HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-12 (KARDEŞLİK)
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:
“Mü’min, başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400; V, 335; Hâkim, I, 73/59)
Dolayısıyla din kardeşiyle ülfetin ilk şartı; külfeti, yâni yük olmayı terk etmektir. Yâni kardeşine lüzumsuz yere yük olmamak, bilâkis onun yükünü hafifletmeye çalışmaktır. Külfeti olmayanın ülfeti (dostluğu), zahmet vermeyenin de muhabbeti devamlı olur.
İslâm kardeşliğinde mutlakâ riâyet edilmesi gereken birtakım şartlar vardır ki, bunlara riâyet, din kardeşlerimizin üzerimizdeki hakkıdır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bunları şöyle hulâsa eder:
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırınca Allâh’a hamdederse «yerhamukellâh» de, hastalandığında onu ziyâret et, öldüğü zaman cenâzesinin ardından git.” (Müslim, Selâm, 5)
“Selâmı yayınız, fakir ve yoksulları doyurunuz, böylelikle Azîz ve Celîl olan Allah’ın size emrettiği şekilde kardeşler olunuz.” (İbn-i Mâce, Et’ıme, 1)
Kardeşlik hukûkunda ufkumuzun çok geniş olması îcâb eder. Zîrâ kardeşlikteki derecemiz, kalbî olgunluğumuzun da seviyesini göstermektedir. Buna göre:
1. Durumu iyi olan mü’minin, kendisine mürâcaat eden zor durumdaki din kardeşine yardımcı olması, kardeşlikte birinci merhaledir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et!..” (el-Kasas, 77)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da şöyle buyurmuştur:
“İki nîmet var ki beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir adamın ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi (beni tercih etmesi) ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesidir. İkincisi de, Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi, yâhut işini kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünyâ dolusu altın ve gümüşe sâhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049)
2. İkinci merhale ise; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) âyetinin sırrına ererek muhtaç durumdaki kardeşinin istemesine gerek kalmadan sıkıntısını giderebilmektir. Bu âyet-i kerîme, yüksek hayâ ve iffetlerinden dolayı zarûretlerini söylemekten çekinen din kardeşlerimizi sîmâlarından tanıyabilecek kalbî hassâsiyete ermemizi telkin etmektedir ki, bu yüksek bir kardeşlik ufkudur.
Hazret-i Ömer’i sırtında un çuvalıyla gece karanlığında mâtemlerin ve dertlilerin civarında dolaştıran hâlet-i rûhiye, yâni gönül hassâsiyeti de budur.
Ecdâdımız Osmanlılar’ın yaptıkları imâret, kervansaray ve misâfirhânelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi. Giderken de şayet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi. Zenginler, hapishâneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Yine varlıklı mü’minler, bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesâbı öder, tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi, veren alanı, alan vereni görmeden, sırf rızâ-yı ilâhî için hârikulâde bir din kardeşliği yaşanırdı.
İşte bu kardeşlik şuurunun bir mahsûlü olarak Osmanlı’da vakıf müesseseleri toplumu bir şefkat ağı hâlinde örmüştür. Osmanlı döneminde -tespit edilebildiği kadarıyla- 26 bin küsur vakfın kurulmuş olması, ecdâdımızın bu husustaki gayret-i dîniyyesini ve fazîletini göstermesi bakımından çok ibretlidir.
Bunlar içinde Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın Şam’da kurduğu vakıf çok dikkat çekicidir. Vakfın hizmet sahası; hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya ziyan verdikleri eşyâları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin etmektir.
Ecdâdımızın asırlar önce îman vecdiyle sergilediği din kardeşliği hassâsiyetleri, bugünkü menfaatperest toplumların hayâllerinin bile erişemeyeceği seviyededir.
3. Bir üst merhale, birr’e ermek, yâni kendisi için sevip istediği şeyleri kardeşi için de isteyebilmek, kardeşini kendisinden ayrı görmemektir.
Bedir Harbi’ne gidilirken imkânsızlıklar sebebiyle bir deveye üç kişi nöbetleşe biniyordu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhümâ- ile nöbetleşe bindiler. Her iki sahâbî de sıralarını cân u gönülden Efendimiz’e ikrâm etmek istedilerse de, Efendimiz kendisini onlardan ayrı görmedi ve onlar gibi sırayla deveye bindi. (Bkz. İbn-i Sa’d, II, 21)
Zîrâ Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kendi nefsi için arzu ettiği bir şeyi, din kardeşi için de arzu etmeyen kimse gerçek mü’min olamaz.” buyurmuştu. (Buhârî, Îmân, 7)
Bu fazîlet merhalesinin diğer bir misâli de, Hazret-i Osman’dır. Zîrâ Medîne’de su sıkıntısı çekilirken Osman -radıyallâhu anh- büyük bir bedel ödeyerek Rûme Kuyusu’nu satın aldı ve müslümanlara vakfetti. Rivâyete göre kendisi de bu kuyudan su almak için diğer mü’minlerle birlikte sıraya girerdi.
Ecdâdımız Osmanlı’da din kardeşini düşünme olgunluk ve hassâsiyeti öyle yüksek bir nezâket, zarâfet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine kırmızı bir çiçek konur, satıcılar ve hattâ mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı.
4. Din kardeşliğinde en yüksek derece ise, îsar makâmıdır ki, mü’min kardeşini kendi nefsine tercih etmek, kendi hakkını ona devredebilmek ve onu kendinden üstün tutmaktır. Gerektiğinde kendi mahrûmiyetine râzı olup din kardeşinin ihtiyâcını kendi ihtiyacından önce düşünebilmektir. İşte bu, sıddîkların, müttakîlerin, sâlihlerin mertebesidir ve Allah için birbirini sevmenin zirvesidir.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da kendinden çok ümmetini düşünürdü. Ashâbı doymadan kendisi ve âilesi doymazdı. Elinde ne varsa muhtaçlara verir, evinde günlerce ocak yanmaz, ekmek bulunmazdı.
Sahâbeden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- birgün çok acıkmış, yiyecek bir şey bulamadığı için de karnına taş bağlamıştı. Bu vaziyetteyken Hazret-i Ebû Bekir’e rastladı ve belki kendisini doyurur ümîdiyle ona bir âyet sordu. Hazret-i Ebû Bekir ise suâli cevapladıktan sonra geçip gitti. Daha sonra Hazret-i Ömer çıkageldi. O da aynı şekilde davrandı. Zîrâ o an ikisinin de imkânı bulunmuyordu. Derken Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Ebû Hüreyre’yi gördü ve kalbinden geçeni sîmâsından anlayıp onu evine davet etti. Efendimiz’in evine bir kap içinde biraz süt getirilmişti. Ebû Hüreyre sütü görünce sevindiyse de Peygamber Efendimiz, Ebû Hüreyre’ye, Suffe ehlini çağırmasını emretti. Suffe ehli, İslâm misâfirleri idi. Onların ne sığınacak âileleri, ne malları, ne de bir kimseleri vardı. Peygamber Efendimiz’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şâyet gelen bir hediye ise, kendisi bir miktar alır, kalanın hepsini yine onlara ikrâm ederdi.
Allah Rasûlü’nün Suffe ehlini dâvet etmesi, Ebû Hüreyre’nin pek hoşuna gitmedi. Zîrâ süt, Suffe ehline bile yetmezdi ki artıp kendisine de kalsın. Fakat Allah Rasûlü’nün emrine itaat etmemek olmaz düşüncesiyle hemen gidip Suffe ehlini dâvet etti. Peygamber Efendimiz, Ebû Hüreyre’ye, sütü teker teker bütün Suffe ehline ikrâm etmesini emretti. Kabı alan her sahâbî kanıncaya kadar içip kabı geri verdi. Bütün Suffe ehli içtikten sonra Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- kabı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e uzattı. Efendimiz eline aldığı kabı Ebû Hüreyre’ye vererek:
“–Otur da iç!” buyurdu. O da oturup kanıncaya kadar içti. Kabı ne zaman Efendimiz’e verecek olsa Efendimiz tekrar tekrar:
“–Otur, iç!” buyurdu. Sonunda Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-:
“–Hayır, Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.” dedi. Nihâyet Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- kabı aldı, Allâh’a hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü içti.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 17)
Yine Hendek Savaşı günlerinde yaşanan şu hâdise de çok ibretlidir:
Hendek kazan sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek sert bir kayaya rastladıklarını ve onu kıramadıklarını haber verdiler. Üç gündür bir şey yemeyen ve açlıktan karnına taş bağlamış olan Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm- hendeğe indi ve kazmayı vurduğu gibi o sert kayayı un ufak etti. Bu sırada Câbir -radıyallâhu anh- eve gitmek için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin aldı. Evde hanımına, Allah Rasûlü’nün açlıktan dayanılmaz hâlde olduğunu söyleyip:
“–Evde yiyecek ne var?” diye sordu.
Zevcesi, biraz arpa ile bir de oğlak olduğunu söyledi. Hazret-i Câbir, oğlağı kesti, arpayı da öğüttü. Eti tencereye, ekmeği de fırına koydurup hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti.
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biraz yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun.” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz; yemeğin ne kadar olduğunu sordu. Câbir -radıyallâhu anh- da olanı söyledi. Bunun üzerine:
“–Oo, hem çok, hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâbına:
“–Kalkınız!” dedi. Muhâcirler ve Ensâr hep birlikte kalktılar. Hazret-i Câbir telâşla zevcesinin yanına varıp:
“–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor.” dedi. Hanımı:
“–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Hazret-i Câbir; “Evet sordu.” deyinde o firâsetli hanım; “O hâlde telâşa gerek yok!” diyerek kocasını teskin etti. Çok geçmeden sahâbîler çıkageldi. Efendimiz, ashâbına:
“–Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız!” buyuruyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, aldığını ashâbına veriyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Câbir’in zevcesine:
“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)
Din kardeşini nefsine tercih edip “önce kardeşim” diyebilmek husûsunda, asr-ı saâdetteki kalbî olgunluğu yansıtan İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın şu sözleri de çok mânidardır:
“Biz öyle zamanlar gördük ki, içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki, altın ve gümüşü müslüman kardeşimizden daha çok seviyoruz.” (Heysemî, X, 285)
Toplumda madde-mânâ dengesinin mânâ aleyhinde bozulduğu, îman muhabbetinde hızlı erimelerin ve ruhlarda derin kırılmaların yaşandığı zamanlarda ise bu tablo çok daha vahim bir hâl almaktadır. Küçük hesaplar ve dünyevî menfaatler uğruna nice mü’minler arasına dargınlık, kırgınlık ve soğukluk girmekte; cehâlet, bencillik ve duygusuzluklar neticesinde İslâm kardeşliği zaafa uğratılmaktadır.
Halbuki hidâyet rehberimiz Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- mü’minlerin birbirlerini nefislerine tercih ederek samimî bir muhabbet iklîmi tesis etmelerini emretmektedir.
Fakat muhabbet de, kuru bir dâvâdan ibâret değildir. Kardeşinin derdiyle dertlenip sıkıntısını paylaşmadan, kusurlarını affedip fedâkârlık ve ferâgat göstermeden, gerçek mânâda muhabbetten söz edilemez.
Bu itibarla din kardeşliği, sırf sözde kalıp icraate geçmeyen muhabbet iddiâlarıyla değil, fiilî ve müşahhas muhabbet tezâhürleriyle yaşanabilir. Fiilî muhabbete muvaffak olabilen kâmil mü’minler, Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-’a kardeş olma müjdesine mazhar olanlardır.
Birgün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:
“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlallâh?” dediler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da:
“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular. (Müslim, Tahâret, 39, Fedâil, 26)
Allah Rasûlü’nün sevgisine ve “kardeşlerim” iltifâtına lâyık olabilmemiz için, ümmetin dertleriyle dertlenip din kardeşlerimizin hizmetinde bulunmamız zarûrîdir. Zîrâ kuluna hizmet, Allah Teâlâ’ya hizmet; ümmetine hizmet de Peygamber Efendimiz’e hizmet gibidir.
Rabbimiz, bizleri kardeşlik hukûkuna lâyıkıyla riâyet ederek kardeşlik mes’ûliyetinden beraat fermânı alabilen mes’ûd kullarından eylesin! Gönüllerimizi din kardeşliğinin feyz ve rûhâniyetiyle doldursun!
Âmîn!..
Dipnot: 1) Yâr-ı Gâr: Mağara arkadaşı mânâsına gelir. Hicret esnâsında Hz. Ebû Bekir’in Peygamber Efendimiz’e Sevr Mağarası’ndaki refâkatinden dolayı kullanılan bir tâbirdir. Zamanla zor ve meşakkatli anlarda gösterilen samîmî dostluklar hakkında da söylenir olmuştur