Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (1 Kullanıcı)

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Aşk-ı ilâhî, gerçek bir fedâkârlık ister. Ancak fânî muhabbetlerden vazgeçmekle kavuşulur. Aşk ve muhabbetin kantarı, fedâkârlıktır. İnsanlar en büyük bedeli, muhabbetleri uğrunda öderler. Çünkü herkes, sevdiği uğrunda, muhabbeti nisbetinde fedâkârlığa katlanır. Aşk ve muhabbet kemâle erince, sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlık da zirveye ulaşır. O zaman artık cefâlar dahî safâ hâline gelir.
 

_ZÜMRA_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
9,962
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
45
Hizmetine bakan talebesi birgün ona:

“–Biraz et pişirdim; lütfen buyrun?” dedi. Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konan ete bakarak:

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebesi:

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu:

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî talebe ise:

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diyerek ısrar edecek oldu. Fakat Dâvud-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..” dedi.

Selamün aleyküm kardeşim ALLAH razı olsun. tüm paylaşımınızı okudum. çok güzeldi. Allahım bizlere de bu şuurda olmayı nasip etsin.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Öte yandan, Allah yolundaki hizmetlerde mühim olan da, bir hizmeti hiç kimse yapmazken onu yapabilmek, bir garibi kimse sahiplenmezken ona sahip çıkabilmektir. “Hak dostları kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” sırrına nâiliyet de böyle olur. Kimsenin vermeye kıyamadığı şeylerden fedâkârlık yapmakla olur. Velev ki bu fedâkârlık, candan bile olsa…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-20(İSAR)

Hazret-i Mevlânâ da bu hâli ne güzel târif eder:

“Candan daha azîz bir şey olmadıkça, can azîzdir. Fakat candan kıymetli bir şey elde edilince, canın adı bile anılmaz. Mal ve can, kar gibi erir, gider. Fakat onlar Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da; «Allah cennet karşılığında mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı…»3 buyrulur.”

Meşhur sûfî aleyhtârı Gulâm Halil, bütün sûfîlere karşı düşmanca bir tutum sergilemekteydi. Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî’nin de aralarında bulunduğu bir grup sûfîyi tutuklatıp devlet merkezine sevk etti. Çıkarılan bir fermanla îdamlarına karar verildi. Cellât, dervişlerden birinin boynunu vuracağı anda Ebu’l-Hüseyn Hazretleri gönüllü olarak öne atıldı. Halk bu harekete şaşırdı. Cellât da:

“–Ey civanmert! Sen öne atılıyorsun ama, bu kılıç o kadar rağbet edilecek bir şey değildir. Henüz senin sıran gelmedi, neden acele ediyorsun?” dedi. Ebu’l-Hüseyn -kuddise sirruh-:

“–Benim yolum îsar yoludur. En değerli şey de; candır, hayattır. Şu birkaç nefeslik vaktimi, kardeşlerimin biraz daha yaşamaları için fedâ etmek istiyorum. Zîrâ dünyadaki bir nefes alacak kadar vakit, bizim için âhiretteki bin yıldan daha değerlidir. Çünkü burası Hak rızâsını kazanma yeridir, orası ise Hakk’a yakın olma mahallidir. Hakk’a yakınlık da hizmetle elde edilir. Bunun için şu birkaç nefesimi dostlarıma fedâ ediyorum.” dedi.4

Mal, can ve evlât, insanın en fazla düşkün olduğu ve en zor vazgeçebileceği varlıklardır. Bu itibarla bu üç hususta verilecek imtihanlar da en zor imtihanlardır. Cenâb-ı Hak nice kullarını bu hususlarda ağır imtihanlara tâbî tutmuş ve kullukta samîmiyet derecelerini sınamıştır.

İbrâhim -aleyhisselâm- bu üç husustaki imtihânı da Allah’ın lutfuyla kazanarak Hakk’a “Halîl: dost” olmuştur. O, fakirlikten korkmaksızın bütün malını infâk etmiş, tevhîd mücâdelesi uğruna gözünü kırpmadan Nemrud’un ateşine atılmış, böylece gerektiğinde canını da Rabbine teslîm edebileceğini göstermiştir. İnsanoğlu için en ağır imtihan vesîlelerinden bir diğeri olan evlât husûsunda da Hakk’a itaat ve teslîmiyetin âbidesi olmuştur.

Evlât, neslin devâmına medâr olduğundan, insanın fıtratında meknuz olan ebedîlik arzusunun bir nevî tatmin vâsıtasıdır. Bunun için insanoğlu, evlâdına karşı çok düşkündür. Zîrâ evlât, anne-babanın devâm eden bir parçasıdır.

İbrâhim -aleyhisselâm- da, oğlu İsmâil’i kurban etmesi emredilerek, imtihanların en ağırına tâbî tutuldu. Hem kendisinin, hem de oğlu İsmâil’in kâbına varılmaz rızâ ve teslîmiyetlerinin bu dünyâdaki mükâfâtı olarak, melekler tarafından koç indirildi. Onların bu candan fedâkârlık hâtıraları, kıyâmete kadar devâm edecek olan bütün îman nesline bir ibâdet olarak hediye edildi.

Bu itibarla kurbandan asıl maksat, gerektiğinde Hak uğrunda canından bile fedâkârlık göstereceğine dâir, kulun Rabbine söz vermesidir. Yine kurban, takvâ imtihanını kazanabilmek, Hakk’a itaat ve teslîmiyetimizi tescilletebilmektir. Nitekim âyet-i kerîmede de kurbanlar hakkında:

“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37) buyrulmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ, candan îsârın fazîletini ne güzel ifâde eder:

“Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

İki melek dâimâ niyâz eder: «Yâ Rabbi! Fakirlerin ihtiyacını gören cömertleri doyur, onların verdikleri her dirheme karşılık, yüz bin dirhem ihsân et...»

Hele canını verene, boğazını uzatıp Yaratan’a kurban olana... O kimse, Hazret-i İsmâil gibi boğazını uzatmış, Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmıştır. Fakat Allah, o boğazı kestirmez.”

“Sen, Allah rızâsı için ekmek verirsen, sana da ekmek verirler. Allah uğruna can verirsen, sana can bahşederler.”

“Hakk’ın cömertliğini görseydin, nasıl olur da canını esirgerdin? Canın için nasıl olur da bu kadar gamlanırdın? Irmağın kıyısında durup da suyu esirgeyen, ırmağı göremeyen kalbi kör kişidir.”

Îsârın Muhteşem Bereketi

Nefsinden ferâgat edip îsâr ile verilen bir dirhem, böyle olmayan yüz binlerce dirhemlik sadakadan daha üstündür. Bunu şu hadîs-i şerîf ne güzel îzah eder:

Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb:

“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevâbı verdi.

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini (yâni malının yarısını) infâk etti. Diğeri (ise hayli zengin biriydi. O da) malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu infâk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Demek ki infâk edilen malın miktarından çok, infak edenin fedâkârlık derecesi mühimdir. Buna göre hakîkî zenginlik, mal çokluğu değil gönül tokluğu; hakîkî cömertlik de, imkânlarını zorlayarak fedâkârâne infakta bulunmaktır.

Sehl bin Abdullah et-Tüsterî anlatıyor:

Mûsâ -aleyhisselâm- Allah Teâlâ’ya:

“–Yâ Rab! Muhammed -aleyhisselâm- ile ümmetinden bâzılarının cennetteki mevkîlerini bana göster!” diye ilticâ eder. Hak Teâlâ’dan şöyle bir hitap gelir:

“–Ey Mûsâ! Sen buna güç yetiremezsin. Fakat Ben onların büyük derecelerinden birini sana göstereyim. Bu derece ile O’nu, senden ve bütün mahlûkattan üstün kıldım.”

Daha sonra melekût âleminden kendisine bir kapı açılır. Onun makâmının nûrunu ve Allah ile olan yakınlığını görünce, nerede ise kendinden geçer. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ O’nun nasıl bu dereceye yükseldiğini sorar. Allah Teâlâ:

“–O’na verdiğim yüksek bir ahlâk sâyesinde.” buyurur. Hazret-i Mûsâ bu ahlâkın ne olduğunu sorunca da Cenâb-ı Hak:

“–Îsâr, yâni başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcına tercih etmektir. Bu ahlâk ile kim Bana gelirse, Ben onu hesaba çekmekten hayâ eder ve onu cennetin istediği yerinde iskân ederim!” buyurur. (İhyâ, III, 570-571)

Elbette böyle zirvelere ulaşabilmek herkesin kârı değildir. Ancak o ufka ne kadar yaklaşabilirsek o kadar değerli nasipler elde edeceğimiz muhakkaktır. Unutmayalım ki İslâm’ın güleryüzünü bütün ihtişâmıyla sergileyen îsar ahlâkında atacağımız en ufak bir adım, belki de bizler için ebedî bir kazanç kapısı olacaktır.

Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15) buyrularak bizlere mes’ûliyetimizin büyüklüğü hatırlatılmaktadır. Bir uzvun acısını bütün vücut hissettiği gibi, bütün müslümanlar da din kardeşlerinin ıztırâbını yüreklerinde hissedebilmelidirler.

Dolayısıyla bizler de en yakınımızdan başlayarak tâ Afrika’daki, Açe’deki velhâsıl dünyanın dört bir yöresindeki din kardeşlerimizin ıztırâbını derinden hissetmek mecbûriyetindeyiz.

Cenâb-ı Hak, hayatımızı asr-ı saâdetten ve Hak dostlarının mânâ iklîminden gelen rahmet esintileriyle feyizlendirsin! Dünyanın dört bir tarafındaki muhtaç ve muzdarip din kardeşlerimiz için yapacağımız fedâkârlıkların vicdan huzurunu, âhiretteki ebedî bayramın daha bu dünyadaki saâdet tezâhürü eylesin!

Âmîn…

 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Cenâb-ı Hak, hayatımızı asr-ı saâdetten ve Hak dostlarının mânâ iklîminden gelen rahmet esintileriyle feyizlendirsin! Dünyanın dört bir tarafındaki muhtaç ve muzdarip din kardeşlerimiz için yapacağımız fedâkârlıkların vicdan huzurunu, âhiretteki ebedî bayramın daha bu dünyadaki saâdet tezâhürü eylesin!

Âmîn…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
İki melek dâimâ niyâz eder: «Yâ Rabbi! Fakirlerin ihtiyacını gören cömertleri doyur, onların verdikleri her dirheme karşılık, yüz bin dirhem ihsân et...»
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Cenâb-ı Hak, hayatımızı asr-ı saâdetten ve Hak dostlarının mânâ iklîminden gelen rahmet esintileriyle feyizlendirsin! Dünyanın dört bir tarafındaki muhtaç ve muzdarip din kardeşlerimiz için yapacağımız fedâkârlıkların vicdan huzurunu, âhiretteki ebedî bayramın daha bu dünyadaki saâdet tezâhürü eylesin!

Âmîn…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“Sen, Allah rızâsı için ekmek verirsen, sana da ekmek verirler. Allah uğruna can verirsen, sana can bahşederler.”

“Hakk’ın cömertliğini görseydin, nasıl olur da canını esirgerdin? Canın için nasıl olur da bu kadar gamlanırdın? Irmağın kıyısında durup da suyu esirgeyen, ırmağı göremeyen kalbi kör kişidir.”
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İnfâk edilen malın miktarından çok, infak edenin fedâkârlık derecesi mühimdir. Buna göre hakîkî zenginlik, mal çokluğu değil gönül tokluğu; hakîkî cömertlik de, imkânlarını zorlayarak fedâkârâne infakta bulunmaktır.​
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-21(CAHİL VE NADANLARA SABIR VE TAHAMMÜL)

Hayır ve şer, hak ve bâtıl, doğru ve eğri, insan idrâkinde örnekler sayesinde netliğe kavuşur. Kur’ân ve Sünnet’in feyiz ve rûhâniyetiyle yaşayan Hak dostları da, bizler için fiilî bir kıstas, yâni canlı birer örnektir. Kendi hâlimizi dâimâ onların hâliyle mîzân etmeli, onlar gibi feyz ve rûhâniyetle dolu bir gönle sahip olmaya gayret göstermeliyiz.

Zîrâ peygamber vârisi olan Hak dostları, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yâni onlar, Hazret-i Peygamber’i ve ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için örnek alınacak yüksek şahsiyetlerdir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasîhatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.

Hak dostlarının fârik vasıflarından biri de, câhillerden, nâdanlardan, yol-yordam bilmeyen kaba insanlardan gelen ezâ ve cefâlara sabredip insanların irşâdı için dâimâ halkın içinde bulunmalarıdır.

Bütün fazîletler gibi bu fazîletin en mükemmel bir sûrette tahsil edileceği mektep de, Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-’ın örnek şahsiyetidir.

Peygamber Efendimiz’in Sabır ve Tahammülü

İnsanlığa örnek şahsiyet olarak lutfedilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek ömrü boyunca nice ağır cefâlara katlandı, sayısız çile çemberinden geçti. Nitekim; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Lâkin Allah yolunda katlandığı ezâ ve cefâlar O’na hiçbir zaman ağır gelmedi, aslâ bezginlik vermedi, gönlünün muvâzenesini bozmadı. Zîrâ O’nun latif kalbi, dâimâ Rabbinin rızâsını diliyor, O râzı olduktan sonra, fânîlerden gelen eziyetlere aldırmıyordu. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma! Allâh’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.” (el-Ahzâb, 48)

Allah Rasûlü’nün, insanlardan gelen ezâ ve cefâlara büyük bir sabırla tahammül etmesi, daha önceki mukaddes kitaplarda da haber verilen peygamberlik alâmetlerinden idi. Nitekim önceleri yahudi âlimlerinden biri olan Zeyd bin Sa’ne, beklenen son peygamberin böyle bir husûsiyete sahip olduğunu, Kur’ân’dan önceki semâvî kitaplardan okumuştu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a her baktığında O’nda peygamberlik alâmetlerinin tamamını gören Zeyd bin Sa’ne; “Acabâ gerçekten kendisine karşı kaba-saba davrananları da affediyor mu? Kendisine yapılan kabalıklar arttıkça O’nun hilim ve müsâmahası da o nisbette artıyor mu?” diye merak etmiş ve bu hususta Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-’ı âdeta bir denemeye tâbî tutup hakîkaten böyle olduğunu gördükten sonra mutmain bir kalb ile îman şerefine nâil olmuştur. (Bkz. Hâkim, III, 700/6547)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hak dâvâsı yolunda sadece gayr-i müslim ve münâfıklardan değil, İslâm’ın zarâfet ve nezâketini henüz yeterince kavrayamamış yeni müslümanlardan sâdır olan kabalıklara da, büyük bir sabırla tahammül gösteriyordu. Çölden gelen görgüsüz bedevîlerin kaba bir hitapla:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmalarına rağmen O, her defâsında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukâbele ediyordu. Yâni muhâtaplarının kabalığına rağmen, O hiçbir zaman nezâket ölçülerinin dışına çıkmıyordu.1

Yine çölden gelen bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler adamı azarlamaya başladılar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Onu kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû 58, Edeb 80)

Rahmet Peygamberi’nin bu hâli, nice hidâyetlerin bereketli tohumu oldu. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Rasûlüm!) O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et...” (Âl-i İmrân, 159)

Allah yolunda türlü sıkıntılara katlanan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, dâvâsında muvaffak olup Allah’ın müslümanlara kuvvet ve zaferler lutfettiği zamanlarda bile bir kenara çekilip insanların eziyetlerinden kurtulmayı aslâ düşünmedi.

Birgün kalabalık bir sahâbe grubunun içinde diz üstü oturmuş yemek yerlerken O’nu bu hâlde görüp yadırgayan bir bedevî:

“–Bu nasıl ve ne değişik bir oturuş!” diyerek Efendimiz’in yüksek edebi karşısındaki hayretini ifâde etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zorba değil!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17/3773)

Yâni ince ve hassas rûhuyla bütün insanlığa nezâket ve zarâfet timsâli olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, inatçılık ve zorbalık gibi kötü sıfatların, mü’min şahsiyetiyle aslâ bağdaşmayacağına işâret buyurdu.

Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- da, azîz yeğeninin insanlarla haşır-neşir olup onların çeşitli eziyetlerine mâruz kalmasından büyük ıztırap duyuyordu. Bunun için, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüksek bir taht üzerinde oturup hiç olmazsa bu sıkıntıların bir kısmından kurtulmasını istemişti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise:

“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar onların aralarında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21)

Mü’minleri de şöyle îkaz etti:

“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma! Allâh’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.” (el-Ahzâb, 48)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“(Rasûlüm!) O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et...” (Âl-i İmrân, 159)
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar onların aralarında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-21(CAHİL VE NADANLARA SABIR VE TAHAMMÜL)

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Ayın karanlık geceden kaçmaması, sabretmesi, onu nurlandırır, aydınlatır. Gülün, dikenin arkadaşlığına katlanması, sabretmesi de, ona çok güzel bir koku, latîf bir renk verir.”

“Bütün peygamberlerin, kendilerine inanmayanların veya câhillerin ezâlarına, cefâlarına katlanmaları, sabretmeleri, onları Hakk’ın has kulları yapmış, mânen muzaffer sultanlar hâline getirmiştir.”

“Sabrı (güzelce) yaşayabilirsen o sana kanat olur, yücelere yükselirsin! Hazret-i Mustafâ’ya bak! Sabır ona Burak oldu, Mîrâc oldu, Sidre-i Müntehâ oldu da O’nu göklerin mâverâsına (ötesine) yükseltti, Hakk’a mülâkî eyledi.”

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ümmetine olan düşkünlüğü, bu uğurda çektiği bütün zorlukları unutturuyordu. Ümmetinin kurtuluşu yolunda hiçbir güçlük O’nu bezdiremiyor, ümmetinin kendisine verdiği sıkıntılardan zerrece şikâyet etmiyor, Rabbine dâimâ “ümmetî, ümmetî” niyâzında bulunuyordu. Zîrâ O, ümmetinin ebedî saâdeti için kendi rahatını terk etmişti.

Hak Dostlarının Sabır ve Tahammülü

Peygamber vârisi Hak dostları da insanların kendilerine karşı gösterdikleri kaba davranışlara, hata ve kusurlara aldırmaz, onların ıslâhı için türlü meşakkatlere cân u gönülden katlanırlar. Zîrâ bu hâl, gerçek ilim ve irfânın muktezâsıdır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Musîbete karşı rızâ hâlinde, şiddete karşı sabırlı ve sarsıntı anlarında vakarlı olmak, velîlerin âdetidir.”

“İlmin başı, yumuşak huyluluk; hikmetin başı, insanlarla iyi geçinmektir.”

Dolayısıyla insanların eziyetlerine katlanamamak ve tahammülsüzlük göstermek, hikmetten nasipsizliğin ve cehâletin bir neticesidir. İlim ve irfan sahibi insanlar nasıl zarif ve nâzik olurlarsa, hikmetten nasipsiz ve câhil kimseler de, kaba, hodgâm ve edep mahrumu olurlar. Dînin nezâket ve zarâfetinden bîhaber kalmak, en fecî cehâletlerden biridir. Zîrâ edep, dînin rûhânî yapısının fârik vasıflarındandır. Hazret-i Mevlânâ bunu ne güzel ifâde eder:

“Aklım, kalbime; «Îmân nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îmân edepten ibârettir.» dedi.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34) âyetiyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır:

“Âyette ifâde edilen «en güzel yol»’dan maksat, öfke ânındaki sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır. İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da kendilerine boyun eğer. Sanki samimî bir dost olur.” (Buhârî, Tefsîr, 41/1)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da; «…O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.» (Fussilet, 34) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde;

“O, öyle ince ruhlu ve zarif bir insandır ki, başkası kendisine kötü sözler sarf ettiği takdirde; «Doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni affetsin.» diyerek karşılık verir.” buyurmuştur.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Aklım, kalbime; «Îmân nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îmân edepten ibârettir.» dedi.”
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
“O, öyle ince ruhlu ve zarif bir insandır ki, başkası kendisine kötü sözler sarf ettiği takdirde; «Doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni affetsin.» diyerek karşılık verir.” buyurmuştur.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-22(CAHİL VE NADANLARA SABIR VE TAHAMMÜL)

Hak dostları da, kendini bilmez câhillere aldırmaz, onlarla tartışmaya girmezler. Zîrâ bunun o nâdanları nefsânî bir inatlaşmaya götürüp daha büyük bir zarara sürüklenmelerine sebebiyet vereceğini bilirler.

Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu îkazda bulunur:

“Alçakça söylenen bir söze karşı sakın cevap vereyim deme!.. Çünkü o sözün sahibinde, onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabınıza yine o bayağı ifadelerle karşılık verirler. Câhil ile sakın lâtîfe etmeye kalkma!.. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.”

Mevlânâ Hazretleri de:

“Câhiller karşısında kitap gibi sessiz ol!”

“Güzel huylu kişi, dedikodulara tahammül eden, insanların kötülüğüne karşı âmâ ve sağır davranan kişidir.” buyurur.

Hakk’ın velî kullarının bu güzel ahlâkına dâir pek mânidar bir misâli Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle haber verir:

Birgün ashâbına:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl eden Allah Rasûlü’ne oradaki sahâbîler:

“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Ne muazzam bir gönül ufku… Cenâb-ı Hakk’a duyulan nihâyetsiz muhabbet, O’nun kullarına merhameti, şefkati, af ve müsâmahayı beraberinde getiriyor. Allâh’ın kullarının, kendisi sebebiyle hesap gününde zor duruma düşmelerini istemiyor. Allâh’ın kullarını rahatlatarak ilâhî rahmete ermeyi ümîd ediyor.

İmam Gazâlî Hazretleri de insanların sıkletlerine katlanmanın fazîletine dâir şu kıssayı nakleder:

“Hakîmin biri, hikmete dâir 360 eser yazmış ve bu sâyede Allâh’a yaklaştığını sanmıştı. Allah Teâlâ zamanın peygamberine şöyle vahyetti:

“–Falana söyle, yeryüzünü nifak ile doldurdu. Ben onun nifâkından bir şey kabul etmem!”

Bunun üzerine adamcağız tek başına bir mağaraya çekilerek ibâdet etmeye başladı ve: «İşte şimdi Rabbimin rızâsına eriştim.» diye düşündü. Yine Allah Teâlâ peygamberine:

“–Ona söyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkça rızâma erişemez.” diye vahyetti.

Adamcağız çarşıya çıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yürüdü, oturdu, yedi-içti. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle vahyetti:

“–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızâma nâil oldu.” (İhyâ, II, 610-611)

Nitekim tasavvufta da belli bir müddet inzivâya çekilip insanlardan ve dünya meşgalelerinden el-etek çekmek, rûhî tekâmül için gerekli bir temrin olarak görülmüşse de, bunun âdeta ruhbanlık gibi bir hayat tarzı hâline getirilmesi, men edilmiştir. Halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devâm etmek, “halvet der-encümen” adı ile kâideleştirilmiştir. Diğer bir ifâde ile “kesrette vahdet”, yâni kalabalıklar içinde bile Allâh ile beraberlik hâli, mü’minin mânevî seviyesini gösteren bir kulluk âdâbıdır. Yine kişinin insanlarla bir arada bulunmasının, kalbinin dâimâ Hak Teâlâ ile halvet hâlinde bulunmasına mânî bir durum olmadığını ifâde sadedinde de; “El kârda, gönül Yar’da…” tâbiri meşhur olmuştur.


Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Dünyanın hiçbir köşesi iptilâsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş, huzur ve rahat yoktur.”

“Allâh’a yemin ederim ki, sabrı yaşayamayan, fâre deliğine sığınsa bile, bir kedinin pençesinden kurtulamaz.”

İnsanların içinde bulunarak onların ezâ ve cefâlarına gönül hoşluğu içinde katlanmanın fazîletini Muhammed İkbâl, şu temsîlî hikâye ile ne güzel ifâde eder:

“Câhil bir ceylan, olgun bir ceylana dert yanar:

«–Bundan sonra Kâbe’de, (avlanmanın yasak olduğu) Harem bölgesinde yaşayacağım. Zîrâ ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz peşimizde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden kurtulmak, huzura kavuşmak istiyorum…»

Bunları dinleyen tecrübeli ceylan der ki:

«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileyi taşına vur. Keskin ve cevherli bir kılıçtan daha keskin yaşa! Îmânın seviyesi, ancak zorluklar karşısında belli olur. Tehlike; senin gücünü imtihan eder. Beden ve rûhunun nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.»”

a

Hakk’ın velî kullarının diğer bir vasfı da, zâlim veya mazlum olmak durumunda kaldıklarında, mazlum olmayı tercih etmeleridir.

Nitekim Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! (Fitne zamanlarında) biri evime girip, öldürmek için beni tehdit etse ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” deyince, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol!” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 29/2194)

Velhasıl Hak dostlarının bu vasfının kısaca ifadesi, “Hakk’ın kullarından gelen ezâ ve cefâlara Hak rızâsı için katlanabilmek”tir.

Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir:

Mâruf-i Kerhî Hazretleri, ölmek üzere olan bir hastayı evinde misâfir eder ve onun bütün hizmetini görür. Hasta ise, ıztırâbının şiddetiyle gece-gündüz inleyip kendisi bir an bile uyuyamadığı gibi, feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmaz. Üstelik gittikçe huysuzlaşır ve evdekileri ağır sözleriyle rahatsız eder. Nihâyet onun huysuzluklarına dayanamayan evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçarlar. Evde Mâruf-i Kerhî ile hanımından başka kimse kalmaz. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, geceleri de uyumayıp hastanın ihtiyaçlarını gidermeye devam eder. Ancak birgün uykusuzluğu dayanılmaz noktaya varır ve gayr-i ihtiyârî uyuyuverir. Bunu gören gâfil hasta, kendisine şefkatle kucak açan zâta teşekkür edeceği yerde nankörce söylenmeye başlar:

“–Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Başkalarına takvâyı emreder, kendileri yapmazlar. İşte bu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Karnını doyurup uykuya dalan kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!..”

Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere de sabreder. Lâkin hanımı daha fazla dayanamayıp ona, bu nankör hastayı artık evden göndermesini söyler. Mâruf-i Kerhî Hazretleri ise, mütebessim bir çehreyle şöyle der:

“–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik etmişse bana etmiştir. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içinde. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir...”

Bu kıssayı Bostan adlı eserinde nakleden Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur:

“Muhabbetle dolan kalb, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sâhibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. Görmez misin ki, Kerh şehrinde birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhî’nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur.”


 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt