nebî de, haberi getiren kişi demektir. Yani bilmediğimiz alemlerden, evveliyattan ve sonrakilerden haberleri bize peygamberler getirmiş ki, biliyoruz.

Buna iman ediyoruz, ahiret gününe de inanıyoruz ki, ölümden sonra ebedi hayat var… O ebedi hayatta da, dünya hayatındaki yaşayışında vazifelerini güzelce yapan insanlara çok güzel mükafatlar var… Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç kimsenin gönlüne, hayaline sığmayacak kadar… Bu tabirler Peygamber Efendimiz’den… Yâni, kimsenin hayaline bile, tasavuruna bile sığmayacak kadar muazzam güzellikler var Allah’ın mutî kullarına…

Ve çok müthiş cezalar, belâlar, azablar, ikablar da, Allah’ın kâfir, âsî, mücrim kullarına… Evet biz şeksiz, şüphesiz biliyoruz ve inanıyoruz ki, Allah’a kulluk etmemiz lâzım!.. Buraya geliş vazifemiz bu!.. İbadetlerde, taatlerde kusur etmememiz lâzım!.. Allah’ın emirlerini tutmamız, yasaklarından kaçınmamız lâzım!..

–Peki, niye insanlar bu bilgilerine rağmen, hattâ müslümanlar bu imanlarına rağmen Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne karşı kulluklarını güzel yapmıyorlar da, etrafımıza baktığımız zaman nice âsî, mücrim, günahkâr kul görüyoruz?.. Hatta kendi hayatımızdan, kendimizden bile şikayetimiz var… “Nefsindendir çektiğin!.. Nefsini yenen gelsin!” dediği gibi… Nefis elinden el aman diyoruz, medet diyoruz, aman Allah’ım diyoruz, Yani kendimizin de kusurlarımız, şikayetlerimiz var; neden?.. Neden Allah’ın bize yüklediği vazifeyi yapamıyoruz da böyle günahlar, kusurlar, hatâlar oluyor?..

Tabii Peygamber SAS Efendimiz beş tane düşman sayıyor, bir hadisi şerifinde…
(Elmü’minü beyne hamse şedâid) “Mü’min, beş tane belânın, beş tane düşmanın arasına düşmüştür.” buyuruyor.

Bu beş düşman nedir:
1. Önce mü’minden başlıyor: (Mü’minün yahsudühû) Kendisine hased eden, çelme takan düşmanlık eden, sıkıntılar veren, kavga eden, çekişen, çatışan hasetçiler… Etrafındaki, mü’min olduğu halde kendisinin karşısında olan insanlar…

2. (Ve münâfikun yebğuduhû) Bir de, dışı mü’min, içi kafir kalbi inanmamış; içi başka, dışı başka Kur’anı Kerim lisanında münafık denilen insanlar… Doğrudan doğruya karşına çıkıp da sana düşman olduğunu söylemiyor; ama, içinden kızıyor, sevmiyor mü’mini… Mü’min-i kâmili sevmiyor, Allah yolunda yürüyen insanı sevmiyor, onun karşısında… Münafık…

3. (Ve kâfirun yukàtiluhû) Bir de kafirler var… İşte gazeteleri aldığımız zaman, –dünya küçüldü, haberler her yandan geliyor– her yerde bir acı haber duyuyoruz. Yüreğimiz burkuluyor, kalbimiz hançerleniyor, keyfimiz kaçıyor; mü’min kardeşlerimiz için üzülüyoruz. Ya Bosna-Hersek’ten acı bir haber geliyor, ya Keşmir’den bir acı haber geliyor… Ya Kafkasya’dan bir haber geliyor, ya Afrika’dan bir haber geliyor… Dünyanın bir yerinden, biz mü’minleri üzecek bir acı haber yazılmamış olan bir gün, bir zaman, bir gazete göremiyoruz.

Çünkü, İslâm’ın düşmanları var, Allah’ın düşmanları var, kafirler var… Onlar mü’minleri yok etmek istiyorlar. Her türlü haksızlığı yapıyorlar. Kendilerinin ortaya koymuş oldukları esasları, kanunları, ahlâkî kaideleri bile çiğniyorlar. Çifte standart diyoruz biz… Adamına göre merhamet, adalet, insan hakları ve sâire… Mü’mine gelince insan hakları da yok, adalet de yok, insaf da yok, merhamet de yok!.. Demek ki, azılı, yola gelmez ve hiç göz ardı etmememiz gereken düşmanlardan birisi de kafir…

4. (Ve nefsün yünâziuhû) Bir de insanın kendi nefsi, egosu, insanın kendi içindeki bir varlık… Bu da insanla çekişiyor. (Yünâziuhû) “Çekişir.” buyuruyor Peygamber Efendimiz… Yani, sen Allah’a kulluk etmek istedikçe, o da seni günaha çekmeye çalışır… Tembelliğe çekmeye çalışır, hatalı yola çekmeye çalışır… Allah’ın sevmediği, râzı olmadığı tarafa çekmeye çalışır… Namaz kılmağa üşendirir, abdest almaya üşendirir… Zekât vermeğe, elini cebine sokturtmaz… Hayırlı bir işe koşturtmaz… İçkiden, kumardan, eğlenceden geri çektirtmez. Yani nefsi insanın büyük düşmanlarından birisi…

5. (Ve şeytànün yudıllühû) Onu sapıtmaya çalışan bir başka varlık daha var, biz onu görmüyoruz. (İnnehû yerâküm hüve ve fîküm min haysü lâ teravnehû) Bu şeytan denilen mahlûk ve avanesi, yardımcısı, ordusu… Onlar bizi görüyor, biz onları görmüyoruz.

Görmediğimiz çok şeyler var… Elektriği de görmüyoruz, ses dalgalarını da görmüyoruz. Gözümüze ilişmeyen hayatta çok şeyler var… Işıklar söndü mü, şu gördüğümüz şeyleri bile görmüyoruz. Yâni, bunları da ışık sayesinde görüyoruz. Gözümüz bozuk olduğu zaman da görmüyoruz. Dışarıda var ama, görmüyoruz. Felç olduğu zaman da görmüyoruz. Görmüyoruz ama şeytan var…

Alemlerin rabbi Mevlâmız buyuruyor ki:
(İnneş şeytàne leküm adüvvün vettahizûhû adüvvâ)(Fatır 6) “Sizin şeytan diye bir düşmanınız var!.. Size düşmanlık besleyen bir varlık var… (vettahizûhû adüvvâ) Siz de onu düşman belleyin, düşman diye bilin!.. O şeytanın düşman olduğunu bilin, siz de ona düşman olun!.. Çünkü, o sizi kendi tarafına çekmeye çalışır. Şeytan yoluna çekmeğe çalışır. Sizin cehennemlik olmanızı ister. Sizin cehenneme düşmeniz için çalışan bir varlık olduğu için, onu düşman edinmeniz lâzım!..”

Şimdi muhterem, sevgili ve dikkatli kardeşlerim. Peygamber Efendimizin hadis-i şerifinden size naklederek beş tane düşman saydık. Kendimiz bir söz söylemiyoruz. Peygamber SAS Efendimiz’in nasihatlerini size aktarmaya çalışıyoruz.

–Beş tane düşmanın en azılısı ve en tehlikelisi hangisi?..

Yine ayet-i kerimelerle düşünelim: Allah-u Teâlâ Hazretleri şeytan hakkında buyuruyor ki:
(İnnehû leyse lehû sultànün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn.) (Nahl 99) “Şeytanın vesvese kabiliyeti var… İnsanın aklına, gönlüne birtakım fikirleri vesvese olarak telkin etme işi var ama; iman eden kullara, tevekkül edenlere gücü kuvveti yok…” Demek ki, imanın sağlamlığı burda… Allah’a bağlılığı güzel oldu mu bir kulun, şeytan ona diş geçiremiyor… Şeytan onu eline alamıyor… Şeytan ona bir şeyi zorla yaptıramıyor. Demek ki, o bir bakıma çok büyük düşman değil…

Sonra, başka ayet-i kerimelerde Rabbimiz buyuruyor:
(Lâ yadurruküm men dalle izehtedeytüm) (Maide 105)”Siz Allah’ın yoluna ayağınızı koyarsanız, Allah’ın yolunda yürümeye çalışırsanız, sapıtmış olan insanlar, kâfirler ve münafıklar size zarar veremez!.. Siz hidayet yolunda, Allah’ın emirlerini tutarak yürürseniz, onlar da zarar veremez!” buyruluyor.

Eh münafığın zararı yok… İnsanların da şeytanları olurmuş. (Şeyâtînül insü vel cin) “İnsanların ve cinlerin şeytanları” deniliyor. İnsanlardan da şeytanlaşmış ve şeytanın vazifesini gören, azdırmaya çalışan nice insanlar var; bunların da zararı yok… Münafıkların da zararı yok, şeytanın da zararı yok…

Mü’min… Mü’min kardeşlerimizi Allah ıslah etsin… Mü’min kardeşine müslümanın nasıl olması lâzım?.. Yunus Emre Hazretleri buyuruyorlar ki (cennet mekan, rahmetullahi aleyh):

Döğene elsiz gerek,
Söğene dilsiz gerek!

Yani mü’mine ne yaparsın?.. Dövene el kaldırmazsın; o da bir şey yapmaz. Mücadele etmeyince bir şey yapmaz.

Adamın birisine bir mübarek kimseyi medh etmişler, “Çok güzel ahlâklıdır, iyidir…” diye… Adam da, “Ahlâklıyı size gösteririm!” demiş. Kabadayı adam, pos bıyıklı… Düşmüş peşine adamın…

O adam cuma günü hamama gitmiş yıkanacak. Bu da arkasından hamama gitmiş. O adam bir kurnanın başında oturmuş, besmele çekip abdest alacak, yıkanacak, camiye gidecek… Öteki gelmiş, dikilmiş başına:
“–Kalk buradan, ben burada yıkanacağım, bu kurnada yıkanacağım!” demiş.
“–Peki…” demiş, tası tarağı toplamış oradan…

Yâni, tası tarağı toplamak deniliyor ya… Tasla alınıyor ya su kurnadan… Oradan kalkmış, öbür kurnaya gitmiş. Tam orayı temizlemiş, oturmuş; besmele çekip abdest alacak, yıkanacak… O kabadayı tekrar dikilmiş onun başına:
“–Ben orada yıkanacaktım ama, beğenmedim orayı!.. Burada yıkanacağım, çekil buradan!” demiş.
“–Peki…” demiş yine, tası tarağı toplamış, başka yere gitmiş.
Öbürü yine, üçüncü sefer onun gittiği yere gitmiş. Demiş ki:
“–Ben burada yıkanacağım!..”
“–Peki…” demiş yine, tası tarağı toplamış…
Bakmış ki, kaç sefer kalk dese kalkacak. Yâni, kavga iki kişiyle olur muhterem kardeşlerim!.. Bir tanesi uymazsa, kavga olmuyor işte… Demiş ki sonra:
“–Yahu, seni bana medhetmişlerdi, güzel huyludur diye… Ben de seni denemek için peşine düştüm. Gerçekten iyi huyluymuşsun!” demiş.

Evliyaullahtan birisini anlatırlar: Horasan’ın büyüklerinden mübarek bir zat-ı muhterem… Muhterem, cennetmekân, kaddesallahu sirrahul aziz yine böyle çok mübarek bir insan… Medhedildiği için, ahaliden bir zengin bunu çağırmış:
“–Efendim buyur, akşam yemeğini bizde yiyelim!” demiş.
Hocaefendi de kalkmış, onunla beraber davete icabet sünnettir diye, gitmiş. Kapıya geldiği zaman:
“–Hocam, bir dakika bekle!” demiş. İçeri girmiş, çıkmış:
“–Valla, kusura bakma ben seni çağırmıştım ama, şimdi eve girdim baktım, durum müsait değilmiş. Kusura bakma hocam!..”
“–Peki evlâdım…” demiş, camiye dönmüş hocaefendi.
Sonra tekrar camiye gitmiş adam:
“–Hocam! Ben ev müsait değil dedim ama, şimdi müsait oldu. Buyurun eve gidelim! Akşam çorbasını beraber içeriz!” demiş.
Hoca tekrar:
“–Neyse, peki evladım!” demiş, gelmiş.
Tekrar kapıdan içeri girmiş, dışarı çıkmış:
“–Efendim, kusura bakmayın! Ben hazır dedim ama, hazır değilmiş. Kusura bakmayın kabul edemeyeceğim sizi!..” demiş.
“–Peki evladım…” demiş ve tekrar gitmiş.
Adam tekrar arkasından camiye gitmiş, tekrar çağırmış… Tekrar evinde hayır demiş, müsait değil demiş… Adam her seferinde gidip çağırdığı zaman, “Artık ben sana gelmem!” demiyor. “Kırk defa niye çağırdın? İnsanın burasına gelir, artık patlamaz mı?” diye bir şey demiyor. Tabii her seferinde, “Peki evlâdım…” diyor. Adam sonunda hocanın eline ayağına sarılmış:
“–Hocam, beni affet!.. Ben, senin ahlâkını denemek için böyle yaptım. Seni çok medhediyorlardı; hakîkaten medhedildiğin kadar da varmışsın!.. Çok güzel melek gibi bir ahlâkın varmış, hocam!..” demiş. “Elini öpeyim, ayağını öpeyim müsade et!..” demiş.
“–A evlâdım…” demiş. –Hocaefendinin cevabına bakın, dikenli değil; şeyh efendinin cevabı mühim.– “A evlâdım, güzel huyluluk neresinde bu işin?.. Benim bu yaptığımı Horasan’ın köpekleri de yapar. Horasan’ın köpekleri, ‘Gel kuçu… Kuçu…” dersin gelir; ‘Hoşt!..’ dersin gider. Köpeklerin bile yaptığı bir şeyi ne diye büyütüyorsun gözünde?.. Mühim birşey değil ki!.. ” demiş. Ahlâkın güzelliğine bakın!..

Şunu anlatmak istiyorum: Mü’min ile mü’min kavga etmez, eğer birisi uymazsa ötekisine… Kavga iki kişi ile olur. Tek kişi ile insan kendini yumruklayacak değil ya, iki kişi ile olur. Demek ki, mü’minden zarar gelmez. Dua edersin, dövene elsiz olursun, sövene karşılık vermezsin, gönülsüz olursun, sabırlı olursun, Allah’a havale edersin…

Evliyaullahtan bir zat ile, bir kötü huylu adam bir yolculuk yapmışlar da, ne cefâlar etmiş o kötü huylu adam yollarda… Ne cefâlar, ne ezâlar etmiş. Gık dememiş. Sonra yolculuk bitmiş, ayrılacaklar; “Hadi Allah’a ısmarladık, ben gidiyorum!” deyince, başlamış evliyaullah ağlamaya…

“–Niye ağlıyorsun?.. O kadar ezâ cefâ etti; yolda ağlamadın da, şimdi ayrılırken niye ağlıyorsun?.. Gülmen lâzım!..” demişler. “Oh be, bu adamdan kurtuldum diye yaka silkip sevinmen lâzım. Şimdi niye ağlıyorsun?”
Demiş ki:
“–Bu kadar zaman yanımda durdu, ayrılıp gidiyor da, kötü huyları kendisinden ayrılmıyor. Acıyorum da ondan ağlıyorum!” demiş.

Evliyâullahın merhameti böyle… Kendisini üzene acıyor, bu kötü huylarıyla zarara uğrayacağını biliyor. Peygamber SAS’in hadis-i şeriflerini biliyor: “Cennette bana mekânı en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” buyuruyor Peygamber Efendimiz SAS… Cennete Peygamberimiz’e en yakın olmak isteyen kimse ne olacak?.. Güzel ahlâklı olacak!..

Şimdi mü’minden gelen ezâya, cefâya sabredersin sevap kazanırsın. Güzel huy nedir?.. Peygamber SAS Efendimiz’e “Güzel huy nedir yâ Rasullallah?” diye sordu Hazret-i Enes RA… Buyurdu ki:

(Mekârimül ahlâkı indallàhi selâseh, tağfiru ammen zalemeke ve tu’tî men harameke ve tesılü men kataake) “Sana buğzedeni affedersin, sana vermeyene sen verirsin, seninle ilgiyi kesene sen gidersin!” Demek ki, mü’mine karşı Allah rızâsı için, ondan bir karşılık beklemeden iyilikte bulunmaktır.
(İnnemâ nut’imüküm livechillâhi lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ) (İnsan 9) Ayet-i kerimenin bildirdiğine göre, ne demiş Hazret-i Ali Efendimiz: “Biz size o ikramları, taam yedirmeyi, ziyafet çekmeyi sadece Allah rızâsı için yaptık. Şimdi ziyafet ettik, yediriyoruz, içiriyoruz… Neden yapıyoruz?.. Allah’ın rızâsı için; Allah hoşnut ve râzı olsun diye… (lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ) Bir mükâfaat beklemiyoruz, para pul beklemiyoruz. Teşekkür bile beklemiyoruz.

Mü’min ne yaparsa, yaptığı işi Allah rızâsı için yapar, teşekkür bile beklemez ve kötülüğe karşı iyilik yapar. Güzel ahlâk budur. Mü’minin mü’minle problemi olmaması lâzım!.. Neden? Bir taraf olgunsa problem olmaz. İki taraf da sert ise, çarpışırlar; o zaman, iş zor…

Mü’minden zarar yok… Şeytan da doğrudan doğruya –gücü kuvveti yok– insana zorla birşey yaptırtamıyor. Vesvese veriyor sadece… Teklif ediyor; şunu yap, bunu yap… Yapıp yapmamak insanın elinde… O da bir tehlike değil… Münafık ve kafir de insanın aklını, fikrini insandan çelmeye çalışan kimse de zarar veremiyor. Sen Allah’ın yoluna ayağını koyduğun zaman, o yolda yürüdüğün zaman, onlar da zarar veremiyor. Kâfir mü’mine zarar verir mi?.. Kâfir mü’mine hiç zarar veremez.
–Hocam bu sözü düşünerek mi söylüyorsun?
–Düşünerek söylüyorum: Kâfir mü’mine hiç zarar veremez!.. Neden?.. Kâfir mü’mini öldürürse, mü’min şehid olup cennete gider. Zarar değil ki; cennete gider, cennete gitmesine sebep olur. E öldüremiyor; mü’min onu yenerse, zâten mü’min muradına ermiş olur. Kâfirin de bir zararı yok…

SOHBETİN DEVAMI HEMEN AŞAĞIDADIR.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Hz. Ömer RA zamanında, eskiden müşrik olan, kafir olan, müslümanlarla çok savaşlar yapmış, bir de peygamberlik davasında bulunmuş bir kimse, sonradan tövbekar olmuş, müslüman olmuş, hacca gelmiş. Hazret-i Ömer RA halife; bu da, eskinin azılı İslâm düşmanı… Peygamberlik davasıyla ortaya çıkmış, nice nice halis müslümanı şehid etmiş bir kimse… Hazret-i Ömer RA demiş ki:
“–Seni sevmiyorum, sana içim ısınmıyor!” Dobra dobra seni sevmiyorum demiş.
Demiş ki:
“–Yâ Ömer! Herkes herkesi sevmeye mecbur değil! Sevmiyorsan sevme, ne yapalım? Böyle bir mecburiyet yok… Evet eskiden mü’min değildim. O zaman bir takım kimseleri öldürdüm ama, onlara zarar vermedim ki; onlar benim elimle cennete gittiler. Ben onları öldürdüm; müşriklerle müslümanların savaşında cennete gittiler. Sorumluluk bende kaldı, kendime zarar verdim ama, bir şey daha var: İslâm, müslüman olmak, hidayete ermek eski günahları da siliyor. Onun da hesabı kalkıyor.” demiş.

Binaen aleyh mü’min kardeşlerim, neyi anlatmak istiyorum size?.. Peygamber SAS Efendimizin saydığı beş düşmandan, mü’min zaten düşman olmaz; uymazsın, sabredersin… Şeytan sadece vesvese verir; uymazsın, sabredersin… Münafık zarar veremez; Allah yolunda yürürsen, zararı yok… Kâfir hiç zarar veremez; kafirle her işin senin lehinedir. Kafirle çarpıştıkça, yaşarsan kazanırsan gazi olursun, ölürsen şehid olursun. Kâfir de zarar veremez!.. Ne kalıyor muhterem kardeşlerim bizim düşmanımız, karşımızda kim kalıyor?.. Asıl düşman, nefs-i emmâre’miz kalıyor.

Onun için Peygamber Aleyhisselam Hazretleri buyurmuşlar ki:
(A’da adüvvüke nefsükelletî beyne cenbeyke) “Senin en azılı düşmanın, şu senin iki omuzun arasındaki, iki canibin arasındaki nefsindir” diyor. İçindeki nefsindir diyor. İki tarafın arasındaki diye tabir ediyor.

Aziz ve muhterem kardeşlerim!.. Elbette Peygamber Efendimiz’in sözü haktır ve sözlerin en doğrusudur. Bizim en büyük düşmanımız elbette bizim içimizdeki kendi nefsimizdir, kendi benliğimizdir, enemizdir, egomuzdur.

Aziz ve muhterem kardeşlerim!.. Onun için, Peygamber-i Zîşân SAS Efendimiz şöyle buyurmuş: “Küçük savaştan büyük savaşa geldik.” Bu nefisle olan mücadeleyi, büyük savaş olarak anlatmış. “Küçük savaştan geldik büyük savaşa…” Düşmanların en düşmanı olan nefsi terbiye edersen, tezkiye edersen, temizlersen, aklarsan, düzeltirsen, ıslah edersen felâh bulursun!..

(Kad efleha men zekkâhâ) (Şems 9)”Kim nefsini temizler de ıslah ederse, terbiye ederse, düzeltirse felah bulacak, dünyada ve ahirette rahat edecek!..”

(Ve kad hâbe men dessâhâ) (Şems 10) Nefsine terbiye edememiş insan da, ne olacak?.. Hakir olacak, ahirette muazzam zarara uğrayacak. İnsanlar ahirette yaptıklarını bulmayacaklar mı, ettiklerini bulmayacaklar mı?.. Ahiretteki zarar dünya zararına benzemez.

Dünya da insan dükkan açar, zarar eder, kapatır, başkasını açar. Memuriyete girer, ordan ayrılır pazarda pazarcılık yapar, hamallık yapar, odunculuk yapar… Sırtına bir ip bağlayıp dağdan odun getirip sattı mı ondan bile para kazanır. Dünyadaki iflaslar mühim değil, ahiretin iflâsı mühim… Orda perişan olacak. Kim nefsine terbiye ederse kurtulacak, felah bulacak; kim nefsini temizleyemezse, ıslah edemezse, nefsi öyle nefsi emmare olarak kalırsa, zarara uğrayacak.

Bu güzel kulluklar yapmamıza bazı maniler var, engeller var… Bize bu güzel kulluğu yaptırmayan sebepler var… Kâfir ülkesinde olsak düşman yaptırmıyor; “Namaz kılamazsın, başını örtemezsin!.. Başını örtersen okula gelemezsin!.. Ezan okuyamazsın!..” diyor. Almanya’da olanlar, Avrupa’da olanlar bilir, demokratik bir ülke olmasına rağmen neler olduğunu… Bir de komünist ülkelerde, zulüm yapılan ülkelerde; işte namaz kılanı öldürürler, işkence ederler. Bulgaristan’dan ve diğerlerinden biliyoruz.

En mühim işimiz Allahu Teâlâ Hazretleri’ne kulluk etmek… Bunun karşısında bazı düşmanlar var… Bu düşmanların en azılısı da hepimizin başında olan, baş belâsı düşmanımız nefsimiz… Bu işin kimse farkında değil… Bu işi okutmuyorlar, öğretmiyorlar, anlatmıyorlar. Eski devirlerde Kur’an-ı Kerim’e başladı mı:
(Bismillahir rahmanir rahim. Rabbi yessir velâ tüassir rabbi temmim bil hayr.) diyerek çocuklara ilk önce peltek peltek rabbi yessir demesi öğretilirdi. 4 yıl 4 ay, 4 günlük olunca euzü besmele çektirilirdi, derse başlatılırdı.

Önce elif be öğretilirdi. Elif uzun boylu… Be beli bükük, te ona benzer, se ona benzer… Cim karnında bir nokta, ha ona benzer, hı ona benzer… Böyle oyunlarla, benzetmelerle öğretilirdi. Oğlum Kur’an-ı Kerim’e geçti, kızım Kur’an-ı Kerim’e geçti; maşaallah!.. Amme cüzünü ezberledi, maşallah… Hatim indirdi maşallah, hatim duası maşallah…

İnsan Kur’anı Kerim’e bağlı oldu mu, Allah’ın kitabına sarıldı mı muhterem kardeşlerim; Allah’ın yolundan haberdar olur. Allah’ın bildirdiği tehlikeleri öğrenir, kendisini korur, küçük yaşta öğrenir. Ama Allah’ın yoluna girmeyen, Allah’ın emirlerini tutmayan, Allah’ın dininden haberi olmayan insanlar, bu tehlikelerden hiç haberdar değildirler.

İnsanoğlunun içinde bir nefis olduğunu, insana kötülükleri emreden nefs-i emmâresi olduğunu insanlar bilmiyor. İnsanlara içinden geldiği gibi özgür, içinden ne söylüyorsa onu yapması tavsiye ediliyor. Ve gruplar kuruluyor, partiler kuruluyor, özgürlük için mücadele veriliyor. Ben istediğimi yapabilirim diyor.

İnsanlar utanmayı kaldırmışlar, arlanmayı kaldırmışlar. Yeşillik demişler, yeşiller partisi demişler, homoseksüeller demişler, falanca demişler, filanca demişler… Utanma yok, arlanma yok, sıkılma yok; özgür yaşayacağım diye hayvani, orman hayatı gibi bir hayatı yaşıyorlar. Neden?.. Kâinatı yaratan yaratıcıdan haberleri yok insanların… Çoğunun O’nun gönderdiği peygamberden haberi yok…

Bak ne buyuruyor Rabbimiz:
(Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn) (Enbiya 107)Allah-u Teâlâ Hazretleri Peygamberimiz’i niçin göndermiş insanlara?.. “Ey Resulüm biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik!” Rahmet ne demek, yağmur mu demek?.. Hayır, acımak demek. “Acıdığımız için insanlara seni gönderdik. Ey Resulüm insanlara merhametimizden seni gönderdik. Ey Resulüm insanları dünyada ve ahirette zarara uğramasınlar, cehennemde cayır cayır yanmasınlar, dünyaları zehir, zindan olmasın, ahiretleri mahv olmasın diye, insanlara acıdığımızdan seni haberci olarak biz gönderdik.” diyor Allah-u Teâlâ Hazretleri…

Gönderme sebebi ne?.. İnsanlara acıması, insanların iyiliğini istemesi… Allah’ın bu acımasından, merhametinden kendilerini doğru yolu göstermek istemesinden, insanların çoğu haberdar değil… Onun için, burnunun doğrultusuna, nefsinin istediğine gidiyor.

Elhamdü lillâh, biz müslümanlar daha güzel biliyoruz ki, nefis diye bir düşman var… Şeytan diye görenmez bir düşman var… İnsanın içinden gelen her şeyi yapmaması lâzım… Allah’ın emirlerini tutması lâzım… Allah başınızı örtün demiş, örtmek lâzım… Açılmayın demiş, açılmamak lâzım…

İçki içmeyin demiş, aklı götürdüğü için içkiyi içmemek, içkiyi satmamak lâzım… İçki ticareti yapmamak lâzım… İçkinin hamallığını bile yapmamak lâzım…

Faiz yemeyin demiş, hiç kimse kimsenin sırtından, bedavadan geçinmesin diye… Alnının teriyle geçinsin diye… Faiz yememek lâzım, yedirmemek lâzım, hatta faiz ahdine şahit bile olmamak lâzım… Belâ getirir insana, ceza getirir.

Tabii ki, insanların çoğu bilmiyor ama, onlara da Allah hidayet ihsan eylesin… İlim, irfan, ihsân nasib eylesin… Bir de bildikten sonra, işte nefsini ıslah etmek meselesi geliyor. Peki sen hastalandığın zaman ne yapıyorsun?.. Tıp tahsili yaptın mı, yapmadın… Nedir mesleğin?.. “Mühendisim, tüccarım, esnafım, demirciyim, elektrikçiyim,halıcıyım, şucuyum, bucuyum…” diyor. Eh tıp tahsili yapmadın; içinden bir ağrı duyuyorsun, ne yapacaksın?.. Doktora gideceksin. Neden?.. Bu ağrıları, sızıları, hastalıkları bilen mütehassıs insanlar, bu hususta tahsil yapmışlar da onun için…

İşte, bu nefsimizi de terbiye etmenin çaresini aramak lâzım… Nefsi terbiye edecek mütehassısı bulmak lâzım… Ve Allah-u Teâlâ Hazretleri hiçbir devirde hiçbir karyeyi hiçbir beldeyi, hiçbir kavmi peygambersiz bırakmadığını Kur’an-ı Kerim’de bildiriyor:

(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) (Fatır 24) “Allah’ın oraya bir ikazcı, bir ihbarcı, haberci peygamber göndermediği hiçbir toplum yoktur!” Demek ki rahmetinden, adaletinden dolayı kullarına acıdığından dolayı Rabbimiz, her insan topluluğuna haberci göndermiş. Kur’an-ı Kerim’den böyle biliyoruz. Allah-u Teâlâ Hazretleri herkese kendi emirlerini duyurmuş.

Onun için, tarih kitaplarını okurken, arkeolojik kazıları yaparken, takip ederken görüyoruz ki, her devirde Allah’ın varlığını, birliğini anlatan, insanları ahlâka, edebe, akla çağıran bir insan yollanmış.

Meselâ Sokrates diye biri var… Yunanlıların filozofu diyorlar. Şimdi bu Yunanlılar çok tanrılara, putlara tapıyorlar. Onların karşısına çıkıyor, tapmayın bu putlara diyor. Devlet bunu yakalamış. “Sen bizim tanrılarımıza neden dil uzatıyorsun? Neden bizim dinimizi tehdit ediyorsun? Kim söyledi sana bunları böyle yapmanı?.. Nereden çıkarıyorsun bir tanrıya ibadet etmeyi, Allah’ın varlığını, birliğini?..”deyince; rivayetlerde var bu, diyor ki: “Bana bir mânevî varlık geliyor, bunu böyle bildiriyor.” diyor. Yani çok tanrıya, çok puta tapan bir kavmin içinde, bir Allah’a ibadet etmeyi varlığını birliğini anlatan bir insan, “Bana bir melek geliyor, bunları bana bildiriyor.” diyor. Demek ki, onlara hakkı bildiren bir insan çıkmış.

Nemrut’un kavminde İbrahim AS’ın çıkıp: “Ey kavmim! Bu ellerinizle yaptığınız putlara niye tapıyorsunuz? Az önce bir taştı, ağaçtı; oydunuz, yonttunuz, niye tapıyorsunuz buna?.. Tapınmayın buna!..” dediğini biliyoruz.

Mısırlıları biliyorsunuz, firavunları var… Piramitler yapmışlar, mezarlar yapmışlar. Ama Mısır tarihini incelediğimiz zaman, firavunların tarihinin içinden de, insanın insana tapmaması gerektiğini, bir Allah’a ibadet etmeyi; Allah’ın varlığını, birliğini söylemiş olan insanların yaşadığını öğreniyoruz. Allah’ın sözüne delil getirmeye hacet yok ama, bütün bunlar, ilim ve irfan, arkeoloji ve tarih bize bildiriyor ki, her devirde, her yerde, “Lâ ilahe illallah” diyen, “Allah’tan başkasına tapınmayın!” diyen, “Putları rab edinmeyin, doğru yolda yürüyün, günahları bırakın!” diyen insanlar daimâ mevcut olmuş.

Peki peygamberlerin evveli Adem AS, ahiri de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa SAS… Bunların ikisinin arasında ne kadar peygamberler gelmiş geçmişse, biz onların cümlesine iman ettik, haktır ve gerçektir diyoruz. Yüzyirmidörtbin peygamber diyorlar, sayısını Allah bilir. Bu kadar peygamberler geldi geçti. Peygamber SAS Efendimizin asr-ı saâdetinden, o mübarek devirden sonra kıyamete kadar insanların hidayeti ne olacak?.. Daha eski ümmetlere, beldelere, kavimlere Allah peygamber gönderdiğini bildiriyordu. Peygamber Efendimiz ahir zaman peygamberi… Onun hayatından sonra insanların hidayete ermesi nasıl olacak?..

Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:
(El ulemâü veresetül enbiyâ’) “İslâmın alimleri, dinin bilginleri; Allah’ın kitabını, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini bilen insanlar, alimler, peygamberlerin varisleridir.” Ümmetin kendilerine emanet edildiği kimselerdir. Hani kıymetli bir şey itimatlı bir kimseye emanet edilmez mi? Kıymetli bir mal, mülk, zinet, para vs. emin bir kimseye emanet edilmez mi?.. Peygamberlerin ümmetlerini emanet ettikleri kimselerdir.

Onun için, Peygamber Aleyhisselam Efendimiz’in zamanından kıyamete kadar, her zaman, her yerde yine Allah-u Teâlâ Hazretlerinin emrini tutan, yolunca giden, emrini öğreten, insanları doğru yola çağıran, ve insanlara Hakkı, hayrı gösteren insanlar daima mevcut olmuştur ve olacaktır. Artık hiç iyi insan kalmadı sözü yalandır, yanlıştır, hadislere aykırıdır. Her devirde böyle insanlar mevcut olacaktır ve mevcuttur. Aranızda vardır, her zaman var olacaktır. Hattâ hadis-i şeriflerde Peygamber Aleyhisselam Efendimiz buyuruyor ki:
(Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirîne alel hakkı hattâ tek￾mes sâah) “Kıyamet kopuncaya kadar ümmetin içinden bozulmamış, hakkı tutan, hayrı gözeten, hak için çalışan bir grup insan mevcut olacak!.. Onlara hiç kimse yardım etmese bile, hiçbir zarar olmayacak. Onlar hak bildikleri yolda, tek başına kalsalar bile, az bir grup halinde kalsalar bile çalışacaklar.”

Allah-u Teâlâ Hazretleri işte bizi o, beğendiği, razı olduğu taife-i merdıyyeden eylesin… Hakkı tutan haktan yana olandan eylesin… Bir de bu nefsini terbiye etme meselesini halletmeyi nasip eylesin…

Sen kızdığın zaman sen nefsine hakim olabiliyor musun?.. Sana hak geldiği zaman hakkı kabul edebiliyor musun?.. Batıl iş, yanlış bir iş yapınca sana ikaz edildiği zaman kabul edebiliyor musun?.. Sabredebiliyor musun, nimetlere şükredebiliyor musun?.. Allah’ın yolunda, Allah’ın emrettiği güzel ahlâka sahip olabiliyor musun? İşte onların hepsine sahip olmaya çalışmak lâzım!..

Bu da hastanın doktor elinde tedavi olduğu gibi mürşidi kamillerin dizinin dibinde oturarak, onların nasihatlerini dinleyerek, onların terbiyesini kabul ederek, o terbiyeyi alarak olur.

Yakın zamana kadar… Bizim büyüklerimiz anlatıyorlar ki, Allah selâmet versin Ömer Ziyaüddin Efendimiz’in oğlu Prof. Yusuf Ziya Binatlı diyor ki: “Bizim delikanlılığımız zamanında –siz delikanlıların şimdi neler yaptığını düşünün de bu sözleri anlayın– biz birbirimizle karşılaştık mı, birbirimize şöyle derdik; ‘Mirim –yâni emirim, komutanım, büyüğüm; ben senin emrindeyim, sen benim amirimsin gibi güzel bir ifade– hangi tekkeden feyz alıyorsun? Efendim, hangi mübarek zata müntesibsin?’ diye sorardık, biz birbirimize…” diyor. “Şimdiki zamanın delikanlıları da, ‘Hangi takımı tutuyorsun?’ diye soruyor.” diyor. Bakın, kavramlar ne kadar değişmiş. O zamanın gençliği, ne kadar güzel gençlikmiş.

Allah-u Teâlâ’nın en sevdiği kullar kimlerdir?.. Genç yaşındayken, nefsini yenip de Allah yolunda yürüyen, ibadet ve tâatte devam eden kimselerdir. Ne güzel ki, genç yaşında –zâten ağaç yaşken eğilir– nefis terbiyesini almak için terbiye müessesine gidiyor. Mekteb-i edebe gidiyor, kaydını yaptırıyor da, o çalışmaları yapıyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemizi nefsini terbiye edenlerden, ömrünü Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin yolunda, güzel ahlâk ile, a’mâl-i sâliha ile geçirenlerden eylesin… Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak, güzel, alnı açık, yüzü ak varmayı nasib eylesin… Cennetiyle, cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin…

12. 11. 1994 – Eskişehir
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
NASREDDİN HOCA VE TASAVVUF

Hocanın gerçek adı Nasreddin’dir.Daha sonra ‘hoca’ lakabını almıştır.
Babası Abdullah Efendi
Annesi Sıdıka hanımdır.

Babası köyde imam olup vefatından sonra bu görevi hoca yürütmeye devam etmiş, daha sonra molla Mehmet aadında birine bırakarak Akşehire gitmiştir.
Hoca ilk tahsilini babasından okuma yazma öğrenek yapmıştır.Daha sonra Arapça ve Farsça’yı öğrenen Nasreddin hoca, Sivrihisar ve Konya medreselerinde ilim tahsil etmiştir.Ayrıca hoca, fıkıh ilmini tahsil etmiş ve Kuranı ezberlemiş kuvvetli bir hafızdır.

Nükteli sözleri, zarif latifeleri ve hikmetli fıkraları ile şöhreti tüm dünyaya yayılan Nareddin Hocanın kişiliğini tanımak çok önemlidir.Hayatın yoksulluklarını üler yüzle karşılayan hoca Nasreddin, insanların bencil yönünü taşlarken merhametsiz, toplumun değersiz ve yanlış inançlarını alaya alırken de tavizsiz dir.Çünkü onun amacı halıyı yırtmak değil, silkelemektir.İnsanların nefsi heva ve heveslerini bir mürşid-i kamil olarak terbiye etmektir.

Nasreddin Hoca bazı fıkralarında olduğu gibi saf ve basit bir görünüm arzetmesine rağmen o, Kuran’ı hıfzetmiş, bir kaç kelam ve fıkıh kitabı okumuş, hatta hayatının bazı dönemlerinde bizzat kendiside müderrislik yapmış bir hocadır.Alında sadece ilim için büyük bir hürmet beslediği söylenemez.Nasreddin Hocanın sufilik yönüde vardır.Bir takım zahiri ilimler öğrenerek kendisini alim zannedenlerden değildir.Bir gün karısının çocuğunu uyutamadığını görünce, fıkıh meselelerini içeren Kudüri kitabını açarak yüksek sesle okumaya başlar.Hayretle bu hareketin sebebini soran karısına ”Camide bu kitabın okunduğu zaman mollaların uyuduğuna bakılırsa çocuğa afyon gibi tesir eder” der.

Dini görevi sebebiyle sık sık kudretli kişilerle de karşı karşıya gelen Nasreddin hoca’nın bunlarla mücadelelerinde huy ve karakterinde bir şey değişmediğini görüyoruz.Ne makam sahiplerinin makamlarıi ne zenginlerin varlıkları onun gözünü kamaştırmaz.

Nasreddin Hocanın Seyyid Mahmud Hayrani’ye intisab ettiği ve Hoca pir Ebi, Hoca Cihan, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Akşehirli Bilgin Sinaneddin vb. sufilerle aynı coğrafyada yaşadığıve onlarla temaslar kurduğu, şeriata bağlı hatta şeriat hadimi olduğu öteden beri bilinen bir gerçektir.

Nasreddin hocanın fıkraları, insanları kahkalara boğan ve sırf güldürmek maksadıyla söylenmiş sözler değildir.Aksine dinleyen ve gülen kişileri biraz sonra düşünmeye sevkeden birer hikmet pırıltısıdır.Hoca halkın cehaletinden kaynaklanan olayları ve yanlışları mizah yoluyla yerme ve düzeltme işlevini yapmıştır.

Asrın 20. asrın Yunus Emresi olarak belirtilen İsmail Emre sohbetlerinde sık sık Nasreddin Hoca’nın latifelerine yer vermiş, onun büyük bir mutasavvıf olduğunu ve latifelerin tasavvufi hakikat ile tasavvufi ahlakı telkin ettiğini söylemiştir.
Bu görüş aslında Nasreddin Hoca fıkralarını, taklitlerinden ayırmak için şaşmaz mihenktir.Emre’ye göre Nasreddin Hoca, hem isnat hemde istinat merkezi olmuştur. Arifler, mutasavvıflar kendi sözlerini tesir etsin diye Hoca’ya atfetmiştir.Hoca’ya bazende müstehcen fıkralar isnat edilmiştir ki, bunlar asla Hoca’nın değildir, uydurmadır, iftiradır.

Remzi Oğuz Arık, İsmail Emre’nin Nasreddin Hoca’nın fıkralarına getirdiği tasavvufi yorumu ilk etapta bir iddia olarak zannetmişse de aldığı cevaplarla hayretini gizleyememiştir.Söz konusu bu durum şöyle cereyan etmiştir.Remzi Oğuz Arık ile İsmail Emre, Adana’da Dr. İhsan Önal’ın delaletleriyle ilk tanışmalarında bu mevzu üzerine konuşulurken, Remzi Oğuz, Emre’ye ”Madem Nasreddin Hoca fıkralarının tasavvufi bir mana taşıdığını iddia ediyorsunuz, ben size bir fıkra anlatayım, siz bunu tasavvufa tatbik edin” diyerek şu fıkrayı anlatır:
Nasreddin Hoca’nın bir evi varmış.Hoca bir gün evine diyor ki: ”Sen artık adamakıllı eskidin, neredeyse yıkalacaksın.Gel seninle bir anlaşma yapalım.Sen bana ne zaman yıkılacağını söyle, bende senin altında kalmayayım.” Ev de ”peki” diyor.Aradan epey zaman geçiyor.Bir gün ev yıkılıyor.Bereket versin ki Hoca evde değilmiş.Akşam hoca eve geliyor; bakıyor ki ev yıkılmış, ona:”Hani sen bana ne zaman yıkılacağını haber verecektin?” diyor.Ev de, ”Ben sana çok söyledim ama, sen anlamadın.Bir gün duvarım çatladı, bir gün sıvalarım döküldü, bir gün tuğlam düştü.Bunlar hep sana benim yıkılacağımı haber veriyordu.Bizim dilimiz böyledir.” diyor.
Emre’de fıkrayı şöyle şerh ediyor: ”Evi insan vücuduna benzetsek olmaz mı? Evin yıkılması da ölüm olsun. Duvarın çatlaması, sıvaların dökülmesi, tuğlaların düşmesi de hastalanmamıza, saçlarımızın, dişlerimizin dökülmesine benzetilmez mi?” Emre bu izahı yaparken hikmeti ilahi Remzi Oğuz, ağrayan dişine aspirin istiyor. Bunun üzerine İsmail Emre: ”İşte bakın ev, size bir tuğlasının düşmek üzere olduğunu haber veriyor.” deyince bu izah ve bu örnek Remzi Oğuz’un hoşuna gidiyor. Daha sonra Emre, latifenin gerçek anlamını: ‘‘Bu vücud binası, bir gün nasıl olsa ölüm zelzelesiyle yıkılacaktır. İş, bu ev yıkılmadan ‘ölümden evvel ölerek’ ebedi eve ‘emin beldeye’ yani bir kamil insanın gönlüne göç etmektir.” şeklinde tamamlıyor.

İnsan hayatı, aydınlanmaya götüren deneme ve yanılmalardan geçerek anlam kazanır.Bizler de bu yolla, aydınlanmanın gerçek kaynağına yaklaştığımız sürece ve ölçüde mutluluk yolunda yol kat edebiliriz.Nasreddin Hoca’nın ”evinde kaybettiği yüzüğünü, dışarısı içeriden daha aydınlık” diyerek kapı önünde aramsının hikaye edildiği nüktesinde olduğu gibi, aydınlanmayı gerçek dışı kaynaklada arayan bir kimsenin çelişkisine dikkat çekilmektedir.

HOCANIN BAZI LATİFELERİNDE İŞLENEN TASAVVUFİ KONULAR VE ŞERHLERİ

Latife
Nasreddin Hoca’ya:”Her saba halkın kimi o yana, kimi bu yana gider, sebebi nedir?” Diye sromuşlar.Hoca:”Eğer hepsi aynı yöne gitseler, dünyanın dengesi bozulur, devrilirdi” cevabını vermiş.

Şerh
Hocamız Cenab-ı Hakkın Kuran’da ki:”Onlardan kimisi kendine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.İşte büyük fazilet budur.”(Fatır 32) – ”Dünya hayatında onların geçimlerini biz paylaştırdık.Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”(Zuhruf) ayetlerine işaretle insanların farklı farklı alanlarda çalıştığını, değişik duygu ve düşüncelere sahip olduğunu ve Hakk’a ulaşmak için farklı metodlar, yollar takip ettiklerini ifade etmektedir.Hocamız bu latifesi ile aynı zamanda tarikatlara işaret etmektedir.Çünkü Allah’ ulaştıran yollar çoktur.Ancak herkesin yapısı aynı değildir.Mesela Kadiri tarikatında nefis ile mücadele ön planda olurken, nakşibendi tarikatında nefis ikinci planda tutulmaktadır.Dolayısı ile insanların aynı yolada olmaları beklenemez.
<>

Latife
Nasreddin Hoca’nın iki karısı varmış.Bir gün birini bir kenara çekip kendisine mavi bir boncuk vermiş.”Al bunu sakla sakın ortağına bir şey söyleme” demiş.Bir başka zamanda ötekine de bir mavi boncuk verip aynı şeyi söylemiş.Bir gün kadınlar, Nasreddin Hocanın hangisini daha çok sevdiği hususunda bahse ve münakaşaya girmişler.Anlaşamayınca, meseleyi Nasreddin Hoca’ya sormuşlar.”Hangimizi daha çok seviyorsun?” Hoca ikisine de manalı manalı bakarak:”Mavi boncuk kimdeyse onu” demiş.

Şerh
Hoca, aile hayatında bile sergilemiş olduğu örnek yaşantısı ile bizlere nice ders ve öğüt vermektedir.Tasavvufta şeyhin saliklere olan mesafesi aynıdır.Ancak saliklerin aklında bazen ”şeyhimiz acaba hangimize daha çok yöneliyor” sorusu geçebilir.Belki bir başkasına dah çok iltifat ettiğini görerek yanılabilir.Ancak latife de olduğu gibi el vermek mavi bir boncuktur ve herkim de bu boncuk varsa şeyhin ona olan ilgisinde bir eksiklik yoktur, herkes bu konuda eşittir.Yeterki onda şeyhine karşı bir eksiklik olmasın…
<>

Latife
Bir gün ahibbasından birisi, Hoca’ya rica eder:
-Senin ifaden düzgündür, bize bir mektub yazıver.Hoca sorar:
-Mektub nereye gidecek?
-Bağdat’a
-Bu garip başım Bağdat’ı da mı görecek?
-Neden Bağdata gitmen icab ediyor?
-Bunu bilmeyecek ne var? Benim yazım gayet fenadır.Ancak ben okuyabilirim.Yazdığım mektubu yine ben okumalıyım ki münderecatı anlaşılsın.

Şerh
Nasreddin hoca bu latifesi ile Mürşid-i Kamilin gerekliliğini anlatmıştır.Hakikat, kitaplardan okumakla anlaşılsaydı, mürşide lüzum ve gerek kalmazdı.Bir okul talebesi okumayı öğrenmiştir ama, lise kitaplarını okuyup anlayabilir mi? Öğrenmek için mutlaka hocaya ihtiyacı vardır.Nasreddin hoca:”Ancak ben izah etmeliyim ki anlasınlar” demiştir.Yani tasavvuf, kitap okumaya, metin ezberlemeye dayanmaz.Akli sitidlal ile de ilgili değildir.Yani nazari değil tecrübidir.Bu özelliğinden dolayı ”tasavvuf, kal (söz) ilmi değil hal ilmidir” denmiştir. ”Tatmayan bilmez” sözü de buna işaret etmektedir.Yani bir kimse tasavvufi eserleri okuyarak sufi yada şeyh olmaz.Halbuki bir kimse tefsir ilimlerini okuyarak müfessir olabalir.
Tasavvuf ilminin bir mürşid nezaretinde talim edilmesi zorunluluğu, onun kitablardan öğrenilmesini imkansız kılmıştır.İnsan, mürebbiesinin karşısına geçecek, onun gözünden, sevgisinden gıda alacak ki istifade edebilsin.
Mürid, mürşidinin ruhaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin ruhaniyeti onun batınında feyz tesiri gösterir.Bu feyz, beşeri zaaf ve sıfatları izale ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır.Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbi beraberlik, şahsiyet transferi ve aynileşmeyi doğurur.Yani mürid nefsinin kötü huylarından kurtularak şeyhinin iyi ve güzel vasıflarıyla donanır.
<>

Latife
Yedi kör bir nehrin kenarına gelmişler; karşı tarafa geçmek istiyorlar, fakat nehrin geçit yerini bilmiyorlar, göremiyorlar.Orada beklerken ayak seslerinden anlıyorlar ki bir adam suyun öbür yakasından kendilerine doğru geliyor.Soruyorlar:”Sen kimsin?” Adam:”Ben Nasreddin Hocayım” diyor. Körler:”Madem sen suyun geçidini biliyorsun bizi de geçir, sana para verelim.” diyorlar.Hoca onlara:”Olur, adam başına iki mangır alırım” diyor.Körler razı oluyorlar.Hoca onlara:”Gözü bir parça ışık gören elimden tutsun” diyor.Körler Hocanın dediği gibi yapıyorlar.Hoca önde, körler arkada, el ele nehrin ortasını bulunca, sondan iki körün ayakları kayıyor, suya gidiyorlar.Arkadaşları feryadı basıyor:”Aman iki arkadaşımız suya giti!” Nasreddin Hoca dönüyor bunlara:”Ne bağırıyorsunuz be!” diyor ”İki kör suya gittiyse dört mangır eksik verin.”

Şerh
Bu alem de hiç durmadan akan zaman nehri içinden geçen bir geçittir.Bizler Allah’a ulaşan yolu bilmiyoruz.Yolu bilmediğimiz için bir kör ile aynı değeri taşıyoruz.Kör gremediği için bulamaz, biz ise bilmediğimiz için bulamıyoruz.Eğer biz de bir Allah adamının yani mürşid-i kamilin elinden tutmaz isek bu geçidi geçemeyiz.Geçidi geçemeyenlerin kıymeti de iki mangır değerindedir.
Kısaca Nasreddin Hoca, insanların hakikate ulaşma yyönünden kör olduklarını bu sebeple de Hakka ulaşmak için bu yolun büyüklerine, mürşitlerine ihtiyaç olduğunu ve bunlara intisab edilmesi gerektiğinie işaret etmektedir.
<>

Latife
Akşehir çocukları, ceplerine birer yumurta alarak Nasreddin Hoca’yı da yakalayıp zorla hamama götürürler.Soyunurlar, yıkanırlar.Hoca göbek taşında yatarken evvelden anlaştıkları üzere içlerinden biri der ki:
-Çocuklar’ Gelin bir oyun oynayalım.Oyunda kazanamayan hamamın parasını geri versin, olmaz mı?
-Nasıl bir oyun?
-Herkes bir yumurta yumurtlasın.Yumurtlamayan, hepsinin hamam parasını versin.Nasıl?
Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:
-Oluuur.
Nasreddin Hoca da kendileriyle beraber geldiği için ona sorarlar:
-Bu işe sen ne dersin?
Konuşmanın başından beri onları dikkatle dinleyen Hoca, sesini çıkartmamış.Onun sükutunu ikrar telakki eden çocuklar, birer birer gıdaklamaya başlarlar, peştemallarının arasına evvelce sakladıkları yumurtaları çıkarıp Hoca’ya gösterirler.
Bunun üzerine Hoca ayağa kalkar, ellerini, kollarını çırpıp sallayarak horoz gibi öter:
-Öörü’ ööööö!
Çocuklar bu ummadıkları hareket karşısında şaşırırlar:
-Ne yapıyorsunuz efendim amca?
-Ne yapacağım oğlum bu kadar tavuğa elbette bir horoz lazım…

Şerh
Tasavvuf yolunun salikleri masivadan sıyrılarak nefs terbiyesi hamamına girdiklerinde içlerinde onları hak ve hakikata ulaştıracak olgun bir yol gösterici, kamil bir mürşid bulunması gerekir ve salikler de bu kamil insanın kimya gibi tesirli nefesinin etkisiyle huzura ulaşmadıkça, kendi kendine latif şeyler, gerçekler, ledün ilmi ve sevgisi hasıl olmaz.

Sonuç olarak Nasreddin Hocamızın ilmi yönü kadar tasavvuf yönüde vardır.Kendisi Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’e intisab ederek manevi yolda nasblenmiş bir insandır.Latifelerinde de nefs, nefs terbiyesi, fakr, mürşid, mürşidi kamilin gerekliliği, şeriat-tarikat-hakikat-marifet, rabıta, tevessül, erbain, irşad, zikir, sabır, kanaat, tevekkül, ihlas gibi tasavufi konular işlenmiştir.
…………………
Daha geniş malumat içn yazımızı alıntıladığımız Dr. Selami Şimşek’in Buhara yayınlarından çıkan Nasreddin Hoca ve Tasavvuf adlı eserine bakabilirsiniz…
SMALAA CEMAAT'NN WEB STES - SMALAA HUZURUN ADRES
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
İLK HEYECAN – MÜRİD VE NEFİS

Salik (Allah yolcusu), tövbe ile intisap ederek yeni bir hayata başladığından, eski alışkanlıklarını terk edecek ve kendisini kulluk zeminine çekecektir.

İntisap (bağlanmak), insan hayatında önemli bir karardır. Bu yüzden bu kararı vererek kendisine yeni bir hayat standardı getirmiş olan salik, hem Allahu Teala ile olan ilişkilerinde hem mürşidi ile ilişkilerinde, hem de çevresindeki insanlarla ilişkilerinde daha dikkatli olmalıdır.
Yeni hayata geçiş sürecini sağlıklı bir biçimde tamamlamalıdır. Bu dönemde mürşidi ve ihvanı (tasavvuf kardeşi) ile sık sık görüşmesi yararlı olur. Terk ettiği dünyevi şeylere dönüp bakmamalıdır. Kendisine tarif edilen belli bir düzen dâhilinde varsa kaza namazlarını kılmalı, oruçları varsa tutmalı, Kur’an okumalı ve infakta bulunmalıdır.

İlk heyecan insan hayatında önemlidir. Tasavvuf ve tarikata intisabın ilk heyecanını yaşayan insanlar, bunu kıymeti bilmeli fakat hemen büyük makamlara erecekmiş gibi, bir hevese kapılmamalıdır. Çünkü şeytan ve nefis, insanı böyle zamanlarda bu tür duygularla yanıltabilir. Kendi durumunu başkalarıyla kıyaslama durumuna da düşmemelidir.

Seyer-i süluke (Allah yolunda ilerleme -tasavvuf-) girmiş mürid ve saliklerin kendi iç dünyalarında dikkat etmesi gerekli olan bir takım edepleri şöyle sıralayabiliriz:

1. Allahu Teala ve kulları ile ilişkilerinde nefsi doğruluk üzere olmak.
2. Kalbini günah kirlerinden tövbe ile arıtmak.
3. Sükût ve az konuşma yolunu tutmak.
4. İnsanların kusur ve ayıplarını görmemek ve araştırmamak.
5. Dünya sevgisini ve buna bağlı olarak mal, makam ve lider olma sevdasını terk etmek.
6. Seyr-i Sülukte ilerledikçe kendini yolun başında görmek.
7. Kötü arkadaşlardan uzaklaşmak.
8. Kendisine bir kusur izafe edildiğinde kendini savunmaktan kaçınmak.
9. Günde en az üç kere nefsini hesaba çekip amellerini tartmak.
10. Büyüklenmeyi ve kendi başına hareket etmeyi terk etmek.
11. Her namaz öncesi Batıni afetlerden kurtulmak için kalbine yoğunlaşmak.
12. Nefse muhalefeti terk etmemek.

Yeni başlayan bir mürit heyecanını yok edecek, hevesini kıracak bazı olaylar ile karşılaşabilir. Bunların üstesinden Allah’a sığınarak gelmelidir. Bu etkenler karşısında pes etmek yerine gayretini artırmalı, şeytan ve nefis düşmanlarının kalp kalesine sızabileceği açık kapı bırakmamalıdır.


SMALAA CEMAAT'NN WEB STES - SMALAA HUZURUN ADRES
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32

Kalbe düşünce - Konuk: Ömer T. İnançer 2.bölüm.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32

Çok güzel bölüm olmuş bu ya AŞK'a dair birşeyler vardır..:)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt