Gül Sandiği
Gül Sandiği
Gül kokulu odasında ninemin, sedef kakmalı kocaman bir kutuydu gül sandığı. Penceresinin kanatlarını açardı seherde ninem. Gül bahçesinde ince parmaklı elleriyle dikip suladığı güller, kapalı birer kutu gibi gizemli başlarını usulca eğerler, onu selamlarlardı. Gül kokusu, odasına gül melekleri gibi kanatlanarak girer, dağılırdı dört yana. Komodinin üstündeki cam şişeden gül yanaklarına gülsuyu ile gül pudrası serperdi. İyice olgun, katmer güllerden içine buz kalıpları attığı gül şerbetleri yapardı. İçtikçe içimizde bir cennet şehri kuran bu şerbetleri hep gül bahçesine bakarken, gül lokumunun yanında içerdi. İşte artık o zaman, bahçenin bülbülünün yanık türküsünü dinler, ağlardı. Yanaklarında gözyaşları ipek gül yaprağındaki çiğ taneleri gibi parlardı. Adına da “gül” eklemişti. “Habibegül” olmuştu Habibe ninem.
Biz ondaki gül sevgisini hep bilirdik. Ama ninemin adeta gül yiyip, gül içmesini; gül konuşup gül dinlemesini, hatta kendisinin gül olmasını galiba biraz abartılı bulmuştuk. Fakat ben ancak sessiz ve hareketsiz durabildiğim odasında, içinde ne olduğunu bilemediğim gül sandığını öylesine merak ediyordum ki. Kaç defa gözlerimle o sandığı açtım, gözlerimle karıştırdım, gözlerimle odanın kapısına kadar götürdüm. Ama çıkaramadım dışarıya. Kaç defa o gül kokulu, gülfidanlı seccadesinde uzun dua secdesine eğilmişken parmaklarımın ucuna basarak o gül sandığının yanına ulaşıvermeyi ve çabucak açıp içine bakıvermeyi istedim. Ama olmadı, yapamadım. Ninemin sanki arkasında gözleri vardı. Kalkar, gülümser, “gül sandığı kızım o, gül var içinde gül” derdi. Biz o sandığa dokunmamayı öğrenmiştik. Onu açana hakkını helal etmeyecekti ninem. Bu yüzden mi bilmem, hiç kilitlemedi. “İşte anahtarını da çöpe atıyorum, size güveniyorum çünkü” demişti. Güven en büyük kilitti ona göre. Gerçekten öyle oldu. Şeytan beni ne kadar dürtüklese de, hayallerimde kutunun başından ayrılmamış olsam da o kutuyu asla açmadım, açamadım.
Yıllar sonra ninem vefat ettiğinde gül mühürlü zarftan çıkan vasiyetinde gül sandığını bana bıraktığını okudum. Hiçbir heyecan duyamadım. Dünya gülsüz kalmıştı sanki. Odasından gül kokusu çekilmiş, gül dalları kurumuş, rüzgârda bile o eski yumuşaklık yok. Gül şerbetini bırakın, artık gülsuyu bile yapay kokuyor. Yastığındaki gül kanaviçe sanki yapayalnızım diye inliyor, tavandan sarkan gül avizeden kanlı yaşlar damlıyor yerdeki gülkurusu Isparta halıya. Ninem odasındayken onunla sohbet eder gibi mutlu duran eşyalar şimdi ölüm sessizliğinde. Oraya girdiğimde bana ürkerek baktılar sanki. Ben de dilim tutulmuş olarak gittim. Gül sandığını aldım. Yanındaki gül sabunlarını, gül şekerlerini, gülfidanı üstünde bülbülün ağladığı minyatür resmi, bir de bir ucu gül işlemeli pembe mendili. Bu mendille gözlerini kurulardı ninem ama yaşlıydı hep içi gülen gözleri. Orada fazla kalamayarak odama gittim. Bunlar bana ninemin mirası. Kucağıma koydum, hepsini tek tek öptüm. Gül sandığı beni süzüyor sanki gülden kakma gözlerle. Ağır kapağını yavaşça açtım. Belki de o bana içini açtı. Sanki bir ses “ah” dedi. “Kurtuldum şu sırrın ağırlığından”. Sırtını dayayıverdi bu rahatlıkla sandığın kapağı, yaslandı arkasına. Ezik bir gül kokusu duydum içimde. Kutuda sadece bir gül beyazı mektup ve bir de tarifsiz güzellikte bir gül kurusu vardı. Mektupta ninem, rüyasında Peygamber Efendimizi gördüğünü, onun bu rüyayı ölene kadar kimseye anlatmaması gerektiğini söylediğini, kendisini tertemiz ahlâkından dolayı pek sevdiğini, bu nedenle ona, kendi kokusunu hatırlatmak için bir gül bıraktığını yazıyordu. Yastığında görmüş bu gülü ninem uyanınca.
Gülü elime aldım. Gördüğüm hiçbir güle benzemiyordu. Ne açılmış, ne açılmamıştı. Ne kırmızıydı ne pembe. Ne canlıydı ne ölü. Üstünde bir rüzgâr dalgası donup kalmış, içinde bir gül fosforu yanıp sönüyor. Ne kadife, ne ipek; ne sündüs ne atlas. Seher vakti ufuklardan biçmiş, gül iplikle dikmiş bülbüller onu. Ninem kimseye anlatamamış ama her hali kendiliğinden anlatmış aslında onun sevincini, teşekkürünü. Gül muhabbeti aslında bambaşka bir sevginin işaretiymiş.
Ninemin mezarına gülfidanları diktim. Her cuma Yasin okuyup suladım ağlayarak onları. Güller öylesine güzel açarlardı ki. Işıltıları birer dönen lamba, kokuları gelip gidenin üstüne sinen birer hatıra. İçlerinde, kat kat örtülerinin altında bir sır saklıymış gibi dururlar, ninem gibi bana mahcup gülümserlerdi.
Gül sandığına sahip olduğum halde hâlâ bir gül sandığı açılmamış durur gibi bir gizli çekmecede. Her gülün, kuyusundan, iç içe geçmiş helezonlarından, deniz minaresi uğultusuna benzer bir sesle “bir sır var, ama onu toprak anlatır ancak size” dediğini duyar gibiyim gül kulağıma. Hiç açılmadı sanki gül sandığı bana. Nineme malum olan, ama biz toprağın üstündekilere henüz belli olmayan bir sır. Ölmeden önce ölenlere gizlice fısıldanan, bir gülün sandığında saklanan o sır.
AYLA ABAK
Gül Sandiği
Gül kokulu odasında ninemin, sedef kakmalı kocaman bir kutuydu gül sandığı. Penceresinin kanatlarını açardı seherde ninem. Gül bahçesinde ince parmaklı elleriyle dikip suladığı güller, kapalı birer kutu gibi gizemli başlarını usulca eğerler, onu selamlarlardı. Gül kokusu, odasına gül melekleri gibi kanatlanarak girer, dağılırdı dört yana. Komodinin üstündeki cam şişeden gül yanaklarına gülsuyu ile gül pudrası serperdi. İyice olgun, katmer güllerden içine buz kalıpları attığı gül şerbetleri yapardı. İçtikçe içimizde bir cennet şehri kuran bu şerbetleri hep gül bahçesine bakarken, gül lokumunun yanında içerdi. İşte artık o zaman, bahçenin bülbülünün yanık türküsünü dinler, ağlardı. Yanaklarında gözyaşları ipek gül yaprağındaki çiğ taneleri gibi parlardı. Adına da “gül” eklemişti. “Habibegül” olmuştu Habibe ninem.
Biz ondaki gül sevgisini hep bilirdik. Ama ninemin adeta gül yiyip, gül içmesini; gül konuşup gül dinlemesini, hatta kendisinin gül olmasını galiba biraz abartılı bulmuştuk. Fakat ben ancak sessiz ve hareketsiz durabildiğim odasında, içinde ne olduğunu bilemediğim gül sandığını öylesine merak ediyordum ki. Kaç defa gözlerimle o sandığı açtım, gözlerimle karıştırdım, gözlerimle odanın kapısına kadar götürdüm. Ama çıkaramadım dışarıya. Kaç defa o gül kokulu, gülfidanlı seccadesinde uzun dua secdesine eğilmişken parmaklarımın ucuna basarak o gül sandığının yanına ulaşıvermeyi ve çabucak açıp içine bakıvermeyi istedim. Ama olmadı, yapamadım. Ninemin sanki arkasında gözleri vardı. Kalkar, gülümser, “gül sandığı kızım o, gül var içinde gül” derdi. Biz o sandığa dokunmamayı öğrenmiştik. Onu açana hakkını helal etmeyecekti ninem. Bu yüzden mi bilmem, hiç kilitlemedi. “İşte anahtarını da çöpe atıyorum, size güveniyorum çünkü” demişti. Güven en büyük kilitti ona göre. Gerçekten öyle oldu. Şeytan beni ne kadar dürtüklese de, hayallerimde kutunun başından ayrılmamış olsam da o kutuyu asla açmadım, açamadım.
Yıllar sonra ninem vefat ettiğinde gül mühürlü zarftan çıkan vasiyetinde gül sandığını bana bıraktığını okudum. Hiçbir heyecan duyamadım. Dünya gülsüz kalmıştı sanki. Odasından gül kokusu çekilmiş, gül dalları kurumuş, rüzgârda bile o eski yumuşaklık yok. Gül şerbetini bırakın, artık gülsuyu bile yapay kokuyor. Yastığındaki gül kanaviçe sanki yapayalnızım diye inliyor, tavandan sarkan gül avizeden kanlı yaşlar damlıyor yerdeki gülkurusu Isparta halıya. Ninem odasındayken onunla sohbet eder gibi mutlu duran eşyalar şimdi ölüm sessizliğinde. Oraya girdiğimde bana ürkerek baktılar sanki. Ben de dilim tutulmuş olarak gittim. Gül sandığını aldım. Yanındaki gül sabunlarını, gül şekerlerini, gülfidanı üstünde bülbülün ağladığı minyatür resmi, bir de bir ucu gül işlemeli pembe mendili. Bu mendille gözlerini kurulardı ninem ama yaşlıydı hep içi gülen gözleri. Orada fazla kalamayarak odama gittim. Bunlar bana ninemin mirası. Kucağıma koydum, hepsini tek tek öptüm. Gül sandığı beni süzüyor sanki gülden kakma gözlerle. Ağır kapağını yavaşça açtım. Belki de o bana içini açtı. Sanki bir ses “ah” dedi. “Kurtuldum şu sırrın ağırlığından”. Sırtını dayayıverdi bu rahatlıkla sandığın kapağı, yaslandı arkasına. Ezik bir gül kokusu duydum içimde. Kutuda sadece bir gül beyazı mektup ve bir de tarifsiz güzellikte bir gül kurusu vardı. Mektupta ninem, rüyasında Peygamber Efendimizi gördüğünü, onun bu rüyayı ölene kadar kimseye anlatmaması gerektiğini söylediğini, kendisini tertemiz ahlâkından dolayı pek sevdiğini, bu nedenle ona, kendi kokusunu hatırlatmak için bir gül bıraktığını yazıyordu. Yastığında görmüş bu gülü ninem uyanınca.
Gülü elime aldım. Gördüğüm hiçbir güle benzemiyordu. Ne açılmış, ne açılmamıştı. Ne kırmızıydı ne pembe. Ne canlıydı ne ölü. Üstünde bir rüzgâr dalgası donup kalmış, içinde bir gül fosforu yanıp sönüyor. Ne kadife, ne ipek; ne sündüs ne atlas. Seher vakti ufuklardan biçmiş, gül iplikle dikmiş bülbüller onu. Ninem kimseye anlatamamış ama her hali kendiliğinden anlatmış aslında onun sevincini, teşekkürünü. Gül muhabbeti aslında bambaşka bir sevginin işaretiymiş.
Ninemin mezarına gülfidanları diktim. Her cuma Yasin okuyup suladım ağlayarak onları. Güller öylesine güzel açarlardı ki. Işıltıları birer dönen lamba, kokuları gelip gidenin üstüne sinen birer hatıra. İçlerinde, kat kat örtülerinin altında bir sır saklıymış gibi dururlar, ninem gibi bana mahcup gülümserlerdi.
Gül sandığına sahip olduğum halde hâlâ bir gül sandığı açılmamış durur gibi bir gizli çekmecede. Her gülün, kuyusundan, iç içe geçmiş helezonlarından, deniz minaresi uğultusuna benzer bir sesle “bir sır var, ama onu toprak anlatır ancak size” dediğini duyar gibiyim gül kulağıma. Hiç açılmadı sanki gül sandığı bana. Nineme malum olan, ama biz toprağın üstündekilere henüz belli olmayan bir sır. Ölmeden önce ölenlere gizlice fısıldanan, bir gülün sandığında saklanan o sır.
AYLA ABAK