Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İZ BIRAKANLAR (2 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CÂFER-İ SÂDIK BİN ALİ AYDERÛSÎ

Yemen'de yetişen büyük velîlerden. İsmi Câfer-i Sâdık bin Ali Zeynelâbidîn bin Abdullah bin Şeyh bin Abdullah Ayderûsî'dir. Seyyid bir âileye mensub olup, soyu Peygamber efendimize ulaşır. 1588 (H.997) senesi Terîm şehrinde doğdu. 1653 (H.1064) senesi Hindistan'da Bendersûre şehrinde vefât etti. Kabr-i şerîfi, velîlerden olan amcası Muhammed Ayderûsî'nin kabri yanında olup ziyâret mahallidir. Ziyâretine gelenler murâd ve arzularına kavuşmaktadır.

Câfer-i Sâdık Ayderûsî, babasının terbiye ve himâyesinde büyüdü. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve kendisinden ilim öğrendi. Sonra âlim ve velî olan amca oğlu Abdurrahmân Sakkaf'ın derslerine katıldı. Bundan başka Ebû Bekr bin Abdurrahmân, Zeyn bin Hüseyin'den tefsîr, hadîs, fıkıh ve başka ilimleri okudu. Tasavvuf ilminde yükseldi. Hocalarından insanlara güzel ahlâkı öğretmek üzere icâzet aldı. Allahü teâlânın lütfu olarak zamânındaki insanlardan anlayış, kâbiliyet ve başka bakımlardan üstün idi. Herkesi hayran bırakan bir ahlâkı vardı.

Câfer-i Sâdık Ayderûsî hazretleri hac için Mekke-i mükerremeye gitti. Oradan Medîne-i münevvereye varıp, ceddi Resûlullah efendimizi ziyâret etti. Mekke'ye dönüşünde orada bulunan birçok evliyâ ile sohbetlerde bulundu. Sonra memleketi olan Terîm'e döndü. Dönüşünde şehrin ileri gelenleri büyük bir saygı ve sevgi ile kendisini karşıladılar. Ayderûsî hazretleri bir müddet Terîm'de kaldı. Bir zaman sonra Hind diyârına gitmek, oradaki evliyâ ve âlimlerle görüşmek istedi. Zîrâ orada akrabâlarından bir çok kimse vardı.

Câfer-i Sâdık Ayderûsî, Hindistan'a gidince Bendersûre şehrinde amcası Şerîf Muhammed'i ziyâret etti. Sohbetlerinden istifâde etti. Daha sonra Dekken diyârına gidip oradaki âlimlerle görüştü. Bölge hâkimi Melik Anber'den büyük hürmet ve îtibâr gördü. Orada kalıp insanlara ilim ve edeb öğretti. Pekçok kimse kendisinden istifâde etti. Melik Anber'in vefâtından sonra yerine geçen oğlu Fetih Han da, Câfer-i Sâdık Ayderûsî hazretlerine çok hürmet etti. Câfer-i Sâdık Ayderûsî daha sonra Bendersûre'ye döndü. Orada irşâd, insanlara doğru yolu anlatma vazîfesine devâm etti ve ibâdetle meşgûl oldu. Çok talebe yetiştirdi. Kerâmetleri görüldü.

Sevdiklerinden biri anlatır:

"Bir zaman memleketim olan Mekke-i mükerremeye dönmek istedim. Câfer-i Sâdık Ayderûsî'ye gelerek hayırlısı ile dönmem için duâ istedim. Bana duâ edip; "İnşâallah falan gün Mekke'ye varıp Kâbe'yi ziyâret eder, Safâ ile Merve arasında tavâf edersiniz." buyurdu. Ben uzun bir yolculuktan sonra Mekke'ye vardım. Kâbe'yi tavâf ettim. Sa'y edecek iken; birisi Câfer-i Sâdık Ayderûsî hazretlerinden haber sordu. O zaman onun sözünü hatırladım. Günleri saydım. Hakîkaten bana haber verdikleri gün ve saatte Mekke'ye gelmiştim. Bu, Câfer-i Sâdık Ayderûsî hazretlerinin kerâmetlerinden biri idi. Ona daha çok sevgim arttı."

1) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.85
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CÂKÎR EL-KÜRDÎ

Irak'ta yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Düşem (veya Düsem) olup, lakabı Câkîr veya Câkbir el-Kürdî el-Geylânî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Irak'ta Samerrâ'ya bir günlük mesâfede bulunan bir sahrâda yaşadı. Hanbelî mezhebi âlimlerinin büyüklerindendir. 1155 (H.550) senesinde yaşadığı yerde vefât etti. Vefâtı için başka târihler de rivâyet edilmiştir. Kabri, ziyâret edilmekte olup, kendisini sevenler, mübârek rûhundan istifâde etmektedirler. İnsanlar vefâtından sonra ona yakın olmak, bereketinden istifâde etmek için, kabri etrâfında bir köy kurdular.

Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretleri, Câkîr hazretlerini över, yüksekliğini anlatırdı. Câkîr'e, Ali bin Heytî ile bir takke gönderip, bunu kendisine yaklaşmak için başına koymasını emretti. Takkeyi vermek ve bu emrini bildirmek için huzûruna çağırmadı. "Câkîr'in benim talebem olması için Allahü teâlâya duâ ettim. Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurdu. Onu bana verdi." buyurdu.

Irak'ta bulunan evliyâ sözbirliği ile; "Câkîr hazretleri, yılanın derisinden soyunduğu gibi, nefsinin bütün arzularından soyunmuştur." buyurdular ve böyle bildirdiler.

Câkîr hazretleri, Irak'ta bulunan evliyânın büyüklerinden, âriflerin güzîde ve seçkinlerinden, muhakkîk, araştırıcı âlimlerin önde gelenlerinden idi. Zamânındaki evliyâ içinde bir tâne olup, onların temel direklerinden biri oldu. Çok yüksek derecelerin, kerâmetlerin sâhibi idi. Yetiştirdiği talebelerin hepsi, çok kıymetli mübârek zâtlardır. Kendisine; "Niye herkesi talebeliğe kabûl etmiyorsun?" denilince; "Bana talebe olmaya gelen herkesin ismini, nasıl olduğunu, Levh-il-mahfûz'da görmedikçe, hiç kimseyi talebeliğe almadım." buyurdu.

Ebû Muhammed el-Hamîdî anlatır: "Üstâdımız Câkîr hazretlerinin ne yiyip içtiğini, nafakasının nereden geldiğini kimse bilmezdi. Bir gün yanında idim. Çobanları başında olduğu hâlde sığırlar oradan geçiyordu. İneklerden birisini göstererek; "Bu hayvan, kırmızı bir buzağıya yüklüdür. Falan ay ve falan günde doğurur. Doğan o kırmızı buzağıyı, büyüyünce bana vermek için nezr ederler. Falan gün fakirler onu keserler. Falan ve falan kimseler de ondan yerler." buyurdu. Sonra başka bir ineği işâret ederek; "Bu inek dişi bir buzağıya yüklüdür. O buzağının vasıfları şöyle şöyledir. Bu inek falan zamanda doğum yapacaktır. Büyüyünce, onu da benim için nezrederler. Fakirlerden filan kişi onu keser. Falan ve falan kimseler de ondan yerler. O ette, kırmızı bir köpeğin de nasîbi vardır." buyurdu. "Vallahi Câkîr hazretlerinin vasfettiği şeylerin hepsinin aynen vâki olduğunu gördüm. Anlattıklarından hiçbiri noksan olmadı. İkinci anlattığı buzağı kesilip tekkeye getirildiği sırada, kırmızı bir köpek içeri girdi. O etten bir parça kapıp gitti."

Bir gün,Câkîr hazretlerine bir genç gelerek; "Bugün sizden, bana ceylân eti ikrâm edip, yedirmenizi istiyorum." dedi. O anda bir ceylân gelerek, Câkîr hazretlerinin huzûrunda durdu. O da bu ceylânın kesilmesini emretti. Bu emir üzerine ceylân kesilip, pişirildi. O yiğit de bu etten yedi." Hamîdî yine dedi ki: "Yedi sene hocam Câkîr'in hizmetinde bulundum. Bundan başka, bu yakınlarda hiç ceylân görmedim."

Bir zaman büyük bir kalabalığın iştirâkiyle Câkîr hazretlerinin dergâhı yapılmıştı. Büyük bir kalabalığa yemek verilecekti. Dâvetliler, pişirilecek yemekler ve her şey hazırdı. Hizmetlere bakan, o anda bir eksikliğin farkına vardı. Yemekleri pişirecek adam yoktu. Hizmetçilerden biri de hocalarına odun kalmadığını bildirdi. Câkîr hazretleri mutfağa girdi. Kapıyı kapatmalarını söyledi. Her bir ocağın altına ayağını uzattığında ocaklar ateşle doldu. İki yüz kadar ocakta yemekler hemen pişiverdi. Gören ve duyanlar bunun Câkîr hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı olan sevgileri daha da fazlalaştı.

Câkîr hazretlerinin vefâtından sonra, yerine kardeşi Ahmed, ondan sonra Ahmed'in oğlu Gars, ondan sonra bunun oğlu Muhammed geçip talebelere ders verdiler.

Câkîr el-Kürdî hazretleri; "Şunlar ki, Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, (O'nun rubûbiyyetini ve vahdâniyyetini îtirâf ve ikrârdan) sonra (gizlide ve açıkta yalnız Allahü teâlâdan korkmak ve yalnız O'ndan ümitli olmakla, amellerinde ihlâs ve) istikâmet üzere oldular." (Fussilet sûresi: 30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, burada geçen "İstikâmet üzere oldular" kelimesinin tefsîrinde; "İstikâmet üzere olmak demek, müşâhede üzere bulunmak demektir. (Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisinin kalpte bulunmamasına müşâhede denir.) Çünkü Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan başka hiçbir şeyi bilmez. O'ndan başka her şeyi unutur. Kim bir şeyi severse, ondan başka bir şeye muttalî olmaz. Başka şeye itâat etmez, tâbi olmaz." buyurmuştur.

İMDÂDIMIZA YETİŞ

Bir gün Câkîr hazretlerinin huzûruna bir talebesi gelerek; "Efendim! Ticâret için deniz yolu ile Hindistan'a gitmek istiyorum. Uygunsa müsâdenizi, duânızı istirhâm etmek için geldim." dedi. Câkîr hazretleri tebessüm ederek; "Bir sıkıntı durumu meydana gelirse, benim ismimi hatırla, Allahü teâlânın izni ile imdâdına yetişirim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim!" deyip ayrıldı. Aradan altı ay geçti. Bir gün Câkîr hazretleri ayağa fırlayıp eliyle bâzı işâretler yaptı ve; "...Bunları bizim hizmetimize bağlayan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa biz, bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, sağa sola birkaç adım yürüdü. Sonra oturdu. Orada bulunanlar bu hâlden bir şey anlayamayıp sebebini sordular. "Filân kardeşiniz, denizde boğulmak üzere idi. Allahü teâlânın izni ile kurtuldu." buyurdu. Onlar, deniz yolculuğunda bulunan arkadaşlarını hatırlayıp rahatladılar. Bir ay sonra o talebe geldi. Hemen hocasının ayaklarına kapanıp; "Efendim, şâyet sizin yardımınız olmasaydı biz helâk olacaktık!" diyerek, ayaklarını öpmek istediyse de müsâade edilmedi. Daha sonra, yalnız kaldıklarında arkadaşları sordular. Şöyle anlattı:

"Denizin ortasında gemimiz yol alırken, şimâl tarafından bir fırtına çıktı. Dalgalar arasında, gemimiz çok su aldı. Herkes sulara gömüldü. Helâk olacağımı zannedip çok korktum. Dalgaların içine gömülüp, boğulmak üzere olduğumuz sırada, hocamın sözünü hatırladım ve Irak tarafına dönerek; "Ey Câkîr hazretleri! Hâlimizi görüp anla! Bizim imdâdımıza yetiş!" dedim. Daha sözümü bitirmemiştim ki, hocamızı yanımızda gördüm. Bir gemide idi. Şimâl tarafına işâret etti. Fırtına durdu. Sonra geminin direğine yaslanıp denize doğru, "...Bunları bizim hizmetimize bağlayan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, sağa sola birkaç adım attı. Cenûba(güneye) doğru eliyle işâret etti. O taraftan tatlı bir rüzgâr esti. Câkîr hazretleri su üzerinde yürüyerek gözden kayboldu. Cenûb tarafından çıkan o tatlı rüzgâr, bizi gitmek istediğimiz yere ulaştırdı. Böylece biz, onun bereketi ile kurtulmuş olduk." Arkadaşları yemin ederek; "Hocamız bir an gözümüzden ayrılmadı. Sen de oraya bizzat geldiğini, sizi kurtardığını söylüyorsun." dediler. Bu hâdise üzerine talebeleri anladılar ki: "Allahü teâlâ, evliyâsına pek çok kerâmetler ihsân etmiştir. Evliyânın, aynı anda başka başka yerlerde görülmesi de, onların kerâmetlerindendir. Hattâ bu büyük velînin, birisi şarkta, diğeri garbda olan iki talebesi olsa ve bu iki talebe aynı anda vefât edecek olsalar, şeytanın onların îmânlarını çalmamaları için, son nefeste her ikisinin de imdâdlarına yetişir.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.378
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.145
3) Kalâid-ül-Cevâhir; s.112
4) Tabakât-ül-Evliyâ; s.425
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.305
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.152
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CÂRULLAH VELİYYÜDDÎN EFENDİ

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, âbid ve velî. Asıl ismi Veliyyüddîn bin Mustafa'dır. 1659 (H.1069)da bugün Yunanistan sınırları dâhilinde bulunan Yenişehir'de doğdu. 1738 (H.1151) senesinde İstanbul'da vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren zamânın meşhûr ulemâsından din ve fen bilgilerini tahsîl etti. İlimde ilerleyip kemâl derecesine ulaştıktan sonra hocalarından icâzet, diploma alarak talebe yetiştirmeye başladı. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Veliyyüddîn Efendi ilim öğrenmeye başladığı ilk günden îtibâren Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmek ve hac vazîfesini yerine getirmek aşkı ile dolu idi. Nitekim bu arzu ile 1691 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. Ancak çok sevdiği bu topraklardan yedi sene ayrılamadı. Bu müddet içerisinde devamlı olarak Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Haram ile Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebîde ibâdetle meşgûl oldu.

Bu arada İslâm âleminin her tarafından gelen âlimlerle görüşme imkânı buldu. Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin talebelerinden olan Ahmed-i Yekdest hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. O büyük zâttan Nakşibendiyye yolunun âdâb ve erkânını öğrendi. Aldığı feyz ve himmetle kalbi nûrlanıp, nefsi İslâmiyetin haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerden kurtuldu. İçini, Allahü teâlânın aşkı ve Resûlullah'ın sevgisiyle doldurup, dışını da Allahü teâlânın emir ve yasaklarına, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine uymakla süsledi. Bu arada yedi sene mücâvir olarak kalması dolayısıyla kendisine "Cârullah" lakabı verildi.

Tefsîr, hadîs, kırâat ve fıkıh ilimlerinde âlim, tasavvuf ehli mübârek bir kimse olarak hacdan dönen Cârullah Veliyyüddîn Efendi, Fâtih civârında bir medrese ve bir kütüphâne yaptırdı. Kütüphâneyi faydalı kitaplarla doldurdu. Kendi eserlerinin de bulunduğu bu kütüphâneyi vakfederek müslümanların istifâdesine sundu. İstanbul'a döndükten sonra daha çok, insanlara nasîhat edip talebe yetiştirmek, kitap yazmak ve ibâdet etmekle meşgûl oldu. Edirne ve Galata kâdılıklarında bulundu.

Cârullah Veliyyüddîn Efendi, çeşitli ilim dallarında pek kıymetli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır:

1) Üç yüz on dokuz hadîs-i kudsîyi içinde toplayan bir eser. 2) El-Fürkân isimli, Kur'ân-ı kerîm kırâatı, Arap dilinin gramer özellikleri, kırâat âlimlerinin hâl tercümelerinden bahseden eseri, 3) Çagminî'nin şerhine hâşiye, 4) Kavl-i Ahmed'e hâşiye, 5) Hüseyniyye'ye hâşiye, 6) Tasdîkât'a hâşiye, 7) Âdâb-ı Mîrî'ye hâşiye, 8) Taşköprülü Efendinin eserine hâşiye, 9) Şerh-i Mekâsıd'a hâşiye, 10) Tefsîr-i Kâdı Beydâvî'ye hâşiye, 11) Mir'ât'a hâşiye, 12) İ'râb-ül-Kur'ân, 13) Fedâil-i Cihâd, 14) Âdâb-ı Birgivî'ye şerh, 15) Köprülüzâde Nûmân Paşanın Risâlet-ül-Adl fî Hâl-il-Hadr risâlesine şerh ve hâşiye. 16) Isâm'a hâşiye.

1738 yılında İstanbul'da vefât eden Cârullah Veliyyüddîn Efendi, Fâtih'te yaptırdığı medrese ve kütüphâneden ibâret olan külliyesinin bahçesine defnedildi. Kabri sonradan yıkılan ve yola dahil edilen bu külliyeden alınarak Fâtih Müftülüğü arkasındaki Sâdi Çelebi Dârü'l-Kurrâsının bahçesine taşındı.

1) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.501
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.613
3) El-A'lâm; c.8, s.118
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.13, s.168
5) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.267
6) Tekmiletü'ş-Şakâyık; c.5, s.151-153
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CELÂL ALİ DEDE

Anadolu velîlerinden. Atina'ya yerleşmiş olan müslüman bir âilenin çocuğu olarak doğdu. Doğum târihi belli değildir. İlk tahsîline Atina'da başladı. İlim tahsîl ederken, öğrendikleri ile amel ediyordu. Bir ara âilesi ve akrabâları onu evlendirmek istediler. Bunun üzerine Celâl Ali Dede, Atina'yı terk ederek Anadolu'ya geldi. Yolculuğu esnâsında yolu Konya'ya düştü.

Celâl Ali Dede Konya'da hastalandı. Birkaç ay bir köşede garip kaldı. Bu esnâda zamânın mevlevî dergâhı şeyhi Hüseyin Efendi ile tanıştı. Onun dergâhında sıhhate kavuşunca, rûhî susuzluğunu da gidermek için Hüseyin Efendiye talebe oldu. Mevlevî tarîkatine göre terbiye görüp yetişti. Bir ara bâzı arkadaşları ile arasında anlaşmazlık çıktı. Fakat Celâl Ali Dede onlarla münâkaşaya girmeyip oradan uzaklaştı. Bu durum hocasının çok hoşuna gitti. "Muhâlefetten geri duran halîfelikte tercih edilir." sözü gereğince, hocası Hüseyin Efendi tarafından Trablus'taki Mevlevî dergâhına şeyh tâyin edildi. Orada kıymetli ve kâbiliyetli talebeler yetiştirdi.

Celâl Ali Dede'ye devlet ve şehir ileri gelenleri iltifât ederlerdi. Oraya vâli olarak gelenler dergâha pekçok bağışta bulunurlardı. Bu sebeple, gerek devlet ve gerekse memleketin ileri gelenlerinden onu hased edenler ve kıskananlar vardı. Fakat bunlardan hiçbiri ona karşı edebe sığmayan bir şey yapmaya, ona karşı haddi aşmaya güçleri yetmezdi. Ancak birisi hasedinin şiddetinden ona karşı edepsizlik etmeye cüret gösterdi. Bir gün, büyük küçük, şehir ve devlet ileri gelenlerinin de bulunduğu bir meclisde, Dede kelimesinin kökünü ve nereden türediğini veya alındığını anlatıyordu. Bu esnâda hasedci; "Dede lafzı, Arapçadır. Oyun, eğlence mânâsındadır." dedi. Onun bu sözleri Celâl Ali Dede'nin gayretine dokunup; "Dede lafzı Farsçadır. Parçalayıcı mânâsınadır. Dedekân, saflar hâlinde dizilmiş olan nefsânî ve benlik düşüncelerini parçalayan orman arslanları demektir." buyurdu. Bunun üzerine o hasedci, bu açıklamayı kabûl etmeyip, kabalık edip daha ileri gitti ve böyle olduğuna dâir ısrarla delil istedi. O zaman Celâl Ali Dede; "Şâhidim, delilim odur ki, bu fakir cihâd-ı ekber arslanları arasındayım. Bugün seni parçalayacaklar." dedi. İkindiden sonra, o meclisde bulunanlar dağılıp herkes işine gitmek için dışarı çıktılar. O hasedci de giderken yolda pusu kuran düşmanları tarafından öldürülüp parçalandı. O mecliste bulunanlar bu olaydan sonra, dede kelimesinin şeyhin buyurduğu gibi Farsça olup, parçalayıcı demek olduğunu anladılar.

Celâl Ali Efendinin nazar ve teveccühlerine kavuşanlardan birisi de Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşadır. Mehmed Ali Paşa Mısır'a vâli olunca, Celâl Ali Efendiyi Kâhire'ye dâvet etti. Oraya geldiğinde kendisine çok ikrâm ve iltifatta bulundu. Bir müddet kaldıktan sonra Trablus'a geri dönmek için bir gemiye bindi. Yolculuğu esnâsında hava muhâlefeti yüzünden Sisam Adası açıklarında gemileri delindi. Dev dalgalar geminin Sisam Adasına yaklaşmasına mâni oluyordu. Yüzücülüklerine güvenip kıyıya ulaşmak isteyenler, herkesin gözü önünde boğuldu. Gemi devamlı su alıyordu ve batmak üzereydi. Bir anda kara ile gemi arasında bir köprü peydah oldu. Celâl Ali Dede ve gemide kalanlar korkusuzca sâhile ulaştılar. Celâl Ali Dede Sisam Adasından İstanbul'a gidip bir müddet Galata Mevlevîhânesinde kaldı. Sohbetlerinde, başlarından geçen hâdiseyi nakledip, normal hallerde olduğu gibi korkulu hallerde de yalnız Allahü teâlâya yönelip sığınmak, O'na güvenmek, kalbi O'na bağlayıp, vücûdu O'na teslim etmek lâzım geldiğini anlatırdı.

Bir müddet İstanbul'da kaldıktan sonra Trablus'taki dergâhına döndü. Dergâha vardıktan on sekiz gün sonra vefât etti. Dergâhının bahçesine defnedildi. Yerine Sâdık isimli oğlu şeyh oldu. Diğer oğullarından Şeyh Muhammed, Şam Mevlevî Dergâhı, Şeyh Mûsâ ise Kasımpaşa Mevlevî Dergâhı şeyhliği yaptılar.

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; c.2, s.54
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CELÂL TEHÂNİSERÎ

Hindistan'da yetişen velîlerden. Doğum târihi belli değildir. Aslen Belhlidir. Babasının ismi Kâdı Mahmûd'dur. Anne ve baba tarafından hazret-i Ömer'e dayanır. 1581 (H.989) senesinde vefât etti. Vefât ettiğinde doksan beş yaşını geçmişti. Kabri, doğum yeri olan Tehâniser'dedir.

Celâl Tehâniserî küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. On yedi yaşına geldiğinde bütün ilimleri öğrenip ders ve fetvâ vermeye başladı. Bir gün hoş bir ses ile okunan gazeli duydu. O anda kendisini Allahü teâlânın aşkı kapladığından düşüp bayıldı. Ayıldığında tasavvuf yolunu öğrenmek için Abdülkuddûs hazretlerinin sohbetlerine devâm etti. Kısa zamanda kemâle gelerek icâzet, diploma aldı.

Celâl Tehâniserî, ilmi ile âmil idi. Ömrünü ibâdet, tâat, ders vermek ve insanlara vâz ve nasîhat etmekle geçirdi. Edepleri gözetmeye, farzlardan başka nâfileleri yapmaya, gece-gündüz Allahü teâlâyı zikretmeye ve vakitlerini değerlendirmeye çok dikkat ederdi. Çoğunlukla Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş bir hâlde olurdu. Namaz vakti gelince talebeleri; "Allahü ekber, Allahü ekber." dediğinde kendine gelir, namazı kılmak için kalkardı.

Celâl Tehâniserî'nin ölüm hastalığı, sekerât hâli günlerce uzadı. Bu sebepten bir şaşkınlık ve ızdırap hâsıl oldu. On altı gün sonra kendine gelince, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Nizâm bu hâle üzüldüğü için; "Efendim, bu ne hâldir?" diye sorunca, Celâl Tehâniserî coşarak şu beyti okudu:

Vücûdundan fânî olan kimseler,
Harften sûretten, mânâya geçerler.


Talebelerine şöyle buyururdu: "Âşıklar, keşf ve kerâmet konaklarında durmak istemesinler. Daha yukarılara çıksınlar. Hiçbir şeye bağlı kalmasınlar. Her şeyden kesilerek ve uzaklaşarak, can çıkarcasına ilerlesinler. Bu da şöyle olur; ibâdetlere, zühde; dünyâya düşkün olmamaya ve riyâzete, nefsin isteklerine uymamaya dikkat etsinler. Bunları vesîle bilsinler. Az yemek yesinler, hattâ can çıkıncaya kadar uğraşsınlar. Ölmeden evvel ölüp, nefslerini tam ıslâh edip, Hakk'a kavuşsunlar. Kendini tasavvuf yolunda sananlar ve câhil sûfîler (câhil tarîkatçılar) bu hususta hatâya düşüyor ve doğru yoldan çıkıyorlar. Bundan Allahü teâlâya sığınırız. Selef-i sâlihînden (radıyallahü anhüm ecmâîn) rivâyet edildi ki: "Usûlsüz vüsûl, kavuşma olmaz. Usûl; dînin emirlerine ve tasavvufta bulunduğu yola uymaktır." Kur'ân-ı kerîm okumak ve din ilimleriyle meşgûl olmak en iyi iştir."

HERKESİN KALDIRACAK GÜCÜ YOKTUR

Celâl Tehâniserî'nin talebelerinden birisi, birkaç sene onun sohbetlerinde bulunmasına rağmen, onda hiçbir mânevî hâl görülmemişti. Bir gün Celâl Tehâniserî'nin sohbetinde bulunan bu talebe, kendi kendine; "Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ öyle bir zât idi ki, nazar ettiği kimse evliyâlık mertebesine kavuşurdu. Bugün böyle bir zât yok." diye aklından geçirdi. Celâl Tehâniserî onun bu düşüncesine, Allahü teâlânın izni ile vâkıf oldu. Onun bulunduğu tarafa bakarak; "Bugün de öyleleri vardır." buyurup, bir kere ona baktılar. Talebe o anda evliyâlık mertebesine kavuştu ve kendinden geçti. Evliyâlıkta en yüksek dereceye kavuşan talebe, kısa bir süre sonra vefât etti. Bunun üzerine Celâl Tehâniserî; "Herkesin bu işi kaldıracak gücü yoktur." buyurdu.

1) Zübdet-ül-Makâmât (Berekât-ı Ahmediyye); s.103
2) Umdet-ül-Makâmât; s.111
3) Sefînet-ül-Evliyâ; s.101
4) Müntehâb-üt-Tevârih; c.3, s.3
5) Sevâfi-ul-Envâr; s.31
6) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.439
7) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.291
8) Persian Literature; c.1, s.17
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt