Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İZ BIRAKANLAR (2 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

KASIM BİN MUHAMMED BİN EBUBEKİR (R.A.)



İmam Kasım el-Fakih diye de anılır.


Hz. Ebubekir'in torunu idi. Babasının adı: Muhammed


Hem fakih, hem de arif. Tabiinin büyüklerinden. Medine'de zuhur eden en büyük yedi alimden biri. Diğerleri şunlardı: 1-Harise b. Zeyd b. Sabit Ensari, 2- Said b. Müseyyeb, 3- Urvet b. Zübeyr, 4- Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud, 5- Hars b. Hüşşam, 6- Süleyman b. Yaser.


Annesi , Yezd-i Cerdin kızı olduğundan dolayı, İmam-ı Kasım ile Peygamberimizin (S.A.V) evladından İmam-ı Zeynel Abidin ile teyze çocukları.


Babası Mısır' da şehit edilince küçük yaşta yetim kalmış ve halası, mü'minlerin annesi, Hz. Aişe (R.A) validemizin yanında büyümüştür.


Halası Hz. Aişe (R.A), Abdullah b. Ömer, İbn-i Abbas, Ebu Hureyre ve Muaviye (R.Anhum) gibi meşhurlardan hadis rivayetinde bulunmuştur.


Selman-ı Farisi' nin (R.A) sohbetinde kemale erdi. Silsile-i Aliyyenin üçüncüsüdür. İmam-ı Cafer hazretleri bunun sohbetinden feyz aldı.


İmam-ı Malik onu methederken: "Kasım bu ümmetin fakihlerinden bir fakihtir" demiştir.


Yahya b. Said: "Medine'de Kasım'dan üstün bir kimseye yetişmedi" der.


İbni Sa'd: "Kasım, güvenilir idi, alim idi, imam idi, fakih idi, çok hadis bilirdi, takva ve ver'a sahibiydi" diye kendisini methetmektedir.


Ebuz-Zenad: "Ben Kasım'dan daha çok fıkıh ve hadis bilen kimseyi görmedim" demiştir.


İbni Umeyne onun devrinin en büyük alimi olduğunu söylerken, İbni Said: "Kasım, ilimde önder, fıkıhta otorite, takvaca yüksek ve çok hadis bilen bir zat idi" demiştir.


Ömer bin Abdülaziz onun için: "Eğer birini yerime halife seçmem icap etseydi Kasım'ı seçerdim" demiştir.


Allah (C.C) ve Resulü (S.A.V) namına konuşmanın ve fetva vermenin mesuliyetini müdrik bir zat idi. Şu sözleri bunu açıkça göstermektedir: "insanın Allah (C.C)' ın hakkını bildikten sonra cahil olarak yaşaması bilmeyerek fetva vermesinden daha hayırlıdır.


"Her sabah mescidi Nebiye gelir, iki rekat namaz kılar sonra Resulullah (S.A.V)' ın minberi ile kabri arasında oturur, kendisine sorulan meseleler hakkında fetva verirdi.


Daima düşünceli ve haşyetli. başı daima bir tarafa eğik dururdu. Gözlerinin yaşı durmaz akardı.


H. 31 yılında tevellüd etti. H. 101 veya 106 yılında Mekke ile Medine arasında Kadîd denilen yerde vefat etti.


Mübarek uzun boylu, iki tarafı seyrek siyah sakallı, siyah gözlü idi

www.huzurislamda.com
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Bedir'de babasına karşı savaşan sahâbî:
ABDULLAH BİN SÜHEYL






Abdullah bin Süheyl ilk Müslüman olanlardandır. İkinci Habeşistan hicretine kadar Müslümanlığını gizledi. Sonra Habeşistana hicret eden kâfileye o da iştirak etti. Habeşistandan dönüşünde, babası tarafından hapsedilip, işkence yapılmış, Müslümanlıktan vazgeçmeye zorlanmıştı. Bu yüzden çok şiddetli eziyet ve sıkıntılara mâruz kaldı. Çâresiz kalarak babasının sözüne uymuş gibi göründü. Aslında, istemiyerek îmânını gizlemişti.

Peygamberimizin ve Müslümanların çoğunluğu Medînede bir araya gelmişler, gün geçtikçe güçlenmekte ve durumları iyiye doğru gitmekteydi.

İşine yaramıştı

Mekke müşrikleri bunu bir türlü hazmedemiyorlar ve en kısa zamanda, Müslümanları ve İslâmiyeti yok etmek istiyorlardı. Bu yüzden Bedir Muharebesine büyük bir intikam hırsıyla hazırlanmışlardı. Bu Abdullah bin Süheylin işine yaramıştı. Bedeni müşrikler arasında ama, rûhu Resûlullah ve Müslümanlarla beraberdi. Şirk ve küfür ordusu arasında bulunmak istemiyordu ama, Resûlullaha kavuşmak için bir müddet sebredecekti.

Bu arada, babası kendisini zaman zaman kontrol ediyor, fakat Abdullah bin Süheyl, iç dünyasında olup bitenleri, rûhunda yaşadığı ve tattığı lezzeti, babasına ve etrafındakilere aslâ hissettirmiyordu. Günler böyle geçti. Babası, onda anormal bir durum, İslâmiyete dâir bir belirti görmediğinden, artık onun hakkında şüphesi kalmamıştı.

Hâlbuki o, onların kirli ve insanlıktan uzak dünyasından, Resûlullahın Cennet misâli huzûrlarına, onun mübârek sohbetlerine, Müslümanların o saâdet ve mutluluk dünyasına nasıl kavuşacağının plânlarını yapmaktaydı.

Abdullah bin Süheyl, sanki başka âlemde yaşamakta, müşriklerden çok çok uzaklarda bulunmaktaydı. Onun durumundan, kimsenin haberi yoktu. Müşriklerin, Müslümanlardan birkaç misli fazla olan küfür ve şirk ordusu, Bedire varmış, bütün techizatı yerleştirmiş, muharebeye hazır duruma gelmişti. Karşılıklı tek tek vuruşmalar bitmiş, iki ordu birbirine girmişti. Harp iyice kızışmıştı.

Hakkımda hayırlı kıldı

Abdullah bin Süheyl için tam zamanı idi. İslâm ordusu saflarına geçebilirdi. Fırsatı kaçırmadı ve Müslümanların saflarına katıldı. Böylece, günlerden beri hayâli ile yaşadığı dünyanın içine girmişti. Şimdi başka bir hava teneffüs etmeye başlamıştı. Bu, rûhlara hem gıda ve hem de şifâ olan bir hava idi. O, Allahü teâlânın sevgilisinin yanında, onunla yan yana cihâd ediyordu. Ne büyük saâdetti. Kıyâmete kadar hayırla, duâ ile anılacakların arasına girmişti.

Babası Süheyl, onun bu hareketine çok kızmış ve ağır laflar söylemişti. Abdullah ise babasına, Allahü teâlâ bunu benim hakkımda çok hayırlı kıldı diye cevap verdi. Abdullah bu esnâda 27 yaşında idi.

Abdullah bin Süheyl artık yerinde duramıyordu. Aslanlar gibi, şirk ordusunun üzerine atıldı. Sanki önceki Süheyl değildi. Diğer Sahâbei kirâm gibi o da kahramanca savaştı. Sonunda müşriklerin şirk ordusu perişan oldu. Abdullahın babası da esîr düşmüş, daha sonra fidye ile kurtulmuştu.

Abdullah bin Süheyl, Bedirden sonra Uhud ve Hendek gazâlarına katılmış, Hudeybiye antlaşmasında da hazır bulunmuştur. Fakat bu antlaşma sırasında gördüğü manzara, onun kalbine bir hançer gibi saplanmış ve çok üzülmüştü. Çünkü bu antlaşmada, Mekkeli müşrikleri, babası Süheyl temsil etmiş ve antlaşmaya Allahın Resûlü ifâdesinin yazılmasına itiraz ederek demişti ki:

Biz senin Resûlullah olduğunu kabûl etseydik seninle savaşmazdık.

Müslümanları üzmüştü

Onun bu kaba hareketleri Abdullahı çok üzmüştü. Resûlullah efendimiz, onun bütün şartlarını kabûl etmişti. Antlaşma imzalanmadan önce olan bir olay da, bütün Müslümanları üzmüş, Resûlullah efendimiz de mahzûn olmuştu.

Çünkü, Abdullah bin Süheylin küçük kardeşi Ebû Cendel Müslüman olmuştu. Bu yüzden Mekkede zincire vurulup, hapsedilmişti. Ancak bir yolunu bulup kaçmış, Hudeybiye antlaşması imzalanırken, kendini Resûlullahın mübârek ayaklarının dibine atarak demişti ki:

Beni kurtar yâ Resûlallah!

Fakat müşriklerin temsilcisi olan babası Süheyl oğlunu orada görünce, Ebû Cendeli boynundan tutup dedi ki:

Yâ Muhammed! Antlaşmamız üzerine bana geri çevireceğin insanların ilki budur!

Resûlullah efendimiz, onu teslim etmek istememişti. Bunun üzerine Süheyl diretti:

O zaman antlaşmayı imzalamam!

Ancak Resûlullah bu antlaşmanın yapılmasını, birçok sebepten dolayı istiyorlardı. Bütün taleplere rağmen, müşrikler tekliflerinden vazgeçmedi.

Ebû Cendelin, babasına teslim edilirken söylediği sözler, bütün Müslümanların gözlerini yaşartmıştı. Başlangıcı Müslümanların aleyhine gibi görünen Hudeybiye antlaşması, daha sonra, Müslümanların lehine netîce vermiş, Allahü teâlâ Kurânı kerîmde bu antlaşmayı, Feth-i Mübîn diye vasıflandırmıştır. Ebû Cendel hazretleri de, bilâhare kurtulmuş, sağ sâlim Medîneye dönmüştür.

Hudeybiye antlaşmasından iki sene sonra, Abdullah bin Süheyl Mekkenin fethinde de bulundu. Mekke fethedilmiş, öldürülecek olanların listesi yapılmıştı. Bunların arasında, Abdullah bin Süheyl’in babası da vardı. Babasına dayanamamıştı.

Ben de şehîd olsaydım

Babasının öldürülmemesi için teşebbüste bulundu. Durum Resûlullaha arz edildi. Resûlullah efendimiz Hz. Abdullahın bu istirhâmını kabûl etti. Babasına bir emannâme verildi. Daha sonra babası Süheyl bin Amr Müslüman oldu. Sahâbelik şerefine nâil oldu. O kadar ihlâslı bir Müslüman oldu ki, Resûlullahın âhırete teşrifleri sırasında konuşmaları ile, birçok kimsenin, dinden dönmesine mâni oldu.

Abdullah bin Süheyl, Yemâmede Cevaş muharebesinde şehîd olmuştu. Hz. Ebû Bekir, Kureyş ve Mekke’nin ileri gelenleriyle birlikte, oğlunun şehâdetinden dolayı, babası Süheyle tâziyede bulunmuşlardı. Oğullarına her türlü işkenceyi daha önce yapmış olan Süheyl dedi ki:

Keşke ben de şehîd olsaydım. Resûlullah efendimiz bana, şehîdin, âilesinden 70 kişiye şefâ’at edeceğini bildirdi. Ben oğlumun benden önce kimseye şefâ’at etmiyeceğini umuyorum.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri:
ABDURRAHMAN BİN AVF






Abdurrahman bin Avf, ticâretle meşgul olurdu. Bu sebeple çeşitli yerlere ticâret için giderdi. Şöyle anlatır:

Peygamber efendimize peygamberlik emri bildirilmeden bir yıl önce, ticâret için Yemen'e gittiğim zaman, Askelân bin Avâkir-ül-Himyerî'ye misâfir olmuştum. O zât, çok yaşlı idi ve ona her varışımda ona konuk olurdum. O da bana Mekke'den haber sorarak derdi ki:

- İçinizde kendisi hakkında haber ve zikir bulunan zât zuhûr etti mi? Dîniniz hakkında size karşı olan bir kimse var mı?

Ben de hep, "hayır, yoktur" derdim.

O'na kitap indirdi

Nihâyet, Resûlullah efendimize peygamberlik bildirilip, İslâm dînini insanlara gizlice tebliğ etmeye başladığı sene idi. Yemen'e yine gidip aynı zâta misâfir olduğumda bana dedi ki:

- Ben seni ticâretten daha hayırlı bir müjde ile müjdeleyeyim mi?

- Evet, müjdele.

- Hiç şüphesiz, Allah senin kavminden, kendisinden râzı olduğu, seçtiği bir peygamber gönderdi ve O'na Kitab da indirdi. O, insanları putlara tapmaktan men edecek ve İslâmiyete da'vet edecek. Hakkı buyuracak ve işleyecek, bâtılı da men ve iptâl edecektir. O, Hâşimoğullarındandır. Siz O'nun dayılarısınızdır. Dönüşünü çabuklaştır! Gidip O'na yardımcı ol! Kendisini tasdîk et ve şu beytleri de Ona götür!

Yemenli ihtiyârın söylediği beytleri ezberleyip, Mekke-i mükerremeye döndüm ve Hz. Ebû Bekir ile buluştum. Ona, Yemenli ihtiyârın söylediklerini haber verdim. Ebû Bekir dedi ki:

- O kimse, Abdullah'ın oğlu Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlâ, Onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Hemen Ona gidip îmân et!

Hemen Resûlullahın evine gittim. Resûlullah efendimizin beni görünce gülümsedi ve sordu:

- Arkanda ne haber var, ey Abdurrahman?

- Yâ Muhammed, bu ne demek?

- Bana tevdî edilmek üzere o kimsenin seninle gönderdiğini getir, ver. Hiç şüphesiz onu bana gönderen Hımyeroğulları mü'minlerinin üstünlerindendir.

Gerçek kardeşlerimdir

Resûlullah efendimizin bu sözlerini işitince hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olma şerefine kavuştum ve Yemenli ihtiyârın söylediği beytleri okuyarak, onun anlattıklarını anlattım. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:

- Zaman zaman öyle mü'minler bulunacak ki, onlar beni görmeden bana inanacak ve beni tasdik edeceklerdir. İşte, bunlar, benim gerçek kardeşlerimdir.

Hz. Abdurrahman İslâmiyeti kabûl edince diğer Müslümanlar gibi eziyet ve işkencelere mâruz kaldı. Böylece vatanını terketmek suretiyle hicrete mecbur oldu. Habeşistan'a hicret eden müslümanlarla beraber bu memlekete gitti. Çok geçmeden Peygamber efendimiz Medine-i münevvereye hicretinden sonra Medîne'ye gelerek Resûlullaha katıldı.

Hz. Abdurrahman bütün harplerde bulundu. Bedir'de kahramanlıkları çok oldu. Abdurrahman bin Avf hazretleri, Bedir muhârebesinde şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:

Savaş esnâsında yanımda ensârdan iki genç belirdi. Gençlerin gayreti hoşuma gitti. Kendilerine muhabbetle baktım. Gençlerden birisi yanıma yaklaşarak dedi ki:

- Biz, islâm düşmanı Ebû Cehil'i öldürmeye azmettik. Fakat kendisini tanımıyoruz. Onu bize gösterir misin?

- Peki siz bu işi başarabilecek misiniz?

- Resûlullaha ve İslâm dînine hakâret eden kimse sağ olduğu müddetçe, bizim sağ kalmamızın bir önemi yoktur. Allaha yemin ederiz ki, onu gördüğümüzde, kanımızın son damlasına kadar, onu öldürmek için çalışacağız.

Hanginiz öldürdü?

Gençlerin bu kararlı hâline gıpta ettim. Bu arada Ebû Cehil karşıdan geçiyordu. Gençlere dedim ki:

- İşte aradığınız, şu karşıdan geçmekte olan kimsedir.

Ebû Cehil'i gören gençler, Ebû Cehil'in askerlerinin çokluğuna bile bakmadan, kılıçlarını çektikleri gibi, üzerine atıldılar.

Ebû Cehil'in askerleri hiç beklemedikleri böyle bir durum karşısında donakaldılar. Onların şaşkınlıkları geçmeden, gençler, Ebû Cehil'i öldürünceye kadar kılıç darbesine tuttular.

Sonra dönüp Resûlullahın huzuruna geldiler. Ve hâdiseyi arz ettiler. Peygamber efendimiz çok memnûn olarak, gençlere sordu:

- Bunu hanginiz öldürdü?

İkisi de birden dediler ki:

- Ben öldürdüm.

Bunun üzerine, gençlerin kılıçlarını muâyene ettikten sonra;

- İkiniz öldürmüşsünüz, buyurdu.

Abdurrahman bin Avf hazretleri, Uhud savaşında yirmi yerinden yaralandı. 12 dişi kırıldı. Peygamber efendimiz, Medîne'de kendisini Saîd bin Rebii hazretleri ile kardeş yaptı. Kardeşi, malına ve servetine onu da ortak yapmak istediğinde şöyle dedi:

- Aziz kardeşim, Allah sana ve çoluk çocuğuna bereket ihsân etsin, malını çoğaltsın! Sen bana çarşının yolunu göster, ben orada ticâret yapar ihtiyâçlarımı karşılarım.

Bu serveti nasıl kazandın?

Bu sözü Peygamber efendimize bildirilince, çok sevindi. Kendisine hayır duâ etti. Bu duâdan sonra yaptığı ticâret sebebiyle kısa zamanda çok zengin oldu. Buyururdu ki:

- Taşa uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rast gelirdim.

Abdurrahman bin Avf hazretlerine sordular:

- Bu büyük serveti nasıl kazandın?

- Çok az kâra râzı oldum. Hiçbir müşteriyi boş çevirmedim.

Abdurrahman bin Avf, Resûlullahın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Üç kere malının yarısını verdi. Birinci defa 4000 dirhem, ikincide 40.000 dirhem ve üçüncüde de 40.000 altın sadaka olarak Allah yolunda dağıttı.

Uhud savaşı esirlerinden 30 tanesini azâd ettirdi ve her birine 1000 altın dağıttı. Tebük seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi.

Birgün buğday, un ve çeşitli zahire yüklü 700 devesi ile Medîne'ye girdiğinde, Hz. ^Aişe, Resûlullah efendimizin;

- Abdurrahman bin Avf, Cennete emekliyerek girer, buyurduğunu bildirince, Abdurrahman bin Avf, develerin hepsini yükleriyle birlikte Allah yolunda dağıtacağını söz verip, onu şâhit tutmuştur.

Resûlullaha imâm oldu

Bedir harbinde bulunup da sağ kalanların herbirine, kendi malından 400 dirhem altın para verilmesini vasiyet etti. Vasiyeti hemen yerine getirildi.

Tebük harbi dönüşünde, Peygamber efendimiz gecikince, namaz geçmesin diye, Abdurrahman bin Avf hazretleri imâm yapıldı. İkinci rek'atte iken Peygamber efendimiz yetişip kendisine uydu. Namazdan sonra;

- Bir peygamber sâlih bir kimsenin arkasında namaz kılmadıkça rûhu kabzolmaz, buyurdu.

Abdurrahman bin Avf hazretleri nakleder:

Bir gün Peygamber efendimiz yalnız olarak, yola çıktı. Ben de geriden tâkip ediyordum.

Hurmalık bir yere vardı. Yere kapandı. Secde o kadar uzadı ki, kendi kendime, "Aman yâ Rabbî, acaba Resûlullaha birşey mi oldu?" diyerek büyük bir korku ile yanına yaklaştım ve oturdum.

Resûlullah, secdeden başını kaldırıp sordu:

- Sen kimsin?

- Ben Abdurrahman'ım.

- Bir şey mi oldu?

- Hayır yâ Resûlallah, secdeniz o kadar uzadı ki, size bir hâl olmasından endişe ettim.

- Yâ Abdurrahman! Cebrâil aleyhisselâm şunu müjdeledi: "Yâ Resûlallah, kim ki, sana salât ve selâm getirirse, Cenâb-ı Hakkın magfiret ve selâmına nâil olur." Ben de bu müjde sebebiyle şükür secdesinde bulundum.

Seni ağlatan nedir

Abdurrahman bin Avf hazretleri, Resûlullahın âhırete teşrîfinden sonra, Onunla geçirdiği günleri hatırlıyarak dâimâ ağlardı. Onun sohbetlerinden mahrûm olduktan sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi.

Nevfel bin İyas hazretleri anlatır:

Abdurrahman bin Avf hazretleri, bizi bir gün evine götürdü. Bize tepsi içinde leziz yemekler ikrâm etti. Yemeği önümüze koyunca, ağlamaya başladı. O ağlayınca biz de ağlamaya başladık. Fakat niçin ağladığımızı bilmiyorduk. Sordum:

- Ey Abdurrahman, seni bu kadar ağlatan nedir?

- Biz bu kadar ni'metler içerisindeyiz. Resûlullah vefât etti. Fakat kendisi ve ehli arpa ekmeğinden bile bir defa olsun doyasıya yemedi. Biz bu yediklerimizin şükrünü nasıl yapacağız? Bunun için ağlarım.

Abdurrahman bin Avf, Hicretin 6. senesinde, Resûlullah efendimiz tarafından Kelb kabîlesini İslâma da'vet etmek için Dûmet-ül-Cendel'e gönderilen 700 kişilik orduya, kumandan tâyin edildi. Dûmet-ül-Cendel, Tebük şehrinin yakınında olup, büyük bir panayır ve ticâret merkezi idi.

Resûlullah efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ı yanına çağırıp buyurdu ki:

- Hazırlan! Seni bugün veya yarın sabah inşâallah askerî birliğin başında göreceğim.

Yolculuk elbisem üzerimdedir

Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra, Peygamber efendimiz onun Dûmet-ül-Cendel'e hareket etmesini ve oranın halkını İslâmiyete da'vet etmesini emir buyurdu. Dûmet-ül-Cendel'e gidecek ordu, seher vakti Medîne dışındaki Cürüf denilen mevkîde toplandı. Peygamber efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ın geride kaldığını görünce buyurdu ki:

- Arkadaşlarından niçin geri kaldın?

- Yâ Resûlallah! En son görüşmemin ve konuşmamın sizinle olmasını istedim. Yolculuk elbisem üzerimdedir.

Abdurrahman bin Avf, başına, siyah pamuklu ve kalın bezden, gelişi güzel bir bez sarmıştı. Peygamber efendimiz, onun sarığını eliyle çözüp, sarığın ucunu iki omuzunun ortasından sarkıtarak bağladı ve, "Ey İbni Avf! İşte sarığını böyle sar" buyurdu. Daha sonra eline bir sancak vererek devam etti:

- Ey İbni Avf! Allahü teâlânın adıyla, O'nun yolunda cihâd et ve Allahı inkâr edenlerle çarpış. Zulüm ve taşkınlık yapma. Allahın emri dâiresinde hareket et. Çocukları öldürme. Eğer o belde ahâlisi senin da'vetine icâbet ederlerse, o kabîlenin reîsinin kızıyla evlen.

Abdurrahman bin Avf, emrine verilen 700 kişilik orduyla birlikte hareket ederek, Dûmet-ül-Cendel'e ulaştı. Kelb kabîlesini, tatlı bir üslûbla İslâma da'vet etti. Üç gün orada kaldıktan sonra, Kelb kabîlesinin reîsi Esbağ bin Amr ve kavminin büyük bir kısmı Müslüman olup, Hıristiyanlığı terkettiler. Bir kısmı da Hıristiyan olarak kalıp, cizye vermeye râzı oldular.

Abdurrahman bin Avf, Müslüman olan Esbağ'ın kızı Tümadır ile evlendi. Onunla birlikte Medîne'ye geldi. Tümadır, Abdurrahman bin Avf'ın oğlu Ebû Seleme'nin annesidir. Ebû Seleme ise Medîne'nin yedi büyük fıkıh âlimlerinden biridir.

Bunları koruyalım

Hz. Ömer'in halîfeliği zamanında bir ticaret kervanı gelip, gece Medîne'nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Halîfe Ömer, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf'ın evine gelip dedi ki:

- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize yabancı olanların, yolcuların; bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.

Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın halîfe Ömer olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan eden, binlerce şehir almış olan, adâleti ile meşhur yüce halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve Müslüman oldu.

Abdurrahman bin Avf hazretleri, fazîlet ve kemâl sâhibi bir insandı. Kalbi sadece, Allah korkusu, Resûlüne muhabbet, doğruluk, iffet, merhamet ve şefkat ile doluydu. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı.

Eshâb-ı kirâmın en zenginlerinden olduğu hâlde, mala karşı en ufak bir sevgisi yoktu. Her zaman âhireti dünyaya tercîh ederdi. En büyük arzûsu, dînin emirlerine eksiksiz uyabilmekti.

Ayakları açık kalıyordu

Bir gün bir yerde yemek ikrâm edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftâr edeceği zaman, bir hâtırasını anlatması istendi. Hemen hâtırasını anlatmaya başladı:

"Benden çok hayırlı olan Mus'ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu.

Sonra Hz. Hamza şehîd oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı. Türlü türlü ni'metlere kavuştuk. Bunların hesâbını nasıl vereceğiz" deyip ağlamaya başladı.

Oruçlu olduğunu unutup, iftâr yemeğini bile yemedi. Zaten o günleri hatırlayınca yemek yiyecek hâli de kalmıyordu.

Halîfe Ömer Şam'a gidiyordu. Şam'da tâ'ûn ya'nî vebâ hastalığı olduğu işitildi. Yanında bulunanların ba'zısı, "Şam'a girmiyelim" dedi. Bir kısmı da dedi ki:

- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım.

Bunun üzerine Halife de buyurdu ki:

- Allahü teâlânın kaderinden, yine O'nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur.

Sonra Abdurrahman bin Avf'ı çağırıp sordu:

- Sen ne dersin?

- Resûlullah efendimizden işittim ki, (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız) buyurmuştu.

Halife de, "Elhamdülillah, benim sözüm hadîs-i şerîfe uygun oldu" deyip Şam'a girmediler.

Vebâlı yerden kaçmak

Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde kirli hava, herkesin içine yerleşince, kaçanlar hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki:

(Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muharebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhtır.)

Hz. Ömer vefât ederken halîfeliğe aday olarak gösterdiği 6 kişiden biri de Abdurrahman bin Avf'dır. Hz. Ömer'in defninden sonra, tâyin edilen bu altı sahâbî toplandılar. İlk olarak Abdurrahman bin Avf söz alıp şöyle dedi:

- Ey Cemâ'at! Bu husûsta hepimizin de görüşleri var. Dinleyiniz, öğrenirsiniz, anlarsınız. Muhakkak ki, hedefe isâbet eden ok, isâbet etmeyenden üstündür. Bir yudum yavan fakat soğuk su, hastalığa sebep olan tatlı sudan daha faydalıdır.

Sizler, Müslümanların rehberleri, mürâcaat olunan âlimlerisiniz. O hâlde, aranızda meydana gelecek ihtilâflarda bıçağın ağzını köreltmeyin. Kılıçları düşmanlarınızdan ayırıp kınlarına sokmayınız. Yoksa düşmanlarınız karşısında tek kalmış, amellerinizi noksanlaştırmış olursunuz.

Fitne ehli

Herkesin muayyen bir eceli, her evin emrine itâat edilen, yasaklarından çekinilen bir emîri, reisi vardır. Öyleyse aranızdan, işlerinizi görecek birisini emir tâyin edin. Böylece maksada erişirsiniz. Şâyet, kör fitne, şaşırtan dalâlet olmasaydı niyetlerimiz bildiklerimizden, amellerimiz niyetlerimizden başka olmazdı. Zîrâ fitne ehli; gözlerinin görmediğini, fitnenin kendilerini, çölde şaşkın, nereye gideceğini bilmez bir şekilde bıraktığını söylerler.

Nefslerinize ve fitnecilerin sözlerine uymaktan sakınınız. Sözle olan hîle, kılıcın yarasından daha şiddetlidir. Halîfeliği; musîbet ve felâket zamanlarında metânet ve sabırlı, bu işte muvaffak olacağını umduğunuz, onun sizden, sizin ondan râzı olacağınız birisine veriniz. Size nasîhat eder görünen fesatçılara itâat etmeyiniz. Size yol gösteren rehbere muhâlefet etmeyiniz. Söyleyeceklerim bundan ibârettir. Allahü teâlâdan kendim ve sizin için magfiret dilerim.

Abdurrahman bin Avf bundan sonra, şu teklifte bulundu:

- İçimizden üçümüz, diğer üçümüz lehine adaylıktan çekilsin.

Abdurrahman bin Avf'ıın bu teklifi hemen kabûl olunarak Zübeyr Ali'ye, Talhâ Osman'a, Sa'd bin Ebî Vakkâs da Abdurrahman bin Avf'a oylarını verdiler. Arkasından Abdurrahman bin Avf da çekildi ve Hz. Osman ile Hz. Ali kaldılar. Netîcede Hz. Osman'a bîât olundu.

Sen emînsin

Hz. Abdurrahman yüksek ahlâk, fazîlet ve kemâl sahibi, çok iyi ve çok temiz, seciyeli bir insandı. Onun kalbi, Allah korkusu ile Resûl-i ekreme muhabbetle, doğruluk ve iffetle, rahmet ve şefkatle dolu idi. Cömertti. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Kalbinde Allah korkusu o kadar yer etmişti ki, kendisi hiç bir vakit dünyasını dînine tercih etmemiş, hayatta servet ve mal sahibi olmaya ehemmiyet vermemiş, tam Müslüman olarak yaşamayı herşeyin üstünde tutmuştu.

Abdurrahman bin Avf'ı Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın büyükleri methetmişlerdir. Resûlullah efendimiz onun hakkında buyurdu ki:

- Göktekiler ve yerdekiler katında, sen emînsin.

Abdurrahman bin Avf 651 senesinde 75 yaşında vefât etti.
 

m_muaz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
7,359
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

EBU UBEYDE B. el-CERRÂH

(?-18/639)



Emînü'l-Ümme lâkabıyla anılan, ilk müslümanlardan ve aşere-i mübeşşere* 'den olan sahâbî. Asıl adı Amir b. Abdullah b. el-Cerrâh'tır. Kureyş kabîlesinin Fihroğulları'ndandır. Nesebi, Rasûlullah'ın nesebiyle dedelerinden Fihr'de birleşir (İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 297; İbnül-Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 84).

Ebû Ubeyde, Hz. Ebû Bekir'in dâvetiyle veya Osman b. Maz'un başkanlığında arkadaşlarıyla Rasûlullah'a giderek müslüman olmuştur (İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 298). Habeşistan'a göç edenler arasında ikinci kafiledendir. Medine'de Rasûlullah onunla Sa'd b. Muaz'ı kardeş ilân etmiştir (İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 111). Ebû Ubeyde, kahramanlığıyla tanındığı kadar, "Eminü'l-Ümme (ümmetin emini)" lâkabıyla meşhur olmuştur. Rasûlullah onun için: ''Her ümmetin bir emini vardır, bu ümmetin emini Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'tır" buyurmuştur (Müslim, VII, 127; İbn Mâce, I, 136). Esasında Rasûlullah'ın bütün ashâbı emanet ve âdillikte eşittir: ancak bir vasfın her insanda aynı derecede inkişaf etmeyeceği tabîidir. İşte Hz. Peygamber, emîn olma vasfının ashâbı içinde en fazla Ebû Ubeyde'de temayüz ettiğini bunun için belirtmiştir. İbn Hibbân, Enes b. Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre, Rasûlullah, "Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, en şiddetlisi Ömer, en hayalısı Osman en helâl ve haramı bileni Muaz b. Cebel, ferâizi en iyi bilen Zeyd b. Sâbit, en düzgün Kur'ân okuyanı Übeyy b. Ka'b, en emîni Ebû Ubeyde'dir" buyurmuştur.

Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah'la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akîdesinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir oğlu ile, Mus'ab b. Umeyr kardeşi ile, Hz. Ömer dayısı ile çarpışmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Allah'a ve âhiret gününe îman eden hiçbir kavmi, babaları, oğulları, kardeşleri, hısım ve akrabaları olsalar bile Allah ve Rasûlüne meydan okumaya kalkışanlara sevgi besler bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan Cennetlere koyar ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan onlar da Allah'tan hoşnutturlar. İşte bunlar Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Allah taraftarları hep kurtuluşa erenlerdir" (el-Mücâdele, 58/22).

Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlullah'ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmış, Hendek'te, Benû Kureyza'da, Rıdvan Beyatinde Hudeybiye'de, Hayber'de, en cesur savaşçılardan biri olmuştur (İbn Sa'd, et-Tabakat, I, 298). Câbir (r.a.)'ın naklettiğine göre Ebû Ubeyde kumandanlığında keşfe gönderilen sahâbe birliğinin bir dağarcık hurması bulunmakta; bütün gün onlar bir hurmâ ile idare etmekte veya ağaç yapraklarını suyla ıslatarak açlıklarını yatıştırmaya çalışmaktadırlar. Arapça'da bu yapraklara habat denildiğinden, ona izâfeten Habat gazası diye geçen bu olayda, üçyüz kişilik birlik, sâhile vardıktan sonra büyük bir balık ile karınlarını doyurmuşlardır (Buhâri, Bâb-ı Gazveti Seyfü'l Bahr, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, X, 364-367).

Bu örnek olay, sahâbenin hangi zor şartlar ve yokluk altında ilâyı kelimetullah için cihada çıktığına sadece bir tek örnektir. Yine Ebû Ubeyde'nin şahsında, kumandanlık için nefsi tezkiye etmenin ve Rasûlullah'a kesin itaatin bir örneğini görmek mümkündür: "Rasûlullah, Beliy ve Üzre kabilelerine Amr b. el-Âs'ı bir grup sahâbînin başında kumandan olarak gönderdi. Amr'ın validesi Beliy kabilesindendi. Amr, Cüzam mevkiinde "Zâtü's-Selâsil" denilen bir yerde durmuş, ilerleyememiş ve Rasûlullahttan yardım istemiştir. Rasûlullah, içlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in de bulunduğu bir birliği Ebû Ubeyde kumandanlığında Amr'a yardıma göndermiştir. Ebû Ubeyde'ye: "Amr b. el-As ile aranızda ihtilâf çıkmasın" diye de tenbih etmiştir. Hakikaten Amr ile karşılaştığında Ebû Ubeyde, Amr'ın kumandanlık hususunda bencil davrandığını görünce: "Allah Rasûlü bana 'Amr ile ihtilâf çıkarma' dedi; onun için sen beni dinlemezsen, ben seni dinlerim" demiştir. Ebû Ubeyde kumandanlığa daha lâyık olmasına rağmen bu büyük davranışı göstermiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 196).

Ebû Ubeyde hicrî 9. yılda Rasûlullah tarafından "Eminü'l-Ümme" diye övülerek, Necran hristiyanlarından cizye almaya memur edildi. Rasûlullah Necran hıristiyanlarını Medine'ye çağırarak onları İslâm'a dâvet etti; ancak hristiyanlar, İslâm'ı kabul etmeyip sadece cizye verebileceklerini, bunu da alması için "güvenilir" birini memur etmesini Rasûlullah'tan istediler, Rasûlullah da, "Size hakkıyla emîn bir adam göndereceğim" diyerek Ebû Ubeyde'yi gönderdi. Rasûlullah, Bahreyn ile sulh yaptıktan sonra onlardan toplanacak cizye'yi almaya da Ebû Ubeyde'yi görevlendirdi.

Ebû Ubeyde, Mekke fethinde, Taif muhasarasında, Vedâ Haccı'nda hep Rasûlullah'ın yanında bulunmuştur. Rasûlullah'ın vefâtından sonra meydana gelen Benû Saîde sakifesi olayında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde birlikte hareket etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir, Ebû Ubeyde'nin elinden ve Hz. Ömer'in elinden tutarak ortalarında durmuş, sahâbeye bu iki zattan birisine bey'at etmelerini söylemiş; bu sözlerin hemen ardından Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e bey'at edince, Ebû Ubeyde de Ebû Bekir'e bey'at etmiştir. Ebû Bekir, vefât ederken bu olayı anımsatmış ve, "Benû Saide sakifesinde Hz. Ömer'i halifeliğe, Ebû Ubeyde'yi vezirliğe lâyık gördüğünü" söylemiştir (Taberî, Târih, III, 430).

Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinden itibaren Hz. Ömer zamanında cihad hareketinde Suriye bölgesindeki fetihlere katıldı ve kumandan olarak yer aldı. Ayrıca o, Bisan, Taberiye, Baalbek, Humus, Hama, Şeyre, Maarra, Lazkiye, Antarius, Banyas, Selemiye, Halep, Antakya, Menbic, Delul fetihlerinde bulunmuştur.

634 yılında (H. 13), Humus'ta Roma İmparatoru Herakleius'un muazzam ordusuna karşı Ebû Ubeyde, Yezid b. Ebî Süfyan, Şurahbil, Amr b. el-Âs ve Halid b. Velid gibi kumandanların orduları birleşerek Ecnâdin'de savaştılar. Müslümanlar üç bin şehid vererek burayı fethettiler. Suriye'nin en mühim ticaret merkezi olan Şam'ı kuşattıklarında Ebû Ubeyde Câbiye kapısından şehre saldırdı. Halid b. Velid Şam'ın kendi tarafındaki bölümünü çarpışarak ele geçirirken, Ebû Ubeyde kendi bölgesini sulh ile ele geçirdi ve hristiyanlarla yapılan sulh antlaşması bütün şehre şâmil kılındı. 635 yılında Fahl savaşı vuku buldu. Roma ordusu müslümanların sayıca üç-dört misliydi. İki ordu çarpışmadan önce Romalıların özel elçisi müslümanların karargahına gelip sulh şartlarını görüşmek istedi. Elçi, burada Ebû Ubeyde'yi komutan olarak büyük bir ihtişam içinde biri sanıyordu. Ancak her tarafta birbirine benzer insanlar ve diğer askerlerden farkı olmayan Ebû Ubeyde'yi görünce çok şaşırdı. Ebû Ubeyde, elçinin, Roma topraklarını terkederlerse askerlerine altın verme teklifini reddetti. İki ordu çarpıştı ve müslümanlar Romalıları yenilgiye uğrattılar. 635 yılında Suriye'nin tarihî şehri Humus fethedildi. Ebû Ubeyde birçok yerleri sulh ile ele geçirip Antakya'ya yönelmişken halife Hz. Ömer'in emriyle askerlerini durdurdu ve Humus'ta yerleşti. 636'da Herakleios Roma, İstanbul, el-Cezire, Ermenistan gibi Roma vilâyetlerinden gelen askerlerle büyük bir ordu topladı ve Suriye'ye hareket etti. Ebû Ubeyde Humus ve diğer fethedilen yerlerdeki kumandanlara mektup yazarak toplanan cizyelerin iâde edilmesini, geri çekileceklerini bildirdi (Ebd Yûsuf, Kitâbu'l-Harac, 81). Daha sonra Şam'a gitti ve dağınık İslâm ordularını toplamak amacıyla Yermük'te karargah kurdu. Hz. Ömer'e sür'atle haber yolladı; Roma ordusunun âdeta yağarak üzerlerine geldiğini bildirdi ve âcil yardım göndermesini istedi. Yardım için vakit yoktu; Hz. Ömer cevabında, "Onları yeneceğinize inanıyoruz" diyordu. Amr b. el-Âs da Ürdün'den Yermük'e gelince müslümanların maneviyatları kuvvetlendi. Yermük'e çok yaklaşan Roma ordusundan bir elçi akşam namazı kılınırken geldiği zaman Ebû Ubeyde'ye sordu: "Hz. İsa için ne düşünürsünüz?" Ebu Ubeyde şu cevabı verdi: Allah buyurur ki: "Ey ehl-i kitap, dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih Allah'ın peygamberidir. Aynı zamanda Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın, "üçtür" demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak bir tektir. Çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde uçanlar da yerde olanlar da O'nundur" (en-Nisâ, 4/1 71). Romalı elçi bu âyeti duyunca kelime-i şehâdet getirdi ve müslümanlara katıldı. Yermük savaşında müslümanlar inançlarıyla dev gibi Roma ordusunu korkunç bir yenilgiye uğrattı.

Herakleios artık bu yenilgiden sonra Antakya'yı terketti ve İstanbul'a giderken meşhur "Elveda Suriye" sözünü söyledi.

Ebû Ubeyde tekrar Humus'a döndü. Kınnesrin, Halep, Antakya İslâm hakimiyeti altına alındı. Halid b. Velid Maraş'ı fethetti. Nihayet Kudüs 637 tarihinde kuşatıldığında Kudüs halkı ve din adamları şehri, Hz. Ömer'e teslim etmek istediklerini söylediler. Hz. Ömer Cabiye'ye gelerek onlarla antlaşma imzaladı. 638 yılında Halid b. Velid'i başkumandanlıktan azleden Hz. Ömer yerine Ebû Ubeyde'yi tayin etti. Bu sırada Rumlar tekrar yeni bir orduyla saldırdılar. Ebû Ubeyde komutasındaki İslâm ordusu Rumları Humus'ta bir defa daha yenilgiye uğrattı. Ebû Ubeyde, Şam ve çevresinin fütuhâtı tamamlandıktan sonra "Şam emiri, adaleti" deyimiyle Rumlar arasında bile hayırla anılmıştır. Hicretin 18. yılında Hicaz bölgesinde kıtlık başgösterince Ebû Ubeyde Medine'ye büyük miktarda yiyecek yardımı gönderdi. Aynı yıl, veya 17. yılın sonlarında- Suriye, Mısır ve Irak'ı Amvas (Amevas) Tâunu diye tarihe geçen veba salgını istilâ etmiş, birçok sahâbî bu salgında vefât etmişti. Ebû Ubeyde de, Hz. Ömer'in Şam'dan ayrılması ısrarlarına rağmen şehirde kalmış ve vebaya yakalanmıştır. Yerine Muâz b. Cebel'i bırakan Ebû Ubeyde şöyle vasiyette bulundu: "Size bir vasiyyetim var. Onu kabul ederseniz hayra erersiniz: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin, haccınızı ifâ edin, birbirinizi gözetin, emirlerinize itaat edin ve onları aldatmayın. Dünya sizi aldatmasın. Bir insan bin sene de yaşasa âkibet şu neticeye varır: Allah insanların alnına ölümü yazmıştır, onun için hepsi ölürler. İnsanların en akıllısı Allah'a en çok itaat eden, âhiret için çok çalışandır. Hepinize Allah'ın selâm ve rahmetini, lütûf ve bereketini niyâz ederim. Haydi Muâz! Cemaate namaz kıldır." Ebû Ubeyde'nin kabri Şam'da Anta köyü civarında Gavr Beysan'dadır. Tarihçilerin nakline göre Hz. Ömer ve ashâb salgın yerine gelip durumu gördükten sonra hemen oradan ayrılmak istemişler, Ebû Ubeyde Ömer'e, "Ya Ömer, Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" demiş, Ömer de, "Evet, Allah'ın kazâsından kaderine kaçıyorum" demiştir.

Ebu Ubeyde, züht ve takvâ sahibi, "ümmetin emîni", cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahâbîdir. Diğer birçok sahâbî gibi o da, fütuhat sonunda ele geçirilen mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürdü. Hz. Ömer onun odasının eşyasız bir keçe, bir kırba, birkaç lokma yiyecekten ibaret olduğunu görünce ağlamış ve, "Dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi" demiştir. Yine Ömer, "Allah'a hamdolsun, müslümanlar içinde böyle insanlar var..." diye onu övmüştür. Ebû Ubeyde, bir müslümanın kendisine iltica eden birini himaye edebileceğini söylemiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 195). Aşere-i Mübeşşere* denilen, cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Ebû Ubeyde, Rasûlullah ile devamlı birlikte olduğu halde ondan çok az hadis rivâyet etmiştir. Orta boylu, zayıf, güzel yüzlü, zekî, merhametli diye anılan bu sahâbî, Şam emiri iken, bütün Şam halkı onun âdil bir yönetici olduğunda ittifak etmiştir. Onun az hadis rivâyet etmesi, tıpkı Ebû Bekir, Zübeyr b. el-Avvâm, Abbâs b. Abdülmuttalib gibi birçok büyük sahâbî -Mukillin- gibi, Rasûlullah'ın mâiyetinde bulunmalarına ve onun vefâtından sonra yaşamalarına rağmen, hadis rivâyeti hususunda çok titiz, bunun büyük bir sorumluluk olduğunun bilincinde olduğundan kaynaklanıyordu. Ebu Ubeyde Rasûlullah'tan ondört hadis rivâyet etmiştir (Ahmed Naîm, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, Mukaddime, 1, 60). Bu Mukillin ashâb, sünnetin birer uygulayıcısı, canlı birer numûnesi olduklarından, sünneti yaşamaya daha ziyade önem vermişler, sünneti "anlatma"yı ise başka sahâbîlere bırakmışlârdır. Ebû Ubeyde'nin râvileri arasında Câbir, Ebû Ümâme, Abdurrahman b. Ganem bulunmaktadır.

Sait KIZILIRMAK
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Peygamberimizin hanımlarından:
Hz. AİŞE-İ SIDDIKA



Hz. Aişe validemiz, küçük yaşta iken okuma-yazma öğrenmiş olup, çok zekî ve kabiliyetli idi. Her bir hâdise üzerine hemen bir şiir söylemesi, onun zekâsına bir delildir. Öğrendiği ve ezberlediği bir şeyi katiyen unutmazdı. Çok akıllı, zekî, âlime, edibe ve afife ve saliha idi.
Üç gece rüyada gördüm

Resulullah efendimiz Hz. Hadice'nin vefatından sonra, ikinci defa olarak, Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Aişe'yi nikahladı, fakat düğünü yapılmadı. Peygamberimizin Hz. Aişe ile evlenmelerinde en önemli husus, nikah akdinin Hz. Peygamberin arzusuyla değil, Allahü teâlânın emri ile olmasıdır. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Peygamberimiz Hz. Aişe'ye şöyle buyurdu:

- Seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek ipek kumaşa sarmış “Bu senin hanımındır” dedi. Ben de yüzünü açtım ve “Eğer Allah tarafından ise cenab-ı Hak imza eylesin” dedim. [Yani eğer rüya Rahmânî ise Allahü teâlâ müyesser kılsın demektir.]

Resulullah efendimiz Medine'ye hicret ettiği zaman, ev halkını Mekke'de bırakmıştı. Medine'yi şereflendirince, Ebu Rafiî ile azatlı kölesi Zeyd bin Hârise'yi, iki deve ve ihtiyaçları olabilecek şeyleri satın almak üzere 500 dirhem harçlıkla Mekke'ye gönderdi.

Hz. Ebu Bekir de Abdullah bin Ureykıt'ı iki deve ile onların yanına katıp, hanımı Ümm-i Ruman ve kızı Hz. Aişe ile kızkardeşi Esma'yı develere bindirerek göndermesini, oğlu Abdullah'a mektup yazarak emretti. Hz. Aişe, annesi Ümm-i Ruman ve Resulullahın kerimeleri kafile olarak yola çıktı. Kubeyd mevkiinde Hz. Zeyd 500 dirhemle üç deve daha satın aldı. Kafileye Talha bin Ubeydullah da katıldı. Mina mevkiinden Beyda denilen yere ulaştıkları zaman, Hz. Aişe'nin devesi kaçtı. Hz. Aişe buyuruyor ki:

“Devem kaçtı. Ben devenin üstünde mahfe'nin içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem, “Eyvah kızcağızım, eyvah gelinciğim” diyerek çırpınıyordu. Allahü teâlâ devemize sükûnet verdi ve bizi kurtardı. Nihayet Medine'ye geldik. Ben Hz. Ebu Bekir'in ev halkı ile birlikte indim.”

Birer oda yapıldı

O zaman Mescid-i Nebevî ve etrafındaki odalar yapılmıştı. Mescid-i şerif yapılırken, Peygamberimizin hanımları Hz. Aişe ve Sevde için birer oda yapıldı. Sonra, ihtiyaç oldukça bir oda yapılarak, adetleri dokuz oldu. Odalar, Arap âdeti üzere, hurma dalından idi. Üstleri kıldan keçe ile örtülü idi.

Odalar mescidin cenup, şark ve şimâl taraflarında idi. Ker****ten yapılmış olanı da vardı. Çoğunun kapısı mescide açılırdı. Tavanlarının yüksekliği, orta boylu insan boyundan bir karış fazla idi. Hz. Fâtıma ile Hz. Aişe'nin odaları arasında kapı vardı.

Mekke'den gelen Resulullahın ev halkı, kendi odalarının önünde indi. Hz. Aişe validemiz, Hz. Ebu Bekir'in evinde bir müddet ikâmet buyurdular. Hz. Ebu Bekir birgün Resulullaha şöyle arzetti:

- Ya Resulallah, ehlinle evlenmekten seni alıkoyan nedir?

Hastalığı bol yerdi

Bunun üzerine Resulullah efendimiz, gerekli hazırlıkları yaparak, Hz. Aişe ile, nikahlarının vuku bulduğu Şevval ayında evlendiler.

Hz. Aişe validemiz buyuruyor ki:

“Medine'ye hicret edip geldiğimiz zaman, burası, hastalığı bol olan bir yer idi. Bütün eshab-ı kiram hastalığa tutuldular. Bu hastalıktan, ancak Resulullah efendimiz, Allahü teâlânın korumasıyla kurtuldu."

Hz. Aişe de hastalandı. Peygamberimiz Hz. Aişe'ye, “Sende gördüğüm nedir” diye sorunca, Hz. Aişe şu cevabı verdi:

- Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah, hummadır. Allah onu kahretsin.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Hayır, ona kötü söyleme! O, vazifelidir. İstersen sana bir duâ öğreteyim. Onu okuduğun zaman, Allahü teâlâ onu senden giderir.

Hz. Aişe de, “Öğret ya Resulallah” dedi.

Peygamber efendimiz duâyı öğretince, humma geçti.

Hz. Aişe validemiz, Medine'de, Resulullahın gazalarına katılmış diğer sahabî hatunları gibi, yaralıların tedavisi ve bakımıyla meşgul olmuş, büyük hizmetler görmüştür. Cephelerde eline kılıç alıp, çarpışmayı istemiş ise de, Resulullah efendimiz buna müsaade buyurmamıştır. Mesela Uhud günü, Peygamber efendimiz yaralanmış, mübarek yüzü müşriklerin attığı taşla yaralanıp, kan içinde kalmıştı.

Hz. Fâtıma validemiz, Resulullahın mübarek yüzünü yıkamış, kan durmayınca, yünden hasır yakmış ve külünü âlemlere rahmet olarak gelen Peygamberimizin mübarek yüzüne basarak, kanı durdurmuştu.

Arkalarında su taşıyorlardı

Hz. Aişe validemiz de sırtında yiyecek ve içecek su taşıyarak Uhud'a gelmişti. Hz. Aişe ve Ümm-i Süleym kırba ile su taşıyorlar, Hamne ise susuzlara su veriyordu. Enes bin Malik diyor ki:

"Uhud gazasında müslümanlar bozulup, Resulullahın yanından dağıldıkları zaman, Hz. Aişe ile Ümm-i Süleym'i gördüm. Arkalarında kırbalarla koşa koşa su taşıyorlar, yaralıların ağızlarına boşaltıyorlardı. Kırbaları boşaldıkça koşarak gidiyorlar, doldurunca koşarak gelip, yine yaralılara su veriyorlardı.”

Kadınların Uhud savaşına katılmasına müsaade edilmesinin sebebi, yaralıları tedavi için idi.

Hz. Aişe, Müreysi gazasına katılmış ve bu gazada bazı münafıkların çıkardığı bir iftiraya maruz kalmış, bunun üzerine Allahü teâlâ Nur suresinde 17 ayet-i kerime göndererek, onun temizliğini bildirdi. Hz. Aişe buyurdu ki:

"Resulullahın ilk hastalığı, Hz. Meymune'nin evinde oldu. O gün Resulullahın Hz. Meymune'ye uğradığı gündü. Burada Resulullahın hastalığı arttı. Diğer ezvac-ı tahirat gelerek Resulullahın hizmetine koyuldular. Peygamberimiz de buyurdular ki:

- Ey benim zevcelerim, mâzur görün, takatım yoktur ki, evlerinizi dolaşayım. İzin verirseniz Aişe'nin evine gideyim, bana orada hizmet edersiniz.

Hz. Aişe'nin odasına gitti

Resulullah efendimiz Hz. Abbas ve Hz. Ali'nin omuzlarına dayanıp, benim odama geldiler. Döşeğe yattılar. Bu odada mübarek başı, göğsümde olduğu hâlde vefat ettiler."

Resulullahın vefatından sonra da, eshab-ı kiramın, Hz. Aişe validemize hürmetleri, ikramları ve izzetleri çok fazla idi. Hatta bu hususta Hz. Ömer, bunda o derece ileri gitti ki, Hz. Aişe, "Resulullahın vefatından sonra Hz. Ömer bana çok iyilik etti. Ya Rabbi, bundan böyle, beni, onun ihsan ve iyilikleri için ayakta tutma" buyurdu.

Hz. Aişe validemiz, Hz. Osman zamanında da din-i İslâmı öğretmekle meşgul oldu. Hz. Aişe müctehid idi. Bütün İslâm ilimlerinde çok büyük derecesi vardı. Bilhassa kadınlara mahsus hâllere dair fıkhî hükümler kendisinden sorulurdu. Çünkü Hz. Aişe, hem müminlerin annesi, hem de dinlerini öğrenecekleri bir müftî müctehid idi. Ayet-i kerime ile medh ve sena olundu. ^Alim, edip, çok akıllı ve üstad idi. Çok fasih ve beliğ konuşurdu.

Aişe-i Sıddıka hazretlerinin faziletleri, üstünlükleri, sayılamayacak kadar çoktur. Eshab-ı kirama fetva verirdi. Âlimlerin çoğuna göre, fıkıh bilgilerinin dörtde birini Hz. Aişe haber vermiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

- Dininizin üçte birini Humeyra'dan öğreniniz!

Resulullah efendimiz, Hz. Aişe'yi çok sevdiği için, ona "Humeyra" derdi.

Aişe hakkında, beni incitmeyiniz!

Eshab-ı kiramdan ve tâbiînden çok kimse, Hz. Aişe'den işittikleri hadis-i şerifleri haber vermişlerdir. Ürvet übnü Zübeyr hazretleri buyuruyor ki:

"Kur'an-ı kerimin manalarını ve helal ve haramları ve Arap şiirlerini ve nesep ilmini Hz. Aişe'den daha çok bilen kimse görmedim."

Eshab-ı kiram, hediyelerini, Resulullaha, Aişe'nin evinde getirip, böylece sevgisini kazanmak için yarışırlardı. Zevceler, iki grup idi. Aişe tarafında Hafsa, Safiyye, Sevde vardı. İkincisi, Ümm-i Seleme ve ötekiler idi. Bunlar, Ümm-i Seleme'yi Resulullaha gönderip, "Eshabına emir buyursanız da, hediye getirmek isteyen, hangi zevce yanında iseniz, oraya getirse" dediklerinde, Resulullah efendimiz buyurdu ki:

- Beni, Aişe hakkında incitmeyiniz! Cebrail bana yalnız Aişe'nin yanında iken geldi.

Ümm-i Seleme de dediğine pişman olup, tevbe ve af diledi.

Resulullah efendimiz bir defasında, kızı Hz. Fâtıma'ya buyurdu ki:

- Ey kızım, benim sevdiğimi, sen sevmez misin?

Hz. Fâtıma'nın, “Elbet severim” demesi üzerine, yine buyurdular ki:

- O hâlde, Aişe'yi sev!

En çok kimi severdi?

Resulullah efendimiz, Hz. Aişe'yi çok severdi. Resulullaha, “En çok kimi seviyorsun” denildiğinde buyurdular ki:

- Aişe'yi.

"Erkeklerden kimi" dediklerinde, buyurdu ki:

- Aişe'nin babasını.

Yani, en çok Hz. Ebu Bekir'i sevdiğini bildirdi.

Hz. Aişe'ye sordular ki:

- Resulullah efendimiz en çok kimi severdi?

- Fâtıma'yı severdi.

- Erkeklerden en çok kimi severdi?

- Fâtıma'nın zevcini.

Bundan anlaşılıyor ki, zevceleri arasında, Hz. Aişe'yi, çocukları arasında Hz. Fâtıma'yı, Ehl-i beyti arasında. Hz. Ali'yi, eshabı arasında ise, Hz. Ebu Bekir'i en çok severdi.

Hz. Aişe buyuruyor ki: “Birgün Resulullah efendimiz, mübarek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakarak buyurdular ki:

- Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?

Ben de, "Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim” dedim.

Bunun üzerine, Resulullah efendimiz kalkıp yanıma geldi. Alnımdan öptü ve buyurdular ki:

- Ya Aişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.

Kıyamet gününde insanlar

Yani, senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur, buyurdu. Hz. Aişe'nin mübarek alnından öpmesi, Resulullahı severek, onun cemalini anlayarak gördüğü için, aferin ve takdir olmaktadır.

Birgün Peygamber efendimiz, kıyamet gününden bahisle Hz. Aişe'ye buyurdu ki:

- Kıyamet gününde insanlar elbisesiz olarak haşredilecektir.

- Erkekler de kadınlar da böyle mi olacak?

- Evet.

- O zaman birbirlerine bakmayacaklar mı?

- Ey Aişe, o gün insanlar meşguliyetlerinden birbirlerine bakmaya zaman bulamayacaklardır. Gözleri göğe dikilmiş olarak kırk sene öylece kalacaklardır. Yemeyecek, içmeyeceklerdir. Şiddetli terliyecekler. Kiminin terinden biriken su, ayaklarını örtecektir. Kiminin de dizlerine, kiminin de karnına kadar yükselecektir. Kiminin de tepesine kadar çıkacaktır.

Musa bin Talha diyor ki:

- Hz. Aişe'den daha fasih, düzgün konuşanı görmedim. Resulullahı metheden şu manada bir şiir söylemiştir:

“Mısırdakiler, Onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yusuf aleyhisselamın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yani, bütün mallarını, Onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zeliha'yı kötüleyen kadınlar, Onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”

Allahü teâlânın nimetleri

Hz. Aişe, kendisinin, Peygamberimizin diğer hanımlarının hepsinden daha üstün olduğunu söyleyerek, Allahü teâlânın nimetlerini sayar, övünürdü. Bunlardan da bazıları şunlardır:

1- Resulullah efendimiz, beni istemeden önce, Cebrail aleyhisselamın benim suretimi getirip, kendisine gösterdiğini ve, “Bu senin zevcendir” dediğini söylerdi.

2- Resulullahın zevceleri içinde, koca görmeden Resulullah ile evlenen, benden başka olmamıştır.

3- Resulullahın zevceleri içinde, yalnız benim yanımda iken vahiy geldi. Resulullah efendimiz, bazı zevcelerine, “Aişe'yi üzerek, beni incitmeyiniz! Biliniz ki, onun yanında bana vahiy gelmektedir” buyurmuştu.

4- Resulullahın zevceleri arasında, benden başka hiçbirinin hem babası, hem de annesi hicret etmiş değildir.

5- Allahü teâlâ benim hakkımda berât ayetini nâzil eyledi.

6- Resulullah vefat ederken, mübarek başları benim göğsümde idi.

7- Resulullah benim odamda vefat etti.

8- Benim odam Resulullahın türbesi olmuştur.

Resulullahı teselli ederdi

Hz. Aişe validemiz, Resulullahın rızasına kavuşmak için, gecesini gündüzüne katardı. Onu birazcık üzgün görse, teselli etmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Hatta Resulullahın akrabalarını da gözetir, onlara karşı da her türlü iyiliği yapardı. Hz. Aişe buyuruyor ki:

"Günde ikinci defa yemek yiyordum. Resulullah efendimiz görünce buyurdu ki:

- Ya Aişe! Yalnız mideni doyurmak, sana, her işten daha tatlı mı geliyor? Günde iki kere yemek de israftandır. Allahü teâlâ, israf edenleri sevmez.”

Hâdimî hazretleri, burayı şöyle açıklıyor: “Resulullah efendimiz Hz. Aişe'nin ikinci yemeği, acıkmadan yediğini anlayarak böyle buyurmuştur. Yoksa, kefaretler için, günde iki kere yedirmek lazım olduğu meydandadır.”

Resulullahın vefatından sonra, Hz. Aişe'ye, yemek yiyip yimediğini sordular. “Hiçbir zaman doyasıya yemedim” buyurdular ve ağladılar.

Hz. Aişe buyurur ki: “Peygamber efendimizin karnı hiçbir zaman yemek ile doymamıştır. Bu hususta hiç kimseye yakınmamıştır. İhtiyaç içinde olmak, onun için zenginlikten daha iyi idi. Bütün gece açlıktan kıvransa bile, Onun bu durumu, gündüz orucundan onu alıkoymazdı.

Tahammül gösterdiler

İsteseydi, Rabbinden yeryüzünün bütün hazinelerini, meyvelerini ve refah hayatını isterdi. And olsun ki, Onun, o hâlini gördüğüm zaman acırdım ve ağlardım. Elimle karnını sıvazlardım ve derdim ki:

- Canım sana feda olsun! Sana güç verecek, şu dünyadan bazı menfaatler, yiyecek ve içecekler temin etsem olmaz mı?

Bunun üzerine bana buyururdu ki:

- Ey Aişe, dünya benim neyime! Ulul'azm olan peygamber kardeşlerim, bundan daha çetin olanına karşı tahammül gösterdiler. Fakat o hâlleri ile yaşayışlarına devam ettiler, Rablerine kavuştular. Bu sebeple Rableri, onların kendisine dönüşlerini çok güzel bir şekilde yaptı, sevaplarını artırdı. Ben refah bir hayat yaşamaktan hayâ ediyorum. Çünkü böyle bir hayat, beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara katılmaktır.

Bu sözlerinden sonra fazla zaman geçmedi, bir ay kadar sonra vefat ettiler."

Peygamber efendimiz Hz. Aişe'ye birçok tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:

"Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Ey Aişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan uyuma:

1- Kur'an-ı kerimi hatim etmeden,

2- Benim ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavuşmadan,

3- Müminleri kendinden hoşnut etmeden,

4- Hac etmeden.

Ondan kolay ne var?

Resulullah efendimiz bunları söyledikten sonra namaza durdu. Namazını bitirip de yanıma geldiğinde, kendilerine dedim ki:

- Ey iki cihanın güneşi olan Efendim! Annem, babam, canım sana feda olsun. Bana dört şeyi yapmamı emrediyorsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?

Bunun üzerine tebessüm ederek buyurdular ki:

- Ya Aişe! Ondan kolay ne var? Üç İhlâs-ı şerifi ve bir Fâtiha suresini okursan, Kur'an-ı kerimi hatmetmiş; bana ve diğer peygamberlere salevat getirirsen, şefaatımıza kavuşmuş; önce müminlerin ve sonra da kendi affını dilersen, müminleri kendinden hoşnut etmiş; “Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr” tesbihini okursan hac etmiş sayılırsın.”

- Ey Aişe, yumuşak ol; zira Allahü teâlâ bir ev halkına iyilik murad ederse, onlara rıfk, yumuşaklık kapısını gösterir.

- Ey Aişe bilmez misin; kul secde ettiği zaman, Allah onun secde yerini yedi kat yerin sonuna kadar tertemiz kılar.

- Ey Aişe, hiç hayâsız söz söylediğimi gördün mü? Kıyamet gününde Allah katında en kötü insan, şerrinden kaçarak insanların terkettiği kimsedir.

- Ey Aişe, Allah, kullarına lutf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever.

- Ey Aişe, sana birisi, istemeden, birşey verirse, kabul et! Çünkü o, Allahü teâlânın sana gönderdiği bir rızıktır.

Kendini tutamadı

Sevgili Peygamberimizin huzurlarına, birtakım yahudiler girdiler. “Essâmü aleyk” diyerek, sırıttılar. Allahü teâlânın Resulü de, "Ve aleyküm" karşılığında bulundular. Bunları duyan Hz. Aişe, yahudilere “lânet” etmeye başladı. Çünkü “Essâmü aleyk!” sözlerinin manası, “Ölüm, senin üzerine olsun” demekti. İşte bu yüzden Peygamber efendimizin hanımı, kendini tutamamıştı.

Bu şaşkın yahudiler, güya kurnazlık ettiler! Selam verir gibi görünüp, Hak teâlânın en şerefli Peygamberine hakarete yeltendiler. Hz. Aişe'yi üzen de onların bu “sefîl” niyetleriydi.

Fakat Peygamber efendimiz sakin görünüyorlardı. Hanımına sordular:

- Ey Aişe! Sana ne oldu ki, onlara lânet ettin?

Hz. Aişe-i Sıddıka hâlâ hiddetini yenememişti. “Ne söylediklerini işitmediniz mi, ya Resulallah” dedi. Peygamber efendimiz de, "Sen de, benim onlara, (Ve aleyküm...) dediğimi işitmedin mi” buyurdu.

Gerçekten, “Ve aleyküm” demek, “Sizin üzerinize olsun” manasına geliyordu. Böylece yahudilerin “ölüm” temennisini; sevgili Peygamberimiz, aynen kendilerine iade etmişlerdi.

Şehitlerin derecesi

Hz. Aişe, birgün Resulullah efendimize sordu:

- Şehitlerin derecesine yükselen olur mu?

- Hergün yirmi kere ölümü düşünen kimse, şehitlerin derecesini bulur.

- Ya Resulallah! Sizin üzerinize, Uhud gününden (harbinden) daha şiddetli bir gün geldi mi?

- Ya Aişe! Gördüğüm eziyetin en şiddetlisi, Tâif şehrinde olmuştur.

Hz. Aişe'nin annesi Ümm-i Ruman binti Amir'dir. Lâkabı Sıddıka'dır. Hz. Aişe'nin çocuğu yoktu. Bunun için künyesi de yoktu. Araplarda künyeye çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için Hz. Aişe üzülürdü. Birgün Hz. Peygambere bunu arzetmiş ve Peygamberimiz de buyurmuştu ki:

- Sen yeğenin Abdullah bin Zübeyr'i kendine evlat edinirsin ve onun ismine izafeten de künye alırsın.

Bundan sonra Hz. Aişe yeğeni Abdullah bin Zübeyr'e izafeten ümm-i Abdullah diye künyelendi.

Hz. Aişe, Hicret'ten dokuz sene önce Mekke-i mükerremede doğdu. 676 senesinin Ramazan ayının 17. salı günü Medine-i münevverede vefat etti
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Hz. Ali Resûlullah efendimizin amcasının oğludur. Hâne-i saâdette büyüdü. 10-12 yaşlarında iken, birgün Resûlullah ile Hz. Hatice’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra Resûlullaha sordu:

- Bu nedir?

- Bu Allahü teâlânın dînidir. Seni bu dîne da’vet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Lat ve Uzza isimli putları terketmeni emrederim.

- Önce babama bir danışayım.

- İslâma gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!

Hz. Ali ertesi sabah, Resûlullahın huzuruna gelerek dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Bana İslâmı bildir.

Bunun için göremiyorum

Böylece Müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsü, çocuklardan ise birincisidir.

Peygamberimiz, bazen kuşluk vaktinde, Mekke vâdilerine doğru çıkıp gider, Hz. Ali de, babası Ebû Tâlib’den, bütün akrabâlarından ve halktan gizli olarak Peygamberimizle birlikte gider, namazlarını oralarda kılarlar, akşamleyin de, dönerlerdi.

Birgün, Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, kocası Ebû Tâlib’e dedi ki:

- Ali’nin, Muhammed’in yanına devam ettiğini görüyorum. Senin başına, Muhammed tarafından, oğlun hakkında, güç yetiremiyeceğin bir iş gelmesinden korkuyorum!

- Demek, oğlumu bunun için göremiyorum?

Hemen, Peygamberimizle Hz. Ali’nin ardına düştü. Onlara, Batn-ı Nahle vâdisinde, namaz kıldıkları sırada, rastladı. Peygamberimize sordu:

- Ey kardeşimin oğlu! Edindiğini gördüğüm bu din, ne dînidir?

- Ey Amca! Bu, Allahın dînidir. Allahın meleklerinin dînidir. Allahın peygamberlerinin dînidir. Babamız İbrâhim’in dînidir ki, Allahü teâlâ, beni, Peygamber olarak bununla, bütün kullara gönderdi.

Ey Amca! Doğru yola çağıracağım kimselerden, buna, en çok sen lâyıksın! Bu yoldaki da’vetimi kabûl etmeye ve bana yardımcı olmaya, sen, herkesten daha lâyıksın!

Peygamberimiz, amcasını, İslâmiyete, tevhîde, Allahın birliğine inanmaya ve putlara tapmaktan vazgeçmeye da’vet etti. Ebû Tâlib dedi ki:

- Vallahi, yaptığınız veya söyledikleriniz şeylerde bir mahzûr yoktur. Ey kardeşimin oğlu! Ben, atalarımın dîninden ve ona bağlılıktan ayrılmaya güç yetiremiyeceğim. Fakat, sen, gönderildiğin şey üzerinde dur!

Ben sağ oldukça

Ebû Tâlib şöyle devam etti:

- Vallahi, ben sağ oldukça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar, sana, hoşlanmıyacağın bir şey erişmeyecektir!

Hz. Ali’ye de, hoşlanmayacağı bir şey söylemedi. Ona sordu:

- Ey oğulcuğum! Üzerinde bulunduğun bu din, nedir?

- Babacığım! Ben, Allaha, Allahın Resûlüne îmân ve onun, Allah tarafından getirdiklerini de, tasdîk ettim. O’na tâbi oldum!

- O, seni, ancak, hayır ve iyiliğe da’vet eder. Sen, onun yolunu tutmakta devam et! Yavrum! Amcanın oğlunun da’vet ettiği şeye, senin de, istiyerek girmen, yaraşır.

Sevgili Peygamberimiz Allahü teâlânın emriyle Mekke’den Medîne’ye hicret ederken Hz. Ali’ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini söyliyerek buyurdu ki:

- Bu gece yatağımda yat, uyu! Şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar gelmez!

Hz. Ali, Peygamber efendimizin emrettiği şekilde yattı. Habîbullahın yerine, hiç korkmadan, kendi nefsini fedâ etmeye hazırdı.

Burada ne bekliyorsun?

Hicret gecesi müşrikler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz, evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, Hz. Ebû Bekir’in evine ulaştı. Müşriklerden hiçbiri onu görememişti.

Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip sordu:

- Burada ne bekliyorsunuz?

- Evden çıkmasını bekliyoruz.

- Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı.Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhal kapıya hücum edip içeri girdiler.

Hz. Ali’yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hz. Ali cevap verdi:

- Bilmem! Beni, onun muhâfazasına me’mur mu ettiniz?

Bunun üzerine Hz. Ali’yi tartakladılar. Kâ’be’nin yanında bir müddet hapsettikten sonra bıraktılar. Hz. Ali, Resûlullah efendimizin Kâ’be-i şerîfte devamlı bulundukları makâma oturdu. “Resûl-i ekremde kimin nesi var ise, gelsin alsın!” diye nidâ ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine teslim edildi.

Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, Hz. Ali’nin kanadı altına sığındılar. Resûlullahın saâdethâneleri Mekke’de olduğu müddetçe, Hz. Ali de orada kaldı. Allahın arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere giderek dedi ki:

- İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin!

Nihâyet Ali'de hicret etti

Hepsi başlarını eğip, hiçbir şey söylemediler. Sabah olunca, Hz. Ali, Resûl-i ekrem efendimizin eşyâlarını toplayıp, Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi akrabâları ile berâber yola koyuldu. Resûlullah efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kubâ’da yetişti.

Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, Hz. Ali’yi görünce hâline acımış, Onu kucaklamış, mübârek elleriyle nârin, nâzik ayaklarını okşamış, kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Bunun üzerine; (İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder) [Bekara 207] meâlindeki âyet-i celîlesi nâzil oldu.

Peygamber efendimiz, bir gece eve vardıklarında buyurdu ki:

- Yâ Âişe! Hiç yemeğin var mıdır?

Sözleri biter bitmez kapı çalındı. Kapı açıldığında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin gelmiş olduğunu gördüler. Peygamber efendimiz sordu:

- Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir?

- Yâ Resûlallah! Üç gündür birşey yemedik. Çok acıktık. Mübârek yüzünüzü görerek açlığımızı unutmak için geldik.

Hasan ile Hüseyin de açtır

Hz. Ali ayrıca dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Hz. Fâtıma ile Hasan ve Hüseyin de üç gündür açlar.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Üç gündür ben de birşey yemedim.

Sonra Hz. Ali dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Dün yoldan geçerken Mu’âz bin Cebel’in avlusundaki hurma ağacında, hurmalar gördüm.

Peygamber efendimiz:

- Kalkınız, Mu’âz’ın evine gidelim. Bizi hurma ile misâfir etsin, buyurdu.

Resûlullah efendimiz ve üç büyük Eshâbı, Hz. Mu’âz’ın kapısına vardılar. Hz. Ebû Bekir:

- Yâ Mu’âz devlet kuşu başına kondu. Allahın Resûlü evine teşrif etti, diye seslendi.

Fakat, evde bu sesi kimse duymadı. Yalnız Mu’âz hazretlerinin küçük kızı duymuştu. Annesine, Hz. Ebû Bekir’in kapıya geldiğini söyledi. Annesi inanmadı ve dedi ki:

- Kızım, bu vakitte Hz. Ebû Bekir’in kapımızda işi ne?

Tekrar yattılar. Sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali seslendi. Kız çocuğu tekrar annesine gitti ise de annesini inandıramadı. Yine yatıp uyudular. Daha sonra Peygamber efendimiz, “Yâ Mu’âz!” diye seslenince, kızcağız, bu sefer, babasına gidip seslendi:

- Babacığım, ne duruyorsun, başımıza devlet kuşu kondu. Allahü teâlânın Resûlü ve üç Eshâbı kapıya gelmişler, seni çağırıyorlar.

Hurmalar hiç eksilmedi

Mu’âz hazretleri hemen kapıya koştu. Misâfirlerini içeri aldı. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Yâ Mu’âz! Üç gündür ben ve Eshâbım hiç yemek yememişiz. Dün Ali yoldan geçerken sizin avludaki hurma ağacında hurmalar görmüş. Geldik ki bizi hurma ile misâfir edesin!

Hz. Mu’âz çok üzülerek cevap verdi:

- Yâ Resûlallah! Bugün hurmaları toplayıp bir kısmını yedik, geri kalanını da fakîrlere dağıttık. Hiç hurmamız kalmadı.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz, evde gördüğü büyük bir sepeti Hz. Ali’ye vererek buyurdu:

- Yâ Ali, bu sepeti eline al! Hurma ağacının yanına var! Benden selâm söyle, Resûlullah senden hurma istiyor diye söyle!

Hz. Ali emredildiği şekilde gidip, Resûlullahın selâmını söyleyince, ağaç hurma ile doldu. Sepeti doldurup getirdi. Herkes yediği hâlde hurmalardan hiç eksilme olmadı.

Muhtaç olduğu hâlinden belli olan fakîr biri, Hz. Ali’nin huzûruna gelip oturdu. Hz. Ali kendisine sordu:

- Benden bir isteğin mi var?

Adam utancından, söz ile cevap veremeyip işâret ile muhtaç olduğunu bildirdi. Hz. Ali yanında bulunan, giyecek ve yiyecekleri verdi.

Muhtaç kimse çok sevindi, sonra da çok güzel bir beyit okudu. Okuduğu beyitten hoşlanan Hz. Ali, çocukları için ayırdığı üç altını da verdi.

Değeri yaptığıyla ölçülür

Fakîr, sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Hz. Ali, Peygamber efendimizden işittiği şu hadîs-i şerîfi ona nakletti:

(Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.)

Harbin birinde, Hz. Ali’nin ayağına bir ok saplandı. Ok, kemiğe girdiği için çıkarılamadı. Sonra doktor çağırdılar. Doktor dedi ki:

- Bu oku çıkartabilirim. Fakat, çok ağrı yaptığı için tahammül edilemez. Onun için bayıltmam lâzım.

Hz. Ali şöyle cevap verdi:

- Bayıltmana lüzûm yok. Biraz bekleyin, namaz vakti girince namaza duracağım. O zaman ayağımdaki oku çıkartırsınız.

Dediği gibi yaptılar. Namaza durunca ayağını yarıp oku çıkardılar, hiçbir şeyi hissetmedi.

İşte büyüklerimiz böyle namaz kılarlardı.

Hz. Ali buyurdu ki:

- Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslümanlar da, zarar etmezdi.

Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir.

Peygamber aleyhisselâm, birgün kızı Hz. Fâtıma’nın evine teşrif etmişti. Hz. Ali’yi evde bulamayınca kızına sordu:

- Amcamın oğlu nerededir?

- Babacığım, aramızda küçük birşey olmuştu da, dışarı çıktı.

Ali nerededir?

Resûl-i ekrem efendimiz, Hz. Ali’yi aramaya çıktı. Yolda rastladığı Hz. Sehl’e sordu:

- Ali nerededir, gördün mü?

Hz. Sehl arayıp, mescidde olduğunu haber verdi.

Resûlullah Hz. Ali’nin yanına geldi. Hz. Ali, toprağın üzerine yatmış, hırkası omuzundan düşmüş, vücudu toz-toprak içinde kalmıştı.

Resûl-i ekrem bir taraftan toprakları silkeliyor, bir taraftan da:

- Kum, yâ Ebâ Türâb! Ya’ni kalk, ey toprağın babası, diyordu.

Fahr-i kâinat efendimiz, Hz. Ali ile birlikte evlerine gittiler.. Hz. Ali kendisine, Ebû Türâb denilmesinden çok hoşlanırdı.

Çünkü bu lakâb, ona, Allah Resûlünün verdiği ma’nevî bir taltif idi.

Bir gün Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, Ebû Tâlib’e sordu:

- Oğlun nerede?

- Ne yapacaksın onu?

- Âzâdlı kadın kölem, Ecyad’da, onu, Muhammed’le birlikte namaz kılarken gördüğünü, bana haber verdi.

Sonra da Ebû Tâlib’e, “Sen, oğlunun dînini değiştirmesini uygun görüyor musun?!” diye çıkışınca, Ebû Tâlib şu cevâbı verdi:

Üstünlük sırası

- Sus! Amcasının oğluna arka ve yardımcı olmak, elbet, herkesten çok, ona düşer! Eğer, nefsim, Abdülmuttalib’in dînini bırakmak husûsunda bana boyun eğmiş olsaydı, ben de, muhakkak, Muhammed’e tâbi olurdum! Çünkü, o, halîmdir, emîndir, tâhirdir!

Bu cevap üzerine, Fâtıma hâtun da, sustu.

Osman-ı Zinnûreyn’den sonra üstünlük sırası Hz. Ali’dedir. Hilâfeti, ümmetin icmâ’ı ile sâbittir. Resûlullah, kızı Hz. Fâtıma’yı ona nikâh etmiştir. Daha önceleri de putlara saygı göstermediği için, “kerremallahü vecheh” lakâbı verilmiştir. Allahın, kerîm, şerefli, mübârek kıldığı yüz, ma’nâsındadır.

Hz. Ali buyurdu ki:

Ben, Resûlullah efendimizden işittim, şöyle buyurdu:

(Akıllı insana yaraşan; geçim husûslarının, âhıreti ilgilendiren hâllerin ve aîlevî mes’elelerin dışında, konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan, hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız şeylerden ve harâmdan korumaktır.)

Hz. Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neş’elenmelerinin sebebini sorduğunda, onlar dediler ki:

- Bugün bayramımızdır.

Bunun üzerine Hazret-i Ali de buyurdu ki:

- Günâh işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır.

Hz. Ali buyurdu ki:

- Amellerin en fazîletlisi, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmek ve günâh işliyeni sevmemektir. Kim ki iyiliği emrederse, mü’minin sırtını muhkemleştirmiş, sağlamlaştırmış olur. Kim de kötülüğü men eder ve ondan vazgeçirirse, münâfığın burnunu yere sürtmüş olur.

Hz. Ali Hendek savaşında, bir düşman askerini altedip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü.

Niçin öldürmedin?

Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu:

- Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı.

Hz. Ali şöyle cevap verdi:

- Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esîri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lâzımdır.

Hz. Ali, hayvanlarını kuyudan su çekerek sulayan bir bedevî ile anlaştı. Kuyudan çekeceği her kova su için, bedevîden bir avuç hurma alacaktı. Hz. Ali su çekmeye başladı. Son kovayı çekerken, kovanın ipi kopup, kova, derin kuyunun içine düştü.

Bedevî, kızgınlıkla Hz. Ali’nin mübârek yüzüne bir tokat vurup ücreti olan hurmayı da verdi. Hz. Ali kovayı kuyudan çıkardı. Bedevîye verip oradan uzaklaştı.

Onun dîni haktır

Bedevî, Hz. Ali’nin, derin kuyudan kovayı çıkarmasına hayret edip, kendi kendine, “Eğer onun dîni hak olmasaydı, bu derin kuyudan kovayı çıkaramazdı. Küstahlık yapan el bana lâzım değil” diyerek elini kesip Hz. Ali’nin evine gitti.

Hz. Ali kapıyı açıp Bedevîyi görünce, içeride bulunan Resûlullaha haber verdi. Peygamber efendimiz, Bedevîye, niçin böyle hatâ ettiğini sordu. Bedevî, ağlayarak yaptığı küstahlıktan özür dileyip îmâna geldi. Resûlullah, kesik eli yerine koyup duâ buyurdu. Hak teâlânın izni ile eli sapasağlam oldu.

Hz. Ali, şehîd edileceği gün sabah namazına giderken yolda şu beyiti okuyordu:

Ölüme hazır ol ki, ölüm elbet gecikmez,

Ölüm gelince artık feryâd fayda vermez.

Ramazan-ı şerîfin 17. Cum’a günü sabah namazına giderken, İbni Mülcem tarafından kılıçla alnına vurularak şehîd edildi. Kûfe’de, ya’nî Necef denilen yerde medfûndur. Diğer üç halîfe gibi Cennetle müjdelenenlerdendir.

Hz. Ali’nin kızı ve aynı zamanda Hz. Ömer’in hanımı olan Ümmü Gülsüm, hâdiseyi duyunca dedi ki:

- Babam da, kocam Ömer gibi sabah namazında suikaste uğradı.

Hz. Ali, vefât etmek üzere iken buyurdu ki:

- Yemînle söylüyorum ki, umduğuma kavuştum.

Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

Altı nasîhat

Peygamber efendimiz Hz. Ali’ye buyurdu ki:

- Yâ Ali! Altıyüz bin koyun mu istersin, yahut altıyüz bin altın mı veya altıyüz bin nasîhat mı istersin?

- Altıyüz bin nasîhat isterim.

Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:

- Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüz bin nasîhata uymuş olursun.

1. Herkes nâfilelerle meşgul olurken, sen farzları îfa et. Ya’nî farzlardaki rükünleri, vacibleri, sünnetleri, müstehabları îfa et!

2. Herkes dünya ile meşgul olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla! Ya’nî din ile meşgul ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!

3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara! Kendi ayıplarınla meşgul ol!

4. Herkes, dünyayı imar ederken, sen dînini imar et, zînetlendir!

5. Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakkın rızâsını gözet! Hakka yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!

6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!

Hz. Ali, Hendek savaşında müşriklerin en azılıları ile savaştı. Savaşın iyice şiddetlendiği 22. gün, Amr bin Abdûd adlı müşriklerin en azılılarından biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan kimse Amr’ın da’vetine cevap vermedi. Çünkü Resûlullahtan emir bekliyorlardı. Amr’ın meydan okuması yedi kere devam etti.Yedincide Resûlullah efendimiz, Hz. Ali’yi çağırıp huzûruna oturttu ve buyurdu ki:

- Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesâretle var! Onun heybetinden, uzun boyundan endîşe etme! Ben, Hak teâlâdan sana yardım etmesi için, senin elinle Müslümanların, bunun şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum.

Avını gözetliyen arslan

Hz. Ali kılıcını kuşandı. Atına bindi. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne varıp dedi ki:

- Yâ Amr! Duydum ki sen Kâ’be’nin karşısında ahdetmişsin ki, Kureyşten bir kişi senden iki şey istese, birini yaparmışsın.

- Evet öyle söz verdim.

- Biliyorsun ben Kureyş’tenim. Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini kabûl et! Birinci isteğim, Allahın birliğini ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun Resûlü olduğunu kabûl ve tasdîk etmendir.

- Bunu kabûl etmiyorum, başka ne istiyorsun?

- İkinci isteğim, bu iki kuvveti hâllerine bırakıp, Mekke-i mükerreme’ye gitmendir.

- Bunu kabûl ettim, yalnız Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın başlarını keserim.

- Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin?

- Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyanın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem.

- Ben Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek isterim.

Hz. Ali’nin bu sözü üzerine Amr, atından inip Hz. Ali’ye doğru yürüdü. Hz. Ali de atından indi. Birbirlerine hamle ettiler. Hz. Ali bir fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu, bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti, diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını Hz. Ali’ye fırlattı. Hz. Ali de hemen geri dönüp Amr’ı öldürdü.

Resûlullah efendimiz tekbîr getirip buyurdu ki:

- Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetinden hayırlıdır.

Dünya aldatır

Hz. Ali’nin hikmetli sözleri çoktur. Bunlardan ba’zıları şunlardır:

Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ’dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Güleryüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Hased yıpratır, nefret çökertir.

Akıllı kimse, günâhlarını tevbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.

Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.

Hz. Ali, Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan olarak kullanmıştır. Bu savaşta Hz. Ali'nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah efendimiz onu çağırtarak gözlerine üfledi ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti. Hz. Ali'nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı.

Bu savaşta, yahudilerin meşhur pehlivanı Merhab:

-Hayber halkı iyi bilir ki: ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş Merhab'ımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir, diyerek Müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine Hz. Ali:

-Ben oyum ki: anam bana Haydar, Arslan adını takmıştır! Ben, ormanların heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir, diye şiir söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi.

Bu şiir Merhab'a o gece gördüğü rüyâyı hatırlattı. Rüyâsında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hz. Ali, Merhab'la karşı karşıya geldiğinde, Merhab'ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab'ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab'ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o kadar fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme:

-Merhab'ın dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim, demiştir.

Hz. Ali, o gün yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür.

Hayber gazâsından dönen Hz. Ali'ye Peygamber efendimiz:

-Yâ Ali, eğer halk, Îsâ'ya söylediklerini söylemiyecek olsalardı, senin hakkında çok sözler söylerdim. O zaman herkes, bereketlenmek için, ayağının tozunu alır, abdest suyunu şifâ için hastalarına verirlerdi. Seni şehid ederler. Âhırette havzımın üzerinde halîfemsin. Cennete en önce sen girersin. Seni sevenler nurdan minberler üzerinde olur, buyurunca, Hz. Ali şükür secdesi yaptı.

Hz. Ali bir müfreze gönderdiği vakit başına tâyin ettiği kimseye şöyle derdi:

-Sana Allahtan korkmanı tavsiye ederim. O, hem dünyaya, hem de âhirete mâliktir. Vazîfene sarıl. Seni Allaha yaklaştıracak olana yapış. Çünkü dünyada yapıp da bıraktıklarını, yarın karşında hazır bulacaksın.

Sakif'ten bir zat anlatır:

Hz. Ali, beni vâli tâyin etti ve şehrin halkının yanında bana şöyle dedi:

-Vergiyi tam olarak al! Bu işte sakın sende bir zaaf görmesinler.

Daha sonra bana şöyle dedi:

-O sözü onların yanında söylememin sebebi, onlar hîlekâr bir kavimdir. Onlara âit bir elbiseyi, yedikleri bir şeyi, taşıt olarak kullandıkları bir hayvanı alıp satma. Para yüzünden onları kırbaçlama ve ayakta da bekletme. Vergi olarak aldıklarından, onlara bir mal satma! Eğer bu sözlere muhâlefet edersen Allah benim yerime seni yakalar. Emre muhâlif bir hareketini duyarsam seni azlederim.

Hz. Ali, İslamiyeti kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç sene Peygamber efendimizin yanında, O’nun huzur ve hizmetlerinde bulundu. Peygamber efendimizin sevgi ve iltifatlarına kavuştu. Mekkeli müşriklerin bütün eza ve cefalarına katlanarak Peygamber efendimizin en yakın yardımcılarından oldu.

Mescid-i Nebevi’nin inşaatında çok gayret gösterdi. Bedr, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalarda bulundu ve fevkalade gayret ve kahramanlık gösterdi. Yalnız Uhud Gazasında on altı yerinden yara aldı. Pekçok gazada Resulallah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı Hz. Ali’ye teslim etmiştir.

Vâhiy kâtipliği yaptı

Hz. Ali, Hudeybiye Antlaşmasında sulh şartlarının yazılmasında vazife aldı. Hayber Gazasında bulunup, büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmıştır. Huneyn Gazasında da büyük kahramanlıklar gösteren Hz. Ali, Tebük Gazasında, Resulullah efendimiz tarafından vazifeli olarak Medine’de bırakıldığı için bulunamadı. Daha sonra Yemen Muharebesinde ordu kumandanı olarak vazifelendirildi. Mekke-i mükerreme feth edilince, Kabe’deki putları imha vazifesi ona verildi.

Peygamber efendimiz vefat edince, o yıkayıp kefenledi. Bu son mübarek vazife, ona ve Hz. Abbas, Üsame bin Zeyd, Fadl ve Kusem’e nasib oldu. Definden sonra halife seçilen Ebu Bekr’e biat edip onun devlet işlerini yürütmede istişare ettiği zatlardan oldu ve kadılık (hakimlik) görevlerinde bulundu. Hz. Ömer’in halifeliğine de biat edip, halifenin danışmanı ve hakimliğini yaptı. Hz. Osman’ın da halifeliğine biat edip, hilafet işlerinde onun vezirliğini yaptı.

Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra 656 Zilhicce ayında halife oldu. Hz. Osman’ı şehit edenlerin cezalandırılmaları hususunda çıkan ictihad ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki ordu arasında tam anlaşma olmuştu ki, Abdullah bin Sebe’ ismindeki Yahudi, gece karanlığında grubu ile birlikte Basralıların üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Üç gün savaş devam etti. Cemel (Deve) Vak’ası olarak bilinen bu hadisede Aişe-i Sıddika esir alınınca, Hz. Ali hürmet ve ikram edip kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebu Bekr ile Medine’ye gönderdi. Bir sene sonra Sıffin denilen yerde Hz. Muaviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin, karşı taraftan kırk beş bin kişi şehid oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifi ile antlaşma olunca, ordusundan yedi bin kişi ayrıldı. Bunlara harici denildi.

660 senesinde Ramazan-ı şerif ayının on yedinci Cuma günü sabah namazına giderken İbn-i Mülcem adlı bir harici tarafından başına kılıçla vurularak şehit edildi. Kabirleri Necef denilen yerdedir.

Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadele ettiğinden, sükun ve huzur bulamamıştır. Hükumet idaresinde Hz. Ömer’in yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasına çalışır, halka şefkat gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücude getirmişti.

Hakkında bir kaç ayet-i kerime nazil olup, pek çok hadis-i şerifle medhedildi. Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesidir. Adalet, ilim, cömertlik, merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde toplamıştır. Peygamber efendimiz Hz. Ali’ye cömertlerin sultanı manasına Sultan-ül-eshiya buyurmuşlardır.

Buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı görünüşe sahib olan Hz. Ali, ilim ve amel bakımından en yüksek derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca, alem alt-üst olsa, haberi olmazdı.

Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hz. Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15 erkek, 16 kız çocuğu olmuştur.

Hz. Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra, onun derecesinde beliğ hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur’an-ı kerimin lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur’an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor ki:

-Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını veririm. Allahın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim.

Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in kurban bayramı olduğuna dair olan rivayeti gibi.

Hz. Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta herkesin müracaat kapısıydı. Bizzat Resulullah efendimizden duyarak yazdığı bir hadis sahifesi vardı. Bu sahife, Sahifetü Ali bin Ebi Talib adıyla 1986’da yayınlanmıştır. Kendisinden 586 hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi hem Buhari’de, hem de Müslim’de bulunur. Bundan başka 9 hadis-i şerif Buhari’de, 15 hadis Müslim’de, tamamı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır.

Hz. Ali, Eshab-ı kiramın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer buyurur ki:

-Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.

Fıkha dair bildirdiği hükümler, Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib adıyla yayınlanmıştır.

Hz. Ali’nin hikmetli sözleri birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmam Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde Hz. Ali buyuruyor ki:

Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Emânete hıyânet etmemek, îmândandır, güler yüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Hased yıpratır, nefret çökertir.

Akıllı kimse, günâhlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.

İlim; güzel bir mîrâs, genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir, ülfeti getirir.

Adâlet; îmânın başıdır, ihsânın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek mertebesidir.

Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.

Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti yeridir.

Akıllı; şehvetten uzaklaşan, âhıreti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhıretinin ıslâhı için çalışır. Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi eker.

Câhil; dayakla uslanmaz, nasîhatlerden payını almaz.

İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; rûhu ihyâ eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehâleti öldürür.

Zulüm; ayakların kaymasına, ni'metin yok olmasına, milletlerin helâkine sebep olur.

Gerçek mü'minin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.

Kâmil mü'min gizli şükür eder, belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile korkar.

Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse, günâh işleyerek nefsin arzusuna uyandır.

Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur.

İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya mâlik olsa bile yine fakîrdir.

Doğruluk, İslâmın direği, îmânın desteğidir.

Allahın azâbından korkmak, müttekîlerin, takvâ sahiplerinin nişânıdır.

Dînin esâsı, emâneti yerine vermek, sözünde durmaktır.

Hased eden dâimâ hastadır, cimri insan, dâimâ fakîrdir.

Başa kakan, nefret ateşini körükler.

Kanâatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.

Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve istiyene vermektir.

Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.

Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.

Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.

Îmân ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür.

Îmân ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.

Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.

Ahmaklık, dermânı bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.

Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.

Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır.

Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.

Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.

İhtiras, gâfillerin kalbinde şeytanların sultânıdır.

Hasedcilerin en ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'metlerin yok olmasını ister.

İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.

Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.

Mal, harcandığı kadar sâhibine ikrâmda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihânet eder.

Fakîh öyle biridir ki, insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz çevirtmez.

Mal ve çocuklar, dünya hayâtının zînetidirler. Sâlih amel de, dünyadan âhırete götürülen mahsûldür.

Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.

Amel eden câhil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz.

İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zînet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap.

Yalancı, sözünde suçludur, isterse delîli kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun.

İstişâre, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.

Dünya mü'minin hapishânesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.

Dünya kâfirin Cenneti, ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır.

Allaha tâatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.

Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir.

Takvâ, dîni ıslâh, nefsi muhâfaza eder ve mürüvveti süsler.

Akıllı; alçak dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.

Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır.

Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.

Sıkıntıya düşmeden önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.

Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.

Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevâbın yok olmasına sebep olur.

İhtiras, rızkı artırmaz.

Kârlı olan, dünyayı âhıretle değiştirendir.

Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mîrâsçılara vermeye râzı olur.

Mal, sâhibini dünyada yükseltir, âhırette alçaltır.

Hased, bir dert ve hastalık olup, hased eden veya olunan helâk olmadıkça çâresi bulunmaz.

Günâhlar birer dert olup, devâsı istigfârdır.

Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.

Sabır, en güzel îmân kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.

Şek ,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok eder.

Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.

Cömertlik ve cesâret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsân eder.

Sıkıntıya karşı sabır etmek, bolluk ânındaki âfiyetten daha efdaldir.

Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.

Tûl-i emel, fazla yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.

İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.

Kendi nefsinden râzı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrûr ve yolunu şaşırmıştır.

Gerçek dost, ayıbını görüp nasîhat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni kendisine tercîh edendir.

Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.

Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibâdetlerinde yardımcı olandır.

İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.

Fazîlet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur.

İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrârdır. İkrâr, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.

Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.

Adâlet, halkın dirliği ve düzeni, idârecilerin süsü ve güzelliğidir.

Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.

İyilikle emretmek, insanların en fazîletli amelleridir.

İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden paklayıcıdır.

Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, harâmlara karşı sabırdır.

Harâmlardan çekinmek, akıllıların şânı, şereflilerin tabiatındandır.

Allah korkusundan dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur.

Yaptığı günâh bir işle öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür.

Ârifin, yüzü nûr ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.

Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan bir dayanaktır.

Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve rûhların ünsiyetidir.

Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.

Mü'min, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.

Akıl, mü'minin dostu; ilim, vezîri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır.

Îmân ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.

Hased edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.

Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.

Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı Cehennem azâbından korur.

Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır.

Mü'min, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkid kulağı ile dinler.

Fazîlet, gücü yettiğinde affetmektir.

Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.

Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.

Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.

Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Peygamber efendimizin müezzini:
BİLÂL-İ HABEŞÎ






Bilâl-i Habeşî hazretleri, ilk îmân edenlerden olup, müşriklere karşı Müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi kişiden biridir. Müslüman olmadan önce, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye'nin kölesi idi.

O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan'da da korkunç bir câhiliyet vardı. İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık nâmına ne varsa hepsi yapılıyordu.

Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi.

Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.

Hür insan gibi yaşardı

Ticâret için uzun yol giden kervan yorgunluktan yürüyemez hâle gelince, bunun na'meleri ile canlanır, develer bile bunun güzel sesini işitince, coşup çatlarcasına yol alırlardı. Onun bu özelliklerini bilen sâhibi Ümeyye, ona diğer kölelerden ayrı muâmele yapardı. Sanki köle değil hür bir insan gibi yaşardı.

Bilâl-i Habeşî yine birgün, bir kervanla Şam'a gitmişti. Bu kervanda, Hz. Ebû Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticâretti.

İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hz. Ebû Bekir bu yolculukta gördüğü bir rü'yâ sebebiyle sefer dönüşü îmân nûru ile şereflenmişti.

Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan fısıldayan bir ses duydu:

- Bilâl! Bilâl!

"Gecenin bu saatinde bu ses nedir" diye düşünürken, aynı ses tekrar etti:

- Bilâl! Bilâl!

Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Sesin geldiği tarafa yaklaşıp sordu:

- Sen kimsin?

- Ben Ebû Bekir.

- Gecenin bu saatinde ne istiyorsun? Söyliyeceklerini sabah söyliyemez miydin? Acelen nedir?

- Sabahı beklemeden, sâhibin duymadan söylemem lâzımdı, onun için geldim.

- Beni meraklandırdın! Söyliyeceğini hemen söyle!

- Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi.

- Kimdir?

- Ebü'l-Kâsım.

- Peki peygamber olduğunu nasıl anladın?

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:

- Şam yolculuğunda gördüğüm rü'yâyı anlattıktan sonra kendisine, "Yâ Ebe'l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, îmâna da'vet ediyormuşsun, öyle mi?" diye sordum. O da, (Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrâhim'i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi) dedi. Ben de, "Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resûlüsün" deyip huzûrunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saâdete kavuşmanı istiyorum,

Hz. Ebû Bekir'in bu cevâbı üzerine, onu yakînen tanıyan, samîmiyetinden hiç şüphesi olmıyan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu.

Bilâl-i Habeşî, Müslüman olduktan sonra hayâtında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile bâtıl arasında vukû bulmak üzere olan çetin bir mücâdelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücâhidi olmuştu.

Zâlim Ümeyye; O'nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hâinleşti.

Çâresiz kölesini sırtüstü veya yüzükoyun, kızgın çöllere yatırırdı. Sonra da çıplak vücuduna, kocaman kaya parçaları koyar ve Peygamber efendimizi inkâr etmesini emrederdi.

Taş yürekliler

Ama o Habeşli Mü'min, alnındaki boncuk boncuk terlerle inleyerek seslenirdi:

- Allah birdir, Allah birdir. Muhammed, O'nun elçisidir. Ey topraklar, ey taşlar, ey taş yürekliler! Allah birdir ve O'ndan büyük yoktur.

Bütün bu işkencelerle hıncını alamayan Ümeyye , onu böylece bîtap düşürdükten sonra da, boynuna bir ip takıp çocukların elinde Mekke sokaklarında dolaştırırdı. Müşrikler onunla alay ederlerdi.

Bilâl-i Habeşî garip ve kimsesiz olduğu için, diğer müşriklerden de işkence görürdü. Ona ağır işkence yapanlardan biri de Ebû Cehil'dir. Bilâl-i Habeşî onun ağır işkenceleri karşısında da, "Allah birdir, Allah birdir" diyerek, dînindeki sebâtını gösterirdi.

Ümeyye bin Halef yine bir gün Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapmak için dışarı çıkarmıştı. Üzerindeki elbiselerini çıkarıp sadece bir don ile, yakıcı sıcakta kızgın kumlar üzerine yatırıp, üzerine taşlar yığmıştı. Müşrikler toplanıp ağır işkenceler yapıyorlar, "Ya dîninden dönersin veya seni öldüreceğiz" diyorlardı.

Bilâl-i Habeşî bu tahammülü zor işkenceler altında yine, "Allah birdir, Allah birdir" diyor başka bir şey söylemiyordu. Bu sırada sevgili Peygamberimiz oradan geçiyordu. Bilâl-i Habeşî'nin halini görerek üzülerek buyurdu ki:

- Allahü teâlânın ismini söylemek seni kurtarır.

Evine döndükten biraz sonra da Hz. Ebû Bekir yanına geldi. Peygamberimiz, Bilâl-i Habeşî'nin çektiği işkenceyi Hz. Ebû Bekir'e söyleyip, "Çok üzüldüm" buyurdu.

Hz. Ebû Bekir hemen Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapılan yere gitti. Müşriklere dedi ki:

- Bilâl'e böyle yapmakla elinize ne geçer? Bunu bana satınız!

Müşrikler cevap verdiler:

- Dünya dolusu altın versen satmayız. Fakat, senin kölen Âmir ile değişiriz.

Bilâl için size verdim

Hz. Ebû Bekir'in kölesi Âmir, onun ticaret işlerini yapardı. Çok para kazanırdı. Yanında şahsî malından başka, on bin altını vardı. Ebû Bekir-i Sıddîk'ın önemli bir yardımcısı olup, her işini yürütürdü. Fakat, kâfir idi. Îmân etmiyordu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:

- Âmir'i bütün malı ve paraları ile, Bilâl için size verdim.

Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler çok sevinip, "Ebû Bekir'i aldattık" dediler.

Hz. Ebû Bekir, hemen Bilâl-i Habeşî'nin üzerine koydukları ağır taşları üzerinden alıp, ayağa kaldırdı. Ağır işkenceler sebebiyle çok halsizleşmişti. Elinden tutup doğruca sevgili Peygamberimizin huzuruna getirerek dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Bilâl'i bugün Allah rızâsı için âzâd ettim,

Resûlullah efendimiz çok sevindi. Ebû Bekir-i Sıddîk'a çok duâ buyurdu.

Hürriyetine kavuşan Bilâl-i Habeşî hazretleri, derhal Allahü teâlânın Resûlünün hizmetine koştu. Vefâtlarına kadar da, hizmetlerinden ayrılmadı. İzin verildiği halde, Habeşistan'a gitmedi. Ancak sevgili Peygamberimizle birlikte, Medine'ye hicret (göç) ettiler.

Hicretten sonra Bilâl-i Habeşî hazretleri, birgün Mescid-i Nebî'de iken büyük bir neş'e içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:

- Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescid olduğunu unuttun mu?

- Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tevbe ederim ve bir daha yapmam.

Ben oynamayım da...

Beraberce Resûlullahın huzûruna gittiler. Hz. Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:

- Yâ Resûlallah, Bilâl, mescidin huşû'unu bozuyor. Burada neş'elenip coşuyor, oynuyor.

Peygamber efendimiz Hz. Bilâl'e sordu:

- Yâ Bilâl, böyle neş'eli olmanın sebebi nedir?

- Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neş'elenmiyeyim de kim neş'elensin? Ben oynamıyayım da kim oynasın?

- Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neş'elensin.

Ezândan rahatsız olan Yahudîler

Hz. Bilâl'in okuduğu ezânı işiten Müslümanlar, ne kadar aşka, şevke geliyorlarsa, Medîne'deki Yahûdîler de o kadar kahroluyorlardı. Ezânı dinlememek için kendilerini zorluyorlar, fakat buna muvaffak olamıyorlardı. İster istemez, durup dinliyorlardı. Dinledikçe de kahroluyorlardı. Bunu engellemek için çâreler aramaya başladılar.

Yahûdînin biri birgün Hz. Bilâl'i sıkıntı içinde görünce dedi ki:

- Yâ Bilâl, ben sana istediğin kadar para vereyim, yeter ki sen sıkıntı çekme.

Maksadı başkaydı. Hz. Bilâl de sıkıntıda olduğu için ondan çokça borç aldı. Yahûdî parayı verirken ilâve etti:

- Eğer bu parayı ödeyemezsen, seni köle olarak alırım.

Aradan bir zaman geçtikten sonra, Yahûdî gelip parasını istedi. Bilâl-i Habeşî hazretleri, özür beyân ederek dedi ki:

- Bana bir ay daha müsâade et, yine ödeyemezsem, beni köle olarak alıp götürürsün.

Son günü geldiği hâlde borcunu ödiyemiyen Hz. Bilâl, çâresiz kalıp, Resûlullahın huzûruna gidip durumu arz etti. Peygamber efendimiz birşey buyurmadı. Ümitsiz bir şekilde evine dönen Hz. Bilâl o gece uyuyamadı.

Artık ezân okuyamıyacağım

Kendi kendine, "Artık bundan sonra ezân okuyamıyacağım" diye derin derin düşünüyordu. Bu düşünceler içinde kendinden geçmiş hâldeyken kapı çalındı. Gelen kimse seslendi:

- Resûlullah seni çağırıyor, acele gel!

Hemen kendini toparlayıp, huzûra koştu. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Yâ Bilâl ticaretten dönen bir kervan var. Kervana git, onların arasında üzerindeki yükleriyle beraber bana hediye edilmiş olan üç deve var, onları al senin olsun! Borcunu öde!

Hz. Bilâl emredileni hemen yaptı. Rahat ve huzûr içinde, gidip sabah ezânını okudu. Namazdan sonra, mescidin kenarında onu köle olarak alıp götürmek için bekliyen Yahûdîyi gördü. Namazdan çıkınca, yüksek sesle konuştu:

- Bende alacağı olan kimseler gelsin, borcumu ödeyeceğim!

Bunun üzerine Yahûdînin bütün hayâlleri yıkıldı. Perişan oldu. Parasını aldığı gibi oradan uzaklaştı.

Bilâl-i Habeşî hazretleri, Peygamber efendimizin vefâtından sonra, ayrılık acısına dayanamaz hâle geldi. Resûlullaha olan muhabbetiyle, yanıp tutuşuyor, devamlı gözyaşı döküyordu.

Medîne'de kaldığı müddetçe bu acının daha da artacağını biliyordu. Çünkü, gördüğü her şey Resûlullahı hatırlatıyor, kendini tutamayıp ağlıyordu. Bu sebeple Şam'a gitmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir'den izin aldı. Medîne'den, ayrılıp Şam'a yerleşti. Hz. Ömer'in hilâfetine kadar orada kaldı. Hz. Ömer ordusuyla Şam'a gelince, onlara katılıp orduyla beraber Kudüs'e gitti.

Ayrılık yetmedi mi?

Bir gece Rü'yâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz kendisine sitem ettiler:

- Bunca ayrılık yetmedi mi, yâ Bilâl? Hâlâ Kabrimi, ziyâret etmiyecek misin?

Zavallı yüreği, duracak hâle geldi. Heyecan ve ter içinde uyandı. Hemen hazırlığa başladı. Şafak sökerken, ince, uzun ve garip deveciğiyle; mübârek Medîne yollarına düştü. Biricik Efendisine yaklaştıkça havayı kokluyor, taşları toprakları okşuyor ve gözyaşı döküyordu. Issız çölleri yara yara, Medîne'ye ulaştı...

O'na rastlıyanlar, selâm veriyorlardı. Sonra da yanındakilere diyorlardı ki:

- İşte Bilâl, Bilâl-i Habeşî hazretleri. Peygamberin Müezzini. O'nun gibi ezân okuyan, bu dünyaya gelmemiştir.

Fakat O, hiçbirini duymuyor, görmüyordu. Sanki çok kuvvetli bir mıknatıs, onu kendisine çekiyordu. Peygamber efendimizin mübârek kabirlerine doğru ilerledi. Yüce mâkâma erişirken; Kur'ân-ı kerîm okudu, okudu, okudu... En sonunda, sevgilisinin kabrine kapaklandı, bayıldı.

Katmerli gül kokularıyla ayıldığı zaman, başucunda, sevgilisinin sevgililerini görmez mi? Peygamber efendimizin torunları, Hasan ve Hüseyin hazretleri; saçlarını okşuyorlardı. Sanki dünyalar onun oldu. Sarıldılar, kucaklaştılar.

- Ah yavrularım! Ne kadar da Dedeniz gibi kokuyorsunuz! diye inledi.

Sonra biraz toparlandı:

- Babanız (Hz. Ali) nasıl?

- Babamız seni görmek diler, dediler.

Sonra Hz. Hasan sordu:

- Dedemiz seni de çok severdi. Acaba O'nun hatırı için, bir şey istesek yapar mısın?

Hz. Bilâl çok şaşırdı:

- Bu ne biçim söz! Bu kölenizden ne emredersiniz de, yerine getirmem!

- Bin defa estagfirullah! Fakat bütün Medîneliler gibi, biz de senden, bir defa da olsa ezân dinlemek istiyoruz. Ricâmız sadece buydu.

- Anam, babam sizlere fedâ olsun! Başım, gözüm üstüne!

Medîneliler ayağa kalktı

Ertesi sabah Bilâl-i Habeşî, son Ezânını Mescid-i Nebevî'de okudu. Yanık ve hasret dolu sesiyle:

"Allahü ekber! Allahü ekber!" dediği zaman; bütün Medîne halkı ayağa kalktı.

"Eşhedü en lâ ilâhe illallah!" ve "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" deyince kadın-erkek, genç-ihtiyar, çoluk-çocuk, hattâ yataklarındaki hastalar bile, sokaklara fırladılar. Sanki, Peygamber efendimiz yaşıyor zannettiler.

O günden beri dünyada, bir daha öyle ezân okunmadı. Bilâl-i Habeşî hazretleri de başka ezân okumadı. 641 senesinde Şam'da vefât etti.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Meşhûr Arab dâhîlerinden:
AMR BİN ÂS






Önceleri kabîlesine uyarak, İslâm aleyhinde çalışan Amr bin Âs, sonra yaptıklarına pişman olarak Müslüman oldu. Yaptıklarını ve Müslüman olmasını kendisi şöyle anlatır:

Hendek savaşından döndükten sonra, ba'zı ileri gelen kişileri topladım. Onlara dedim ki:

- Muhammed aleyhisselâm gün geçtikçe kuvvetleniyor. Kısa zamanda Mekke'yi ele geçirir. Bu yüzden sizlere Habeş hükümdârı Necâşî'ye sığınmayı teklif ediyorum. Biz, Necâşî'nin yanında bulunduğumuz sırada, Muhammed aleyhisselâm kavmimize galip gelirse, bizim, Necâşî'nin yanında olmamız, O'nun eli altında bulunmamızdan daha iyidir. Şâyet kavmimiz savaşı kazanırsa, geri döneriz.

Necâşî'den onu isteyeceğim

Bu teklifimi beğendiler ve Necâşî'ye vermek üzere hediyeler hazırladık. Necâşî'nin huzûruna vardığımızda, bizden önce Necâşî'nin yanına, Resûl-i ekremin elçisi Amr bin Ümeyye girdi. Resûl-i ekremin , Ümmü Habîbe binti Ebû Süfyân'ı kendisine nikâhlaması için gönderdiği bir mektubunu sundu.

Amr bin Ümeyye dışarı çıktıktan sonra Necâşî'nin yanına girdim. Necâşî bana dedi ki:

- Merhabâ! Hoş geldin ey dostum! Bana memleketinden bir şeyler hediye edecek misin?

- Ey Hükümdâr! Sana çok miktarda deri getirdim, diyerek hediyeleri önüne koydum. Deriler, Necâşî'nin çok hoşuna gitti. Bu durumdan faydalanarak dedim ki:

- Ey Hükümdâr! Huzûrundan çıkan birini gördüm. Onu teslim et, öldüreyim. O, bize düşman birisinin elçisidir ve eşrâfımızdan ba'zı kişileri öldürmüştür.

Necâşî, benim bu sözlerime çok kızdı. Eliyle burnuma öyle bir vurdu ki, burnum kırıldı sandım ve fışkıran kan üzerimi berbat etti. Zillet ve mahcûbiyet içinde kaldım. O an yer yarılsaydı, utancımdan yerin dibine girerdim. Daha sonra kendimi toplayarak;

- Ey Hükümdâr! Kızacağınızı bilseydim, böyle söylemezdim, dedim.

O zaman bana dedi ki:

- Ey Amr! Sen, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâma gelmiş olan Cebrâil'in kendisine gelen bir zâtın elçisini, öldürmek üzere sana vermemi mi istiyorsun? Eğer onu öldürmüş olsaydın, vallahi sizden kimseyi sağ bırakmazdım. Hiç Resûl-i ekremin elçisi öldürülür mü?

Kalbimi İslâmiyete açtı

O anda, Allahü teâlâ kalbimi İslâmiyete açtı. Kendi kendime, "Arablar ve Arab olmayanlar bu gerçeği kabûl ettiği hâlde, sen hâlâ muhâlefet etmekte ve karşı koymaktasın. Yazıklar olsun sana" dedim. Sonra da Necâşî'ye sordum:

- Ey Hükümdâr! O gerçekten bir peygamber midir? O'nun peygamber olduğuna şehâdet ediyor musun?

- Ey Amr! Sana yazıklar olsun. Ben O'nun Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir resûl olduğuna şehâdet ediyorum. Sen sözümü dinle, hemen O'na tâbi ol! Zîrâ O, vallahi hak üzeredir ve Mûsâ aleyhisselâmın, Fir'avna ve ordusuna galip geldiği gibi, kendisine karşı koyan herkese galip gelecektir.

- Öyleyse, benim O'na bî'atimi kabûl eder misin?

Bu sorum üzerine "Evet" deyince, elimi eline uzattım ve Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldum.

Müslüman olmanın verdiği bir haz ile kendimi kuş gibi hafif hissederek ayrıldım. Arkadaşlarımın yanına döndüm ve Müslüman olduğumu sakladım. Onlar bana sordular:

- Dostun Necâşî'den istediğini alabildin mi?

- Kendisiyle ilk görüşmemde bunu dile getirmeyi uygun bulmadım. Daha sonra gittiğimde söyleyeceğim.

Müslüman olmayan kalmadı

Sonra Amr bin Ümeyye'nin yanına gittim ve onunla kucaklaştım. Bir işimi bahâne ederek, geldiğim kişilerden ayrıldım. Limana giderek Şuaybe'ye giden kereste yüklü bir gemiye bindim. Şuaybe'ye gelince, gemiden inip, bir deve satın alarak, Medîne'ye gitmek için yola koyuldum. Merruzzahrân'ı geçtikten bir süre sonra yolda, Hâlid bin Velîd ve Osman bin Talhâ ile karşılaştım. Hâlid bin Velîd'e sordum:

- Ey Ebû Süleymân! Nereye gidiyorsun?

- Ey Amr! Tutulacak yol belli oldu. İş aydınlandı. Bu zât muhakkak Allahın resûlüdür. Ben hemen gidip Müslüman olacağım. Aklı başında olan kimselerden Müslüman olmayan kalmadı. Bunun üzerine;

- Ben de O'nun yanına gidiyorum, dedim.

Hep birlikte orada konakladık. Sabah olunca Medîne'ye gitmek üzere yola çıktık. Ebû İnâbe kuyusunda bulunan bir zât;

- Yâ Rebâh! Yâ Rebâh! diye bağırdı.

O zâtın bu sözlerini hayra yorarak yolumuza devam ettik. O zât bize tekrar bakarak;

- Mekke artık bu ikisinden sonra hâkimiyetini kaybetti, dedi.

O zâtın bu sözüyle, beni ve Hâlid bin Velîd'i kasdettiğini anladım.

Şartın nedir?

Harre mevkiinde develerimizi çöktürdük. Üzerimize temiz elbiseler giydik. O arada ikindi ezânı okundu. Resûlullahın yanına gittik. Yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu. Mü'minler etrafını sarmışlardı. Önce Hâlid bin Velîd bîât ederek Müslüman oldu. Sonra Osman bin Talhâ bîât ederek Müslüman oldu. O sırada kendimi birden Resûl-i ekremin önüne oturmuş buldum. Utancımdan dolayı yüzüne bakamıyordum.

- Yâ Resûlallah! Sağ elinizi açınız da, size bîât edeyim, dedim.

Server-i âlem elini açınca, ben elimi çektim. Bunun üzerine buyurdular ki:

- Yâ Amr! Sana ne oldu?

- Bîat için şart koşmak istiyorum.

- Şartın nedir?

- Yâ Resûlallah! Ben geçmişte olan günâhlarım bağışlanmak şartıyla size bîat edeceğim.

Gelecek günâhlarım için magfiret taleb etmek aklıma gelmedi. Bunun üzerine Fahr-i âlem efendimiz buyurdu ki:

- Ey Amr! Bîat et! Hiç şüphesiz ki, Müslüman olmakla, İslâmiyetten önce yapılanların hesâbı sorulmaz.

Bîat ettiğim anda insanlardan hiç biri bana, Resûl-i ekremden daha sevgili ve O'ndan daha yüce olmamıştı. Vallahi, Müslüman olduktan sonra önemli işlerde Server-i âlem beni ve Hâlid bin Velîd'i diğer Eshâbından ayırmadı.

Bir gün Amr bin Âs, Peygamber efendimize arz etti ki:

- Yâ Resûlallah, nice müddettir, İslâmiyet sarayını yıkmaya kasdettim. Şimdi murâdım odur ki, İslâma geldiğim belli ola.

Beyaz sancak bağladı

Habîb-i kibriyâ buyurdu ki:

- Yakında seni bir hizmete gönderirim.

Bir süre sonra Resûl-i ekrem, Amr bin Âs'a;

- Elbiseni giy, silâhını kuşan ve yanıma gel, buyurunca, derhal bu emri yerine getirerek huzûra vardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- Ey Amr! Seni ordunun başında gazâya göndereceğim. Allahü teâlâ sana selâmet ve ganîmet versin ve çok sâlih mal ile dön.

- Yâ Resûlallah! Ben mal kazanmak için Müslüman olmadım. İslâma olan sevgimden dolayı Müslüman oldum.

- Ey Amr! Sâlih mal, sâlih kimsede ne güzeldir.

Server-i âlem, Amr bin Âs için beyaz bir sancak bağladı ve ayrıca siyah bir bayrak verdi. Babasının dayıları olan Belî bin Ömer bin Lihaf kabîlesini İslâma da'vet etmesini, Müslümanlığı kabûl etmedikleri takdirde savaşmasını emir buyurdu.

Amr bin Âs'ı; Süheyb bin Sinân, Sa'îd bin Zeyd, Sa'd bin Ebî Vakkâs ve Sa'd bin Ubâde gibi Muhâcir ve Ensârın ileri gelenlerinden üç yüz sahâbînin başına geçirdi. Askerî birlikte otuz at vardı. Gündüzleri gizlenerek, geceleri ise hedefe doğru ilerliyerek, Zât-üs-Selâsil'e yaklaştılar. Burada, kâfirlerin başka kabîlelerle birleştiğini haber alan Amr bin Âs, durumu Resûlullah efendimize bildirdi.

Fahr-i âlem efendimiz, Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ın emri altında, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in de bulunduğu bir birliği Amr bin Âs'a yardım için gönderdi. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Amr bin Âs'ın yanına varınca, ona tâbi oldu.

Mücâhidlerin gittiği bölge çok soğuktu. Isınmak için ateş yakmak istediler. Amr bin Âs karşı çıkarak dedi ki:

- Kim ateş yakarsa, onu yaktığı ateşin içine atacağım.

Onun bu sözleri Eshâbın çok ağrına gitti. Hz. Ömer, onun bu sözlerini işitince çok üzüldü ve yanına gitmek istedi. Hz. Ebû Bekir ona engel oldu:

- Onu kendi hâline bırak. Resûl-i ekrem onu, savaştaki üstün bilgisi yüzünden bize kumandan tâyin etti.

Bol ganimet topladılar

Bu sözler üzerine Hz. Ömer sükût etti. Amr bin Âs, gece ve gündüz ilerleyip, Belî kabîlesine baskın ve akınlar yaptı. Önceleri güçlü bir ordu ile karşılaşmadı. Belî topraklarında bir müddet ilerledikten sonra, düşman ordusuyla karşılaşan Amr bin Âs'ın birliği, savaşa başladı. Tekbîr sesleriyle toplu hücûma geçen mücâhidler karşısında kâfirler pek az dayandılar ve kaçmaya başladılar. Mücâhidler onları tâkib etmek istedi ise de, Amr bin Âs izin vermedi ve gazâda çok sayıda esir ve ganîmet ele geçirildi.

Medîne'ye döndüklerinde, mücâhidlere ateş yaktırmama konusu Resûl-i ekreme intikâl etti. Bunun üzerine Amr bin Âs dedi ki:

- Ey Allahın Resûlü! Müslümanların sayısı az idi. Düşmanın, yanan ateşe bakarak, onları az görmesinden korktum. Kâfirleri tâkib etmekten onları menettim. Zîrâ pusu kurulmasından, pusuya düşürülmekten çekindim.

Amr bin Âs'ın bu davranışı Resûl-i ekremin hoşuna gitti.

Mekke'nin fethinden sonra Resûl-i ekrem ba'zı hükümdârlara, İslâma da'vet eden mektuplar gönderdi. Ummân'a, Amr bin Âs'ı ve beraberinde Kur'ân-ı kerîmi çok güzel okuyan hâfızlardan Ebû Zeyd-ül-Ensârî'yi gönderdi.

Amr bin Âs ile Ebû Zeyd, Ummân sultânı Ceyfer ile kardeşi Abdi'yi, deniz kıyısındaki Suhar'da buldular. Amr bin Âs, Ceyfer ve kardeşi Abdi ile buluşmasını şöyle anlatır:

Nelere da'vet ediyorsun?

Ummân'a vardığım zaman, önce Abdi ile görüşmek istedim. Zîrâ o, ağabeyinden daha candan idi. Ona dedim ki:

- Ben, Allahü teâlânın kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmın sana ve kardeşine gönderdiği elçiyim.

- Ağabeyim yaş ve saltanat bakımından benden önde gelir. Ben seni ona götüreyim. Getirdiğin mektubu o okusun, dedi. Sonra aramızda şu konuşma geçti:

- Ey Amr! Sen kavminin büyüğü olan bir zâtın oğlusun. Baban bu husûsta nasıl davrandı? Şüphesiz, o bize bu yolda bir misâl olabilir?

- Ben, onun da Müslüman olmasını ve Muhammed aleyhisselâma tâbi olmasını çok arzû ederdim. Ben de önceleri O'na karşı idim. Nihâyet, Allahü teâlâ benim kalbime îmân nûrunu yerleştirdi.

- Ne zaman ve nerede Müslüman oldun?

- Kısa bir zaman önce Necâşî'nin huzûrunda Müslüman oldum. Necâşî de Müslüman oldu.

- Peygamberiniz neleri emrediyor, nelerden sakındırıyor? Onları bana bildir.

- Allahü teâlânın emirlerine uymayı emrediyor. O'na karşı gelmekten ve âsî olmaktan sakındırıyor. İyiliği, akrabâ haklarını gözetmeyi emrediyor. Zulmü, haksızlığı, zinâyı, taşlara, putlara tapmayı yasaklıyor.

- O'nun dâvet ettiği şeyler ne kadar güzel! Ağabeyim beni dinlese de, bana uysa da, gidip Muhammed aleyhisselâma îmân etsek ne kadar iyi olurdu. Fakat o, saltanata düşkündür.

- Eğer o Müslüman olursa, Resûl-i ekrem yine onu kavmine sultan yapar. Zenginlerinden zekât alır, fakirlerine ve yoksullarına verir.

- Hiç şüphesiz, bu da güzel ahlâktır!

Ayakları altında çiğnenirsin

Bu görüşmemizden sonra Ceyfer'in huzûruna girmek için günlerce bekledim. Abdi; benden öğrendiklerini ağabeyine iletiyordu. Bir süre sonra Ceyfer beni yanına çağırdı. Huzûruna girince, Resûl-i ekremin mührünü taşıyan mektubu verdim. Mektubu okuyan Ceyfer, daha sonra okuması için kardeşine verdi. Abdi de mektubu okudu. Ceyfer, Kureyşlilerin bu durum karşısında ne yaptığını ve O'nun yanında bulunanların kimler olduğunu sordu. Ben de dedim ki:

- Bir kısmı İslâmiyeti benimseyerek, bir kısmı da cizye vererek kılıç zoru ile O'na tâbi oldular. Allahü teâlânın hidâyeti ile akılları başlarına gelip, dalâlet içinde bulunduklarını anlamış, İslâmiyete gönül vermiş ve Resûlullahı başka şeylere tercih etmemiş olanlar, O'nun yanında bulunurlar.

Eğer sen bugün, İslâmiyeti kabûl etmez, Resûl-i ekreme uymazsan, mücâhid ordularının ayakları altında çiğnenirsin. Halkın darmadağın olur. İslâmiyeti kabûl ederek selâmete er! Yine kavminin hükümdârı olursun. İslâm orduları senin topraklarına gelmez.

Ceyfer şöyle cevap verdi:

- Sen bugün, beni kendi hâlime bırak, yarın yine yanıma gel.

Bir süre sonra Ceyfer'in huzûruna kardeşi vâsıtasıyla tekrar kabûl edildim. Ceyfer bana dedi ki:

- Da'vetin üzerine düşündüm. Şâyet saltanatımı başka birisine bırakırsam, Arabların en zayıfı ve düşkünü olurum.

- O zaman yarın ben memleketime dönüyorum.

Gideceğimi anlayan Abdi, ağabeyine dedi ki:

- Biz bu konuda O'na üstün gelemeyiz. Kendilerine elçi gönderdiği hükümdârların bir çoğu O'nun da'vetine icâbet etti.

Allahü teâlâdan uzak değilsin

Ertesi gün, Ceyfer beni tekrar huzûruna da'vet etti. Huzûra girince aramızda şöyle bir konuşma geçti:

- Ey Ceyfer! Sen bizden uzak bulunuyorsan da, Allahü teâlâdan uzak değilsin. Seni yaratan Allahü teâlâ, yalnız kendisine ibâdet etmene, ibâdet ederken O'na ortak koşmamana lâyıktır. Şunu bil ki, sen ölü bir hâlde iken, O seni diri kıldı. Seni tekrar eski hâline döndürecek ve kıyâmet günü tekrar diriltecektir.

Muhammed aleyhisselâm, dünya ve âhıret saâdetine kavuşturacak bir din getirdi. Âhırette ecir ve mükâfat isteyen, O'nun yoluna sarılır. Nefsinin arzû ve isteklerine uyan ise bu yoldan ayrılır. İyi düşün ki, O'nun getirdikleri, hiç insanların söylediklerine benziyor mu? Eğer benzese idi, açıkça görülürdü. Sen bu husûsta serbestsin,

- Vallahi, ben Muhammed aleyhisselâmın hayır ve iyilik adıyla emredeceği şeyleri yapacak, yerine getirecek olanların ilki olacağım. O'nun yasaklayacağı şeyleri bırakacak olanların başında yine ben geleceğim. Verilen söz yerine getirilecek. Ben şehâdet ederim ki; Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve Resûlüdür.

Ceyfer böyle diyerek Müslüman oldu.

Yanında bulunan kardeşi Abdi de derhal Müslüman oldu. Sonra orada bulunan bütün Arabları İslâmiyete da'vet ettiler. Onlar da bu da'veti seve seve kabûl ettiler.

Umman halkı Müslüman olunca, Resûlullah efendimiz Amr bin Âs'ı Umman'a vâli tâyin etti. Resûl-i ekremin vefâtına kadar vazifede kaldı.

Siz akıllı adamdınız

Amr bin Âs, İslâmiyeti kabûl ettikten sonra, eski hatâlarına çok pişman oldu. İslâma hizmet etmeyi, müşriklere karşı savaşmayı şiddetle arzû etti. Böylece İslâm dîninin yiğit bir mücâhidi oldu. Birisi, Amr bin Âs'a sordu:

- Siz akıllı adamdınız. Niçin İslâma girmekte geciktiniz?

- Biz yaş ve bilgi bakımından, bizden üstün kabûl edilen insanlarla beraberdik. Onlar, Resûlullah efendimiz Peygamber olarak gönderilince, O'nu kabûl etmediler. Biz de onlara tâbi olduk.

Onlar gidip, sıra bize gelince, düşündük, inceledik, hakkın çok açık olduğunu gördük. Böylece İslâmiyet kalbime yerleşti. Resûlullah efendimizin, iyilik yapana öldükten sonra iyilik, kötülük yapana kötülük yapılacağı, sözünü içimde doğru buldum. Bozuk ve bâtıl olan bir şeye devamda, hiç bir fayda görmedim.

Amr bin Âs, Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti sırasında, önce Umman'daki mürtedleri, sonra Benî Kudaa mürtedlerini yola getirdi. Bundan sonra Hz. Ebû Bekir tarafından Şam'ın fethine gönderildi. Başkumandan Hâlid bin Velîd'in idâresinde cereyan eden Yermük Muharebesinde büyük kahramanlıklar gösterdi ve Şerahbil bin Hasene ile beraber ordunun sağ kanadını idâre etti.

Ecnadin zaferi

Yermük Muharebesi, İslâm ordusunun zaferiyle bitti. Bu savaşta Müslümanlar 250 bin kişilik Rum ordusunu büyük bir hezîmete uğrattı.

Amr bin Âs, Ecnadin'de büyük bir Rum ordusunu bozguna uğrattı. Bütün Filistin ve Ürdün'ü elegeçirdi. Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında Filistin vâliliğine ta'yin edildi.

Bir süre sonra Amr bin Âs, halîfe Hz. Ömer'den Mısır'ın fethi için izin istedi. İzin verilmesi üzerine hazırlıklara başladı. Yezid bin Ebû Süfyân, Amr bin Rebîa ve Müslüman olan Haleb'in eski vâlisi Yukanna da, 4.000 kişilik kuvveti ile İslâm ordusuna katılmıştı.

Amr bin Âs, ordusuyla önce Ferema şehrini fethetti. Sonra Bilbis'i ele geçirdi. Sonra, Tendonyas şehrine yürüdü. Şehrin yakınına vardıkları zaman, Mısır veliahtından elçi geldiğini gördüler. Gelen elçi, veliahtın kendisine elçi gönderilmesini, böylece sulh yapabileceğini söyleyince; Amr bin Âs birkaç lisan bilen Verdân adındaki Remleli hizmetçisini alarak yola çıktı. Saraya varınca, zırhlı ve silahlı askerlerin saf tuttuklarını gördü.

Amr bin Âs, kılıcını kuşanmış ve at üzerinde içeri girmek isteyince, nöbetçiler mâni olmaya kalkıştılar. Bu durum karşısında Amr bin Âs dedi ki:

- Veliahtınız bu şekilde kabûl ederse ne âlâ, yoksa geri dönüp giderim. Biz Müslümanlar müşrikler için atımızdan inmeyiz. Buraya gelmemizi veliaht istedi. Değilse bizim herhangi bir isteğimiz yoktu.

Askerler, Amr bin Âs'ın sözlerini haber verince, Veliaht Arsütalis emir verdi:

- Bırakınız, istediği gibi girsin!

Birkaç dünya menfaati

Nöbetçiler, Amr bin Âs'a, ne şekilde isterse öyle girebileceğini söylediler. Amr bin Âs, veliahtın bulunduğu avluya atı üzerinde girdi. Burada nöbetçilerin, kumandanların ve veliahtın tahtının bulunduğunu gördü. Hepsi gâyet güzel ve zînetli giyinmişlerdi. Amr bin Âs onları böyle görünce tebessüm etti:

(Size dünyada verilen şeyler, tekrar geri alınacak birkaç dünya menfaatidir. Hâlbuki Allahü teâlânın vahdaniyetine îmân edip işlerinde O'na tevekkül edenler için, Allahü teâlâ indinde olan şeyler daha hayırlı ve bâkidir, dâimidir) [Şurâ: 36] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve atından indi.

Bir eli atının dizgininde, diğeri de kılıcında idi. Yanlarına yürüyerek dört bir taraftaki süslere bakıp;

(Eğer insanlar kâfirlerin dünyadaki refahına bakarak hırslanmasalar ve bu yüzden küfre rağbet etmeseler ve böylece tek bir ümmet hâline gelmeyecek olsalardı, biz O Rahmân'ı inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkacakları merdivenler yapardık) [Zuhrûf: 33] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Amr bin Âs veliahtın huzûruna girince, veliaht dedi ki:

- Ey Arab kardeş! Siz bizden ne istiyorsunuz? Bize kasdedenler dâimâ elleri boş olarak, hezîmete uğrayarak dönmüşlerdir. Hem bize başka yerlerden de yardım gelecektir.

Biz ordulardan korkmayız

Amr bin Âs buna karşı şu cevabı verdi:

- Bizler, kalabalık ordulardan korkmayız. Çünkü Allahü teâlâ, bize yardımını, zaferi ve bizi yeryüzünün vârisleri kılacağını vâdeyledi. Şimdi sizi şu üç şeye da'vet ediyoruz: Ya Îslâmı kabûl edersiniz, ya cizye verirsiniz, yâhut muhârebe ederiz.

- Biz melik Mukavkıs'la meşveret etmedikçe bir işe karar vermeyiz. Fakat, ey Arab kardeş! Senin arkadaşların arasında senden daha cesûr ve lisânı daha fasih birisinin olacağını zannetmiyoruz.

- Arkadaşlarım arasında en fasih konuşamayan benim. Eğer onlardan birisinin konuşmasını görseydiniz, benimle aslâ mukâyese kabûl etmeyecek kadar ilerde olduğunu görürdünüz.

- Bu mümkün değil. Onlar arasında senin gibi birisi bulunamaz.

- Ben melik'e, onlardan on tanesini getirebilirim. Ancak onlar mektupla gelmezler. Melik isterse, ben gider onları getiririm.

Veliaht, Amr bin Âs'ın bu sözleri üzerine yanındakilere dönerek Kıptî diliyle dedi ki:

- Onlar geldiklerinde hepsini yakalar, salmayız. Böylece on bir kişi yakalamak, bir kişiyi yakalamaktan daha iyidir.

Amr bin Âs'ın hizmetçisi Verdân, başka bir lisân ile konuşulanları Amr bin Âs'a anlattı. Bu arada durum melik'e bildirildi. Melik; Amr bin Âs'a dedi ki:

- Git, gecikmeden gel.

Amr bin Âs atına bindi ve hızla şehrin dışına çıktı. Amr bin Âs'ın selâmetle dönmesinden dolayı mücâhidler Allahü teâlâya hamd ettiler.

Ertesi sabah veliahtın elçisi gelip;

- Seni ve diğer on kişiyi veliaht bekliyor, dedi.

Bunun üzerine Amr bin Âs hazretleri buyurdu ki:

- Hâinlik, onu ve ehlini helâk edecektir. Azgınların ve haddini aşanların başına çok belâ ve musîbet gelir. Melikinize yazıklar olsun. Hem bizden elçi istedi, hem de yanına gidince, beni öldürmek istedi. Hakkımda şöyle şöyle konuştu. Şimdi, seni öldürmek istesem, öldürürüm. Fakat biz hâinlerden değiliz. Sâhibine dön. Ona hakkımda konuştuklarının hepsinden haberdâr olduğumu söyle. Artık aramızda harbden başka yapılacak bir şey kalmadı.

En üstün ve kıymetli şey

Elçi, melikin yanına döndü. Amr bin Âs'ın dediklerini olduğu gibi anlattı.

Bundan sonra yapılan savaşlar neticesinde Mısır'ın tamamı, İslâm topraklarına katıldı. Sonra, Kuzey Afrika'ya yönelerek, Trablusgarb ve Siyre'yi feth etti ve Mısır vâlisi tâyin edildi. Hz. Osman zamanına kadar bu vazîfede kalan Amr bin Âs, sonunda halîfenin müşâviri oldu.

Amr bin Âs hazretlerinin, 664 senesinde, ölüm döşeğinde son sözleri şunlar oldu:

Allahım! Sen emrettin, biz emrine isyân ettik. Sen nehyettin biz tersini yaptık. Affına sığınırız. Allahım! Sen bize yardım et. Suçluyum. Özürümü kabûl et. Senden af diliyorum. Senden başka ilâh yoktur.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin efendim

Hakdan bize Sultan-ı müeyyedsin efendim.

(Şeyh Galip)

Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam, anlatıyor:

-Hazret-i Allah, beni yarattı. Onsekizbin yıl arz altında kaldım
-Ey Cebrail seni kim yarattı?

-Sen yarattın yara Rabbi. Her şey senin ve sen her şeyi yaratansın Bense ben, güçsüz ve ihtiyaç sahibi bir mahlukum.

Konuşmadan sonra bir onsekizbin yıl daha geçti… Yüce Allah yine sordu:

-Seni kim yarattı?

-Ya Rabbi, beni yaratan öldürmeye ve diriltmeye kudreti olan sensin. Bense kuvveti hiç bir şeye yetmez biçarayim.

Üçüncü onsekizbin yıl da geçti

-Ey Cebrail, ben kimim, sen kimsin?

-Allahım sen her şeyin yaratıcası ve sahibi; bense bir kulcağızım.

Bu cevabımın peşinden bir merakımı dile getirdim:

-Ya Rabbi benden üstün bir varlık halkettin mi?

-Karşına bak, buyurdu…

Yüce emre uyarak gösterilen yere baktığımda bir nur gördüm. Ama nasıl bir nur? Güzelliğine hayran kaldım. Dört tarafında da dört ayrı nur?

-Allahım, gözlerimi alan bu harika aydınlık da ne?

-Seni, ne kadar melek varsa hepsini ve bütün her şeyi aşkına yarattığım nur!O, en aziz kulum ve Peygamberimdir. O, canlı cansız her şeyin en üstünü ve en hayırlısı olan Muhammed Mustafadır sallallahü aleyhhi ve sellem

Sordum:

-Ya çevresindeki nurlar?

-Sağındaki Ebu Bekir Sıddik, solundaki Ömer ibni Hattab, önündeki Osman bin Affan, ardındaki Ali İbni Ebi Talibdir. Radıyallahü teala aleyhim.

-Ya Rabbi; bu beş kişinin diğer insanlardan üstün bir tarafı olmalı!

-Bu beşi kendime dost seçtim. Onları seven beni sevmiş, düşmanlık eden bana düşman olmuş olur. Bunları sevenleri cennete, sevmeyenleri cehenneme koyacağım.

Hak yarattı alemi, aşkına Muhammedin

Ay ü günü yarattı, şevkine Muhammedin

İlk insan Adem Peygamber, arş üzerinde La ilahe illallah Muhammedün Resulullah yazısını görünce ismin sahibinin erişilmezliğini anladı. Ancak O’nun ismi sadece göklerin en yükseğini mahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid cennette her sarayda, her yaprakta, her çiçekte, her bucakta okunuyordu.

Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit Peygambere anlatıyor:

-Cennette Onun ismi ile güzelleşmemiş bir tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön o şerefli ismin pırıltılarını aksettiriyor.

-Peki, babacığım hanginiz daha kıymetlisiniz?

Şit aleyhisselamın sualine Adem Peygamber cevap vermek istememiş olacak ki sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı.

Alemlerin Rabbi buyurdu:

-Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni ise o seçilmiş için!!! Cenneti onunla ve onun ümmetiyle dolduracağım. Kendisine arap dili ile Kuran-ı kerim indireceğim. Bu kitabın emir ve hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonnuna kadar devam edecektir. Bu peygamber, benim en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O’na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde “Muhammed göklerde Ahmeddir. O’nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim. Hiç bir Peygamber Ondan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de Onun ümmetinin sayısına varamayacaktır. Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları yıldızların gökteki aydınlığı gibidir.

Ol dedi oldu alem, yazıldı levh ü kalem,

Okundu hatm-i kelam, şannına Muhammedin

Adem babamız, cennetten çıkarılınca, üç yüz sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı. Gaibden gelen bir sesin de hatırlatması ile el açıp-cennette iken Cebrail aleyhisselamdan öğrendiği bazı isimleri araya koyarak-dua etti:

-Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının günahlarının bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için yine kabul ederdin
Hep erenler geldiler, dergaha yüz sürdüler

Zikr-ü tevhid ettiler, nuruna Muhammedin

O, müthiş tufandan önce Nuh aleyhisselama bir gemi yapması buyurulunca yüzyirmi dörtbin dört tane tahta hazırladı. Ve Cebrail’in tenbihi ile her tahtaya bir Peygamberin mübarek adını yazdı. Ancak ertesi gün tahtalardan isimler silinmişti. Olaya çok üzüldü. İsimleri tekrar yazdı. Devrisi sabah yazılar yine silindi. Bir daha yazdı ama bir sonraki gün tahtalar bomboştu… çok müteessir oldu bir tuhaflık vardı bu işte. Sır, gelen vahiyle çözüldü.

-Tahtaların ilkine benim, sonuncusuna da habibim Muhammed Mustafa aleyhisselamın adını yaz ki şeytan öbür isimleri silmesin.

Nuh Peygamber, emredildiği gibi yaparak çalışıp gemisini tamamladı. Fakat dört tahta artmıştı. Bunu Cebrail aleyhisselamla konuştu:

-Ya Cebrail, fazla gelen dört tahtayı ne yapayım?

Vahiy meleği suali Hak teala’ya sundu.

İnsanlığın ikinci babası Nuh Peygambere haber geldi.

-Ey büyü peygamber! O dört tahtaya son peygamberimin dört halifesinin isimlerini yaz gemi o zaman tamam olacaktır. Zira o dört insan, İsla dininin dört sütunu gibidir. İslamiyet onlarla ayakta kalır ve onlar sayesinde dünyanın her tarafına yayılır. Vahye uyularak denilenin yapılması ile gemi tamamlandı ve ondan sonra yüzebildi.

Nuh Peygaber, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Alinin isimlerini artan tahtalara yazarak bunları gemisine çakmadıkça görünüşteki kusursuzluğa rağmen geminin yüzmesi ve felaketten kurtulması mümkün olmamıştı.

Ya mü’minler müminlerin de o dört büyük zatın ismini kalplerine yazmadıkça dıştan ne kadar olgun ve noksansız görünürlerse görünsünler büyük imtihanda kurtulmaları mümkün olabilir mi? Sadece iki cihan güneşi eşsiz ve emsalsiz Peygamberimizi değil, Onun dostlarını da sevmek gerekiyor Bu şart yerine gelmeden, Onun sevdiklerinin aşkı kalbe yerleşmeden cezadan kurtulmak ne mümkün?

Veysel Karani kazandı, ahir yine özendi

Sekiz uçmak bezendi, aşkına Muhammedin

İbrahim aleyhisselam, bir gün rüyasında Cenneti gördü. Uzunluğu yer ile gök arasındaki mesafeden fazlaydı. Meleklere:

-Buralar kime mehsustur? diye sordu.

-Evlatlarından Muhammed Mustafa ve onun ümmeti içindir, diye cevap verdiler.

İbrahim Peygamber, dikkatle bakınca ağaçlardaLa ilahe illallah budaklarında Muhammedün Resulullah meyvelerinde Sübhanellah, Velhamdülillah cümlelerinin yazılı olduğunu gördü

Uyandığında rüyasını milletine nakletti.

-Ümmeti Muhammed kimdir, diye sordular. İbrahim aleplisselam, düşünceye daldı. O anda Cebrail aleyhisselam peyda oldu ve:

-Ne düşünüyorsun ey Allahın dostu, dedi.

-Bir rüya gördüm girdüklerimi ümmetime anlattım, Muhammed ümmetini öğremek istediler. Benimse bu hususta bilgim yok. Onun için düşünüyorum.

Cebrail aleyhisselam:

-Ben de fazla bir şey bilmiyorum, diyerek Cenab-ı Hakka arz etti:

Yüce Allah şöyle buyurdu:

-Muhammed, benim ahir zaman Peygamberimdir. Makbul kullarıma Peygamber olarak gönderecğim. O peygamberi bütün yaratılmışların arasından seçtim. Kendisini ve ümmetini yerden ve gökten yüzyirmi dört bin yıl evvel yarattım. Kıyamet günü Onun yolundakilerin yüzü bütün insanların yüzünden daha ak, aydınlık ve abdest suyu değen vücut parçaları pırıl pırıl olacaktır.

Feriştehler geldiler, saf saf olup durdular

Beş vakit namaz kıldılar, aşkına Muhammedin

Tevrat, Musa aleyhisselama inince büyük Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak:

-İnsanların kalbine baktım. En mütevazi olarak seni gördüm. Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma devletine erdirdim, dedi ve ilave etti:

-Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili Muhammed Mustafanın Resulüm olduğunu tasdik et ve kalbine O’nun muhabbetini yerleştir!

-Ya Rabbi, Muhammed kimdir Onu tanımıyorum?

-O öyle bir kimsedir ki yerleri ve gökleri yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini arşın üzerine yazdım. Ya Musa, sana çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhdan ve gözünün siyahına beyazından daha yıkn olayım!

-Allahım bundan gayrı ne arzum olabilir?

-Öyleyse Habibime çok selavat oku.

Hak teala devam etti:

-Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkar etmişse, o bedbahtı sürüterek cehenneme attırırım. Beni görmesini nasip etmem ve hiç bir melek ve peygamberin şefaat etmesine de için vermem!

Bunu yolundakilere bildir.

-Ya Rabbi Onun hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak isterim.

-Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı yeri-göğü, cenneti-cehennemi ayı, güneşi, geceyi-gündüzü, melekleri, Peygamberleri ve hiç bir şeyi yaratmazdım. O’nun Peygamberliğini kabul etmezsen İbrahim halilulllah bile olsan sana eziyet ederim!

Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul ettim Ya Rabbi!

Havada uçan kuşlar, yeşerüp dağ ü taşlar,

Yemiş verir ağaçlar, aşkına Muhammedin

Davut aleyhisselam, bir gün Zebur okurken kitaptan bir nur yükseldiğini; bu nurun odayı doldurduğunu ve kalbinin rahatladığını gördü… Ve bu hal, her Zebur okuyuşunda tekrar etti. Nurun mahiyetinni Allahü tealaya sordu:

-Ya Rabbi bu nur neyin nesidir?

O, habibim Muhammed Mustafanın nurudur. Cümle alemi onun hatırına yarattım.

Bu tüyler ürperten ilahi cevap üzerine Davut Peygamber, yüksek sesle Lailahe illallah Muhammedün Resulullah dedi. Bütün yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler ve yılanlar, çevresine toplandılar ve:

Öyledir ya Davut! diyerek onu doğruladılar.

Bu olaydan sonra Davut Peygamber, Zubur okumaya başlarken kelime-i tevhid söyle oldu.

İmansızlar geldiler, andan iman aldılar

Beş vakt namaz kıldılar, aşkına Muhammedin

Onu övmeye kalkan erir ve tükenir.

Onu hiç bir lisan medhetmeye kafi gelmez. O kelimeler üstü ve kelimeler ötesi ve gönüller dolusu sevgiye layıktır.

Yunus kim ede medhi, över Kuran ayeti

Ah! vergil salevatı, aşkına Muhammedin

Biz de kendim, eşim, dostum, tanışım, arkadaşım, binler, onbinler, milyonlar, milyarlar, O’nu o en sevgili ve en üstün’ün Peygambeliğini kabul ettik ya Rabbi

Bundan üstün devlet bilmiyoruz ya Rabbi!..
 

haticeislam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
407
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
52
RE: İZ BIRAKANLAR

emeğine sağlık hayırlı günler A E OB)
 

sedannur38

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
13 Haz 2007
Mesajlar
50
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
RE: İZ BIRAKANLAR

harika sürükleyici olaylar tşk arkadaşlarrr sağlıcakla kalın
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABAPÛŞ-İ VELÎ


Anadolu evliyâsından. İsmi Bâli Mehmed Çelebi olup, Bâlî Sultan olarak da bilinir. Germiyan şehzâdelerinden Hızır Paşanın oğludur. Dedesi Süleymân Şah, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlânâ hazretlerine ulaşır. Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarîkat abası giydiği için "Abapûş-i Velî" lakabını vermiştir.

Abapûş-i Velî, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda ilim tahsîlini tamamladı. Ahlâk ve edeb nümûnesi idi. Küçük yaşta Mevleviyye tarîkatı büyüklerinin mânevî bakışlarına kavuştu. İnsanlara doğru yolu göstermek üzere icâzet, diploma aldı.

Devrinin büyük âlimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun sohbetlerini tâkib ederlerdi. Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde, onun bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda bulunmak isteyince;
"Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl etmedi.
Tîmûr Han Abapûşî hakkında;
"Böyle zatlar boş değildir. Allahü teâlâdan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir." dedi.


Abapûş-i Velî ömrünün sonlarını babasından kalan dergâhında yalnız geçirdi. Devamlı ibâdetle meşgûl olurdu. Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler, ondan istifâde ederlerdi. Çeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, herkesi iyiliğe teşvik ederdi.

Vefâtından önce kendi evine geçen Abapûş-i Velî, üç gün sonra 1485 (H.890) senesinde vefât etti. Afyonkarahisar Mevlevî Dergâhının bahçesine defnedildi. Definden sonra bâzı hâller görüldü. Talebeleri bunları hocalarının kerâmeti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâdece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hâllerin, talebeler tarafından uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi. Ayrıca kabre inkâr gözü ile baktığı anda, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar bütün vücûdu titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette öldü. Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkâr etmenin cezâsını hemen gördü.


1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye; (Sâkıb Dede; Mısır 1283) c.1, s.4
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ


Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarından. Ömerî ismiyle de tanınmıştır. 800 (H.184) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Babasından ve diğer âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise Süleymân bin Muhammed bin Yahyâ bin Urve bin Zübeyr, İbn-i Uyeyne, İbn-i Mübârek, Mûsâ bin İbrâhim gibi âlimler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.

İbn-i Hibbân; "O, zamânının en zâhidi idi. Dünyâya düşkün olmıyan, âbid, hadîs ilminde sika, güvenilir bir âlim idi." demiştir.

Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Abdullah bin Abdülazîz ile İbn-i Mübârek'in huzûruna gidip, yanında bulunmayı çok seviyorum."

Ebû Ca'fer el-Hızâ, Abdullah Ömerî'nin bir gün büyüklerden birisinin şu sözünü naklettiğini bildirdi:
"Kur'ân-ı kerîmi çok okumalı. Çünkü, Kur'ân-ı kerîm, okunup emirlerine uyulduğu zaman Cennet'e götürür."


Abdullah Ömerî hazretleri dâimâ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından hiç ayırmazdı. Mutlakâ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona;
"Niçin kitapları bu kadar seviyorsun?" dediler. O, bunlara şu sözlerle cevap verdi:
"İnsana kabirden daha ibret verici ve daha çok nasîhat eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise, insana yakın ve samîmî bir arkadaştır."


Bir gün şöyle duâ etti:
"Yâ Rabbî! Sana, büyüğümüz, küçüğümüz tövbe ederiz. Tövbelerimizi, doğru kıl. Bizi tövbesine uymayanlardan eyleme, Allahım!".


Ebû Münzir İsmâil bin Ömer anlattı. Abdullah Ömerî şöyle diyordu:
"İnsanoğlu gaflete dalar ise, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz ve yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İnsanlardan korkarak, emr-i ma'rûf ve nehy-i an-il-münker; iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma farzını terkeder."


Birisi Abdullah bin Abdülazîz'e; "Bana nasîhat et." dedi. Bunun üzerine, o zâta dönerek; "Verâ, şüphelilerden sakınmak çok kıymetli bir haslettir. İnsanın kalbinde verânın bulunması, bütün dünyâya bedeldir. Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa haram işlersin." dedi.

Talebelerinden biri; "Şükredici ve sabredici kimlerdir?" diye sorduğunda, Enes bin Mâlik'den rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Dünyâ husûsunda, kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahü teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."

Eshâb-ı kirâma karşı çok muhabbeti vardı. Onlar Peygamber efendimizin en yakınları, dostları, arkadaşları olduğu için bütün müslümanların onları sevmesini emrederdi.

İbrâhim bin Sa'd'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi sık sık okurdu: "Eshâbım hakkında, Allahü teâlâdan korkun. Sakın benden sonra onlara düşmanlık yapmayınız. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğzeden, kin tutan, bana düşmanlığından dolayı böyle yapmış olur. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahü teâlâya eziyet etmiş olur. Kim Allahü teâlâya eziyet ederse, Allahü teâlânın onu cezalandırması çok yaklaşmış demektir."

Duâların kabûl olması ile ilgili olarak sorduklarında Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîflerini nakletti: "Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmeden önce ma'rufu (iyiliği) emredip, münkerden nehyediniz. Günahınıza pişman olup, Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilemeden önce, elbette Allahü teâlâ sizin duâlarınızı kabul etmeyecek. O zaman af ve mağfiret de olunmayacaksınız. Yahûdî âlimler ve hıristiyan din adamları emr-i ma'ruf ve nehy-i an-il-münkeri terkettikleri için, Allahü teâlâ onları, kendi peygamberlerinin lisânı üzere lânetleyip, umumî bir belâ vermiştir."

KABİR AZABINI HATIRLAYIN

Muhammed bin Harb el-Mekkî şöyle anlatır:

Abdullah bin Abdülazîz Ömerî hazretleri yanımıza gelmişti. Onun etrafına toplandık. Mekke-i mükerremenin ileri gelenleri de oradaydı. Bu sırada Abdülazîz Ömerî hazretleri başını kaldırınca, Kâbe-i muâzzamanın etrafında yükselen sarayları gördü. Şiddetli bir şekilde bağırarak;
"Ey bu köşkleri bu mukaddes mekanın yanına dikenler! Ölünce, yapayalnız kalacağınız mezarların zifiri karanlıklarını hatırlayınız. Ey zevk ve sefâ sahipleri, ey dünyâ nîmetleri içerisinde yüzenler! Kabirde, kurtların, böceklerin, yiyecekleri ve gıdâları olacağınızı, şu güzel vücutlarınızın, toprak altında çürüyeceğini, o gören gözlerinizin akacağını, konuşan dillerinizin susacağını hiç düşündünüz mü?" Abdülazîz hazretleri bunları söyleyince gözleri doldu.


1) Hilyet-ül Evliyâ; c.8, s. 283

2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.5, s. 302
3) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s. 435
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.90
5) Tabakât-ül-Kübrâ (İmâm-ı Şa'rânî); c.1, s.65
 

derya_gulu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Mar 2007
Mesajlar
474
Tepki puanı
0
Puanları
0
Selamünaleyküm canım kızım ne güzel bir tesadüf ki neti açıyorum yazınla karşılaştım Rabbime şükür kavuşturana hamdolsun bende uzun süredir giremiyordum bu gün ilk ikinci girdim sayılır seni ve bütün kardeşlerimi çok özlemişim Allah'ım hepinizi korusun Rabbime emanet olun dualarımdasın emeğine sağlık tekrar seninle burada karşılaşmak yazılarından faydalanmak benim için büyük mutluluk Allah'a emanet ol güzel kızım
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDULLAH EL-ACEMÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şeyh Abdullah el-Acemî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Haleb civârında Bire yakınındaki Kefertaşe köyünde ikâmet ederdi. Bağ-bahçe ile uğraşır, çiftçilik yapardı. Üstün hâller ve kerâmetler sâhibi bir zâttı. 1242 (H. 640) senesinde doğduğu yer olan Kefertaşe köyünde vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.

Menkıbelerinden bâzıları şöyle nakledilmiştir:

Zamânın sultânı Melîk Zâhir Mücirüddîn, bir defâsında Abdullah el-Acemî hazretlerinin köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde bekçilik yapıyordu. Melik onu bir bahçe içinde görüp:

"Ey Genç! Bize tatlı bir nar getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir nar ağacından nar koparıp götürdü. Melik kesip tadına baktı ve; "Bu nar ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini tatlısını ayırd edemiyorsun?" dedi.

Abdullah el-Acemî kendisine âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için, ekşisini tatlısını bilmiyordu. Melîk'in sözleri üzerine hem üzüldü hem de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın altında namaza durdu ve iki rekat namaz kılıp şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî bana hangi narın tatlı olduğunu bildir, gidip Melîk'e vereyim..."

Onun namaz kılışını ve duâ edişini seyreden Melik hayretinden atın üstünde donakalmıştı. Çünkü ağaçlar da onunla secdeye gidiyorlardı. Hayatında ilk defa böyle bir halle karşılaşıyordu. Hayretle; "Ağaçlar! Evet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye kapandılar! Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak Abdullah el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına kapandı.

Abdullah el-Acemî hazretleri geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak isteyince Melik Zâhir; "Sen namaz kılarken şu bahçenin bütün ağaçları seninle birlikte secdeye kapandılar. Bunun kerametiniz olduğunu anladım. Sen mübârek bir kimsesin."dedi. Abdullah el-Acemî'nin; "Belki hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;

"Hayır! Vallahi gerçek gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin hizmetçisiyiz." dedi.

Bu konuşmalardan sonra Melik Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona ısınmış, kalbi kaynamıştı:

"Benim edebli ve sana lâyık bir kızım var. Onu size nikahlamak isterim." O; "Efendim ben, malı mülkü olmayan, bir garibim" cevabını verdi.

Fakat Melîk niyetinde kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî hazretleri onun bu samîmî ve candan isteği karşısında teklîfini geri çevirmedi. Nikâhları yapıldı.

Melik Zâhir saraya gidip durumu hanımına anlatınca o da memnun olup, kızının çeyizini düzdü. Sonra, kızını sultan kızına lâyık bir şekilde develer yükü çeyizle gönderdi.

Düğün alayı Abdullah el-Acemî'nin köyüne yaklaşınca haberciler durumu Abdullah Acemî hazretlerine bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını karşıladı. Sultanın kızı bir deve üstünde tahtırevan içinde geliyordu. Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde yükler dolusu eşyâ vardı. Sultanın kızına yaklaşıp; "Ey Sultân kızı! Benim hanımım olmayı mâdem ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince kız; "Evet, buyurun söyleyin." dedi.

"O halde şimdi, sen üzerinde bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü elbiselerin yerine benim vereceğim şu sâde elbiseyi giy. Sonra şuradaki bahçıvan evine gir." buyurdu.

Kız isteğini memnuniyetle yerine getirdi.

Melik Zâhir ile Abdullah el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu hâdise Irak'ta evliyâ bir zât ve talebeleri tarafından duyulmuştu. Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî'nin köyüne geldiler.

Köye geldiklerinde, Abdullah el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin otlarını topluyordu. Gelen ziyâretçi heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın izni ile otlar bir yere toplandı. Abdullah el-Acemî hazretleri onları karşıladıktan sonra; "Niçin böyle yaptınız?" diye sordu. O zât; "Efendim sizin yorulmamanızı, nasihat etmenizi istedim." deyince de;

"Biz, böyle olmasını isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar toplanırdı. Lâkin biz alın teri ile lokma yeriz." dedi ve alnında toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından damla damla toprağa döküldü. Sonra; "Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere dönünüz." dedi. Otlar bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.

Ziyâretine gelen zât onun yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizmetinde ve sohbetinde bulundu.


1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2 s.113
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8 s. 12
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
EL TİRMİZÎ


İslâm dünyasının sekiz büyük hadis bilgininden birisi. Tam adı, Ebu İsa Muhammed bin İsa bin Sevre bin MKütüb-i sitte olarak anılan en güvenilir altı hadis derlemesinden birinin sahibidir. Dördüncü Müslüman kuşak (etbau etbau't-tabiin), içinde yer alır. Hadis ilminde en yüksek dereceye ulaşanlara özgü olan "Hafız" ünvanına sahip ender kişilerdendir.

Tirmizî'nin doğum yeri ve yılı konusunda farklı rivayetler vardır. Buna göre Tirmizî ya da Mekke'de 200 (815), 206 (821) veya 209 (824) yılında doğdu; Tirmizî'de 270 (883), 275 (888) ya da büyük ihtimalle 279 (892) yılında öldü.

Kor olarak doğan ya da sonradan gözlerini yitiren Tirmizî, ilk öğreniminden sonra çalışmalarını hadis ilmi üzerinde yoğunlaştırdı. Hadis derlemek amacıyla Horasan, Irak ve Hicaz'da geziler yaptı. Başta Buharî, Müslim ve Ebû Dâvud olmak üzere birçok bilginden hadis aldı. Kendisinden de Heysem bin Kulab el-Şasî, Mekhul bin el-Fald, Muhammed bin Mahbub el-Mahbubî el-Mervezi gibi bilginler hadis rivayet ettiler.

Tirmizî Kitabu'l-İlel, Kitabu'ş-Şemail, Kitabu Esmai's-Sahabe, Kitabu'l-Esma ve'l-Küna gibi eserler bırakmışsa da büyük ününü es-Sünen de denilen el-Camiu's-Sahih adlı eseriyle kazandı. Tirmizî, câmi' türündeki bu eserde yalnız hadisleri derlemekle kalmamış, her hadisten sonra "Ebu isa der ki" diyerek hadise ilişkin düşüncelerini açıklamış, değerlendirmeler yapmıştır. Hadisleri İslam hukukunun konularına uygun bir düzen içinde sınıflaması ve tekrarlardan sakınması, eserine yararlanma kolaylığı kazandırır. Hadis bilginlerine göre es-Sünen'in diğer hadis derlemelerine üstünlük sağlayan başlıca özellikleri şunlardır: Hadislerin güvenilirlik derecelerini belirtmesi, taşıdığı zaaflara dikkat çekmesi, ravilere ilişkin bilgi vermesi, hukukçuların hadislerden çıkardığı sonuçlara değinmesi ve mezheplerin görüşlerine yer vermesi.

Tirmizi eseri hakkında şöyle der: "Ben bu Cami-i Kebir'i yazıp bitirince, onu ilkin Hicaz alimlerine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra alıp Irak alimlerine götürdüm. Onlar da ağız birliğiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan diyarı alimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim alemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konuşan bir Peygamber vardır" (Abdulaziz bin Şah Veliyyullah Dehlevi, Büstanu'l-Muhaddisin, çev. Ali Osman Koçkuzu, Ankara 1986, 197).

Endülüs bilginlerinden birisi, Tirmizî'nin eserinin özelliklerini ve değerini, yazdığı bir şiirle şöyle anlatır:

"Tirmizî'nin kitabı bir ilim bahçesidir. Çiçekleri adeta gökteki yıldızların parlaklığını aksettiriyor. O eser sayesinde hadisler vuzuha kavuşur. Güzel lafızlara meydana konulmuş, adeta resim gibi yerli yerince tanzim edilmiştir. "

"Hadislerin en yüksek nevi sahihlerdir. Onlar nurlu yıldızlar halinde, her yanı aydınlatırlar. Hadislerin sahihini hasenleri takip eder. Sonra garibler gelir. Hadislerin sahihi sakiminden ayrılmıştır. Tirmizî onları tek, tek işaretleriyle ilim erbabına açıklamıştır. Bu hadisleri, sahih eserler halinde sıraya dizmiş, onları ciddi akıl sahipleri de beğenip seçmişlerdir. Onu beğenenler; fakihlerin ve bilginlerin en önde gelenleri fazilet erbabının, doğru yola gidenlerin en üstünleridir."

"Tirmizî'nin kitabı böylece enfes bir eser; ilim erbabının takdir ettiği, okuyup konuştuğu bir çalışma olmuştur. Onlar, ruhlarına en yüksek faydayı bahşeden en kıymetli bilgileri, Tirmizî'nin kitabından iltibas etmişlerdir"

"Ondan, biz de hadisler yazdık; eseri biz de rivayet ettik. Bu işi, cennet ırmağının suyundan kana kana içmek niyetiyle gerçekleştirdik"

"Düşünce, mana denizine daldı. Oradan en doğru manalara ulaştı. Rahman olan Allah, Ebu İsa et-Tirmizî'yi bu şerefli işinden dolayı hayır üstüne hayır vererek mükâfatlandırsın" (Abdulaziz bin Şah Veliyyullah Dehlevi, a.g.e., 198.)

Ahmet ÖZALP
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDULLAH-I DEHLEVÎ


Hindistan evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H. 1158)'te Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz almaktadır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin babası, Abdullatif Efendi âlim, sâlih, zâhid, dünyâya rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu Hızır'la görüşmüş olan hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadîrî'den aldı. Ayrıca Çeştiyye ve Şettâriyye yollarından da feyz almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaşmaya çalışırdı. Haram yemekten son derece sakınır, kırlarda yetişen meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Sahrâlarda Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar, O'nun büyüklüğünü tefekkür edip düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.

Bir gün rüyâsında hazret-i Ali ona şöyle dedi:

"Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın."

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında dünyâya bir oğlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın." buyurdu. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, hazret-i Ali'ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali'nin hizmetçisi mânâsına Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'ân-ı kerîmi kısa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi'de hocası şeyh Nâsırüddîn'in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetişip, Kâdiriyye yoluna girmesi için, oğlu Abdullah'ı Delhi'ye çağırdı. Abdullah-ı Dehlevî Delhi'ye vardığı gece Şeyh Nâsırüddîn vefât etti.Babası; "Oğlum! seni Şeyh Nâsırüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb değilmiş. Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin." dedi.

O sırada Delhi'de Çeştiyye büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Şeyh Ziyâüddîn, Şeyh Abdüladl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve başkaları vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada gönlünden, yine Delhi'de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitmek geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da:

"Sen zevkin ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.

Abdullah Dehlevî ise; "Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Mübârek olsun."buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Nakşibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu.

İlk zamanlarda, "Nakşîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?" diye tereddütler geçirmişti. Bir gün rüyâsında gördü ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmın tam karşısına da Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teşrif etti. Şâh-ı Nakşibend'in yanına gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a'zam; "Maksat, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır. Sıkılmayın, gidin." buyurdu.

Elinde malı, mülkü kalmadığı için başlangıçda geçim zorlukları ile karşılaşan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, dâimâ tevekkül üzere oldu. Eski bir hasırı yatak, bir tuğla parçasını yastık edindi. Bu şekilde, on beş sene kanâat köşesinde oturdu. Bir defâsında o kadar çâresiz kalıp, bitkin düştü ki, "Artık bulunduğum bu hücre benim mezârım olacaktır." diye düşünmeye başladı. Nihâyet Allahü teâlânın yardımı yetişti. Tanımadığı birisi, bir mikdâr para bırakıp gitti. O günden sonra devamlı Allahü teâlânın bu şekilde yardımına kavuştu.

Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, talebe yetiştirmeye başladı. Uzak yakın her yerden, Diyâr-ı Rum, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr'den pek çok talebe, ilim ve feyz almak, sohbeti ile şereflenmek için yarışırcasına yanına koştu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Şeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid İsmâil Medenî gibi bâzıları Resûlullah efendimizden aldığı mânevî emirle geldi. Bazısı, sâdâtın, bu yolun büyüklerinin mânevî işâreti ile koşup teslim oldu. Şeyh Muhammed Can bunlardandı. Bâzısı ise,Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp geldi.

Dergâhında iki yüz kişi civarında talebe vardı ve onların ihtiyaçlarını temin ederdi. Bununla berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kırık bulunurdu. Bir gün bir köpeği görüp; "Yâ Rabbî! Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim arasında vâsıta olayım. Bu yarattığın hürmetine bana merhamet eyle!" buyurdu.

Peygamber efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yaşamaya çok gayret ederdi. Az uyur, teheccüd, gece namazına kalktığında uyuyanları da kaldırırdı. Sonra murâkabeye oturur, peşinden Kur'ân-ı kerîm okurdu. Kur'ân-ı kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra talebeleriyle beraber işrak vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyı anmak ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile meşgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr derslerine başlarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek yenirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez, talebelerinin de yemesini istemez, komşularına hediye gönderirdi. Birisi para gönderse, şüpheli bir durumu yoksa, İmâm-ı a'zam hazretlerinin ictihadına göre bir sene dolmadan mal nisaba ulaştığında zekât vermek câiz olduğundan önce onun zekâtını verirdi. Çünkü bir kuruş zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat üstün olduğunu bilirdi. Sonra kalan paranın bir kısmı ile helva ve başka şeyler yaptırır dervişlere dağıtır, bir kısmı ile dergâhın borçlarını öder, birazını da yanına gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Öğleye yakın sünnet-i şerîfeye uymak için bir müddet kaylûle yapar, uyur, kalkıp bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar okumak, bâzı mevzular üzerinde yazılan yazıları gözden geçirmek ve yazılması lâzım olanları yazmakla uğraşırdı. Öğle namazını kılıp, ikindiye kadar, hadîs ve tefsîr dersi verirdi. İkindiyi kıldıktan sonra, hadîs-i şerîf, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Kuşeyrî'yi okur, sonra güneş batıncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe ile meşgul olurdu. Akşam namazından sonra, mânevî teveccühleri ile talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini sağlardı. Yatsıyı kıldıktan sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastırdığında seccâdesi üzerinde sağ yanı üzere yatardı. Bazan otururken uyuyakalırdı. Hayâsının çokluğundan ayağını uzattığı görülmezdi.

Kur'ân-ı kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoşlanır şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayınız, dayanamıyorum." buyururdu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sinide çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsıl olur, coşar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat başkalarının yaptığı gibi dînin emir ve yasaklarına uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.

Emr-i mâruf ve nehy-i an'il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânın emirlerini hatırlatır, yasaklarından sakınmalarını emrederdi. Bir kerre Şimşîr Bahâdır Han papazlara mahsus bir şeyi giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darılıp bu vaziyette yanında oturmamasını istedi. Bahadır Han, bu kadarına müsâde etmezseniz, bir daha yanınıza gelmem dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb etmesin." buyurdu. Huzûrundan kızarak ayrılan Bahadır Hanın içi rahat etmeyip, üzerindeki o şeyi çıkarıp, huzuruna gelerek affını istedi ve talebesi oldu.

Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Zamânın pâdişâhı defalarca dergâhın ihtiyaçlarını karşılayacak bir yardımda bulunmayı teklif ettiği halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir Han da dergâhın ihtiyaçları için yardım teklif ettiğinde talebelerinden Raûf Ahmed'e; "Hediye gönderen Emîr Hana şu beyti cevap olarak yazınız.

Biz fakr-ü kanâati şeref biliriz,

Emîr Hana söyleyin mukadderdir rızkımız.

Ve biz, Allahü teâlânın meâlen; "Semâda ise, rızkınız ve vâd olunduğunuz Cennet vardır." (Zâriyât sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.

Bir sıkıntısı olduğunda din büyüklerinin yardımına kavuşurdu. Şöyle anlatır.

Bir defasında karnım ağrımıştı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedim. O anda kendisini gördüm. Yanıma teşrîf edip, rahatsızlığımı giderdiler.

Peygamber efendimizi son derece seven Abdullah-ı Dehlevî, O'nun şerefli ismini duyduğunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi ona; "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar buyurdukları bir zâtsın." demişti. Bu sözden duyduğu mânevî hazla birden yüzlerinin rengi değişti ve hizmetçinin alnından öpüp; "Ben kim oluyorum ki, Resûlullah efendimizin manzûru olayım." deyip tevâzu gösterdiler.

Yakın talebeleri anlatırlar; "Mübârek hocamızın odasından zaman zaman çok güzel kokular duyardık. O zaman, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile büyük âlim ve evliyânın rûhlarının ziyârete geldiklerini anlardık. Hocamız, Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine o kadar bağlıydı. Bir gün bize; "Biz muhabbet şerbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasına sebep; kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve salevât-ı şerîfelerdir." buyurdu.

Giyiminde Resûlullah efendimize uyar, O'nun gibi sert ve kalın elbise giyerdi. Birisi kıymetli bir elbise getirse onu satar, parasıyla birkaç elbise alır, fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. "Birkaç kişinin giyinmesi bir kişinin giyinmesinden daha iyidir." buyururdu.

Buyurdular ki:

Rüyâda Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; "Yâ Resûlallah; "Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüştür." sizin hadîsiniz midir? dedim. "Evet." buyurdu. Devamlı tesbih, sübhânellah ve tahmîd, elhamdülillah okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defâ okuyamadım. Rüyâda Resûlullah'ı, Tirmizî'nin Şemâil'inde anlatılan şekilde gördüm. Geldiler ve; "Okumadın!" buyurdular.

Bir defâ Cehennem ateşi korkusu beni kapladı. Rüyâda Resûl-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Geldi ve; "Bizi seven, Cehennem'e girmeyecek." buyurdu.

Hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyı sevmek ve peygamberlerin efendisine sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde bu iki haslet ziyadesi ile var idi.

.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
Mevlana'nın Hocası Seyyid Burhaneddin Tirmizi (k.s)

Konya’da Mevlana’ya hocalık yapan Seyyid Burhaneddin Hazretleri öğrencisini Şemsi Tebrizi’ye teslim eder. Konya’daki irşat vazifesini Kayseri’de devam ettirmek üzere yola çıkar ve ömrünün son demlerine kadar Kayseri’lerin feyz kaynağı olur.

Efendimiz’in (s.a.v) pak neslinden olan Seyyid Burhaneddin Hüseyni Hazretleri; birçok büyük Allah dostunun memleketi olan Tirmiz’de dünyaya gelmiştir. 12 yıl süren manevi eğitimini, kıymetli bir alim olan Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled Hazretleri’nden almıştır. Bu süre boyunca, Kubbetü’l İslam olarak adlandırılan Belh’te bulunmuş ve hocasının oğlu Celaleddin’in (Mevlana) eğitimini de üstlenmiştir.

Belh’te geçirdiği yıllar boyunca, ilmen ve manen olgunlaşan Seyyid Burhaneddin, mürşidi Bahaeddin Veled Hazretleri’nden aldığı icazetle buradan ayrılıp doğum yeri olan Tirmiz’e geri döner ve irşat vazifesine başlar. 1230’da Bahaeddin Veled’in vefatını öğrenen Seyyid Burhaneddin gördüğü bir rüya üzerine, hocasının kendisine güzide bir emaneti olan Mevlana’yı yetiştirmek için 1231 yılında Konya’ya gider. Mevlana’ya 9 yıl boyunca ilmin sırlarını öğretir, tahsilinin devamı için Şam ve Halep medreselerine yollar ve kendisi de Kayseri’ye döner. Tam 9 yıl Mevlana’yı eğiten Seyyid Burhaneddin Hazretleri 1244 yılında Kayseri’de vefat eder.


“Artık bana zerrece vazife kalmadı”

Dokuz yılın sonunda çeşitli eserler yazmaya başlayan Mevlana’nın kemale erdiğini sezen Seyyid Burhaneddin Hazretleri “Artık bana zerrece vazife kalmadı” diyerek, Konya’daki görevini tamamladığını ve Kayseri’ye gitme arzusu taşıdığını talebesine iletir. Mevlana ise kendisi için büyük önem taşıyan hocasının ayrılığına rıza göstermez. Bunun üzerine Seyyid Burhaneddin Hazretleri şöyle der: “Buraya kuvvetli bir arslan yöneldi. Senin asıl mürşidin olan Şemsi Tebrizi Konya’ya gelmek üzeredir. Fakat ben de bir arslanım. Bir postta iki arslan oturmaz, ola ki kapışır, seni müşkülde bırakırız.”

Hocasından Mevlana’ya iltifat

Mevlana, hocası Seyyid Burhaneddin’in isteği üzerine manevi ilimlerini artırmak gayesiyle kendisi için hazırlanan hücrede bir ibrik su ve birkaç parça arpa ekmeğinden ibaret azığıyla halvete girmeye karar vermiştir. Seyyid Burhaneddin’in gözetiminde gerçekleşen ve kırk gün süren halvet dönemi sonunda Mevlana, hocasının “Akli, nakli, kesbi ve keşfi bütün ilimlerde eşi bulunmaz bir insan oldun. Bu halinle manevi sırları bilmede, hakikat ehlinin siretlerini çözmede, gizli olan sırları keşifte, velilerin parmakla gösterdikleri bir kişi oldun. Gerçekten şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün şeyhler ve hakikati görenler, senin vuslata nasıl ulaştığını öğrenmek için hayret ve şaşkınlık içinde gelip geçtiler. Dünya ve ahirette Allah’a hamdolsun ki, zayıf olan bu kul, bu ebedi saadet ve devlete erişip, senin bu halini görmüştür. Bismillah diyerek yürü! İnsanların ruhunu hesapsız bir rahmete boğ. Bu suret aleminin ölülerini kendi mana ve aşkınla dirilt!” şeklindeki iltifat ve emrine mahzar olur.

“Garip Seyyid dünyadan göçtü’ diye sala ver”

Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in İbtidaname isimli eserinde verdiği bilgiye göre Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin ömrü sona erip, ahirete intikali yaklaşınca hizmetinde bulunan dervişinden bir testi sıcak su ister. Derviş biraz sonra gelip “Suyu ısıttım” der. Seyyid Burhaneddin “Dışarı çıkıp ‘Garip Seyyid dünyadan göçtü!’ diye bir sala ver” şeklinde emir buyurur. Derviş de; “Seyyid Burhaneddin azm-i beka etti. Salaya hazır olun ey ahali! Veliyy-i yekta, seng-i musallaya konuyor (Musalla taşına bir veli konuyor)!” diye halka ilan eder. Seyyid Burhaneddin Hazretleri ise abdest alır, gusleder, elbisesini giyer, evin bir köşesine çekilir ve “Gökler temizdir, felekler de, onların hepsi temizdirler. Temizler ve temiz ruhlu olanların hepsi hazırlanmışlar. Ey bana bir emanet veren hazır ve nazır olan Allahım! Lütfedip bu emaneti benden al. Beni mest edip her iki dünyadan al götür. Sensiz her ne ile gönlüm rahat ediyorsa, içime ateş koy benden onu al” deyip ruhunu Allah’a teslim ederek vuslat kapısını aralar.

Semerkand Aile Dergisi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ

Mısır evliyâsından. İsmi, Abdülvehhâb, babasının ismi Ahmed'dir. Lakabı Tâcüddîn, künyesi Ebû Nasr'dır. İbn-i Arabşah ismiyle meşhur oldu. 1410 (H.813) senesinde Türkistân'da bulunan Hâc-ı Tarhân'da doğdu. 1516 (H.922) senesinde Mısır'da vefât etti. Bâb-ı Züveyle dışında, kendi dergâhı bahçesine defnedildi.

Abdülvehhâb-ı Mısrî, küçük yaşta babasıyla birlikte Tokat'a, sonra Haleb ve Şam'a gitti. Kur'ân-ı kerîmi okudu ve diğer ilimleri tahsil etti. Arabî ilimleri, fıkıh ilmini ve başka ilimleri babasından okudu. Babasının, Kâdı Şihâbüddîn bin Habâl'dan okuduğu esnâda, Sahîh-i Müslim'i dinledi. İbn-i Hacer el-Askalânî'den hadîs-i şerîf dinledi. Alâeddîn es-Sayrafî, el-Mahyavî gibi zâtlar ondan ilim öğrendiler. 1446 senesinde, babasının sağlığında hac ibâdetini yerine getirdi. Ferâiz ilmini Şam'da Şihâbüddîn Ahmed el-Hımşî'den öğrendi ve bu ilimde özel ihtisâs sâhibi oldu. Şerîf bin Emîr'den güzel yazı yazmayı öğrendi. Sofiyye'den Şeyh Nûreddîn bin Halîl ile karşılaşıp, ona talebe oldu, ondan feyz alıp yükseldi. Bu arada Şeyh Takıyyüddîn Abdürrahîm el-Evkâcî'nin de sohbetlerine devâm edip, ondan; Sahîh-i Buhârî, Şifâ, Avârif-ül-Meârif adlı eserleri okuyup, mânevî feyz aldı.

Dımeşk'da ve Kâhire'de bir müddet kâdı vekilliği yaptıktan sonra (Şam'a) kâdı tâyin edildi. Kendisini çekemeyenlerin birçok şikâyetlerinden dolayı, buradan ayrılarak Kâhire'ye geldi. Sargatmışiyye Medresesi müderrisi Selâhaddîn et-Trablûsî'den boşalan fıkıh müderrisliğine tâyin edildi ve oraya yerleşti. Yaşadığı beldenin insanları kendisine çok ikrâm ve lütufta bulundular. Zamanla cemâati çoğaldı. Sohbet meclisi insanlarla dolup taşardı. Vefâtına kadar Sargatmışiyye müderrisliğine ve orada bulunanlara vâz ve nasîhatlarıyla insanları hak yola dâvet etmeye devâm etti.

Abdülvehhâb-ı Mısrî; âlim, fâzıl, vekar sâhibi, kâdılık görevinde çok dikkatli, âbid, çok ibâdet eden bir zât idi. Dâimâ abdestli bulunurdu. Yüzü, kalbinden taşıp gelen nûrlarla parlardı. Kendisini ahlâkî güzelliklerle bezemişti. Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu. Yürüyenlerin ayak sesi duyulmasın diye, dergâhını siyah keçe ile döşemişti. Bu husûsu merak edip sormak isteyenlere şöyle derdi: "Dervişlerin yeri Hakk'ın huzûrudur. Orada ne yüksek bir ses duyulmalı, ne de yüksek sesli bir hareket olmalıdır."

Çok talebe yetiştirdi. Talebeleri son derece olgun ve nûr yüzlüydüler. Halkın ve memleketin ileri gelenleri arasında onun üstünlüğünü kabûl etmeyen yok gibiydi. Sultanlar ve vâliler her ne arzusu olursa olsun, mutlaka yerine getirip saygıda kusur etmezlerdi.

Abdülvehhâb-ı Mısrî, kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kıldı. Yirmi beş sene yanı ve sırtı üzerine yatağa yatıp uyumadı. Hasır üzerinde, diz üstü oturup uyurdu.

Kansu Gavri, Osmanlı Sultânı Yavuz Sultan Selim'le harb etmek üzere hazırlandığı zaman, Şeyh Abdülvehhâb-ı Mısrî ve o beldenin ileri gelen âlimlerinin kendisiyle berâber gelmelerini istedi. Kabûl etmediler. Kansu Gavri, onları kendisiyle birlikte Yavuz Sultan Selim'e karşı harbe gitme husûsunda tehdid etti. Şeyh Abdülvehhâb-ı Mısrî; "Seninle berâber olamayız. Bizi öldürecek olsan dahi Yavuz'a karşı harbe gitmeyiz. Yavuz'un zaferi muhakkaktır." dedi ve buyurduğu gibi oldu.

Abdülvehhâb-ı Mısrî buyurdu ki:

"Kanâat, bir dervişin az katık ve az ekmek bulup yemesi değildir. Asıl kanâat üç günde ancak birkaç lokma yemesidir. O da, canlılığını devâm ettirebilmesi içindir. Daha iyisini yapmak isteyen, beş günde birkaç lokma ile yetinmeli."

"Bir talebe hocasını kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olmadıkça, hakîkî talebe olamaz."

Abdülvehhâb-ı Mısrî hazretlerinin, kelâm, fıkıh, ferâiz, tasavvuf ilimlerine dâir yazdığı ve bir kısmı manzûm olan birçok eserleri vardır. Bu eserleri şunlardır: 1) Ravdat-ür-Râid fî İlm-il-Ferâid, 2) El-İrşâd-ül-Müfîd li-Hâlis-it-Tevhîd, 3) Şifâ-ül-Kelîm fî Medh-i Nebiyy-il-Kerîm, 4) El-Cevher-ül-Mindâd fî İlm-il-Halîl bin Ahmed, 5) Delâil-ül-İnsâf fil-Hilâfiyyât, 6) Feth-ul-Abîr min Feth-il-Habîr fî İlm-it-Ta'bîr, 7) Manzûmetün fî Nahv (4000 beyitlik), 8) Letâif-ül-Hikem, 9) Keşf-ül-Kurûb (Bâzı sâlih kimselerin hayatlarını anlatır), 10) Eşref-ül-Ensâb, 11) Eşref-ür-Resâil ve Etraf-ül-Mesâil, 12) El-Cevheret-ül-Vad'ıyye.

1) Mu'cem-ül-Müellifin; c.6, s.219
2) Ed-Dav-ül-Lâmi'; c.5, s.97, 98
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.5
4) Keşf-üz-Zünûn; s.67,620,759,920,1056,1405
5) Kevâkib-üs-Sâire; c.1, s.257,258
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.134
7) El-A'lâm; c.1, s.180
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.129
9) Brockelman; Gal.2, s.19,20, Sup.2, s.13
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.89
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
İMAM ŞAFİİ

Doğumu ve Nesebi

İmam Şafii'nin adı Muhammed ibnu İdris'tir. İmamı Azam Ebu Hanife'nin vefat ettiği yıl olan Hicri 150 senesinde Filistin'in Gazze şehrinde dünyaya geldi.
İttifakla rivayet edildiğine göre İmam Şafii'nin babası Kureyş kabilesine mensup olup, Peygamber efendimiz (s.a.s.)'in dedelerinden Haşim'in kardeşi Muttalip oğullarına dayanır.
İmam Şafii'nin annesi Yemenli Ezd kabilesindendir. Oğlunun yetişip olgunlaşmasında onun büyük bir payı vardır.

Gençliği ve Yetişmesi

Kureyşli bir babanın çocuğu olan Şafii, henüz beşikteyken babasını kaybetmiş ve bu yüzden fakir olarak büyümüştür. Filistin'e sığınmış olan bu fakir aile, hayatla mücadelede birçok zorlukla karşılaştı. Annesi onu Mekke'ye götürdü. Bizzat kendisinin anlattığına göre oraya yerleştiklerinde on yaşında olan İmam Şafii fakir ve yetim olarak büyümüştür. İmam Şafii eğitiminde herhangi bir bozukluk olmadığından kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere yönelmiştir. Fakirliğe rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini insanlara yaklaştırmış, cemiyete karışmasını sağlamış ve böylece içinde yaşadığı ortamın şartlarına intibak etmesine vesile olmuştur.
Şafii'nin ruhunda yüksek işler yapma isteği mevcuttu. Annesi de onu Gazze'den Mekke'ye gönderirken oğlunu bu yola teşvik etmiş ve gerekli sebepleri hazırlamış oluyordu.
İmam Şafii henüz küçük yaşlardayken Gazze'de ilim tahsil etmeye başlamış ve Kur'an-ı Kerim'i hıfzetmişti. Mekke'ye gelince büyük hadis üstatlarından Peygamber efendimizin hadislerini ezberlemeye, diğer taraftan da Arapça'yı düzgün ve mükemmel bir şekilde öğrenmeye başladı. Kırsal kesimlerde korunan fasih Arapça'yı öğrenmek için bir süre çölde Huzeyl kabilesinin arasında yaşadı. On yıl kadar süren çöl hayatında, dil öğreniminin yanı sıra ok atmayı da öğrendi. Kendisi bu konuda şöyle der: "Çöldeyken himmetim iki şeyde toplanmıştı. Okçuluk ve ilim. Ok atmakta o kadar maharet sahibiydim ki, on ok atsam hepsi hedefe isabet ederdi." Bunu söyledikten sonra ilim hususunda bir şey demeden sustu. Yanında bulunan biri: "Vallahi sen ilimde, okçulukta olduğundan çok daha üstünsün"dedi.

İşte İmam Şafii'nin ilk eğitimi böyle olmuştur. Bu, o çağdaki Arap terbiyesinin en mükemmel örneğini arz eder: Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek, hadis, fasih Arapça, binicilik ve atıcılık öğrenmek, şehirde ve çölde yaşayanların adetlerini, ahvalini tanımak.


Eserleri: 1.Ahkam-ül-Kur"an
2.İhtilaf-ül-hadis
3.Müsned-üş-Şafii
4.Er-Risale fi"l-usûl: Usul-i fıkha dairdir. Usul-i fıkhın kitap halinde yazıldığı ilk eserdir.
5.El-Mevaris
6.El-Ümm: Fıkıh ilmine dair olup, İmam-ı Şafii"nin içtihad ederek bildirdiği meseleleri içine alan bir eserdir. Yedi cild halinde basılmıştır.
7.Kitab"üs-Sünen ve"l-Müsned: Hadis ilmine dairdir.
8.El-Emali el-Kübra
9.El-İmla"es-Sagir
10.Edeb-ül-kadi
11.Fedail-i Kureyş
12.El-Eşribe
13.Es-Sebkû ve"r-remyü
14. İsbat-ün-Nübüvve ve Redd-i ale"l-berahime gibi eserleri ve divanı vardır.(10)

Vefatı

İmam Şafii, Mısır'da mayasıl hastalığına yakalandı. Aşırı kan kaybından dolayı 20 Ocak 820'ye rastlayan Hicri 204 yılı Recep ayının son gecesi 54 yaşında vefat etti. Kabri Mısır'da Mukattana dağının eteğindedir.

Alıntı
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt