Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İZ BIRAKANLAR (1 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

gazel parçalari da ilâve edilmistir. Arûz vezni ile yazilmis, (fâilâtün, fâilâtün, fâilün) kalibi kullanilmistir. Yalniz bir yerde (Mef'ûlü, fâilâtü, mefâîlü, fâilün) kalibina yer verilmistir.

Kâfiyeler güzel ve saglamdir. Süleymân Çelebi, Mevlid'in misralarinin mükemmel olmasi için çok titizlik göstermis, bu sebeple Mevlid, üstün sanat sâhibi dîvan sâirlerince dahî sevilip begenilmistir.

Mevlid'de hem olaylarin, hem de düsüncelerin anlatildigi yerlerde, en kisa, en uygun ve mümkün olan en sâde anlatim sekli kullanilmistir. Mevlid'de, hemen her türlü söz ve ifâde sanatina rastlanir. En çok cinâs, tesbîh ve tekrîr gibi sanatlara önem verilmistir. Bölümlerin ve kitabin bütünlügüne titizlik gösterildigi kadar, her misra'in ayri ayri güzelligi de gözden kaçmamaktadir. Mevlid, lirizm (içlilik) ve ögreticiligi (didaktizmi) iyice kaynastirmis bir siir kitabidir. Kuruluktan uzak oldugu gibi, sirf coskunluktan da ibâret degildir. Görünüste kolay, fakat denendiginde benzerinin yazilmasinin çok zor oldugu görülür.

MUHAMMED ALEYHISSELÂMI SEVMEK

Süleymân Çelebi hazretleri, Mevlid'ine Arabî olarak bir önsöz yazarak, söyle buyurmaktadir: "Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânin ismiyle baslarim. Muhammed aleyhisselâmi bütün yaratilmislarin sebebi, en sereflisi ve en azîzi yapan, makâm-i Mahmûd ile sefâat hakkini vererek O'nu bütün Peygamberlerden üstün kilan, ismini O'nun ismiyle yanyana yazarak, hasedci seytanin burnunu sürtüp, O'nun sânini yücelten Allahü teâlâya hamd-ü-senâlar olsun. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânin indinde çok makbûldür. Allahü teâlânin melekleri O'nun yardimcilaridir. Agaçlar, toprak ve taslar, O'nunla konustular. O'nu sevenler dünyâda ve âhirette sevilip kurtulurlar. O'na düsman olanlar kovulup, Cehennem'e atilirlar. Bizi Muhammed aleyhisselâmin ümmeti yapmakla sereflendiren Allahü teâlâya hamd ederim. Serîki ve benzeri olmayan, mekândan münezzeh bulunan Allahü teâlânin bir olduguna sehâdet ederim. O, herkesin kendisine muhtâc oldugu, ibâdet ettigi ve yöneldigi Allahü teâlâdir. O, sâni yüce, kullarini merhametle bagislayandir. Güzel ahlâk ve cömertlik gibi pekçok meziyetleri ortaya çikaran, vâdedilen kiyâmet gününde, her tarafta sefâati kabûl edilir bir sefâatçi olan Muhammed aleyhisselâmin, Allahü teâlanin kulu, resûlü ve habîbi olduguna sehâdet ederim. Allahü teâlâ, O'na seçilmislerin en üstünleri olan temiz âline ve Eshâb-i kirâmina sonsuz rahmet etsin."

1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.144

2) Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.51

3) Vefeyât-i Baldirzâde

4) Güldeste-i Riyâz-i Irfân

5) Tâm Ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (50. Baski) s.1145

Kaynak: Miçonun sayfasi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Doç. Dr. Sefa SAYGILI

MIMAR SINAN (1490-1588)

Kayseri’nin Agirnas köyünde dogdu. Yavuz Sultan Selimzamaninda devsirme olarak Istanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik oldugu için seçilenler arasindaydi. Sinan, At Meydani’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarliga özendi, vatanin baglarinda ve bahçelerinde su yollari yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustalari mahiyetinde han, çesme ve türbe insaatinda çalisti. 1514’te Çaldiran, 1517’de Misir seferlerine katildi. Kanunî Sultan Süleyman zamaninda yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atli sekban oldu. 1526’da katildigi Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sirasi ile acemi oglanlar yayabasiligi, kapi yayabasiligi ve zenberekçibasiliga yükseldi. 1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bagdat seferlerinden dönüste ”Haseki” rütbesi aldi. Bagdat seferinde Van Kalesi Muhasarasinda, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerlestirdi.

Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katilan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Bugdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurdugu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’in takdirini kazandi. Ayni sene basmimarliga yükseldi.

Mimar Sinan, katildigi seferlerde Suriye, Misir, Irak, Iran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yi görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. Istanbul’da devrin en meshur mimarlari ile Bayezid Camii’nin ustasi Mimar Hayreddin ile tanisti.

Bazi Eserleri

Sinan’in mimarbasiliga getirilmeden evvel yaptigi üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Pasa Külliyesi ve Istanbul’da Hürrem Sultan için yapilan Haseki Külliyesi’dir.

Mimarbasi olduktan sonra verdigi üç büyük eser, O’nun sanatinin gelismesini gösteren basamaklar gibidir. Bunlarin ilki, Sehzadebasi Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrica imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrilmis medrese bulunmaktadir.

Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’in Istanbul’daki en muhtesem eseridir. Yirmiyedi metre çapindaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanin üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir sekilde oturtulmustur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüsü ile Süleymaniye Camii, olgunlasmis bir mimariyi temsil etmektedir.Sekiz ayri binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra sehrin ikinci üniversitesi olmustur.

Mimar Sinan’in en güzel eseri, seksen yasinda yaptigi EdirneSelimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapindaki kubbe, sekizgen seklindeki gövde üzerine oturmustur. Üç serefeli ince minarelerine üç kisi ayni anda birbirini görmeden çikabilmektedir.Sinan bu camiin ustalik eseri oldugunu ve bütün sanatini Selimiye’de gösterdigini belirtmektedir.

Mimar Sinan, gördügü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemis, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatini devamli gelistirmis ve yenilemistir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diger kisimlar tasidiklari yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalin degildir. Kullandigi bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.

Mimar Sinan ayni zamanda bir sehircilik uzmanidir. Yapacagi eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük basari göstermis ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerlestirmistir.

Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüssifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.

Depreme Dayanikli

Mimarin çok sayidaki eserini inceleyenler, Sinan’in depreme karsi bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldigini söylemekteler.Bu tedbirlerden biri, temelde kullanilan taban harcidir.Sadece Sinan’in eserlerinde gördügümüz bu harç sayesinde, deprem dalgalari emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapilarin yer seçimi de ilginç. Zeminin saglamlasmasi için kaziklarla topragi sikistirmis dayanak duvarlari insa ettirmis.Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yil bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasini saglamak içindir.

Mimar Sinan, yapilarinda ayrica drenaj adi verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmustur.Drenaj sistemiyle yapinin temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanikli kalmasi öngörülmüstür. Ayrica yapinin içindeki rutubet ve nemi disari atarak soguk ve sicak hava dengelerini saglayan hava kanallari kullanmis. Bunlarin disinda yazin suyun ve topragin isinmasindan dolayi olusan buharin, yapinin temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanallari kullanmistir. Buhar tahliye ve rutubet kanallari drenaj kanallarina bagli olarak uygulamaya konulmustur.

Iste Sinan’in eserlerini inceleyen ve birçogunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpinar’in söyledikleri:

”Karsilastigim bir özellikten dolayi gözlerime inanamadim. Sinan’in eserlerinde en ufak bir çikti ve desen dahi tesadüf degil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmis. Çünkü yapiyi herseyi ile bir bütün olarak ele almis. Bütün ölçülerini ebced hesabina göre yapmis ve bir ana temayi temel almis. Ölçülerini asal sayiya göre yapmis ve onun katlarini baz almis. Ilmini din ile bütünlestirip mükemmel eserler ortaya koymus. Örnegin SinanKur’an-i Kerim’de geçen ”Biz daglari yeryüzüne çivi gibi gömdük...” ayetinden etkilenerek yapilarinin yer altindaki kismini ona göre insa etmis. Yapilari hislerine göre degil, matematiksel olarak olusturmus. Bugünün teknolojisi bile Sinan’in yapmis oldugu bazi uygulamalari çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarinin bir baska benzeri daha yok. Ama bunlarin hepsi estetik sagladigi gibi yapinin saglamligini da pekistirmistir.

Kaynaklar:

1- Alimler ve Sanatkârlar, Ahmed Refik, Kültür Bak. Yay., 1980; 2- Rehber Ans. C. 12, Türkiye Gazetesi Yay.; 3- Aksiyon Derg. 15-21 Ocak 2000 sayisi Hasim Söylemez’in ”Sinan Depremi Çözmüstü” baslikli yazisi.

Kaynak: Miço'nun sayfasi

by Muhammed Faruk
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Mehmet Akif Ersoy


--------------------------------------------------------------------------------

Istiklâl Marsi sâiri. 1877 yilinda Istanbul'da dogdu. Annesi Emine Serife Hanim, babasi Temiz Tâhir Efendidir. Ilk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde basladi. Ilk ve orta ögrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasinin vefâti ve evlerinin yanmasi üzerine mülkiyeyi birakip Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâti boyunca yabanci dil derslerine ilgi duydu. Fransizca ve Farsça ögrendi. Babasindan Arapça dersleri aldi.

Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldi. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulasici hayvan hastaliklari tedâvisi için bir hayli dolasti. Bu müddet zarfinda halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayati 1893 yilinda baslar ve 1913 târihine kadar devam eder. Memuriyetinin yaninda Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.

1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedâri M. Emin Beyin kizi ismet Hanimla evlendi.
Âkif okulda ögrendikleriyle yetinmeyerek, disarda kendi kendini yetistirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genisletmeye çalisti. Memuriyet hayatina basladiktan sonra ögretmenlik yaparak ve siir yazarak edebiyat sâhasindaki çalismalarina devam etti. Fakat onun nesriyat âlemine girisi daha fazla 1908'de Ikinci Mesrutiyetin îlâniyla baslar. Bu târihten itibaren siirlerini Sirât-i Müstakîm'de nesretmeye basladi.
Âkif, yazi ve siirlerini hiçbir zaman geçim kaynagi olarak görmedi. Buna ragmen onu memlekete tanitan, halka sevdiren asil vasfi sâirligidir.

Birinci Cihan Harbi sirasinda Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sirasinda meydana gelmis, sâir o günlerin istirap ve heyecanini orada yasamistir. Sâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatiralari ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adli eserlerini yazmistir. Harbin son senesinde, çok sevdigi dostu Ismail Hakki Izmirli ile Lübnan'a gitti.

Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanini parçalamak ve paylasmak için dört taraftan saldirmaga baslamislardi. Harpten son derece bitkin bir halde çikan Türk milleti, vatanini müdâfaa için silâha sarildi. Âkif, vatan müdâfaasinin ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halki, istiklâlini muhâfaza etmek için savasmaya çagirdi. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayilmasi üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.

Istanbul'dan deniz yoluyla Inebolu'ya çikti. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyani üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanin bastirilmasinda mühim rol oynadi. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdigi vaazlar nesredilerek memleketin her tarafina dagitildi. Sonra Ankara'ya döndü.

1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Subat 1921 günü Istiklâl Marsi'ni yazdi. Meclis 12 Martta bu marsi kabul etti.
Zaferden sonra Istanbul'a geldi. Abbâs Halîm Pasanin dâveti üzerine 1923'te Misir'a gitti. O kisi Misir'da geçirip, baharda döndü. Artik her yil kisi Misir'da, yazi Istanbul'da geçiriyordu. Halîm Pasa geçimini karsilamayi taahhüt etti. Ertesi yaz Istanbul'a dönünce Diyanet Isleri Riyâseti tarafindan Kur'ân-i kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yillarca çalisti. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizligini anlayarak vazgeçti.

1926 yilindan îtibâren Misir Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-i kerîm tercümesiyle de mesgul oluyordu, fakat bu sirada siroza tutuldu. Önceleri hastaliginin ehemmiyetini anlayamadi ve hava degisimiyle geçecegini zannetti. Lübnan'a gitti. Agustos 1936'da Antakya'ya geldi. Misir'a hasta olarak döndü.

Hastalik onu harâb etmis, bir deri bir kemik birakmisti. Istanbul'a geldi. Hastanede yatti, tedâvi gördü. Fakat hastaligin önüne geçilemedi. 27 Aralik 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapi Mezarligindadir.

Sahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sirât-i Müstakîm ve onun devâmi olan Sebîl-ür-Resâd mecmuasinda çikan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve siirleri vardir. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan sâirlerinden biridir. Siirleri edebiyat târihimizde büyük önem tasir.
Siirlerinde bâzan düsünce, bâzan duygu ön plandadir. Aruzu en güzel sekilde kullanan sâirlerdendir. Siirlerinde bir taraftan hürriyet, dogruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kiymetleri telkin ederken, diger taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlik, münâfiklik, korkaklik, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenaliklara siddetle hücûm eder.

Mehmed Âkif yasadigi devri bütün genislik ve derinligi ile siirlerinde yansitmaya çalismis bir Türk sâiridir. Yirminci yüzyilin ilk çeyreginde Türk milletinin içinde bulundugu acilari, sevinçleri, ümidleri ve hayal kirikliklarini manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havasi içinde anlatmaya çalismistir. Eserlerindeki kisiler de aydin, cahil, yobaz, züppe, sehirli, dinli, dinsiz, sarhos, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardir. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savas yeri, mahalleler, köhne evlerin odalari, oteller vs. seklinde yasadigi devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmistir. Çalisma tarzi olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklinda tutarak ve sonra siir taslaklari kurup, onun üzerinde çalismayi prensib edinmistir. Müsâhade ve kompozisyona büyük önem vermistir. Siirinde kapalilik yok gibidir. Her seyi açik açik yazmaya çalismis, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmustur. Kisilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmistir. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdigi deger bakimindan parnasçi ve bâzi siirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Siirlerinde sahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmis, onlar adina gülmeye ve aglamaya çalismistir. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.
Âkif, ahlâksiz edebiyata düsmandir. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanlari sevmemistir. Siirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alir.

Siirleri manzum hikâyeler, hitâbet siirleri, lirik siirler ve taslama siirleri seklinde siniflandirilabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet siirleri didaktik muhtevali, lirik siirleri vatanî, millî ve dînî coskunluklarla dolu, taslama siirleri de sakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif siirlerini çogunlukla kuralsiz nazim sekliyle yazmistir. Vezin olarak yalniz aruzu kullanmis, ama heceye de karsi olmamistir. Üslûbu, siirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmaciga kaçmadan yasayan halk ifâdeleriyle kurulmus, çekici bir anlatisi vardir. Halk dili ve üslûbunu hemen her siirinde kullanmasina ragmen, bu konuda en çok muvaffak oldugu eseri Âsim oldu. Bol fiil ve sifat kullandigi siirlerinde asiri sadelikten ve yapma dilden kaçinmis, Servet-i Fününcularin agir ve cansiz lisanindan da uzak durmustur.

Siirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatim yollarini basariyla kullanmistir. Bilhassa muhâvere (karsilikli konusma) anlatim yolu onun siirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmustur. Iç âhenk, daha çok lirik siirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçinmistir.
Memleketin sosyal meseleleri, sâhit oldugu elem verici olaylar ve çilekes Anadolu insanlarinin hâlini sik sik siirlerine konu edinerek ele almis, duygu ve düsüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmis, çâre için çesitli teklifler öne sürmüstür. Osmanli Devletinin Tanzimâtin îlâniyla baslayan, mesrutiyet îlânlariyla devam eden ve Ittihat ve Terakki Partisinin iktidâri zamaninda son hadde vardirilan yikilisa götürücü hareketlerle kisa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanlarin ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmis olmasi ve bassiz kalarak herbirinin ayri ayri yollar tutup parçalanmalari karsisinda, feryâd edici siirleri vardir.

Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karsi merhametli bir mizaca sâhip, sâir tabiatinin heyecanlariyla dalgalanan, edebî bakimdan kiymetli siirlerin yazari meshur bir Türk sâiridir. Istiklâl Marsi sâiri olmasi bakimindan da "Millî Sâir" ismini almistir. Ancak rastgele edindigi din bilgileriyle, zamâninin ve çagin dertlerine sahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkismasi bâzi hatâlara düsmesine sebep olmustur.
Bunun yaninda Sultan Iknci Abdülhamîd Hanin memleket için yaptiklarini anlamayip onun sanina yakismayacak iftiralarda bulunmasi; sicilli mason Misir Müftüsü Muhammed Abduh'u övmesi; bir çalgicinin seslerini nidâ-yi ilâhîye benzetmesi begenilmiyen belli basli hususlaridir. Ahmed Dâvudoglu, "Dîni Tâmir Dâvâsinda Din Tahribcileri" kitabinda diger reformcular gibi, ilhâmini dogrudan dogruya Kur'ân-i kerîmden almak istedigini bildirmektedir.

Eserleri: Eserlerinin umûmî ünvani Safahât'tir ve ilk eseri yalniz bu adi tasir. Ikinci kitabinin adi Süleymaniye Kürsüsünde'dir. Hakkin Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtiralar besinci, Âsim altinci, Gölgeler yedinci kitabinin adidir. Bunlar, degisik târihlerde çesitli kereler basilmis olup, hepsi birlikte Safahât adi altinda da basilmistir. Safahât'taki misralarin tamami 12 bini bulur. Siirlerinden Istiklâl Marsi, Bülbül, Ordunun Duasi, Çanakkale gibileri bestelenmistir.
Âkif, Istiklâl Marsi siirini millet için yazdigini ifâde ederek Safahâtina almamistir.


Kaynak: Miço'nun sayfasi

by Muhammed Faruk
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Muhammed Ikbal
(1873-1938)


Pakistan'li sair ve mütefekkir, siyaset, iman, mücadele adami. Pencap eyaletinin Siyalküt sehrinde dogdu. Dindar bi aileye mensuptur.

Ikbal, Farsça, Arapça edebiyat dersleri görmüs, Lahor'da yüksek felsefe derslerine devam etmistir. Avrupa'ya geçerek uzunca bir dönem Cambridge'de felsefe çalsimis, Münih'te felsefe yapmistir.

Lahor'da Ingiliz Edebiyati ve felsefe profesörlügü görevinde bulunmustur.

M. Ikbal, sanatla tefekkürü kendisinde birlestiren bir hüviyettir. Onun siirinin mayasi tefekkürdür.

Onu Avrupa felsefesi doyuramadi. Ikbal'e göre kurtulus, garbin aklî verimliligini sentez yapmakla mümkün olabilecektir.

Augusto Comte'den Goethe'ye kadar bütün bu filozoflarin felsefesini noksan buluyordu. Çünkü (Bunlar) ruh ve gönül nedir, bilmiyorlardi.

Garb tefekkür dünyasi zirvelerini senelerce dolastiktan sonra, yuvasini Mevlâna'nin sâhikasinda kurdu. Mevlana hakkindaki bir mazumesinde: "Ben bir dalgayim, parlak bir inci vücuda getirmek iMuhammed Ikbalin onun denizine yerlesmisim..." der.

1927'de Pencap yasama meclisine seçilen Muhammed Ikbal "Bagimsiz Pakistan" fikrini ortaya atti.

