BULENT TUNALI
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Ağu 2007
- Mesajlar
- 2,307
- Tepki puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 53
- Konum
- BURSA-m.k.paşa
- Web Sitesi
- www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-33
(CÖMERTLİK VE İNFAK)
Ali İsfehânî -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
“…Âfiyet ve günahsız olmayı aradım; zühdde, yâni şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte buldum. Kolay hesâbı aradım, susmakta buldum. Rahat ve huzûru aradım; cömertçe infâk etmekte buldum.”
Zîrâ her mü’min, çevresinden mes’ûldür. Muhtaçların, mazlumların feryatlarına bîgâne kalamaz. Yine o, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, hassas, rakik, diğergâm, merhametli, cömert ve infak heyecânıyla dolu olmalıdır.
Cenâb-ı Hak, rızkın temininde mahlûkâtı birbirine vesîle kılmıştır. Dolayısıyla muhtâcı gözetmek, Allah Teâlâ’nın bizlere olan ihsanlarından onlara pay ayırabilmek, büyük bir fazîlet ve ilâhî bir lutuftur. Muhtaçların feryatlarına tesellî olmadıkça mü’minin rûhu da tesellî bulamaz.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyâna uğramakta rûha fayda vardır, onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”
Dünyâ serveti; en yakınlardan başlayıp toplumdaki âcizlere, kimsesizlere, gariplere yardımda bulunmak sûretiyle, vicdan huzûruna ve âhiret saâdetine ermek için kazanılmalıdır. Kazançta niyet bu olursa, dünyevî endişelerin gönüllerde meydana getirdiği katılık, kasvet, buhran ve sıkıntıların yerini tatlı bir huzur ve sükûnet hâli alır.
Günümüzün en büyük hastalıklarından biri olan kalp katılığının devâsını, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’dan dinleyelim:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, II, 263)
Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîsin şerhi mâhiyetinde şöyle buyurur:
“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin.”
İşte cömertçe infakların rakikleştirdiği, olgunlaştırdığı huzurlu ruhlar, yaptıkları infakların, ilâhî muhâfazaya da vesîle olduğunu müşâhede etmenin sürûrunu yaşarlar. Bunun için de cân u gönülden infâka yönelirler.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur! Altın; zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar!”
Hakîkaten de infâk edilen mal eksilmez, kaybolmaz, bilâkis infaktaki ihlâs nisbetinde bereketlenir. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, bütün malını infâk edip maddî bakımdan defâlarca bitme noktasına gelmesine rağmen, Rabbimiz’in lutfuyla tekrar tekrar servet sahibi oldu. Zîrâ Allah yolunda infâk edilen mal, tıpkı budanan bir ağacın daha canlı ve verimli bir hâle gelmesi gibi bereketlenir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)
İnfak edilmeyen mal ise dura dura bozulan, kokuşup kirlenen suya benzer. Şeyh Sâdî ne güzel söyler:
“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz.”
Hazret-i Mevlânâ da bu gerçeği şöyle ifâde eder:
“Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem eder.”
Verilen zekât ve sadakalar, geriye kalan malı temizler. Ayrıca veren için belâlara karşı mânevî bir zırh olur. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)
Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde infâkın emir ve teşvik edilmesi, Rabbimizin kullarına olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Zîrâ Hak Teâlâ kullarını, infak ibâdetini îfâ etmeye çağırırken, aslında kullarını infâkın mânevî feyz, bereket ve huzurundan lâyıkıyla istifâde etmeye dâvet etmiş olmaktadır.
İhtiyaç Fazlasını Ver
Kalpler muhabbetle Hakk’a râm olduğunda, zühd hâli başlar. Mal ve servet gözden ve gönülden düşer, ancak Hakk’a yakınlığa vesîle olabildiği nisbette değer kazanır. Allah rızâsını dileyen mü’min, sâde ve gösterişsiz bir hayat yaşayıp kifâyet miktarıyla yetinmeyi bilir ve infâk edebilmenin yollarını arar.
Kur’ân ve Sünnet iklîminde yetişen sahâbe nesli de, fetihler neticesinde Medîne’ye akan ganîmet mallarıyla zenginleşmelerine rağmen, lüks ve saltanata meyletmediler. Mütevâzı yaşantılarını, evlerinin sâde dekorunu değiştirmediler. Gelen malı infâk etmek sûretiyle hakîkî zenginliğin vicdan huzurunu ve gönül saltanatını yaşadılar. Zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuruyla yaşıyorlardı.
İmam Mâlik Hazretleri, zamanının halîfesine yazdığı bir mektupta der ki:
“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- on defa haccetti. Benim bildiğime göre yaşantısını kifâyet miktarına indirerek bir hac süresince ancak 12 dinar harcardı. Çadırda değil, ağaç gölgesinde konaklardı. Süt kırbasını boynunda taşırdı. Çarşı pazar dolaşır, oradakilerin hâlini-hatırını sorardı.” (Kâdı İyâz, Tertibü’l-Medârik, s. 271)
Yâni Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- iktisâda riâyet ederek ve kendi ihtiyaçlarında kifâyet miktarıyla yetinerek haccını îfâ ederdi. Böylece malının arta kalanını da infâk ederdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak infâkın ölçüsünü “ihtiyacın fazlası”1 olarak beyân etmiştir. Buna göre cömertliğin asgarî ölçüsü, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir.
Bu hususta Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da şöyle buyurmuştur:
“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. (Unutma ki) veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd, 32)
Demek ki şahsî harcamalarda “ihtiyaç” miktârını aşmamak, ihtiyaç miktârını da insaf sınırları içerisinde belirlemek ve bu sınırın dışına taşan imkânları infakta değerlendirmek îcâb eder.
Cömertliği Artırma Gayreti
Ahmed bin Ebû Verd -rahmetullâhi aleyh-, Hak dostlarının hâlini şöyle hülâsa eder:
“Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri de artar:
1. Makâmı yükseldikçe, tevâzûsu artar.
2. Ömrü uzadıkça, hizmeti artar.
3. Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.”
(CÖMERTLİK VE İNFAK)
Ali İsfehânî -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
“…Âfiyet ve günahsız olmayı aradım; zühdde, yâni şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte buldum. Kolay hesâbı aradım, susmakta buldum. Rahat ve huzûru aradım; cömertçe infâk etmekte buldum.”
Zîrâ her mü’min, çevresinden mes’ûldür. Muhtaçların, mazlumların feryatlarına bîgâne kalamaz. Yine o, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, hassas, rakik, diğergâm, merhametli, cömert ve infak heyecânıyla dolu olmalıdır.
Cenâb-ı Hak, rızkın temininde mahlûkâtı birbirine vesîle kılmıştır. Dolayısıyla muhtâcı gözetmek, Allah Teâlâ’nın bizlere olan ihsanlarından onlara pay ayırabilmek, büyük bir fazîlet ve ilâhî bir lutuftur. Muhtaçların feryatlarına tesellî olmadıkça mü’minin rûhu da tesellî bulamaz.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyâna uğramakta rûha fayda vardır, onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”
Dünyâ serveti; en yakınlardan başlayıp toplumdaki âcizlere, kimsesizlere, gariplere yardımda bulunmak sûretiyle, vicdan huzûruna ve âhiret saâdetine ermek için kazanılmalıdır. Kazançta niyet bu olursa, dünyevî endişelerin gönüllerde meydana getirdiği katılık, kasvet, buhran ve sıkıntıların yerini tatlı bir huzur ve sükûnet hâli alır.
Günümüzün en büyük hastalıklarından biri olan kalp katılığının devâsını, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’dan dinleyelim:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, II, 263)
Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîsin şerhi mâhiyetinde şöyle buyurur:
“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin.”
İşte cömertçe infakların rakikleştirdiği, olgunlaştırdığı huzurlu ruhlar, yaptıkları infakların, ilâhî muhâfazaya da vesîle olduğunu müşâhede etmenin sürûrunu yaşarlar. Bunun için de cân u gönülden infâka yönelirler.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur! Altın; zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar!”
Hakîkaten de infâk edilen mal eksilmez, kaybolmaz, bilâkis infaktaki ihlâs nisbetinde bereketlenir. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, bütün malını infâk edip maddî bakımdan defâlarca bitme noktasına gelmesine rağmen, Rabbimiz’in lutfuyla tekrar tekrar servet sahibi oldu. Zîrâ Allah yolunda infâk edilen mal, tıpkı budanan bir ağacın daha canlı ve verimli bir hâle gelmesi gibi bereketlenir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)
İnfak edilmeyen mal ise dura dura bozulan, kokuşup kirlenen suya benzer. Şeyh Sâdî ne güzel söyler:
“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz.”
Hazret-i Mevlânâ da bu gerçeği şöyle ifâde eder:
“Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem eder.”
Verilen zekât ve sadakalar, geriye kalan malı temizler. Ayrıca veren için belâlara karşı mânevî bir zırh olur. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)
Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde infâkın emir ve teşvik edilmesi, Rabbimizin kullarına olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Zîrâ Hak Teâlâ kullarını, infak ibâdetini îfâ etmeye çağırırken, aslında kullarını infâkın mânevî feyz, bereket ve huzurundan lâyıkıyla istifâde etmeye dâvet etmiş olmaktadır.
İhtiyaç Fazlasını Ver
Kalpler muhabbetle Hakk’a râm olduğunda, zühd hâli başlar. Mal ve servet gözden ve gönülden düşer, ancak Hakk’a yakınlığa vesîle olabildiği nisbette değer kazanır. Allah rızâsını dileyen mü’min, sâde ve gösterişsiz bir hayat yaşayıp kifâyet miktarıyla yetinmeyi bilir ve infâk edebilmenin yollarını arar.
Kur’ân ve Sünnet iklîminde yetişen sahâbe nesli de, fetihler neticesinde Medîne’ye akan ganîmet mallarıyla zenginleşmelerine rağmen, lüks ve saltanata meyletmediler. Mütevâzı yaşantılarını, evlerinin sâde dekorunu değiştirmediler. Gelen malı infâk etmek sûretiyle hakîkî zenginliğin vicdan huzurunu ve gönül saltanatını yaşadılar. Zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuruyla yaşıyorlardı.
İmam Mâlik Hazretleri, zamanının halîfesine yazdığı bir mektupta der ki:
“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- on defa haccetti. Benim bildiğime göre yaşantısını kifâyet miktarına indirerek bir hac süresince ancak 12 dinar harcardı. Çadırda değil, ağaç gölgesinde konaklardı. Süt kırbasını boynunda taşırdı. Çarşı pazar dolaşır, oradakilerin hâlini-hatırını sorardı.” (Kâdı İyâz, Tertibü’l-Medârik, s. 271)
Yâni Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- iktisâda riâyet ederek ve kendi ihtiyaçlarında kifâyet miktarıyla yetinerek haccını îfâ ederdi. Böylece malının arta kalanını da infâk ederdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak infâkın ölçüsünü “ihtiyacın fazlası”1 olarak beyân etmiştir. Buna göre cömertliğin asgarî ölçüsü, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir.
Bu hususta Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da şöyle buyurmuştur:
“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. (Unutma ki) veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd, 32)
Demek ki şahsî harcamalarda “ihtiyaç” miktârını aşmamak, ihtiyaç miktârını da insaf sınırları içerisinde belirlemek ve bu sınırın dışına taşan imkânları infakta değerlendirmek îcâb eder.
Cömertliği Artırma Gayreti
Ahmed bin Ebû Verd -rahmetullâhi aleyh-, Hak dostlarının hâlini şöyle hülâsa eder:
“Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri de artar:
1. Makâmı yükseldikçe, tevâzûsu artar.
2. Ömrü uzadıkça, hizmeti artar.
3. Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.”