HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-40
ALLAH İÇİN MUHABBET)
Hakîkaten nice müslüman; düğün, sünnet ve cenâze merâsimleri gibi, hayatın en mühim safhalarında dîni unutabiliyor. Hâlbuki bunlar, dînin asıl hatırlanması ve İslâm kimliğine göre yaşanması gereken anlardır. Zîrâ dîn; belli zamanlara has bir merâsim değil, ömrün her ânını tanzîm eden bir hayat tarzıdır. Dolayısıyla kimi zaman yaşanıp kimi zaman rafa kaldırılamaz. Hayatın her ânını son derece nezih bir İslâmî tavırla yaşamak gerekirken, aksine onun en mühim safhalarını Allah Teâlâ’yı gadaplandıracak hâle getirmek, tıpkı bir bardak menbâ suyuna bir miktar necâset damlatarak onu içilmez hâle getirmek gibi çirkin bir iştir.
Eskiden düğünler ve sünnetler câmi ve bahçelerde yapılır, mevlidler, Kur’ân-ı Kerîm’ler okunurdu. Zengin-fakir ayırd edilmeden davet edilir, ikramların ardından duâlar edilirdi. “Âmîn, âmîn!” nidâları, ruhların huzur kaynağı olurdu. Yoksullar ve garipler bilhassa çağrılır, dünya ve âhiret saâdeti için onların duâlarından istifâde edilirdi. Zîrâ; “Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fenâ bir yemektir.” (Buhârî, Nikâh, 72) nebevî îkâzına ciddiyetle riâyet edilirdi. Böylece feyiz ve rûhâniyet dolu, huzur bahşeden meclisler olurdu.
Günümüzde ise biraz imkânı olanların çoğu, isrâfa dayalı bir güç gösterisi içinde, düğün veya sünnet merâsimlerini çok yıldızlı oteller veya lüks restoranlar gibi, âdeta fukarâya yasak olan yerlerde icrâ eder oldular. Bu düğünlere de muayyen ve elit bir grup davet edilerek oburluğu teşvik eden açık büfe usûlü yemekler ikrâm edilmekte, mâlâyâni mevzulardan sohbet edilmektedir. Hattâ kimi düğünlerde ve sünnetlerde, kat’î bir haram olan içki, sanki o zamana has bir serbestlik varmış gibi derin bir gafletle tüketilmektedir. Nice dindar bilinen, namaz kılan, hacca giden ana-babalar, evlâtlarının içkili, rakkâseli ve gayr-i İslâmî davranışlarla dolu merâsimlerine göz yumarak inançlarıyla tezâda düşmektedirler.
Ayrıca günümüzde baba ocağından ayrılan gelinlere yapılması gereken hayırlı telkinlerin de muhtevâsı bir hayli değişmektedir. Eskiden:
“–Kızım, evimizden beyaz gelinlikle çıktığın gibi kocanın evinden de beyaz kefenle çıkasın…” şeklinde sadâkat ve fedâkârlık telkin edilip gelinin gideceği âileye karşı gönlü ısındırılırdı. Ayrıca hayatın acı sürprizleriyle karşılaştığında da sabretmesi tavsiye edilip: “–Kızım ağzından kan gelse, kızılcık şurubu içiyorum.” dersin diye telkinlerde bulunulurdu. Bu şekilde evvelâ gireceği yuvanın rûhânî dokusu sağlam bir şekilde inşâ edilmeye çalışılırdı. Bugün ise maalesef:
“–Aman kendini ezdirme, sana bir şey söylerlerse sakın ha altta kalma, sen de iki mislini söyle…” gibi güyâ dostâne tavsiyelerle gelinler en baştan menfî şartlanmalar ve peşin hükümlerle doldurulmaktadır. Tabiî ki bunlara paralel olarak dâmatlara yapılan telkinlerin muhtevâsını tahmin etmek de güç değildir.
Günümüzde boşanmaların, geçimsizliklerin, hırçınlıkların, rûhî bunalımların artmasının bir sebebini de, bu ve benzeri mânevî hassâsiyetlerin unutulmasında aramak gerekir. Zîrâ her zâhirî sebebin arkasında daimâ bâtınî bir sebebin de bulunduğunu unutmamak gerekir.
Yine hayatın en mânidar noktalarından biri olan cenâze merâsimleri bile yozlaştırılarak mevtâ üzerinden dolaylı bir güç ve îtibar gösterisine dönüştürülmektedir. Yüksek mevkî sahiplerinin cenâzeye iştirâkiyle iftihar edilmektedir. Bâzı cenâze yakınlarının, cenâzeye iştirâk eden veya tâziyede bulunan meşhur kimselerin isimlerini beyân ederek gazetelere teşekkür ilanları vermeleri de, tâziyenin rûhâniyetini zedeleyen bir başka husustur.
Ayrıca mevtânın rûhu için sadakalar verilip fakir-fukarânın hayır duâları alınarak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti taleb edileceği yerde, hristiyanlıktan gelme bir âdet olan çelenklerle gayr-i müslimlere benzer manzaralar sergilenmektedir.
Hâlbuki cenâzelere Allah rızâsı için gidilir, mevtâya duâ edilir, selâmeti için sadakalar dağıtılır, din kardeşine karşı bir vefâ borcu ödenir. Nitekim Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da ashâbına zaman zaman;
“Bugün bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” diye sorarak onları din kardeşlerinin dert ortağı ve tesellî kaynağı olmaya teşvik ederdi.
Fakat bugün bâzıları, cenâzelere, sırf mevtâ yakınlarına ayıp olmasın, onlar nezdindeki îtibarları zedelenmesin düşüncesiyle iştirâk etmektedirler. Bu sebeple gariplerin ve fukarânın cenâzelerine değil, makam-mevkî sahibi, varlıklı, şöhretli kimselerin cenâzelerine daha çok alâka gösterilmektedir.
Ne hazindir ki, dünyevîleşme ve maddecilik salgınının kol gezdiği günümüzde, her şeyi materyalist bir zihniyetle değerlendirmeye alışmış olan bazı çevrelerde, insanın şeref ve kıymeti; para-pul ve makam-mevkî ile ölçülür hâldedir. Düğünler, sünnetler, cenâzeler de âdeta bunun test edildiği yerler durumundadır. Hâlbuki insanın izzet ve şerefinin ölçüsü; her hâlükârda İslâm şahsiyet ve karakterini muhâfaza etmesidir, yâni îmânıdır, takvâsıdır, güzel ahlâkıdır.
Lüks yaşama düşkünlüğü, düğün, sünnet ve sâir kutlama ve eğlencelerde sergilenen nefsânî ve şehvânî manzaralar, yapılan israflar, civardaki hastaları, bebekleri, mahzun, gamlı ve yorgun gönülleri düşünmeden, kul hakkı çiğnediğini aklının ucundan bile geçirmeden patlatılan silâhlar, havâî fişekler, maytaplar, rahatsız edici müzik çığlıkları vs… Bütün bunlar, dünyevîleşme ve yabancı kültür istîlâsının toplumumuzdaki menfî tesirlerinden birkaçıdır. Bizim dînî ve millî örfümüz içinde böyle aşırılıklara yer yoktur. Nitekim ince ruhlu ecdâdımız, toplum hayatında da İslâmî nezâkete dikkat ederlerdi. Hastası olan evin penceresine kırmızı bir çiçek konulur, oradan geçen satıcılar rahatsızlık vermemek için sessizce geçer, çocuklar da oyunlarını diğer mahallelerde oynarlardı...