Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İZ BIRAKANLAR (1 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KASIM BİN MUHAMMED BİN EBUBEKİR (R.A.)


İmam Kasım el-Fakih diye de anılır.

Hz. Ebubekir'in torunu idi. Babasının adı: Muhammed

Hem fakih, hem de arif. Tabiinin büyüklerinden. Medine'de zuhur eden en büyük yedi alimden biri. Diğerleri şunlardı: 1-Harise b. Zeyd b. Sabit Ensari, 2- Said b. Müseyyeb, 3- Urvet b. Zübeyr, 4- Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud, 5- Hars b. Hüşşam, 6- Süleyman b. Yaser.

Annesi , Yezd-i Cerdin kızı olduğundan dolayı, İmam-ı Kasım ile Peygamberimizin (S.A.V) evladından İmam-ı Zeynel Abidin ile teyze çocukları.

Babası Mısır' da şehit edilince küçük yaşta yetim kalmış ve halası, mü'minlerin annesi, Hz. Aişe (R.A) validemizin yanında büyümüştür.

Halası Hz. Aişe (R.A), Abdullah b. Ömer, İbn-i Abbas, Ebu Hureyre ve Muaviye (R.Anhum) gibi meşhurlardan hadis rivayetinde bulunmuştur.

Selman-ı Farisi' nin (R.A) sohbetinde kemale erdi. Silsile-i Aliyyenin üçüncüsüdür. İmam-ı Cafer hazretleri bunun sohbetinden feyz aldı.

İmam-ı Malik onu methederken: "Kasım bu ümmetin fakihlerinden bir fakihtir" demiştir.

Yahya b. Said: "Medine'de Kasım'dan üstün bir kimseye yetişmedi" der.

İbni Sa'd: "Kasım, güvenilir idi, alim idi, imam idi, fakih idi, çok hadis bilirdi, takva ve ver'a sahibiydi" diye kendisini methetmektedir.

Ebuz-Zenad: "Ben Kasım'dan daha çok fıkıh ve hadis bilen kimseyi görmedim" demiştir.

İbni Umeyne onun devrinin en büyük alimi olduğunu söylerken, İbni Said: "Kasım, ilimde önder, fıkıhta otorite, takvaca yüksek ve çok hadis bilen bir zat idi" demiştir.

Ömer bin Abdülaziz onun için: "Eğer birini yerime halife seçmem icap etseydi Kasım'ı seçerdim" demiştir.

Allah (C.C) ve Resulü (S.A.V) namına konuşmanın ve fetva vermenin mesuliyetini müdrik bir zat idi. Şu sözleri bunu açıkça göstermektedir: "insanın Allah (C.C)' ın hakkını bildikten sonra cahil olarak yaşaması bilmeyerek fetva vermesinden daha hayırlıdır.

"Her sabah mescidi Nebiye gelir, iki rekat namaz kılar sonra Resulullah (S.A.V)' ın minberi ile kabri arasında oturur, kendisine sorulan meseleler hakkında fetva verirdi.

Daima düşünceli ve haşyetli. başı daima bir tarafa eğik dururdu. Gözlerinin yaşı durmaz akardı.

H. 31 yılında tevellüd etti. H. 101 veya 106 yılında Mekke ile Medine arasında Kadîd denilen yerde vefat etti.
Mübarek uzun boylu, iki tarafı seyrek siyah sakallı, siyah gözlü idi

 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
EBU ABDULLAH CAFERİ SADIK (R.A.)

<DIV align=justify>İlim Medine'sinin kapısı Hz. Ali (r.a)'dan, Hz. Hüseyin (R.A), ondan Zeynel Abidin (R.A) ondan Muhammed Bakır (R.A) ondan, da Ca'fer-i Sadık (R.A).
Haliyle Hz. Ali (R.A) onun büyük babasının büyük babası ve peygamber torunu. Anne tarafından da büyük babası, İmam Kasım el-Fakih'tir.
0 meşhur On iki îmamın altıncısı.
Hicri 83 yılında Medine'de doğdu.
Babası Muhammed Bakır'ın (R.A) en büyük oğlu.

İlimde o kadar ilerlemişti ki zamanının bir tanesi diye anıldı. Bir yandan îmamı Azam gibi bir zat, îmam Cafer'in dizlerinin altında ders alırken, diğer yandan 0 da, Maruf-i Kerhi'den gönül sırlarım alıyor.

Mana ilminde olduğu kadar maddede de üstat. Kimya ilminde günün üstadıydı. Cebir ilminin mucidi ve sonra da kimyada da en büyük mucitlerden olan El Cabir onun talebesidir.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
Kendisine doğruluğundan dolayı sadık lakabı takıldı. Eba Müslim Horasani, Emevilere karşı isyan bayrağını açınca Cafer-i Sadık hazretlerine mektup gönderdi:
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALİ SEMERKANDÎ


Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde, Ankara'nın Çamlıdere beldesinde yaşayan büyük velîlerden. 1320 (H.720) senesinde İsfehan'da doğdu. Babasının ismi Yahyâ olup, hazret-i Ömer'e dayanır. Çok zekî ve pek akıllı idi. Küçük yaşda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve muhtelif kırâatlere göre okumasını öğrendi. Genç yaşında; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde pek yüksek derecelere kavuştu. Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam, Kudüs, Irak, Semerkand, Çamlıdere gibi pekçok beldelerde İslâmiyeti öğretmek, emr-i mârûf nehy-i münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için dolaştı.

Ali Semerkandî, tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamada yıllarca imâmlık yaptı. Orada, insanları Ehl-i sünnet îtikâdına uygun bir îmân ile yaşamaları, ibâdetlerini sünnet-i şerîfe uygun yapabilmeleri için çok çalıştı. Mânevî bir işâret ile Medîne-i münevvereye geldi. Orada Resûlullah efendimizin mübârek türbelerinde yedi sene kadar türbedârlık hizmetinde bulundu. Bir gün rüyâsında, Peygamber efendimizin kerîmeleri Fâtımâ vâlidemizi gördü. Rüyâda; "Yâ Ali! Resûlullah'ın huzûruna git. Seni mânevî evlatlığa kabûl buyuracak!" dedi. Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah'ın mübârek huzûruna koştu. Mübârek kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeble oturdu. Başını önüne eğerek, murâkabe hâlinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravda-i mutahheradan Resûlullah efendimizin; "Buyur yâ Ali! Seni mânevî evlâdım olarak kabûl ettim. Kıyâmete kadar bu mûcizem bâkî kalsın. Yâ Ali! Öyle bir beldeye git ki, fakirlikleri sebebiyle beni ziyâret edemeyen ümmetim, seni ziyâret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabûl ederim." mübârek sözlerini işitti. Bu sözleri, büyük bir zevk ile dinleyen Ali Semerkandî hazretleri, sevincinden ağladı ve cenâb-ı Hakk'ın verdiği bu nîmetten dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu'ya gitmesi gerektiğini anladı ve hemen harekete geçti.

Ali Semerkandî, bugünkü Ankara'nın Çamlıdere havâlisine geldi. (Çamlıdere'nin eski ismi Şeyhler olup, bu zâta izâfeten verildi.) Çamlıdere'ye bir derviş kıyâfetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işâret buyurulan yerin burası olduğunu mânevî keşf ile anladı. Buradaki insanların irşâdı, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek, yasaklarından sakındırmak için yıllarca çalıştı. Pekçok talebeleri oldu. İslâmiyeti yaymak için çalıştı.

Ali Semerkandî, bir gün kırda sığırları otlatırken, bir kurdun, bir öküzü öldürmek için hazırlandığını gördü. Hemen yanlarına varıp, kurda; "Ey kurt! Bu öküzü öldürmek için kimden izin aldın?" deyince, kurt dile gelip; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bu öküz benim nasîbimdir. Allahü teâlânın izni ile bunu öldürüp yiyeceğim." dedi. O da; "Ey kurt!Öküzün sâhibine durumu anlatayım. Haberi olsun ki, bize bir kabahat bulup dil uzatarak âhiretini yıkmasın. Bugün müsâade et, yarın gel." buyurdu. Kurt, peki diyerek oradan ayrıldı. Akşam durumu öküzün sâhibine anlattı. Fakat öküzün sâhibi, Ali Semerkandî hazretlerinin büyüklüğünü idrâk edemiyenlerden idi. Onun bu anlattıklarının olamayacağını söyleyerek, ertesi gün öküzü yine gönderdi. O gün kurt, yine gelip öküzün başına dikildi. Hâdiseyi tâkib eden Ali Semerkandî, kurdun yanına gelip; "Mâdem ki yiyeceksin, hiç olmazsa derisini delik deşik etme de, sâhibinin işine yarasın!" dedi. Kurt, öküzü öldürüp, derisine zarar vermeyecek şekilde etini yedi. Akşam, öküzün yerine derisinin geldiğini gören öküzün sâhibi, doğruca Ali Semerkandî'nin yanına koşup, durumu sordu. Hâdiseyi öğrenince, inanmayıp Ali Semerkandî'ye uygun olmayan sözler söyledi ve ertesi günü kâdıya şikâyet etti. Kâdı, her iki tarafı dinledikten sonra, Ali Semerkandî hazretlerine; "Şâhidin var mı?" diye sordu. O da; "Orada bu hâdiseyi gören ağaçlar ve kayalar şâhidimdir." der demez, hâdisenin geçtiği bölgeden bir gürültüdür koptu. Kayalar ve ağaçlar harekete geçmiş, kâdı efendinin bulunduğu yere doğru geliyordu. Herkes korkudan kaçmaya başladı. Bunun üzerine Ali Semerkandî hazretleri; "Ey kayalar ve ağaçlar! Olduğunuz yerde durun!" buyurunca, durdular. Kâdı ile dâvacı ve inanmayan kimselerin hayretlerinden akılları gideyazdı. Ali Semerkandî'nin büyüklüğünü kabûl edip, onun talebelerinden oldular.

Yaz mevsiminde, kadınlar tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti girdiği hâlde abdest tâzeleyecek bir su bulamadı. Âsâsını yere vurarak; "Çık, yâ mübârek!" deyince, yerden gövde kalınlığında bir su çıktı. Sular, hızla meyilli arâzide etrâfa yayılırken, kadınlar bağırmaya başladılar: "Su çıkarmanın da zamânı mı? Ekinlerimiz sular altında kalacak..." Bunun yanısıra, Ali Semerkandî'ye hakâret dolu sözler ettiler. O da suyun çıktığı yere bakarak; "Ey mübârek su! Ne çıktığın belli olsun, ne de aktığın!" buyurdu. Bu söz üzerine suyun çıktığı yer, kuyu ağzı gibi olup hareketsiz kaldı.

O târihlerde Osmanlı pâyitahtı olan Bursa'da bir çekirge âfeti oldu. Her tarafı çekirge kaplamış, mahsûlleri ve çiçekleri harâb etmiş idi. Bu âfetten kurtulmak için, zamânın zirâatçılarından çâre soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice alınamayınca, âlimlere ve velîlere haber gönderildi. Bu çekirge âfetinden kurtulma çâresinin ne olduğu soruldu. Bu haber, Çamlıdere'de yaşayan Ali Semerkandî'ye de ulaştı. Ali Semerkandî hazretleri, dağda asâsıyla çıkardığı sudan bir mikdâr Bursa'ya gönderdi. Bu suyu, zarar veren haşerâtın bulunduğu bölgeye dökmelerini tenbih etti. Suyu Bursa'ya götürdüler. Çekirge âfetinin bulunduğu bölgelere azar azar döktüler, çok kısa bir zaman içinde çekirgeler kayboldu. Mahsûller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından böylece kurtuldu. Bir rivâyete göre bu su, bir kap içinde yüksek bir yere asıldı. Allahü teâlânın izni ile suyun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp, bir anda çekirge sürülerini mahvettiler.

Pâdişâh, Bursa'nın çekirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Semerkandî'yi Bursa'ya dâvet etti. Ali Semerkandî Bursa'ya geldiğinde, Pâdişâh ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Pek fazla iltifât edip, Bursa'da kalmasını arzu etti. Fakat Ali Semerkandî, nâzik bir ifâdeyle Bursa'da kalamıyacağını, bu ümmetin fakir olup, Resûlullah efendimizi ziyârete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Pâdişâh, bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali Semerkandî de; "Çamlıdere havâlisindeki tebanız çok fakirdir. Onları, askerlik ve toprak kirâsı mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum." buyurdu. Pâdişâh derhâl bir ferman yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirâsının alınmayacağını bildirdi. O günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çamlıdere bölgesinden vergi alınmadı ve askere giden olmadı. Bütün pâdişâhlar, o fermana riâyet ettiler. Ayrıca, "Çekirge Suyu" ismi ile meşhûr olan sudan zaman zaman alınarak, çekirgelerin zarar yaptığı bölgelere götürüldü. Bu su; hâlen Çamlıdere'nin kuzeyinde, Gerede'nin doğusunda, Eskipazar'ın güneyinde bulunmaktadır.

Çamlıdere'de Ali Semerkandî'nin külliyâtında bulunan bu fermânın bâzı maddeleri şöyledir: 1) Çamlıdere'de bulunan müslümanlar, Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin mânevî evlâdlarıdır. 2) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellefiyeti yoktur. 3) Toprak kirâsından muaf tutulacaklardır. 4) Çekirgeleri yok eden Sığırcık suyu, Şeyh Ali Semerkandî ve onun mânevî evlâdlarına âittir... Bu fermân, zaman zaman yenilenmiştir.

Ali Semerkandî, 1457 (H.862) târihinde Çamlıdere'de vefât etti. Türbesi Çamlıdere kabristanının ortasında bulunmakta, ziyâret edenler, ondan çok feyz almaktadırlar. Türbesinin kapısından girilince tam karşıda olan büyük sandukalı kabir ona, etrâfındaki kabirler de talebelerine âittir. Karaman ilinde vefât ettiği de söyleniyorsa da o zât başkadır.

ANNELERİNİ EMMESİNLER

Bulunduğu bölgeye ilk geldiği günlerde, köylülerin sığırlarını otlatacak çobanları yoktu. Arıyorlardı, fakat çobanlığa kimse yanaşmıyordu. Ali Semerkandî hazretlerinin de büyüklüğünü anlamış değillerdi. İnsanların bu sıkıntısını gören Ali Semerkandî onlara; "Sığırlarınızı otlatabilirim. Bu işten dolayı sizden ücret talep etmiyorum." buyurdu. Köylüler bu habere çok sevindiler. Köylerine yeni gelen, herkese dinden îmândan bahseden bu zâta dediler ki; "Biz, sığırlarımızla birlikte, buzağılarını da otlattırmak istiyoruz. Eğer buzağıların, annelerini emmeden otlamalarını sağlarsan memnûn oluruz." O da kabûl etti. Ertesi gün inekleri ve buzağıları bir arada otlatmaya götüren Ali Semerkandî, otlak yerinde sığırlara dönerek; "Ey inekler ve buzağılar! Akşama kadar berâberce otlayınız. Yalnız buzağılar, annelerini emmesin, anneler de yavrularını emzirmesin!" dedi. Bu söz üzerine, akşama kadar inekler buzağılarını emzirmedi. Buzağılar dahî annelerini emmek için uğraşmadı. Akşam merak içinde bekleyen köylüler, ineklerin memelerini süt ile dolu görünce hayretten şaşırıp kaldılar. Böylesini ne işitmiş ne görmüşlerdi. Bunun, Ali Semerkandî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu ve onun büyük velîler arasında yer aldığını anladılar.

1) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.733
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, 277
3) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.370
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALİ BİN YAHYÂ GEYLÂNÎ

Büyük velîlerden. İsmi Ali olup, babasının adı Yahyâ'dır. Nesebi Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine dayanır. 1630 (H.1040) senesinde Suriye'nin Hama şehrinde doğdu.

Babası Yahyâ bin Ahmed, onun doğduğu gece rüyâsında Abdülkâdir-i Geylânî'yi gördü. Elinde etrâfı aydınlatan bir kandil vardı. Abdülkâdir-i Geylânî;

"Ey Yahyâ, Ali'yi al!" deyip ona elinde etrafa ışık saçan kandili verdi. Yahyâ Efendi sabahleyin kalkınca, hanımını uyanmış ve divanın üstünde oturuyor gördü. Hanımına;

"Bak anlatacaklarımı tasdik et. Sakın şüphe etme!" deyip, rüyâda gördüklerini olduğu gibi anlattı. Sonra;

"Eğer bir erkek çocuğumuz olursa ismini Ali koyacağız!" dedi. Sabaha karşı Ali Geylânî doğdu.

Ali bin Yahyâ, sâlih ve âbid bir insan olarak yetişti. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi, tecvîd üzere okudu. Fıkıh, hadîs, mantık, lügat, sarf, nahiv ilimlerini ve tasavvuf yolunun edebini zamânın büyük âlimlerinden öğrendi. Birçok âlimden icâzet aldı. İnce ve derin meseleleri öğrenmeye çok meraklı idi. İlim ve fazîlet ehli dâhil küçük büyük herkes onu severdi. Akıl, zekâ, fazîlet, verâ ve dindarlık bakımından derecesi çok yüksekti. Âkıl bâliğ olmadan, babası ile berâber hacca gitti. Hacdan önce, Medîne-i münevveredeHarem denilen yerde iken, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü.Resûl-i ekrem ona; "Yâ Ali! Bu sene haccedersin. Hama ve Humus'taki nakîblik vazîfesini sen üzerine alırsın." buyurdu.Bir süre sonraAli Geylânî nakîblik vazîfesine tâyin edildi. Bir süre bu görevde kaldıktan sonra, Şam bölgesinde Kâdiriyye yolunu insanlara anlatmak için nakîblikten ayrıldı.

Ali Geylânî, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, iyi ve kötü ahlâkın neler olduğunu öğretti. Sayısız talebe yetiştirdi. Misâfirlerine çok ikrâmda bulunurdu. 1679 (H.1090) senesinde hacca giderken Dımeşk'a uğradı. Yanında çoluk çocuğu da bulunuyordu.Şam halkı ve ileri gelenleri, onları büyük bir hürmet ve ikrâm içerisinde karşıladı. Şamdaki âlim, meşâyih ve askerlerden onun yanına gelmeyen hiç kimse kalmadı. Bu sırada Dımeşk vâlisi Osman Paşa da ona lâzım gelen hürmeti gösterdi. Hacdan sonra memleketi Hama'ya döndü. Bir müddet sonra Trablus, Şam ve Haleb'e gitti. Uğradığı her yerde ikrâm ve iltifât gördü. Sonra tekrar döndüğü Hama'da 1701 (H.1113) senesinde vefât etti. Ali Geylânî aynı zamanda edîb idi. Bülûğ-ül-Bugye fî Şerhi Manzûmet-il-Hilye, Er-Rıhlet-ül-Mekkiyye adlı eserleri ile şiirlerinin toplandığı bir dîvânı vardır.

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.7, s.259
2) Silk-üd-Dürer; c.3, s.246
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.763
4) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.196
5) El-A'lâm; c.5, s.32
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.297
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
İBN KESİR

İslâm ilimlerinin bir çoğunda meşhur ve büyük söz sahibi olan âlimlerden birisi. İmâduddîn Ebu'l-Fidâ İsmail İbn Ömer İbn Kesir. Dımaşk civarındaki Busrâ'nın Mecdel köyünde 701/1301'de dünyaya geldi.


İslâm ilimlerinin bir çoğunda meşhur ve büyük söz sahibi olan âlimlerden birisi. İmâduddîn Ebu'l-Fidâ İsmail İbn Ömer İbn Kesir. Dımaşk civarındaki Busrâ'nın Mecdel köyünde 701/1301'de dünyaya geldi. Bu yüzden el-Busravî ve ed-Dımaşkî nisbeleri de vardır. Küçük yaşta babasını kaybettiğinden onun terbiye ve yetiştirilmesi (ö. 742/341)'dir. Bu hocası ile uzun müddet çalışmış ve O'nun kızı ile büyük kardeşi Abdulvehhâb meşgul olmuştur.

İlk tahsilini köyünde yaptıktan sonra Şam'a gelmiş ve tahsiline burada devam etmiştir. Hocaları arasında Burhanuddin el-Fezârî (ö. 729/1329), İbn Kadı Şihne (ö. 726/1326), İshak el-Âmidî (ö. 725/1325) sayılabilir. Hadis sahasında üstadı Ebu'l-Haccâc el-Mizzî (ö. 742/1341)'dir. Bu hocası ile uzun müddet çalışmış ve onun kızı ile evlenmiştir. Bu arada Takıyyuddîn ibn Teymiyye (ö. 728/1328)'den çok şeyler öğrenmiş ve onu müdafaa etmiş, onun fetvaları ile amel edip fetva vermiş, bu yüzden bir çok tenkidlere de uğramıştır. Bu arada Karâfi, Debûsî Uranî ve Hutenî gibi âlimlerden icazet almıştır.

Birçok ilimde derinleşmiş ve eserler vermiştir. O bir tarihçi, bir hadis, bir fıkıh, bir tefsir âlimidir. Yazdığı eserler, kendisi hayatta iken meşhur olmuş ve takdir görmüştür. Hal tercümesi (Tabakât) kitaplarında ondan büyük bir övgü ile söz edilir (bk. Zehebî, Zeylu Tabakâtu'l-Huffâz, s. 57-59; Suyûtî, Tabakatu'l-Huffâz, Kahire 1973, s. 53, 529; Dâvûdî Tabakâtu'l-Müfessirîn, Kahire 1972, I, 110-111; İbnu'l-İmâd el-Hanbelî, Şezerâtu'z-Zeheb, Beyrut (t.y.) VI, 231, 232; ibn Hacer, ed-Dureru'l Kâmine, Beyrut (t.y.) I, 374).

Şam'ın meşhur medreselerinde müderrislik yapmış; Zehebî (ö. 748/ 1347)'nin vefatıyla onun yerini Ümmu Salih medresesi şeyhliğine, Subkî (ö. 771/1370)'nin vefatı üzerine de Eyrefiyye Dâru'l-Hadîs Medresesinin şeyhliğine gelmiştir. Yetiştirdiği talebesi içinde meşhur hadis âlimi Şihabeddin İbn Hiccî, Hafız Ebu'l Mehâsin el-Hüseynî ve İbn Hacer el-Askalânî sayılabilir. Ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş, 774/1373 yılında 74 yaşında iken Şam'da vefat etmiş ve hocası İbn Teymiyye'nin yanına defnedilmiştir (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Ankara 1988, II, 206-210; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 392-393; Muhammed Hüseyn ez-Zehebî, et- Tefsir ve'l Müfessirun, Kahire 1976, I, 242-243).

Telif etmiş olduğu birçok risale ve kitaptan önemli olanları şunlardır:

1. el-Bidâye ve'n-Nihâye: Yaradılıştan başlayarak 767/1366 senesine kadar olayları anlattığı tarihe dair eseridir. İslâm Tarihinin ana kaynaklarından sayılır.

2. Câmiu'l-Mesânid: Ahmed ibn Hanbel'in Müsnedi, el-Bezzâr, Ebu Ya'lâ ve İbn Ebi, Şeybe'nin eserlerini el-Kutubu's-Sitte'ye ilâve ederek topladığı hadise dair eseridir. Bu eserini bâblara göre tertip etmiştir.

3. el-Bâisu'l-Hasîs: İbnu's-Salâh'ın Ulûmu'l-Hadis adlı eserinin muhtasarıdır.

4. et-Tekmîl fi Ma'rifeti's-Sikât ve'd-Duafâ ve'l-Mecâhil.

5. Tabakâtu'ş-Şâfiiyye.

6. Menâkıbu'l-İmam eş-Şâfiî.

7. Edillelu't-Tenbîh fî-Fıkhı'ş-şâfiyye. Bu eserini gençliğinde, telife ilk başladığı sıralarda yazdığı nakledilir.

8. el-İctihad fî Talebi Fadli'l-Cihâd: yazma halindeki bu eserin bir nüshası İstanbul Köprülü kütüphanesinde 234 numaradadır.

9. Muhtasaru İbnu'l-Hâcib.

10. Ehâdîsu't-Tevhîd ve'r-Redd ale'ş-Şirk.

11. Müsnedu'ş-Şeyhayn: Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in rivayet ettikleri hadisleri toplayan bir hadis mecmuasıdır.

12. Fedâilu'l-Kur'an ve Tarîhu Cem'ihî: Kur'an'ı Kerim'in faziletine dair hadisleri topladığı bir risale olup tefsirinin bir tekmilesi mahiyetindedir.

13. Şerhu'l-Buhârî: imam Buhârî'nin el-Câmi's-Sahîh'ini açıkladığı bu eserini tamamlayamamıştır.

14. Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm: Taberî'nin tefsirinden sonra ikinci kaynak kabul edilen bu eseri rivayet tefsiri metoduyla yazılmış tam bir tefsirdir:

Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm

İbn Kesîr bu tefsirinde oldukça uzun bir mukaddime ile başlar. Bu mukaddimede Kur'an ve tefsirle ilgili birçok meseleyi ele alır. Tefsir ilminin yüce bir ilim olduğunu, ona olan ihtiyacı belirtir. Tefsir ilminin yüce bir ilim olduğunu, ona olan ihtiyacı belirtir. Kur'an'ı tefsir etmenin en güzel yolunun "Kur'an'ın yine Kur'an ile tefsiri" olduğunu söyler. "Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmekten âciz kalırsan onu sünnet ile tefsir etmen gerekir. Çünkü hadis Kur'an'ı açıklayıcı ve izah edicidir... Aradığımız ayetin tefsirini ne Kur'an'da, ne de hadiste bulamazsak bu konuda sahabenin sözlerine başvururuz." der. İsrailiyyet ve İsrailiyyat'ın bu ümmete verebileceği zararlar konusunda okuyucu ikaz eder. Sahabeden sonra rey ve tefsirlerine itimat edebilecek tâbiûn ve tebe-i tâbiin âlimlerinin isimlerini verir. Kur'an'ı kendi reyi ile tefsir konusuna açıklık getirir, bu konudaki müsbet ve menfî görüşlere nakleder, sonra da Kur'an hakkında genel bir takım bilgilere yer verir.

Bu mukaddimeden de anlaşılacağı üzere ibn Kesir tefsirinde rivayete önem verir ama dirayet tefsiri yönünü de ihmal etmez. Tefsirde, hadis ravilerinin kritiği olan "cerh ve ta'dîle" özen gösterir. Bu hususta hocası el-Mizzî'nin görüşlerine büyük değer verir.

İbn Kesîr bu eserinde, tefsirin en güzel yolu olan Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etme yolunu tercih etmiş buna ayrı bir önem vermiştir. Bir ayet veya ayet topluluğunu verdikten sonra bunları zâhirî mana açısından basit ve anlaşılır ifadelerle kendisi izah eder. Bundan sonra öncelikle bu ayetleri tefsir eden diğer ayetleri zikredip bunlar arasındaki münasebete işaret eder. Daha sonra Hz. Peygamber'den, sahabe ve tabiunun ileri gelenlerinden nakillerde bulunur, bir ayetin tefsiri hakkındaki değişik görüşleri zikrederek bunları değerlendirir, aralarında tercihler yapar. Rivayetleri senetleri ile birlikte sahih olanları ile illetli veya zayıf olanlarını ayırdeder.

İbn Kesir bu tefsirinde İbn Cerîr et-Taberî* (ö. 310/923). İbn Ebî Hâtim (ö. 327/938), İbn Atıyye (ö. 541/ 1147) gibi kendisinden önceki birçok mufeshirin tefsirlerinden, hadis sahasında da Ahmed ibn Hanbel'in Müsned'inden çokça nakillerde bulunur. Ancak Taberi'nin tefsirinde rastlanan zayıf rivayetler İbn Kesir'de yer almaz.

İbn Kesîr'in tefsirinin rivayet tefsirleri içinde mümtaz bir mevkide olmasını sağlayan en önemli özelliklerinden biri de onun, birçok tefsir aldıkları isrâiliyyat konusundaki hassasiyetidir israiliyyata sırf tenkidini yapmak ve bu haberlerin kaynaklarını belirtmek sonra da müslümanları bu tür rivayetlerden koruyup sakındırmak için eserine dercetmiştir.

Bu özellikleriyle İbn Kesir'in Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm'i rivayet tefsirlerinin en faydalısı, Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Peygamber ve ashabı tarafından yapılmış açıklamalarını en geniş anlamda toplayanı, ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin delillerini Kur'an-ı Kerim'den en güzel bulup çıkaranı, sapık mezheblerin Kur'an ayetlerine yüklemeye çalıştıkları ihtimali olmayan te'villerden müslümanları koruyanı olarak görülmektedir.

Bu kıymetli tefsir değişik İslâm ülkelerinde defalarca yayınlanmış olup son olarak Mısır'da Muhammed İbrahim el-Bennâ, Muhammed Ahmed Âşûr ve Abdülaziz Ğuneym'in tahkîki ile yayınlanmıştır. Türkçeye "Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri" adıyla yapılan tercümesi de İstanbul'da neşredilmiştir.

Bedreddin ÇETİNER
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
AZZÂZ BİN MÜSTEVDÎ EL-BETÂİHÎ

Irak velîlerinden. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Zamânın büyük âlimlerinin sohbetlerinde yetişen Azzâz bin Müstevdî, Betâih'de senelerce talebe yetiştirdi. Talebeleri terbiye etmekte büyük bir mahâret sâhibi idi. Birçok âlim ve sâlihler, Azzâz bin Müstevdî hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, kendisinden ders aldılar ve tasavvuf yolunda yükseldiler. Azzâz el-Betâihî, on ikinci asırda Mensûr el-Betâihî'nin vefâtından az önce vefât etti. Azzâz el-Betâihî hazretleri, kerâmet sâhibi bir zât idi.

Önceleri onu bir hâl kapladı. Bu hâl yaklaşık kırk gün sürdü. Bu süre zarfında ne yedi ne içti, ne de herhangi bir şeyle uğraşacak hâlde idi. Daha sonra eski hâline döndü. Bir ara canı sıcak buğday ekmeği, balık ve menba suyu istedi. Bir nehir kenarına gitti. Dalgalar arasında karaltılar gördü. Ona doğru yaklaştılar. Daha sonra bunların üç tâne balık olduğunu gördü. Onların birinin sırtında iki ekmek, diğerinin sırtında kabın içinde kızarmış balık, üçüncüsünün sırtında ise içinde su dolu bir kap vardı. Her biri sırtında olan şeyleri götürüp önüne bıraktılar. Ona, bir insanın diğerine hizmet etmesi gibi hizmetleri oldu. Sonra dönüp gittiler. Ekmekler, tam arzu ettiği gibi sıcak buğday ekmeği idi. Ekmekleri, kızarmış balığı yiyip, pırıl pırıl kaptan da menba suyunu içip karnını doyurdu. Fakat yediklerinden hiçbir şey eksilmemişti. Sofrayı olduğu gibi bıraktı ve duâ edip, ayrıldı.

Bir gün Azzâz el-Betâihî; dağ yolunda giderken, azgın bir arslanın gencin birisine saldırıp, onu parçalamak üzere olduğunu gördü. Hemen oraya koştu ve yerden çakıl taşlarından alıp o arslana attı. Arslan cansız yere düştü. Gencin yanına gittiğinde, onun kırık bacağını gördü ve kırık yerlerini elleriyle sıvazlayınca, genç, hiçbir şey olmamış gibi derhal ayağa kalktı. Koşarak köyüne döndü.

Azzâz el-Betâihî hazretleri sâhipsiz bir hurmalıktan geçiyordu. Canı hurma istedi. O esnâda hurma dalı eğildi ve bir hurma salkımı önüne geldi. Ondan yediler. Dal tekrar doğrulup eski hâline geldi.

Halîfe el-Muktedî Biemrillâh, Azzâz el-Betâihî hazretlerinin Bağdât'a gelmesini ricâ etti ve kendisiyle sohbet etmek istedi. Bağdât'a halîfenin huzûruna geldiğinde, etrâfına bir nazar etti.O anda oradaki bütün perdeler paramparça oldu. O zaman hâlifeye buyurdu ki: "Şu an bir acem ordusu senin üzerine gelmektedir. Fakat senin ordun gâlip gelecektir." Azzâz el-Betâihî hazretlerinin buyurduğu gibi oldu. Halîfe zafer sebebiyle çok sevindi. Fakir fukarâya ihsânlarda bulundu.

1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.133
2) Kalâid-ül-Cevâhir; s.82
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.151
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.130
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
AZİZ NESEFÎ


Mâverâünnehir bölgesinde yetişen velîlerin büyüklerinden. Doğum târihi belli değildir. Nesef şehrinde doğdu. Babasının ismi Muhammed'dir. Vefât târihiyle ilgili kaynaklarda değişik bilgiler vardır. Eserlerindeki ifâdelerinden 1300 (H.700) yılından az önce veya bu târihte vefât ettiği anlaşılmaktadır. Küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Tahsîli esnâsında tıb ile de ilgilendi. Bu arada tasavvuf âlimlerinin sohbetlerinde bulundu. Horasan'a da ilim öğrenmek için giden Aziz Nesefî, bölgenin Moğol işgâline uğraması üzerine buradan ayrıldı ve çeşitli beldeleri dolaştı. Bu arada büyük velî Sâdeddîn-i Hammûî'ye talebe olmakla şereflendi.

Aziz Nesefî, hocasından icâzet, diploma, aldıktan sonra insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeye ve tâliplerine ilim öğretmeye başladı. Çok tesirli vâz ve nasîhatlar yapardı. Konuşmalarında açık ve sâde bir ifâde kullanırdı.

Aziz Nesefî buyurdu ki:

"Her kim şunlara uyarsa kâmil bir müslüman olur: 1) Helal lokma, 2) Doğru söz, 3) Doğru iş, 4) Evliyânın sohbetinde bulunmak, 5) Allahü teâlânın varlığını birliğini tasdik etmek, 6) Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini yerine getirmek, 7) Kimseye eziyet vermemek, 8) Herkese rahatlık vermek, 9) İlim öğrenmek."

"Hakîkat ehlinin alâmeti şunlardır: 1) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuşlardır. 2) İnsanlarla sulh üzeredirler. Kimseye düşmanlık etmezler. İnsanları severler. " 3) Halka şefkat üzeredirler. Şefkatin aslı halka nasîhat etmek, onlara doğru yolu göstermektir. 4) Halka karşı tevâzu ve edeb gösterirler. 5) Tevekkül sâhibidirler. Sabır ve tahammülleri fazladır. 6) Tamâı, nefsin arzu ve isteklerini terketmiş, kanâat sâhibidirler. 7) Allahü teâlânın verdiğine şükrederler. 8) İnsanlara rahatlık ve ferahlık verirler."

Aziz Nesefî çok sayıda eser yazmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Tenzil: Yirmi bölümden meydana gelen eser tasavvufa dâirdir. Yazma nüshası Süleymâniye Kütüphânesi (Şehîd Ali Paşa Kısmı, No: 1263/2) ve Bâyezîd Devlet Kütüphânesinde (Veliyyüddîn Efendi Kısmı, No: 1767) mevcuttur. 2) Keşf-ül-Hakâik, 3) Maksad-ı Aksâ, 4) Beyân-üt-Tenzîl, 5) Keşf-üs-Sırât, 6) Zübdet-ül-Hakâik, 7) Kitab-ül-İnsân-il-Kâmil, 8) Menâzil-üs-Sâirîn.

1) Riyâz-ül-Ârifîn (Şarkiyat cb. 2200); s.175
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.580
3) Mecâlis-ül-Uşşak (Hüseyin Baykara); s.115
 

Ahmet&Gizem

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Eki 2007
Mesajlar
478
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Hayirli Sabahlar Eline Yüreğine Sağlik Kardeşim...allah Razi Olsun
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ


Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen velîlerden. Seyyid Abdullah Arvâsî hazretlerinin oğludur. Hazret-i Hüseyin soyundan olup seyyiddir. Nesebi, Abdurrahîm bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutub Muhammed bin Kâsım Bağdâdî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1786 (H.1200) senesinde vefât etti. Kabri Doğu Bâyezîd'de Ahmed Hânî kabristanındadır.

Abdullah Arvâsî'nin oğlu olan Abdürrahîm Arvâsî, Arvas köyünde babalarının medresesinde okudu. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim oldu. Ayrıca babasının sohbetlerine de devâm edip, tasavvuf yolunda olgunlaştı. Zamânının aklî ve naklî ilimlerinde söz sâhibi, tasavufda ise hâl sâhibi meşhûr bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. O sırada Doğubâyezîd'deki meşhûr sarayın bânîsi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm Arvâsî'yi dâvet etti. İshak Paşa Çıldıroğulları âilesinin reisi olup, Osmanlı Devletince, o bölgeye emir tâyin edilmiş paşalardan biriydi. İlme, ilim ve din adamlarına çok kıymet verir, âlimlerle meclis kurar ve onların sohbetlerinden zevk alırdı. Meşhûr ediblerden Ahmed Hânî de onun dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelmişti.

İshâk Paşanın dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelen Abdürrahîm Arvâsî, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, onların dünya ve âhiret saâdetine kavuşmaları için pekçok gayret sarf etti. İlimde ve tasavvufta çok talebe yetiştirdi. Aynı zamanda bölgede yaygın olan Eshâb-ı kirâm düşmanı şiîlerle mücâdele etti. Ehl-i Sünnet îtikâdının yayılması için çalıştı.

Uzun mücâdelelerden ve münâzaralardan sonra şiî fırkasının bozukluğunu herkese kabûl ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzûra kavuştuğu gibi aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar son buldu ve fitne ateşi söndürüldü.

Abdürrahîm Arvâsî bu gayretinin yanında dînî ilimleri öğrenmekten geri kalmıyor öğrendiklerini yaşamak sûretiyle de insanların ebedî seâdete kavuşmaları için bütün gücünü harcıyordu. Onun sohbetlerine yüzlerce kimse katılıp faydalanıyordu. Bu sohbetlerinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî'sinden de parçalar okutuyordu. Böyle sohbet meclislerinden birinde Mesnevî okunurken, orada bulunan İran ahondlarından (mollalarından) biri Mevlânâ'yı ve Mesnevî'yi küçültücü ve tahkir edici maksatla, bildiği hâlde "Ne okuyorsun?" diye sordu. Abdürrahîm Arvâsî hazretleri; "Mesnevî okuyoruz." buyurdu. İranlı ahond cevap olarak; "Meşnevî (dinlemeye değmez)." dedi. Bu söze din gayreti kabaran ve son derece hiddetlenen Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Mesnevî-yi şerîfi rastgele açıp İranlı ahonda; "Şu beyti oku!" buyurdu. İranlı ahond;

"Mesnevî ra meşnevî mehan

Ey sek-i gürgîn bed kerdeî"

yâni Mesnevî'yi meşnevî okuma, ey uyuz köpek kötü bir iş yaptın, meâlinde beyti istemeyerek okuyuverdi. Bu manâlı beyân karşısında ahond ve meclistekiler dehşete kapıldılar. Ahond söyleyecek söz bulamadı. Arslan yuvasına düşmüş, zavallı tilki gibi titremeye başladı. Sonra mecliste bulunanlar Mesnevî'den bu beyti aradıklarında bulamadılar. Bu hâlin Abdürrahmân Arvâsî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı daha edepli ve ölçülü davranmaya başladılar. Buna benzer pekçok kerâmetleri görülmüş olan Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin bu kerâmetleri yıllar boyu dilden dile anlatılagelmiştir.

Ömrü boyunca İslâm dîninin emirlerini öğrenmeye ve öğretmeye çalışan Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Doğubâyezîd'de vefât etti. OradaAhmed Hânî türbesine defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. İhtiyaç ve istek sâhiplerinin ziyâretgâhı hâlindedir. Sırt ağrısından şikâyetçi olanlar sırtlarını kabrinin taşına sürttükleri için taş yıpranmış, üzerindeki Arvâsî kelimesi ile vefât târihi olan 1200 (m.1786) ve Fâtihâ kelimesinden başka yazı kalmamıştır.

Seyyid Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin iki oğlu vardı. Birincisi: Seyyid Muhammed Efendidir. Bunun evlâdı kalmamıştır. Kabri babasının kabrinin sağındadır. İkincisi; Seyyid Hacı İbrâhim'dir. Din ve dünyâ ilimlerinde babasının vârisiydi. Tasavvuf yolunda babasının yerini tutmuş olup âlim, fazîlet sâhibi ve veliyy-i kâmil bir zat idi. Günümüzün tâbiri ile bir diplomat olup Osmanlı-İran münâsebetlerinde, Osmanlı Devletini temsil etmiş, unutulamayacak hizmetleri olmuştur.

Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin Abdürrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ile Seyyide Emine Hanım isminde bir kızı vardı. Kızı Seyyide Emine Hâtunu Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin oğlu Molla Abdülhamîd'e nikâh edip bu evlilikten, Arvas'ın ışığı, ilim ve irşâd kaynağı Seyyid Fehim Arvâsî hazretleri dünyâya gelmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim'in büyük oğlu Abdürrahîm Efendi 1818 (H.1234) senesinde vefât etmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim Efendi de 1832 (H.1248) senesinde Yukarı Doğubâyezîd'de vefât etti. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Büyük oğlu Abdürrahîm Efendinin de kabir taşı hâlen yazıları ile mevcuddur.

Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin diğer oğlu ise Seyyid Abdülazîz Efendi olup babalarının dergâhı ona kalmıştır. İlimde ve tasavvufta babalarının yerini tutmuştur. Kerâmetleri açık bir velî idi. Hayvanlarla konuşur, hayvanlar da ona söylerdi. Hayvanları, hatta yılanları yedirir içirirdi. Hayvanlar onun emrine uyarlardı. Seyyid Abdülazîz hazretleri 1880 (H.1297)'de vefât etmiştir. Kabri Yukarı Doğubâyezîd'de babasının yanındadır.

1) Eshâb-ı Kirâm; s.287
2) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.67
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ


On dördüncü yüzyılda yaşayan meşhûr velîlerden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Gürcistan köylerinden birinde doğdu. Bir savaşta cihâd ederken şehîd düştü. Kabri Tûs şehrindedir. Şeyh Rükneddîn Alâüddevle Semnânî hazretlerinin talebesidir.

Küçük yaşta iken babasının vefât etmesi üzerine yetim, kimsesiz ve garîb kaldı. Annesi bir başkasıyla evlendi ve onu yanına aldı. Üvey babasının yanında çok mahzun günler geçirdi. Boynu bükük, kalbi kırık idi. Bir gün bir işi sebebiyle üvey babasından korkup köyden kaçtı. Nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmiyordu. Yakalanmamak için yol kenarında büyük bir ağaca çıkıp ağacın dalları ve gür yaprakları arasında gizlendi. Ağacın üzerinde çâresiz ve âdetâ imdâd edecek bir şefkatli elin uzanmasını bekler gibi duruyordu. Kalbi kırık ve pek mahzun bir hâlde idi. Tam bu sırada bir grup yolcu gelip onun gizlendiği ağacın altında dinlenmek üzere oturdular. Ağacın altında suları şırıl şırıl akan bir pınar vardı. Konaklayan yolcular pınardan su içip dinlenirken ağaç ve üzerindeki çocuğun suya aksettiğini gördüler. Pınar çocuğu ayna gibi gösteriyordu. Yolcular bu manzarayı görünce çocuğu hemen aşağı indirip, hayretle hâlini sordular. Derdini anlatınca ona çok acıdılar. Himâye etmeye karar verip yanlarına alarak yola çıktılar. Abdullah bu sırada güzel bir talih ve bahtiyarlık kapısının kendisine açılmış olduğunu bilmiyordu. Mahzunluğu ve kırık kalbi ile büyük bir nîmete kavuşmaya gidiyordu. Yol Semnân tarafına uzandı...

Kendisini himâyelerine alan yolcular zamanın meşhûr evliyâsı Rükneddîn Alâüddevle hazretlerinin ziyâretine ve sohbetine gidiyorlardı. Bu zâtın huzûruna varıp sohbetinde bulundular. Aralarında bulunan küçük çocuğun garîb ve mahzûn hali o zâtın dikkatini çekmişti. Ona bakıp kerâmetiyle ilerde büyük bir veli olacağını keşfetti. Gelen misâfirler sohbet bitince müsâde alıp ayrıldılar. Getirdikleri çocuğu da götürdüler. Onlar yola çıkınca Rükneddîn Alâüddevle hazretleri peşlerinden bir kişi gönderip çocuğu kendisine bırakmalarını istedi. Yolcular önce râzı olmadılar bırakmamak için çok uğraştılar. Sonunda bırakmak mecbûriyetinde kaldılar.

Mahzun yavru henüz farkedemediği bir saâdet sarayının kapısından girmiş, bir tâze fidan gibi yetişeceği en müsait toprağa dikilmişti. Artık günleri Rükneddîn Alâüddevle hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde geçiyordu. Günden güne pişiyor olgunlaşıyordu. Zamanla büyüdü, serpildi. İlim öğrendi. Îmânı vicdânîleşip kalbine iyice yerleşti. Îmânın hakîkatine kavuştu. İbâdetleri seve seve ve büyük bir şevk ile yapmaya başladı. Nefsi iyice ıslâh olup, tasavvuf yolunda yükseldi, kemâle erdi. Onun bu hâline çok memnun olan hocası, kendisine icâzet, diploma verip insanlara rehberlik etmesi için Tûs'a gönderdi.

Tûs şehrinde insanlar onun kalblere şifâ olan sohbetlerine koştular. Onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, İslâmiyete uymalarını sağladı. Saâdete kavuşmalarına vesîle oldu. Ömrünün son günlerinde zamânın sultanı bir savaşa çıktı. Sultan onun himmetinden ve bereketinden istifâde etmeyi düşünerek savaşa katılmasını çok istedi. O da sultanın teklifini kabul edip katıldı. Bu savaşta cihâd ederken şehîd düştü.

1) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.504
2) Nesâyim-ül-Muhabbe; s.288
3) Kitabu Silsilet-ül-Mukarrabîn (Süleymaniye Kütüphanesi)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
AHMED BİN HANBEL

Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı. Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H.164) senesinde Bağdat'ta doğdu. Aslen Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel'dir. Dedesi Hanbel bin Helâl, Basra'dan Horasan'a yerleşmiş ve Emevî Devletinde Serahs şehri vâliliği yapmıştır. Babası asker (subay) idi. Ahmed bin Hanbel'in âilesi, annesi ona hâmile iken, Merv'den Bağdat'a göçmüş ve o Bağdât'ta doğmuştur. Soy îtibâriyle, anne ve babası tarafından Arap asıllıdır. Nesebi, İslâmiyetten önce ve sonra Araplar arasında meşhûr bir kabîle olan Şeyban kabîlesine dayanır. Bu kabîle Adnan kabîlesinden gelen Rebîa'nın bir kolu olup, Nizar kabîlesinde Peygamber efendimizin soyu ile birleşir.

Ahmed bin Hanbel'in babası, daha o çok küçük yaşta iken, vefât etti. Otuz yaşında vefât eden babasından, önemli bir mîrâs da kalmadı. Onun yetişmesi ile annesi ilgilendi. Küçük yaşta, ilim tahsiline başladı. Bu sırada Bağdat önemli bir ilim merkeziydi. Burada hadîs ve kırâat âlimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zâtlar ile diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli âlimler bulunuyordu. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra lügat, hadîs, fıkıh, Sahâbî ve Tâbiîn rivâyetlerini öğrendi.

Ahmed bin Hanbel, emsâli arasında ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile meşhûr oldu. Bu hâli, henüz 15-16 yaşlarında iken temas kurduğu âlimlerin dikkatini çekti. Heysem bin Cemil onun hakkında, daha o sırada şöyle dedi:

"Bu çocuk yaşarsa, zamânındakilerin ilimde hucceti, rehberi olacaktır."

Henüz 15 yaşlarında İmâm-ı A'zâmın talebesi olan Ebû Yûsuf'tan fıkıh ve hadîs dersi aldı. Bundan sonra da üç sene Huşeym'in derslerine devâm ederek ondan hadîs-i şerîf dinledi. Bundan başka Bağdat'ta bulunan meşhûr âlimlerden de ders aldı.

7 yıl Bağdat'ta ilim öğrenen Ahmed bin Hanbel daha sonra ilim tahsili için seyahatlere başladı. Önce Basra'ya, bir yıl sonra da, Hicaz'a gitti. Böylece Kûfe, Basra, Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam ve el-Cezîre'ye giderek hadîs ilmini öğrendi. Hadîs râvilerini bizzât görerek, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Basra ve Hicaz'a beşer defâ seyahat yaptı. Hicaz'a yaptığı ilk seyâhatinde, fıkıh ilminde hocası olan, İmâm-ı Şâfiî ile görüştü. Bu görüşme Mekke'de Mescid-i Harâm'da oldu. İkinci defa ise, Bağdat'ta buluştular.

Ahmed bin Hanbel, ilk hac seferini 830 senesinde yaptı. Daha sonra birkaç defâ daha hacca gitti. Bu hac seferlerinden birinde yolunu şaşırdı. Yolda yaşlı bir köylü gördü. Gidip ona yolu sordu. Köylü gür bir sesle; "Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü teâlânın evine (Beytullah'a) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya gitmene râzı olmayınca, elbette ki yolunu şaşırırsın!" dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel; "Ya Rabbî! Senin köşelerde, kenarlarda sakladığın, halkın gözünden örttüğün böyle kulların da varmış." deyince o zât; "Ne zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun? Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü teâlâdan isteseler, bütün gökler ve yerler onun hürmetine altın olur." dedi. O anda toprak ve dağlar altın oldu. Ahmed bin Hanbel kendinden geçerek düştü. Daha sonra o zâtın göstermesi ile yolunu buldu.

Hac seferlerinden birinde, hac yaptıktan sonra bir müddet, mücâvir olarak Mekke'de kaldı. Bu zaman zarfında hadîs-i şerîf öğrenme faâliyetlerini sürdürdü. Sonra Yemen'in San'a şehrinde bulunan meşhûr hadîs âlimi Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf öğrenmek için San'a'ya gitti. İlim öğrenmek için çıktığı bu yolculukta çok sıkıntı çekti. Yolda yiyeceği bitti. Parası da olmadığı için, San'a şehrine varıncaya kadar, nakliyecilerin yanında ücretle hamallık yaptı. Ticâret ve kazanç için elverişli olmayan San'a'da iki sene kalıp, sıkıntılara katlandı. Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf dinledi. Böylece İmâm-ı Zührî ve İbn-i Müseyyib yoluyla rivâyet edilen, birçok hadîs-i şerîfi işitip öğrendi.

Ahmed bin Hanbel, ilim öğrenmek için pekçok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pekçok meşakkate katlandı. Kitap çantalarını sırtında taşırdı. Bir seferinde onu tanıyan biri, ezberlediği hadîs-i şerîfin ve yazdığı notlarının çokluğunu görerek; "Bir Kûfe'ye, bir Basra'ya gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?" deyince, Ahmed bin Hanbel hazretleri "Hokka ve kalem ile mezara kadar..." diyerek cevap verdi.

Ahmed bin Hanbel'in kuvvetli hâfızasının yanında dikkati çeken bir vasfı da, işittiği bütün hadîs-i şerîfleri yazmaya çok önem vermesiydi. Yaşadığı devir, ilmin tedvin edilip toplandığı ve kısımlara ayrılıp, yazıldığı bir devirdi. Fıkıh ve lügat ilmi derlenmiş, hadîs ilmi derlenmekte, yazılan hadîs-i şerîfler toplanmakta idi.

Ahmed bin Hanbel, böyle bir zamanda din ilimlerini öğrenip, bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde yüksek seviyeye ulaştı. Daha sonra Bağdat'a döndü ve ilmini yayıp, insanlara çok faydalı oldu.

Ahmed bin Hanbel hazretleri, ders ve fetvâ verme işine, kırk yaşında başladı. Bundan sonra hadîs rivâyetinde ve fetvâda başvurulan önemli bir kaynak oldu.

İki çeşit ders halkası (meclisi) vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri, hem talebelerinin, hem de halktan isteyenlerin katıldığı derslerdi. Onun ilim meclisine pekçok kimse katılırdı. Bâzı rivayetlere göre, dersini dinleyenlerin sayısı beş bini bulmuştur. Ahmed bin Hanbel'den ders alıp, ilim öğrenen talebenin çokluğu, ondan hadîs-i şerîf rivâyet edenlerin ve fıkhî meseleler nakledenlerin çok sayıda olmasından da anlaşılmaktadır. Onun meclisine gelip, derslerini dinleyenlerin bir kısmı, sâdece ondaki üstün hâllere ve yüksek ahlâka hayran kaldıklarından sohbetine katıldılar. Böylece bir kısmı hem ilmini hem ahlâkını alırken, bir kısmı da onun yaşayaşına göre yaşamak, onu tanımak, ahlâk ve edeb husûsunda yaptığı vâz ve nasihatten istifâde etmek için huzûruna geldiler.

Ahmed bin Hanbel'in meclisinde, derslerinde vekar, ciddiyet, tevâzu ve gönül huzûru hâkimdi. Dinleyenlere ve katılanlara saâdet vesilesi olan derslerini, ikindiden sonra Bağdat'ta büyük bir mescidde verirdi.

Ders meclisine dâimâ kitaplarıyla, yazıp kaydettikleri ile çıkardı. Çok kuvvetli bir hâfızaya sâhip olmasına rağmen, hadîs-i şerîf rivayet ederken, yine de yazdıklarına bakardı. Kitabından okur, talebelere yazdırırdı. Derslerinde hadîs-i şerîf rivâyetinden başka, bir de fıkhî meseleler hakkında verdiği cevaplar yer almaktaydı. Ondan ders alıp, ilimde yetişenlerin sayısı 900 civarındadır.

Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh mezheb sâhibi bir âlimdir. Mezhebi, İslamiyette Ehl-i sünnet îtikâdı üzere olan dört hak mezhebden biri olup, ismine nisbetle Hanbelî mezhebi denir. Daha çok Şam, Bağdat ve Mısır'da yayılmıştır. Dört hak mezheb, müslümanlar için rahmet ve kolaylıktır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Ümmetimin (müctehidlerinin) mezheplere ayrılması rahmettir." buyurmuştur.

Allahü teâlâya olan bağlılığı sebebiyle son derece tevâzu sâhibiydi. İnsanlara yardım etmeyi severdi. Herkesin derdine derman olmaya çalışırdı. Yoksulları korurdu. Son derece halîm selîm, yumuşak huyluydu. Aceleci değildi. Çok alçak gönüllüydü. Ağır başlı ve vakarlıydı. Câmiye gittiği zaman ön safa geçmeye çalışmazdı. Mecliste nerede yer bulursa oraya otururdu.

Ahmed bin Hanbel çok ibâdet ederdi. Her gece Kur'ân-ı kerîmin yedide birini okur, her yedi günde bir hatmederdi. Yatsı namazını kılınca biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar ibâdet ve tâatla meşgûl olurdu. Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka dâimâ kolaylık yollarını gösterir, ağır vazîfeleri yüklemezdi. Acıktığı zaman bir şey bulamazsa, kimseden yiyecek istemez ve rahatsız etmezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık olurdu. Yolda yürürken, hızlı adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescidde, cenâze namazında ve hasta ziyâretinde görürlerdi. Giydiği elbiseyi en ucuz kumaştan yaptırırdı. Çok kere az şey yer; "Ölecek kimse için bunlar çok bile." derdi.

Allahü teâlâdan korkması, verâ ve takvâsı çoktu. Fakir bir hayat yaşadı. Haram şüphesi olan şeyi reddederdi. Haram mala sâhib olmaktansa, onu almamayı tercih ederdi. Borç karşılığı bir malı alacaklıya rehin bıraktı. Parayı bulunca alacaklıya gidip borcunu verdi. Rehin bıraktığı malı alacağı zaman alacaklı olan iki mal gösterip, rehin bıraktığının hangisi olduğunu kesin bilmediğinden; "Bunlardan birini seç, ikisi de aynı." dedi. Fakat Ahmed bin Hanbel rehin bıraktığı malın hangisi olduğunu bilemediği için kendi malı yerine başkasının malını almış olurum korkusu ile ikisini de bıraktı, almadı. Başkasının hakkı geçer diye kendi hakkından vazgeçti.

Ahmed bin Hanbel, Peygamber efendimizin sünnetine son derece bağlıydı; "Hiç bir hadîs-i şerîf yazmadım ki, onunla amel etmeyeyim." buyururdu.

Ahmed bin Hanbel talebeliği sırasında bir grup kimseyle bir su kenarında bulunuyordu. Onlar soyunup, suya girdiler. Ahmed bin Hanbel ise, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfine uyarak soyunmadı: "Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini örtmeden) girmesin." O gece rüyâsında bir kimse ona; "Ey Ahmed! Sana müjdeler olsun! Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlullah'ın sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni imâm kıldı. İnsanlar sana tâbi olurlar." dedi. "Siz kimsiniz?" diye sorunca o zât; "Cebrâil'im." cevâbını verdi.

Ehl-i sünnet îtikâdından aslâ tâviz vermezdi. Bağdat'ta Mu'tezile fırkası mensupları;"Kur'ân-ı kerîm mahlûktur." diyerek, bu yanlış îtikâdlarına Abbâsî halîfesi Me'mûn'u da inandırdılar. Bunu kabûl etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Me'mûn vâsıtasıyla bu hususta baskı ve işkence yaptılar ve 28 ay hapsettiler. Bütün bunlara rağmen O; "Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir." dedi. Bu sırada kendisine İmâm-ı Şâfiî Mısır'dan mektup göndermişti. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca; "Rüyâsında Resûlullah efendimizi görmüş, Ahmed bin Hanbel'e mektup ile benden selâm yaz ve de ki, Kur'ân-ı kerîmin mahlûk olup olmadığı kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş." dedi.

Bir gün Ahmed bin Hanbel hazretleri bir cemâatle berâber oturuyordu. İçeriye bir zât girip; "Ahmed bin Hanbel kimdir?" dedi. Orada bulunanlar susup bekledi. "Ahmed bin Hanbel benim, ne istiyorsun?" dedi. Gelen zât şöyle anlattı:

Dört yüz fersah uzaktan geliyorum. Cumâ gecesi uyumuştum. Rüyâmda biri gelip bana; "Ahmed bin Hanbel'i biliyor musun?" dedi. "Hayır tanımıyorum." dedim. "Bağdat'a git, onu sor ve bulunca, Hızır aleyhisselâm sana selâm söyledi de. Semâvâttaki, gökteki melekler ondan râzıdır. Çünkü o, nefsine aslâ uymadı, Allahü teâlâya itâat husûsunda çok sabırlı davrandı." dedi.

Ahmed bin Hanbel; "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billah." dedi. Sonra o zâta; "Başka bir söyleyeceğin ve ihtiyâcın var mı?" dedi. "Hayır sâdece bunun için geldim." dedi ve o gün Bağdat'tan ayrıldı.

Bir kere hadîs âlimleri, Ebû Âsım Dahhak ibni Mahled'in meclisinde toplanmıştı. Onlara; "Fıkıh öğrenmek istemez misiniz? Halbuki aramızda fıkıh âlimi yok." dedi. Onlar; "Aramızda bir kişi var." dediler. "Kimdir o?" dedi. "Birazdan gelir." dediler. Biraz sonra Ahmed bin Hanbel karşıdan göründü. "Karşılayalım." dedi. Oradakiler; "O böyle şeyden hoşlanmaz." dediler. Gelince, Ebû Âsım onu yanına oturtup, fıkhî meseleler sormaya başladı. Bir suâl sordu ve cevap aldı. Sormaya devâm ederek, birkaç kere sorup cevap aldı. Sonra da; "Bu deryâ gibi bir âlimdir." dedi.

Ahmed bin Hanbel'in, yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine; "Bu işçiye ücretinden fazla ver." dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. Hazret-i İmâm; "Arkasından yetiş, şimdi alır." dedi. Dediği gibi, işçi parayı aldı. Hazret-i İmâm'a sebebi suâl edildiğinde buyurdu ki: "O zaman böyle bir şey aklından geçiyordu... Şimdi ise bu düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı." Tevekkül nedir diye suâl ettiler: "Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." buyurdu.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALÂEDDÎN ALİ ESVED KARAHİSÂRÎ (Kara Hoca)


Velî ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. Asıl ismi Ali bin Ömer'dir. Alâeddîn ve Esved lakabları verildi. Kara Hoca diye meşhûr oldu. Afyonkarahisar taraflarından olduğu için Karahisârî nisbet edildi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1397 (H.800)'de İznik'te vefât etti.

İlk tahsîlini memleketi olan Karahisar'da yapan Alâeddîn Ali, daha sonra İran taraflarına gitti. Oradaki âlimlerden ve eserlerinden istifâde etti. Bilhassa Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin talebeleri ile yakın irtibâtı oldu. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimlerinde yükseldi. Cemâleddîn Aksarâyî'nin ilminden de istifâde etti. Tasavvuf yolunda ilerledi. Tahsilini tamamlayıp, memleketine döndü. İznik şehrini fetheden Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi tarafından kendisine İznik'teki bir câmide hatîblik vazifesi verildi. Böylece halkın dînî meselelerini çözmeye ve onlara vâz ve nasîhatlerde bulunmaya başladı.

Daha sonra İznik medresesi müderrisi Molla Tâceddîn'in vefâtı üzerine Sultan Orhan Gâzi bu göreve Alâeddîn Esved hazretlerini getirdi. Alâeddîn Esved hazretleri burada yıllarca Osmanlı ülkesinin, dört bir yanından gelen talebelere ilim öğretti.

Kendisinden ders alan pekçok talebe, ilim sâhibi kimseler olup, Osmanlı şehirlerinde kâdılık yaptılar. İçlerinden Şemseddîn Fenârî gibi şeyhülislâmlar yetişti. Bunlar arasından yetişen kâdılar meşhûr oldu. Târihe "Osmanlı kâdısı" mührünü vurdular. O kâdıların huzûrlarına pâdişâhlar bile edeple çıkar, karşılarında ayakta dururlardı.

Alâeddîn Esved, Osmanlının namlı Kara Hoca'sı, Osmanlı Devletinin temellerini sağlamlaştırıp, askerî ve mâlî teşkilâtlarını kuran, evlât ve torunlarının da, yüz elli yıl devlete en üst seviyede hizmet etmesine vesîle olan Çandarlı Kara Halîl Hayreddîn Paşayı da yetiştirdi. Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi, Kara Hoca'nın evine gelip, talebelerinden birini, kendisine yardımcı olmak için vermesini isteyince, Çandarlı Kara Halîl'i verdi.

Bu hâdise şöyle cereyân etti:

Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir zât-ı muhterem idi. O mübârek kimse, birgün Alâeddîn Esved hazretlerini ziyârete gitti. Onun mahalline vardığında, Alâeddîn Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzî ve orada bulunan Alâeddîn Esved'in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, Kara Halîl imâmete geçti. Cemâata namazı kıldırdı. Alâeddîn Esved de, odasından çıkıp namaza katıldı. Namazdan sonra bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeble dinledi. Sonra başını kaldırıp;

"Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer'î hükümleri beyân etmek için bir hâkim-i samedânî lâzımdır. Talebenizden birini benim ile sefere gitmek için tâyin etseniz." deyip, merâmını arzetti.

Alâeddîn Esved hazretleri Orhan Gâzi'nin bu arzusunu kabûl ettikten sonra talebelerine baktı. Herbirinin; "Ne olur beni gönderme!" diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan ulemâyı dünyâya düşkün addediyorlar, sultanların, kötülüklerine, ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı, emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına meyletmekten sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâeddîn Esved diye anılan Kara Hoca'nın talebelerinden birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi Çandarlı Kara Halîl'i Sultan Orhan Gâzi'ye verdi. Kara Halîl de, "Memur, mâzûrdur" hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, Sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının, Devlet-i âliyye-i Osmâniye içerisinde sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine gayret eyledi.

Kara Hoca Alâeddîn Esved Karahisârî, sâlih ameller işledi. Allahü teâlânın nice sevgili kullarını gördü. Gecesini gündüzünü ibâdet ve ilimle geçirdi. İnsanlara hizmet etti. Herkese karşı merhametli oldu. İsteyeni geri çevirmedi. Kimseye kötü muâmele yapmadı. Herkese nasîhat etti. İnsanların doğru yolu öğrenip, Allahü teâlâya hakîkî kul olmaları için çalıştı. Her işini Allahü teâlânın rızâsı için yapar, her sözünü O'nun emrine uygun söylerdi. Uzun bir ömür sürdükten sonra, 1397 yılında İznik'te vefât etti. İznik Şerefzâde mahallesindeki türbesinde medfûndur.

Kara Hoca, fıkıh, usûl ve beyânda faydalı eserler yazdı. İnâye fî Şerh-i Vikâye, Şerh-ıl-Mugnî lil-Habbâzî ve Şerh-ıl-Îzâh lil-Kazvînî adlı eserleri, ilminin üstünlüğüne, derecesinin yüksekliğine en büyük senettir.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s. 29
2) Kâmûs-ul-A'lâm; c.4, s.3168
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.7, s.158
4) Keşf-üz-Zünûn; s.211, 1749, 2021
5) El-A'lâm; c.4, s.316
6) Hediyyet-ül-Ârifîn; c.1, s.726
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.363
8) Âşıkpaşazâde; s.204
9) Tâcü't-Tevârih Tercümesi; c.5, s.7
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
AZERÎ HAMZA BİN ALİ


İlimlere vâkıf, ârif ve himmet sâhibi bir zât. 1380 (H.782) yılında Maverâünnehr'de İsferâyin kasabasında doğdu. 1462 (H.866) yılında vefât etti.

Asıl adı Hamza bin Ali Meliki't-Tûsî ve Beyhakî'dir. Babası İsferâyin'de mevki sâhibi bir zât idi. Hamza bin Ali küçük yaştan îtibâren ilim sâhipleri ve gönül sultanları ile berâber oldu. Gençlik çağında dahi dünyâ işlerine iltifat etmedi. Hiç bir emel peşinde koşmadı. Fen ve din ilimlerinde ilerledi. Şiir ile meşgûl oldu. Sultan Şahruh hakkında bir kasîde yazdı. Şeyhe çok hürmet ve tâzim gösteren Sultan ona "Melikü'ş-Şuarâ" ünvânını vereceğini vâdetti.Ancak Hamza bin Ali bu makamı dünyâ muhabbetine açılan bir pencere görüp, istemedi. O, dünyâyı tamamen terketmek istiyordu.

Bu maksatla şeyhlerin şeyhi, âriflerin önderi Muhyiddîn et-Tûsî el-Gazâlî'nin sohbetlerine katıldı. Ondan hadîs kitaplarını okudu. Tarîkat erkânını öğrendi ve bu yolda ileri derecelere kavuştu. Mânevî hazzın, ilâhî aşkın tadını aldığı bu büyük şeyhin yanından hiç ayrılmadı. Onunla birlikte hacca gitti. Ancak Şeyh Muhyiddîn hazretleri Halep'te hayâta gözlerini kapadı.

Şeyh Azerî bundan sonra Seyyid Nîmetullah hazretlerinin derslerine devâm etti. Bu gönül sultanının yanında seyr ve sülûk yaparak, nefsini kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizledi. Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olup tam ihlâsa, her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma makâmına, kavuştu. Bu hâle geldikten sonra Seyyid Nîmetullah hazretlerinden icâzet, diploma aldı.

Şeyh Azerî hazretleri bundan sonra iki defâ yaya olarak hacca gitti. Bir yıl Beytullah'ta kaldı. Harem'de, haccın âdâb ve erkânı ile Kâbe'nin târihi hakkında bilgi veren Sa'yü's-Safâ kitabını yazdı. Sonra Hind'e gitti. Bir müddet orada kaldı. Şeyh Azerî'nin sohbetlerine katılan Hind Meliki Sultan Ahmed, kendisinden çok memnun oldu. Şeyhe elli bin dirhem hediye gönderdi ve ülkesinde kalmasını istedi. Ancak Şeyh Azerî hazretleri bu hediyeyi kabûl etmedi. Bir müddet sonra da ülkesine döndü.

Bundan sonra otuz yıl ibâdet seccâdesinde oturdu. Allahü teâlâyı tefekkür ile meşgûl oldu. Âlimler, din ve devlet büyükleri, mülk ve millet sahipleri ve her sınıf insan ziyâretine gelirler, hizmetinde bulunurlar, nasîhat isterler ve rızâsına kavuşmak için can atarlardı.

Tîmûr Hanın torunlarından Sultanzâde Muhammed bin Baysungur, Irak'a gideceği vakit şeyhin ziyâretine geldi. Şeyh ona adâlet ve merhâmet hakkında pek çok nasihatlerde bulundu. Sohbet esnâsında şehzâdenin kalbinde şeyhe karşı büyük bir muhabbet hâsıl oldu. Şeyhin önüne bir kese altın bıraktı. Şeyh bunu kabûl etmedi ve şu beyti okudu:

"Altını dağıtmak, onu hiç almamaktan daha iyi ve hayırlı değildir." Sultanzâde bundan sonra şeyhe daha çok bağlandı.

Şeyh Azerî hazretlerinin kasîdelerini toplamış olduğu dîvânındaki şiirlerinden bâzıları şu mânâdadır:

"Ben sana hikmetten bir nükte öğreteyim. Sen bunu yaparsan iki âlemde büyük adam olursun. Tarîkat libasını giydiğin vakit zilletten müteessir olma. İzzet ile övün."

"Yaygı gibi yayılmış olan bu yeryüzünün durumunu gözünün önüne al. Bunu tıpkı siyâh, beyaz hânelere ayrılmış bir satranç tahtası gibi farz et. Birbiri karşısına konulmuş siyah ve beyaz hâneler ayniyle gece ve gündüzün aydın ve karanlık saatlerine benzer. Burada akıl ve nefs birer mühendis ve hokkabaz ve yekdiğerini yenmek isteyen iki satranç ustasıdır. Aklını başına al; nefis, hîleler yapan, dalavereci bir rakîptir. Ey Azerî, bir kimse nefsin kötü isteklerinden korunmazsa murâd atını, ilâhî yoldaki arzu ve isteğini kaybetmiştir. Zaman herkesle bir türlü oyun oynar. Onun oyunundan sakının."

"Hikmet hazînesinin anahtarı bizim elimize geçtiği zamandan beri hırs gözüne kanâat sürmesini sürdük. Ey gönül bu dünyâ olayları ayarı düşük bir pazardır. Biz bunu birçok kere himmet terâzisiyle tarttık. Ancak korkarım ki, bizim tâat ve ibâdet sayfalarını yok saydığımız gibi, yarın tevfik sayfamızı da yok saymasınlar. Bugün ayrılıktan çektiğimiz azâbın yanında yarın haşr gününde çekeceğimiz azâbın gözümüzün önünde hiç ehemmiyeti yoktur. Vatanın ve yar ile bulunmanın kadri kıymeti nedir? Bunu bizden sor. Çünkü biz gurbet mihneti nedir; bunu çekmişiz, ne acı olduğunu biliriz."

Şeyh Azerî hazretlerinin dîvânından başka Cevâhirü'l-Esrâr, Sa'yü's-Safâ, Tuğrây-ı Hümâyûn ve Acâibü'l-Garâib adında eserleri vardır. Şeyh hazretleri 82 yaşında iken 1462 (H.866) yılında İsferâyin kasabasında vefât etti. Mezarı buradadır. Bütün malını mülkünü sâlihlere, zâhidlere, dünyâya düşkün olmayanlara, fakirlere ve ilim talebelerine vakfetmişti. Bu sebeple türbesinin yanındaki zâviyede yıllarca ders okundu. Ziyâretçiler eksik olmadı. Sultanlar ve hâkimler de onun rûhu için orada ders gören talebelere ve gelip giden fakirlere, ihtiyaç sâhiplerine lütuf ve ihsânlarda bulunurlardı.

Hâce Ahmed-i Müstevfî, Şeyhin vefâtı üzerine şu kıtayı söyledi:

"Yazık ki zamânenin şeyhi Azerî'nin hayat kandili riyâsız kaldı. Gönül çerağı onun hayat körüğüyle hakîkatlerin her çeşidiyle parlıyordu. O şiir söylemekte Hüsrev-i Dehlevî'ye benzediği için, ölüm târihi "Hüsrev" oldu."

1) Devletşah Tezkiresi; s.466-472
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BABA HAYDAR SEMERKANDÎ

Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır.

Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand'da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul'a geldi.

İstanbul'da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi.

Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: "Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.

1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:

"Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı." demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:

"Baba Haydar'ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun." diye emir verdi.

Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.

PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!

Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:

"Efendimiz, Eyüp'teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:

"Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:

"Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp'ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:

"Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:

"Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:

"Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:

"Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:

"Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar'ın yanına giderek:

"Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi.

Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.

1) Mir'ât-ı Kâinât; c.3, s.137
2) Sicilli Osmânî; c.2, s.260
3) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.435
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1069, 1092
5) Hadîkat-ül-Cevâmî; c.1, s.285
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.293-294
7) Kevâkib-üs-Sâire; c.2, s.140
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BABA NÎMETULLAH NAHÇIVÂNÎ

Osmanlılar zamânında yetişen İslâm âlimlerinden ve Nakşibendiyye yolunun büyük velîlerinden. Âzerbaycan'ın Nahçıvân şehrinde doğdu. Asıl ismi Nîmetullah bin Mahmûd Şeyh Alvan'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1514 (H.920) senesinde Konya'ya bağlı Akşehir kasabasında vefât etti. Daha önce vefât ettiği de rivâyet edilir.

Küçük yaştan îtibâren doğum yeri olan Nahçıvân'da bulunan kıymetli âlimlerden dersler almaya başladı. Fen ve din ilimlerini tahsîlden sonra tasavvufa yöneldi. Böylece her yönüyle yetiştikten sonra aldığı mânevî işâret üzerine memleketinden ayrılıp Osmanlı ülkesine gelen Nahçıvânî, Nasreddîn Hoca'nın memleketi olan, Konya'ya bağlı Akşehir beldesinde yerleşti. Burada gerek yaşayış ve gerekse verdiği yazılı eserleriyle herkese ahlâk, fazîlet, ilim ve irfân nümûnesi oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksek idi. Mânevî ilimlerdeki engin bilgisi ile tasavvufta, ilâhî sırlar denizinin dalgıcı olmuştu. Yâni bu yolda derecesi çok yüksek idi. Bununla berâber, kendi hâlini gizler, tevâzu gösterirdi. Gâyet sâde yaşamayı sever, fakîrliği zenginliğe tercih ederdi.

Naklî ilimlerden, bilhassa tefsîr ilminde mütehassıs idi. Fevâtih-ul-İlâhiyye vel-Mefâtih-ul-Gaybiyye isimli tefsîri ve Beydâvî Tefsîrine yazdığı hâşiyesi çok kıymetlidir. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî'nin Füsûs-ül-Hikem isimli eserine ve Gülşen-i Râz isimli manzûm esere hâşiyeleri vardır. Bunlardan başka, Hidâyet-ül-İhvân ve Risâlet-ül-Vücûd isminde tasavvufla ilgili iki risâlesi bulunmaktadır. Fevâtih-ul-İlâhiyye isimli tefsîrinin, bizzât kendi el yazısıyla olan nüshası, Topkapı Sarayı Üçüncü Ahmed Han Kütüphânesinde mevcuddur. 1908 (H.1326)de, Matbaa-i Osmâniyyede iki cild hâlinde basılmıştır. Nahçıvânî bu eserini, 1498 senesinde, Ramazân-ı şerîf ayının ortalarında tamamlamıştır.

Târihte ve günümüzde, bilhassa Akşehirliler arasında; Şeyh Alvân, Nîmetullah Nahçıvânî, Baba Nîmetullah, Baba Nîmet ve Nîmetullah Sultan gibi isimlerle anılan bu büyük Türk-İslâm âlim ve velîsi, zamânındaki âlim ve velîlerin en üstünlerinden idi. Akşehir'de uzun seneler ilme hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Türkçe ile birlikte, Arabî ve Fârisîyi de çok iyi bilirdi.

1514 (H.920) yılında vefât eden Baba Nîmetullah Nahçıvânî'nin türbesi Akşehir'de, Baştekke yolu üzerindedir. Tekkeye giden yolun sağında ve Akşehir deresinin solunda olup, birkaç defâ tâmir görmüştür. Türbenin önünde bir havuz vardır. O büyük zâtı sevenler, kabrini ziyâret ederek, mübârek rûhâniyetinden istifâde etmekte, onu vesîle kılınca yaptıkları duâlar kabûl olmaktadır. Baba Nîmet'in sandukasının dere tarafında, büyüklü küçüklü dört ayrı kitâbe taşı bulunmakta olup, ikinci taşın kitâbesinde şöyle yazmaktadır:

"Hû Dost. Kibâr-ı Ehlullahdan ve müfessirîn-i izâmdan Hâce Nîmetullah kuddise sirruh hazretlerinin merkâd-i münevvereleridir (mübârek, nûrlu kabirleridir)."

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.1, s.398
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.360
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.40
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.497
5) El-A'lâm; c.8, s.39
6) Mu'cem-ül-Müellifin; c.13, s.111
7) Keşf-üz-Zünûn; s.189, 1292, 2028
8) Konya Velîleri; s.169-171
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.292
10) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.401-402
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BABA TÂHİR URYÂN


İran'da yetişen şâir ve velîlerden. Onuncu yüzyılın sonu ve on birinci yüzyılın başında yaşadı. İsmi Tâhir olup, Baba Tâhir ve Tâhir Uryân-ı Hemedânî diye meşhûr oldu. İran'ın Hemedan şehrinde doğdu. 1010 (H.401) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri Hemedan'dadır.

Baba Tâhir Uryân'ın hayâtı hakkında verilen bilgiler çok az olup, daha çok kerâmetleri hakkında kıssalar nakledilmektedir. O küçük yaştan itibâren ilim tahsili için gayret sarfetmekte bu hususta elde ettiklerini bir türlü yeterli bulmamaktadır.

Nakledildiğine göre bir gün Baba Tâhir, Hemedan Medresesi talebelerine ilim elde etmek için ne yapmak lâzım geldiğini sordu. Talebeler onunla alay etmek için bir kış gecesini havuzun buzlu suyu içinde geçirmesi gerektiğini tavsiye ettiler. Baba Tâhir bu tavsiyeyi aynen tatbik etti. Ertesi sabah Allahü teâlânın ihsânı ve bereketi ile kendisini ilim nûru ile aydınlanmış buldu.

Bu vakadan sonra Baba Tâhir Uryân hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. Bir defâsında Elvend Dağının karını, içindeki ilâhî aşk ateşinin harâretiyle eritmiştir. Bir kere de ilm-i heyete, astronomiye dâir kendisine sorulan meselenin hallini ayak parmağının ucuyla çizmiştir. Böylece Hemedan ve Turistan bölgesinde şöhreti artan Baba Tâhir Uryân'ın duâsına kavuşmak ve sohbetinden istifâde etmek isteyenler onun huzûruna koşmaya başlamışlardır.

Nitekim Selçuklu Devletinin kurucusu Tuğrul Bey de Hemedan'a geldiği zaman, onunla sohbet etti ve duâsını kazanmayı büyük nîmet bildi. Tuğrul Bey Hemedan'a geldiği zaman üç zât vardı. Bunlar: Baba Tâhir, Baba Câfer ve Şeyh Hamşâd'dı. Bu üç zât, Hemedan şehrinin kapısında yer alan ve Hızır adıyla anılan bir tepenin yanında idiler. Sultan onları görünce bineğini durdurdu. İndi ve Vezir Ebû Nasr el-Kundûrî ile onların yanına gelerek ellerini öptü. Baba Tâhir, Sultana; "Ey Türk! Allah'ın kulları ile ne yapacaksın?" diye sorunca, Sultan; "Siz ne emrederseniz onu yapacağım." dedi. Baba Tâhir; "Muhakkak Allah adâlet ve ihsân yapmayı buyurur." (Nahl sûresi:90) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak; "Allahü teâlânın buyurduklarını yap." dedi. Sultan Tuğrul Bey ağlayarak; "Öyle yaparım." dedi. Baba Tâhir, Sultanın elini tuttu ve; "Benden bunu kabûl et." dedi. Sultan da; "Ettim." dedi. Baba Tâhir parmağında bulunan ve yıllarca taktığı yüzüğünü parmağından çıkararak Sultanın parmağına taktı ve; "Âdil ol!" dedi. Sultan katıldığı her savaşta o yüzüğü parmağına takardı.

Zâhirî ilimlerde âlim, tasavvufta yetişmiş bir velî olan Baba Tâhir Uryân'ın asıl şöhreti şâirliğinden gelmektedir. İran edebiyâtında daha çok Lûristan (Lûrî) lehçesiyle söylediği ârifâne ve etkileyici beyitleriyle ün kazanmıştır. Dübeyit adı verilen bu şiirlerin ölçüsü normal rubâî vezninden biraz farklıdır. Zamanla halk arasında yaygınlaştıkça bâzı değişikliklere uğrayan bu şiirler orijinalliklerinden bâzı şeyler kaybetmişlerdir. Baba Tâhir'in dübeyitleri (rubâi) dışındaki en önemli eseri, ahlâkî, tasavvufî konulardaki bâzı düşüncelerini özlü bir biçimde ifâde ettiği Arapça bir eserden Kelimâtü'l-Kısâr (Kısa Sözler) adlı mecmûadır. Tasavvuf erbâbı arasında büyük rağbet gören bu eser, yirmi üç bâbdan ibâret olup, Farsça ve Arapça çeşitli şerhleri yapılmıştır. Baba Tâhir'in dübeyitleri, bâzı gazelleri ve Kelimâtü'l-Kısâr adlı veciz sözler mecmûasını ihtivâ eden dîvânı, 1927 senesinde Armağan Dergisi'ni yayınlayan Hüseyin Vâhid Destgerdî tarafından Tahran'da neşredildi. Bu dîvânın Kelimâtü'l-Kısâr dışındaki dübeyitleri ve gazelleri ihtivâ eden kısmı Türkçe'ye çevrilmiştir.

Kaynakların bildirdiğine göre Hemedan ile Lûristan'da yaşadığı anlaşılan Baba Tâhir Uryân 1010 (H.401) senesinde Hemedan'da vefât etti. Şehrin kuzey-batı tarafındaki Bun-i Bâzâr mahallesinde küçük bir tepe üzerinde defnedildi.

Baba Tâhir Uryân dübeyitlerinde dünyânın geçiciliğini şöyle açıklıyor:

Dünyâ sofradır, insanlarsa misâfirdir
Bugün lâle görülür, yarın da hâzân olur.
Karanlık bir çukurun adın kabir koyarlar
Bana derler ki budur senin evin.
Dünyâ malının hepsi yanmalıdır
Dünyâ malından yüz çevirmelidir
Bugün yüreğinde olan derd ile gamı
Mahşer günü için toplamalısın.

ÇARE BULMAZLAR

Ne mutlu onlara ki cân ile vücûdu fark etmezler.
Candan cânânı, cânândan cânı ayrı bilmezler
Onun derdine alışırlar, aylarca yıllarca
Fakat kendi dertlerine bir çâre bulmazlar.

Âşık olan herkes cânından korkmaz
Âşık kütük ve zindandan korkmaz
Âşıkın gönlü aç bir kurtun heyheyinden
Korkmadığı gibi hiçbir şeyden korkmaz.

Yâ Rabbî! Gönlümün feryâdına yetiş
Kimsesizler kimsesi sensin, ben kimsesiz kaldım
Herkes diyor ki Tâhir'in kimsesi yoktur.
Allah benim yardımcımdır, başkasına ne hâcet.

Ben ne alış-veriş fikrindeyim ne de kâr
Yüreğimde ne iyilik ne de varlık düşüncesi var.
Çeşme başı, su kenarı istemem
Çünkü her gözüm binlerce akan nehir gibidir.

1) Baba Tâhir Uryân ve Şiirleri
2) Râhatüs-Südûr; s.98-99
3) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi; c.1, s.277,27
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BABA HAYDAR SEMERKANDÎ

Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır.

Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand'da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul'a geldi.

İstanbul'da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi.

Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: "Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.

1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:

"Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı." demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:

"Baba Haydar'ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun." diye emir verdi.

Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.

PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!

Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:

"Efendimiz, Eyüp'teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:

"Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:

"Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp'ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:

"Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:

"Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:

"Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:

"Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:

"Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar'ın yanına giderek:

"Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi.

Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.

1) Mir'ât-ı Kâinât; c.3, s.137
2) Sicilli Osmânî; c.2, s.260
3) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.435
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1069, 1092
5) Hadîkat-ül-Cevâmî; c.1, s.285
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.293-294
7) Kevâkib-üs-Sâire; c.2, s.140
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BEHÂEDDÎN BİN LÜTFULLAH

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Mevlânâ Behâeddîn bin Şeyh Lütfullah'tır. Doğum târihi kaynaklarda bulunamamıştır. 1490 (H.895) senesinde Edirne'de vefât etti.

Babası Şeyh Lütfullah, Hak yolu yolcularının rehberi ve helâke uğrayanların, İslâmiyetten uzaklaşanların kurtarıcısı Şeyh Hâcı Bayrâm hazretlerinin önde gelen halîfelerinden idi. Bu sebeple Behâeddîn, daha küçük yaşta iken o yüce velînin elini öpmek ve duâsına kavuşmak şerefine nâil oldu. Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretleri tâcını Behâeddîn'e hediye etti. O bu tâcı ömrünün sonuna kadar başından çıkarmadı ve eriştiği dereceleri hep Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin tasarrufu bereketi bildi.

Zamânındaki büyük âlimlerden ilim öğrenerek yetişen Mevlânâ Behâeddîn, daha sonra Hâcezâde Muslihuddîn Mustafa bin Yûsuf'un hizmetine girdi. Kısa zamanda yükselerek, Hâcezâde'nin ders vekîli oldu. Önce gelen hakîkî İslâm âlimlerinin yaptıkları gibi edebe riâyet ile ilmini arttırdı ve büyük âlimlerden oldu.

İlminin çokluğu ile berâber, fazîlet ve güzel hâllerde de çok üstün idi. Vakitlerinin çoğunu ilim ve ibâdete ayırdı.

İlimde çok yükselip, insanlara faydalı olacak, ders verecek hâle gelince, Balıkesir Medresesine müderris oldu. Sonra Bursa'da Yıldırım Bâyezîd Han Medresesinde görevli iken, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul'da yaptırılan Sahn-ı Semân medreselerinden birine tâyin edildi. Bir müddet sonra, bu vazîfeye Magnisâvîzâde'nin tâyin edilmesi ile, tekrar Bursa'daki vazîfesine döndü. Bir zaman sonra, kendisini sırf ibâdet ve tâata vermek, başka hiçbir şeyle meşgûl olmamak istedi. Bunun için müderrislik vazîfesini bırakıp, Balıkesir'de yerleşti. İnsanlardan ayrı, kendi hâlinde yaşamayı tercih etti.

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Edirne'de büyük ve mükemmel bir medrese yaptırınca, buraya, ilk müderris olarak bizzât Mevlânâ Behâeddîn'i tâyin etti. Böylece bu kıymetli vazîfeye tekrar başladı. Mevlânâ Behâeddîn hazretleri 1490 (H.895) senesinde vefâtına kadar bu görevde kaldı. Pekçok talebe yetiştirdi. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler. Vefâtı üzerine şu târih düşürüldü:

"Asrın âlimi Behâeddîn'i kaybettik

Rabbim ona rahmet et diye târih dedik."

Rivâyet olunur ki, Mevlânâ Behâeddîn hazretleri, bir gün Edirne'de velîlerden birine rastladı. O zât Mevlânâ'ya; "Yolculuk zamânı yaklaştı. Âhirete göç etmek zamânı geldi. Devamlı âhiret hazırlığında bulunmalı değil mi?" diye hitâb etti. Mevlânâ tebessüm ederek; "Evet!" mânâsına başını salladı.

Bu konuşmadan sonra evine gelen Mevlânâ, vasiyetini yaptı.Yedi gün hasta yattıktan sonra vefât etti. Onu sevenler, vefâtına çok üzüldüler.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye (Arabî); c.1, s.219
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi(Mecdî Efendi); s.213
3) Tâcü't-Tevârih; c.5, s.162
4) Edirne ve Paşa Livası; s.99-100
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BUSAYRÎ (Muhammed bin Saîd bin Hammâd)

İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Saîd bin Hammâd bin Abdullah es-Sanhâcî el-Busayrî el-Mısrî, künyesi Ebû Abdullah ve lakabı Şerefüddîn'dir. Aslen Magribli olup, dedeleri Mısır'a yerleşmişlerdi. İmâm-ı Busayrî, 1212 (H.609) senesinde Mısır'da Busayr şehrinde doğdu. 1211 (H.608) de doğduğu da rivâyet edilmiştir. 1295 (H.695) senesinde Mısır'da İskenderiyye şehrinde vefât etti. Kurâfe kabristanında, İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin yanına defnolundu.

İmâm-ı Busayrî, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin talebesidir. Ebü'l-Abbâs Mürsî de, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin talebesidir. İmâm-ı Busayrî, hadîs ilminde, hattâtlıkta ve bilhassa şiirde çok derin âlim idi. İfâdesi çok tatlı ve derîn mânâlı olup, dinleyenleri tesir altına alırdı. Mahâret ve metâneti çok idi. Evliyâlık yolunda çok yüksek derecelerin sâhibi idi. Başta Resûlullah efendimiz olmak üzere, tasavvuf büyüklerine ve evliyâya olan muhabbet ve bağlılığı pek fazla idi. Eserlerini okuyanlar bunu açıkça görmektedirler.

İmâm-ı Busayrî hazretlerinin, Resûlullah'a olan sevgisini, aşkını anlatan kasîdeleri vardır. Murâdiyye ve Hemziyye ismindeki kasîdeleri meşhûrdur. Sonra gelen İslâm âlimleri, bunları severek okumuşlar, talebelerine okutmuşlar ve ezberletmişlerdir.

Sevgili Peygamberimizin üstünlüğünü anlatan, O'nu öven en kıymetli kasîdesi ise, Kasîde-i Bürde'dir. İmâm-ı Busayrî bu kasîdesini yazdıktan sonra, daha çok meşhûr olup, bütün âlimlerin ve evliyânın sevgisine, iltifâtına kavuşmuştur. Bu kasîdenin yazılmasına sebeb olan hâdise şöyle anlatılmaktadır:

"İmâm-ı Busayrî hazretlerine, ömrünün sonuna doğru felç hastalığı geldiğinden, bedeninin yarısı hareketsiz kaldı. Allahü teâlâya, hastalığına şifâ vermesi için Resûlullah'ı vesîle edip çok duâ eyledi. İnsanların en üstünü olan Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesini hazırladı. Rüyâda Resûl-i ekreme okudu, çok beğendiler, hoşlarına gitti. Üzerlerinde bulunan mübârek hırkasını çıkarıp, İmâm-ı Busayrî'ye giydirdiler. Bedeninin felçli yerlerini mübârek eli ile sığadılar. Uyanınca, vücûdu sıhhate kavuşmuş idi. Ayrıca Peygamber efendimizin rüyâda giydirdiği hırka-i seâdet de üzerinde idi. Bunun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde; hırka, palto demektir. İmâm-ı Busayrî sevinerek sabah namazına giderken, yolda, Allahü teâlânın sevgili kullarından evliyâ bir zâta rastladı. O evliyâ zât, İmâma; "Ey Busayrî, kasîdeni dinlemek isterim." dedi. "Benim kasîdelerim çoktur. Hepsini herkes bilir." dedi. O zât; "Kimsenin bilmediği, bu gece Resûlullah'a okuduğunu istiyorum." deyince, bunu hiç kimseye söylemedim. Nereden anladın?" dedi. O zât da, İmâmın rüyâsını, olduğu gibi haber verdi.

O zamanın vezîri Behâeddîn bu kasîdeyi işitince, hepsini okutup saygı ile ayakta dinledi. Hastalara okununca iyi oldukları, okunan yerlerin derdlerden, belâlardan emin oldukları görüldü. Faydalanmak için inanmak ve hâlis niyetle okumak lâzımdır.

Kasîde-i Bürde, on kısımdır:

Birinci kısım, Resûlullah'a olan sevginin kıymetini bildirmektedir.

İkinci kısım, insanın nefsinin kötülüğünü anlatmaktadır.

Üçüncü kısım, Resûlullah'ı övmektedir.

Dördüncü kısım, Resûlullah'ın dünyâyı teşrîfini anlatmaktadır.

Beşinci kısım, Resûlullah'ın duâlarının hemen kabûl olduğunu bildirmektedir.

Altıncı kısım, bu kısımda Kur'ân-ı kerîm övülmektedir.

Yedinci kısım, Resûlullah'ın mîrâcındaki incelikleri bildirmektedir.

Sekizinci kısım, Resûlullah'ın cihâdlarını anlatmaktadır.

Dokuzuncu kısım, Allahü teâlâdan af ve magfiret ve Resûlullah'tan şefâat istemektedir.

Onuncu kısım, Resûlullah'ın derecesinin yüksekliğini bildirmektedir.

Bu kasîdeye, El-Kevâkib-üd-Düriyye fî Medh-i Hayr-ül-Beriyye ismi verilmesine rağmen manzûme, Kasîde-i Bürde ismiyle meşhûr olmuştur. Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri olan Kasîde-i Bürde'ye, Kasîde-i Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. Eshâb-ı kirâmdan Ka'b bin Züheyr'in (r.anh) yazdığı ve Peygamber efendimize okuduğu Bâned Suâd (Sevgili uzaklaştı) diye başlayan kasîdeye de Kasîde-i Bürde denilmiştir.

KASÎDE-İ BÜRDE'DEN

Selem ağaçlarının bulunduğu yerdeki,
Peygamber dostlarını yâd mı ağlatan seni?

Medîne rüzgârı mı, söyle seni ağlatan?
Gece çakan şimşek mi yoksa İdem dağından?

Gözlerine ne oldu, dur dedikçe akmakta?
Kendine gel dedikçe, kalbin coşup yanmakta?

.........................................

Hazret-i Muhammed'in, kerem yağmurlarından,
Bir damla almak ister, bilcümle peygamberân.

Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî,
Varlıkların hepsinden O'dur Hakk'a sevgili.

Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli,
Mümkün değil anlatmak, dil ile kemâlini.

Eğer Resûlullah'ın cümle mûcizeleri,
Büyüklüğünü dile getirebilse idi,

Mübârek isimleri anıldığı zamanda,
Hep çürümüş kemikler dirilirdi bir anda.

Tâkatımız üstünde, bize yük yüklemedi.
Baş ve göz üzeredir, emir ve nehiyleri.

Hakîkî değerini, anlatmaktan âciziz.
Bu yönüyle övmekten, yeğdir sükût etmemiz.

.........................................

Peygamber efendimiz, güneş gibidir bilin,
Ondan ziyâ bulmakta nücûm-ı resûllerin.

Allah O'nu ahlâkta, tezyîn edip yarattı.
Güzel huy, güler yüzle, bezemiştir zâtını.

Latîf yaratılmıştır gül ve çiçek misâli,
Parlak ve şereflidir, ayın on dördü gibi.

Himmetli ve gayretli o Nebî zaman kadar,
O'nun cömertliğinde, damladır okyanuslar.

Mübârek bedenini, kucaklayan toprağın,
Kokusu misk-ü anber gibi hoştur, inanın.

Ne mutlu o toprağı, koklayıp öpenlere,
O mübârek kokuyu sîneye çekenlere.

.........................................

Arab olan olmayan, bilcümle insanların,
Efendisidir hem de, yüzü suyudur cihânın.

Kötülüğü yasaklar, emreder iyiliği,
Bir ilâhî emirdir, emir ve nehiyleri.

O Server, Rabbimizin öyle bir kuludur ki,
Her tehlike ânında, umulur şefâati.

O öyle bir Resûl ki, Allah'a ibâdete,
Çağırır insanları, O'na uyun elbette.

Hiç kopmayan sağlam bir ipe yapışmış gibi,
Emniyette hisseder, rahat bulur kendini.

İlâhî izin ver de âl ve Eshâbına da,
Onlara tâbi olan, ehl-i takvâlara da.

Rahmet bulutlarının, akması dâim olsun,
Halîm ve kerîm kullar, rahmetine kavuşsun.

1) Fevât-ül-Vefeyât; c.3, s.456
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.432
3) El-A'lâm; c.6, s.138
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1046
5) Kıyâmet ve Âhiret; (5. Baskı) s.120, 130
6) Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.154, c.9, s.329
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.143
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt