HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-47
(EDEP VE NEZAKET)
Peygamber âşığı Osmanlı sultanlarından Yavuz Selîm Hân’ın şu hâli ne güzel bir edep tâlîmidir:
Yavuz Selim Hân, 1517 yılında Mısır’ı fethetmiş ve hilâfet makâmı uhdesine tevdî edilmişti. 20 Şubat Cuma günü, Melik Müeyyed Câmii’nde okunan hutbede hatîbin kendisinden:
“Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi)” diye bahsetmesi üzerine derhal hatîbe müdâhale ederek:
“–Hayır, hayır! Bilakis hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetkârı!)» diye yaşlı gözlerle cevap verdi.
Ardından halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Harameyni’ş-Şerîfeyn’in hizmetkârı olduğunun bir ifâdesi olmak üzere de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.
Yine Allah Rasûlü’nün beldesine olan edep ve hürmet duygularının şâheser tezâhürlerinden bir diğeri de Osmanlı’nın mazlum ve şehîd sultanı Abdülazîz Hân’a âittir:
Birgün hasta yatağında sararmış ve mecalsiz bir halde yatarken kendisine:
“–Medîne-i Münevvere halkından bir dilekçe var!” denildi.
Abdülaziz Hân yâverlerine:
“–Derhal beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den gelen talepleri ayakta dinleyeyim! Allah Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenemez!..” dedi.
Her Medîne-i Münevvere postası geldiğinde de abdest tâzeler, mektupları: «–Bunlarda Medîne-i Münevvere’nin tozu var!» diye öpüp alnına götürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve: «–Aç, oku!» derdi.
HAK DOSTLARINA KARŞI EDEP
Ebu’l-Leys -rahmetullâhi aleyh-; “Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (en-Nûr, 63) âyetinin tefsirinden sonra der ki:
“Ayrıca bu âyetten, faydalı ilim öğreten sâlih hoca efendilere hürmet edilmesi gerektiği de anlaşılmaktadır. Hocaların ve fazîlet sahibi insanların haklarına riâyet etmek gerektiğine işâret edilmiştir.
Bundan dolayıdır ki Hak dostları anılırken hangi dilde olursa olsun, onlar için saygı ve hürmet ifade eden lâfızlar kullanılmalıdır. Çünkü maddî babalarımızı bile isimleriyle çağırmaktan nehiy vârid olduğuna göre mânevî babalarımız olan Hak dostlarının isimlerini tasrih etmek ne kadar edepsizlik olur, bir düşün!” (Rûhu’l-Beyân, VII, 447)
Yâni Peygamber Efendimiz’e gösterilmesi îcâb eden edebin en mühim tezâhürlerinden biri de O’nun vârisleri durumunda olan Hak dostu âlim ve âriflere karşı edep ve nezâket göstermektir.
Mânevî inkişâf için, peygamber vârisi âlimlerin, âriflerin ve Hak dostlarının rehberliğine tevâzû ve edeple mürâcaat edip, tavsiyelerini cân u gönülden tatbîke gayret etmelidir. Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nîmet bilmelidir. Zîrâ onların huzûruna edeple gelen, lutufla gider.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15) buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfteki “Sakınınız!” îkâzı; “Kâmil mü’minlerin huzûruna gizli hesaplar ve gönül bulanıklığıyla gitmeyin! Onlar, müstesnâ bir firâsetle sizin gizlemeye çalıştıklarınızı da görürler.” demektir. Bundan dolayıdır ki; “Ulemânın yanında diline, evliyânın yanında kalbine sâhip ol!” denilmiştir.
Bu itibarla, gönülleri Cenâb-ı Hakk’ın husûsî rahmet nazarlarına muhâtap olan Hak dostlarına karşı daha büyük bir titizlikle edebe riâyet etmelidir. Onların huzûrunda izin almadan konuşmak, oturmak, kalkmak, kaba davranışlar içinde olmak, mânevî istifâdeyi zaafa uğratacağı gibi Hakk’ın gadabını da celbeder.
Osmanlı’nın ârif gönüllü sultanlarından Yavuz Selîm Han, velîlerin huzûruna girdiği zaman büyük bir edep ve mahviyet gösterir, gerekmedikçe tek kelime konuşmazdı. Nitekim Şam’da büyük velîlerden Muhammed Bedahşî Hazretleri’ni ziyâretinde hiç konuşmamış, sadece dinlemiş ve sonra da huzûrundan öylece ayrılmıştı. Beraberindeki devlet ricâli, bu hâle şaşırarak:
“–Sultanım! Sadece dinlediniz. Ne hikmettir ki, bir kelâm bile sarf etmediniz?” diye sormuşlar, Yavuz Hân da cevâben:
“–Büyük evliyâullâhın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması -velev cihan pâdişâhı da olsa- uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle mâneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtâcız. Şâyet huzurlarında konuşmam îcâb etseydi, bunu belli ederler ve söz söylememi temin ederlerdi.” demiştir.
İşte Yavuz Selîm Han, ehl-i kalbe karşı böylesine yüksek bir edep ve hürmet gösterirdi. Onlara duyduğu hayranlığı bir şiirinde şöyle ifâde etmiştir:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…
Pâdişâhından halkına kadar Hak dostlarına karşı müstesnâ bir edep ve muhabbetle temâyüz etmiş olan Osmanlı’nın son günlerine dek Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh-’un, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi Hazretleri’nin dergâhlarına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ -aleyhisselâm- tarafına doğru tevcîh ederek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi. Bir zamanlar İstanbul halkının, beldelerinde medfun olan büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!
Sözün özü edep, İslâm’ın insanlara tâlim ettiği ve son derece ehemmiyet verdiği bir husustur. Bu hassâsiyet, başta Allâh’a, Peygamber’e, Hak dostlarına olmak üzere ana-babaya, mü’minlere ve silsile hâlinde bütün mahlûkâta kadar uzanır. Altın ve gümüşün zenginliği gider, lâkin edebin zenginliği hep bâkî kalır. Dolayısıyla mü’minler olarak, edep kâidelerini öğrenmeli, bunları canlı tutmaya îtinâ göstermeli ve başkalarına da bizzat yaşayarak örnek olmalıyız. Bunun için de âdab-ı muâşeret kitaplarına mürâcaatla hâlimizi nasıl daha güzel kılabileceğimizi öğrenmeli, daha mühimi canlı bir kitap olan edep ehli sâlih mü’minlerle hemhâl olarak, onların güzel halleriyle hallenmeye gayret etmeliyiz.
Cenâb-ı Hak, ilâhî terbiyesiyle bizzat edeplendirdiği Rasûlü’nün güzel hâliyle hâllenmeyi cümlemize nasîb eylesin! Hak dostu âlim ve ârif kullarının gönül dokusundan hisse alarak zarif, rakik, nâzik ve edep ehli bir mü’min olabilmemizi lutfeylesin.
Âmîn!..