Düşüncelerimi takip eden yorgunluğum!
Düşüncelerimi takip eden yorgunluğum!
Her gün uyanırken üzerimden atamadığım yorgunluğum inanıyorum ki artık beni terk etmeyecek, izlerimin takipçisi olarak halime hükmedecek.
Yaşadığım hayatın açmazlarına teslim olmuş bir ürpertiyle onunla birlikte yaşmaya alışıyordum çaresizliğin yüklediği adımlarla.
Nereye baksam güne anlam kazandıran güneş olmasına rağmen, ellerimi açtığım semadan damlalar düşmesini anlarken, hakları gasp edilmiş bir kimliğin hercümerçliğinde hayıflanmam ne kadar çare olacaktı ki.
Her bir düzensizliğin hengâmesinde düzeni koruma adına akla hayale gelmeyen vehimler karşısında duyduğumuz günü birlik nakaratlar muvazenemi bozuyordu.
Düşünmeye dahi mahrum bırakılıyordu ruhuma emanet edilen sinem. Kalbimin bizzat sahibiyken onu düşünmekten ne kadar uzaklaştığımı fark edince içini titremeler kaplıyordu.
Yaşama hakkını elde edebilmenin tek bir yolu kalıyordu desiselerin her gün ivme kazandığı cihanın bizlere has yurdunda, bizzat vatanımda.
Kutlu bir görev aşkıyla askere gönderdiğimiz ciğer parelerimiz bu amansız hırsın ve esrarengiz paylaşımların kurbanları oluyorlardı birer birer.
Küreselleşme adına dünya müstekbirlerinin, mazlumların haklarını acımasızca zülüm ederek bizzat ellerinden söküp alarak…
Orta doğunun vicdanına zakkum katranlığında ihya ettiği mezalim ve bir marifetmiş gibi katlettikleri mazlum Müslüman halkın ortaya koyduğu feryatları hangi “medeni” ülke halkı duyuyor.
Yazmak adına, klavyenin karşısına oturduğumda içimim kan ağladığına şahit oluyorum ve ne kadar şiirler yazmışsam bizzat onlar adına hayıflanıyorum.
İtiraf eğliyorum ki aşikâr bir şekilde iman zafiyeti yaşıyorum kendi kimliğimde, ruh iklimimden her geçen gün uzaklaşırken.
Vakti geçirmek adına… Ne kadar acı bir itiraf… Senin ruhun biçilen zamanı yok etmek için avunmak ve oyalanmak… Zevkler ve hırslar zaviyesinden bakmak…
Sokak köpekleri için gösterilen gayretler, eğitim için seferber edilen gizemler…
Sistem içinde paye kazanmak için onca girişilen mukallitliğin enstantaneleri…
Milli hasletlerimiz her geçen gün tola re edilerek dünya müstekbirlerinin ve emperyalist güçlerin güdümünde nefes almak adına yaşamaya alışmak…
Gücü elde edebilmek için en değerli mevhumlar ve akaidi kurallar ihlal edilirken, en yakınlarımızın arzularını yerine getirmek için kan ter dökülürken…
Kanın ve terin sahibini düşünmek, ona yönelmek, mesajını idrak etmek ne kadar mümkün oluyordu ki bizim kimliğimizi bizzat ihdas eden, ahirin ve zahirin ölçüsünü bizlere öğreten yüce değerin nazarında…
Kaç zamandır mevsimlerin güzellerinden en güzeli olan ilkbaharın sevincini melalimde doyasıya yaşayamıyorum.
Ne dense gecekonduların düzensiz yollarında, kışın ayazında bin bir farklı desenle tüten bacalar, camlarından soyutlanmış pencereler, karanlıklar içinde hissettiğim inlemeler geliyor aklıma…
Ne zaman hastanelerin aciline nazar etmek için gittiysem bin bir derdin içinde bulduğum çaresizleri temaşa edince gönderiyordum derinliğime hüzünlerimi.
Geçim sıkıntısını iliklerine kadar terennüm eden canların, ekranlar karşısında yutkunmaları ve rey tik uğruna istismar edilen onca kurbanları düşünürken…
Bizler adeta verilenle yetinmek zorunda bırakılmıştık, ihdas edilen şartlar buna göre tanzim ediliyordu. Senin ne düşündüğün, ne kadar gücün varsa o kadardı.
Hatır ve gönül işlerinin revaç bulduğu iklimlerde, garibanlar, mazlumlar ne kadar değerliydi,
Oysaki her insan mükerremdi. Mükellefliğini idrak ettiği ölçüde itibarlıydı. Kıstaslar değişti artık en takva addedilen tasavvufi mekânlarda bunlardan nasibini almışlardı.
Gülün ölçüsü, rahmetin gücü, insanların öcü, mazinin ibret olması için şevki, ahirin özlem içinde terennümleri, mizanın nefsimiz için ürpertilerini ne kadar anlamlıydı.
Rahmetin herkesi kuşattığına iman ederken, ruhumda ki bu derbederliği hala anlaya bilmiş değilim.
Oysaki umudun, sabrın içindeki mevcudun, hilmin enginliğindeki var olan aşkın, çile ikliminde gizlenen nimetin kadrine vakıf olamadığım müddetçe yorgun yaşayacağım.
Ben bu manada aşktan asla anlayamayacağım, bir sevda coşkusunu yaşayamayacağım, mazlum milletlerin, Müslüman efradın duçar oldukları mezalim karşısında hala refahımı ve saltanatımı, heveslerimde mevcut olan şiddeti, zevklerimin her çeşidiyle yaşamaya devam ettiğim sürece…
Bizzat kendimizi kardırdığımızı, masrafı olmayan hoş görüde dahi ne kadar cimrileştiğimizi, bahşedilen tebessümü esirgediğimizi bildiğimi sürece…
En tahammülsüz olan cemaat asabiyetlerinde, feyzimiz kaçar teranelerinde, takiyyeler içinde alına yollarda, ilmi siyaset denen aldatmacalarla…
Dinin bizzat sahibinde bulunmayan saltanatla, gülün rengi ve bizzat kendisi olan efendimizin hiçbir hadisinde mevcut olmayan dünya zevki ve nimetlerinin kadriyle insanlarla cem olma hasletini akide birliği olarak zerk ederek ruhları ihlal etmek.
Evrensel bir mesaj iken, her zerreyi ihata ederken, din ulularının telakkiler karşısında ki açmazlarını nasıl masum göreceğiz…
Kadınları dört duvar arasına mahkûm etmeyi, takva olarak açıklayan basiretsizleri düşündükçe ruhumun daraldığını hissediyorum.
Akıl zaviyesi bakımından benden farksız olan, dünyaya gelmeme sebep olan, şefkatin membaı, himmetin odağı, hoş görü sancağı olan anneme, eşime, kızıma, halama, komşuma neden efendimiz tarafından teslim edilen hakları, çeşitli maslahatlarla ellerinden acımasızca alınıyor.
Erkek adam değilse, mertliği devirmişse, yiğitliği birilerin emanet etmişse, aklını şeyhim bilire tevdi etmişse ne beklenir ki mükellef kimliğinden…
Ruhun sana aitse, ahir ve zahir tercihi bizzat senin iradenle nefsini mizana getirecekse, peygamber efendimizden ziyade şeyhini zikredince ne diyelim ki!
Sen sana ait bulunan akıl ve kalbinle nefsinin nihayetini belirleyeceksin sana verilen mühlette. Tahkik etmeyince kâmil bir imana katiyen kavuşamazsın…
Peygamber dahi her dilediğine şefaat edemezken sen ne bekliyorsun kimden?