Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

** OSMANLI'dan SÖZLER /OSMANLI'ya SÖZLER ** (1 Kullanıcı)

_goktug_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 May 2009
Mesajlar
58
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
26
II. Murad’ın muazzam vasiyeti

Tarihimizin parlak ya da karanlık sayfalarını süsleyen bir kısım Osmanlı hünkârlarının son anları, ibretli son sözleri ve vasiyetlerini birlikte okuyalım:

Peygamber müjdesine erişmiş dünyanın en gözde şehirlerinden olan istanbul’u bize hediye eden Fâtih gibi büyük bir insanı yetiştirerek tarihe altın harflerle geçmeyi hak eden Sultan II. Murad’ın vasiyeti şu şekildeydi:

“Tevekkülüm Hâlik’ımadır. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Salat ve selam Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (asm) ve onun iyi, güzel ve temiz soyundan gelenlerin üzerine olsun. …

(Sultan Murad burada, Saruhan vilâyetinde bulunan malın üçte biri olan on bin filorinin şöyle harcanmasını vasiyet etmişti üç bin beş yüz filori, Mekke fukarasına; ve diğer üç bin beş yüz filori, Peygamberimiz şehri Medine fukarasına harcansın ve ondan beş yüz filori, yine Mekke ahâlisinden Kâbe ve Hatim arasında toplanarak yetmiş bin kere “Lâilâhe illallah” kelime-i tevhidini zikr edip sevabını adı geçen vasiyet sahibine itâ (göndermek) edenlere (Allah hayırlarını kabul etsin) harcansın.

Yine o paradan beş yüz filori, Peygamberimiz şehri Medine ahâlisinden Peygamberimizin mescidine toplanıp, Ravza-i Mutahhara’ya karşı oturarak yetmiş bin kere “Lâilâhe illallah” kelime-i tevhidini zikredip, sevabını adı geçen vasiyet sahibine itâ edenlere ve Kur’ân-ı Kerim’i defâlarca hatmedip, sevabını vasiyet sahibine itâ edenlere harcansın.

Geri kalan iki bin filoriden beş yüzü, Mescid-i Aksa’da Sahra kubbesinde yetmiş bin kere “Lâilâhe illallah” kelimesini ve defâlarca Kur’ân-ı Kerim’i okuyanlara harcansın… (Sultan son bölümde şunları vasiyet etmişti Mezarımın üzerine görkemli türbe yapmayın, üstü açık olsun ve vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömün ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti üstüme yağsın.”
..........
 

Emanet

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Nis 2008
Mesajlar
3,573
Tepki puanı
32
Puanları
48
Yaş
38
Güneş Mustafa(s.a.v.)'nın yüzünün aynasının bir aksidir.Her iki âlem,Mustafa(s.a.v.)'nın bir kılına bağlanmıştır.
-Gönlünü ve canını O'nun aşkına veren kimse ne kahramandır!Düşüncesi daima Mustafa(s.a.v.) olan kimse ne huzur ve rahat içindedir.
-Her dertli,mihnete tahammül için biraz gönlünde kuvvet buluyorsa bu kuvvet Mustafa(s.a.v.)'dan gelir.Onun için her dertli O'na minnettardır.
-O Peygamberlerin Padişahıdır.Diğer peygamberler O'nun ordusudur.Yaradılıştan maksat O'dur.Bu kevn-ü mekân O'nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış bir tufeyldir.


selamun aleyküm can kardeşim Aliyem.
Fatih Sultan Mehmet'in,büyük padişahın bu sözleri çok etkiledi beni..RABBİM razı olsun..
 

kalbiminurlandır

Eposta Onaylanmamış Üyeler
Katılım
7 Tem 2008
Mesajlar
4,040
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Selamün Aleyküm Kardeşim..

Allah c.c razı olsun, teşekkür ederim ilginiz için, nasipse bu kısma bazı sözleri eklemeye devam edeceğiz inşallah.. Hassasiyetinizi bildirmeniz güzel.. Sözkonusu olan tarih olunca kaynaklar çok önemli.

Nokta Yayınları / Halil İbrahim İnal-Osmanlı Tarihi
Eren Yayıncılık / Osmanlı Devleti'nin Ekonomik ve Sosyal Tarihi
Osmanlı Yayınları / Belgelerle Osmanlı Tarihi- Ömer Faruk Yılmaz
Çamlıca Basım Yayım / Cihannüma - Prof. Dr. Necdet Öztürk

Benim şimdilik acizane önerebileceklerim bunlar değerli kardeşim. İstanbul'da iken, Hüdayi'de eğitim gören bir arkadaşımın hediyesi olan Osman Nuri Topbaş'ın ''Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı'' adlı eserini şu an okumaktayım.. Bu da gayet güzel bir eser, edinebilirseniz tavsiye ederim.. Son dönemleri için de Kadir Mısıroğlu'nun teşhisleri güzel, istifadelenirsiniz inşallah.. Selam ve Dua ile. Rabbimize emanet olunuz.
vealeykumselam aliye hocam.
mesajınızla ilgili birşey sormak istedim.
hüdayide bulundunuz mu hiç? hoca veya öğrenci olarak?
merak ettiğim bir konu...
selam ve dua ile....

Rabbim Peygamber Efendimizin ve Osman hocamın şefaatine nail eylesin bizleri inşALLAH

selam ve dua ile....B)
 

kalbiminurlandır

Eposta Onaylanmamış Üyeler
Katılım
7 Tem 2008
Mesajlar
4,040
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Selamün Aleyküm kardeşim..

Üyeliğiniz hayırlı olsun inşallah, konuya olan ilginizden dolayı teşekkür ederim..
Başlıktan da anlaşıldığı üzere, Osmanlı'ya ait sözler ve Osmanlı hakkında söylenen sözlere değindik.. Bunun haricinde bazı padişahların vasiyetnamelerine değinildi.. Devşirme sistemi için ayrıca bir konu olursa inşallah ileride, oraya katkılarımızı sunarız, sizin de katkılarınızı bekleriz kardeşim. Siz, Anadolu'da yalnızca Selçuklu'ya ait eserlerin olduğunu söylüyorsunuz, devşirme sistemi Selçuklularda, Abbasilerde, Gaznelilerde de vardı.. Şimdiki Yönetim şeklimizin hiçbir yönü itibariyle Osmanlıyla çakışır bir tarafı, ortak bir özelliği yok ki, birbiriyle kıyas edebilelim..Osmanlının yönetim biçiminin, rejiminin şimdiki rejimle hiçbir yönden ilgisi yok.. Osmanlının, Devşirmedeki maksadı, ülkesini yabancılara peşkeş çekmek, onların istismarına sunmak değildi.. Efendimiz (s.a.v) dahi savaşlarda ve barış zamanlarında müşriklerin okuma-yazma bilenlerinden, zeki ve yetenekli olanlarından Müslümanların yararı için, Müslümanları istifadelendirmiştir.. Osmanlı'nın yaptığı da bundan yola çıkılarak oluşturulan bir sistem..Ve bunu Abbasilerde, Selçuklularda da görebilirsiniz. Şartlar ve ortamlar, sistemler, biraz farklılık gösterebilir.. Ülkemizde, ilk başta ''derin devlet'' olarak adlandırdığımız, malum ''derin'' zümrenin başını çektiği bürokratlar, Osmanlı'yı sevmemektedir..İktidarlarını Osmanlılara borçlu değiller, Osmanlının katkısı ile başa geçebileceğinin hiçbir mantıki açıklaması olamaz... Dolayısıyla ülkemizde şu an böyle bir grup aktifse ve istediği gibi at koşturabiliyorsa bunun suçunu Osmanlı'da değil, Cumhuriyet dönemindeki şahıslarda ve Osmanlı'nın son dönemlerinde otorite boşluğundan istifadelenerek yabancı kökenli, ''kahraman kılığındaki'' figüranların dayattığı sistemde aramalıyız inşallah kardeşim..
Yabancı kökenlilerin kimlerden sonra bu ülke yönetiminde rol aldığına bakmak için çok fazla geriye gitmemize gerek kalmıyor.. Açıklayabilmişimdir inşallah..
Konuyla ilgili düşüncelerinizi, varsa kanıtlarınızı başka bir forum açarak aktarırsanız, hep birlikte bir fikir alışverişi yapmış oluruz inşallah.Rabbimize emanet olunuz kardeşim. Selam ve Dua ile.

bu açıklamalarınız için ALLAH CC RAZI OLSUN sizden inşALLAH.

daha güzel anlatılamazdı :a12:

selam ve dua ile hocam

....B)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Padişahlarımızın Hac İbadetinden Feragati



Bilinen, bilinmeyen, yanlış bilinen, çarpıtılan hatta karalanan yönleri ile Osmanlı tarihi öyle bir muamma, öyle bir engin denizdir ki… Günümüzde birçok akl-ı evvel, birçok at gözlüğü sevdalısı çıkmakta; yarım yamalak bilgisi ve dar kalıp havsalası ile ileri geri laflar üretmekte, hatta temiz dimağları da bulandırmaya çalışmaktadır. Hâl böyle olunca da sağlam ve güvenilir tarihi kaynak sorunu ortaya çıkmaktadır.

“Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur.” diyen Mehmet Emin Yurdakul Bey ne de güzel söylemiş. Kuran’ı rehber edinen, Peygamberinin sünnetini hayat tarzı olarak benimseyen, ordusuna bile Mehmetçik adını veren bir millet başka nasıl olabilir ki. Hâliyle yöneticileri de adam gibi adam olur. Kutsal beldelerin sultanı hitabını duyunca mahcup olan ve bu hitabı kutsal beldelerin kölesi, hizmetkârı olarak değiştiren bir Yavuz; şeyhülislâmın fetvaları ile gömülmek isteyen bir Kanuni; surre alayları geleneğini başlatan bir I. Ahmet; hasta, yatağında yatarken Medine’den bir dilekçe geldiğini duyunca yatmaktan hayâ edip, beni doğrultun diyerek yatağının içinde oturup dilekçeyi dinleyen ve bir gün sonra da vefat eden bir Abdülmecit Han; Hicaz demiryolunun yapımı sırasında, ehl-i beytin ve diğer yatanların gürültüden ruhları incinir kaygısı ile aletlere keçe sarılmasını isteyen bir Abdülhamit Han, Osmanlı idi.

Osmanlı’yı anlamak, Osmanlı dönemi ile ilgili meseleler üzerine akıl yürütmek için mutlaka o dönemin şartlarının iyi bilinmesi gerekmektedir. Zira yalan yanlış bilgilerle, tarihe mal olmuş Osmanlı kültür ve medeniyetini karalamaya çalışmak insafsızlıktır ve de vicdansızlıktır. Misal, Osmanlı’yı karalamaya çalışan güruhun en çok gündeme getirdiği meselelerden biri de Osmanlı Padişahlarının 'hac ibadetinden feragat' etmeleri meselesidir.

Osmanlı padişahlarının niçin hacca gitmedikleri ile ilgili görüşleri başlıca iki ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan ilki Peygamber Efendimizin bir Hadis-i Şerif’ ine dayanılarak ortaya atılan görüştür. Âlemlerin sevgilisine, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, sırası ile “Allah’a ve Peygamberine inanmak; Allah yolunda cihat ve Hac ibadeti” olduğunu söylemiştir. Bu Hadis-i Şerifi dayanak kabul eden İslâm âlimleri de cihadı, 'farz-ı kifaye'; hac ibadetini ise 'farz-ı ayn' olarak adlandırmışlardır.

Bilindiği üzere Osmanlı Padişahlarının birçoğunun ömrü serhat boylarında, savaşlarda geçmiştir. Ayrıca Müslümanların canının, malının, namusunun korunması hususu da 'hukukullah' yani kamu hukuku kaidesidir. Hâl böyle olunca II. Beyazıt, II. Osman gibi hacca gitmeye niyetlenen padişahlara, devrin âlim ve velî kulları ile devlet erkânı engel olmuşlardır. Misal, II. Osman’a engel olanların başında -aynı zamanda kayınpederi de olan- Şeyhülislâm Esat Efendi ile gönüller sultanı Aziz Mahmut Hüdâyi Hazretleri gelmektedir. Hatta Esat Efendi’nin, damadına gönderdiği fetva “Padişahlara hac lâzım değildir; oturup adl eylemek evlâdır. Caiz ki, fitne zuhur eyleye.” şeklinde kesin bir ifade taşır.

Padişahlarımızın hac ibadetinden feragat etmesi ile ilgili olarak öne sürülen ikinci görüş ise daha çok bireysel özgürlükler kapsamında ele alınabilecek hususları içermektedir. Bilindiği üzere hacca gidecek insanın sağlıklı olması gerekmektedir. Ayrıca tutuklu olma; zorba yönetici; geçimsiz eş, akraba; yol güvenliğinin olmaması gibi durumlar da belirleyicidir. Misal, hicri 326 (milâdi 937) senesinde 'Karamitalar' olarak adlandırılan eşkıyaların çıkardıkları isyanı yüzünden yirmi yıl kadar hac farz sayılmamıştır. Bu kıstaslardan yola çıkan İslâm âlimleri, 'sağlık-afiyette olmak' hususunu biraz daha genişleterek, yönetici olmayı da bu özürlerin içine katmışlardır. Zira Osmanlı Padişahları da devletin bekası, milletin huzuru, vatanın refahı için hacdan muaf tutulmuş; Nizam-ı Âlem, İla’yı Kelimetullah davası uğruna bu ibadetten feragat ettirilmiştir. O yıllarda hac ibadetinin neredeyse üç ay sürdüğünü ve Osmanlı gibi bir devletin üç ay boyunca başsız kalmasının doğurabileceği sonuçları da bir düşünün.

Toparlayacak olursak, hem tasavvuf hem de kelam (fıkıh) ehlinin ortak kanaati ile ortaya çıkan hacdan feragat durumu; Allah yolunda cihadın, hacdan daha makbul bir ibadet olmasından ve Müslümanların Başı (emir-ül müminin) olmanın yüklediği sorumluluktan kaynaklanmıştır. Ayrıca bütün Osmanlı Padişahları, kendilerine bir başkasını vekil tayin ederek hacca gönderme geleneğini istisnasız olarak sürdürmüşlerdir ki bu da “Emirler, padişahlar sultanlık hâlleri devam ettiği müddetçe hacca gitmezler, yerlerine bedel gönderirler.” diyen İbn-i Abidin Hazretleri başta olmak üzere birçok fıkıh âliminin ortak içtihadıdır. Düşünün bir kere, Allah’ın kılıcı (seyfullah) olmayı hayat tarzı olarak benimsemiş bir milletin ve böyle bir milletin en seçkinleri kabul edilen hanların, hakanların, padişahların İslâm’ın temel esaslarından birini bilinçli olarak terk etmesi mümkün müdür? O insanlar, güzel insanlardı cancağızlar. Cumhuriyet Türkiye’sinin büyük âlimlerinden olan, Van-Bahçesaraylı Seyit Ahmet Arvasî Bey’in de dediği gibi “Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler.” Bırakalım da gittikleri yerde rahat etsinler.

Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com



Derkenar: Osmanlı ile ilgili olarak sağlam ve güvenilir kaynak arayanlara Diyarbakırlı Ahmet Akgündüz Bey’in öncülüğünde hazırlanan 'Bilinmeyen Osmanlı' adlı kitabı tavsiye ediyorum.


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
MEDYATİK CEHALETE OTOPSİ! (OSMANLI`YA YESEVİ ETKİSİ).


-Tasavvuf Tarihçisi ve HOCA AHMED YESEVİ Uzmanı DR. HAYATİ BİCE, geçenlerde popüler ve magazinel tarihçi MURAT BARDAKÇI`nın ve şürekasının haddini aşarak YESEVİ hakkında sarfettikleri fahiş hataları ilmi bir biçimde kaynaklarıyla ele alıyor...
Bakalım SANSASYONEL-PAPARAZZİ ve MEDYATİK tarihçi MURAT BARDAKÇI buna ne kulp takabilecek?


.Dr. Hayati BİCE
HaberturkTV kanalında 17 Ağustos 2009 günü yayınlanan bir haber-tartışma programında “Türklerin İslamlaşması” hakkında ilginç görüşler ileri sürüldü. “Türk İslam Tarihi Tartışılıyor” başlığı ile sunulan ve Kültür eski Bakanı Namık Kemal Zeybek, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve gazeteci-tarihçi Murat Bardakçı katıldığı tartışma programında pek çok konudan söz edildi.
Tartışma esnasında Rasulullah Efendimiz (s.a.v.)’in Türk olup olmadığından; 1600’lerde İstanbul’u yağmalayan Rus Cossack (kozak)’larının bugün Kazakistan’da yaşayan Kazak Türkleri ile ilgisi olup olmadığına; latinize Türk alfabesinde ‘kaf’ ile ‘kef’ harflerinin farklı olarak belirtilip belirtilmemesi tartışmalarından Türkiye’de yaşayan halkın gen haritasına kadar alâkalı-alâkasız konularda daldan dala dolaşıldı.
Bu yazıyı yazmaktaki kasdım yukarıda işaret edilen ve çoğunun tashihi gereken anakronik -ve bence tümüyle anlamsız- tartışmalara katkıda bulunmak değil; programda ortaya çıkan -bilhassa Murat Bardakçı’nın sergilediği- Ahmed Yesevi’nin Türk dünyasının manevi hayatındaki belirleyici etkiyi küçümseyici tavrı irdelemektir.
Murat Bardakçı, Ahmed Yesevi ile Yesevilik yolunun Türk dünyasında bilhassa Osmanlı coğrafyasındaki tesiri ile ilgili hükümler verirken o kadar fahiş hatalara düştü ki değil bir tarihçinin sıradan bir tarih meraklısının bile hayret etmemesi mümkün değildi.
Ahmed Yesevi’nin Türk tarihindeki yerinin kısmen farkında olan Murat Bardakçı; Yesevi’nin Türk coğrafyasının “Doğu yakası”nda büyük önemi olduğunu –biraz da mecburen- kabul ederken Türkiye topraklarının da dahil olduğu Türk coğrafyasının “Batı tarafı”nda hiçbir önemli bir etkisi olmadığı”nı iddia ediyordu. Murat Bardakçı’ya göre Ahmed Yesevi’nin Anadolu tasavvuf geleneğinin öncüleri ve sembol isimleri olan Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre gibi üzerinde değil etkisi olmak bu konuda “bahsi bile edilemez”di. Yine Bardakçı’nın ifadesine göre “Osmanlı kültür çevrelerinde hiçbir şekilde bilinmeyen bir isim” olan “Ahmed Yesevi sadece Doğu’daki Türkistan Türkleri için önemli birisi” idi.
Evliya Çelebi’den habersiz bir tarihçilik !
Oysa sadece Evliya Çelebi seyahatnamesinden haberdar olan bir kişi bile Hz. Pir Yesevi’nin Osmanlı coğrafyasındaki etkisinden habersiz olamazdı.
Ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi (d.1611) ünlü seyahatnamesinin ilk cildinden itibaren “Türk-i Türkân” (=Türklerin Türkü), “Pirân-ı Türkistan” (=Türkistan’ın mürşidi) olarak saygı ile andığı Hoca Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini birçok yerde iftiharla belirtir.
Burada sorulması gereken soru şudur: Evliya Çelebi, nasıl olmuş ta Osmanlı kültür çevrelerinde “hiç bilinmeyen ve önemsenmeyen” Ahmed Yesevi’den bahisle O’nun evladından olmayı bir itibar referansı olarak kaydetmiştir? Evliya Çelebi’nin “Osmanlı kültür çevrelerinde hiçbir şekilde bilinmeyen bir isim” olan Ahmed Yesevi evladından olduğu ile övünmesi nasıl tevil edilir?
Evliya Çelebi’nin Göynük’te Akşemseddin türbesi civarında medfun Bıçakçı (Sikkini) Ömer Dede’den bahsederken Hz. Ali’ye uzanan Hoca Ahmed Yesevi şeceresinden haberdar olduğunu gösteren satırları son derecede dikkat çekicidir: “…İslambol zindanında medfun Baba Cafer oğlıdır. Anlar Muhammed Hanefi evladıdır kim bizim ceddimiz Ahmed Yesevi bin Muhammed Hanefi’ye müntehi olduğında şecerelerimizde böyle tahrir olmağıla hasib ve nesibleri ile malumumuzdur…” ibaresiyle Hoca Ahmed Yesevi’nin Hz. Ali’nin oğlu olan Muhammed Hanefi soyundan geldiğini açıklıkla ortaya koyar. (1) Bu satırlar Evliya Çelebi’nin Ahmed Yesevi’nin şeceresine işaret ile O’nu Hz. Ali evlâdı olduğuna da işaret etmesi yönünden de önemlidir.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yesevî Dervişânı
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin geçtiğimiz yıllarda Orhan Şaik Gökyay tarafından yayına hazırlanan ve Yapı-Kredi Yayınları arasında neşredilen transkribe tam metninde birçok yerde Yesevi etkisinin Osmanlı coğrafyasındaki derinliğini gösteren veriler sunulmaktadır. Birkaç örnek verelim:
Evliya Çelebi, Osmanlı’nın kuruluş yıllarının Orhan Gazi dönemini anlatırken Horasan’dan gelerek Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Veli hakkında şunları yazar: Orhan Gazi’nin “zaman-ı hilafetinde cedd-i izâmımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri Horasan’dan halifesi olan Hacı Bektaş-ı Veli’yi üçyüz fukarasıyla sahib-i seccade idüp deff ve kudüm ve alem saraf virüp “Var Orhan Beğ ile Rûm fatihi ol yâ Bektaş” diyü nefes idüp Hacı Bektaş-ı Veli üçyüz er ile Horasan’dan Orhan Gazi’ye gelüp mülakat olduğı gibi Bursa üstüne gelüp feth itdiler…” (2)

Evliya Çelebi’nin bugünkü Romanya’da bulunan türbesinde ziyaret ettiği Sarı Saltuk’dan bahsettiği şu satırları da vermek istiyorum: Sarı Saltuk “…Sâdât-ı kirâmdan bir ulu sultan idi. Bu hakirün ecdâdı Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin halifesidür kim ism-i şerifleri Muhammed Neccâr’dur kim hasib ve nesib ırk-ı tâhirdendür.” Evliya Çelebi “Bir mücâhid-i fisebilullah bir sultan idi..” diye övdüğü Sarı Saltuk’a Ahmed Yesevi tarafından Rumeli’nin fethinin hedef gösterildiği rivayetini anlatırken “ceddimiz pirân-ı Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ibn Muhammed Hanefi, Hacı Bektaş-ı Veli’ye imdat içün, yedi yüz âdem Horasan erenlerinden virüp” “Makedonya ve Dobruca ve yedi krallık yerde nam ve nişan sahibi ol” talimatı ile yönlendirildiğini belirtir. (3)
Evliya Çelebi’nin bu satırları Ahmed Yesevi’nin Osmanlı’nın kuruluş döneminde etkili olan Hacı Bektaş-ı Veli; Sarı Saltuk gibi seçkin dervişleri beraberinde gönderdiği belirtilen ve sayıları “üçyüz” ve “yediyüz” olarak kaydedilen Horasan erenleri vasıtasıyla icra ettiği fonksiyonu kanıtlamaktadır.
Bunlar da Evliya Çelebi’nin, İstanbul fethini anlatırken İstanbul Unkapanı’nda medfun Horoz Dede hakkında yazdıklarından: İstanbul’un fatihlerinden “… Horos Dede ceddimiz Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin fukaralarından bir pir-i fâni olup asâkir-i İslam içre yigirmidört saatde yigirmidört kere bank-i horos urup “Kum yâ Gafilûn” diyü guzât-ı müslimîni agâh itdiğiçün Horos Dede dirlermiş…” (4)
Osmanlı Coğrafyasından Bazı İşaret Taşları
Evliya Çelebi, ayrıca Osmanlı’nın Anadolu ve Rumeli topraklarını gezerken rastladığı Yesevî dervişlerine ait türbe ve makamlar ile buralarda Yesevî dervişleri ile ilgili olarak anlatılan menkıbeleri de eserine tek tek ve ayrıntıları ile kaydetmiştir.
Evliya Çelebi’nin gezdiği Osmanlı beldelerinde izlerini tesbit edebildiği Yesevî derviş-gazileri arasında Bursa’daki Geyikli Baba Sultan (5) ve Dâvûd Baba (6), Bursa’daki Abdal Musa (7), Tokat il merkezindeki Gıj-Gıj Dede (8) ve yine Tokat’ın Zile ilçesindeki Şeyh Nusret (9) Amasya Merzifon’daki Pir Dede (10), Aksaray’da Pertevi Sultan (11), Bozok Sancak merkezi Yozgat`taki Emir-i Çin Osman (12), isimlerini sıralar ve çok önemli olarak buralarda tasavvufi bir hayatın gereklerini Yeseviyye tarikatı adâbına göre yaşayan Yesevi fukarası ile sohbetlerinden bahseder.

Evliya Çelebi’nin Balkanlar’daki seyahatlerinde tesrilerine tanık olduğu ve türbeleri ile karşılaştığı Yesevi izdaşları ise ise Deliorman’daki Demirci Baba, Varna yakınındaki adına tekke ihdas olunmuş Batova’daki Akyazılı Sultan (13) olarak Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde yer almaktadır. Azerbaycan’ın kuzey bölgesindeki Şirvan Hanlığı sahasındaki Avşar Baba (14) âsitânesi de Evliya Çelebi’nin Yesevi dervişleri ile karşılaştığı yerlerdendir.
Topkapı Sarayındaki Yesevî Şair : Hazinî
Osmanlılar ile Yesevi ilişkisinde önemli bir isim ise bir Yesevi şeyhi olarak 16. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden ve devrin hükümdarı olan III. Murad tarafından ağırlanan Yesevi şeyhi Hazini’dir. Günümüzde Tacikistan sınırları içerisinde kalmış bulunan Hisar kentinde doğmuş olan ve eserinde Yesevî’nin ilk halefi Mansur Ata’nın torunlarından olduğunu belirten Sultan Ahmed Hazini adlı Yesevî dervişinin Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu olan Osmanlı Sultanı III. Murad’a 1593 yılında sunmak üzere kaleme aldığı “Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr” Yesevilik çalışmalarının bilinen en önemli kaynağıdır.
Bu değerli eserde Yeseviyye’nin Türkistan coğrafyasındaki etkileri ve Yesevilik’in esasları hakkında önemli veriler yer almaktadır. Eserde Hz. Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî hakkında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. (15)
Kitabda yer alan Farsça bölümdeki manzum silsilede Rasûlullah (s.a.v.)’den eserin müellifi Hazini’ye kadar uzanan Yeseviyye ve Nakşbendiyye silsilelerine işaret edilmektedir. Bu 312 beyitlik mesnevi tarzı Farsça şiirde Yusuf Hemedanî’nin halifeleri olarak Ahmed Yesevî ve Abdulhalık Gücdüvanî zikredilir. Hazinî’ye göre “Yesi, Maveraünnehr ve Yemen’de kadın-erkek herkes” Ahmed Yesevî’nin manevi tasarrufu altındadır.





 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Hazinî, Ahmed Yesevî hakkında “Türklerin piri”, “Türklerin sultanı”, “kutubların kutbu”, “din sultanı”, “takva eri” gibi oldukça dikkat çekici ibareler kullanır:
Dünya kutublarının kutbu, Türklerin (mânâ) sultanı, Yesili ulu şeyh Hoca Ahmed.
Ki O’nun kapısında nice bin evliya fakr makamını elde etti ve yokluk yolunu tamam­ladı.
Hakk erleri O’nun dergahında hizmet kemerini kuşandı, kutbların kutbu O’nun ayağına baş koydu.
Hakk yolunda yola girmişlerin başı, ayağının toprağı meliklerin tacının incisi.
O Hazret’in naibleri de ulu kişilerdir; evliya arasında her biri zamanın kutbudur.
İlk kez Sultan II. Selim zamanında İstanbul’a gelen Hazini Hacc yaptıktan sonra yeniden İstanbul’a döner. Bu sırada Osmanlı tahtına Kanuni’nin torunu III. Murad geçmişti. Hazini’nin İstanbul’da Osmanlı Sultanı ile görüştüğü, sultana kaleme aldığı “Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr” adlı eserini takdim etme fırsatı bulmuştur. Hazini’nin yazdığı değerli eseri ile başta Hz. Pir Hoca Ahmed Yesevî olmak üzere Yeseviyye yolunun önderlerini efsanelere karışmış bir konu olmaktan kurtarmış hem de kendi adını ebedileştirmiştir.
Hazinî’nin ne kadar önemli bir görevi ifa ettiği işte böyle ortaya çıktı. Bugün “tarihçi pozu ile” ahkam kesenlere haddini bildirme konusunda sağladığı lojistik destek için de Hazini’ye minnet borçluyuz. Bırakın Hz. Pir-i Türkistan Yesevi’yi bir yana; “fukarasından bir aciz” olan dervişi Hazini dahi; insanı işte böyle utandırır.
***
Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevî’nin Türk yurtlarının doğu ve batı bölgelerindeki tesirinden söz etmişken kuzey ve güneyi de ihmal etmeyelim. Türk dünyasının kuzey kuşağını teşkil eden Başkırdistan ve Tataristan’da da Ahmed Yesevi’nin kalıcı tesirlerinin izine bugün bile rastlanılmaktadır. Bunun en somut kanıtı Türklük aleminin en kuzeyindeki kültür merkezi Kazan’da komünizmin egemen olduğu dönemdeki katı yasak günlerinden önceki yüzyılda defalarca basılmış olan Divân-ı Hikmet’tir.
Ayrıca bir örneği elimde bulunan halka İslâm’ı öğretmeğe yönelik olarak 1894 tarihinde Kazan’da Arab ve Kiril harfleri ile Tatarca ve Rusça olarak basılmış olan risaledeki ifade bile tek başına Ahmed Yesevi’nin Türk yurtlarının kuzey alanındaki etkisini kanıtlamağa yeterlidir. Şerâitu’l-İman (=İmanın Şartları) adlı bu risalede iman esasları ezberlenmek üzere tek tek sıralanan “Kimin kuluyuz ?”, “Kimin ümmetindeniz?” gibi temel soruların hemen ardından sıralanırken şu soru ve cevabı verilmektedir (16): “Kimin silsilesindeniz ?” (cevab ) “Hoca Ahmed Yesevi r.a. silsilesindeniz.”
Daha fazla bir söze hacet var mı?
Geçenlerde karşılaştığım Suriye kökenli ve aynı zamanda Nakşbendi tarikatına mensub bir hukukçu, ziyaret ettiği Türk cumhuriyetleri’ndeki manevi etkisine hayran olarak Hz. Pir Ahmed Yesevi’nin bütün dünyadaki Nakşbendi silsilelerine Yusuf Hemedani’yi takiben eklenmesi gerektiğinden bahsederken (17) Murat Bardakçı “iddialı bir tarihçi olarak” Hz. Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin doğusu ile batısı ile bütün Türk coğrafyasında bugün de devam eden öneminin farkında değil ise bu kendi sorunudur.
Konunun Ahmed Yesevi’nin ölümsüz eseri Divân-ı Hikmet’in tarihi değer ve önemine ilişkin bir yönü daha var ki -inşaallah- başka bir vesile ile günü gelir; yazılır...

5.jpg



"Ya Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi Kaddesallahu Sırrahu"
( Hat: Hüseyin KUTLU Tezhib: Müzehher BİCE )
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Bu eser Müzehher Bice tarafından 2000 yılında restorasyonu tamamlanan Yesevi Külliyesi için özel olarak hazırlanmış ve Türkiye ile Kazakistan Devlet Başkanlarının da katıldığı bir uluslararası bir törenle Yesevi Külliyesi’ne armağan edilmiştir. Tören sırasında ve takip eden günlerde bir süre külliyenin mescidinde sergilenen eser halen Hoca Ahmed Yesevi’nin ömrünün son yıllarında halvete girdiği yeraltı çilehanesinde yer almaktadır. Tasarımı Türkistan’da yapılan eserde te
------------------------------

11.jpg



Bütün Türkistan’ın manevi merkezi olarak kabul edilen Yesevi Külliyesi özellikle dini bayram günleri büyük bir ziyaretçi topluluğunu ağırlamaktadır.
Dipnotlar:
(1) Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 38, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996. Tâ ecdâd-ı izâmımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî ibn Muhammed Mehdi`den berü ecdâdlarımızdan şarâb mükeyyefât yemiş içmiş yokdur. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 130 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
…Horasan’dan yediyüz Horasan erenleri ile Hacı Bektaş-ı Veli ceddimiz Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinden Rûm’a gelmek içün mezun olup doğru bu Âsitâne-i Seyyid Battal Gazi’ye gelüp niçe zaman anda ikâmet edüp Bursa’dan Orhan Gazi Hacı Bektaş-ı Veli’yi görmeğe bu Seyyid Battal âsitânesine gelüp Bektaş-ı Veli ile müşerref olup Bektaş-ı veli ricasıyla bu âsitâne-yi Battal’ı Koca Orhan Gazi eyle imar edüp gûya bir kal’a-yı metîn edüp bin adet hâne halkın iskân etdirüp şehr imar eder.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 12, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
…evvela tarik-i Hoca Ahmed-i Yesevî’den fukara-yı Bektaşiyânız ve üstâdımız Derviş Alî Nâdimi’dir… (İstanbul, Kağıthane’de Derviş Sünnetî dilinden)
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 280 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

Evliya Çelebi’nin “cedd-i izâmımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri” ibaresini diğer kullanımları için bkz: Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s.229, 5. Kitap, s. 33, 154, 165, 314 ; Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, 2001.
(2) Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 34, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde ismine sık sık yer verilen Hacı Bektaş-ı Veli’nin Ahmed Yesevi ile ilişkili olarak kullanıldığı diğer yerlerden birkaçı:
Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî`nin halifelerinden Şeyh Lokmân ki Horasan erenlerindendir. Vâlid-i büzürgvârı Hacı Bektaş`ı Şeyh Lokmân`a tilâmizliğe verüp Hacı Bektaş anlardan ulûm-ı zâhire ve bâtımayı tahsîl eyledi. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 25, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.
…devletleri müebbed ola deyü yetmiş aded kibâr-ı evliyaullah Horasan’da Yesu şehrinde Türk-i Türkan Hoca Ahmed Yesevi hazretleri huzurunda hayr dua ve senâlar edüp yedi yüz fukarasıyla Hacı Bektaş-ı Veli’yi Devlet-i Âl-i Osman’a mûin ü zâhir ola deyü gönderüp…
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 17 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
Amma (Hacı Bektaş) irşadı Hoca Yesevî`den görüp Rûm erenlerinden olmağla izin taleb edüp yedi yüz fukarâ ile Seyyid Muhammed-i Buhari-i Saltık ile Hacı Bektaş`ı Rûm`da Osmancığa gönderüp Mevlânâ-yı Rûmi ve Hacı Bektaş-ı veli ve Şems-i Tebrizi ve Muhyiddin-i Arabi ve Karaca Ahmed Sultan ve gayrı yetmiş kibâr-ı evliyaullahların bin yirde haşrolup sohbet-i has edüp Orhan Gazi asrında Hacı Bektaş-ı Veli iştihar bulup yeniden çeri yani yeni-çeri peyda edüpRûm diyârların Orhan ile maan feth edüp yedi yüz fukarâlarınnın cümlesin feth olunan şehirlerde sâhib-i seccade edüp Muhammed Buhari Sarı Saltık Bay`ı Kafiristan`a gönderüp Dobruca ve Eflak ve Boğdan ve Leh ve Moskov`da çok gazâlar edüp "Saltık" namıyla iştihâr verdi. Anınçünhâlâ Rûm`da yedi yüz âsitâne-i Bektaşiyân vardır. Ba`dehû Hacı Bektaş-ı Veli sene (----) tarihinde yine Orhan hilafetinde mehûm olup Orhan, cenâze-i Sultan`a hazır olup Kırşehri`nde defn etdiler. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 26, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.
(3) Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 312, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996. Sarı Saltık Sultan Menkıbesi’ne Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin değişik yerlerinde de yer verilmiştir:
Hakkâ ki Belh [ü] Buhara’da hazretleri Hacı Bektaş-ı Veli’yi Rûm’a Sarı Saltuk yani Muhammed Buharî hazretlerin gönderdikte….
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 175 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

Der sitâyiş-i Tekye-i Keliğra Sultan yani Sarı Saltık Sultan
... sene (---) tarihinde bizzat Muhammed Hacı Bektaş-ı Veli Yesev şehrinde Türk-i Türkân Hoca Ahmed Yesevi`den cihâz-ı fakrı kabul edüp diyâr-ı Rûm`da sahib-i seccâde olmağa mezun olup üç yüz yetmiş fukara ve bu Keliğra Sultan cümle fukarâlara ser-çeşme olup...
... Niçe zaman bu hal ile Sarı Saltık namıyla seyahat etdi. Ve kendülerinde alâ-sûret-i asfaru`l levn olmağıla Şeyh Ahmed Yesevi hazretleri kendülere Saltık Bây namıyla künye demişler idi. (...)
Lisân-ı Latinde Keliğra ejder-i heft-sere derler. ... Anınçün yedi kralda medfûn olup âsitâne-i saadetleri vardır. Üçü Âl-i Osman hükmünde ulu âsitânelerdir. Ve her diyarda birer ismiyle müsemmâdır. Amma Rûm`da Baba Sultan ve Sarı Saltık Sultan ve Kaliğra Sultan derler. Amma kâfiristan-ı Hıristiyanistan`da İsvet-i Nikola derler.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 73-75, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

(4) Horos Dede: Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 38, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996
(5) Geyikli Baba Sultan : Fukarâ-yı Yesevi`den olup Azerbaycan şehirlerinden Hoy-ı hüsn-hûydandır. Kûh-ı azîmlerde vahşi sığınlara süvâr olup Orhan Gâzi ile sefer eşüp at tavlası gibi bir tavla sığınları var idi, barhanasın bile vahşi gazâllara yükledirdi. (...) Kabr-i şerifi Bursa şehri içre (---) mahallesinde bir tekye-i azîmdir kim Orhan Gâzî binâsıdır.Kuddise sırruhu.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 31 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
(6) Dâvûd Baba: Fukarâ-yı Yesevidir. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 34 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
(7) eş-Şeyh Hazret-i Abdal Musa: Bu dahi Hoca Ahmed Yesevi fukarâsı idi.Horasan`dan Hacı Bektaş ile Rûm`a geldi.Niçe yüz keşf kerametleri zâhir olmuşdu.Cümleden biri Geyikli Baba`ya kor olmuş âteşi pembe içine sarup hedâyâ-yı rumûz gönderi.Geyikli Baba dahi anlara süd gönderir. Rûmûz oldur kim "Sen ateşle pembeyi imtizâc ettirdinse ben dahi leben-i hâlis hâsıl olan vahşî gazâlları teshir edüp at gibi binüp ve südün yiyüp kullnaırım rumûzun etdi.Hakkâ ki ol asrın ikisi de gerçek erleridir.Bursa içre (---) mahallesinde bir tekye-i ma`mûrda âsûdedir. Bunlar dahi Bursa fethinde bulunmuşlardır. Kuddise sırruhu.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 31 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999
(8) (Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 5. Kitap, s. 36, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-2001. Benim için özel anılara konu olmuş olan Tokat’taki GıjGıj Dede Sultan’dan bahsedilen satırlarını nakledelim: “..Şehre hâil bir cihan-nümâ püşte üzere tekye-i Gıjgıj Dede Sultan tarik-i Yesevî’de bir ulu sultan imiş.Hacı Bektaş Velî-i Horasanî’yle diyâr-ı Horasan’dan gelüp izn-i Bektaş Velî ile bu kûh-ı bülend üzere sâkin olur. Kaçan kim celâl sıfat olduklarında ejderha gibi gıjıldadığından Gıjgıj Dede derlermiş. Himmeti hâzır ü nâzır ola. Sâhib-i kanâat birkaç fukaraları vardır.”
Çocukluğumun geçtiği Tokat’ta Gıjgıj Tepesi yakınındaki bağ evimiz gidip gelirken hep bu garip ismin nereden geldiğini merak etmiştim. Gerek aile çevrem, gerekse okuduğum ilk ve orta dereceli okullarda hiç kimsenin bu ismin menşei hakkında bilgisi olmadığını hatırlıyorum. Nihayet Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” kitabından bu “ilginç” ismin nereden geldiğini öğrendikten karşılaştığım birçok Tokat’lıyı da bilgilendirdim. Danışmanlığını yaptığım Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı’na –üstelik Tokat milletvekili idi- ismini ve yerini çok iyi bildiği ve bugün ağaçlandırılarak güzel bir mesire yeri haline getirilmiş olan “Gıjgıj Dede Sultan” zaviyesi önüne bir Ahmed Yesevi Parkı yapılması ve park içerisinde Kazakistan’ın Yesi (bugünkü Türkistan) şehrindeki görkemli Yesevi Türbesinin küçültülmüş -fakat içerisinde namaz kılınabilecek bir ölçekte- bir tıpkıyapımının inşa edilmesi teklifim ilgili bakanlık raflarında kalmış olmalı.
(9) Şeyh Nusret: Sahrâ-yı Zile’de menzil-i tekye-i Şeyh Nusret: Hacı Bektaş ile diyâr-ı horasan’dan gelmiş ceddimiz Hâce Ahmed-i Yesevi halifelerinden Horasan erenleridir. Zile vadisinde mamûr u âbâdan imaret ve mescid ve misafirhaneli bir tekye-i muazzamdır pâ-bürehne ser-bürehne yetmiş adet fukaraları vardır.Bu diyarın ahalisi azîz Şeyh Nusret’e gâyet mutekidlerdir…
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 146 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

(10) eş-Şeyh Hazret-i Pir Dede: Hazret-i Hacı Bektaş-ı Veli ile Horasan`dan Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî izniyle Rûm`a gelüp şehr-i Merzifon`un cânib-i şimâlisi haricinde şehre nâzır bir mürtefi zeminde sâkin olup kâhice hammâmlarda yatup meczûb-u Hüda bir ârif-i billâh kimesne idi kim Orhan Gazi asrından tâ Ebul-Feth`e ermiş bir zât-ı şerif idi. (...) Hâla âsitânesi Osmancık`ta Koyun Baba Tekyesinden ziyade binâ-yı azîm kibâb-ı âliler ile ârâste ve ve müteaddid meydanlar ve matbah u kilâr ve dervişân hücreleriyle pîraste olmuş, her şeb iki yüz ve üç yüz âdem konup göçer mihmân-sarây-ı Bektaşiyân`dır.


BOYUTHABER

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
tablo03.jpg


Bir Batılı ressamın fırçası ile Alman elçisi Freiherr von Schwarzenhorn'un henüz 9-10 yaşlarında olan Sultan IV. Mehmed'in huzuruna çıkarılışı (1651)


tablo04.jpg


II. Viyana Muhasarasının Sonucunu Belirleyen Muharebe (12 Eylül 1683)


tablo05.jpg


İnebahtı Deniz Savaşının iki Batılı Sanatkarın Fırçaları ile Tasviri



tablo06.jpg


Sultan Abdülmecit Eyüp'e Girerken


tablo07.jpg


Sultan I. Murad Han'ın Kosova'da Şehid Edilmesi



tablo08.jpg


Fatih Sultan Mehmed Han'ın İstanbul Muhasarası için Edirne'den Ordusu ile Yola Çıkışı



tablo09.jpg


Fatih Sultan Mehmed Han'ın Hiddetlenerek Atını Denize Sürmesi

tablo10.jpg


Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un Fethinden Sonra Ayasofya Önünde



tablo11.jpg


Fatih Sultan Mehmed Han Ordusuyla İstanbul Surlarından İçeri Girerken
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Osmanlının Son Dostları -Huddamü'l-Kabe



Kâinatın İftihar Tablosunun (sav) dilinden Ezeli Kelam’ı yudumlayan şanlı sahabinin tuğlarının Atlas Okyanusu sahillerinde dalgalanmasının üzerinden daha çok geçmemişti ki, bu kutlu yolun arkadan gelen yolcuları, görkemli savaş tuğlarını bilinmeyen yeni ufuklara taşırlar.

Bu yeni ufuklardan biri de, “İ’lâ-yı Kelimetullah”ın ulaşmadığı Güney Asya’nın uçsuz bucaksız bereketli topraklarıdır. Bu bölgeye İslam’ı ilk duyuran Müslüman Araplar olmuş, Türkler ise pekiştirerek yaymış, benimsetmiş ve sevdirmişlerdir.

Hind Müslümanlarının Osmanlılar ile ilk düzenli diplomatik münasebetleri, Şah Cihan (1627-1658) tarafından başlatılır. Zaman içerisinde gelişen bu ilişkiler ve özellikle Hindistanlı Müslümanların Osmanlılara olan yakınlık ve alâkaları 1870’lerden itibaren doruğa ulaşır.

İslam memleketlerinin birer birer batı hâkimiyetine girmeleri karşısında, Hind Müslümanları için Osmanlılar, adeta olmak istedikleri şeyi temsil etmektedir. Onlara göre Osmanlılar “İslam’ın gururu, Sultan-Halife de İslam dünyasının birliğinin sembolü ve Müslümanların hamisidir.” Bunlar, siyasi hâkimiyetlerini kaybetmelerinin ardından dillerini, daha sonra da yoğun misyonerlik faaliyetleri karşısında dinlerini muhafaza konusunda ciddi endişeye kapılırlar. Bu endişe ve ümitsizlik, Hindistanlı Müslümanları güvenebilecekleri bir merkez aramaya sevk eder.

Ve, zamanın en güçlü İslam devleti olan Osmanlı’nın varlığı, onlar için bir ümit ışığı oluşturur.


Huddamü'l-Kabe :Kâbe hizmetçileri anlaminda bir terkip.

Islâm topraklarini batili emperyalist güçlerin himaye, tecavüz ve isgaline karsi muhafaza etmek gayesiyle kurulmus bir cemiyet.

Kâbe Hizmetkârlari Cemiyeti 1913'de kuruldu.

Baskanligina Mevlana Muhammed Abdülbarî, genel sekreterliklerine de Mevlevi Sevket Ali ve Hüseyin Kidwaî getirildi. Bunlarin üçü de Hindistanlidir.

Cemiyet, Mevlana Abdülbarî'nin üstün teskilatlanma çalismalarinin bir ürünüdür.

Cemiyetin baslica gayesi, Kâbe ve diger mukaddes Islâm beldelerine saygiyi devam ettirmek ve buralari gayr-i müslimlerin saldirilarina karsi korumak ve savunmakti. Çünkü Ortadogu'nun problemli sartlari içinde bu görevi, sadece Osmanli devletinden beklemek mümkün degildi. Bu konuda Osmanlilardan baska diger müslümanlarin da yardimlarina ihtiyaç vardi (Gail Minault, The Khilafat Movement, Newyork 1982, s. 35).

Cemiyet, kültürel sahada faaliyetlerde bulunmak üzere kitaplar yayinlamistir. Bu kitaplardan Ilki, cemiyetin genel sekreteri Kidwaî tarafindan kaleme alman "Islâm'a Çekilen Kiliç yahut Alemdarân-i Islâm'i Müdafaa, Londra 1919'dir. Eserin konusu, Osmanli murahhas heyetinin Paris Sulh Konferansi (18 Ocak 1919)'na sundugu muhtira ile konferansin Onlar Konseyi tarafindan Osmanli heyetine verilen cevabin isigi altinda Osmanli Islâm Devleti Meselesi'nin tahlilidir. Degisik bir ifadeyle eser, Osmanli hilafetinin batili devletlere karsi bir savunmasidir. (Movement, a.g.e., s.6).

Kidwaî eserinin önsözünde sunlari söylemektedir:

"-Türklere isnad edilen haksiz tecavüzler, tarih ve Insanlik huzurunda mutlaka savunulmali ve onlar hakkindaki gerçekler açikça ortaya konulmalidir. Iste ben, onlarin din kardesi olmam hasebiyle bu vazifeyi yerine getiriyorum. Gerçi çok iyi bir dava vekili degilim. Fakat dogru bir dava, çok iyi dava vekillerine de o kadar muhtaç degildir. Dünya nüfusunun 1/3'ünü meydana getiren ve müslümanlarin vahdet merkezi olan bir devleti yikmak hiç süphesiz adaletsizliktir."

Cemiyetin gerçeklestirmeyi arzuladigi projeler arasinda ise sunlar yer almaktaydi:

Hac tasimaciliginda tekel olan ingiliz firmalariyla rekabet etmek ve Bombay ile Cidde güzergâhindaki hacilari tasimada kullan Ilmak üzere gemiler satin almak ve müslümanlara ait bir gemi sirketi kurmak; Mukaddes beldeleri korumak için Arap denizinde müslümanlara ait bir deniz filosu bulundurmak veya en azindan -bu amaç için Osmanli deniz kuvvetlerine bir zirhli savas gemisi vermek. Bu projelerin hiçbirinin gerçeklesememesi halinde bir veya Iki uçak satin almarak Türkiye'ye hediye etmek. Ayrica zor durumda bulunan Islâm ülkelerini yok olmaktan kurtarmak amaciyla Islâm dünyasindan yardim toplamak (Menault, ayni eser, s. 36).

1. Dünya Savasi esnasinda Ingiltere, Mekke Serifi Hüseyin'i Osmanli hilafetine karsi isyan ettirmekle, Islâm dünyasinin Hüseyin'in arkasinda toplanacagini, hiç olmazsa onun manen desteklenecegini ummustu. Ne var ki, beklenilen gelismeler bu dogrultuda olmamis, aksine Halifeyi en zor aninda "arkadan vurma çilginligi"ni gösteren Hüseyin siddetle kinanmaktan kurtulamamistir. Bu noktada Ilk protesto, Mevlana Abdülbari'nin liderligindeki Hüddâmü'l-Kâbe Cemiyeti'nden gelmistir. Abdülbari, Hind ulemasindan bir fetva çikartarak Serif Hüseyin'i lanetletir, bu arada Halife'ye karsi olan bagimliliklarini ise perçinlettirir.

Güney Asyali Müslümanlarin bu çabalari Türkiye'ye su sekilde yansir:

"... Müslümanlarin halifesine isyan eden Mekke Emiri Hüseyin'in bu alçakça hareketi Hindistan'da duyulur duyulmaz her yerde toplantilar yapildi, nutuklar ve hutbeler irad edildi. Öncelikle Hindistan'daki müslüman basin, Hüseyin'in böyle bir zamanda Islâm halifesine karsi isyan etmesini Islâm dünyasinin kalbine dogrultulmus bir hançer olarak telakki etmistir. Daha sonra ise, Hind 0ttihad-i Islâm Cemiyetinin bütün subeleri birleserek bu haince harekete karsi durulmasini, Hüseyin taraftarlarina düsmanlik ilan edIlmesini ve Islâm Serîati'ni temelden sarsacak olan bu isyani destekleyecek her türlü yardimdan kaçinmasi için hükümete müracaatta bulunulmasini kararlastirdi... Her ne kadar Hindistan'daki Ingiliz gazeteleri ile bazi Mecusi basini Hicaz'daki kiyami, Hind Müslümanlarinin menfaatleri açisindan hayirli bir gelisme seklinde degerlendiriyorlarsa da bu isyan, Hindlilerce genel kabul görmedi. Zira görüyoruz ki, Hind Müslüma n lari bu kiyama asla taraftar olmadiklari gibi, baska cemiyetler akdederek, Ittihad-i Islâm subelerini birlestirerek hep bir agizdan Serif Hüseyin'in yaptigi Isleri pek agir bir dille kiniyorlar ve onun yaptigi kiyami bir hiyânet ve küfür olarak telakki ediyorlar. KIsacasi Hind basinini gözden geçirenler görürler ki, -dogrudan dogruya Ingiliz emellerini destekleyen birkaç istisna disinda- genelde Hind basini, Serif Hüseyin olayini kinama noktasinda müttefiktirler" ("Sâbik Mekke Emiri Hüseyin ve Hind Matbuati", Sebilürresad, c. XIV, s. 179-180 ve 192-193, Istanbul 6 Tesrin-i Evvel 1332).


Kıdwai, İngiltere`den Osmanlı adına bir çok taviz koparmaya çalıştı. Bu anlamda o, Batı ile Osmanlı`yı yakınlaştırma çabalarında kilit isimlerden biriydi. Kıdwai, Osmanlı yapısını çok iyi bilen, Mutlakiyet ve Meşrutiyet devirlerini birlikte görmüş bir isimdi. Özellikle Sultan 2. Abdülhamid Han`a karşı aşırı bir sevgi ve bağlılığı vardı. 19. yüzyılın sonu itibariyle Hindistan ve Osmanlı Devleti ortak bir kaderi paylaştı. Osmanlı Devleti işgal altındayken onlar da İngilizlerin sömürgesindeydi. Ancak onlar İngilizlerin bütün engellemelerine rağmen her tehlikeyi göze alıp yardım yapmaktan kaçınmadı. Öyle ki, Müslüman kadınlar yardıma iştirak etmek için mücevher ve altınlarını vermişti. Hindistan uleması da Osmanlı Devleti`nin desteklenmesinin farz olduğuna ve zakatın Osmanlılara gönderilebileceğine dair fetvalar vermişlerdi. Daha ilgi çekici bir hadise de Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştı. Peşaver`de yardımların toplandığı bir sırada verecek birşeyi olmayan yoksul bir kadın, çaresizlik içinde kundağındaki bebeği satışa çıkarmış, karşılığında alacağı meblağı Osmanlılara yardım için kullanacağını açıklamıştı. Nihayet bir zenginin, kadının istediği kadar parayı onun adına yardım sandığına vermesiyle hadise güzel bir şekilde sonuçlanmıştı.`
Osmanlıyı hiç bir zaman yalnız bırakmadılar

İtalya`nın Trablusgarp`a hücum ettiği bir sırada, Hint Müslümanlarının büyük bir miting düzenleyerek bu tecavüzü lanetlemişler, `Hindistanlı Müslümanlar bununla da kalmayıp topladıkları yardımları İstanbul Hükümeti`ne göndermişti. 1897 Osmanlı-Yunan savaşı, eskilerin 93 harbi dedikleri Rus savaşı, ardından yapılan Trablusgarp, Balkan ve 1. Dünya Savaşlarında bu insanların bize destekleri var. Kilometrelerce uzak bir yerden size en sıkıntılı zamanınızda destek geliyor. Bu iletişimin neredeyse hiç olmadığı bir dönemde gerçekten müthiş birşey` .Hicaz Demiryolu projesinde de büyük yardımların alındığını vurgulayan İzgöer, `Projeye başta gazeteler seferber olmuş, yardım kampanyaları düzenleyip büyükelçiler vasıtasıyla Osmanlı`ya göndermişti.

Trablusgarp savaşından beri bütün dikkatlerin Osmanlılar üzerine toplandığı Hindistan’a Balkan faciasının haberleri ulaştığı zaman ortalık bir anda karışır ve gerginleşir. Müthiş bir tepki vardır. Fakat bu defaki tepkiler, daha disiplinli ve daha organizedir. Osmanlılara destek için bütün toplum yek vücut olmuştur.. Öyle ki ulema, aralarındaki bütün ihtilafları unutup bu mesele etrafında birleşirler.

Bütün cemaatler bir araya gelerek, Osmanlı Devletini desteklemenin farz olduğuna ve zekatların Osmanlılara gönderilmesine dair fetvalar yayınlarlar.


Basın da oldukça sert bir tavır sergileyip kamuoyu üzerinde tesirli olmaktadır. O günleri yaşayan bir müşahid, durumu şöyle ifade eder:

“Halk gelişmeleri öğrenebilmek hususunda ne kadar istekli ve sabırsızdı ki bu isteği karşılayabilmek için bir çok yeni gazetenin çıkarılması gerekti: Uzak köylerde ve ıssız yerlerde yaşayan insanlar bile hergün en yakın kasabalara gidiyor ve en son haberleri okuyordu. Son birkaç ay içerisinde Müslümanların samimiyetle yapmak istedikleri tek şey, Osmanlı Devletine yardım etmekti.”

Tahsillerini Oxford ve Cambridge’de tamamlayıp Islama hizmet için vatanlarına dönerek “Comrade” (Arkadaş) isimli gazete çıkartan Mevlana Muhammed Ali ile Şevket Ali kardeşlerin yaptıkları hizmetler de her türlü takdirin üzerindedir.

Şevket Ali, Ekim 1912’de gazetesinde yazdığı bir makalede, Müslümanları, duygularını daha pratik bir şekilde ifada etmeye çağırır:

“İslam’ın nurlu yolunda şerefli bir ölüm, şu anda birçoğumuzun yaşadığı hayattan bin kat daha hayırlıdır” diyerek, “Balkan gangasterlerine karşı savaşmak üzere gönüllü Müslüman birlikler oluşturmaya” davet eder. Bu davetinin samimiyetini göstermek için de, kendisinin ilk gönüllü olduğunu belirtir. Bu ihlaslı davet ma’kes bularak kısa sürede birçok gönüllü ortaya çıkar. Gelişmelerden oldukça ürperen İngilizler, böyle bir hareketin İngilizlerin tarafsızlığını zedeleyeceğini bahane ederek gönüllülere ülkeden çıkış izni vermezler.

Diğer yandan Müslümanlar, daha önce İtalyanlara karşı uyguladıkları boykotu bütün Avrupa mallarına karşı şümüllendirirler.

Hint Müslümanlarının yaptıkları fedakarlıkların haddi hesabı yoktur. İngilizlerin kayıtlarına geçen bir hadiseye göre, Peşaver’de yardım toplanırken en fakirler bile birşeyler verebilmek için çırpınmaktadırlar. Fakat içlerinde verecek birşeyi olmayanlar da vardır. İşte böyle bir kadın, orada semanın sakinlerini gıptaya sevk edecek bir iş yapar. Çaresizliğin verdiği ızdırapla kucağındaki mini mini yavrusunu halka gösterip, onu satılığa çıkarmakta, karşılığında alacağı parayı Osmanlılara yardım için vereceğini ilan etmektedir.

Neticede bu ihlaslı gayretler semeresini vermekte gecikmez ve Hindistan’da toplanan yardım miktarı, Osmanlılar için Mayıs 1913’e kadar bütün dünyada toplanan yardım miktarının yarısından fazlasını teşkil eder.

Günler geçtikçe Balkan cephesinden binlerce yaralı haberi gelmeye başlayınca Comrade gazetesinde Şevket Ali, bir Kızılay heyeti gönderilmesi teklifini ortaya atar. Ve teklif, hüsn-ü kabul görerek, Dr. Muhammed Ensari başkanlığında bir heyet derhal 15 Aralık 1912’de Bombay’dan İstanbul’a doğru hareket eder.

Heyet, savaş boyunca cephede yaralılara hizmet sunar ve sekiz ay sonra Temmuz 1913’de Hindistan’a geri döner.

Bombay’da heyete büyük bir karşılama merasimi hazırlanır. Gemi limana yanaştığında o günkü Müslümanların liderlerinden biri olan Muhammed Ali Cevher, heyetin başkanı Doktor Ensari’ye: “Sen mücahit Osmanlı ordusuna hizmet edip geldin. Ayağını Hindistan topraklarına basmadan bu benim yüzüme bas da, yüzüm Allah katında şeref kazansın.” diyerek başını yere koyup yüzünü Dr. Ensari’nin ayakları altına uzatır.

Dr. Ensari, düzenlenen ilk toplantıda orada yaptıklarını ve gördüklerini anlatır. Hintli Müslümanlarda Osmanlı’ya tazim ve hürmet öylesine büyüktür ki, Dr. Ensari, konuşması esnasında Sultan-Halife’nin ismini andığı zaman bütün dinleyiciler bir tazim işareti olarak hep birlikte ayağa kalkıp dua ederler.


ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
HAZAR’DA BÜYÜK OYUN VE OSMANLI’NIN DON-VOLGA PROJESİ


AB-D’nin Asya’daki çıkarlarının sürekliliği açısından 11 Eylül 2001 olayları sonrasında Afganistan’da istikrarın sağlanması ve bu istikrarı sağlayacak rejimin Amerikan güdümünde olması önemliydi. Askeri operasyon sonucunda Afganistan işgal edilecek Pakistan ve Özbekistan’a yerleştirilecek ABD ve İngiliz askeri varlığı Ortadoğu’daki gibi kalıcı olacaktı, Ancak daha sonra Bush yönetiminin ilk dört yılında ipleri elinde bulunduran yeni haçlı ekip Afganistan’da bu amaca ulaşmadan Irak savaşını başlattı. Irak savaşı sonuç itibarıyla İran’ı güçlendirdi ve bölgedeki dengeleri İran lehine değiştirdi. Neticede Amerika Afganistan’ı ve genel olarak Hazar bölgesi politikalarını bırakarak vaktini sadece İran’ın işine yarayacak şekilde Irak’ta harcamış oldu.
Bu, Obama ile iktidardaki güçlerini pekiştiren dış politika uygulayıcılarının arzu ettiği neticeydi. Şimdi Obama ile birlikte Amerika yeniden jeo-stratejik rekabetin merkezi olan Hazar Denizi havzasına dönüyor. ‘Büyük Oyun’ tıpkı eskisi gibi Atlantik güçleriyle, Asya güç merkezleri arasında oynanıyor. Bunlara ilaveten Türkiye, İran gibi bölgesel güçler, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi mahalli güçler var.
Enerji denetimi için en uygun bölge AF-PAK
Amerika’nın yeni Asya stratejisinde odak noktası Afganistan ve Pakistan (Af-Pak) . Her iki ülke de Çin’le ortak sınıra sahip. Afganistan, Çin’le doğal gaz zengini Türkmenistan arasında bulunuyor. Amerika Çin’i teğet geçerek Türkmen doğal gazını Afganistan ve Pakistan üzerinden denize ulaştırmak istiyordu. Şu anda AB-D ve diğer güçler arasında sergilenen Büyük Satrançta Asya’da ki enerjiyi ele geçirme yönünde bölgesel güçlerin sergilediği oldukça büyük oyunlar mevcut. Açıkça belirtmeliyiz ki Asya’da her şey fazlasıyla toz duman, kim kiminle müttefik belli değil. Amerika Çin’le birlikte Rusya’ya mı karşı, yoksa Rusya Şanghay Beşlisi adı altında Çin’le birlikte Amerika’ya mı?

Geçen yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Asya enerji havzalarının denetimi kimin eline geçerse Asya’nın denetimi de onun eline geçer. Hadiseye birde bu boyutu ile bakacak olursak hem Atlantik ötesinden gelen emperyal güç merkezi ile hem de Asya’da yer alan özellikle Çin ve Rusya merkezli emperyalist güç merkezlerinin ortak hedefinde bu bölgeleri sömürmek vardır. AB-D emperyalizminin her türlü uygulanma alanı konumuna gelmiş İslam coğrafyasının yer aldığı ve büyük bir alanı kapsayan Asya coğrafyasında bütün bu emperyalist odaklardan ayrı bir güç merkezi konumunda Türkiye gibi tarihi bağlarından gelen üstünlüğü elinde tutan bir güç’ün bu planları altüst edecek bir şekilde bu projelere müdahalesi elbette ki Asya’nın yeniden öz’üne döndürülmesinde büyük önem arz ediyor. Kaldı ki, İslam ile Asya’da sömürülmeye çalışılan merkezler hiçbir zaman birbirinden ayrılmamıştır.

İran ve Rusya İşbirliği - Hazar Bölgesinde sergilen Oyun!

Hazar bölgesi tarihin her döneminde çeşitli stratejik oyunların sergilendiği bir alan olmuştur. İran, Soğuk Savaş döneminde tanzim edilen ve o dönemin kendi özgü koşullarının ürünü olan adını İslam koyduğu rejimini muhafaza etmekte bugün güçlük çekiyor. Halk desteğini son seçimlerde de görüldüğü kadarı ile yitiren Tahran, bir taraftan ABD’nin daha baskıcı davranmasını engellemeye ve bunun için AB ülkeleri ile uyumlu politikalar izlemeye çalışıyor, diğer taraftan Rusya Federasyonu ile ahenkli bir Kafkas politikası takip ederek, bölgesel gelişmelerin Moskova-Tahran mihverinde şekillenmesine gayret gösteriyor.
Rejimin adını İslâm koyan, ama Müslümanlar için ne Çeçenistan ne Kıbrıs’ta ne de Bosna’da bir şey yapmayan Tahran, Türkiye ve Azerbaycan konusundaki kaygıları nedeniyle Karabağ başta olmak üzere bütün bölgesel ihtilâflarda Ermenistan’ı destekliyor. (Çin ve İran ile Şanghay çerçevesinde gelişen ilişkiler son Doğu Türkistan soykırımında da göze çarpmış İran’ın bu soykırıma karşı sessizliği çeşitli çevrelerde dillendirilmiştir.)

Bunu yaparken de giriştiği bu hamlelerinde tamamı ile tarihi Rus ve İran stratejisine uygun hareket eden İran ile Rusya arasında sürdürülen bu tarihi ittifakın nerelere ulaştığını göstermemiz açısından aşağıda Azeri internet sitesi 1News.az’dan alıntıladığımız satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum. Azeri haber sitesi 1News.az'a konuşan askeri uzman Üzeyir Caferov, “ Rusya'nın Ermenistan'daki askeri üssüne silah sevkiyatının İran üzerinden yaptığını belirtti. Caferov, "Rusya iki güzergah üzerinden Ermenistan'a silah gönderiyor. Biri Hazar denizi, diğeri ise Kazakistan, Tacikistan ve İran üzerinden. Azerbaycan'ın İran ile görüşmelerinde bu konuyu gündeme getirmesi lazım diye düşünüyorum. İran, Rusya için Ermenistan'a silah göndermek açısından tek ülke. Rusya İran üzerinden Ermenistan'daki Gümrü askeri üssüne silah dahil gereken her şeyi gönderiyor. Daha sonra da bu sevkiyat ayrılıkçı Dağlık Karabağ yönetiminin eline geçiyor." Dedi.

İran’ın çoğunluğu Şii olan Azerilerin yerine tamamen Hıristiyan olan Ermenileri desteklemesinin tek nedeni var o da belirttiğimiz tarihi Rus-İran stratejik ittifakının ana gayesini oluşturuyor. Bu gaye Türkiye’yi öncelikle Hazar’a sokmamak ve ASYA-Türkistan ile Anadolu’nun bağlantısını kesmek ile Sünni dünyayı birbirinden koparmaktan başka bir şey değil. Bu strateji Safevi devletinden beri devam etmekte olup bugünlere uzayan şekli ile İran ile Rusya’nın Hazar ve Kafkas bölgesinde uyguladığı tek gayesine dönüşmüş durumdadır.
Söz konusu işbirliği projeleri İran’ı bu coğrafyada güçlendirse de, bu durum Rusya açısından bölgede Türkiye’nin ve batının dengelenmesi bakımından önem taşıyor.Bu bağlamda İran’ın Kafkasya ve Orta Asya ülkeleri ile Güney Türkistan’da yoğun propaganda faaliyetleri de yürüterek, Rusya’nın stratejik ortağı olarak, Türkiye’nin konumunu ve işlevini üstlenmeye çalıştığı da görülüyor.Yani bölgede Türkiye’yi etkisizleştirmek

Osmanlı’nın Hazar siyaseti ve Don Volga Kanal Projesi

Osmanlı, kuruluşundan itibaren Avrupa ve Balkanlara yüklenmiştir. Bunun sebepleri oldukça fazla olup en önemlilerinden biri ise, Hıristiyan medeniyetinin Asya-İslam coğrafyasına sömürgeci yayılışını durdurmak olarak açıklayabiliriz. Yani bir nevi Doğuyu Batı eşkıya’larından korumak ve kollamak.
Bunun yanında Osmanlı Asya coğrafyasına da akınlar düzenleyerek o bölgeleri tam olarak denetimi altına almak istemiş fakat bu yönde attığı her adım yine İran ve özellikle Rusya gibi bazı devletlerin engel teşkil edici politikaları ile sekteye uğramıştır. Özellikle yukarıda da belirttiğimiz gibi İran Osmanlı ilişkileri her dönemde İran’ın Osmanlı içerisinde çıkardığı fitne-fesatlar yüzünden gerilimli ve savaşlar şeklinde seyretmiştir. İran’ın Osmanlıya olan düşmanlığı her dönem olduğu gibi Sünni ve İslam dünyasında ki hâkimiyetini kırıcı yönde olmuş ve özellikle bugün sergilenen Hazar merkezli büyük oyun gibi o tarihte de aynı şekilde İslam dışı merkezler ile İran işbirliği süregelmiştir.

İşte Osmanlı’nın bu Asya hedefi için, şimdi bile dâhice görünen muazzam bir plan yapılmıştı. Okyanus'un sert dalgalarına dayanamayan Osmanlı donanmasının Orta Asya'ya uzanması için tek yol, Türklerin aslında pek de yabancı olmadığı bir yol idi; Hazar Denizi...
Hazar Denizi'ne donanma indirmek için ise iki yol gözüküyordu; ya İran ile şiddetli savaşlara girip Hazar Denizi kıyılarına dek ilerlenecekti, ya da Karadeniz ile Hazar Denizi bir kanal vasıtası ile birleştirilecekti. Saray, bu garip proje ile çalkalanıyordu, nihayet devrin sultanı emri verdi; Hazar ve Karadeniz, Don ile Volga nehirlerinin bir kanal vasıtasıyla birleştirilmesiyle birbirine bağlanacaktı. Avusturya ile 8 yıllık bir barış anlaşması imzalandı, Don Nehrine binlerce asker ve işçi sevk ediliyordu. Eski yurda, yani Orta Asya'ya ulaşıp Rusya ve İran’ın bölgede ki emelleri ile oyunlarının kökünü kazımak, artık akıllardaki en büyük ideal idi.
Ancak, projenin 3’te 1'i bittiği sıralarda, Rus ordusu Astrahan'a saldırdı. Aynı sıralarda İnebahtı'da Osmanlı donanmasının neredeyse tamamının imha edilmesi, bu projeyi başından beri baltalamaya çalışan Kırım Hanı'na gün doğuracaktı.
Bu proje, Osmanlı'nın en elverişli döneminde gündeme gelmiş, ancak bir takım olumsuzluklar yüzünden devamı getirilememişti. Büyük bir insan potansiyeline sahip ve ilerleyen asırlarda önemi artacak olan petrole sahip Asya diyarına sefer düzenleyemememiz, ilerleyen dönemlerde Osmanlı gibi büyük bir devletin başını daha da ağrıtacaktı. Zira birkaç asır sonra devletin patronu olacak olan Enver Paşa, Asya hayali için on binlerce Osmanlı askerini Sarıkamış'ta şehit verecekti.
******
Osmanlının Don-Volga kanal projesi tamamlanamamış olsa da özellikle bir devre vurulan mührün tarihi bir üstünlüğün işareti olarak bugünlere uzayan süreçte Batı ve bölgede ki zıt-düşman emperyalist merkezlere verilmiş en güzel cevaptır. Bunun uygulanabilirliği tartışılabilir ancak Tarihi rol, stratejik üstünlük veya bölgesel bir güç gibi kelimelerin Türkiye için dillendirildiği bir dönemde bu kelimelerin havada kalmaması için hiç değilse Don-Volga gibi büyük planları üretebilen bir Türkiye’nin şu dönemde Büyük Asya satrancında ki taşları yerinden oynatması gerekiyor.Bunun için de Hıristiyan merkezlerin ürettiği Nabucco –Mavi Akım vs. yerine Don –Volga gibi bizim üreteceğimiz büyük projelere muhakkak ihtiyaç vardır.

Baran Dergisi 137.sayı'dan


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
BİLİM TARİHİ'NDE OSMANLI'NIN ADI YOK MU?


Gülçin Şenel

Üstad Necip Fazıl'ın hafızalarımıza kazınan harika mısraı: "İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!"

Meğer ki inanıyormuşuz... Nasıl mı?

Osmanlı tarihi araştırmalarında genellikle Osmanlı'nın büyük hükümdarlarından, fatihlerinden, büyük sanatkarlarından, mimari ve estetik eserlerinden bahsedilir. Ama her nedense, Osmanlı'nın ilmî çalışmalarından bahseden çok az araştırma vardır. Hatta tam tersine, yobazca bir tavırla ilmin teknik gelişmelerine, (mesela matbaa) karşı çıkışlarıyla hatırlarız Osmanlıyı. Bu intiba bizde öyle yer etmiştir ki, eğitim hayatımız boyunca edindiğimiz yanlış veya eksik bilgilerin öyle tesiri altındayızdır ki, bu "teferruat" üzerine sanki psikolojik bir "ket vurma" yaşarız. Çünkü "Osmanlı'da ilmî çalışmalara önem verilmemiştir" gibi bir ön kabule sahibizdir.


Doğrusunu söylemek gerekirse, bu satırların yazarı da böyle bir ön kabule sahib olduğunu,
osmtipta.jpg
"Osmanlılar ve Bilim" isimli kitabı görünce farketti. Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu bu kitabında, farkında olmadan sahib olduğumuz bu yanlış intibayı bertaraf etmeye çalışıyor. Kendisiyle yaptığımız kısa bir sohbette, bu önyargının sebeblerini özetle şöyle sıraladı:


"Birkaç sebeb sayabiliriz. Herşeyden önce son dönem Osmanlı aydınlarının ideolojik yaklaşımının bunda büyük bir tesiri olmuştur. Adnan Adıvar gibi bir ilim adamı bile, Osmanlı'yı yobazlıkla suçlayabilmiştir. Başka bir sebeb de kaynaklara ulaşmada yaşanılan sıkıntılardır. Tabii bir de, tarih araştırmalarında dönem dönem belli mevzulara yoğunlaşmışlardır araştırmacılar. Osmanlılar'da "bilim" mevzuuna ise 1980'lerden sonra sıra gelebildi."

“Osmanlılar ve Bilim” kitabı, İhsanoğlu’nun bu konuda yıllardan beri sürdürdüğü araştırmaların bir kısım sonuçlarını bir araya getiriyor. Yeni kaynaklara dayalı, yeni tespitleri ortaya koyan beş makale ile onların fikir ve metot çerçevesini çizen bir girişten meydana geliyor. Çalışmada özellikle Osmanlı klasik dönemine ait veriler değerlendiriliyor. Referanslarını birinci kaynaklardan alan makalelerde, Fatih külliyesi medreselerinden Endülüs menşeli bilim adamlarının Osmanlı bilimine, tıbba, astronomiye, matematiğe, topçuluk sahasına katkılarına, Osmanlıların Avrupa’da gelişen yeni tekniklerle temaslarından modern bilimlerin Türkiye’ye girişine kadar geniş bir konu yelpazesi inceleniyor.

Bu önemli meselenin gündeme gelmesine katkısı olur ümidiyle, geçtiğimiz günlerde okuduğumuz ve yazarıyla bir vesileyle görüşme imkanı bulduğumuz bu kitabtan ilgimizi çeken bölümleri sizlerle de paylaşmak istedik.

Osmanlılar ve "Bilim"

İhsanoğlu, "Osmanlı Bilimi"nin tarifini şöyle yapıyor:

"Osmanlı Devleti'nin onüçüncü asrın son yılında kurulmasıyla, İslam bilim tarihinde yeni bir dönemin başladığını görüyoruz. Bu devletin zamanında ve hakimiyet kurduğu topraklarda yapılan bilim faaliyetlerine Osmanlı Bilimi demek, kendine has bir tanımlama manasına gelmez. Çünkü Osmanlı sıfatı, Emevi, Abbasi, Safevi sıfatları ile aynı referansı taşımaktadır. Hepsi de İslam tarihinin belirli bir dönemini ve coğrafyasını sınırlamaktadır. Bilimin dili de Osmanlı Türkçesi yanında Arapça ve Farsça olmuştu. Tabiatıyla Osmanlı döneminde de daha önceki dönemlerde olduğu gibi bu bilime katkıda bulunan bilim adamlarının bazıları gayri müslimdi. Bütün bu sebeblerden dolayı İslam biliminin Osmanlı devleti döneminde ve onun hakim olduğu coğrafyada gelişen bölümüne Osmanlı Bilimi demekteyiz." (s. 20)

Osmanlılarda ilmî çalışmaları da inceleyen Ekmeleddin İhsanoğlu "Astronomi" örneğinden yola çıkarak, Osmanlı ilim adamlarının çalışmalarından şöyle bahsediyor:

84913_2.jpg
"Osmanlıların modern astromi konsept ve teorileri ile ilk temasları, tesbit edebildiğimiz kadarıyla 1660'lı yıllarda Fransız astronomu Durret'nin zîcinin (ıÜüzîc. yıldızların yerlerini ve hareketlerini göstermek için hazırlanan cetvel.) tercümesiyle olmuştur. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda Batı coğrafya literatürünün Osmanlıcaya tercüme edilmesiyle devam eden bu temaslar, onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında yine Fransız zîclerinin tercümesiyle devam etmiştir. Teknik planda ve dar çevrelerin ilgi alanı için yapılmış olan bu çalışmaların dışında Müteferrika, Katib Çelebi'nin Cihannüma adlı eserine yaptığı ek ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetname adlı eseri ile modern astronominin yeni kaynaklarını geniş okuyucu kitlelerine maletmeye başlamışlardır. 1830'lara gelindiği zaman, Mühendishanenin eğitim programını modernleştirme çalışmaları neticesinde yeni astonomi bilgi ve kaynakları oldukça detaylı bir şekilde Osmanlı eğitim sistemine Başhoca İshak efendi'nin katkılarıyla girmiş bulunmaktadır. (...) Türk bilim tarihinin kaynakları taranırken dikkatlerden kaçmış ve hakkında fazla bilgi bulunmayan bir eser de, aslında Zigetvar'lı olup İstanbul'da yerleşen Tezkireci Köse İbrahim Efendi'nin "Secencel el-Eflak fi Gayret el-İdrak" adıyla çevirdiği, Fransız Kardinal Richeliue'nin başmüneccimi olan Noel Durret'nin zîcinin tercümesidir. Osmanlı bilim literatüründe bu eser, Kopernik Sistemi'nden bahseden ilk eserdir ve bu sistemi tasvir eden ilk diyagramı kapsamaktadır." (s. 165)


Osmanlıların yeni ilmî ve teknik gelişmelere kapalı kaldığı düşünülen, Batı’nın Rönesans devrine dair yorumlarda da, yanlış bir temayül göze çarpıyor. İhsanoğlu, Osmanlılar'ın kendilerini hala batıdan üstün gördükleri ve gerçekten öyle oldukları için, bu dönemde batının ilmi ve teknik çalışmalarına ilgi göstermediklerinden bahsederken, "haberleri vardı fakat 'ihtiyaçları' yoktu" vurgusunu yapıyor:

"Onyedinci yüzyılın ortalarında Osmanlılar kendilerinin Batı dünyasından üstün olduklarını düşünüyorlardı. Bundan başka ilmî potansiyel ve kurumlara sahib oldukları için, yani ilmî ve kültürel yönden ihtiyaçlarını karşılama konusunda kendi kendilerine yettiklerinden dolayı, Batı bilimini kendileri için gerekli görmemişlerdi. Ancak bu durum, Osmanlıların batıdaki ilmi gelişmelerden uzak veya habersiz olduklarını göstermemektedir. (...) Osmanlılar batıdaki gelişmeleri büyük bir zaman fasılası olmadan takib edebilmekteydiler. Osmanlı astronomları geniş ve zengin bir tecrübeye sahib olduklarından dolayı ve Müslüman astronomların ortaçağda astronomiye yaptıkları büyük katkılarından haberdar oldukları için bu Avrupa bilimini hemen değil, ancak kendi ilimlerine uyması halinde kabul ediyorlardı. Kopernik'in helyosantrik teorisinin Avrupa'da dalgalanmalar oluşturduğu bir sırada Osmanlı astronomu Tezkireci Köse İbrahim Efendi bu teorinin temel kavramlarını sadece teknik bir detay seviyesinde ele almıştır. Zira jeosantrik sistemden helyosantrik sisteme geçişle vuku bulan koordinat değişikliğinin pratik hesablamalar bakımından bir tesiri olmamıştır." (s. 219-220)

Osmanlı Medreseleri ile Batı Üniversiteleri

Ekmeleddin İhsanoğlu kitabında, ilginç bir noktaya da parmak basıyor. "Fatih külliyeleri ne değildi!" başlıklı makalesinde, tarih yazıcılığı üzerine bir tenkid ve değerlendirme yapıyor:

"Osmanlı medeniyeti tarihi konusunda yaptığımız araştırmalar sırasında, değerli ilim adamlarımızın Fatih medreseleri ile ilgili o yıllarda yazdıklarına baktığımızda, konunun önemine yakışır ilgilinin gösterildiğini, ancak yapılan çalışmaların çok geniş kapsamlı olması sebebiyle, Fatih medreseleri ve özellikle onların kuruluşu ile ilgili kısımların derinlemesine incelenmediğini, konunun araştırılması gereken bazı temel taraflarının hala ele alınmadığını, yeni soruların sorulup cevablar alınmadığını gördük. Biz bu makalemizde elde mevcut Fatih devri kaynaklarında veya sonraki ona yakın dönemden bize ulaşan kaynaklarda bulunmayan hususların, bu çalışmalarda o döneme aitmiş gibi ileri sürüldüğünü göstermeye çalışacağız. (...) Bu karışıklıktan da nasibini alan Fatih medreseleri, değişik bilim dallarında eğitim yapan ve farklı formasyonu olan meslek sahiblerini yetiştiren fakültelerden oluşan üniversiteye benzetilmiştir. Böylece Fatih Külliyesi medreseleri imajı: Dini ilimler, edebiyat, hukuk, fen ve tıb fakültelerinden oluşan bir üniversite haline gelmiştir. Ayrıca ulemadan vezir Mahmud Paşa, Molla hüsrev ve Ali Kuşçu tarafından hazırlanıp padişahın tasdikinden sonra uygulamaya başlanan bu "üniversitenin" "ders programı" ile kendine has bir kanununun bulunduğu ileri sürülmüştür. Hatta bir zamanlar Türk Üniversitelerine has "ordinaryüs profesörlük" ucubesinin bile sahn medreselerinde mukabil ve muadili bulunmaya çalışılmıştır. Bugünkü mesleki anlayış ve akademik alışkanlıklarıyla bu konulara eğilenler, esasen her bakımdan çok uzaklarda kalan bu konunun, maalesef daha zor anlaşılır bir hale gelmesine sebeb olmuşlardır." (s. 48-49)

Kendisiyle görüşmemizde bu meselenin üzerinde niçin durduğunu sorduğumuz İhsanoğlu bize, "iki farklı medeniyetin, iki farklı kurumunun birbirinin aynıymış gibi yarıştırılmasının abes olduğunu" söyleyerek, tarih yazıcılığında genellikle düşülen bu yanlışı düzeltmek ihtiyacı duyduğunu söyledi. Rivayetlerin veya kaynakların, Fatih Medreselerini illa Batılı Üniversitelere benzetme çabasıyla, yanlış yorumlandığını düşünüyor: "Medreseler kendi dönemlerinde dünyanın en iyi eğitim veren kurumlarıydı, bu ayrı; ama bu modeli bambaşka bir işleyişe sahib üniversitelere benzetmek de dünyanın en saçma işi!.."

Osmanlı İlim Adamı Portresi: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri

YDU%20PANEL12.jpg
Kitabta ilgimizi çeken bir diğer bahis de, Osmanlı ilim adamı potresine misal olarak Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinden bahsedilmesiydi. İhsanoğlu'na göre, İbrahim Hakkı, hem aydın kesime hitab eden bir uslubu, hem de halka hitab eden bir uslubu aynı eser içinde muhafaza ediyordu. Yani normalde ilim adamlarının literatür dilinin halk tarafından anlaşılmasının beklenmemesine rağmen, İbrahim Hakkı, halk tarafından da çok okunan bir ilim adaydı.

Bunun sebeblerini hala anlaşılamadığını söyleyen İhsanoğlu, “Osmanlı ilim adamı portresi” çizilirken bu hususun da üzerinde durulması gerektiğini söylüyor.

İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetnamesi'nde, hem yeni astronomik bilgilere yer vermiş, hem de bu meseleleri İslam düşünce geleneğinin ele aldığı biçimiyle incelemiştir.

Orijinallikten Taklide

Sonuç olarak Osmanlı ilimi deyince, bununla kasdedilenin, İslâm medeniyetlerinin ilim geleneğinin sürdürülmesi demek olduğunu anlamamız gerekiyor. Bilim tarihini batı merkezli olarak düşünme alışkanlığımız sebebiyle, Osmanlı İlim tarihini bu sürecin içinde bir yerlere oturtamıyoruz. Halbuki İslâm medeniyetlerinin ilim tarihini bir bütün olarak düşünmeye ve incelemeye başladığımız zaman Osmanlı ilminin de bu sürecin bir devamı olduğunu göreceğiz. İslâm medeniyetlerinin ilim geleneği, “hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır” mealindeki Allah Resulü sözüne sımsıkı bağlı olarak gelişmiştir. Dolayısıyla müslümanların başka medeniyetlerden edindikleri bilgiler, kuru taklid şeklinde değil, “alma ve maletme” şeklinde gerçekleşmiştir.

Osmanlılar ne zaman ki, bu gelenekten ve süreçten koparak, (Tanzimat), batıdaki ilmî ve teknik sahalardaki gelişmelere ayak uydurmaya çalışmış ve orijinalliği bir kenara bırakıp “taklid” sürecine girmiştir; işte Osmanlı ilimi dediğimiz şey de o zaman sona ermiştir.

İhsanoğlu bu taklid sürecine girişi şöyle özetliyor:

“Osmanlıların batı bilim ve teknolojisiyle temasları ihtiyaçları ölçüsünde ve selektif bir şekilde başlayarak, uzun bir süre bu şekilde devam etmiş, daha sonra Osmanlıların kendi bilim geleneklerini terkederek, kalkınma ve ilerlemenin ancak batı bilim ve teknolojisiyle mümkün olacağı şeklinde yaklaşımlara dönüşmüştür.” (s. 43)



Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, Nesil Yayıncılık.


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Mahmut Hoca Efendi Son Osmanlı'nın cenazesinde


2. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman'ın cenazesine geniş bir yelpazeden katılım vardı. İsmailağa cemaati de oradaydı. Osmanlı Padişahlarından 2. Abdülhamit'in İstanbul'da vefat eden torunu Ertuğrul Osman'ın Sultan Ahmet Camii'nde kılınan cenaze namazına İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu da katıldı.





20.20090926164315..jpg


21.20090926164324..jpg



22.20090926164331..jpg




 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Esad: Osmanlı Suriye'de emperyalist değildi!
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, ''Osmanlı Devleti'nin Suriye'de emperyalist olmadığını'' belirtti.
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, ''Osmanlı Devleti'nin Suriye'de emperyalist olmadığını'' belirtti.
Pazartesi, 16 Kasım 2009 12:15


Dünya Bülteni / Haber Merkezi

Merkezi Ankara'da bulunan Avrasya Yazarlar Birliği ile Suriye Arap Yazarlar Birliği tarafından Lazkıye'de 11-12 Kasımda düzenlenen "Türklerin Gözüyle Araplar" konulu sempozyumuna mesaj gönderen Esad, "Osmanlı İmparatorluğu Suriye'de emperyalist değildi. Eğer emperyalist olsaydı dört yüz sene bu topraklarda kalamazdı" ifadelerine yer verdi.

Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı Yrd. Doç. Dr. Yakup Deliömeroğlu, Lazkıye'de yapılan sempozyumun her bakımdan faydalı geçtiğini, özellikle Devlet Başkanı Esad'ın toplantıya gönderdiği mesajdan Türk katılımcıların çok etkilendiğini söyledi.

Deliömeroğlu, yaptığı açıklamada, Türk tarihi üzerinde uzun yıllardan beri planlı bir karartma dönemi yaşandığını, ancak tarihi gerçeklerin devlet başkanları seviyesinde dile getirilmesinin son derece önemli olduğunu vurguladı.

Lazkıye valisi ve diğer şehir yöneticilerinin yoğun ilgi gösterdiği toplantıya Şanlıurfa Valisi Nuri Okutan'ın da katılmasının büyük bir memnuniyet havasını yarattığını belirten Deliömeroğlu, sempozyumla ilgili şu bilgileri verdi:
''Türklerin Gözüyle Araplar konulu toplantımızda, tarihten günümüze Türk kültür ve edebiyatında Araplara bakış, değişik konularda hazırlanan tebliğlerle ele alındı.

Toplantımızın Türkiye-Suriye ilişkilerinin artarak gelişen bir dönemde yapılmış olması daha da anlamlı olmuştur. İki dost ülke halklarının birbirlerini daha iyi tanımalarını, varsa olumsuz algıların bertaraf edilmesi için çalışmalara hazırlık oluşturacak değerli bilgiler ortaya konulmuştur.

Lazkıye toplantımız, Arap Yazarlar Birliği ile iki yıl içerisinde gerçekleştirdiğimiz dördüncü ortak faaliyettir. Bu süre içerisinde Türk şiir antolojisinin Suriye'de yayınlanmış olması, ayrıca memnuniyet verici bir gelişmedir.''

Toplantıda, ''Türklerde Arap İmajı'' konusunda bir konuşma yapan Arap Yazarlar Birliği Genel Başkanı Dr. Hüseyin Cuma da Türkiye-Suriye ilişkilerinin yakılığına vurgu yaparak, "Biz bir millet, iki devletiz" dedi.

Toplantıda Ali Akbaş ''Türk Edebiyatında Araplar'', Murat Sözer ''Türkiye Türklerinde Yaygın Arap İmgeleri'', Dursun Kuveloğlu ''Türk Basınında Arap İmgesi'', Arslan Küçükyıldız ''Türk Sinemasında Araplar'', Vehbi Başer ''Türkler Arasında Araplara Yönelik Muhabbetin Dinsel Kaynakları'', Ömer Kayır da ''İslam Toplumlarının Birbirlerine Bakışı ve Türkler Arapları Nasıl Görüyor?'' konularında tebliğler sundu.

Avrasya Yazarlar Birliği ile Suriye Arap Yazarlar Birliği tarafından başlatılan toplantıların ikincisi, Şubat ayında Şanlıurfa'da ''Arapların Gözünde Türkler'' konulu sempozyumla devam edecek.
 

kalbiminurlandır

Eposta Onaylanmamış Üyeler
Katılım
7 Tem 2008
Mesajlar
4,040
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34



*Eğer Padişah Ben İsem, Size Emrediyorum. Gelip Ordunun Başına Geçin. Eğer Padişah Siz İseniz, Gelip Devletinizi Düşmanlara Karşı Savunun.

* İmparatorunuza Söyleyin. Şimdi ki Osmanlı Padişahı Öncekilere Benzemez. Benim Gücümün Ulaştığı Yerlere, Sizin İmparatorunuzun Hayalleri Bile Ulaşamaz.

* Ya Ben Bizans'ı Alırım; Ya da Bizans Beni.

* Fatih Olmasaydım Ulubatlı Hasan Olmak İsterdim

* Yapmak İstediğimi Sakalımın Bir Teli Bile Bilseydi, Sakalımın O Telini Hemen Koparır ve Yakardım

* Bu Dünya Ölümlüdür. Her Fani Gibi Bende Ölümü Tadacağım.

* Dünya Devleti Ebedi Değildir. Fani Cihanda Hiç Kimse de Ölümsüz Değildir. İnsanların Dünyada Nefesleri Sayılıdır ve Ölümsüzlük Kapısı Kapalıdır.

* Hayatım Boyunca ALLAH'ın Emirlerinden Dışarı Çıkmadım. ALLAH'ın Rızasını Kazanmak İçin Uğraştım. Tek Gayem Bu İdi.


FATİH SULTAN MUHAMMED HAN
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Osmanlı Padişahlarının Mezarları

Anadolu Haber
Haçlılar ve işbirlikçileri eli ile müzeye çevirilen Ayasofya ortaya çıkarılan hristiyan sembollerle tam bir puthane halene getirildi.Ne zaman camii olacağını beklerken bu tarihi mirasımızı bekleyen 5 osmanlı padişahı olduğunu biliyormusunuz?
1-I. Osman Gazi Hân: Bursa'da Osman Gazi Türbesi'nde.
2- Orhan Gazi Hân: Bursa'da Orhan Gazi Türbesi'nde.
3-I. Murat Hân: Bursa Çekirge'de kendi türbesinde.
4-I.Bayezit Hân: Bursa'da Bayezit Hân Türbesi'nde.
5-I.Mehmet Hân: Bursa Yeşil Türbe'de.
6-II.Murat Hân: Bursa Muradiye semtinde.
7-II.Mehmet Hân: Fatih'te Fatih Camii bahçesindeki türbesinde.
8-I.Selim Hân: Yavuz Selim Camii bahçesindeki türbesinde.
9-I.Süleyman Hân: Süleymaniye Camii bahçesindeki türbesinde.
10-II.Bayezit Hân: Bayezıtta Bayezit Camii bahçesindeki türbesinde.
11-II.Selim Hân: Ayasofya Camii ön bahçesindeki türbesinde.
12-III.Murat Hân: Ayasofya Camii ön bahçesindeki türbesinde.
13-III.Mehmet Hân: Ayasofya Camii bahçesindeki türbesinde.
14-I.Ahmet Hân: Sultanahmet Camii yanındaki türbesinde.
15-I.Mustafa Hân: Ayasofya Camii önündeki türbesinde.
16-II.Osman Hân: Sultanahmet Camii yanındaki türbesinde.
17-IV.Murat Hân: Sultanahmet Camii yanındaki türbesinde.
18-İbrâhim Hân: Ayasofya Camii bitişiğindeki türbesinde.
19-IV.Mehmet Hân: Yeni Camii arkasında Turhan Valide Sultân Türbesinde
20-II.Süleyman Hân: Süleymaniye Camii bahçesindeki Kanunî Türbesi'nde.
21-II.Ahmet Hân: Süleymaniye Camii bahçesindeki Kanuni Türbesi'nde.
22-II.Mustafa Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.
23-III.Ahmet Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.
24-I.Mahmut Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.
25-III.Osman Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.
26-III.Mustafa Hân: Lâleli Camii önündeki türbesinde.
27-I.Abdülhamit Hân: Bahçekapı'da Hamidiye Türbesi'nde.
28-III.Selim Hân: Lâleli Camii önündeki türbesinde.
29-IV.Mustafa Hân: Bahçekapı'da Hamidiye Türbesi'nde.
30-II.Mahmut Hân: Çemberlitaş'taki kendi türbesinde.
31-I.Abdülmecit Hân: Yavuz Selim Camii bahçesindeki türbesinde.
32-I.Abdülaziz Hân: Çemberllitaş'taki Sultan II. Mahmut Hân Türbesi'nde.
33-V.Murat Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.
34-II.Abdülhamit Hân: Çemberlitaş'ta Sultan II. Mahmut Hân Türbesi'nde.
35-Reşat Hân: Eyüp'te Sultan Reşat Hân Türbesi'nde. 36-Vahidettin Hân: Şam'da Sultan Selim Camii kabristanındadır.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
OSMANLI, İSLAMIN KILICIYDI...

El Cezire: Osmanlı'nın torunlarını bekliyoruz

osmanli_armasi_8.jpg

06 Temmuz 2010
El Cezire televizyonunun internet sitesinde Salih Sunusi imzasıyla yayımlanan yazıda Türkiye'de eksen kaymasının yaşanmadığı belirtilirken, bölgenin 'Osmanlı devletinin torunlarını tekrar beklediği' vurgusu yapıldı.

El Cezire'de yayımlanan bir makalede, "Türkiye bulunduğu coğrafyada kendine ait bir rol üstlenmek istiyor" diye yazıldı.

El Cezire televizyonunun internet sitesinde Salih Sunusi imzasıyla yayımlanan yazıda, Türkiye'de eksen kaymasının yaşanmadığı, "Türkiye'nin bulunduğu coğrafyada kendi etkinliğini artırmak, doğu ve güneydeki komşularıyla ilişkilerini güvence altına alarak batıya tam yönelmek istediği" kaydedildi.

Libya'da öğretim üyesi olan Sunusi yazısında, Türkiye'nin doğudaki komşusu İran'la olan ilişkilerinin çok eskiye dayandığı vurgulayarak "Türkler batıyla ilişkilerinde sorun yaşadığı zaman güneydeki komşuları Araplarla, doğudaki komşusu İran ve kuzeydoğudaki komşusu Rusya ile ilişkilerini geliştirirler" ifadesini kullandı.

Osmanlı devletinin yıkılmasına ve İran'da Şahın devrilmesine rağmen Türklerin doğudaki komşusunu ihmal etmediği kaydedilen makalede, Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin tarihi ilişkiler olduğu ve iki ülkenin doğu sınırının Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla çizildiği anımsatıldı.

Yazar, Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin ilerlemesine ihtiyaç olduğunu vurgularken, "yakınlaşmanın bölgenin yararına" olduğunu vurguladı.

Sunusi, makalesinde şu yorumda bulundu:

"Türkiye'de bir eksen kayması yoktur, Türkiye'nin bölgedeki rolü daha etkin hale gelmiştir. Bazıları bu rolün Türkiye'ye kaptırılmasından rahatsızlık duyarak, Türkiye'nin Araplara ve İran'a yakınlaştığını söylüyor. Türkiye bu ülkelerle yüzyıllardır içli dışlıdır. Türkiye tarihi birikimi ile tecrübeli bir ülke, neyin iyi neyin kötü olduğunu çok iyi biliyor. Türkiye yeniden tarihi tecrübesiyle doğuya, batıya, güneye, kuzeye diplomatik ataklarla açılmak istiyor."

"OSMANLI TORUNLARINI BEKLİYORLAR"

Yüzyıllardır fakir Müslüman Afrika ülkelerinin yeraltı ve yerüstü kaynaklarınını batılılar tarafından sömürüldüğü belirtilen yazıda, "Bölge halkı, Osmanlı devletinin torunlarının tekrar bölgeye gelerek onları sömürge devletlerinin elinden kurtaracağına inanıyor" denildi.

"Türkler Çaldıran savaşıyla Doğu, Ortadoğu ve Afrika'nın belli bölgelerini kendi kontrolleri altına alarak buralara huzur, güven ve refah getirmişlerdir" denilen makalede "Türkler, fethettikleri yerlerdeki yeraltı ve yerüstü kaynaklara dokunmamışlardır, bilakis, bu bölgelerde ciddi manada imar faaliyetlerinde bulunmuşlar" ifadelerine yer verildi.

Osmanlı devleti farklı milletlere mensup insanlara ev sahipliği yaparak sınırlarını genişlettiği kaydedilen makalede, semavi dinlerin hamiliğini üstlenen Osmanlı devletinin, ülkedeki farklı dinlere mensup vatandaşlarına dini özgürlük tanıyarak ibadetlerinde serbest bıraktığı vurgulandı.

Türkler fethettikleri yerlere sömürmek amacıyla girmediği için halklar tarafından kabul gördüğü kaydedilen yazıda, "Afrikada, Ortadoğuda ve Doğudaki halklar, Türklerin
tekrar bu bölgelere dönmelerini arzuluyor" denildi.

 

kalbiminurlandır

Eposta Onaylanmamış Üyeler
Katılım
7 Tem 2008
Mesajlar
4,040
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
türklerin o bölgelere dönmeleri bekleniyor diyor son paragrafta ... aslında yazının altında yatan gerçekler biraz daha farklı gibi...
tşkler abi. :H
 

YuZaRSiF

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2010
Mesajlar
10
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
00005172.gif


fatih_sultan_mehmet.jpg


*Eğer Padişah Ben İsem, Size Emrediyorum. Gelip Ordunun Başına Geçin. Eğer Padişah Siz İseniz, Gelip Devletinizi Düşmanlara Karşı Savunun.

* İmparatorunuza Söyleyin. Şimdi ki Osmanlı Padişahı Öncekilere Benzemez. Benim Gücümün Ulaştığı Yerlere, Sizin İmparatorunuzun Hayalleri Bile Ulaşamaz.

* Ya Ben Bizans'ı Alırım; Ya da Bizans Beni.

* Fatih Olmasaydım Ulubatlı Hasan Olmak İsterdim

* Yapmak İstediğimi Sakalımın Bir Teli Bile Bilseydi, Sakalımın O Telini Hemen Koparır ve Yakardım

* Bu Dünya Ölümlüdür. Her Fani Gibi Bende Ölümü Tadacağım.

* Dünya Devleti Ebedi Değildir. Fani Cihanda Hiç Kimse de Ölümsüz Değildir. İnsanların Dünyada Nefesleri Sayılıdır ve Ölümsüzlük Kapısı Kapalıdır.

* Hayatım Boyunca ALLAH'ın Emirlerinden Dışarı Çıkmadım. ALLAH'ın Rızasını Kazanmak İçin Uğraştım. Tek Gayem Bu İdi.


FATİH SULTAN MUHAMMED HAN


Kurban olurum sana atam :( , Ekleyene teşekkürler
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt