Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (1 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-33
(CÖMERTLİK VE İNFAK)


Ali İsfehânî -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

“…Âfiyet ve günahsız olmayı aradım; zühdde, yâni şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte buldum. Kolay hesâbı aradım, susmakta buldum. Rahat ve huzûru aradım; cömertçe infâk etmekte buldum.”

Zîrâ her mü’min, çevresinden mes’ûldür. Muhtaçların, mazlumların feryatlarına bîgâne kalamaz. Yine o, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, hassas, rakik, diğergâm, merhametli, cömert ve infak heyecânıyla dolu olmalıdır.

Cenâb-ı Hak, rızkın temininde mahlûkâtı birbirine vesîle kılmıştır. Dolayısıyla muhtâcı gözetmek, Allah Teâlâ’nın bizlere olan ihsanlarından onlara pay ayırabilmek, büyük bir fazîlet ve ilâhî bir lutuftur. Muhtaçların feryatlarına tesellî olmadıkça mü’minin rûhu da tesellî bulamaz.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyâna uğramakta rûha fayda vardır, onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”

Dünyâ serveti; en yakınlardan başlayıp toplumdaki âcizlere, kimsesizlere, gariplere yardımda bulunmak sûretiyle, vicdan huzûruna ve âhiret saâdetine ermek için kazanılmalıdır. Kazançta niyet bu olursa, dünyevî endişelerin gönüllerde meydana getirdiği katılık, kasvet, buhran ve sıkıntıların yerini tatlı bir huzur ve sükûnet hâli alır.

Günümüzün en büyük hastalıklarından biri olan kalp katılığının devâsını, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’dan dinleyelim:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, II, 263)

Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîsin şerhi mâhiyetinde şöyle buyurur:

“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin.”

İşte cömertçe infakların rakikleştirdiği, olgunlaştırdığı huzurlu ruhlar, yaptıkları infakların, ilâhî muhâfazaya da vesîle olduğunu müşâhede etmenin sürûrunu yaşarlar. Bunun için de cân u gönülden infâka yönelirler.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur! Altın; zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar!”

Hakîkaten de infâk edilen mal eksilmez, kaybolmaz, bilâkis infaktaki ihlâs nisbetinde bereketlenir. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, bütün malını infâk edip maddî bakımdan defâlarca bitme noktasına gelmesine rağmen, Rabbimiz’in lutfuyla tekrar tekrar servet sahibi oldu. Zîrâ Allah yolunda infâk edilen mal, tıpkı budanan bir ağacın daha canlı ve verimli bir hâle gelmesi gibi bereketlenir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)

İnfak edilmeyen mal ise dura dura bozulan, kokuşup kirlenen suya benzer. Şeyh Sâdî ne güzel söyler:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz.”

Hazret-i Mevlânâ da bu gerçeği şöyle ifâde eder:

“Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem eder.”

Verilen zekât ve sadakalar, geriye kalan malı temizler. Ayrıca veren için belâlara karşı mânevî bir zırh olur. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)

Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde infâkın emir ve teşvik edilmesi, Rabbimizin kullarına olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Zîrâ Hak Teâlâ kullarını, infak ibâdetini îfâ etmeye çağırırken, aslında kullarını infâkın mânevî feyz, bereket ve huzurundan lâyıkıyla istifâde etmeye dâvet etmiş olmaktadır.

İhtiyaç Fazlasını Ver

Kalpler muhabbetle Hakk’a râm olduğunda, zühd hâli başlar. Mal ve servet gözden ve gönülden düşer, ancak Hakk’a yakınlığa vesîle olabildiği nisbette değer kazanır. Allah rızâsını dileyen mü’min, sâde ve gösterişsiz bir hayat yaşayıp kifâyet miktarıyla yetinmeyi bilir ve infâk edebilmenin yollarını arar.

Kur’ân ve Sünnet iklîminde yetişen sahâbe nesli de, fetihler neticesinde Medîne’ye akan ganîmet mallarıyla zenginleşmelerine rağmen, lüks ve saltanata meyletmediler. Mütevâzı yaşantılarını, evlerinin sâde dekorunu değiştirmediler. Gelen malı infâk etmek sûretiyle hakîkî zenginliğin vicdan huzurunu ve gönül saltanatını yaşadılar. Zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuruyla yaşıyorlardı.

İmam Mâlik Hazretleri, zamanının halîfesine yazdığı bir mektupta der ki:

“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- on defa haccetti. Benim bildiğime göre yaşantısını kifâyet miktarına indirerek bir hac süresince ancak 12 dinar harcardı. Çadırda değil, ağaç gölgesinde konaklardı. Süt kırbasını boynunda taşırdı. Çarşı pazar dolaşır, oradakilerin hâlini-hatırını sorardı.” (Kâdı İyâz, Tertibü’l-Medârik, s. 271)

Yâni Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- iktisâda riâyet ederek ve kendi ihtiyaçlarında kifâyet miktarıyla yetinerek haccını îfâ ederdi. Böylece malının arta kalanını da infâk ederdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak infâkın ölçüsünü “ihtiyacın fazlası”1 olarak beyân etmiştir. Buna göre cömertliğin asgarî ölçüsü, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir.

Bu hususta Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da şöyle buyurmuştur:

“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. (Unutma ki) veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd, 32)

Demek ki şahsî harcamalarda “ihtiyaç” miktârını aşmamak, ihtiyaç miktârını da insaf sınırları içerisinde belirlemek ve bu sınırın dışına taşan imkânları infakta değerlendirmek îcâb eder.

Cömertliği Artırma Gayreti

Ahmed bin Ebû Verd -rahmetullâhi aleyh-, Hak dostlarının hâlini şöyle hülâsa eder:

“Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri de artar:

1. Makâmı yükseldikçe, tevâzûsu artar.

2. Ömrü uzadıkça, hizmeti artar.

3. Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.”

 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde infâkın emir ve teşvik edilmesi, Rabbimizin kullarına olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Zîrâ Hak Teâlâ kullarını, infak ibâdetini îfâ etmeye çağırırken, aslında kullarını infâkın mânevî feyz, bereket ve huzurundan lâyıkıyla istifâde etmeye dâvet etmiş olmaktadır.
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Bu hususta Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da şöyle buyurmuştur:

“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. (Unutma ki) veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd, 32)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur! Altın; zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar!”
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-34
(CÖMERTLİK VE İNFAK)

Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri de, öyle bir infak heyecanı içindeydi ki, yaptığı hayır ve infakları hiçbir zaman kâfî görmez, çalıştığı iş yerine giderken dolmuşa vereceği parayı bile infâk edebilmek için Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürüyerek giderdi. Yâni kendi ihtiyacından dahî fedâkârlıkta bulunarak infâkını artırmaya çalışırdı.

Zîrâ infâk edilen mal veya imkânlar, ebedî saâdetin sermâyesidirler. Hazret-i Mevlânâ, bu saâdete nâiliyetin yoluna işâret etmek üzere şöyle nasihat eder:

“Bu dünyada yediğin ve içtiğinden bir miktarını hayrın için azalt ki, ileride Kevser havuzunu bulasın. Vefâ toprağına bir yudumcuk döken kişiden, devlet avı nasıl kaçabilir?..”

Bugün de şahsî rahat ve konfordan, evlerin dekorundan ve günlük harcamalardan yapılacak küçük fedâkârlıklarla bile olsa, bu yüce ahlâkı herkes mümkün olduğu kadar yaşamaya çalışmalıdır. Zaten toplumdaki muhtaçların, muzdariplerin, mazlumların hâli, vicdânı olanlar için yeterli bir ibret tablosudur. Bu ibretle hareket eden varlıklı kimseler, kendilerine mahsus bir lüks ve rahatlık arayışından uzak dururlar. Fakat bu hakîkatlerden gâfil kalarak kendileri için aşırı masraf yapanlar, “kendi malım değil mi, istediğim gibi harcarım” düşüncesizliğiyle saçıp savuranlar, Kur’ânî ifâde ile; nankör şeytanın arkadaşlarıdırlar.2

Cimrilik Körlüğü!..

Gerçek bir infâk ehli olabilmek için, ihsan kıvâmında, yâni Cenâb-ı Hakk’ı görürcesine bir kulluk hayatı şarttır. Her zaman ve mekânda ilâhî kudret ve azameti görebilmek, gönül gözünün açık olmasına bağlıdır. Gerçek cömertliğe erebilmek için, yapılan infakların da âhiretteki mükâfâtını görürcesine sağlam bir îman lâzımdır. Bu hakîkati Hazret-i Mevlânâ şöyle dile getirir:

“Hazret-i Peygamber buyurdu ki:

«Kıyâmet gününde verilecek karşılığı iyiden iyiye bilen; bir verdiğine karşılık on verileceğine inanan, her zaman cömertliğini türlü şekilde artırır durur.

Cömertlik, bütün karşılıkları görmektir. Bu yüzdendir ki, cömertlik ümit ve neşe getirir. Ve verdiği şeylerin kaybolduğu korkusunu giderir.»

Cimrilik ise Peygamberimiz’in müjdelediği mükâfatları görmemektir. İnciyi görmek, dalgıcı sevindirir. Bu duruma göre, dünyada hiç kimsenin cimri olmaması gerekir. Çünkü hiç kimse karşılığı olmadıkça oyuna giremez.

Demek ki cömertlik gözden geliyor, elden değil. İş gören gözdür, görüştür. Gözü görenden başkası cimrilikten kurtulmadı.”

Hakîkaten de cimrilik; hem hayatın âkıbeti olan ölüm ve sonrasına karşı bir kalp körlüğüdür, hem de her şeyi yaratıp kullarına lutfeden Rabbimize karşı dehşetli bir nankörlüktür.

Hazret-i Mevlânâ’nın îkâzı ne müthiştir:

“Irmak kıyısında oturup da suyu esirgeyen, ırmağı görmeyen kör bir kişidir.”

Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde biz kullarını böyle bir gönül körlüğüne ve nankörlüğe dûçâr olmaktan açıkça îkaz buyurmaktadır:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır…” (el-Hadîd, 10)

“…Göklerin ve yerin hazineleri Allâh’a âittir. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (el-Münâfikûn, 7)

“İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz...” (Muhammed, 38)

Yani kimin mülkünde yaşıyoruz, kimin verdiği rızıkla rızıklanıyoruz ve neticede kimin malını kimden esirgiyoruz?!.

Şüphesiz ki mülkün gerçek sahibi Allah’tır. O bize nîmetlerini emânet olarak veriyor. Kul bir emânetçi ve tasarruf memuru hükmündedir. Fakat tasarrufundan mes’ûl bir memur… Kendisine varlık emânet edilen kul, aynı zamanda yoksulun ve muhtâcın da emânetçisidir. Bu şuura sahip olan, etrâfına bîgâne kalamaz.

İnfâk Et ki Sana da İnfâk Edilsin...

Allâh’ın mahlûkâtına merhamet ve infak, Allâh’a muhabbetin en güzel göstergesi, lutfettiği nîmetlerine karşı da en güzel bir şükür ifâdesidir. Rabbimizin lutuf ve merhametine muhtaç olduğumuz kadar biz de O’nun muhtaç kullarına ve bütün mahlûkâtına karşı cömert ve lutufkâr olmak zorundayız. Zîrâ onlar, bizler için bir imtihan mevzuudurlar.

Hadîs-i kudsîde buyrulur:

“Ey Âdemoğlu! İnfâk et ki, sana da infâk edilsin!” (Buhârî, Tevhîd, 35)

Yine bir hadîs-i şerîfte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyururlar ki:

“İnfâk et, sayıp durma, Allah da sana karşı nîmetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allah da senden saklar.” (Buhârî, Zekât, 21; Müslim, Zekât, 88)

Yâni Allâh’ın râzı olduğu güzel bir mü’min olabilmek için O’nun bize ihsân ettiği gibi, biz de O’nun muhtaç kullarına cömertçe ikrâm etmekle mükellefiz.

Rabbimiz, kalblerimizden îman vecdini, ruhlarımızdan cömertlik neşesini, vicdanlarımızdan infak huzurunu eksik etmesin!

Âmîn...

 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“Bu dünyada yediğin ve içtiğinden bir miktarını hayrın için azalt ki, ileride Kevser havuzunu bulasın. Vefâ toprağına bir yudumcuk döken kişiden, devlet avı nasıl kaçabilir?..”
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Kimin mülkünde yaşıyoruz, kimin verdiği rızıkla rızıklanıyoruz ve neticede kimin malını kimden esirgiyoruz?!.

"İnfâk Et ki Sana da İnfâk Edilsin..."
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Şüphesiz ki mülkün gerçek sahibi Allah’tır. O bize nîmetlerini emânet olarak veriyor. Kul bir emânetçi ve tasarruf memuru hükmündedir. Fakat tasarrufundan mes’ûl bir memur… Kendisine varlık emânet edilen kul, aynı zamanda yoksulun ve muhtâcın da emânetçisidir. Bu şuura sahip olan, etrâfına bîgâne kalamaz.

Rabbimiz, kalblerimizden îman vecdini, ruhlarımızdan cömertlik neşesini, vicdanlarımızdan infak huzurunu eksik etmesin!

Âmîn...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-35
(ALLAH İÇİN MUHABBET)

Muhabbet, sevenin sevdiğinde kendi özelliklerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak, bir kulunda kendi cemâlî sıfatlarını gördüğü nisbette o kulunu sever. Yâni bir mü’min, Allah ve Rasûlü’nün emir ve tavsiye buyurduğu güzel ahlâk ile ahlâklandığı nisbette ilâhî muhabbete nâil olur.

Bu âlemde her şey zıddıyla kâimdir. Muhabbetin zıddı nefret olduğundan, Allâh’ın sevmediklerinden nefret etmek de, O’nu sevmenin en tabiî ölçüsüdür.

Nitekim Cenâb-ı Hak, Habîbim buyurduğu Sevgili Rasûlü’ne eziyet veren Ebû Leheb’e lânet etmiş ve bu ilâhî gadabını Kur’ân-ı Kerîm’de bir sûre ile bütün insanlığa beyan buyurmuştur. Dolayısıyla denilebilir ki, zıtlarına nefret edilmeden yaşanan bir muhabbet noksandır, ciddiyet ve samîmiyetten uzaktır.

Muhabbetin Hâlık’ı, menbaı ve nihâî gâyesi Allah Teâlâ’dır. Mü’min, bütün fânî muhabbetleri, ilâhî muhabbete bir basamak bilmelidir. Zîrâ hakikî muhabbet, fânî muhabbetlerin dar hudûdunu aştıktan sonra başlar. İlâhî muhabbetin lezzeti karşısında diğer muhabbetlerin geçici ve anlık lezzetleri, tıpkı güneş karşısındaki bir mum ışığı gibi sönük kalır. Hazret-i Mevlânâ bunu ne güzel ifâde eder:

“Cenâb-ı Hak, bir yudumcuk ilâhî muhabbete öyle bir husûsiyet vermiştir ki, ondan nasîb alan, iki âlemin endişesinden kurtuluşa erer.”

Hak dostları, muhabbette zirveleşmenin müşahhas misalleridir. Allah muhabbetini lâyıkıyla tadan gerçek mü’minler; Allâh’ı, Rasûlü’nü ve Onlar’ın sevdiklerini de severler. Kalplerinde başka sevgiler ömürlerini tüketir. Ana-baba, çoluk-çocuk, mal, can, eş-dost, konu-komşu, millet, vatan, ezan, bayrak ve emsâli her şeyi, yâni Allâh’ın bütün nîmetlerini yine Allah için sevmek ise, muhabbetin hakîkatine vâkıf olmanın işaretleridir. Zîrâ Allah’tan gayrısına yönelmiş gibi görünen bu nevî muhabbetler de, esâsen Allah için olduğundan, kalbe huzur bahşeder.

Nübüvvet Ağacının Meyveleri

Birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’ye sorar:

“–Yâ Ali! Allah Teâlâ’yı seviyor musun?”

“–Evet yâ Rasûlallah, seviyorum.”

“–O’nun Rasûlü’nü de seviyor musun?”

“–Evet yâ Rasûlallah!”

“–Kızım Fâtıma’yı da seviyor musun?”

“–Evet yâ Rasûlallah!”

“–Peki ya Hasan ve Hüseyin’i seviyor musun?”

“–Evet yâ Rasûlallah!”

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yâ Ali! Gönül bir tane, sevgi ise dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor?” buyurur.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu suâle bir türlü cevap veremez. Düşünceli bir hâlde evine döner. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, Hazret-i Ali’yi durgun ve düşünceli görünce meraklanır. Ne olduğunu öğrenebilmek için şefkatle:

“–Sizi durgun görüyorum; üzücü bir şey mi oldu?” diye söze girer ve; “Eğer üzüldüğünüz şey, bu dünya ile ilgili ise kederlenmeye değmez. Âhiret ile ilgili bir husus ise, nedir sizi üzen?” diye sorar.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- başından geçenleri anlatır. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- durumu öğrenince gülümser ve:

“–Haydi babamın yanına var ve bu suâli şöyle cevaplandır.” diyerek bâzı îzahlarda bulunur. Hazret-i Ali’nin gönlü bu îzahlardan hoşnud olur ve hemen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın huzuruna koşar:

“–Yâ Rasûlallah! İnsanın sağı, solu, önü, arkası diye yönleri vardır. Kalbin de böyle. Ben Allâh’ı aklım ve îmânımla, Siz’i rûhum ve îmânımla, Fâtıma’yı insânî nefsimle, Hasan ve Hüseyin’i de babalığın tabiî îcâbı ile seviyorum.” der.

İki Cihan Güneşi Efendimiz bu cevap karşısında tebessüm eder ve:

“–Yâ Ali! Bu sözler ancak nübüvvet ağacının dalından alınmış meyvelerdir.” buyurur.

Görüldüğü üzere temelinde Allah rızâsı bulunan bütün muhabbetler makbuldür. Allâh’ın râzı olmadığı muhabbetler ise, kalbin mânevî kanseridir.


 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
“Cenâb-ı Hak, bir yudumcuk ilâhî muhabbete öyle bir husûsiyet vermiştir ki, ondan nasîb alan, iki âlemin endişesinden kurtuluşa erer.”

 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Mü’min, bütün fânî muhabbetleri, ilâhî muhabbete bir basamak bilmelidir. Zîrâ hakikî muhabbet, fânî muhabbetlerin dar hudûdunu aştıktan sonra başlar.
 

CAFERİ_TAYYAR

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Şub 2009
Mesajlar
385
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
s.a.
Arkadaşlar bende
"YOLDAKİ İŞARETLER" isimli kitabı tavsiye ediyorum ,
Şedhid Seyyid KUTUP 'tan
selametle kalın inş
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-36
(ALLAH İÇİN MUHABBET)

Gönlü Çelen Dünya Muhabbetleri

Cenâb-ı Hakk’ın kuluna vaad ettiği ebedî saâdete mukâbil dünyevî arzulara kapılarak Rabbini unutmak,

-Ferîdüddin Attâr’ın naklettiği bir hikâyede olduğu gibi-, bir pâdişâhın yanında büyük îtibârı olan bir av köpeğinin, bir av seferinde basit bir kemik parçasına takılıp, asıl sahibi olan pâdişâhı unutması gibi bir ahmaklıktır. Dünya imtihanında insan da tıpkı bu misaldeki gibi pek çok kemiklere veya olta ucundaki yemlere muhâtaptır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”

Bir kulun, nefsânî arzularının esiri olup Rabbini unutması da bundan farksızdır. Dünyânın aldatıcı yaldızlarına kanarak Hak katındaki ulvî mevkiini zâyi etmek, nâdide pırlantalarla bezenmiş altın bir vazoyu, âdi bir teneke parçası karşılığında satmak gibi bir hamâkattir. Hazret-i Mevlânâ, insanın bu garip aldanışını da şu teşbîh ile îzah eder:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zîrâ kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır.”

Gerçek mü’min, mahlûkâtın en şerefli varlığıdır. O, muhabbet sermâyesini yanlış kullanarak bu şeref ve haysiyetini kaybedecek derecede alçalamaz. Bir yudumluk dünya lezzetine aldanacak kadar küçülemez. Maddî yapısının hevâ ve heveslerini tatmin etmeyi, gerçek saâdet zannetme sefâletine düşmez.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Rasûlüm!) Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Furkan, 43)

Hadîs-i şerîfte ise:

“Yeryüzünde tapılan sahte tanrılardan Allâh’ın en çok buğz ettiği, hevâ ve hevestir.” buyrulur. (Heysemî, I, 188)

Zünnûn-i Mısrî Hazretleri de muhabbet ve buğzu doğru kullanmanın yolunu şöyle îzah eder:

“Allâh’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!..”

Yâni Allâh’a dost olmak için, nefsin esâretinden kurtulmak gerekir. Diğer bir ifâdeyle, nefsin arzularına mağlup olmamalı ki, Hakk’ın dostluğuna erilebilsin.

Fakat îmânın rehberliğinden mahrum bir şekilde, muhabbetini nereye hasredeceğini bilmeyen kimse, okyanus ortasında dümeni kırılan bir gemi gibidir. Nefsânî yaldızlar, onu peşinde sürükler durur. Aklı, iz’ânı, vicdânı dumûra uğratır. Zîrâ hak ile meşgûl olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder. Tıpkı düşman istilâsına uğramış bir ülke gibi, süflî muhabbetlere esir olmuş bir kalpte de huzur kalmaz.

Îman izzetine ters düşen muhabbetler, mü’minin kendisiyle çatışmasına, îmânını zedelemesine, hattâ inkâr bataklığına düşmesine bile sebebiyet verebilir. O hâlde, nasıl ki midemize kirli ve haram bir lokma girmemesi için dikkat ediyor isek, lâyık olmayan muhabbetleri gönle sokmamak husûsunda da aynı hassâsiyeti göstermemiz gerekir. Kalpte îman muhabbetinin muhâfazası için de:

Lâyıkına Muhabbet, Müstehakkına Nefret

Muhabbet ve nefret duyguları, Allah için olmaz ise, buğz edilmesi gerekene muhabbet beslenip muhabbet duyulması gerekene de bîgâne kalınırsa, bu bir mânevî felâket olur. Bu sebeple muhabbeti lâyıkına, husûmeti müstehakkına tevcih etmek şarttır. Âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyrulur.

Çünkü sâlihlerden dâimâ feyz, rûhâniyet ve pozitif enerji sirâyet eder. Bunun zıddına, din düşmanlarına ve fâsıklara muhabbet ise, felâket getirir. Bu itibarla yine âyet-i kerîmede:

“…Zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’am, 68) buyrulur.

Bir din düşmanının yaptığı bir duvara bile “aman ne güzel” demekten dolayı kalbe menfî bir tesir ârız olur. Zîrâ onun fiilini veya eserini beğenmek, o Allah düşmanının îtibârını yükselteceğinden, Cenâb-ı Hakk’ın gadabını celbeder. İslâm şahsiyet ve kimliğini zaafa uğratan bu hâl, nice mü’minlerin gaflet gösterdiği bir imtihan handikapıdır.

Bu hususta, târihimizde 2. Bâyezid’in gösterdiği ince firâseti, bizler de örnek almalıyız. 2. Bâyezid devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmar ve ressam Leonardo da Vinci, Bâyezid Hân’a bir mektup yazıp İstanbul’daki câmi ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif eder. Bu teklif, Kubbealtı vezirleri arasında sevinç ve heyecanla karşılanır. Bâyezid Hân ise, bu teklifi reddederek şöyle der:

“–Şâyet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûb ve rûh itibârıyla kilise mîmârîsinin benzeri bir mîmârî hâkim olur, kendi İslâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!..”

İşte bu isâbetli görüş; firâsetli bir mü’minin İslâm vakârını ve îman asâletini ifâde eder. Nitekim 2. Bâyezid’in ardından Osmanlı İslâm sanatı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sâyesinde İslâm’ın rûhu, geometriye nakşedilmiş, değerini günümüze kadar koruyan Süleymâniye ve benzeri âbideler silsilesi vücut bulmuştur.

Şâyet bu hassâsiyet gösterilmemiş olsaydı, İslâm’ın huzûrunu, zarâfetini, estetiğini, ihtişâmını aksettiren sanat eserleri meydana gelemezdi. Mimar Sinanlar, Hattat Hamdullahlar, Karahisârîler ve emsallerinin yetişebileceği yüksek bir medeniyet zemini inkişâf edemezdi. Bu yüzden her hususta İslâm şahsiyet ve vakârını sergileyip gayr-i müslimlerin hayat tarzına özenmekten sakınmak îcâb eder.

Hak dostları; zâlim, fâsık ve kâfirlerin hayat tarzlarına meyletmek bir yana, onların iyiliğine bile muhâtap olmaktan sakınmışlardır. Zîrâ insan, ihsâna mağluptur. Gönülde, iyiliği görülen kimselere karşı bir yakınlık ve meclûbiyet hissi filizlenir. Bu yüzden bir zarûret olup da ihtiyâcını arz etmek gerektiğinde, sâlih kimselere mürâcaat etmeli, nâmerde muhtâc olmaktan Allâh’a sığınmalıdır.

Nitekim ihtiyacı için başkalarından bir şey isteyip isteyemeyeceğini soran bir sahâbîye Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalırsan, hiç olmazsa sâlihlerden iste!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât, 28)

Bu hususta Firavun’un sihirbazlarının hâli de çok ibretli bir misaldir.

Firavun’dan evvelâ izzet ve îtibar gören sihirbazlar, şâhid oldukları mûcizeler sebebiyle îmân ettiler. Firavun, onların bu hâli karşısında öfkeden deliye döndü; ölüm tehditleri yağdırmaya başladı. Sihirbazlar ise îman asâlet ve metânetiyle dik durdular, bâtıl karşısında eğilmediler.

“–Senin zulmün dünyâya âittir, sen dilediğin gibi hükmedebilirsin, biz nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz.” diyerek meydan okudular. Elleri ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılmadan önce de, beşerî bir acziyet göstermemek için ellerini semâya kaldırarak:

“...Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır (ki îmanda zaafa düşmeyelim), canımızı müslüman olarak al!” (el-A’râf, 126) duâsıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Ardından da şehîden Rablerine kavuştular.

Asr-ı saâdetten şu hâdiseler de Allâh’ın gadab ettiği kimselere karşı sahip olunması gereken kalbî kıvâmın en güzel misallerindendir:

Müşrikler, Hudeybiye Sulh Anlaşması’nı, iki sene sonra, müslümanlara karşı işledikleri büyük bir katliâm ile bozmuşlardı. Üstelik Allah Rasûlü’nün yeniden yaptığı sulh tekliflerini de dikkate almadılar. Daha sonra ise büyük bir korkuya kapılarak liderleri olan Ebû Süfyân’ı Medîne-i Münevvere’ye gönderdiler.

Medîne’de hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi. Peygamber Efendimiz’in zevcesi Ümmü Habîbe vâlidemiz, Ebû Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi altından çekip aldı. Ebû Süfyan hayretle:

“–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.

Ümmü Habîbe vâlidemiz:

“–Bu minder, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âittir. Sen necis bir müşrik olduğun için, ona oturmaya aslâ lâyık değilsin!” cevâbını verdi.

Ebû Süfyân işittiği bu cümleler karşısında âdeta dondu kaldı:

“–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acâyip olmuşsun!” dedi.

Ümmü Habîbe vâlidemiz:

“–Hayır, Allah beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îman muhabbetinin her şeyin üzerinde olan ulvî değerini ifâde etti. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)

Yâni îman şerefi, bütün fânî asabiyetlerin üstündedir. Babası bile olsa Allah için buğz edilmesi gereken kişiye buğz edebilmek, ancak îman asâletindendir.

 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Yâni îman şerefi, bütün fânî asabiyetlerin üstündedir. Babası bile olsa Allah için buğz edilmesi gereken kişiye buğz edebilmek, ancak îman asâletindendir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Zünnûn-i Mısrî Hazretleri de muhabbet ve buğzu doğru kullanmanın yolunu şöyle îzah eder:

“Allâh’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!..”
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Bir din düşmanının yaptığı bir duvara bile “aman ne güzel” demekten dolayı kalbe menfî bir tesir ârız olur. Zîrâ onun fiilini veya eserini beğenmek, o Allah düşmanının îtibârını yükselteceğinden, Cenâb-ı Hakk’ın gadabını celbeder. İslâm şahsiyet ve kimliğini zaafa uğratan bu hâl, nice mü’minlerin gaflet gösterdiği bir imtihan handikapıdır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-37
(ALLAH İÇİN MUHABBET)

Yine asr-ı saâdetten, îman celâdetiyle sergilenen diğer bir misal:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Anlaşması öncesinde Hazret-i Osman’ı, elçi olarak Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca Osman -radıyallâhu anh-’ı göz hapsine alarak:

“–İstiyorsan sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Bütün müslümanlar tavaf hasretiyle yanıyor, Kâbe gözlerinde tütüyordu. Hattâ bâzıları Hazret-i Osman’ın Kâbe’yi tavâf edeceğini düşünerek ona gıpta ediyorlardı. Fakat kendisini Allah ve Rasûlü’ne adamış olan o sâdık sahâbî:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyâret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum...” diyerek İslâm vakar ve şahsiyetiyle muhteşem bir tavır sergiledi. (Ahmed, IV, 324)

Ümmeti olarak bizler de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb-i şerîfleri ile aynı hassâsiyetleri taşımak durumundayız. Bu da O’nun sevdiğini sevmek, yerdiğini yermekle olur.

Gerçek Muhabbetin Alâmetleri

Bir sohbet esnâsında Sevbân -radıyallâhu anh-, Habîbullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek derin ve dalgın bir sûrette bakıyordu. Öyle ki onun bu hâli, Âlemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Merhametle sordular:

“–Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?”

Peygamber âşığı Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

“–Anam, babam ve canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Sen’in hasretin beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicrân olmaktadır. Dünyada böyle olunca âhirette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kişi sevdiği ile beraberdir...” müjdesini verdiler. (Buhârî, Edeb, 96)

Allah ve Rasûlü’nü sevmenin alâmeti ise, itaat ve teslîmiyettir. Efendimiz’in tâlimatlarına samîmiyetle itaat etmez isek O’nun şefaatini dilemeye de yüzümüz olmaz. Zîrâ âyet-i kerîmedeki îkaz çok açık ve nettir:

“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31)

Yâni Allah ve Rasûlü’ne itaate götürmeyen muhabbet sözleri, kuru bir iddiâdan öteye gidemez. Sevdiği uğruna fedâkârlıkta bulunmayanların kalbî beraberlik iddiâları, dört duvar arasındaki kuru beraberlikler gibi, bir kıymet ifâde etmez. Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Ey insanlar! «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîsini yanlış anlamayın! Sâlihlerin amelini işlemedikçe sâlihlerden olamazsınız. Zîrâ yahudî ve hristiyanlar, kendilerince peygamberlerini severler, fakat onlar ile değildirler.” (İhyâ, c. II, s. 402)

Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- de nefsini şöyle hesâba çekerdi:

“Firdevs Cenneti’nde Peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık hangi ameli işledin? Hangi şehevî arzunu kırdın? Hangi hiddetini yendin? Sana gelmeyen hangi akrabâna gittin? Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın? Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya hangi uzağına yaklaştın?..” (İhyâ, c. II, s. 402)

Allah için sevmek; sevgiye, sevgiden başka karşılık tanımamaktır. Bu mânâdaki sevgi, îmâna derinlik ve lezzet katar. Hadîs-i şerîfte, îmânın lezzetini ancak şu üç husûsiyeti taşıyan mü’minlerin tadabileceği bildirilmektedir:

“1. Allah ve Rasûlü’nü her şeyden daha çok sevmek,

2. Îmandan sonra küfre düşmeyi, ateşe düşmek kadar tehlikeli görmek,

3. Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek.” (Bkz. Buhârî, Îmân, 9, 14)

Tabiî ki îmânın lezzetini tadabilmek için muhabbetin sırf Allah için olması şarttır. Bunun da bâzı alâmetleri vardır. Sehl -rahimehullâh- bunu şöyle îzâh eder:

“Allâh’ı sevmenin alâmeti, Kur’ân-ı Kerîm’i sevmektir. Allah ve Kur’ân sevgisinin alâmeti, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı sevmektir. Peygamber sevgisinin alâmeti, sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alâmeti, âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti, dünyadan hoşlanmamak (yâni onun nefsânî câzibelerine aldanmamak)tır. Dünyadan hoşlanmamanın alâmeti de âhiret azığı olabilecek kadarının dışında onun varlığından uzak durmaktır.”

Velhâsıl, gerçek seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever, sevmediklerinden hoşlanmaz ve sevdiğini çokça anar. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a îmânın en fazîletlisi sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

“Allah için sevmen, Allah için nefret etmen ve dilini Allâh’ın zikrinde çalıştırman…” (Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 5/247)

Allah İçin Muhabbet ve Buğz

Rivâyetlerde bildirildiğine göre Allah Teâlâ Hazret-i Mûsâ’ya:

“–Ey Mûsâ, sırf Ben’im için işlediğin bir amelin var mı?” diye sorar.

Mûsâ -aleyhisselâm- da:

“–Allâh’ım! Sen’in için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, secde ettim. Sana hamd ettim, kitabını okudum, Sen’in adını andım.” der.

Allah Teâlâ buyurur ki:

“–Yâ Mûsâ! Namaz senin kılavuzundur, oruç sana kalkandır, verdiğin sadaka üzerine gölge olacaktır, secdedeki tesbih senin için cennette ağaç olacaktır. Kitabımı okuman sana köşk ve hûri sağlayacaktır. Ben’im adımı anman da senin ışığın olacaktır. Sırf Ben’im için hangi ameli işledin?”

Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbî! Bana sırf Sen’in için olacak bir amel bildir ki, onu işleyeyim.” der. Allah Teâlâ:

“–Ey Mûsâ! Ben’im için hiç dost edindin mi? Yine Ben’im adıma hiç kimseyi düşman bildin mi?” buyurur.

Böylece Hazret-i Mûsâ, Allah katında en makbul amelin, O’nun için sevmek ve O’nun nâmına düşmanlarından nefret etmek olduğunu anlar. (Mükâşefetü’l-Kulûb, 86)

 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“Allâh’ı sevmenin alâmeti, Kur’ân-ı Kerîm’i sevmektir. Allah ve Kur’ân sevgisinin alâmeti, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı sevmektir. Peygamber sevgisinin alâmeti, sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alâmeti, âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti, dünyadan hoşlanmamak (yâni onun nefsânî câzibelerine aldanmamak)tır. Dünyadan hoşlanmamanın alâmeti de âhiret azığı olabilecek kadarının dışında onun varlığından uzak durmaktır.”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt