Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (1 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-119( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)

İLÂHÎ AHLÂK
Rabbimizin “Rahmân ve Rahîm” sıfatlarından hisse alan Hak dostları, Allâh’ın kullarından kendilerine karşı vâkî olan hata ve kusurlara aynıyla karşılık vermek veya onları cezâlandırmak yerine, affetmeyi tercih ederler. Zira bu, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen en güzel bir muhabbet ve merhamet tezâhürüdür. Yani Allâh’ın affına nâil olma ümîdiyle, suçluya karşılık verme husûsunda kendi nefsini aradan çıkarıp onu ilâhî affa muhâtap kılabilme olgunluğudur. Kullarını affede affede, Allâh’ın affına lâyık olabilme ümîdinin bir neticesidir. Bu hakîkati şu kıssa ne güzel izah etmektedir:
Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri, kendisine karşı edepsizlik yapan birine kızmayıp, onu tebessümle karşılamıştı. Fakat o edepsizliği yapan kimse büyük bir derde düşüp helâk olacak duruma geldi. Hatâsını anlayıp tevbe etti. Nakşibend Hazretleri, o adamın evinin önünden geçerken içeri girip hâl-hatırını sordu. Ardından da:
“–Allah Teâlâ şifâ vericidir, korkma, iyileşirsin inşâallah!” dedi.
O kimse bu söz üzerine büyük bir nedâmetle:
“–Efendim! Size edepsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz.” dedi.
Bunun üzerine Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri buyurdu ki:
“–Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin, yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sâhibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan sadece belâsını arayanlar gelip kendilerini o kılıca çarparlar.”
Mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakıldığında, insanların sıkıntı ve meşakkatlerine katlanmak da kolaylaşır. Daha affedici, merhametli ve müsâmahakâr davranılır. Zira ilâhî ahlâk bunu gerektirir. Nasıl ki Rabbimiz, sonsuz rahmetinin muktezâsı olarak, bu dünyada kendisine isyan edenlere bile sabredip onlara sayısız nîmetler bahşederek rızıklarını veriyorsa, onları affetmek için pek çok fırsat tanıyorsa, onların hâllerini ıslah edip cennete girmelerini istiyorsa; ilâhî merhamet menbaından feyizlenen Hak dostları da insanları affeder, doğru yolu bularak Hakk’ın rızâsını kazanmaları için samîmiyetle gayret gösterirler. Hiçbir zaman hodgâm olmaz; infâk ehli, diğergâm ve herkesin iyiliğini düşünen bir müslüman şahsiyeti sergilerler.
Yine kâmil bir mü’min, Hakk’ın muhtaç ve muzdarip kullarını gördüğünde hemen nefis muhâsebesine yönelerek; “Ben onların durumunda, onlar da benim durumumda olabilirdi.” diye düşünür, onların derdini kendi derdi bilir. Zira sadece kendini düşünüp nemelâzımcı bir tavırla diğer insanlara karşı duyarsızlaşmak, asla müslümanın ahlâkı olamaz.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-120( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)

Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde şöyle bir kıssa nakleder:
“Bir gece Bağdad’ın yarısı yanmıştı. O sırada birisi:
«–Çok şükür, bu yangın bizim dükkânımıza zarar vermedi!..» dedi.
Cihan görmüş birisi ona şu karşılığı verdi:
«–Ey menfaatperest adam! Sen yalnız kendini mi düşünürsün? Koca bir şehir yansın da, senin evin kurtulsun, bu hoşuna gider mi? İnsanların açlıktan karınlarına taş bağladıklarını gören kimse, eğer taş yürekli değilse, midesini doldurmaz! Bir fakirin açlıktan kan yuttuğunu gören vicdanlı bir kişi, ağzına aldığı lokmayı nasıl çiğner?.. Merhametli yolcular konak yerine vardıklarında, yolda kalanlar gelip yetişmedikçe uyuyamazlar. Diken taşıyan kimsenin merkebi çamura battığı zaman, pâdişahların gönlü muzdarip olur.»”
İşte gönül sultanlarının hâli de böyledir. Onların hassas yürekleri, değil varlıkların en mükerremi olan Âdemoğlunun, herhangi bir mahlûkun bile eziyet görmesinden son derece müteessir olur.
Rahmet Peygamberi Efendimiz r bir koyunu kulağından çekerek boğazlamaya götüren birine rastlamıştı. Gönlü buna râzı olmadı. Hemen müdâhale ederek:
“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)
Yine Efendimiz r, yolda bir grup insana rastlamıştı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:
“–Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)
Bu nebevî beyanlar, mahlûkâta bakış husûsunda ne kadar da muhteşem bir gönül ufku telkin etmektedir. Ayrıca insanların vicdânî hassâsiyetlerden uzaklaştığı, maddenin sultasında yaşadığı ve vahşette sırtlanları geçtiği bir devirde, hayvanlara dahî bir hukuk ihdâs edilerek haklarının muhâfaza altına alınması; İslâm’ın nasıl bir hak, adâlet, şefkat ve merhamet tevzî ettiğinin şâheser bir misâlidir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-120( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)
Nitekim Ömer bin Abdülaziz Hazretleri’nin de bir katırı vardı. Onu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı çalıştıran işçisi, bir gün her zamankinden fazla para getirdi. İşçisine:
“–Bugün niçin böyle fazla para geldi?” diye sorduğunda;
“–Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbını aldı. Lâkin aldığı cevaptan tatmin olmayan Ömer bin Abdülaziz Hazretleri işçisine:
“–Hayır, öyle değil! Sen katırı çok çalıştırıp yormuşsun. Katırı, üç gün dinlendir.” tâlimâtını verdi.
Yine Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Allâh’a muhabbetinin şiddetiyle rûhen o kadar hassaslaşırdı ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıztırâbını sînesinde hissederdi. Bu Hak dostu bir gün, dövülmekten arkasından kan boşanmış bir merkep gördü. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de baldırlarından kan sızmaya başladı.
Hazret-i Ömer t’ın gönlünde, mahlûkâtın ilâhî bir emânet olduğu ve müslümanın gücünün yettiği her şeyden mes’ûl bulunduğu şuuru öylesine yer etmişti ki; “Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesâbını Ömer’den sorar.” diyecek kadar gönlü merhametle incelmişti.
Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri de, mahlûkâta karşı çok merhametliydi. Bir gün çarşıda, kafeste ötüp duran bir kuş gördü. Satın alıp salıverdi. Bu kuş her gece evine gelir, namaz kılarken onu seyrederdi. Bazen de omzuna konardı. Vefât ettiğinde yine geldi. Bulamayınca kabrine gidip üstüne kendini attı ve orada öldü. O esnada hâtiften bir ses işitildi:
“Allah Teâlâ’nın mahlûkuna olan merhameti yüzünden, Süfyân’a Allah Teâlâ çok merhamet etmiştir.”[3]
Bâzen, çok basit ve önemsiz gibi görünen küçük bir iyilik, Cenâb-ı Hakk’ın merhametini o kadar celbedebilir ki, büyük ikram ve lutuflara vesîle olur. Bu yüzden önemsiz zannedilen küçük hayırlardan da müstağnî kalmamak gerekir. Zira insanın dünyâda da ukbâda da büyük-küçük her hayrın mânevî yardımına ihtiyacı vardır.
Asbâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Ebu’d-Derdâ t Şam’da ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve:
“–Sen, Hazret-i Peygamber’in dostu olduğun hâlde, ağaç dikmekle mi meşgul oluyorsun?” diyerek şaşkınlığını ifâde etti.
Ebu’d-Derdâ Hazretleri, yapmakta olduğu işi küçümseyen o kimseye şu cevâbı verdi:
“–Dur bakalım, hakkımda böyle rastgele, çarçabuk hüküm verme! Ben Rasûlullah (sav) şöyle buyururken işittim:
«Bir kimse ağaç diker de o ağacın meyvesinden bir insan veya Allâh’ın mahlûkâtından herhangi bir varlık yerse, bu, o ağacı diken kimse için sadaka olur.»”(Ahmed, VI, 444)
Tabiî bunun aksine bitkilere ve diğer canlılara zarar vermek de vebâli mûcip bir davranıştır. Nitekim ecdâdımız bunu; “Yaş kesen, baş keser.” diyerek veciz bir sûrette ifâde etmişlerdir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-120( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)

İslâm toplumlarında Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet düstûrunun devamlılık arz ederek müesseseleşmesi, vakıfları meydana getirmiştir. Gâye, bütün mahlûkâtın muhtaç olanlarına cömertçe ikramda bulunmak, onlara şefkat ve merhametle yaklaşarak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmektir.
Mübârek ecdâdımızın -tespit edilebildiği kadarıyla- yirmi altı bin küsur vakıf kurarak insandan hayvanâta ve hattâ nebâtâta kadar hizmet götürmeleri ve bütün mahlûkâtı ilâhî bir emânet telâkkî etmeleri, bugün sahip çıkmamız gereken en mühim vicdânî vazîfelerimizden biridir.
Çünkü İslâm ahlâkına göre, insana musahhar kılınmış olan bütün mahlûkât, ilâhî bir emânettir. Onlar da kıyâmet günü diriltilerek haksızlık gördükleri insanlardan haklarını alacaklardır. Bu bakımdan bilhassa günümüzde, renklerini seyretmek, tatlı şakımalarından haz almak gibi bahânelerle kafeslere hapsedilen kuşların veya akvaryumlara mahkûm edilen çeşitli balıkların, yarın kıyamet hesabı olarak insanın karşısına çıkacağı unutulmamalıdır. Bunlardan daha beteri de, ekin köklerini temizlemek için yakılan tarlalarda sayısız mahlûkun telef edilmesidir. Yine maalesef birçok yerde yapılan deve, boğa ve horoz dövüşleri gibi vahşetler de, ilâhî mîzanda kişinin karşısına çıkacak ağır vebâllerdendir.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, varlıklar içinde Âdemoğlunu tekrîm etmiş, onun şânını yüceltmiş ve her şeyi onun emrine musahhar kılmıştır. Bu bakımından her şey, ona emânettir. O, denizde, karada ve havada bulunan bütün varlıklardan -tâkati ölçüsünde- mes’ûldür. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8)
Dolayısıyla, canlı-cansız bütün mahlûkâta iyi davranmak; geçici bir süreliğine tasarrufumuza emânet edilmiş olan nîmetleri israf etmeden, saçıp savurmadan, sırf nefsimize hasretmeden, nezâket, hassâsiyet ve hürmetle kullanmak; onları bize bahşeden Rabbimize muhabbet ve tâzîmin açık bir nişânesidir.
Merhum Üstâdımız Mûsâ Efendi Hazretleri’nin giyim-kuşamından, yiyip-içmesine, hattâ bir bardağı tutuşuna kadar her hâl ve hareketinde göze çarpan incelik, nezâket ve zarâfet de; yaratılmış her şeyi ilâhî bir emânet görme hassâsiyetinin fiilî bir ifâdesiydi. Yine bu cümleden olarak, ihtiyaç sahibi mü’minlere gösterdikleri ihtimâma ilâveten, civarlarında barınan kedileri, köpekleri ve hattâ bahçesi üzerinden uçan martıları ve güvercinleri dahî, ikram ve ihsanlarıyla, engin merhametlerinden nasiplendirmeye gayret ederlerdi.
Merhametli bir mü’min, amel defterini hayırlarla doldurabilmek için, hayat sermâyesini en verimli bir şekilde kullanıp karşısına çıkan her türlü hayır imkânını değerlendirme gayreti içinde olur. Zira Hazret-i Ebû Bekir t’ın buyurduğu gibi:
“Dünya, mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz, sermâyeleri; sâlih ameller, ticâret malları; cennet, kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
Yani insanın önünde iki yol var: Saîdlere cennet, şakîlere cehennem. Ukbâdaki şakîliğin dünyâdaki en bâriz alâmeti ise “merhametsizlik”tir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Merhamet, ancak şakî olanın kalbinden alınır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1923)
Rabbimiz, kalplerimizi, Hâlık’tan ötürü mahlûkâta şefkat, merhamet ve muhabbetin bereketli bir menbaı eylesin! Cümlemizi, elinden, dilinden, hâlinden, kālinden mahlûkâtın istifâde ettiği sâlih kullarından kılsın! İlâhî rahmetine, inâyetine, af ve mağfiretine mazhar eylesin!
Âmîn…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-121ilahi ahlak ile ahlaklanmak
Sahâbeden Hakîm bin Hizâm t, Hazret-i Hatîce vâlidemizin akrabâsı idi. Cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi biriydi. Câhiliye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, hayatlarını kurtarır ve himâye ederdi. Müslüman olduktan sonra bir gün Rasûlullah r’e:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, câhiliye devrinde yaptığım hayırlar var: Sadaka vermek, köle âzâd etmek, sıla-i rahim yapmak gibi… Bunlara mukâbil bana ecir verilir mi?” diye sordu.
Fahr-i Kâinât Efendimiz r şöyle buyurdu:
“–Sen zâten, daha önceden yaptığın bu iyiliklerin hayrına İslâm’la şereflendin!” (Buhârî, Zekât 24, Büyû 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, Îmân, 194-196)
Demek oluyor ki güzel ahlâk, Hak katında, îman şerefine nâiliyetin bir bedeli sayılabilecek kadar muazzam bir kıymeti hâizdir. Bizler meccânen, yani bir bedel ödemediğimiz hâlde, lûtfen ve keremen İslâm nîmetiyle şereflendik. Bu yüzden îmânımızın bedelini ödemek için, Rabbimizin bu sonsuz lûtfuna şükrâne olarak, İslâm ahlâkını şahsiyetimizde en zarif bir şekilde temsil etmek durumundayız.
Allah Teâlâ’nın insanoğluna bahşettiği ahlâk, onu diğer mahlûkattan ayıran en belirgin vasıftır. Ahlâkî değerlerini kaybeden bir insan, aslında insanlık vasıflarına da vedâ etmiş demektir. İnsanı insan yapan, onun güzel ahlâk ile bezenmiş olması; insanlıktan çıkaran ve “bel hüm edall : hayvanlardan da aşağı” bir zillete düşürense, ahlâksızlık batağına saplanmasıdır.
Ahlâsızlık neticesinde “insanlık haysiyeti”ni terk eden nankörlere, nice ilâhî azap ve intikam tecellîleri vâkî olmuştur. Muhtelif ahlâksızlıkları âdeta meslek edinmiş olan Âd, Semud ve Lût gibi kavimler, bunların en bâriz misalleridir. Geçmişte helâk edilmiş bu gibi kavimlerden bugüne in­ti­kâl etmiş bâzı insanların, günümüz toplumlarında da mevcûdiyetini gör­mek­­te­yiz. Cenâb-ı Hak bun­lara dikkat çekerek ib­ret almamızı ve mânevî helâke dûçâr olmaktan sakınmamızı istemektedir.
O hâlde en mühim insanlık vasfımız olan ahlâkımızı tekâmül ettirerek îmanımızın zaafa uğramaması için gayret göstermemiz îcâb eder.
Zira dî­nin gâ­ye­si; gü­zel, in­ce ruh­lu ve iç âle­mi­ni te­miz­le­miş in­san ye­tiş­tir­mek­tir. Bu da, Hakk’a kul­lu­ğu id­râk ile olur. İs­lâm’a gö­re ide­al in­san, Al­lah ve Ra­sû­lü’nün ah­lâ­kıyla ah­lâk­lan­mış olan­ kim­se­dir. Bu ide­ale va­ra­bil­me­nin yo­lu ise mânevî terbiye ve eği­tim­den ge­çer.
Diğer taraftan en zor terbiye, insanın terbiyesidir. Zira insanda, diğer varlıklarda olmayan, terbiyeye muhtaç bir nefs ve şiddetli bir benlik vardır. Şüphesiz ki bu durum, insanoğlunun ilâhî imtihana tâbî olmasının bir neticesidir.
Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, insanlığa en büyük insan terbiyecileri olan peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, en yüce ahlâk numûneleri ve mürebbîleri/terbiyecileridir. Nitekim Peygamber Efendimizr:
“Ben baş­ka bir mak­sat­la de­ğil, an­cak gü­zel ah­lâ­kı ta­mam­la­mak için gön­de­ril­dim.”1 buyurarak vazifesinin özünü ifâde etmiştir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-122 ilahi ahlak ile ahlaklanmak

Peygamber Efendimiz r’in ahlâkı, Rabbimizin kullarından istediği en yüce ahlâkın zirve numûnesidir. Bu hakîkati Rabbimiz; “(Rasûlüm!) Şüp­he­siz ki Sen, yü­ce bir ah­lâk üze­re­sin.”2 âyet-i kerîmesiyle beyan buyurmuştur.
Nitekim Efendimiz r de; “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel kıldı.”3 beyânıyla, mübârek şahsındaki yüce ahlâkın, “ilâhî ahlâk” menbaından olduğuna işâret buyurmuştur.
Dolayısıyla “ilâhî ahlâk”ın hakîkatine vâkıf olabilmek için en güzel vesîle, Muhammedî ahlâkı yakînen tanımaktır. O’nda ne kadar fânî olunabilirse, ilâhî ahlâkın esrârı o kadar ayân olur. Allah Teâlâ’ya en çok yaklaşanlar da, Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in izini güzel ah­lâk ile tâkip edenlerdir.
Haz­ret-i Âi­şe c vâlidemiz, kendisine Ra­sû­lul­lah r’in ah­lâ­kı sorulduğunda;
“O’nun ah­lâ­kı Kur’ân’dır.”4 buyurarak Muhammedî ahlâkın özünü hulâsa etmiştir.
Hazret-i Ebû Bekir t da bizlere şu telkinde bulunmuştur:
“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, vereceği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki, bu vesîleyle kul, ibâdete ve güzel ahlâka riâyet etsin ve azaptan sakınsın.”
Bizler de gönül feyzimizi, ilâhî ahlâk sergisi olan Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet derslerinden ve Kur’ân ahlâkını yaşayışıyla şerh ve îzah etmiş olan Allah Rasûlü r’in rûhî dokusundan almalıyız.
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:
“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet! Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?.. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayanlar, onu yaşayanlardır.”
Mü’min; Kur’ân’ın ah­kâ­mıyla âmil, ah­lâ­kıy­la da kâmil olduğu takdirde âde­ta ilâhî ahlâk ile ah­lâklanmış olur. Bunun için de Kur’ân-ı Ke­rîm’i, mâ­nâ­sı­nı te­fek­kürle ve ona kalbini samimiyetle açarak ti­lâ­vet etmek, aklen ve kalben Kur’ân iklîminde yaşamak ve davranışlarına Kur’ân ölçülerini hâkim kılmak gerekir.
Bunun neticesinde mü’­min­­de merhamet, şefkat, ikram, sehâvet, affede­bil­me, kendi imkânlarını bir din kardeşiyle paylaşabilme hasletleri, târifsiz bir huzur ve lezzet hâline gelir.
KULU RABBİNE SEVDİREN
HASLETLER

İlâhî ahlâk ile ahlâklanmak, her şeyden evvel, gönlün Allâh ile beraberliğine bağlıdır. Bunun vâsıtası ise muhabbettir. Zira Kişi sevdiğiyle beraberdir.”5 buyrulmuştur. Bu beraberliğin bir mânâsı da husûsiyetlerin beraberliğidir. Zira muhabbet, seven ile sevilenin husûsiyetlerindeki müştereklikten kaynaklanır.
İnsanın özünde ilâhî bir sır vardır. O sır, nefha-i ilâhî olan ruhtur. Bir kul, Allâh’ın kendi rûhundan üfleyerek lûtfettiği rûhunu, bir de ilâhî güzelliklerle donatabilirse, Allâh’ın muhabbetine vesîle olan en güzel müştereklik gerçekleşmiş olur. Nitekim Allâh’ı seven mü’minin her hâl ve hareketi, O’nun esmâ ve sıfatlarından izler taşır.
Şunu da belirtelim ki, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakla kasdettiğimiz; Rabbimiz’in kullarında görmek istemediği azamet ve kibriyâ gibi celâl sıfatlarıyla değil, O’nun kullarında görmekten hoşnud olduğu şefkat, merhamet, affedicilik, cömertlik gibi cemâlî sıfatlarıyla ahlâklanmaktır.
Cenâb-ı Hak, bu şekilde kendi esmâ ve sıfatlarının eserlerini gördüğü kulunu sever. Meselâ; Allah Teâlâ, “tek” olduğu için tek’i, güzel olduğu için güzelliği ve güzeli, âlim olduğu için âlimleri, cömert olduğu için cömertliği, güç ve kudret sâhibi olduğu için, zayıf mü’minlere kol-kanat geren madden ve mânen güçlü mü’minleri, vaadinden dönmeyen ve ahdine vefâ gösteren olduğu için vefâkârları, sâdık olduğu için doğru ve dürüst davrananları sever. Bu gerçeği, bütün cemâlî esmâya şümûllendirmek mümkündür.
Nitekim şu hadîs-i şerîfler, Allâh’ın muhabbetine nâil olmanın, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmaktan geçtiğine dâir ne güzel misallerdir:
“Allah Te­âlâ cö­mert­tir, ih­san sahi­bi­dir; cö­mert­li­ği sever. Yine O, güzel ah­lâ­kı se­ver…” (Süyûtî, el-Câmî, I, 60; Tirmizî, Edeb, 41/2799)
“…Allah Ra­fîk’tır (rıfk sahi­bi­dir), rıfk­la (yu­mu­şak­lık­la) mu­âme­le­yi se­ver. Sert­li­ğe ve di­ğer şey­le­re ver­me­di­ği se­vâ­bı, rıfk­la mu­âme­le­ye ve­rir.” (Müs­lim, Birr, 77)
Yine bir defasında Rasûl-i Ekrem r Efendimiz:
“–Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmuştu.
Bir sahâbî:
“–Yâ Rasûlâllah! İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır.” dedi.
Peygamber Efendimiz r bunun kibir olmadığını belirterek:
“–Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise büyüklenerek (Allâh’ın lutfettiği nîmetleri nefsine izâfe ederek) hakkı inkâr ve reddetmek, bir de insanları hakir görmektir.” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 147; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 133)
Yine Rasûlullah r Efendimiz, izârsız6 olarak açık bir alanda gusleden bir kimse gördü. Bunun üzerine minbere çıktı, Allâh’a hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu:
“–Allah U çok hayâlı ve çok gizlidir. Bu sebeple hayâyı ve örtünmeyi sever. O hâlde herhangi biriniz gusledeceği zaman örtünsün.” (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4012)
Şeyh Sâdî Hazretleri, Gülistan adlı eserinde, ilâhî bir ahlâk olan “hayâ” husûsunda buyurur ki:
“Günahkâr kullardan biri, kabul edilir ümîdiyle ellerini açar, duâ eder. Fakat Allah Teâlâ onun duâsını kabul etmez. O kul tekrar duâ eder, Allah yine kabul etmez. Kul üçüncü defâ ellerini açar, duâ edip yalvarmaya başlar. Bu sefer Cenâb-ı Hak buyu­rur ki:
«–Ey benim meleklerim! Kulumun ısrarla yaptığı duâyı kabul ettim ve istediğini verdim. Çünkü bir kulumun uzun uzadıya duâ edip inlemesinden utanır, hayâ ederim.»”
Şeyh Sâdî, bunu naklettikten sonra der ki:
“Allâh’ın lutuf ve keremini gör ki, günâha giren kuldur, fakat hayâ eden Allah’tır.”
Peygamber Efendimiz r’in; “örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha fazla hayâ sahibi” şeklinde tavsîf edilen ahlâkının kaynağı da, şüphesiz ki bu ilâhî ahlâktır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-123 ilahi ahlak ile ahlaklanmak


Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde bir kıssa nakleder:
“Hazret-i Yûsuf u’a çok uzak diyarlardan, yüreği muhabbetle dolu bir dostu gelip misâfir olur. Onlar, çocukluktan beri samimî birer dostturlar.
Güzelliğiyle göz kamaştıran Hazret-i Yûsuf, bir müddet onunla sohbet ettikten sonra nükteli bir tarzda:
«–Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden ne hediye getirdin?» der.
Misâfiri, bu istek karşısında önce ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyâtını şu samimî ifâdelerle dile getirir:
«–Sana armağan getirmek için, şu fânî âlemde birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kırıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın yatağına veya bir damlayı bir denize nasıl armağan olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye, ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olmalıdır. Bu yüzden ben de çâresiz, sana gönül nûru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm.
Ey Güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yûsuf! Sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, ona baktıkça kendi güzelliğini görüp hayrân olasın. Onda güzel yü­zünü gördükçe, Rabbin sendeki cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırlayasın.»
Misâfir bunları söyledikten sonra koltuğunun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yûsuf’a takdîm eder.”
Hak Teâlâ Hazretleri, her şeyden müstağnîdir. Kâi­natta hiçbir güzel ve kıymetli şey yoktur ki O’nun sonsuz hazinelerinde mevcut olmasın. Zira O, bütün güzelliklerin asıl Hâlık’ı ve müsebbibidir. Bu sebeple O’nun yüce huzûruna takdîm edilebilecek en makbul hediye, mâsivâ kirlerinden arınarak ilâhî ahlâk tecellîlerine mâkes olan, mücellâ, musaffâ ve pâk bir gönül aynasıdır. Yani Rabbimizin nazar kıldığında, kendi cemâlî sıfatlarını seyredip râzı olacağı bir kalb-i selîmdir. Hakk’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir kalp, Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediyedir. Zâten Rabbimizin bizleri huzûr-i ilâhisine kabûl buyurması da ancak “kalb-i selîm” ile mümkündür.
Nitekim âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle ifâde buyrulur:
“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât! Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89)
Yine Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür.
Mârifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir. Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.
Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yani hiçliğe er! Zira her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…”
Bilmelidir ki; nefsânî menfaat ve arzular; rûhumuza serpilen zehirlerdir. Her biri rûhânî hayatımıza vurulan zincirler mesâbesindedir. İlâhî ahlâka da ancak bu nefsânî zincirler koparıldıktan sonra ulaşılabilir.
Yani Allâh’ın muhabbetine, yakınlığına ve dostluğuna giden yol, yaşayışımızla ilâhî ahlâka bir ayna olabilmekten geçer. Öyle bir ayna ki, ona bakan herkes, orada nefsânî zaaflarla mâlûl hâl­leri değil, Hakk’ın cemâlî esmâsının tecellîlerini seyretmelidir. Zira ke­sâ­fet­le buğulanmış ve kararmış kalplerin ilâhî ahlâktan alacağı hiçbir nasip yoktur.
Tasavvuf büyüklerinin; “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma” tâbir ettikleri Hak’ta fânî olmak da böyle bir tezkiye ve tasfiyeden, yani mânevî arınmadan başka bir şey değildir. Seyr u sülûk yolunda muhabbet murâkabesinin sıhhat ve hakikati de ancak bu alâmetle bilinebilir. Zira mânevî terbiye sistemi olan tasavvufta vâsıta muhabbet, netice ise “âdâb”dır. Ta­sav­vuf, kal­bin sa­fâ­ya, yani mânevî arınmaya er­me­si­nin ifâ­de­si­dir.
 

ebuzer25

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Ağu 2008
Mesajlar
1,845
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
bulent abı hoşgeldın cok uzun zamandır yokdunuz..
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-124 ilahi ahlak ile ahlaklanmak
Nitekim Ebû Be­kir el-Ket­tâ­nî:
“Ta­sav­vuf ah­lâk­tır. Ah­lâk iti­bâ­rıy­la sen­den üs­tün olan kimse, sa­fâ, ya­ni mâ­ne­vî te­miz­lik ba­kı­mın­dan da üs­tün­dür.” buyurmuştur.
Ebu’l-Hü­seyn en-Nû­rî de:
“Ta­sav­vuf ne şe­kil, ne de bir ilim­dir; o sa­de­ce gü­zel ah­lâk­tan ibâ­ret­tir. Eğer şe­kil ol­say­dı mü­câ­he­deyle, ilim ol­say­dı öğ­ren­mek­le tah­sîl edi­lir­di. Bu se­bep­le sırf şe­kil ve ilim, mak­sa­da ulaş­tı­ra­maz. Ta­sav­vuf, Hakk’ın ah­lâ­kı­na bü­rün­mek­tir.” buyurmuştur.
HAK YOLCULUĞU
Tasavvuf, îman, İslâm ve ihsân rehberliğinde kat edilecek bir Hak yolculuğudur. Bu yolculukta mü’minin vazifesi, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatları üzerinde tefekkür ederek, onların gerektirdiği ahlâk ile ahlâklanmaktır.
Bursevî Hazretleri bunu ne güzel îzah buyurur:
“Bilesin ki dînî makamlar üçtür: İslâm, îman ve ihsan…
Allâh’ın isimlerini zikretmek de üç türlüdür: İslâm makamında taalluk, îman makamında tahalluk ve ihsan makamında tahakkuk ile.
İslâm makamında taalluk ile Allâh’ın isimlerini zikretmek; sâlikin, bu isimlerden her birinin eserlerinin kendi nefsinde, bedeninde, bütün zerrelerinde, bütün hâl ve hareketlerinde görünmesini istemesidir.
Bütün zuhurâtın, zikrettiği isimlerin hüküm ve eserleri olduğunu görerek, nîmetlere şükretmek ve belâlara sabretmek gibi, her esere uygun karşılığı vermesidir…
Îman makamında tahalluk ile bu isimleri zikretmek; rûhun bu isimlerin mânâ ve hakikatlerine vâkıf olması ve; “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanın.” 7 buyruğu gereğince o isimlerin her biriyle ahlâklanmakla olur. Bu takdirde bu isimlerden biriyle ahlâklanan kişi, o ismin aynısı gibi olur. Yani o isimden tecellî eden şeyler, bu kişiden de aynen tecellî eder…
İhsan makamında tahakkuk ile Allâh’ın isimlerini zikretmek ise; takvâ ile ve sahip olduğun veya içinde zuhur eden, sonradan olmuşluk mührü vurulmuş bütün sûret ve mânâlardan soyunmak ve hakikî huzur örtülerine bürünmekle olur.” (Rûhu’l-Beyân, VI, 440-441)
Yani ihsan duygusu, her şeyin hakîkatinin ve mutlak varlığın sadece Cenâb-ı Hak olduğunu görüp Allah’tan gayrı bütün varlıkların ve hâdiselerin, izâfî, geçici ve gölge hükmünde olduğunun idrâkine ulaşmaktır. Dâimâ Hakk’ı görürcesine bir kulluk şuurunu kazanmak ve bu hâlet-i rûhiyeyi kalpte sâbitleyerek şahsiyetin hâkim ve ayrılmaz bir unsuru hâline getirerek yaşamaktır. Bu da Allah’ta fânî olan Hak dostlarının kârıdır.
HAK DOSTLUĞU
İlâhî muhabbet ve dostluğu temin edecek bir ahlâklanma neticesinde “Hak dostu” mertebesine erişebilmek, her mü’minin en yüce gâyesidir. Hak dostları, tasavvuf yolunda zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş ve kalbî merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bahtiyarlardır. Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yine onlar, ilâhî ahlâkın fiilî ve müşahhas numûneleridir.
Hak dostları îmân ile mârifetullâh’a; takvâ ile de yüksek ahlâka ulaşmış olduklarından, en zor günde bile her türlü korku ve kederden selâmette olacaklardır. Çünkü onlar, en üstün kudret sahibi olan Allâh’ın dostluğuyla, en emin himâyeye sığınmışlar ve ilâhî teminat altına girmişlerdir.
Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Bilesiniz ki Allâh’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar, îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)
Bu âyet-i kerîmeler, “Allâh ile dostluk” pâyesine erebilmenin şartını; “îman ve takvâ” olarak hulâsa etmektedir.
Îman, bütün bâtıl ve yanlış inançlardan arınarak yegâne ilâhın Allâh olduğu hakikatine tam bir kalbî itmi’nân ile ulaşmaktır.
Takvâ ise her türlü sapık ve kötü yollardan, başıboş, nefsânî ve hayvânî bir yaşantıdan kurtularak kalbi bütünüyle Allâh’a teslîm etmek, hayâtı ilâhî gerçekler ışığında düzenlemek ve böylece “ilâhî bir ahlâk disiplinine girmek”tir.
Mutasavvıfların hedefi de bu hakîkate ulaşmaktır. Bu da Allâh ile kurulan kalbî bir râbıtayı ifâde eder. Sıhhatli bir şekilde bu râbıtayı kuran kişi, ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak Rabbin velî bir kulu olur. Artık onda nefsânî ihtiraslar ve temâyüller hayâtiyetini kaybeder. Tıpkı bir akarsuyun denize vâsıl olduktan sonra kendi hüviyetini kaybedip denizde yok olması gibi, artık sadece Rabbinin murâdına muvâfık hâl ve davranışlar sergilemeye başlar. Her şeye Rahmânî bir nazarla bakar, O’nunla işitir, O’nunla konuşur, O’nunla yaşar.
Şu hadîs-i kudsî bu hâli ne güzel îzah etmektedir:
“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse Ben de ona harp îlân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlakâ veririm. Bana sığınırsa, onu korurum.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)
Bu şekilde zikri ve fikri Allâh olan bir mü’minin, merhamet, sabır, sehâvet ve affedebilme gibi ilâhî ahlâktan nasipsiz kalması düşünülemez. Zira onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri artık hep ilâhî nûrun cereyânından ibârettir.
Cenâb-ı Hak, bu hakîkatlerden hisse alarak gönüllerimizi ilâhî ahlâkının bereketli bir mecrâı kılsın. Bütün mahlûkâta şefkat, merhamet, lûtuf, af ve güzellik tevzî edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!..
Âmîn!
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-125 ilahi ahlakı yaşamak
Yani gönüller, Cenâb-ı Hakk’ın “oku” emrine itaat çerçevesinde, mikrodan makro âlemlere kadar kâinattaki bütün varlıklarda mevcut olan Yüce Yaratıcı’nın kudret mühürlerini müşâhede ederek O’nun ism-i şerîfleriyle mânevî bir tahsilden, yani takvâ eğitiminden geçmelidir. Nasıl ki çiçekler hayatlarının devamı için dâimâ suya muhtaç­sa, kalpler de, feyz ve rûhâniyetin devamı için tak­vâ­ya muhtaçtır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) buy­rul­muştur.

el-MUSAVVİR…

Mü’minin, ilâhî esmâ te­cel­lî­le­rin­den hisse alıp mânen seviye kazanabilmesi için; meselâ, bu kâinattaki bütün varlıkları eşsiz bir güzellik ve mükemmellikle şekillendiren el-MUSAVVİR ism-i ilâhîsinin tecellîlerini ibret nazarıyla temâşâ etmesi zarûrîdir. Çünkü kâinat, ilâhî kudret menbaından taşan tecellîler sergisidir. İnsan denilen muammâ da, ilâhî esmânın kâmil bir tecellîgâhıdır.

Allâh’ın nûruyla gören, duyan ve hisseden kalpler, her şeyde ilâhî tecellîleri idrâk eder. Zerreden kürreye kadar bu âlemde ne varsa, hepsi ilâhî bir sanat hârikası ve her yer âdeta ilâhî kudret nakışlarının sergilendiği bir müze hükmündedir.

Eser, müessirin; sanat, sanatkârın aynasıdır. Kalp gözü âmâ olmayan bir kul, nereye nazar etse, kâinâtın hangi zerresi üzerinde tefekkür etse, Rabbinin sanatını müşâhede eder, Mutlak Sanatkâr’a olan sonsuz bir hayranlığın huzur, sürur ve hazzına gark olur. Gördüğü her manzara, onu zihnen ve kalben Yaratıcı’sına ulaştırır.

Gerçekten, kâinattaki her zerre, bilgisini “mârifet” seviyesine yükseltebilen insan için Allâh’ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudretine bir delildir. Aynı zerre, idrâki bu seviyeye yükselmemiş olanlar içinse, Hakk’ı bulmaya bir perdedir. Yani kâinattaki bütün varlıklar, îman şuuruyla bakıldığında Allâh’a bir delil iken, idrâk körlüğü durumunda O’na bir perdedir. Bundan dolayıdır ki tabiat âlimlerinin birçoğu, maddî varlıkları incelerken Hak Teâlâ’nın kudret ve azametine vâkıf olabildikleri hâlde, bâzıları da idraklerini maddeye hapsedip materyalist bir zihniyetin zebûnu olmaktadırlar. İncelenen varlıklar hep aynıdır. Lâkin onlara yönelen idraklerdeki farklılık, insanı tıpkı siyah-beyaz kadar zıt neticelere götürebilmektedir.

Demek ki kâmil bir mü’min; kâinâta bakışta, idrâkini, ilâhî sır ve hikmetleri kavrayabilecek bir vasfa ulaştırabilen kimsedir. Bu ise, tıpkı bir cam kırığını elmas hâline getirebilme kabîlinden, insan idrâkinin; ihlâs, takvâ ve muhabbet yüklü ibâdetlerle inkişâfına/gelişip açılmasına bağlıdır.

Bu sebepledir ki, yeryüzünü dolduran sayısız güzelliklerin; dağların, deryâların, rüzgârların sessiz beyanlarına karşı mânen kör ve sağır kesilerek Cenâb-ı Hakk’ın el-Musavvir ism-i şerîfinin tecellîlerini idrakten uzak kalanlar, hayatın en gâfil ve şaşkın yolcularıdır!..

el-BÂRÎ…

Bunun gibi “el-BÂRÎ / yaratıcı” sıfatının tecellîlerini de gönül gözüyle seyretmeden, kâmil mânâda bir mânevî tahsilden söz edilemez. Cemâdât, nebâtât, hayvanat ve insanları, bütün cihazlarını birbirine uygun olarak, müthiş bir âhenk ve tenâsüp içinde yaratan Rabbimizin ilâhî hükümranlığı karşısında kulun hayran olması, kâinattaki ekolojik denge ve ilâhî nizâmın ihtişâmını kalben idrâk etmesi şarttır.

Her varlık, mü’min gönülleri bu düşüncelere sevk etmelidir. Meselâ insan, kendi parmak izine bile baktığında Hakk’ın sonsuz yaratma ve tasvir kudretinin azametini müşâhede ederek, bu ilâhî tecellîlerin muhtevâsından derûnî nasipler alabilmelidir. Ancak bu seviyedeki bir idrak sâyesinde, bütün kâinat, sır ve hikmetler beyân eden bir kitap hâline gelebilir.

Kâinatta her oluşun hangi ilâhî isimden tecellî ettiğini bilmek, ilmin mârifet seviyesine yükselmesi demektir ki, beşerî bilginin zirvesi de budur. Bu tecellîlerdeki murâd-ı ilâhîyi kavramak ise, Hakk’ın velî kullarına has bir keşif ve kerâmet hâlidir.

Kâmil mü’minler de, gönlü ilâhî esmâ ve sıfatlar üzerinde teksif edip, şahsiyet ve karakterini o ilâhî menbâdan tefeyyüzle şekillendirmenin, Allâh’ın muhabbet ve rızâsına vesîle olacağı şuuruyla yaşarlar.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Esmâü’l-hüsnâ (en güzel isimler) Allâh’ındır. O hâlde O’na, o güzel isimlerle duâ edin...” (el-A’râf, 180)

Müfessir Bursevî, bu âyetin tefsîrinde der ki:

“Allâh’ın isim ve sıfatlarıyla sıfatlanıp ahlâklanmak sûretiyle Allâh’a duâ edin. O sıfatlarla sıfatlanmak, makbul amel ve sâlih niyetlerle mümkündür…

Meselâ râzıkıyyet (rızık vericilik) sıfatıyla sıfatlanmak, Allâh’ın verdiği rızıklardan muhtaçlara dağıtmakla ve bir şey saklayıp biriktirmemekle, (yani cimrilik ve israftan sakınmakla) olur. Diğer sıfatları da bunlara kıyâs et.” (Rûhu’l-Beyân)


 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27
Allah herkesi ve beni o ahlakla hasreylesin insaAllah..
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Cehaletten şikayetçi olmayanımız yok. Hepimiz sürekli "cahil kalmanın" kötülüklerinden bahsedip dururuz. Cehaleti, "diplomasızlık" olarak algılamış olmamız ise en büyük hatamız.
Kalp hastasına göz damlası damlatıp duruyoruz ama bir türlü iyileşmiyor. Yanlış teşhisten sonra, tedavi amaçlı atılan her adım, hastalığı artırıyor. Okuma yazma seferberliği yapıyoruz sık sık. Okumayı ve yazmayı öğretiyoruz insanlara. Ama kimse okumuyor ve yazmıyor! Bu nasıl seferberlikse…
"Haydi kızlar okula!" kampanyası da yaptık. Bence asıl yapılması gereken kampanya "Haydi okuma-yazma bilenler okumaya!" olmalı. Ya da "Haydi kütüphaneye!", "Haydi kitap almaya!"... Okumayı ve yazmayı bilenleri değil, okuyup düşünenleri çoğaltmak gerekmez mi?
Dünyada sık sık istatistikler yayınlanıyor. Hangi ülkede kitaba çok para verilmiş? Hangi ülkede çok kitap okunuyor? Bu istatistiklere baktığımızda gelişmiş ülkelerle daha az gelişmiş ülkeler arasında en temel farklarından birinin "okuma oranları" olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.
< Dünyada kişi başına kitap harcaması 1.3 dolar.
<Bir Norveçli, kitaba bir yılda 137 dolar vermiş.
<Bir Alman 122 dolar.
<Belçikalı, İsviçreli ve Avustralyalı 100 dolardan biraz fazla.
<Amerikalı 95 dolar. Bir İngiliz, Fransız, İtalyan, Singapurlu, Japon, Avustralyalı, Güney Koreli ve İspanyol yaklaşık 39 dolar harcamış.
<Bir Türk ise kitaba 45 sent, yani yarım dolardan daha az para ödemiş.
<Bir Norveçli, bir Türk'ten 300 defa daha fazla kitap okuyor.
Elbette bu insanlar bizden daha bilgili. Bilgili insanların, az bilgili insanlardan daha başarılı olacağı kesin. "İlim Çin'de bile olsa alınız" hadisini batılılar bizden daha iyi uyguluyor. Biz mahallemizdeki kitapçıdan bile kitap almıyoruz. Evlerimizdeki kitapların üstündeki bir parmak tozu silerken utanan kaç kişi var, onu da bilmiyorum?
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Kitap Cirosunda Dünya ve Türkiye
<Dünyanın yıllık kitap piyasasının cirosu 80-100 milyar dolar.
<Türkiye'de kitabın yıllık cirosu 30 Milyon dolar civarında.
<En büyük kitap cirosu 25.5 milyar dolar ile ABD'nin.
<Japonya 10.5 milyar ve Almanya 10 milyar dolarla Amerika'yı izliyor. Bu üç ülke dünya kitap piyasasının yarısından fazlasını elinde tutuyor.
<Almanya'da yılda ortalama 80.000 kitap basılırken, Türkiye'de basılan kitap sayısı 10.000 civarında.
<İsrail'de 1169 kişiye bir kitap…
<Almanya'da 1022 kişiye bir kitap…
<Japonya'da 6000 kişiye bir kitap…
<Türkiye'de 10.600 kişiye bir kitap düşüyor.
<1990 senesinde İran'da 6289 kitap basılmış. 1992 yılı Türkiye'sinde 6151.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Cahil Bir Milletin Kalkındığı ve Dünya ile Yarıştığı Nerede Görülmüş?Kafamızın içini doldurmadan konuşuyoruz hiç durmadan. Konuştuğumuz konuları da kendimiz seçmiyoruz. Medya gündemimizi belirliyor, biz de yorumluyoruz. Maç haftası herkes futbol yorumcusu kesiliyor. Siyasi gelişmeler hakkında fikri olmayan zaten yok!
Yıllarca komünistlere düşman olan gençler "Kahrolsun Komünizm!" diye bağırırken, komünistler kitap okuyormuş. "Kahrolsun İsrail!", "Kahrolsun ABD" diye bizler slogan atarken, onlar okumakla meşgul oluyor. "Batı'nın ve batı medeniyetinin ne kadar aşağılık, bizim doğu medeniyetimizin ne kadar yüce" bir medeniyet olduğunu hep konuşuyoruz. Buna ben de katılıyorum. Ama batılılar bu kadar kitap okurken, bizim sadece lafla peynir gemisi yürütmeye çalışmamızın kimseye faydası olmayacak.
"Mollalar İran'a" diye bağıran ilericiler de (!) aynı hatayı yapıyor. İstatistiklere bakılırsa mollalar bizim ilericilerden fazla okuyor!
İstatistiklere göre, biz hem doğuya hem batıya, hem komüniste hem mollalara göre çok gerilerde kalmışız. Yoksa birileri sağcılarla solcuları birbirine kırdırarak, sokaklarda slogan atan bir nesil haline getirerek okuyup düşünmelerine engel olmak için tezgaha mı getirdiler dersiniz? İnsanın aklına her şey geliyor işte!

Okumak için iki eli bir araya gelmeyen milletlerin iki yakası da bir araya gelmiyor.
Ellerinizi birleştirin ki iki yakamız bir araya gelsin!
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt