HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-30
(İNFAK ADABI)
BİRR’E NÂİLİYYET YOLU…
Rabbimiz âyet-i kerîmede:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça «birr»e (hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz...” (Âl-i İmrân, 92) buyurarak, kendisine yakınlık kazanma husûsunda yüksek bir kulluk hedefi gösterir.
“Sevdiklerinden infâk edebilmek” infakta en çok dikkat edilmesi gereken edeplerden biridir. Zîrâ bu hassâsiyet, kulun Rabbine olan îman muhabbetinin de seviyesini gösterir.
O hâlde bizler de, sahip olduklarımız içinde en çok hoşumuza giden, bize verildiği takdirde hoşnut kalacağımız şeylerin neler olduğunu güzelce muhâsebe edip infâkımıza onunla seviye kazandırmaya gayret göstermeliyiz. Böylece hayrın kemâline giden yolda mesâfe almalıyız. Kendimizi fakirin yerine koyup, kendimize nasıl infâk edilmesini isteyeceğimizi düşünerek ona göre tasadduk etmeliyiz. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.” (el-Bakara, 267)
Kişi, kendine verildiğinde gönül huzûruyla alamayacağı kalitesiz ve bayağı şeyleri fakirlere vermek sûretiyle infâk ettiğini zannetmemelidir. Muhtâcı, elimizin ucuyla verdiğimiz eski elbise, bayat yiyecek ve sembolik bağışlarla anlık olarak sevindirmek ve daha sonra onu muhtaçlığın ve mahrûmiyetin sıkıntılarıyla baş başa bırakmak, gerçek mânâda infâk etmek sayılmaz.
Mü’min, kerem sahibi insandır. Gerçek kerem ise; infâkı, basit ve asgarî miktarlara indirmek değil, bilâkis bir problemi çözecek, sadra şifâ olacak, kıymetli, faydalı ve sevdiğimiz şeylerden infâk edebilmek demektir.
BİRR ve TAKVÂDA YARDIMLAŞIN!
İnfaktan maksat, muhtacı bütünüyle sıkıntıdan kurtarabilmektir. Elbette ki herkesin bütçesi veya imkânı bunun için tek başına kâfi gelmez. O hâlde hayırda da birlik olmak ve yardımlaşmak îcâb eder. Nitekim Rabbimiz:
“…Birr ve takvâda yardımlaşın…” (el-Mâide, 2) buyurmuştur.
Yâni iyilikte ve hayır-hasenât işlerinde yardımlaşmak, Rabbimizin emridir. Bu, bilhassa ferdî iyiliklerin kâfî gelmediği hizmetlerde beraberce hareket etmek, sistemli bir çalışmayla hayrı inkişâf ettirmek ve hattâ müessese hâline getirmek demektir.
Bu bakımdan, derde dermân olacak seviyede bir güç ve imkânımızın bulunmadığı durumlarda, çevremizi de hayra teşvîk etmek sûretiyle, Rabbimizin “birr ve takvâda yardımlaşın” emrini yaşamaya gayret göstermeliyiz.
Mü’min, dâimâ hayır-hasenât arayışında olmalıdır. Kendimiz infâk edecek bir şey bulamıyorsak bile, zamanımızı ve emeğimizi infâk ederek belki hayra vesîle ve vâsıta olabiliriz.
Bugün toplumumuzda hayli yaygın bir infak anlayışı olan, sadra şifâ olmayacak cüz’î yardımlarda bulunmak sûretiyle fakiri geçiştirme, vicdânımızı tesellî etme hastalığına düşmemeliyiz.
Düşünmeliyiz ki, Rabbimiz’in bize lutfettiği nîmetlerin kaçta kaçını O’nun yolunda infâk edebiliyoruz?.. İnfak edebildiklerimiz, kendimize harcadıklarımızın yanında ne nisbette?.. Yoksa infak husûsundaki hâlimizi, toplumun seviyesiyle kıyaslayıp azıcık yardımlarla vicdânımızı tesellî mi ediyoruz? Hâlbuki mü’minler olarak her hususta kendimizi Peygamber Efendimiz ve O’nun güzîde ashâbı ile kıyaslamalıyız. Zîrâ Cenâb-ı Hak bizlere o müttakî kullarını emsal almayı emir buyurmaktadır:
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)
Rabbimiz’in bizlere örnek gösterdiği sahâbe nesli, mallarından ve canlarından fedâkârlık yaparak ilk defa Mekke döneminde çektikleri sıkıntılarla îmanlarının bedelini ödediler. İkinci olarak Medîne’de defâlarca müşriklerin taarruzlarına göğüs gerip müslümanca yaşayabilmenin bedelini ödediler. Üçüncü olarak da tebliğ hizmetleriyle hidâyet nûrunu asırlara taşıyarak îman mes’ûliyetinin bedelini ödediler. Sahip oldukları bütün nîmetleri Hak yolunda seferber ettiler. Zîrâ onlar dâimâ:
“Nihâyet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) âyet-i kerîmesinin tefekkürü içinde yaşadılar. Bizler de gerçek infâk ehlinden olabilmek için sahâbe neslini örnek alıp onların bu üç vasfının muhtevâsı içinde olmaya çalışmalıyız.
HAYRA VESÎLE OLAN, HAYRI YAPAN GİBİDİR
Diğer taraftan, yaptığımız infakların toplumdaki bir yarayı sarmasını, bir derde devâ olmasını temin etmeliyiz. Bu hususta tek başına kâfî gelemediğimiz durumlarda da;
“Ne yapalım, benim elimden ancak bu kadarı gelir…” deyip kenara çekilmek ve muhtâcı kederiyle baş başa bırakmak yerine;
“Acabâ bu insanı sıkıntıdan kurtarabilecek birilerini bulabilir miyim?..” düşüncesiyle arayış içine girmeli, muhtaç ile çevremizdeki imkân sahipleri arasında bir köprü vazîfesi görmeliyiz. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Hayra vesîle olan, hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim, 14)
Bu hakîkatten dolayıdır ki Hak dostları, her fırsatta insanları hayra teşvik ederek, onların hayırlarına da mânen ortak olmanın fazîletini yaşamışlardır.
Ecdâdımız bu şuurla yoğruldukları için hayır-hasenatta zirveleşmişler, toplumu bir şefkat ağı hâlinde hayır müesseseleriyle donatmışlardır. Bu meyanda, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın şahsiyet inşâsında ve fetihlerinde büyük emeği bulunan Akşemseddîn Hazretleri’nin şu hâli pek mânidardır:
İstanbul’un fethini takip eden ilk Cuma namazından sonra Ok Meydanı’nda fetih ve zafer alayı yapılmıştı. Nâil olduğu muhteşem fetihte, etrâfındakilerin yardımını hiçbir zaman unutmayan pâdişah:
“–Şühedâya rahmet-i Rahmân, gâzîlere şeref ve şân, teb’ama fahr ü şükrân…” dedikten sonra asker-sivil yüz yetmiş bin kişiye zafer hediyesi olarak mal, mülk ve arâzi dağıttı. Tam bu sırada Fâtih’in mânevî rehberi, Hak dostu Akşemseddin Hazretleri orada hazır bulunan gâzilere seslenerek şu nasihatte bulundu:
“–Ey gâzîler! Bilin ki cümleniz hakkında Âhirzaman Peygamberi; «Ne güzel askerdir onlar…» buyurmuştur. İnşâallah cümleniz mağfursunuzdur. Şimdi de gazâ malını isrâf etmeyip hayır ve hasenâta sarf edin ve pâdişâhınıza itaat ve muhabbet eyleyin!..”
Böylece İstanbul’u fetheden ordunun fazîletini yeni bir fazîletle taçlandırmak için onların hepsini şehrin îmârına ve âmmenin istifâdesi için hayır müesseseleri kurmaya teşvik etti.1
Millet olarak bizler de, büyük bir fazîletler medeniyeti vücûda getirmiş bir ecdâdın torunlarıyız. Onların müstesnâ bir zarâfet, nezâket ve edep ölçüleri içinde kurdukları medeniyetin bereketli semerelerini bugün bile vakıflar, imâretler, sebiller, sadaka taşları vs. sûretinde görmekteyiz. Bizler de ecdâdımızın bu mukaddes mîrâsına sahip çıkarak, onlar gibi hayır müesseseleri kurmaya ve kurulmuş olanları da yaşatmaya gayret etmeliyiz. Önce kendi iç dünyâmızı fazîletlerle donatarak örnek teşkil etmeli; sonra da, şehîd ve gâzîlerimizin emâneti olan vatanımızı ve mukaddes değerlerimizi muhâfaza için, îmanlı, vatanperver ve seviyeli nesiller yetiştirmeliyiz. Aksi hâlde din zayıflar, nesiller zâyî olur, vatan el değiştirir. Bu mes’ûliyetlerimizin idrâki içinde infâk ehli mü’minler olmalıyız.
Velhâsıl, infak ehli bir mü’min, diğergâm insandır. Kendi kurtuluş beraatını alabilmenin, başkalarının da kurtuluşu için gayret ve himmet etmekten geçtiğini bilen insandır. Zîrâ sırf kendi menfaatini düşünen, kaba, hodgâm, bencil ve cimri bir insan tipini Rabbimiz reddediyor. Bu itibarla başkalarının mes’ûliyetini omuzlarımızda hissedebildiğimiz nisbette, kendi mesûliyetimizin hesâbını kolay verebileceğimizi hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Rabbimiz, hepimize gayret-i dîniyye ihsân eylesin. Edep ve nezâket ölçüleri içerisinde, sırf rızâ-yı ilâhîyi ümîd ederek infâk edebilmeyi gönüllerimizin huzur ve saâdet hazînesi kılsın!
Âmîn...