"Sark'tan Haber", "Sonsuzluk, Sark Milletleri ne yapmali","Cebrail'in Kanadi", "Hicaz armagani", "Iktisat Bilimi", "Islam'da Dini Tefekkürün Yeniden Tesekkülü" önemli kitaplari arasindadir.




Kaynak: Diyanet namaz vakitleri takvimi, 30.07.1998
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Muhammed IKBAL

(1873-1938)

Fethi Yeken

1873 de Pakistan‘in Pencap eyaletine bagli Seyalkat kentinde dogan Muhammed Ikbal mutasavvif bir anne babanin ogludur. Babasi Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya isleriyle mesgul olurdu. Geçimini ise çalisarak elde ederdi. Ikbal‘in annesi de tipki babasi gibi ehli takva birisiydi. Hatta beyi rüsvet almakla ün yapmis birinin yaninda çalisirken, acaba bunda da rüsvet var mi düsüncesiyle çok defa beyinin kazancindan yemekten sakinirdi. Ancak daha sonra beyinin kazancinin rüsvetle ilgisi olmadigina kanaat getirerek ondan yerdi. Muhammed Ikbal‘in devamli Kur‘ani Kerim okumakta oldugunu gören babasi, bir gün ona Kur‘ani Kerim‘i anlamak istiyorsan, ‚sana indiriliyormus gibi oku‘ dedi.

Ikbal çocuklugundaki ilk egitimini evinde babasindan aldi. Daha sonra Kur‘ani Kerim‘i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kismini ezberledi. Bu merhaleden sonra babasinin arkadasi Mir Hüseyin‘in görev yaptigi bir okula gitti. Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocasi olarak Ikbal‘e Islâmi edebiyatini sevdirdi. Burayi bitirdikten sonra Pencap eyaletinin baskenti Lahor‘a giden Muhammed Ikbal, orada hükümete ait bir okula girdi.

Zaten Lahor bir çok lisenin bulundugu bir sehirdi. Burada felsefe ve Ingilizceden ögretmenlik diplomasi alan Ikbal, Lahor‘da dogu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. Iste Muhammed Ikbal bu devrede siir yazmaya baslayarak yavas yavas ismini duyurdu.

1905 de Londra‘daki Chambrich üniversitesine girmek için Ingiltere‘ye giden Ikbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra‘da üç sene kadar kalan Ikbal, burada Arap dili ve edebiyâti fakültesinde hocalik yaparken bir taraftan da çesitli Islâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferanslari onun Londra‘da çok taninmasina sebep olmustu.

Yine Londra‘da kaldigi müddet içinde hukuk üzerine okuyan Ikbal savcilik diplomasini aldiktan sonra Almanya‘ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalinda doktora yapti. 1908 de Hindistan‘a döndügünde, onun yazi ve siirlerine hayranlik duyanlar tarafindan büyük bir coskuyla karsilandi.

Ikbal Hindistan‘daki çalisma hayatina avukat olarak baslarken onun bu görevdeki çalismasi, dogruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu.

Hakliligina inanmadigi ve hakkini alamayacagi kisinin davasina bakmazdi.

Daha sonra Lahor‘da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyati bölümünde hocaliga devam eden Ikbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrildi.

Hocalik görevinden istifa edisinin sebebi kendisine soruldugunda cevaben: “Ingilizlere hizmet etmek zordur. Ben istedigimi insanlara anlatamiyordum. Simdi ise hürüm, diledigimi söyler ve diledigimi yaparim” diyordu.

Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine ragmen hiç bir zaman egitim ve ögretim islerinden geri kalmamisti. Devamli olarak Lahor‘daki Islâm akademisiyle irtibat halinde olan Ikbal orada dersler verirken, çesitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Af gan hükümetinin daveti üzerine Afgan egitim komisyonuna da istirak etmisti.

Muhammed Ikbal ülkesinin siyasetine de katilmis ve halkini bu konularda yönlendirmisti. Onun bu konudaki düsüncesi ise: “Siyaset; çalismak, izzet ve serefe davet etmektir.” seklinde idi.

Müslüman Hintli mücahitler adiyla yazdigi siirleri Hindistan‘daki müslümanlarin hareketlenerek Ingiliz sömürüsüne baskaldirmalarinda büyük tesiri olmustu. 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen Ikbal ayni zamanda “Rabitatül Islâmiye” adli merkezi Suudi Arabistan‘da olan bir cemiyette de çalismalar yapmisti.

1930 da Pakistan devletinin kurulusu konusunda kendisine has görüsüyle insanlarin huzuruna çikan Ikbal Hindistan‘in bölünmesinin din, irk ve dil esasina göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüsünü daha sonra Pakistan devlet baskani olacak olan Muhammed Ali Cinnah‘a anlatirken, siir ve konusmalarinda bu düsüncesine oldukça fazla yer vermisti. Daha sonra 1932 de Londra‘da anayasa hazirlamak için olusturulan ve çok uzun münakasalara sahne olan kongreye katilan Ikbal, o sirada siddetli ve uzun sürecek bir hastaliga yakalanir. Doktorlarin gayretlerine ragmen bir türlü iyilesmeyen Ikbal ölümü tebessüm ve riza ile karsilayarak 1938 de Allah‘in rahmetine kavusur. Iste bu siralarda Ikbal ölümle ilgili olan su siirini yazmisti:

“Ölümü ve aciyi mutluluk ile karsilamak

Müminin alametlerindendir‚

Muhammed Ikbal ehli takva bir evde dogup büyüdügü ve babasinin arkadasi olan Mir Hüseyin‘in tesirinde çok kaldigi için takvaca ve sahsiyetinin olgunlasmasi konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi. Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, Islâmi sahsiyetin olusturulmasi ve Islâm edebiyati konularinda çok tesir ediyor ve onlari üstün birer sahsiyet olarak yetistiriyordu.

Ikbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi. Daha çok genç yaslarindayken siir yazmaya baslamisti.

Bu siirler daha sonralari çesitli dilere tercüme edilmisti. Ikbal‘in siir ve edebiyat bakimindan büyük bir kabiliyete sahip olmasi onun kültürel açidan üstün bir egitim aldiginin ve Islâmi bakimdan olgunlugunun bir göstergesidir.

Henüz 33 yaslarinda iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüs ve üstün derecelerle diplomalar almisti. Bu konularda yazdigi eserlerden bazilari çesitli dillere çevrilerek bu üstün sahsiyetin fikirlerinden baskalarinin da istifadesi saglanmisti.

Ikbal belki bir vaiz ve filozof degildi ama her seyden önce Allah‘a samimi olarak iman etmis cesaretli, kendine güvenen ve düsüncelerinde belirli özellikleri olan bir kisiydi. O siirlerinde hayatin gerçeklerine bakar, fitratindaki siire olan yatkinligiyla bu konulari en tesirli bir sekilde izah ederdi. Iste Ikbal bu vasiflariyla büyük ve gerçek bir mücahid. olarak ortaya çikmaktadir.

IKBAL‘IN ISLAH YOLUNDAKI ÇALISMALARI

Muhammed Ikbâl hayata bakis felsefesini ve görüslerini siirlerinde islemistir. Onun islah yolundaki belli basli düsünceleri sunlardir:

1- Muhammed Ikbal Islâma ve müslümanlara hayranlikla dolu bir müslümandi. Ona göre müslümanin topraginda sinir olamazdi. Çünkü bütün müslümanlarin vatani birdir. Ikbal‘in bu konuda yazmis oldugu bir çok kahramanlik destanlari vardir. O dogusuyla ve batisiyla bütün müslümanlari kusatmistir.

Ona göre insanligin saadetini gerçeklestirecek . tek hükümet Islâmdir. Siirlerinde sürekli olarak Islâmiyetin devlet olarak yasandigi ve beseriyete gönderildigi devirleri islerdi.

Ikbal Islâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacagini çünkü Islâm ümmetinin ebediyyen kalici deger üzerine bina edildigini söylüyordu. Diger taraftan da üzülerek Islâm ümmetinin aci hallerini dile getiriyordu. Bir siirinde bu konuyu söyle gündeme getirmistir:

Hak olan ezan devamli aralarinda olan

Islâm ümmeti ebedi kalacaktir.

La ilahe illallah‘in askindan kalbler

tutusmaktadir.”

Eger geçmisinde Islâm medeniyetini yasamis herhangi bir yere gitse oranin maziye karismis halini hatirlar ve üzülürdü. 1908‘de Avrupa‘dan Hindistan‘a dönerken Sekille Adasina ugramis eskiden oranin Islâm medeniyetine besik oldugunu hatirlayarak kendi kendine:

Göz yasiyla degil kan akitarak agla.

Iste burasi Islâm medeniyetinin gömüldügü yerdir.

diyerek aglamistir. 1932 de Londra‘daki kongreden dönerken Ispanya‘ya ugramis, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü‘min bir sair olarak Islâm medeniyetinin bir harikasi olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunma mis ve içinde namaz kilinmamis bu camide iki kere kat namaz kilmisti.

Ikbal müslümanlarin gelecegi konusunda oldukça iyi düsünceler ve ümitler besleyen birisiydi. Bir gün Kurtuba‘da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarinda durmus söyle diyordu:

Ey sanli nehir su anda senin kenarinda duran kisi çok güzel bir hayal içindedir.

Bu adam gelecegin aynasinda yeni bir dönem görmektedir.

Bu dönemin müjdeleri gözükmeye basladi. Fakat henüz insanlarin gözünden sakli durumdadir. · Eger Avrupa bu dönemi su anda farketse aklini kaybedip deliye dönerdi.

Muhammed Ikbal‘in Avrupa‘da egitim görüp onlarin arasinda uzun bir müddet kalmasina ragmen hiç bir zaman onlarin kültürlerine aldanma misti. O Avrupa medeniyetinin insanlari kardes yapacagina, insanliga saadet getirecegine inanmiyordu. Çünkü Avrupa‘nin medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun egdirmisti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun oldugu için saskinliklar içinde aciyla kivranmak taydi. Bu medeniyet islah etme ve merhamet

etme özelligine sahip degildi. Iste bundan dolayi devamli olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterisine kanarak onun tuzagina düsmekten sakinmalarini söylerdi.

Ama maalesef ümmetten bazilari bu tuzaga düserek bütün izzetlerini kaybederek zayifladilar ve varliklarini yitirdiler. Ikbal yazi ve siirlerinde müslümanlari derinlemesine Islâmi ögrenmeye çagirirdi. Çünkü “müslümanlarin izzeti ve hürriyeti, Islâmin asil kaynagi olan Kur‘an ve sünnettedir” diyordu. Ne zaman Islâmdan ve Resulullah‘tan bahsetse, gurur ve iftiharla söyle derdi:

“Eger yildizlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yollarin rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz. Muhammed‘e baglayarak, onun bereketli ayak tozuna karisarak bahtiyar insanlarin gözüne sürecekleri sürme oldum."

2- Ikbal‘in görüslerinin temelini, en çok ehemmiyet verdigi nefsi terbiye konusu olusturmaktadir. Çünkü insanin saadeti ve hayatin temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadir. Iste bunun için ikbal sürekli olarak kisinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardi arkasi gelmeyecek olan devamli bir cihada çagiriyordu. Bu cihad önce nefse karsi verilmeliydi.



Ikbal cihad ve çalismada hayat; tembellik ve uyusuklukta da ölüm oldugunu söylerdi. Yine ona göre insanin kendisine güvenmesi ve devamli olarak nefsini zorluklara karsi kuvvetli olabilecek sekilde hazirlamasi kisiye mutluluk vermektedir. Kisinin kendisine güvenmesi,konusunda söyle diyordu:

“Baskalarinin nimetlerinden kendi rizkini arama. Isterse günesin kaynagindan gelmis olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah‘a güven ve çalis. Bu serefli Islâm ümmetinin yüzünü utandirma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçisi düstü. O etrafindakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atindan inerek kendisi almisti.”

Iste insan nefsini sehvetlerden ve çesitli korkulardan alikoyar ona hakim olursa baskalari o insana hükmedemez. Islâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kisiyi kendisini olgunlastirmaya çagirmaktadir. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. Islâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçeklestirmektedir.

Örnegin inanç konusunda nefsi süphelerden, korku ve sehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanin kalbine yerlestirerek devamli olarak onu tembellikten alikoyar onu çalismaya ve istikbale dair hazirliklar yapmaya tesvik eder. Iste Islâm inanci bu vasiflariyla her türlü zorlugu yenerek asmakta ve insanlik için gerçek hürriyeti ve esitligi saglamaktadir. Ikbal bu düsünceleriyle ayni zamanda Hindistan‘da yaygin olan ve bazi usüllerinde Islâma zit hareket eden tasavvufi anlayisa da karsi oldugunu ortaya koymus oluyordu. Çünkü o zamanlar Hindistan yarimadasinda hurafelerle karisik bir çok tasavvufi akim vardi ki, bunlar genel olarak “Vahdeti Vücut” inancinda olup, görünen varligi inkar esasina dayaniyorlardi. Ikbal onlari Islâmi olmayan tasavvufi akim diye isimlendirmisti.

3- Ikbal‘in gerçeklestirmek istedigi hedeflerden birisi de Dünya Islâm Devletinin kurulmasiydi. O her ne kadar kisinin ferdi degerini idrak etmis ve görüslerinin aslini nefsi terbiye olusturmussa da bunu da yeterli olmadigini biliyordu. Onun için ferdi cemaat için, cemaati da fert içinbir ayna kabul ediyordu. Eger fert görevini yerine getirmese bu noksanligin cemaata da siçrayacagina inaniyordu. Ona göre fert kendisini iyi yetistirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktir. Eger hata yapsa iyi yetismis cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir siirinde söyle diyor:

“Eger fert bir cemaata mensup olsa tipki bir damla iken nehir olur.

Artik onun ruhu, bedeni, açigi ve gizlisi, her seyi bagli bulundugu toplumuna ait olur.”

Iste bu cemaatin elbette bir davasi ve onlari birarada tutan prensipleri olmalidir. Yine bu hedeflerin gerçeklesmesi ferdin ve cemaatin saadetinin saglanmasi lazimdir. Ayrica bu hedefler bütün beseriyetin saadetini de saglamalidir. Ki, iste Islâm tüm insanligin mutlulugunu gerçeklestirecek tek din olarak ortadadir.

Bunun için Ikbal bütün müslümanlari içine alabilecek ve insanligin saadetini saglayacak olan bir Islâm devletinin zaruri oidugunu devamli söyliyerek Islâmi devletin gerçeklesmesi yolunda çok gayretler sarfetmistir.

O bu çalismalari esnasinda hiç bir zaman herhangi bir irki taassuba düsmemistir. Müslümanlar için muayyen bir topragin olmayacagini esasta Islâmin tatbik edildigi yerin müslümanin vatani olduguna inanarak söyle derdi:

“Irkçilik taassubu Islâm ümmeti arasindaki irtibati ve Islâmi iliskileri kesmistir.”

Iste Hindistan‘da yasayan müslümanlar için müstakil bir Islâmi devletin olmasini, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanlari bagrina basmasi gerektigini söyleyerek, Pakistan‘in kurulusuna temel hazirlayanlardan birisi olmustu. Ikbal‘in çalismalarinin neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yil sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulmasi olmustur. Çünkü bu devletin kurulmasiyla birlikte Hindistan‘da bir taraftan hindularin zulmü altinda ezilen, diger taraftan Ingilizlerin sömürgesi altinda olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavusmuslardi.

Pakistan Islâmin hükümlerinin tatbik edilmesi için kurulmustu. Elbette orada müslümanlarin sözü geçmeli ve huzur bulmaliydilar. Gerçi Pakistan kurulusundan simdiye kadar bir çok olumlu asamalar geçirmistir ama henüz arzu edilen seviyeye ulasmamistir.

Pakistan‘in kurulusu hakkinda bir arastirmacinin dedigi gibi, kisa sürede devlet olan ve islah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan‘in Islâm devleti olma gayretlerini küçümseyemeyiz.

Allah rahmet etsin.

Kaynak: Miçonun sayfasi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

NECIP FAZIL KISAKÜREK

Düsünür, sair ve yazar (D. 26 Mayis 1905, istanbul- Ö. 25 Mayis 1983). Maras’li bir soydan gelen Necip Fazil’in çocuklugu, mahkeme reisliginden emekli büyük babasinin Çemberlitas’taki konaginda geçti. Ilk ve orta ögrenimini Amerikan ve Fransiz kolejleri ile Bahriye Mektebi’nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladi. Lisedeki hocalari arasinda dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), Ibrahim Aski gibi isimler vardi. Istanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdikten (1924) sonra gönderildigi Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümünde okudu (1924-25). Paris’te geçen Bohem günlerinden sonra, Türkiye’ye dönüsünde Hollanda, Osmanli ve Is bankalarinda müfettis ve muhasebe müdürü olarak çalisti. (1928-39). Biri Fransiz okulu, Robert kolej, Istanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuari, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Cografya fakültesi’inde hocalik yapti (1939-43). Sonraki yillarinda fikir ve sanat çalismalari disinda baska bir isle mesgul olamadi. Sairlige ilk adimini 17 yasinda iken, annesinin arzusuyla basladi ve ilk siirleri Yeni Mecmua’da yayimlandi (1922). Yeni Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çikan siirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüsü yayimladigi Örümcek Agi (1925) ve Kaldirimlar (1928) adli siir kitaplari onu çok genç yasta çagdasi sairlerin en önüne çikararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlik ve heyecan uyandirdi. Henüz otuz yasina basmadan çikardigi yeni siir kitabi Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayi sürdürdü.

‘’Necip Fazil, belki en büyük Türk sairi degildir fakat, Türk Edebiyatinin en kuvvetli siir kitabi her halde Ben ve Ötesi’dir.’’ (Ziya Osman Saba, 1932). Söhretinin zirvesinde iken felsefi arayislarini içinde yeni bir dönemin dogum sancisini hisseden Necip fazil için 1934 yili gerçekten de hayatinin yeni bir dönemine baslangiç olur. Bohem hayatini en koyu yasadigi günlerde, Beyoglu Aga Camii’nde vaaz vermekte olan Naksibendi Seyhi Abdülhakim Arvasi ile tanisir ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazil’in hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunuldugu tiyatro eserlerini birbiri ardina edebiyatimiza kazandirmasi bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri Istanbul Sehir Tiyatrolarinda haftalarca kapali gise oynar, büyük ilgi toplar. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarindandir. Necip Fazil’in sairligi ve oyun yazarligi kadar önemli yönü, çikardigi dergilerle düsünce hayatimiza kattigi zenginlik ve bu dergilerde çikan yazilarla sürdürdügü mücadeledir. Ilk alti sayisini Ankara’da, devamini Istanbul’da çikardigi Agaç dergisi (1936, 17 sayi) dönemin ünlü edebiyatçilarinin toplandigi bir okul olur. Ilk sayisini 17 Eylül 1943’de çikardigi Büyük Dogu dergisi (haftalik: 1943-50, 1954, 1959-67, 1971-78, günlük: 1951-52, aylik: 1969) araliklarla 14 haziran 1978’e kadar yayimina devam etti. Büyük Dogu’da çikan yazilariyla Ismet Pasa ve tek parti (CHP) yönetimine siddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkinda açilan çok sayida davada yüzlerce yil hapis istendi, 163. Maddeye aykiri olan bulunan yazilari ve kimi zamanda bulunan bahanelerle (Ahmet Emin Yalman olayi gibi) birkaç yilda bir hapse mahkum oldu. Cinnet Mustatili (yilanli Kuyudan adiyla da yayimlandi) adli eserinde hapishane anilari yer alir. Sik sik bakanlar kurulu karariyla kapatilan ve çesitli bahanelerle toplatilan Büyük Dogu’nun çikmadigi sürelerde günlük fikra ve çesitli yazilarini Yeni Istanbul, Son Posta, Babialide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayimlandi. Büyük Dogu’da çikan yazilarinda kendi imzasi disinda Adidegmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandi. 1962 yilindan itibaren de hemen hemen tüm Anadolu sehirlerinde verdigi konferanslarla büyük ilgi topladi.

Basta ideolocya örgüsü (1959) olmak üzere düsünce eserleriyle kültür hayatimiza verdigi büyük hizmet, diger tüm yönlerini bile geride birakacak üstünlüktedir. 1975 yilinda M.T.T.B’de düzenlenen törenle 50. Sanat yili kutlanan Necip Fazil, 1980’de Kültür Bakanligi Büyük ödülü’nü, Iman ve Islam Atlasi adli eseriyle fikir dalinda Milli Kültür Vakfi Armagani’ni (1981), Türkiye Yazarlar Birligi Üstün Hizmet Ödülü’nü (1982) aldi. Türk Edebiyat Vakfi’nca 1980’de verilen beratle Sultan-üs Suara (Sairlerin Sultani) ünvanini kazandi.

SIIR: Örümcek Agi (1925), Kaldirimlar (1928), Çile (1962), Siirlerim (1969), Esselam (1973).

OYUN: Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (oyn. Istanbul Sehir Tiyatrolari, 1937, bas. 1938, Yücel çakmakli tarafindan TV filmi olarak çekildi, gösterildi, 1978), Künye (1940), Sabirtasi (1940), Para (1942), Nam-i Diger Parmaksiz Salih (1949 sinemaya uyarlandi, 1950), Reis Bey (1964, Mesut Uçakan tarafindan sinemaya uyarlandi, Istanbul Sinema Senligi’nde gösterildi, 1989), Ahsap Konak (1964), Siyah Pelerinli Adam (1964), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965), yunus Emre (1969), Kanli Sarik (1970), Mukaddes Emanet (1971), Ibrahim Edhem (1978), Bütün Eserleri (3 cilt, Ibrahim Edhem disinda tüm oyunlari, Kültür Bakanligi Yayinladi 1976). Kumandan ve Sir adli oyunlari Büyük Dogu’da tefrika edildi, tamamlanmadi.

HIKAYE: Birkaç Hikaye Birkaç tahlil (1933), Ruh Burkuntularindan Hikayeler (1965), Hikayelerim (1973).

ROMAN: Aynadaki Yalan (1970), Kafa Kagidi (1983).

SENARYO: Vatan Sairi Namik Kemal (1944), Senaryo Romanlari (alti senaryo, 1972, bazilari degisik adlarla sinemaya uyarlandi), Battal Gazi (Büyük Dogu’da tefrika edildi), Yangin Var (filme çekildi, senaryosu yayimlandi).

MONOGRAFI: Eseri ve Tesiriyle Namik Kemal (1940), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965), Vatan Haini Degil Büyük Vatan Dostu Vahiddüddin (1968), Benim Gözümde Menderes (1970).

DÜSÜNCE- INCELEME: Çerçeve (1940), Maskenizi Yirtiyorum (1953), At’a Senfoni (1958), ideolocya Örgüsü (1959), Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar (1966), Türkiye’nin Manzarasi (1968), Binbir Çerçeve 1-V (101 çerçeve baslikli bes kitap, 1968- 69), Çepeçevre Anadolu ve Gençlik (1969), Çepeçevre Sosyalizm, Komünizm ve Insanlik (1969), Son Devrin Din Mazlumlari (1969), Yeniçeri (1970), Tarihimizde Moskof (1973), Cumhuriyetin 50. Yilinda Türkiye’nin Manzarasi (1973). Ihtilal (1976), Rapor 1-13 (1976-80).

DIN- TASAVVUF: Halkadan Piriltilar (1948), Çöle Inen Nur (1950), Altin Zincir (1959, Altin Halka (1960), O ki O Yüzden Variz (1961), Ilim Beldesinin Kapisi Hazret-i Ali (1964), Hulefa-i Rasidin Menkibelerine Ait Bir Pirilti Binbir Isik (1965), Peygamber Halkasi (1968), Tanri Kulundan Dinlediklerim (1968), Nur Hamami (1970), Basbug Velilerden 33 (1974), Veliler Ordusundan 333 (1976), Dogru Yolun Sapik Kollari (1978), Iman ve Islam Atlasi (1981), Bati Tefekkürü ve Islam Tasavvufu (1982).

HITABE KONFERANS: Abdülhak Hamid ve Dolayisiyla (1937), Müdefaa (1946), Her Cephesiyle Komünizma (1961), Türkiye’de Komünizma ve Köy Enstitüleri (1962), Iman ve Aksiyon (1964), Iki Hitabe (Ayasofya- Mehmetçik, 1966), Müdefaalarim (1969), Hitabe (26 hitabe 1975), Sahte Kahramanlar (3 konferans 1976), Yolumuz, Halimiz, Çaremiz (1977),

ANI: Cinnet Mustatili (1955), Büyük Kapi (1965. O ve Ben adiyla 1974), Hac (1973), Babiali (1975).

ÇEVIRI- SADELESTIRME: Mektubat (Imam-i Rabbani’den), El Mevahibü’l-ledüniyye (Imam-i Kastalani’den 1967), Resahat Aynel Hayat (Safi Mevlana Ali Bin Hüseyn’den 1971), Rabita-i Serife (Esseyyid Abdülhakim Arvasi’den 1974), Tasavvuf Bahçeleri (Esseyyid Abdülhakim Arvasi’den 1983). Eserlerinin yeni basimlari, ölümünden sonra Büyük Dogu Yayinevi’nce yapilmaktadir.

Kaynak: Miço'nun sayfasi

by Muhammed Faruk
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî

(1873- 1933)

Afrika'da doğup gelişen ve büyük hizmetler ifa eden Sünûsi hareketinin büyüklerindendir. Trablusgarp işgali sırasında İtalyanlara karşı verdiği büyük mücadele ve kahramanlığı ile tarihe geçmiş din alimi ve büyük liderlerdendir. Senusi tarikatının ve buradaki halkın başında büyük mücadele vermiş ve uzun süre düşmanın ülkeyi ele geçirmesine engel olmuştur. Osmanlı Devleti İtalya ile barış yapmak zorunda kalıp buradan çekildikten sonra da mücadelesini sürdürerek işgale direnmiş, Osmanlı Devleti de el altından desteğini mümkün mertebe sürdürmüştür. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ile bağını en güçlü şekilde devam ettirmiş, savaşın sonlarına doğru bizzat Padişah tarafından İstanbul'a davet edilmiş ve kendisine büyük bir alâka gösterilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'nun bir çok yerini gezerek Kuva-yı Milliyecilere destek olmuş ve onlar için vaizlik yapmıştır. Risâle-i Nur'da, vaizlik yapmış olması ve bilâhare Kürtçe bilmediğinden dolayı Şark Vilayetlerinin umum vaizliğinin Bediüzzaman'a teklif edilmesi münasebetiyle ismi zikredilmektedir. Savaşın bitiminden ve ülkemizden ayrıldıktan sonra kendisinden boşalan vaizlik makamı Bediüzzaman'a teklif edildiyse de kabul edilmedi.

(Şualar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577)

Ahmed, 1873 yılında Jagbub'da dünyaya geldi. Senüsilerin önderlerinden olan Muhammed Şerif'in oğludur. Muhammed Şerif'in onun dışında dört erkek çocuğu daha vardı. 1902 yılında Muhammed Mehdi'nin vefatı üzerine Senusilerin başına geçti. Senusiler, Afrika'da önemli bir nüfuza sahip idiler. Özellikle Sahra ve Sudan bölgesinde geniş bir etki alanına sahiptiler. Yaklaşık bir asırdan beri devam edegelen sömürgecilik hareketleri ve özellikle İslâm topraklarını ele geçirip sömürgeleştirme teşebbüslerinin hız kazandığı bir dönemde Afrika'daki bu güzide topluluğun başına geçti. Senusiler, İtalya'nın Trablusgarp'ı işgaline kadar, tamamen dinî hizmetlerle iştigal etmekte ve her hangi bir askerî harekâtın içinde yer almamışlardı. Ancak, özellikle 1900'leri başından itibaren İtalya'nın açık bir şekilde Trablusgarp'a göz dikmesi ve burayı işgal için fırsat kollaması Osmanlı hükümetini telâşlandırmaktaydı.

Osmanlı Devletine samîmî bir şekilde bağlı bulunan Senusiler, işgal girişimlerine karşı silâhlandırılmaya başlandılar. Devlet, herhangi bir saldırı durumunda buraya zamanında askerî yardımı ulaştıramayacağını hesap ettiğinden, özellikle devlete son derece bağlı bulunan ve bu bağlılıkları Şeyh Ahmed zamanında adeta zirveye çıkan yerli halkı işgaller karşısında harekete geçirdi. Senusiler, önce Orta Afrika'yı işgal eden Fransızlarla büyük bir mücadeleye giriştiler. Büyük kahramanlıklar gösterdiler.

Şeyh Ahmed, 1911 Trablusgarp işgali üzerine, İtalyanlara karşı büyük bir mücadeleye girişti. Enver Paşa ile yaptığı görüşmeden sonra Türk ve Arap subayların komutasında teşkil ettikleri kuvvetlerle direnişe geçtiler. Enver Paşa, hükümetin içinde bulunduğu şartları gereği İtalyanlarla barış antlaşması yapmaya mecbur kalındığını Senusi'ye izah ettikten sonra, yinede cihada devam etmeleri tavsiyesinde bulundu. Ayrıca, bu mücahitlerin elinde bulunan bölgelere yazılan resmî yazılarda "Senusi Hükümeti" başlığı taşıyan kâğıtların kullanılması da dikkate değerdir. (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 218)

Trablusgarp savaşında beklendiği üzere, Osmanlı Devleti buraya askerî güç sevk edecek durumda değildi. Bir yıl geçmeden Balkan Savaşı'nın başlaması devleti daha zor durumda bıraktı. Bu gelişmeler üzerine işgalci İtalya'ya karşı halk kendi savaşını vermek zorunda kaldı. Uzun bir süre İtalyanlar kıyıda sıkışıp kaldılar ve ülkenin içlerine doğru ilerleyemediler. Osmanlı Devleti İtalya ile barış antlaşmasını (Uşi) imzaladıktan sonra da buradaki Senusilerin mücadelesi ve savaşı devam etti.

Şeyh Ahmed, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendine bağlı birliklerle İngiliz kuvvetlerine karşı savaştı. Bu arada Padişah tarafından 1915 yılında Trablusgarp valisi ilân edildi. Ancak, İngilizlere karşı yaptığı savaşta, Sollum'da yenilgiye uğrayınca çekilmek zorunda kaldı. Diğer taraftan Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun da İngiliz kuvvetlerine karşı yenilmesi Senusilerin mukavemetini daha da zayıflattı.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Sultan Reşat tarafından İstanbul'a davet edildi. Şeyh Ahmed bu davete uyup 1918 yılı başında İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişinde Haydarpaşa'da, aralarında Enver ve Cemal Paşaların da bulunduğu bir topluluk tarafından karşılandı. (BOA. YEE. 86/41) İslâm dünyasında önemli bir etkiye sahip olduğundan, İslâm beldelerini dolaşarak Osmanlılara ve Halifeliğe karşı bağlılığın güçlendirilmesi faaliyetlerine girişmesi istendi. Bu amaçla seyahate çıkacağı sırada padişahın vefatı üzerine yolculuğa çıkamadı. Yeni padişah Vahdettin'in tahta çıkış merasimlerine katıldı. Bizzat padişaha kılıç kuşatıp duâda bulundu.

Şeyh Ahmed, İstanbul'a geldikten kısa bir süre sonra savaş sona erdi. Böylece İslâm topraklarını dolaşıp Müslümanların desteğini sağlama planı gerçekleşmedi. Sultan Vahdeddin'in onayıyla bir süre Bursa'da ikamet etti. Ardından yine Sultanın istek ve ricası üzerine, Kuva-yı Milliyecilerin saltanata bağlılığını pekiştirmek ve bir çeşit arabuluculuk yapmak maksadıyla Anadolu'ya gönderildi.

Ankara'ya gelişinde büyük bir teveccühle karşılandı. Kendisine en üst seviyede ilgi ve alâka gösterildi. Büyük Millet Meclisi Reisi yaptığı konuşmada kendisi ve Senusiler için övgü dolu sözlere yer verdi. (Hüsamettin Ertürk, 2 Devrin Perde Arkası, Hatırat, Yazan Samih Nafiz Tansu, Hilmi Kitabevi 1957, s. 477-79)

Ankara Hükümeti, büyük bir saygınlığı bulunan İslâm aliminin nüfuzundan faydalandı. Kendisi de elinden geleni esirgemedi. Anadolu'da bulunduğu süre zarfında bir çok beldeyi dolaşarak Kurtuluş Savaşına destek oldu. Mahalli kıyafetiyle gittiği yerlerde kürsüye çıkarak mücadele ve cihad azmini ateşledi. Bu hareket ve çabalarıyla bir nevi "umumî vaiz" mevkiinde bulunarak büyük bir hizmeti ifa etti (Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Sebil Y., İstanbul 1977, s. 365) Bir ara Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Irak tahtına aday gösterildiği de belirtilmektedir (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 227).

M. Kemal, İslâm birliğini sağlama gibi bir amaç ve gaye beslemediği halde, Müslümanların Kuva-yı Milliye hareketine sıcak bakmalarını sağlamak amacıyla alimlerin nüfuzundan faydalandı. Bu amaçla, Senüsi'nin de Türkiye'de bulunmasını fırsat bilerek 1 Şubat 1921 tarihinde, onun başkanlığında bir İslâm Kongresi topladı. Bu kongreden sonra İslâm dünyasının Kuva-yı Milliye hareketine olan ilgileri arttı (Ali İhsan Gencer-Sabahattin Özel, Türk İnkılap Tarihi, 6. Bsk., Der Yay., İstanbul 1999, s. 47-48).

Şeyh Ahmed verdiği vaazlarla ümit aşıladı. Din alimlerinin toplum üzerindeki etkisini yakinen bilen Kuva-yı Milliyeciler bu durumdan istifade etti. Şeyhin Kürtçe bilmemesi ve Bediüzzaman'ın Doğu halkı üzerindeki etkisini hesap ederek kendisine, üç yüz lira maaşla şark vilayetleri umum vaizliği teklifinde bulundular. Kurtuluş Savaşı'nın sonuna yaklaşıldığı ve yavaş yavaş dinî motif ve eğilimlerin terk edilmeye başlandığı sırada yapılan teklif Bediüzzaman tarafından kabul görmedi. Çünkü, Bediüzzaman siyaset yoluyla değil, iman hizmetiyle uğraşmak ve Ankara dışında bulunmak emelindeydi (Şuâlar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577).

Ankara'nın mânevî havasının değişmeye başladığını fark eden Şeyh Ahmed, 1922 yılı sonlarına doğru Şam'a gitti. Ancak, Fransızlar burada kendisini rahat bırakmadılar. Şam'ı terk etmek zorunda kaldıktan sonra Hicaz'a giderek ömrünün son demlerini ibadet ve duâ ile geçirdi. 10 Mart 1933 tarihinde kutsal topraklarda Hakk'ın rahmetine kavuştu. Azmi, kararlılığı, cesareti, her türlü tehlike ve zorluk karşısında soğukkanlılığını muhafaza etmesi ile tanındı. Kendisi ile görüşenler üzerinde hep müspet etki yaptı. Hiçbir zaman düşmanlarına boyun eğmediği gibi, kendisine teklif edilen makam ve mevkileri de reddetti.



Kaynak: Risale-i Nur enstitüsü
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Necmeddin-î Kübra

(1145-1221)

13. asırda yaşamış büyük alim ve veli zatlardan birisidir. Asıl adı Ahmed olmasına rağmen “Necmeddin-i Kübra” olarak tanınmış ve bu isimle şöhret bulmuştur. İlim tahsili için bir çok İslam beldesini dolaşmış ve muhtelif alimlerden ders almıştır. İlmini tamamladıktan sonra memleketi Harezm’e dönerek, iman ve İslam hizmetinde bulunmuştur. Çok sayıda talebe yetiştirdiği gibi, önemli eserler de yazmıştır. Tasavvuf alimi olup, Kur’an-ı Kerim’in zahiri manasının yanında, batınî ve işari manalarıyla da meşgul olmuş ve tefsir yazmıştır. Risale-i Nur’da, batınî ve işari manalarla ilgili olarak tefsir yazanlar arasında ismi zikredilmektedir. (Kastamonu Lahikası, s. 144) Künyesi; Ebü’l-Cennab Ahmed bin Ömer bin Muhammed Hayveki el-Harezmi şeklindedir.

Ahmed, 1145 yılında Harezm’in Hayvek köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Ömer’dir. Çocuk yaşta eğitim ve öğretime başladı. Eğitimini tekmil etmek maksadıyla bir çok İslam beldesini dolaşarak tanınmış alimlerden dersler aldı. Bu çerçevede, İskenderiye’ye giderek Ebu Tahir Silefî, İsfahan’da Ebü’l-Mekarim, Ahmed ibn Muhammed Leban, Hemedan’da Hafız Ebü’l-Ala, Nişabur’da Ebü’l-Meali Füravi ve Mısır’da da Ebu Muhammed Şirazi’den ders aldı. Bunların dışında da birçok alimin ilminden istifade etme yoluna gitti.

Ahmed, öğrendiği bilgilerle yetinmeyerek isim ve şöhretini duyduğu alimin bulunduğu beldeye gitmek suretiyle, ilim öğrenmek için büyük bir çaba gösterdi. Nitekim, Mısır’da bulunduğu sırada Tebriz’de bulunan bir alimin şöhretini duydu. Söz konusu alim Peygamber Efendimizin (asm) Sünnetlerini ders olarak okutmaktaydı. Bu bilgiler üzerine Tebriz’e gitti. Güzel dersler okutan Ebu Nasr Hafda’dan Sünnet derslerini aldı. Bu arada eser yazmaya başladı ve ilk olarak kelam konusunu işlediği “Sünnet ve’l-mesalih” adlı eserini kaleme aldı.

Ahmed, hocası ve aynı zamanda amcası olan Ebu Necib Sühreverdi’den de ders aldı ve önemli ölçüde onun etkisinde kaldı. Özellikle tasavvufla ilgili konularda amcasından çok şey öğrendiği ve onun eğitiminden geçerek büyüdüğü kaydedilmektedir. Tasavvuf ile ilgili olarak Fahreddin-i Razi, İsmail Kasri ve Ammar bin Yasir’den de dersler aldığı, bilgilerini pekiştirerek önemli bir konuma geldiği belirtilmektedir.

Mısır’da bulunduğu sırada, ders aldığı hocasından çok büyük yakınlık gördü. Hocası ona evladı gibi muamelede bulundu. Daha sonra hocasının kızıyla evlendi ve Mısır’da bulunduğu süre zarfında iki oğlu dünyaya geldi.

13. asrın büyük alimlerinden olan Ahmed, yaşadığı dönem ve sonrasında bir çok lakap ve unvanla anıldı. Girdiği bütün münazara ve ilmi tartışmalardan galip çıkmasında dolayı Tammetü’l-Kübra, doğduğu köyün ismine izafeten Hayvekî, ayrıca, Şeyhü’l-imam, Necmeddin-i Kübra, Zahidü’l-Kebir, Şeyh-i Harezmî gibi unvan ve lakaplarla anıldı. Asıl adından çok Necmeddin-i Kübra unvanıyla tanınıp meşhur oldu.

Ahmed, eğitimini tamamladıktan ve çok önemli bir ilerleme kat ettikten sonra, hocalarının da tavsiyesiyle, ailesiyle birlikte memleketi Harezm’e döndü. Bildiklerini ve öğrendiklerini insanlarla paylaşarak, insanları Hakk ve hakikat yolunda aydınlatmaya çalıştı. Çevresindeki etkisi ve saygınlığıyla tasavvufun önde gelenleri arasında yer aldı. Vaaz ve irşatları büyük bir rağbet gördü. Böylece kısa zamanda, ilme meraklı çok sayıda talebenin yanına gelmesine ve kendisinden ders almasına vesile oldu.

Necmeddin-i Kübra çok sayıda talebe yetiştirdi. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası olan Bahaeddin Veled, Mecdüddin-i Bağdadi, Baba Kemal Cündi, Abdülaziz bin Hilal, Necmeddin-i Razi, Nasır bin Mensur yetiştirdiği ünlü talebelerinden bir kaçıdır.

Ahmed, İslam’ın güzel ahlakını yaşayarak etrafında bulunan insanlara büyük bir örnek teşkil etti. Peygamber Efendimizin, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” mealindeki hadisini bizzat yaşayarak gösterenler arasındaki yerini aldı. İbadet ve Hakka hizmet noktasında asla gevşeklik göstermedi. Ulaşabildiği tüm insanlara yardım etmeye ve onlar için faydalı olmaya çalıştı.

Necmeddin-i Kübra, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin zahiri manalarının yanında batınî ve işarî manalarıyla ilgili tefsir yazan alim ve veli zatlardan birisidir. Risale-i Nur’da ismi zikredilerek bu konuda bazı açıklamalarda bulunulmaktadır. (Kastamonu Lahikası, s. 144; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 55) Kıyamete kadar hükmü devam edecek olan Kur’an-ı Kerim bu özelliğinden dolayı, her asır insanının ihtiyaçlarını karşılayacak ve ihtiyaçlarına cevap verecek hüküm ve manaları ihtiva etmektedir. Bu sebepten dolayı, asırlar boyunca değişen ve gelişen tüm şartlara rağmen, ayetleri tefsir eden alimler, insanların karşılaştığı problemleri aşmaya ve onlara yardımcı olmaya çalışmışlardır.

Bediüzzaman, Necmeddin-i Kübra gibi çok sayıdaki ehli velayetin batınî ve işarî manaları ihtiva eden tefsirleri kaleme aldıklarını, bu alimlerin kendi asırlarına ve problemlerine cevap veren açıklamalarda bulunduklarını; örneğin, "Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir" dedikleri halde, söz konusu tefsirlerin ulemanın tasdikinden geçtiği gibi, ümmet tarafından da kendilerine ilişilmediğini belirtmektedir. Ayetlerden muhtelif zamanlarda çıkartılan çok sayıdaki yorum ve tevillere karışılmayarak, saygı gösterildiği gibi, asrımızda Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri olan, bu asrın hastalıklarına cevap veren Risale-i Nur’un da aynı saygıyı görmesi ve bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini izah etmektedir. Ayetlerin cüzi manaları ve sadece belli bir olay ve hadiseyle sınırlı olmadıkları, aksine, külli manaları ihtiva ettiklerini belirttikten sonra, Risale-i Nur’un da “Kur’an-ı Mübîn’in nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübîn” olduğunu belirtmektedir. (Kastamonu Lahikası, s. 144)

Necmeddin-i Kübra, iman ve irfan hizmetini sürdürürken, bölgeyi kasıp kavuran, başlarında Cengiz’in bulunduğu Moğol tehlikesiyle karşılaştı. Tarihin kaydettiği büyük felaket ve katliamlarından birini gerçekleştiren Moğollara karşı talebelerini memleketlerine gönderen büyük insan, kendisi de silaha sarıldı. Talebelerini memleketlerini savunmak üzere gönderirken, şarktan fitne ateşinin geldiğini, her tarafı yakacağını ve İslam tarihinde böyle bir fitnenin görülmediğini söyledi.

Moğollara karşı kılıcını eline alarak savaştığını belirten tarihi kaynaklarda fikir birliği mevcut olup, vatan savunması için cihat ederken şehit düştüğü aktarılmaktadır. Harezm’e saldıran Cengiz’in askerleriyle savaşırken 1221 yılında şehit düşmüştür. Türbesi Afganistan’ın Köhneürgenç şehrinde bulunmaktadır.

Necmeddin-i Kübra, talebe yetiştirmeğe büyük önem verip zamanını bu uğurda harcamasının yanında, önemli eserler de kaleme alarak insanların istifadesine sundu. Kâtip Çelebi, müellifin kaleme aldığı eserlerinden örnekler vermektedir. En önemli eseri, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ettiği ve 12 ciltten oluşan Aynü’l-Hayat’tır.

Eserlerinden bazıları şunlardır: Usul-i Aşere, Risale fi Süluk, Risale ile’l-Haim, Fevaihü’l-Cemal, Adabü’s-Sufiye, Risale-i Necmeddin, Sekinetü’s-Salihin, Hidayetü’l-Talibin. Eserlerinin hemen hemen tamamı Arapça olarak kaleme alınmıştır. Rubailer de kaleme almış olup bunları ise Farsça yazmıştır.



Kaynak: Risale-i Nur enstitüsü
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

EMİR ABDÜLKADİR

(1808-1883 m.

19. yüzyıl Afrika kıtası, sömürgeci güçlere kabuslar gösteren bir sürü irili ufaklı direnişe şahit olmuş ve bilhassa Müslüman toprakları çeşitli tarikatlar öncülüğünde düşman sultasına karşı şiddetle karşı koymuştur. Özellikle Kuzey Afrika’daki bu “Sufi direniş” çeşitli liderler öncülüğünde yaklaşık 150 sene kadar devam etmiştir. Bunlar arasında Sokoto’da Osman Bin Fodyo, Cezayir’de Emir Abdülkadir, Libya’da Muhammed Senusi, Somali’de Muhammed bin Abdullah bin Hasan, Fas’ta Emir Abdülkerim ile Sudan Mehdisi Muhammed Bin Abdullah ilk akla gelenlerdir.



Bu hareketlerin ortak zaafı karizmatik lider merkezli hareketler olmalarıdır. Bu tip hareketler kanı kaynayan, heyecan ve his ağırlıklı Afrika insanına kısa zamanda müthiş bir enerji ve dinamizm vermesine karşın, uzun vadede ya liderin hataları ile hareketin sarsılması veya onun vefatının oluşturduğu büyük boşluğun doldurulamayıp saman alevi gibi sönmesini netice vermiştir..



Biz bu kısa çalışmamızda Fransızlara karşı Cezayir’de destansı bir mücadele veren Emir Abdülkadir hazretlerini ele aldık. O’na ve silah arkadaşlarına binler fatihalarla...





DOĞUMU VE AİLESİ

Emir Hacı Abdülkadir Cezairi bin Muhyiddin, 1223’de (6 Eylül 1808) Batı Cezayir’de Muasker şehri civarında bir zaviyede dünyaya geldi. Soyu Hazret-i Hasan (RA) efendimize dayanmaktadır. Babası Şeyh Muhyiddin efendi bir Kadiri şeyhi idi. Cedlerinden Seyyid Muhammed bin Abdülkadir, Barboros Hayreddin paşanın Cezayir fethinde bir nefer gibi çalıştığı için Osmanlı Sultanları bu aileye büyük izzet ve itibar gösterirlerdi.



YETİŞTİĞİ ÇEVRE

Büyük insanları yetiştiren biraz da aile ortamı ve muhittir. Cezayir'in bir eyaleti olan Vahran(Oran)'da tahsilini tamamlayan Genç Abdülkadir çok köklü dini eğitim aldı. Küçük yaşta hafız oldu. Medrese ve tekke eğitiminin yanında aynı zamanda iyi bir at binicisi ve keskin bir nişancı olarak yetişti. Daha gençliğinde dini ilimlerdeki kudreti, insanları teshir eden hitabeti, İslam tarihine dair geniş malumatı, cesaret ve kahramanlığı, takva ve fazileti ile şöhret buldu.



Kazandığı bu saygınlık ileriki dönemlerde kurtuluş mücadelesinde herkes tarafından kabul edilmesinde büyük bir vesile oldu. Haşim kabilesinin en nüfuzlularından biri olan ailesi,uzun müddet Fas'ta ikamet ettikten sonra, 18.yy'da Oran beyliğine hicret ederek orada yerleşmiştir. Bu ailenin Şeriflikten (Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere verilen unvan) dolayı haiz bulunduğu itibara Abdülkadir'in büyük babası Mustafa bin Muhammed bin Muhtar'ın ve bilhassa babası Şeyh Muhyiddin'in zühd ve takva ile kazandıkları şöhret de inzimam etmişti.



19. YÜZYIL MAGRİB MEMLEKETLERİ

Magrib ülkeleri diye anılan bölge bugün Cezayir ve Fas’ı kapsayan coğrafi alandır. Cezayir daha Kanuni devrinde Osmanlı topraklarına katılmıştı. Fas ise Kuyucu Murat Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Vadiseyl meydan muharebesinde Portekiz güçlerini kâmilen imhasıyla Üçüncü Murad han zamanında Devlet-i aliyeye dahil olmuştu.



19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı idaresi bu topraklarda gitgide zayıflamış ve şekli bir hüviyete bürünmüştü. Bu ise, Sanayi devrimi ile gitgide iştahları kabaran Avrupa devletleri için biçilmiş kaftandı. Bir pastayı paylaşır gibi İslam ülkeleri aralarında pay eden müstemlekeciler nazarında Cezayir, Fransa’nın payına düşmüş bir lokmaydı sadece. Ama kısa zamanda örgütlenen Müslüman halk Fransa’nın karnına oturdu.



İLK HACCI



Cezayir’in Fransız çizmelerinin işgaline uğramasından üç sene evvel yani 1827’de babası ile birlikte, Hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklara seyahate çıktı. Hicaz’da Kafkas kartalı İmam Şamil’le tanıştı. Bu iki büyük dava adamının tarihi buluşması çok anlamlıdır. İki aksiyoner ruh İslam toplumunun kurtuluşuna çareler aradılar, fikirler ortaya koydular ve galiba haccın, şimdilerde bütün bir ümmetçe es geçtiğimiz çok önemli bir esprisi de buydu herhalde. Memleketlerine döndüklerinde her ikisini de alev, barut ve kıyamın beklediği bu iki büyük insan yıllar sonra yine kutsal beldelerde karşılaşacaklardır, ama bu sefer kolları, kanatları kırık olarak...



Hac görevini tamamladıktan sonra Şam’a geçti. Bu şehirde, 19. asrın Müceddidi olarak kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerini ziyaret ettiğini bazı kaynaklar yazmaktaysalar da, pek mümkün görülmemektedir. Zira Mevlana Halid hazretleri 1826 yılında vefat etmişleridir. Herhalde onun halifeleri ile görüşmüş olabilir. Üç senelik bu seyahatinde bir müddet kaldığı Bağdat’ta Kadiri tarikatının o zamanki en büyük şeyhi Mahmud El Geylani’den Kadiri tarikatında icazet aldı..



1830’da Fransız askerlerinin Cezayir’e girdiğini duyar duymaz yurduna döndü. Cezayir halkı faziletli babası Şeyh Muhyiddin’in etrafında halelendilerse de, bu muhterem zatın çok yaşlı olması sebebiyle nazarlar oğluna çevrildi ve nihayet 22 Kasım 1832’de, Recep ayında Emir el Müminin olarak seçildi.



Biat merasiminde şöyle demişti:

“Eğer liderliği kabul ediyorsam bu, cihad alanın da düşmana karşı yürüyen ilk kişi olmak hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, imanımızı savunmada hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım.”



Özel olarak yaptırdığı yüzüğüne şu beyitleri nakşettirmişti:" Her kimin yanında Allah'ın Resulu olursa, Aslanlar ondan korkar,inlerinde karşılaşsalar onunla."



TEŞKİLATLANMASI

Emir Abdülkadir her büyük liderde gördüğümüz gibi teşkilatlanmaya büyük önem veriyordu. Önce bütün kabilelerden seçilen delegelerden biat aldı. Daha sonra hemen teşkilatlanmaya girişti. Valilikler kurdu. Osmanlı devlet teşkilatlanmasına benzer askeri, mali, diplomatik düzenlemeler yaptı. Halktan düzenli vergi topladı. Milli parayı bastırdı(Muhammediye) Ona göre Fransızlara karşı direniş ancak iyi bir organizasyonla başarıya ulaşabilirdi. El Muasker şehri bu İslam devletinin başşehriydi. Daha sonra 1835’te General Clauzel burayı işgal edip yakınca, Takdimt mıntıkasına çekildi.



Emirin ordusu düzenli bir ordu ve bunun yanında “Mutavva” denilen gönüllülerden oluşuyordu. Emir Abdülkadir’in birliklerinin hareket kabiliyeti yüksekti, bu da hantal Fransız ordusu karşısında önemli başarılar kazanmalarına sebeb oldu. Düzenli ordu(Asakir-i Muhammediye) üç kısımdan müteşekkildi:

1- Süvariler

2- Piyadeler

3- Topçular



Mühimmat ganimetlerden sağlanıyordu. Bazen dışarıdan özellikle de Fas üzerinden İngilizlerden silah satın alınıyordu. Daha sonraları dışa bağımlılığın önüne geçmek için silah endüstrisi kurma yoluna gidildi. Tlemsan, Muasker, Milyana gibi şehirlerde atölyeler ve fabrikalar kuruldu.. Buralarda Top mermisi, süngü, kurşun ve değişik silahlarla barut üretiliyordu.



Emir Abdülkadir “Sumala” adını verdiği karargahını seyyar bir hale getirmişti. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor, savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu.



Aynı zamanda Mücahidler çok iyi bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Emir Abdülkadir dünya politikasını yakından takip ediyordu. Paris’te yüksek makamlarda ajanları vardı.



CİHAD GÜNLERİ

Emir seçilir seçilmez Vehran’ı muhasara etti ve Cinzal Boyer komutasındaki Fransız güçlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. 1833’de Telemsam’ı zaptetmesi Berberi aşiretleri arasında nüfuzunun iyice pekişmesine vesile oldu.



Fransızlar bu genç kahraman karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Sayıca ve silah yönünden üstün kuvvetler Emir’in bir avuç imanlı kuvveti karşısında tersyüz oluvermişti. General Bugeaud Fransa’ya gönderdiği raporlarında bunu şöyle itiraf eder:



“Abdülkadir hızlı, zeki ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır.Dehası ve temsil ettiği inanç sayesinde kazandığı itibarla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, Müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir.”



Sufiler Ve Aksiyon adlı eserin yazarı Esad El Hatip Emir'in sebat ve mücadele azmi hakkında şunları yazmakta: "Emir Fransızlara karşı müsamaha göstermeden savaştı. Haftalarca uyumama, nadiren kılıcı kınına koyma gibi düşmanlarını hayrete düşüren olağanüstü sahneler sergiledi. Böylece: "Bineğinin eğeri onun tahtıydı" sözünü hak etti."



Sonunda Fransız güçleri naçar kalarak sulh istediler. 1834’de varılan anlaşmaya göre Fransızlar Abdülkadir’in emirliğini tanıyorlardı. Aynı anlaşmaya göre Muasker merkez olmak üzere Merakeş sınırına kadar geniş bir toprak parçası Müslümanlara bırakılıyordu.(Desmichels anlaşması)



Emir Abdülkadir bu barıştan istifade ile içteki muhaliflerini yola getirdi ve daha sonra Dömişel’in vekili general Camille Trezel’in üzerine 20 bin süvari ile hücum etti ve Fransız birliklerini Makta'da ağır bir yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Mareşal Bertrand Clauzel ve Dük Dörelyan karşı hücuma geçtiler.



Toplu atan bu yürekleri toplarının sindiremeyeceğine kani oldukları için kabileler arasına ajanları vesilesi ile fitne ve fesad soktular, tefrika çıkardılar. Bunun meyvesini de Muasker ve Tlemsan’ın zaptıyla yediler. Başkent yakılıp yıkıldı.(1835)



Fransızlar bu harekatları ile Emirin prestijine büyük bir darbe indirdilerse de, tekrar toparlanan mücahid güçleri karşısında barış masasına oturmak zorunda kaldılar. 1837’de imzalanan Tafna anlaşması Müslümanlara ilk anlaşmadan daha büyük tavizler veriyordu. Bu anlaşmayla Emir Abdülkadir Cezayir’in üçte ikisine hakim olmuştu.



Tabii ki Fransa’nın amacı zaman kazanmaktı. İki senelik bir zaman zarfından sonra savaşa iyice hazırlandıklarına kanaat getirdiler ve bir fırsat kollamaya başladılar. 1839'da Orleans dükü, Kostantin kentini Demir kapılar geçidiyle Cezayir'e bağlayınca, Abdülkadir Fransa'nın Tafna anlaşmasını çiğnediğini ileri sürerek genel cihad ilan etti. Akabinde, örgütlenme çalışmalarını tamamlayamamasına rağmen ansızın Mitici'ya saldırdı ve buradaki Fransız koloni birimlerini yok etti. Savaş tekrar ve daha kanlı bir şekilde başlamış oluyordu.



SAVAŞIN İKİNCİ SAFHASI

Fransızlar bir yandan birliklerini yaklaşan savaşa göre modernize ederken, öte yandan Müminlerin içlerine soktukları nifak tohumları ile kaleyi içten fethetme yoluna gittiler. Ve binler teessüf ki muvaffak da oldular.Tıpkı Rusların Kafkaslarda, İtalyanların Libya’da, İngilizlerin Afganistan’ da yaptıkları gibi. Misal olsun diye söyleyelim, İngilizlerin 1920’lerde Afgan topraklarını işgal etmeye hazırlandıkları sıralarda camilerde Hanefi ve Şafii cemaat, namazda, tehiyyatta parmak kaldırma meselesinden boğaz boğaza girmişlerdi.



Hani Akif der ya:

“İslam’ı evet tefrikalar kastı, kavurdu.

Kardeş bilerek, bilmeyerek kardeşi vurdu.

Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı

Lakin, o zaman silkinerek birden uyandı.”



Evet Cezayir’de aynı oyun oynandı. Hatta Emir Abdülkadir’in yenilgisinin sebebi Fransızlar değil de ülkedeki Ticani ve Kadiri tarikatları arasındaki görüş ayrılıklarıdır dersek mübalağa etmiş olmayız. Emir bir yandan bu sorunlarla diğer yandan Sahte Mehdilerle uğraşmak zorunda kaldı.(Burada şunu da hatırlatalım; Kuzey Afrika halkları arasında, İmam Suyuti’nin bir keşfine dayanarak Mehdinin 19 yy’da çıkacağına, zuhur yerinin de Kuzey Afrika olacağına dair yaygın bir inanış vardı. Zaten bu yüzyılda bu topraklardaki direnişi tetikleyen en mühim unsur da bu inanıştı.)



Fransızlar ın Emirin nüfuzunu sınırlandırmak istemeleri ve red cevabı almaları üzerine 19 Kasım 1839’de savaş tekrar başladı. Fransızlar Tagdempt, Muasker ve Tlemsan şehirlerini işgal ettiler. Harp Cezayir’in her yanına yayıldı. Mücahidler büyük çaplı saldırılar yerine gerekli darbeyi indirip geri çekilen tüfekli süvarilerin kullanıldığı ardı arkası kesilmeyen çarpışmalarla düşmanı bunaltma yolunu tuttular. Ama Fransızlar bu sefer işi bitirmek kararındaydılar. İkmal yolları tutuldu ve Emir’e bağlı yerler yiyeceksiz bırakılıp teslim olmaya zorlandı. Genel vali T. R Bugeaud sabit işgal noktaları ve seyyar vurucu timlerle Cezayir'i tamamen işgal etti. Mücahidlerin umutları gitgide tükeniyordu. Eldeki kaleler tek tek düştü. Düşman kuvvetleri 16 Mayıs 1843’de Emir’in Seyyar ordugahını bastılar ve paha biçilemeyecek şahsi kütüphanesini dahi yaktılar. Auamale dükünün Emir'in ailesini esir alması mücahidlerin moral gücüne büyük bir darbe indirdi. Şiddetli çarpışmalar sonucu Abdülkadir küçük bir kuvvetle Fas’a sığındı.



Fakat Vali Bugeaud peşini bırakmadı ve 1844 Ağustosunda İsli’de Fas ordusunu yendi. Fransızlarla 1844 Ekiminde Tanca anlaşmasını imzalamak zorunda kalan Fas sultanı Abdurrahman, çaresiz olarak Abdülkadir’i desteklemekten vazgeçti. Emir de gizlice ülkesine geri döndü. Burada kısa zamanda kuvvetlendikten sonra çarpışmalar tekrar başladı.



1845 Ekiminde Sidi Birahim'de bir Fransız birliğini bozguna uğrattıysa da, gittikçe artan Fransız baskısı sonunda önce Sahraya çekildi. Orada da fazla duramadı. Tekrar Fas’a ricat etti.(1846) Kendisini takip eden düşman ordusunun Fas Sultanının kuvvetlerini tekrar yenmesi üzerine 23 Aralık 1847’de General Lamoriciere'e teslim oldu. Teslim olurken ağzından şu cümleler döküldü:“Kader”



ESARET YILLARI VE SONRASI

Emir Abdülkadir teslim olduktan sonra 5 sene Fransa’da esir kaldı. Fransız tebaasına girmesi karşılığında kendisine büyük bir armağan verileceği Fransa kralınca kendisine söylendiğinde şu cevabı vermişti: “Kral namına bana bütün Fransa’nın tüm zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cübbemin üzerine yerleştirseniz sizin tebanız olmayı hatırımdan geçirmem. Ben burada sizin misafirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak bu utanç bana değil size ulaşacaktır.” Üçüncü Napolyon zamanında Osmanlı ülkesine gitmesine izin verildi. Payitahta Sultan Birinci Abdülmecit’in iltifatı ile karşılandı. Bursa’da kendisine tahsis edilen bir konağa yerleşti. Kendisini tamamen ilme verdi.



1855’de Bursa’da şiddetli bir deprem oldu. Bu depremden sonra Emir Abdülkadir Şam’a yerleşti. Kendisine Fransız hükümetince maaş bağlandı. Bundan sonraki hayatını tamamıyla İslami çalışmalara ve ilme verdi. 1860'da Cebel-i Lübnan'da patlak veren Dürzi isyanında bizzat müdahale ederek Fransız konsolosu ve 1500 kadar Hristiyanı katliamdan kurtardı. Bunun üzerine Fransız hükümeti kendisine Legion d'honneur nişanı verdi.



Daha sonra 1870 senesinde tekrar Hacca gitti ve iki sene kaldı. Şeyh Şamil’le ikinci görüşmesi de bu zamanda olmuştur. Hac seyahatinde Mısır'a uğrayıp, Mısır Hidivi İsmail Paşanın misafiri olarak Kahire'de bulunan İmam Şamil'le, yine Paşanın davetlisi olarak saraya gelen Emir Abdülkadir hazretlerinin tarihi buluşması Kahire'de büyük heyecana vesile oldu ve halk bu iki İslam kahramanını görebilmek için saraya akın etti..



Hac farizasını eda eden bu büyük mücahid tekrar Şam’a avdet etti. 1883 senesinde 75 yaşında bu şehirde Demir köyünde dar-ı Bekaya intikal etti. Allah Rahmet eylesin. Cenazesi tasavvufta en çok etkilendiğini söylediği zatın, Şeyh Muhyiddin-i Arabi’nin türbesi içine defnolundu.



Bugün Cezayir halkınca ülkenin en büyük kişilerinden biri kabul edilen Emir Abdülkadir'in kemikleri 1966'da Şam'dan getirilerek El Aliye mezarlığındaki şehitler bölümüne nakledildi.



ŞEMAİL VE AHLAKI

Ana Britanicca ansiklopedisi şöyle yazmakta onun hakkında: “Siyah sakallı düzgün bir yüzü, ince ve kıvrak bir bedeni olan orta boylu bir kişiydi. Davranışları son derece kibar, yaşam biçimi de son derece sadeydi. Şairliği ve etkili söz söyleme gücüyle dindaşlarını kolayca heyecana getirebilen dindar ve aydın bir kişi olarak tanınırdı.”



Muasırlarından Abdurrezzak Baytar şöyle anlatır onu: "O, âlicenap, kamil,arif, yüce ihsanlarla bezenmiş bir imam, ilahi ilimlerde rusuh sahibi olduğu gibi hakikat sırlarının kaşifi...Tüm bunların yanında o, erler meydanının süvarisi, mızrak taşıyanların aslanıdır. sözü ne kadar uzatsa da, onu anlatan,onun evsafını anlatmaktan aciz kalır."



Fransız tarihçi Bernar da şu itirafları yazmakta:"Zarif, yakışıklı ve cesaretliydi. Samimi ve ihlaslı bir dindardı.Emirliği nefsin arzularını tatmin amacıyla değil, ümmeti kurtuluşa sevketmek için istedi. Gerektiğinde sert, gerektiğinde yumuşaktı. Cezayir'deki en büyük ve en bariz düşmanımızdı.



SÖZLERİNDEN BİR DEMET

*“Muhakkak ki, cihad peygamberlerin şiarı, Müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır.”



*“Allah Teala bir kimseye din ve dünyanın hayrını dilemedikçe, ona cihad nasip etmez.”



*“Hakiki mümin din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır.”



ESERLERİ

Mücahitliğinin yanında derin bir ilme de sahip olan Şeyh Abdülkadir Cezairi sağlam ve ince fikirler serdettiği ilmi eserler de vermiştir. Kendisi büyük bir tefsir ve hadis alimi olduğu gibi, aynı zaman da seviyeli şiirleri olan bir şairdir de.



Önemli eserlerini aşağıda alıyoruz:

1-Risale-tül Ayan: Emirin siyasi düşüncelerini ihtiva eden ve hicret meselesini ele aldığı kitabıdır.

2- Zikr-ul akıl ve tenbih-ül gafil: Felsefi ve tasavvufi meseleleri işlediği bu eserini Bursa’da kaleme almıştır.

3- Nuzhet-ul Hatır fi karız’il Emir Abdülkadir: Şiirlerini topladığı divanıdır.



ZARURİ BİR AÇIKLAMA

Bu kısa çalışmayı bitirirken beni çok rahatsız eden bir iddia üzerinde durmak istiyorum; Merhum Emir Abdülkadir hazretlerinin “Mason” olduğu iddiası! Maalesef, memleketimizde bir huy var; Derinlemesine araştırma yapmadan yerli yersiz herkesin alnına “mason” damgası yapıştırmak. Buna vesile olan bir grup da var nitekim... Değerli çalışmalarını bir tarafa bırakalım, Masonlukla alakalı kitaplarında ve internet sayfalarında Emir Abdülkadir hakkındaki bu iddiaya yer vermeleri çok acı gerçekten. Elimde “Yahudilik ve Masonluk” adlı eserin eski bir baskısı var. 229. sayfasında resmin altına bir de “Suriyeli Mason” demişler. Eh bu kadarına pes doğrusu...


KAYNAKLAR

1-İslam Meşhurları Ansiklopedisi-1/89-92- Abdüllatif Uyan- Berekat yayınevi- İst-1982

2-Sahabeden günümüze Allah dostları-Cilt:9- Şule yayınları- İst-1996

3-Görsel Büyük Genel Kültür Ansiklopedisi-1/42- Görsel yayınları-İst-1984

4- İslam ansiklopedisi-1/85-87-Milli Eğitim Basımevi-İst:1978

5- Büyük Larousse-1/29-Milliyet yayınları-İst-1986

6- Meydan Larousse-1/32-Sabah yayınları-İst:1992

7- Yeni Rehber ansiklopedisi-1/91-92-Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1993

8- İslam Ansiklopedisi-1/232-Diyanet vakfı yayınları-İst:1988

9- İslam Dergisi-Mart- Nisan-1958-Sayı:15-16

10- Evliyalar Ansiklopedisi-1/370-377- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1992

11- İslam Alimleri Ansiklopedisi-17/274-278- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1984

12- Ana Britannicca-1/29-Hürriyet yayınları-1993

13- Sufiler Ve aksiyon-sf:135-136- Esad El Hatip- İnsan yayınları .

Kaynak: www.davetci.com.tr
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Imam BUHÂRÎ
(194-256/810-869)

Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri

Ebû Abdullah Muhammed b. Ismâil b. Ibrâhim b. el-Mugîre b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.

Mugire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin araciligiyla müslüman olmustur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmistir. Buhârî'nin babasi ve dedesi hakkinda pek bilgimiz yoktur.

Muhammed el-Buhârî, 13 sevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da dogmustur. Bundan dolayi da Buhârî nisbetiyle anilmasina sebep olmustur. Buhârî, henüz bebek iken babasi vefat etmis, kardesi Ahmed'le birlikte yetim kalmistir. Annesinin terbiyesi altinda büyümüs, küçük yasta Kur'an'i ezberlemis ve Arapça ögrenmistir. Babasindan kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim ögrenmesinde yararli oldu. On bir yasinda hadis ögrenmeye basladi. Onalti yasinda annesi ve kardesi Ahmed'le birlikte hacca gitti. Annesi ve kardesi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim ögrenmek istegiyle Mekke'de kaldi. (210 h./825).

Onsekiz yasinda "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adli eserlerini yazdi. ilim ögrenmek için sam'a, Misir'a, Basra'ya, Bagdat'a gitti. Bu amaçla alti yil Hicâz'da kaldi. Buhârî, hadis ögrenmek ve nakletmekle kalmadi. siirle de ilgilendi. Ancak fazla siir yazmadi. Savas sporlarina ilgi duydu, ata bindi, ok atti.

Akranlari Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasinda büyük muhaddis imam Müslim'de vardir. Buna ragmen, Buhârî'nin üstünlügünü çekemeyenler fitne çikarmaktan geri kalmadilar. Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düsüncesini savundugunu yaydilar. Bu dedikodulardan rahatsiz olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri ile arasi açildi. Buhara Emiri Halid Ibn Ahmed, çocuklarina Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutmasi için Buharî'yi konagina çagirir fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez. ilim meclIslerinin herkese açik oldugunu,isteyenin gelerek yararlanabilecegini, ilmi valinin konaginin duvarlari arasina hapsedemeyecegini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed Ibn Hâlid, onu Buhara'dan sürer. Buhârî, Buhara'dan ayrildiktan sonra Semerkand'a gider. Hartenk köyünde bulunan akrabalarinin arasina yerlesir. Semerkand'lilar, Buhârî'den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasinda bulunurlar. Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazirlik yapmaya baslar ancak bu arada hastalanir ve Ramazan Bayrami gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Agustos 869). Cenazesi, bayram günü ögleden sonra kilinarak Hartenk'e defnedilir.

Imam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yetenegine sahipti. Herhangi bir seyi ezberlemesi için ona bir defa bakmasi veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi. Bagdatlilarin ve Semerkandlilar'in O'nun zekâ seviyesini denemek için sorduklari sorular bunu göstermesi bakimindan önemlidir. Gezileri sirasinda dinlediklerini yazmamasi ve kendisine takilanlara, dinledigi bütün hadIsleri ezberden okumasi da dikkat çekicidir. O ayni zamanda çok hadis ezberlemekle de söhret bulmustu.

Ince yapiti uzun boylu idi. ihtiyarliginda çok halim selim görünüslü olmustu. Sert yaratilIsli degildi. Yumusak huyluydu. ilim konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksiz konusmak istemezdi. Baskalari hakkinda gayet yumusak bir dil kullanirdi. Derdi ki, "Hiçbir kimseyi giybet etmemis olarak Allah (c.c)'a kavusmayi arzu ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasina ragmen cerh ettigi (zayifligini ortaya koydugu) raviler hakkinda bile asagilayici tabirler kullanmazdi. Yalanciligi bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardir)", "seketû anhu (sikaligi konusunda âlimler sustular)" derdi. O'nun bir adam hakkinda en agir sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alinmaz)" terimidir.

Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüstügü seyhler arasinda saydiktan sonra söyle demistir: "O, sika, inanilir, akilli bir muhaddistir. Islâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur." Bazi âlimler onun için söyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çikmis gidiyordu ve arkasindan imam-i Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adim atinca Buhârî de bir adim atiyor ve ayagini Rasûlullah (s.a.s.)'in ayagini bastigi yere basiyordu. Kitabini da her bakimdan ona nisbet ediyordu."

Buhârî ilmiyle amel eden bir insandi. Islâmî sinirlara uymada asiri derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarli idi. Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)'in rizasini, Rasûlullah (s.a.s.)'in sefaatini kazanmaktan öte bir amaç tasimiyordu. Babasindan kalan mirasi bile bu yolda harcamisti. Cömertligiyle söhret bulmustu, yardim ettiklerine Allah rizasi için elini uzatiyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kilardi. Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'i Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kismini uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkip, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut yazdiklarina isaretler koyar, üzerinde düsünürdü. Seherden önce uyanir, gece namazi kilar; sonra Kur'an'in üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'in üçte birini okumaya devam ederdi.

Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldigi hocalarinin sayisi binden fazladir. Hadis yazdigi seyhlerine ait senetleri de bildigini, senedi zayif rivayetlere itibar etmedigini belirtir. Hocalarinin baslicalari sunlardir:

Ahmed b. Hanbel
Ali b. el-Medinî
Yahya b. Maîn
Ismail b. idris el-Medînî
Ishak b. Rahuyeh.
Bunlarin disinda su isimleri de görüyoruz;

Mekkî b. ibrahim el-Belhî
Muhammed b. Selam el-Bikendi
Ibrahim b. el-Es'as
Ali b. el-Hasan b. Sekîk
Yahya b. Yahya
Ibrahim b. Musa el-Hafiz
Süreyc b. en-Numan
Ebu Asim en-Nebil es-Seybânî
Muhammed b. Abdullah el-Ensârî
Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî
El Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
Ögrencileri arasinda da en meshurlari sunlardir;

Ebu isa et-Tirmîzî
Muhammed b. Nasru'l Mervezî
Ibni Ebi Dâvud
Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
Câmiu's-Sahîh; Islâm'in ilk dönemlerinde hadIslerin Kur'an'la karismasi söz konusu oldugundan hadIslerin yazilmasi yasakti. Sonralari Kur'an-i Kerîm, kitap haline getirilip, çogaltildi oria bir seyin karismasi engellendi. Sahabe nesli bütünüyle vefat etmis, Islâm ülkeleri genIslemis, degisik düsünceler ortaya çikmisti. Bu tür nedenlerle hadIslerin toplanmasinin yararli olacagina inanildi ve hadIslerin tedvinine baslandi.

HadIslerin toplanmasina Tabiun döneminde baslanmistir. imam Mâlik* (179 h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadIslerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yi tasnif etmistir. imam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalismalar yapildi. Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadir. Bunlarin birincisi, hocasinin kendisinden böyle bir istekte bulunmasi, ikincisi de kendisinin görmüs oldugu bir rüyadir.

Buhârî, sahih adiyla anilan ve içerisine sadece kendince sahih oldugu sabit olan hadIsleri koydugu kitabini yazmakla hükümlerin kaynaklarini bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmistir. imam Buhârî ayrica bu eserle kendisinden önce yasamis mezhep imamlarinin dayandigi temellerin saglam oldugunu, hiç birinin kisisel görüsle fetva vermedigini ortaya koydu. Ondan sonra gelen muhaddIsler, hadis çalismalarinin sinirlarini az çok belirlemis oldular. ilim adamlari Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler. Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koydugu gerçekleri ve sartlari kabul ettiler, örnek aldilar. O, hadiste odak ve hareket noktasi olarak degerlendirildi.

Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandi. Eserine aldigi hadIsleri, alti yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadIslerin disinda kalan diger hadIsleri eserine almadi. Eserin kabarmasini önlemek için sahih hadIslerin bile bir kismini almamistir. Câmiu's-Sahih'te yer alan hadIslerin sayisi yedibinikiyüzyetmisbestir. Bazi hadIsler degisik kitaplarda geçmektedir. Mükerrerler çikarildiktan sonra geriye kalan hadis sayisi dört bin'dir.

Câmiu's-Sahih'te hadIsler konularina göre kitaplara, her kitap da kendi arasinda bâblara ayrilmistir. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadIslere yer verilmis, râvilerin güvenilir olmasi hususunda titiz davranilmistir. Râviler birbirine baglanarak ilk kaynaga kadar götürülmüstür. HadIsleri bazi titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanlari reddetme çigirini açan Buhârî olmustur. O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadIsleri zayif ve uydurma olanlarindan ayirmaya devam etmIslerdir. Sahih hadis kitabi yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizligi ileri götüren olmamistir. Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olmasi onun Islâm ümmeti arasinda müstesnâ bir söhret ve güven kazanmasina sebep olmustur.

Sahih'in nerede telif edildigi hususunda degisik görüsler vardir. Buhârî, hadis almak için gittigi her yerde eserini telife çalismistir. Hayati seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanin onalti yillik çalismasinin mahsulü olan bu eserin telifini bir yere baglamak mümkün degildir.

Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayisi doksanyedi, bâblarin sayisi üçbindört yüzelli kadardir. Üç râvili hadIslerin sayisi da yirmi ikidir. Degisik senetle gelen hadIsler Sahih'te yer almaktadir. Ancak ayni senet ve ayni metinle birden fazla yerde zikredilen hadIslerin sayisi yirmi üç kadardir. Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adi verilmektedir. ikisine birden "Sahihayn " denilir. Diger dört hadis kitabina da "Sünen ", alti hadis kitabinin tümüne birden "Kütübü Sitte" denilmektedir.

Buhârî'nin bu eserine ait bir çok serh yazilmis ve üzerinde çalismalar yapilmistir. En meshur serhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adli eserleridir.

Câmiu's-Sahih disinda, su eserleri vardir:

Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir. Sahasinda ilk yazilanlardandir. Buhârî bunu henüz onsekiz yasinda iken Rasûlullah (s.a.s.)'in kabri basinda mehtapli gecelerde yazmistir. Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basilmistir.
Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kisaltilmisidir. Bazi yazma nüshalari mevcuttur. Ibni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmistir.
Tarihu's-Sagîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir. 1325 yilinda Zuafâü's-Sagîr ile birlikte Hindistan'da basilmistir. Kitâbu Zuafâü's-Sagîr: Zayif ravilerin hallerinden bahseder. Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basilmistir.
Et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir.
Eet-Tevârîhu'l Ensâb: Bazi sahIslarin özel hallerinden bahseder.
Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir. Haydarabad'ta 1360 yilinda basilmistir.
Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadIslerini toplayan bir eserdir. istanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yillarinda basilmistir.
Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldirmakla ilgili bir risâledir. Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yillarinda yayinlanmistir.
Kitâbu'l-Kiraati Halfe'l-imam: Namazda imamin arkasinda okuma hakkinda yazilmis bir risâledir.
Hayrü'l Kelâm fi Kiraati Halfi'l Imam adiyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrica 1320'de Kahire'de basilmistir.
Halku'l-Ef'ali'l-ibâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüslerini reddeden bir kitaptir. 1306'da Delhi'de basilmistir.
El-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazilmis bir eserdir.
Abarü's Sifat: HadIsle ilgili bir eserdir ve bazi kütüphanelerde yazma nüshalari mevcuttur.
. Bunlardan baska kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait oldugu zikredilen su kitaplarin ismini de görmek mümkün:

Birri'l Valideyn
El-Camiu'l Kebir
Et-Tefsirü'l Kebir
Kitabü'l Hibe
Kitabü'l Esribe
Kitabu'l Mebsut
Kitabü'l ilel
Kitabü'l-Fevâid
Esamü's Sahâbe
Kitabu'd-Duâfa
El-Müsnedü'l-Kebir
Sülâsiyyât.



Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

İmam-ı Muhammed

(132/749-189/805)



Şamil İslam Ansiklopedisi


MUHAMMED B. HASAN eş-ŞEYBANİ

Hanefi mezhebinin üç büyük imamından biri. Eserleriyle Hanefiliğin sistemleşmesinde ve yayılmasında etkili oldu. Ebu Yusuf'la birlikte, kendisine Hanefi mezhebinin iki imamı anlamında "İmameyn" denir.



Adı Muhammed, künyesi Ebu Abdullah'dır. Babası Hasan b. Farkad'dır, Benî Şeyban'ların azatlısı olduğu rivayet edilir. Hasan b. Farkad, Şam dolaylarında Haksati köyündendir. Daha sonra Irak'a yerleşti. Oğlu Muhammed, 132/749 da Vasıt'da doğdu. Kufe'de yetişti. O tarihlerde Kufe, fıkıh, dil ve gramer ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Muhammed b. Hasan'ın kültürünün oluşumunu hazırlayan bu çevre, onun dil, fıkıh, şiir ve hadis'e yönelmesine de neden olmuştu.



Babasından otuz bin altın miras kalması, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylaştırmış ve bütün servetini bu uğurda kullandı. Muhammed b. Hasan, birçok bilginden ders aldı. Küçük yaşta Ebu Hanife'nin derslerini takibe başladı. 150/767'de Ebu Hanife'nin ölümü üzerine, fıkıh tahsilini Ebu Yusuf'tan tamamladı. İmam Muhammed b. Hasan, Ebu Hanife'nin öldüğü tarihte on sekiz yaşındaydı. Ali el-Kâri, İmam Muhammed'in Ebu Hanife'nin akrabasından olduğunu rivayet eder (Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyatı, I, 97-100).



Muhammed b. Hasan, çeşitli yerlere seyahatlerde bulunarak birçok bilginle görüştü. Şam'da Evzai'nin, Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin, Horasan'da Abdullah b. Mübarek'in yanına giderek bunlardan ilim tahsil etti. Basra'da da birçok ilim ehlinden ders aldı. Bu seyahatlarının en önemlisi, Medine'ye olanıdır. İmam Muhammed burada üç yıl İmam Malik'in derslerine devam etmiş ve defalarca Muvatta'yı kendisinden dinlemişti.



Medine'deki bu tahsiliyle Muhammed b. Hasan, Rey ehlinin usulüyle, hadis ehlinin usulünü birleştirdi. Irak'a döndüğünde şöhreti her tarafa yayıldı ve kendisine talebe akını başladı. Bu talebelerin en önemlilerinden biri Esed b. Furat'tır. Daha önce İmam Malik'den ders alan Esed, İmam Muhammed'e gelerek talebelik yaptı. Daha sonra Afrika'ya dönüp Muhammed b. Hasan'ın etkisiyle Afrika ve Mağnb'de Ebu Hanife'nin fıkhî ictihatlarını ve görüşlerini halka anlattı. Bir diğer önemli talebesi ise, İmam Şafiî'dir. İmam Şafiî, İmam Muhammed'den ilim tahsil etti ve onun eserlerini istinsah etti (Siyeri Kebir Ter. ve Şerhi s.12). Diğer önemli talebeleri ise, Ebu Hafs el-Kebir, Süleyman el-Ctircani, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Yahya b. Eksem, İsmail b. Tevbe gibi bilginlerdir. Hanefi mezhebi ilk yayılmasını İmam Muhammed b. Hasan ile İmam Ebu Yusuf'a borçludur. Çağında yaygınlaşan problem ve tartışmalara İmam Muhammed de katılarak, görüşlerini açıkladı. İmam Muhammed'in kültürü, Arap dilindeki mahareti ve fıkıhtaki derinliği bütün açıklığıyla eserlerinde kendini gösterir.



İmam Şafiî, İmam Muhammed'den çok istifade ettiğini belirtip, ondan aldığı ilim ile bir çok kitap yazdığını ifade eder (İbn Nedim, el-Fihrist, s. 295). Nafi de, İmam Muhammed'in insanların en fasihi olduğunu söyleyerek, onun dil sahasındaki bilgisine dikkat çeker (İbn Abdilber-el-İntika, s.174).



İmam Muhammed'in Abbasi halifeleri ile ilişkisi olmakla beraber, kendisinin ve ilmine haysiyetini daima koruduğu belirtilir. Hükümdarların önünde eğilmezdi ve onlara yüzsuyu dökmezdi (Hatib el-Bağdadi- Tarihu Bağdad, II, s.173).



Harun Reşid, başlangıçta kadılık görevini kabul etmediği için İmam Muhammed'i iki ay hapsetti. Daha sonra İmam Muhammed bu kararından vaz geçince, geçici bir müddet için başşehir yapılan Rakka'ya kadı tayin edildi (Sava Paşa, İslâm Hukuku Nozariyatı, I, 97-98).



176/792'de Zeydi İmam Yahya b. Abdullah'ın isyanı meselesinde, Harun Reşid, İmam Muhammed'le istişare etti. Bu istişarenin sonucu olarak Halifenin güvenini kaybetti ve Ali oğulları taraftarı olmak şüphesi altında kaldı. Eserleri teftiş edilerek, isyana sürükleyen parçaların olup olmadığı kontrol edildi ve bu arada da kadılık görevinden de azledildi (Taberi, Tarih, el-Ümam..., III, 619).



İmam Muhammed, kadılıktan azledildikten sonra,189/805 yılına kadar Bağdad'da kaldı. Bu arada Halifeyle araları düzeldi ve yeniden göreve getirilerek Horasan kadılığına tayin edildi. Aynı yıl içinde de Rey civarında vefat etti (el-Kerderi-Menakibu'l-İmamil-A'zam, II,187). Aynı gün Kisaî de vefat etmişti. Harun Reşid; "Bugün Arapça ve fıkıh defnedildi" diyerek kaybın büyüklüğünü dile getirdi (Hayreddin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 96).



İmam Muhammed'in Fıkıhtaki değeri özellikle iki yönde ortaya çıkar. Birincisi; eserleri ile Ebu Hanife'nin mezhebinin yayıhnasında talebelerinin en etkilisi olması ve ikinci asır fakihleri arasında en çok eser vermesidir. (İmam Muhammed'in görüşlerindeki asalet, onu özel bir mezhep sahibi haline getirmektedir.) İkincisi ise, bir çok büyük bilgini etkilemesidir. Sözgelişi el-Müdevvene, el-Esediye, el-Ümm ve el-Hücce gibi Fıkıh kitaplarının sahipleri ondan etkilenmişler, eserlerini onun kitapları ışığında yazmışlardır.



Hanefi mezhebi usulünde, İmam Muhammed ile İmam Ebû Yusuf'un görüşü bir konuda birleştiğinde, İmam Ebu Hanife'nin görüşü tercih edilerek, o konuda Hanefi mezhebinin görüşünü temsil eder.



İmam Muhammed'in fakihler tabakasındaki yeri hakkında farklı görüşler ileri sürülür. İbn Âbidin fakîhleri yedi tabakaya ayırarak, İmam Muhammed'i ikinci tabakadan sayar. Buna göre İmam Muhammed mezhepte müctehiddir. Fakat bu görüş umumiyetle kabul görmemiştir. Çünkü İmam Muhammed, Ebu Hanife'y,i veya bir başka müctehidi taklid etmemiştir. Görüşlerinde tamamen müstakil olduğu için mutlak müctehid kabul eden bilginler daha çoktur (M. Ebu Zehra. Ebu Hanife, s. 653-657).



Kadılık yaptığı için fıkhı pratik alanda uygulama imkânı bulmuştur. Irak ve Hicaz ekolüne mensup ilim adamlarından ders aldığı için bu iki ekol arasındaki görüş ayrılıklarını azaltmıştır. Fıkha büyük hizmeti geçmiş hatta, "fıkhı Abdullah b. Mes'ud 32/652 ekti, Alkame (62/681) biçti, İbrâhim en-Nehaî (ö. 95/713) harman yaptı, Ebû Hanîfe öğüttü, Ebû Yusuf hamurunu kardı, İmam Muhammed pişirdi. Diğer insanlar hazır yiyorlar" sözü meşhur olmuştur (Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, Ankara 1980, s. 106).



Eserleri:



İmam Muhammed'in lisanı kuwetli ve kalemi akıcı idi. Kolay yazardı. Hanefi fıkıh meselelerini toplayıp sonraki nesillere aktaran o olmuştur. Değerli eserler bırakmış, hemen hepsi de zamanımıza kadar intikal etmiştir. Eserleri genel olarak iki kısma ayrılır:



A- Zâhiru'r-Rivâye: Bunlar altı tanedir.



1- el-Mebsût, buna "el-Asl" da denir.



2- ez-Ziyâdât,



3- el-Câmiu's-Sağîr



4- el-Câmiul-Kebîr



5- es-Siyeru's-Sağîr



6- es-Siyeru'l-Kebîr.



Bunların hepsinde fıkıh (İslâm Hukuku) ile ilgilidir. Bu kitapları İmam Muhammed tevâtür yoluyla Ebû Hanife veya Ebû Yusuf'tan rivâyet ettiği için "açık rivâyetli, rivâyetinde şüphe olmayan" anlamında "Zâhiru'rrivâye" denilmiştir. Kendisinin görüşleri de bu kitaplarda bulunmaktadır. Bu altı kitab içindeki konular Hanefi fıkhının temelini teşkil ettiği için bunlara "el-Usûl" ismi de verilmiştir (Bu eserlerine dünya kütüphanelerinde bilinen nüshaları için Brockelmann'ın "Gal"ına ve Fuad Sezgin'in, "Gas''ına bk.).



Zâhiru'r-Rivâye kitapları, Hakim eş-Şehîd Ebul-Fadl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş ve eser "el-Kâfı" adını almıştır. Bu kitap, kendi devrinde Hanefi mezhebinin görüşlerini, fürû meselelerini öğrenmek isteyene yeterli kabul edilmiştir. Bu müellifin "el-Müntekâ"adında bir eseri daha vardır ki, nevâdir meselelerini de içine alır.



"el-Kâfi", daha sonra, Ebû Bekr Muhammed Şemsü'l-Eimme es-Serahsi (ö.490/1097) tarafından şerhedilmiş ve el-Mebsût " isimfi bu eser otuz cilt halinde basılmıştır. es-Serahsi, bu eserinin bir bölümünü zindanda iken öğrencilerine yazdırmıştır.



Hanefi mezhebinde el-Mebsût adını taşıyan başka eserler de vardır. Diğer Mebsûtlar sahibinin adlarıyla anılırlar. Bunlar, İmam Muhammed'in el-Mebsût isimli eserinin şerhidir. Diğer mezheplerde de Mebsût isimli eserlere rastlanır. es-Serahsî'nin el-Mebsût'u Hanefi fıkhının en muteber kitaplarından biridir. Meselelerin dayandığı deliller zikredilir, münakaşası yapılır. Önemli noktalarda diğer mezhep görüşleriyle karşılaştırmalı incelemeler yer alır. Konuların işlenişinde görülebilen dağınıklık, son yıllarda çıkarılan el-Mebsût Fihristi ile giderilmeye çalışılmıştır.



B- Nâdiru'r-Rivâye Kitapları:



1- Keysâniyyat kitabı. İmam Muhammed'den Şuayb b. Süleyman el-Keysâni rivayet ettiği için bu ad verilmiştir.



2- Hârûniyyât. Harûn er-Reşide takdim edildiği için bu ad verilmiştir.



3- Cürcâniyyât. Cürcan'da yazıldığı veya Ali b. Salih el-Cürcânî rivayet ettiği için bu ad verilmiştir.



4- Rakkıyât. İmam Muhammed Rakka kadısı iken kendisine gelen meseleleri içine almaktadır.



5- Ziyâdetü'z-Ziyâdât ez-Ziyâdât'ın tamamlayıcıdır.



Bu kitaplara Nevâdiru'r-Rivaye veya Gayru Zâhiri'r-Rivâye denilir, çünkü bu kitapların rivayeti tevatür derecesine ulaşmamıştır.



Bu kitaplarda da Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve kendisinin görüşleri bulunmaktadır.



Bunların dışında



1- Er-reddû alâ Ehlil-Medîne. Ebû Hanife'nin reyleriyle Medine'lilerin reylerinin münakaşasını yapar.



2- Kitâbu'l-Asâr: Bu eserinde, Ebû Hanîfe'den rivayet etmiş olduğu merfû, mevkûf ve mürsel hadisleri toplamıştır (M. Ebu Zehra, Tarihu'l-Mezâhibi'l-İslâmiyye, Kahire, t.y., s. 171,172; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, I, 30; Osman Keskioğlu, a.g.e., s. 95, 96; Ali Şafak, İslam Hukukunun Tedvini, Erzurum 1978, s. 87 vd.; İslâm Medeniyeti Dergisi (Muhammed eş-Şeybânî Özel Sayısı)şy: 20; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 74, 75; İ.A. "eş-Şeybanî" mad.).

Kaynak: www.davetci.com.tr
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

ABDURRAHMAN EL-HAZİNİ

(1100-1160 tahm.)

Astronom ve fizikçi

Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL



Kaynaklarda zaman zaman İbn Heysem, Ebu Ca'fer el-Hazin ve Ebü'l-

Fazl el-Hazimi ile karıştınlan Abdurrahazin el-Metvezi'nin Bizans asıllı

kölesidir. Sahibinin Merv sarayında hazin (hazinedar) olmasından dolayı

el-Hazini nisbesiyle tanınmıştır .

Efendisinin sağladığı imkanlarla, devrinde mümkün olabilen en iyi eği-

timi gördü, özellikle felsefe ve matematik tahsil ederek, bu konuda kendi -

sini mükemmel bir şekilde yetiştirdi. Daha sonra Melikşah'ın oğlu Sultan

Sencer devrinde (1118-1157) bir ilim ve edebiyat merkezi haline gelen

Merv'de, sarayın desteğiyle çalışma ve araştırmalarını yürüttü.

Hazini'yi ilim dünyasına tanıtan ve astronomi ile ilgili en önemli ve en

güvenilir bir eser olarak kabul edilen Zic'ini Sultan Sencer için hazırladı ve



Mizan'ül Hikme'den alınan bir kantarın örneği. Kantarın kolu üzerinde bir hesap

cetveli bulunmaktadır. Bunun sağında çatal ve iki merkez vardır. Bunlardan biri

altın, diğeri ise gümüş içindir. Bunun altında bir çengel bulunmaktadır. Tartıların

altında yüzler, onlar, birler ve kesirlere ait olmak üzere büyük, orta ve küçük top-

Iar vardır. Bunların altında, bazan topların hangi tartıya ait olduğuna dair yazılar

bulunur. Kefenin sol yukarısında topların yerleştirilmesi için talimat vardır. Re-

simde kantarın parçaları görülmektedir.



.



yine onun hazinesinde kullanılmak üzere, kendisine her çağın ilmi alet ya-

pıcıları arasında mümtaz bir mevki kazandırmış olan ''mizanü'l-hikme'' adı-

nı verdiği bir hidrostatik terazi yaptı. Bu terazi sayesinde metallerin ve taş-

ların saf olup olmadıkları, iki elementten meydana gelen alaşımlarda metal-

lerin karışma oranları bulunabiliyordu. Bu terazi hassasiyet yönünden daha

önce yapılanlardan çok üstündü. Abdurrahman el-Hazini, aynı zamanda ri-

yazet yolunu takip eden dindar bir kimseydi; bir derviş gibi giyinir , çok az

yer ve evinde tek başına yaşardı. Bir defasında Sultan Sencer, 1000 dinar

ihsanda bulunur. Fakat o cebinde 10 dinar olduğunu ve bunun da kendisine

uzun süre yeteceğini söyleyerek bunu kabul etmez.

Öğrencilerinden yalnız,Hasan es Semerkandi'nin adı bilinmektedir.

Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip olamadığımız Abdurrahman el -Ha-

zini'nin, yapmış olduğu çok önemli ve değerli çalışmalar yeterince incele-

nip araştırılmış değildir. Kendinden önceki araştırmacılara çok bağımlıdır

ve özellikle Biruni ve Asfizari'den alıntılar yapmıştır; ancak bu konularda

olan derin bilgisi de inkar edilemez.



İLMi HİZMETLERİ

Ona göre ağırlık, cismin bünyesinde bulunan, bir kuvvet olup onun ar-

zın merkezine doğru hareketine sebep olur ve özgül ağırlığına bağlıdır.

İslam dünyasında orjinal gözlemler yapmış, yirmi astronomdan biri olan

Hazini'nin Zic'i, Biruni ve Hayyam'inkilerden sonra kullanılmaya başlan-

mış, ondan sonra da Nasurittin et-Tusi, Kutbüttin eş-Şirazi, Kaşi ve Uluğ

Bey'in zic'leri kullanılmıştır. Cisimlerin düşmesindeki hızla, zaman ve me-

safe arasındaki münasebetleri detaylı bir şekilde inceledi.

Biruni gibi, o da birçok sıvı ve madenlerin özgür ağırlıklarını tesbit etti.

Bunları gösteren cetveller düzenledi. Bunun için özel bir alet yaptı.

Mizan (terazi), kantar, ölçü aletleri ve kaldıraçlar hakkında ilmi açıkla-

malarda bulundu. Yazdığı kitabında bunlar, hakkında geniş bilgiler verdi.

Miza'üI-Hikme adlı eserinde fiziğin tarihini yazdı.



Dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça suyun daha fazla yoğunluğa sa-

hip olduğunu ileri sürdü. Bu konuda deneyler yaptı. Aynı, hipotezi Batılı

bilgin Roger Bacon (1214-1294) 100 sene sonra kadar genişletti.

Selçuk ülkesinin enlem ve boylamlarını hesapladı. Birçok yerlerin kıb-

lesini tesbit etti.



Dirayetli bir tabiat bilgini ve fizikçi olan Hazini, mizan, kapan, mantar ,

karastum denilen teraziler üzerinde uzun boylu çalışmalar yaptı. Teraziyi

dahiyane bir ölçü haline getirdi ve ona el- Mizan'ül Cami adını verdi. Bu

hususları içine alan kitabına da ''Kitabü Mizan'il Hikme'' ismini koydu.



ESERLERİ:

1. Kitabü Mizan-l-Hikme, en önemli eseri olup, 1121'de hidrostatik te-

razisi münasebetiyle kaleme alınmiştır. Terazinin yapımı, kullanımı, teorik

esası ve onunla ilgili diğer konuları ihtiva eder. Dört Arapça yazma nüsha-

sı bulunmuş ve 1940'ta Haydarabad'da basılmıştır. Eser, daha önce İngiliz-

ce'ye tercüme edilmiş (1859) ve ayrıca muhtasar bir Farsça tercümesi Ter-

ceme-i MizanüI-Hikme adıyla Tahran'da yayınlanmıştır.

Eser, sekiz kitaptan meydana gelmektedir. Birinci kitap, hidrostatik te-

razinin geometri ve fizikle ilgili ilkelerini, ikinci kitap, ağırlıkların dengesi

ve teraziler hakkındaki genel bilgileri, üçüncü kitap, metallerle değerli taş-

ların ve diğer cisimlerin özgül ağırlıklarının nasıl bulunacağını, dördüncü

kitap, yukarıdaki konularda Arkhimides, Menelaus, Ebu Bekir er-Razi ve

Hayyam tarafından ortaya konulan gelişmeleri, beşinci ve altıncı kitaplar,

terazinin parçalarını, yedinci ve sekizinci kitaplar ise, hidrostatik teraziler

üzerinde yapılan değişiklikleri, diğer özel teraziler ile ilgili bilgileri ve bir-

çok tablo ve diyagramı ihtiva etmektedir.

Bu eser, ortaçağda yazılan en ünlü mekanik kitaplarından biridir; ancak

terazi ve baskül yapımcılan, terazi kullanan tüccarlarve kontrol memurla-

rı için bir el kitabı olmaktan öte gidememiştir. çünkü onu takip eden başka

çalışmalar yapılmamış ve bu bilim dalı geleneksel ilimler arasında gelişe-

meyip kaybolmuştur.



2- Ez-zicü'l-mu'teberu's-Senceri es-Sultani. Eserin bir nüshası Vatikan

Sarayı'nda, diğer bir nüshası British Museum'da, bir ''seçmeler'' nüshası, da

Tahran Sipehsalar medresesi kütüphanesinde bulunmaktadır. Ayrıca Süley-

maniye Kütüphanesi'nde bizzat Hazini'nin Vecizü'z-zic adıyla yaptığı öze-

tin bir nüshası vardır. Hazini, bu eserinde, gezegenlerin gözlenebilen ve he-

saplanan durumlarını karşılaştırmış, aralarındaki 'birbirine uymayan nokta-

ları tesbit etmiştir:

Eserdeki tablolarda, 1130 yılı dolaylarında. Yıldızların gökyüzündeki ko-

nuları ile Merv şehrinin enlemi bulunmakta, ayrıca takvim bilgileri, müba-

rek günler, hükümdar ve peygamberlerle ilgili tarihler de yeralmaktadır.



3. Risale fi'l-Alat. Astronomi aletlerine dair bir risaledir.



Kaynak: www.davetci.com
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Hariri

(1054-1122 m. )



R.Nur Enstitüsü - 06.06.2003



Makamat adlı eseri ile tanınıp, meşhur olan Arap asıllı şair ve dil alimidir. İslamî ilimlerin muhtelif dallarında zamanın meşhur alimlerinden ders almıştır. Güçlü zekâsı ve hafızası ile tebarüz etmiştir (şöhret bulmuş). Zengin bir ailenin evlâdı olarak büyümüş, cömertlik, dürüstlük, iffet ve edebiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Şiirlerinde mânâdan çok lâfza ağırlık vermesi eleştirilere sebep olmuştur. Risâle-i Nur'da "dahiye-i edeb" olarak tavsif edilmekle beraber, lafızperestliğinin kendisine verdiği zarara dikkat çekilmiştir. (Muhakemat, s. 78)Künyesi Ebu Muhammed Kasım bin Ali bin Muhammed el-Hariri şeklindedir.



Harirî, 1054 yılında Basra'nın Meşan kasabasında doğdu. Asıl adı Kasım'dır. Oğlu Muhammed'e nispetle Ebu Muhammed, memleketinden ötürü Basrî, ipek ticaretiyle uğraşan bir aileye mensubiyetinden ötürü de ibnü'l-Harirî lakaplarıyla anıldı. Ancak, Harirî lakabıyla tanınıp meşhur oldu. Ailesi Rebiatü'l-Feres kabilesindendir.



Harirî, ticaretle meşgul olan varlıklı bir ailenin çocuğu idi. Bundan ötürü zengin bir ailenin çocuğu olarak doğup büyüdü. Çocukluğunu doğduğu şehirde geçirdi. Daha sonra eğitim maksadıyla Basra'ya gitti. Burada bulunan alimlerden muhtelif dersler aldı. Ebü'l-Kasım Hüseyin bin Ahmed Bakıllanî ve Ebu Temmam Muhammed bin Hasan Mukrî gibi hocalardan ders aldı. Daha sonra Bağdat'a gitti. Burada da nahiv ve edebiyat dalında Ebü'l-Hasan Ali bin Faddal el-Mücaşiî'den, fıkıh dalında Ebu Nasr ibnü's-Sabbağ ve Ebu İshak İbrahim bin Ali Şirazî'den, feraiz ve hesap konusunda da Ebu Hakim Abdullah bin İbrahim el-Habrî'den ders aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra Basra'ya döndü ve buraya yerleşti.



Harirî, din ilimleri ve müspet ilimlerin muhtelif dallarında, kendi alanında otorite sayılan hocalardan ders almak suretiyle çok iyi bir eğitimden geçmiş oldu. Ayrıca çok zeki ve güçlü bir hafızaya sahip olması, okuduğu ilimlerin etkisinin vermiş olduğu eserlerde müşahade edilmesi gibi hususlarla da dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle "Makamat" adlı eserinde; nahiv, fıkıh ve feraize dair ince meseleleri güzel bir şekilde işlemesi, bazı meselelerin çözümünde göstermiş olduğu yol, bu ilimlerdeki vukufiyetini göstermesi açısından dikkat çekicidir.



Harirî, Basra'ya yerleştikten sonra buradaki haberleşme dairesinde amirlik yaptı. Bunun yanında ticaretle de uğraşarak önemli bir servet sahibi oldu. Mülkiyetinde bulunan hurma bahçesi de geniş bir alanı kapsamaktaydı. Gerek burada bulunduğu süre zarfında, gerekse Bağdat'a eğitim ve diğer maksatla gidip-gelmelerinde birçok kimse ile temas kurdu. Geniş bir çevreye sahip oldu. Yazdığı eserlerle de şöhret buldu.



Harirî, bilgi ve birikiminin, geniş bir çevreyle temas kurmasının yanında kişisel ve ahlaki özellikleriyle de dikkat çekti. En önemli özelliklerinden birisi de yardımsever olması ve cimri olan kimseleri de şiddetle eleştirmesidir. Zenginliğine paralel olarak mertliği, fazilet sahibi, dürüst ve iffetliliğiyle ön plana çıktı. Risale-i Nur'da kendisi için "dahiye-i edeb" tabiri kullanılarak bu özelliğine vurgu yapılmaktadır. (Muhakemat, s. 78)



Dil bilimi alanında ayrıca iki eser vermesine rağmen daha çok Makamat'ıyla meşhur olan Hariri, bu eserinde Arapların hayatını işledi. Elli söyleşiden oluşan bu eserinde manadan çok söylenişteki parlaklığa önem verdi ve tumturaklı bir dil kullandı. Kafiyeli bir düz yazıyla eserini kaleme alarak, aralara da çeşitli manzum parçalar serpiştirdi. Kendisinden sonra bu eserin benzerleri kaleme alınmasına rağmen, hiçbiri onun kadar İslâm dünyasında ilgi görmedi. Yıllar sonra bu eser Said Nursî'nin de karşısına çıktı. Siirt'in ilim ve faziletiyle tanınan alimlerinden Fethullah Efendi'yi ziyareti sırasında imtihana tabi tutuldu. Fethullah Efendi'nin her sorusuna cevap vermesi, sözünü ettiği her kitabı bitirdiğini söylemesi üzerine Hoca Efendi'nin, zekâsını test etmek maksadıyla, "Hariri'nin Makamat'ından birkaç satırı sadece iki defa okuyup ezberleyebilir misin?" şeklinde sorusuna muhatap oldu. Makamat'ı bir kez okuyup ikincisini ezberden yapan Said Nursi'nin bu hafıza gücü üzerine hoca kendisine "Bediüzzaman" lakabını verir.



Harirî'nin manadan çok söze ehemmiyet vermesi ve dolayısıyla mananın öne çıkması gerekirken geri plana düşmesi eleştirilere sebep olmuştur. Çünkü, fikirlerdeki esas gaye ve takip etmesi gereken mecra, ihtiva ettiği manadır. Manayı ön planda tutan mantık, sıralamada hakikatlere yönelir. Sözlerin dizimi ön planda olmaz. Fikirler, kelimelerin diziminden çok ihtiva ettikleri manalarla kuvvet bulur ve aydınlanır. Ancak, kelimelerin dizimine dikkat edilmesi, kulağa hoş gelen, söylenişte dikkat çeken ifadelere ağırlık verilmesi, mânânın anlaşılması gereğini arkaplana iter. Dikkatleri sadece söylenişteki cazibe üzerinde yoğunlaştırır. Özellikle sözün yabancıları için lafzın tertibinde, güzelliği ve lügat manasının anlaşılmasının kolaylaştırılmasına daha fazla muhtaç oldukları halde zahiri güzellik bu maksadı engellemiştir. Sathi olmakla beraber daha güzel görünen, avamın nazarını cazibedarlıkla celbedip nümayişlere daha müsait bir zemin teşkil edilmesi, bunun neticesinde de daha çok lafızlara himmet gösterilmesi, zamanla söz diziminin manaya üstünlük sağlayarak lafızperestlerin tasallutuna zemin hazırladı.



Harirî'nin lafza önem vermesi, kendisinden sonra gelenlere bu alanda kötü örnek olması, üstün ahlakı ve edep dahisi özelliğine gölge düşürdü. Bu büyük edep dahisi lafza mağlup oldu. Lafızperestlik hevesi de çok kıymetli olan edebini lekedar etti. Lafzın ön plana çıkarılarak mananın ehemmiyetten düşürülmesine sebebiyet veren bu gelişme İslâm alimleri tarafından bir hastalık olarak görüldü. Abdülkahir'i Cürcani bu hastalığın tedavi edilmesi maksadıyla, "Delâil-i İ'câz ve Esrarü'l-Belâgat" adlı eserini kaleme aldı. (Muhakemat, s. 78-79)



Harirî, 1122 Eylül'ünde Basra'da vefat etti. Kaleme almış olduğu eserleri muhtelif dünya dillerine çevrilerek çok sayıdaki araştırmacı ve okuyucuya ulaştırıldı. Bazı eserleri Türkçe'ye de çevrildi.



Eserlerinden bazıları şunlardır:



Makamat: En önemli eseridir. Yaşadığı toplumun eksiklik ve çelişkilerine dikkat çekmeye çalışmıştır. Eserinde Ebu Zeyd es-Seruci adlı hayali kahramanı canlandırarak, akıcı bir üslupla kaleme almıştır. Eser nesir-nazım karışımı olarak kaleme alınmıştır. Eserin çok sayıda yazma nüshası mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de İstanbul'daki Süleymaniye Kütüphanesindedir. Türkçe'ye de çevrilen eser Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Şark Klasikleri arasında yayınlanmıştır.



Dürretü'l-gavvaş fi Evhami'l-havas: Dil yanlışlarını tashih maksadıyla kaleme alınmıştır. Eserde edip ve yazarların konuşmalarıyla yazılarında yapmış oldukları dil yanlışlarına yer verilerek tashihleri yapılmıştır. Söz konusu yanlışları düzeltirken ayet ve hadislerden de istifade etmiştir. Bu eseri de Türkçe'ye çevrilmiştir.



Mülhatü'l-irab, Risaletü'ş-şiniyye, Risaletü's-siniyye yazdığı diğer eserleridir. Bunların dışında kendisine ait olduğu rivayet edilen eserlerden de söz edilmektedir.

Kaynak: www.davetci.com.tr
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ



Gazeteci-yazar (1917 Akseki-10Kasım 1983 İstanbul)



Asıl adı Osman Zeki Yüksel dır. Serdengeçti dergisinde bu imzayla çıkan yazılarından dolayı bu soy adla tanındı. Aralarında Ahmet Hamdı Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi nin de bulunduğu alimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlkokulu Aksekide, ortaokulu yatılı öğrenci olarak Antalyada okudu. Ankara’da Atatürk Lisesini bitirdikten sonra girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde 2. Sınıf öğrencisi iken Mayıs 1944 te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca fakülteye başvurarak öğrenimine devam etmek istediyse de kendisine izin verilmedi. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel e hitabenYüksek makamın alçak vekiline sözleriyle başlayan bir dilekçe yazdı. dilekçe yi bakana verme cesaretini kimse bulamadı, Osman Yüksel yeniden hapishaneye gönderildi. Hapisten çıkınca ünlü serdengeçti dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Başlığının altında Allah, Vatan, Millet Yolunda cümlesi sürekli yer alan dergideki yazılarında sık sık kullandığı Açın kapıları Osman geliyor sözü yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu. Kendisine Serdengeçti unvanını kazandıran bu dergi, sık sık kapanması ve çıkan yazılarından dolayı çok sayıda mahkumiyet kararı çıkması nedeniyle 33 sayı çıkabilmişti. (1947-Şubat 1962)Tek parti yönetiminin Islamiyet ve müslümanlar üzerindeki ağır baskılarını protesto eden aydınların önde gelenlerin arasında yer alan Osman Yüksel Kalemini Hak yolunda bir kılınç gibi kullandı, bu nedenle de Anadoluda efsanevi bir kahraman gibi tanındı.(Mehmet Ateşoğlu). 1952 yılında Bağrı yanık adlı bir mizah gazetesi çıkardı. Başlığı altında”Hak yolunda bağrı yanık yolcular”sözü yer alan bu yayınında da inancının mücadelesini zengin esprilerle dolu yergileriyle sürdürdü. Bir ara politikaya atıldı, A.P. listesinden Antalya milletvekili seçilerek, parlamentoda görev yaptı (1965-1969). Batılılaşmayı protesto için meclise kıravatsız milletvekili olarak da ün kazandı. Partisinin politikası ve parti ileri gelenlerine yönelttiği eleştiriler yüzünden A.P. den ihraç edildi. Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayımladığı yazı ve kitaplarla devem etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde Selam başlığı altında günlük fıkralar yazdı.



ESERLERİ: Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatlar, Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali, Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap, Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocugun Şiir Kitabı.

Kaynak: www.davetci.com.tr
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

MEHMED ZAHID KOTKU (ra)


Osmanli'nin son asrinda iyice çoraklasan tasavvufî hayata bir canlilik getiren; ayni zamanda hadisçi ve büyük âlimdir. Naksi tarikati büyülerinden Ahmed Ziyâüddin el-Gümüshanevi Halifelerinden Ömer Ziyâeddin Efendi ve Mustafa Feyzi Efendi'nin yaninda tasavvufa intisabini tamamladi. Ilk tahsilini daha önce tamamlamisti. 1. Cihan Harbinde askere alindi. çesitli cephelerde hizmet verdi, yaralandi.


Askerden sonra Istanbul camilerindeki derslere devam etti. Hifzini tamamladi. Degisik hocalardan icazet aldi. Tekkelerin kapatilmasindan sonra imamliga bas1adi. Hem imamlik, hem de ölü gönülleri uyarma vazifesine devam etti. çevresinde sevenler halkasi olustu. Dalgalar misali bütün yurt çapinda yayildi. Bütün Islâm âleminde tanindi. Bu arada Râmuzu'I-Ehâdis'den yaptigl hadis dersleri büyük ilgi gördü.


Daha sonra bu dersler kitaplasti; faydasi umumilesti. Yanina gelenler cazibesine kapilirdi. Üzerinde Islâmi bir heybeti vardi. Tane tane konusur, herkes rahatlikla her konustugunu anlayabilirdi. Sünneti bütünüyle yasamaya çalisirdi.


Hayatniin son demlerinde hastalandi. Hastaligi ayakta gezmesine mani idi. Ama, vazifesine yine devam etti. 1980 senesinde Hacc'a gitti, dönüsünde, daha da agirlsmisti. 13 Kasim 1980'de, özlediklerine kavustu. Allah rahmet eylesin.



Zaman gazetesi takvimi, 13.11.97

***********************************************************************************************


Mehmed Zahid Kotku (RH.A) Hazretlerini`nin Kisa Terceme-i Hali


Rahmetullahi alyh`in adi Mehmed Zahid, soyadi Kotku idi. Kendisinin naklettigine gore babsi ona: "Oglum Mehemmed!" diye hitap edermis. Soyadinin "mutevazi" manasina geldigi nufus cuzdaninin basina not edilmis idi. Tevelludu 1315 hicri kameri (Rumu: 1313, Miladi: 1897) yilinda Bursa sehrinde, kale icinde Turkmenzade Cikmazi`ndaki baba evinde vaki olmustur.


Ailesi


Baba ve annesi Kafkasya`dan 1297`de goc eden muslumanlardandir. Dedeleri Kafkasya`da Sirvan`a bagli eski bir hanlik merkezi olan Nuha`dandir ki burasi dag eteginde, ipekcilikle meshur, ahalisi musluman, halen Azeri Turkcesi konusulan bir yerdir.


Babasi Ibrahim Efendi Burasa`ya 16 yaslarinda iken gelmis, Hamza Bey Medresesinde tahsil gormus, muhtelif yerlerde imamlik yapmis, hazret-i Peygamber (SAS) sulalesinden bir Seyyid`dir; 1929`larda 76 yaslarinda iken Bursa ovasindaki Izvat koyu`nde vefat etmis ve oraya defnolunmus, ehl-i tarik bir kimsedir.


Annesi Sabire Hanim, Mehmed Zahid Efendi 3 yaslarinda iken vefat etmis, Pinarbasi Karristani`na gomulmustur.


Bu anne ve babadan dogma agabeyi Ahmed Sakir (1308-1335) subaylik yapmis, Kudus`te Canakkale`de bulunmus, siperlerde hastalanmis ve 28 yaslarinda iken vefat edip Sogutlucesme`ye defn olunmustur. Ayni anneden bir kucuk kardesi olmussa da cok yasamamis bir kac aylik iken vefat etmistir.


Babasinin ikinci evliligi yine Dagistan muhacirlerinden, fatma Hanim`la olmustur. Ondan dogma uc kiz kardes halen hayattadirlar. Bunlardan Pakize Hanim`in efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarindan ve Ismail Hakki Tekkesi seyhlerinden merhum Ahmed Efendi (K.S)`dir.


Tahsili, Askerligi


Mehmed Zahid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruc Bey Ibtidaisinde okudu, Maksem`deki Idadiye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebine girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayisiyla 18 yaslarinda askere celb olundu. 14 Nisan 1322`de asker oldu, senelerce askerlik yapti, cok tehlikeli gunler gecirdi, hastaliklar atlatti. Ordunun Suriye`den cekilmesinden sonra, binbir guclukle Istanbul`a dondu.


10 Temmuz 1335`de Cuma gununden itibaren de 25 K. 30 subede yazici olarak vazifeye devam etti. Kendi hatira defteri kayitlarindan 1338 Martlarinda henuz bu vazifede oldugu goruluyor.


Tasavvufi Yetismesi ve Dini Hizmetleri


Istanbul`da bulundugu esnada cesitli toplantilara, derslere, cemilerdeki vaazlara devam etti. bilhassa Seydisehirli Abdullah Feyzi Efendi`yi cok sevdigi anlasiliyor. bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma gunu namazi Ayasofya camii`nde edadan sonra Vilayet onunde bulunan Fatma Sultan Camii yanindaki Gumushaneli Tekkesi`ne giderek Seyh Omer Ziyaeddin Efendi`ye intisab eyledi. gunden gune gune ahvalini terakki ettirdi.


Bu zat-i serifin, 18 Kasim 1337 Cuma gunu vefatindan sonra postnisin-i irsad olan Tekirdagli Mustafa Feyzi Efendi`nin yaninda tahsil'i kemalata devam etmis, muteaddit defalar halvete girmis, 27 yaslarinda halifetnameyi aldiktan sonra ondan Ramuzu'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delailu'l-hayrat icazetnamelerini de almis, Bayezit, Fatih ve Ayosofya camii ve medreselerinde derslere devam etmis, bu esnada hafizliginida tamamlamistir. Bu aralarda hocasinin isareti uzere muhtelif kasaba ve koylerde dini hizmet ifa etmistir.


Tekkelerin kapatilmasinda sonra Bursa`ya donmus, evlemis, 1929'da da vefat eden babasi yerine Bursa ovasinda ki Izvat koyunde 15-16 sene kadar imamlik ettikten sonra Uftade Cami-i Serifi'nin imam-hatipligine tayin edilerek sehirde hisar icindeki baba evine yerlesti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.


1952 Araliginda Gumushaneli Dergahi postnisini ve eski tekke arkadasi Kazanli Abdulaziz Bekkine'nin vefati uzerine, Istanbul'a nakl olarak fatih'te bulvara nazir Ummu Gulsum Mescidi'nde vazife gordu.


1.10.1958 tarihinde Fatih Iskenderpasa Camii Serifi'ne naklolundu ve vefatina kadar bu vazifede kaldi.


Vefati


Mehmed Zahid Efendi Rahmetullahi Aleyh omrunun son yillarinda rahatsiz idi; ayakta gezmesine ragmen; siddetli agrilardan muzdaripti. 1979 yazinda uzun zaman kalmak uzere gittigi Hicaz'dan, agir hasta olarak 1980 Subatinda donmek zorunda kalmisti. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin ucte ikisi alindi.


Ameliyattan sonra tedricen duzeldi, hatta 1980 Ramazaninda hic aksatmadan orucunu tuttu. Hatimle teravih kildi, vaaz etti, yazin Balikesir Ilica'ya, Canakkale Ayvacik sahiline agriyan ayaklari icin goturuldu, hac mevsimi gelincede Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsizligi nuks etmis ve agrilar tekrar baslamisti. Hacci guclukle ihvadan sonra 6 Kasim 1980'de cok hasta olarak Istanbul'a dondu. Tam bir hafta sonra 13 Kasim 1980'de Persembe gunu ogleye yakin, dualar, yasinler, tesbih ve gozyaslari ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.


Cenaze namazi 14 Kasim 1980 Cuma gunu Istanbul Suleymaniye Camii'nde muhtesem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafindan kilinarak, mubarek vucudu, Kanuni Suleyman turbesi arkasinda, kendisinden feyz aldigi hocalari ve ustadlarinin yanindaki istirahatgahina defnolundu.


Bu esnada Suleymaniye, Sahzedebasi, Fatih ve cevrelerinde trafik durmus, Suleymaniye'nin ici ve avlusu kamilen doldugu gibi, cemaat sokaklara tasarak Esnaf Hastahanesi'nin yanina kadar uzanmisti. Vefatini duyanlar icinde Anadolu'nun en uzak sehirlerinden oldugu kadar Avrupa'dan da gelenler vardi.


Uzakta bulunan muhiblerinden cogu da vaktinde haber alamama yuzunden cenazesine yetisememislerdi.


Vefati Islam Alemi'nde buyuk uzuntuye yol acmis, Suudi Arabistan'da, Kabe'de, Kuveyt'te ve daha baska sehirlerde giyabinda cenaze namazi kilinip, dualar edilmis, ajanslar bu elim vefat haberini yayinlamislardi.


Vefat tarihi olan 13 Kasim 1980 tarihli takvim yapraklarinda tevafukan cok manidar ibareler yer aliyordu. Mesela bunlarin birindeki su parca ne kadar sayan-i taaccubdur:


Akramdan Aglama Oldugum gun tabutum yuruyunce Bende bu dunya derdi var sanma! Bana aglama, "Yazik, yazik!" "Vah, vah" deme! Seytanin tuzagina dusersen vah vahin sirasi o zamandir. Yazik yazik asil o zaman denir. Cenazemi gordugun zaman "Elfirak, elfirak!" deme! Benim bulusmam asil o zamandir. Beni mezara koyunca elvada demege kalkisma! Mezar cennet toplulugunun perdesidir. Mezar hapis gorunur amma, Aslinda canin hapisten kurtulusudur. Batmayi gordun ya, dogmayi da seyret! Gunesle aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batma gorunur amma, Aslinda o dogmadir, parlamadir. Yere hangi tohum ekildi de yetismedi? Neden insan tohumu icin, Bitmeyecek, yetismeyecek zannina dusuyorsun? Hangi kova suyu salindi da dolu olarak cekilmedi? Can Yusuf'un kuyuya dusunce niye aglarsin? Bu tarafta agzini yumdun mu o tarafta ac! Cunku artik hay-huy'un, Mekansizlik aleminin boslugundadir.


Allah-u Teala ve Tekaddes Hazretleri derecatina ulya eyleyip, biz aciz u nacizleri de fuyuzat ve sefaatindan feyz-yab u nasibdar buyursun. Amin bi-hurmeti Seyyidi'l Murselin (SAS) ve alihi ve sahbihi ve men tabiahum bi ihsanin ila yevmi'd-din ve'l-hamdu lillahi rabbi'l-alemin.


Prof. Dr. M. Es'ad COSAN


Kaynak : Kotku Federasyonu
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

ABDURRAHMAN EL-HAZİNİ

(1100-1160 tahm.)

Astronom ve fizikçi

Müslüman Bilim Adamları - Akit - Ülkü KUMRAL



Kaynaklarda zaman zaman İbn Heysem, Ebu Ca'fer el-Hazin ve Ebü'l-

Fazl el-Hazimi ile karıştınlan Abdurrahazin el-Metvezi'nin Bizans asıllı

kölesidir. Sahibinin Merv sarayında hazin (hazinedar) olmasından dolayı

el-Hazini nisbesiyle tanınmıştır .

Efendisinin sağladığı imkanlarla, devrinde mümkün olabilen en iyi eği-

timi gördü, özellikle felsefe ve matematik tahsil ederek, bu konuda kendi -

sini mükemmel bir şekilde yetiştirdi. Daha sonra Melikşah'ın oğlu Sultan

Sencer devrinde (1118-1157) bir ilim ve edebiyat merkezi haline gelen

Merv'de, sarayın desteğiyle çalışma ve araştırmalarını yürüttü.

Hazini'yi ilim dünyasına tanıtan ve astronomi ile ilgili en önemli ve en

güvenilir bir eser olarak kabul edilen Zic'ini Sultan Sencer için hazırladı ve



Mizan'ül Hikme'den alınan bir kantarın örneği. Kantarın kolu üzerinde bir hesap

cetveli bulunmaktadır. Bunun sağında çatal ve iki merkez vardır. Bunlardan biri

altın, diğeri ise gümüş içindir. Bunun altında bir çengel bulunmaktadır. Tartıların

altında yüzler, onlar, birler ve kesirlere ait olmak üzere büyük, orta ve küçük top-

Iar vardır. Bunların altında, bazan topların hangi tartıya ait olduğuna dair yazılar

bulunur. Kefenin sol yukarısında topların yerleştirilmesi için talimat vardır. Re-

simde kantarın parçaları görülmektedir.



.



yine onun hazinesinde kullanılmak üzere, kendisine her çağın ilmi alet ya-

pıcıları arasında mümtaz bir mevki kazandırmış olan ''mizanü'l-hikme'' adı-

nı verdiği bir hidrostatik terazi yaptı. Bu terazi sayesinde metallerin ve taş-

ların saf olup olmadıkları, iki elementten meydana gelen alaşımlarda metal-

lerin karışma oranları bulunabiliyordu. Bu terazi hassasiyet yönünden daha

önce yapılanlardan çok üstündü. Abdurrahman el-Hazini, aynı zamanda ri-

yazet yolunu takip eden dindar bir kimseydi; bir derviş gibi giyinir , çok az

yer ve evinde tek başına yaşardı. Bir defasında Sultan Sencer, 1000 dinar

ihsanda bulunur. Fakat o cebinde 10 dinar olduğunu ve bunun da kendisine

uzun süre yeteceğini söyleyerek bunu kabul etmez.

Öğrencilerinden yalnız,Hasan es Semerkandi'nin adı bilinmektedir.

Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip olamadığımız Abdurrahman el -Ha-

zini'nin, yapmış olduğu çok önemli ve değerli çalışmalar yeterince incele-

nip araştırılmış değildir. Kendinden önceki araştırmacılara çok bağımlıdır

ve özellikle Biruni ve Asfizari'den alıntılar yapmıştır; ancak bu konularda

olan derin bilgisi de inkar edilemez.



İLMi HİZMETLERİ

Ona göre ağırlık, cismin bünyesinde bulunan, bir kuvvet olup onun ar-

zın merkezine doğru hareketine sebep olur ve özgül ağırlığına bağlıdır.

İslam dünyasında orjinal gözlemler yapmış, yirmi astronomdan biri olan

Hazini'nin Zic'i, Biruni ve Hayyam'inkilerden sonra kullanılmaya başlan-

mış, ondan sonra da Nasurittin et-Tusi, Kutbüttin eş-Şirazi, Kaşi ve Uluğ

Bey'in zic'leri kullanılmıştır. Cisimlerin düşmesindeki hızla, zaman ve me-

safe arasındaki münasebetleri detaylı bir şekilde inceledi.

Biruni gibi, o da birçok sıvı ve madenlerin özgür ağırlıklarını tesbit etti.

Bunları gösteren cetveller düzenledi. Bunun için özel bir alet yaptı.

Mizan (terazi), kantar, ölçü aletleri ve kaldıraçlar hakkında ilmi açıkla-

malarda bulundu. Yazdığı kitabında bunlar, hakkında geniş bilgiler verdi.

Miza'üI-Hikme adlı eserinde fiziğin tarihini yazdı.



Dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça suyun daha fazla yoğunluğa sa-

hip olduğunu ileri sürdü. Bu konuda deneyler yaptı. Aynı, hipotezi Batılı

bilgin Roger Bacon (1214-1294) 100 sene sonra kadar genişletti.

Selçuk ülkesinin enlem ve boylamlarını hesapladı. Birçok yerlerin kıb-

lesini tesbit etti.



Dirayetli bir tabiat bilgini ve fizikçi olan Hazini, mizan, kapan, mantar ,

karastum denilen teraziler üzerinde uzun boylu çalışmalar yaptı. Teraziyi

dahiyane bir ölçü haline getirdi ve ona el- Mizan'ül Cami adını verdi. Bu

hususları içine alan kitabına da ''Kitabü Mizan'il Hikme'' ismini koydu.



ESERLERİ:

1. Kitabü Mizan-l-Hikme, en önemli eseri olup, 1121'de hidrostatik te-

razisi münasebetiyle kaleme alınmiştır. Terazinin yapımı, kullanımı, teorik

esası ve onunla ilgili diğer konuları ihtiva eder. Dört Arapça yazma nüsha-

sı bulunmuş ve 1940'ta Haydarabad'da basılmıştır. Eser, daha önce İngiliz-

ce'ye tercüme edilmiş (1859) ve ayrıca muhtasar bir Farsça tercümesi Ter-

ceme-i MizanüI-Hikme adıyla Tahran'da yayınlanmıştır.

Eser, sekiz kitaptan meydana gelmektedir. Birinci kitap, hidrostatik te-

razinin geometri ve fizikle ilgili ilkelerini, ikinci kitap, ağırlıkların dengesi

ve teraziler hakkındaki genel bilgileri, üçüncü kitap, metallerle değerli taş-

ların ve diğer cisimlerin özgül ağırlıklarının nasıl bulunacağını, dördüncü

kitap, yukarıdaki konularda Arkhimides, Menelaus, Ebu Bekir er-Razi ve

Hayyam tarafından ortaya konulan gelişmeleri, beşinci ve altıncı kitaplar,

terazinin parçalarını, yedinci ve sekizinci kitaplar ise, hidrostatik teraziler

üzerinde yapılan değişiklikleri, diğer özel teraziler ile ilgili bilgileri ve bir-

çok tablo ve diyagramı ihtiva etmektedir.

Bu eser, ortaçağda yazılan en ünlü mekanik kitaplarından biridir; ancak

terazi ve baskül yapımcılan, terazi kullanan tüccarlarve kontrol memurla-

rı için bir el kitabı olmaktan öte gidememiştir. çünkü onu takip eden başka

çalışmalar yapılmamış ve bu bilim dalı geleneksel ilimler arasında gelişe-

meyip kaybolmuştur.



2- Ez-zicü'l-mu'teberu's-Senceri es-Sultani. Eserin bir nüshası Vatikan

Sarayı'nda, diğer bir nüshası British Museum'da, bir ''seçmeler'' nüshası, da

Tahran Sipehsalar medresesi kütüphanesinde bulunmaktadır. Ayrıca Süley-

maniye Kütüphanesi'nde bizzat Hazini'nin Vecizü'z-zic adıyla yaptığı öze-

tin bir nüshası vardır. Hazini, bu eserinde, gezegenlerin gözlenebilen ve he-

saplanan durumlarını karşılaştırmış, aralarındaki 'birbirine uymayan nokta-

ları tesbit etmiştir:

Eserdeki tablolarda, 1130 yılı dolaylarında. Yıldızların gökyüzündeki ko-

nuları ile Merv şehrinin enlemi bulunmakta, ayrıca takvim bilgileri, müba-

rek günler, hükümdar ve peygamberlerle ilgili tarihler de yeralmaktadır.



3. Risale fi'l-Alat. Astronomi aletlerine dair bir risaledir.



Kaynak: www.davetci.com
 

desertrose

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
3,480
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
RE: İZ BIRAKANLAR

S.A. RABBİM ONLARIN BIRAKTIKLARI İZLERDEN YÜRÜMEMİZİ NASİP ETSİN..
SELAM VE DUA İLE..B)B)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Ibnu'l-Kayyim el-Cevziyye

Ismi ve Soyu
Ibnu'l-Kayyim el-Cevziyye'nin adi Muhammed, künyesi Ebu Abdillah, lakabi Semsuddin, unvani Zür'i'dir. Babasinin adi Ebubekir ibnu Eyyub'dur. Sam'da dogdu. Babasi Cevziyye Medresesi'nin kayyimi oldugu için kendisi Ibnu'l-Kayyim el-Cevziyye diye taninmistir.

Ilmi Tahsili ve Derecesi
Ögrenim hayatina babasindan aldigi derslerle baslayan Ibnu'l-Kayyim, Mecduddin Ebu Bekir ibnu Muhammed et-Tunusi ve Muhammed ibnu Ebi'l-Feth el-Ba'lebeki'den Arap dili ve edebiyati, Safii alimi Safiyyuddin el-Hindi'den Kelam ve Usul, Mecduddin Ismail ibnu Muhammed el-Harrani ile Takiyuddin ibnu Teymiyye'den Fikih okudu. Fikihta asil hocasi Ibnu Teymiyye olup onun birçok eserini bizzat kendisinden okuma imkani buldu. Ibnu'l-Kayyim birçok hocadan ders almis olsa da onun üzerinde en çok etkisi bulunan kisi 712 yilinda Misir'dan dönmesinden ölümüne kadar (728) sürekli beraber bulundu Ibnu Teymiyye olmustur. Hatta Ibnu'l-Kayyim'in ilmi birikim ve söhretini büyük ölçüde Ibnu Teymiyye'ye borçlu oldugu söylenebilir. Gerçekten de bu ikisi örnegi az rastlanan bir hoca-talebe iliskisi sergilemislerdir. Ibnu'l-Kayyim, hemen her zaman hocasi Ibnu Teymiyye ile birlikte anilmakta ve ona olan asiri sevgi ve bagliligi özellikle belirtilmektedir. Bu baglilik, hocasinin eserlerini tehzib ve görüslerini yayma konusundaki çabalarinda ve yazdigi eserleri büyük çogunlukla hocasinin görüslerini açiklamasina hasretmesinde açikça görülmektedir.

Ibnu'l-Kayyim, salt bir taklitçi olmayip delile göre davranmayi ilke edinmekle beraber hocasi gibi genelde Hanbeli mezhebinin usul anlayisi çerçevesinde hareket etmis, özel olarak da Ibnu Teymiyye'nin görüsleri dogrultusunda tavir sergilemistir. Bunun için Ibnu Teymiyye ile birlikte Selefiye ekolünün bayraktari kabul edilmistir.

Yeni Hanbelilik veya Selefilik diye adlandirilan akimin önde gelen ismi olmasi dolayisiyla Ibnu Teymiyye'nin Memlük idarecilerinden gördügü baskilar büyük oranda talebesi Ibnu'l-Kayyim için de söz konusudur. Gerek Ibnu Teymiyye'yle bulunmasi gerekse bazi görüsleri sebebiyle yöneticilerle arasinin pek iyi olmamasi sebebiyle Ibnu'l-Kayyim, biri Hz. Ibrahim (a.s.)'in kabrini ziyaret etmek amaciyla yolculuk yapilmasina karsi çikmasi yüzünden olmak üzere birkaç defa hapsedilmistir. Hicri 726 yilinda Ibnu Teymiyye ile birlikte Dimesk kalesine hapsedilmis, muhtemelen Ibnu Teymiyye kadar tehlikeli görülmedigi için hocasinin ölümünden sonra serbest birakilmistir.

Hafiz Ibnu Receb onun ilmi derecesi hakkinda sunlari söyler: "O bütün Islami bilgilerde yetenekliydi. Fakat Tefsir kolunda onun bir benzeri yoktu. Usulu'd-Din konusunda da en yetkili kisilerdendi. Hadis, Hadis-Fikih ve hüküm çikarmadaki inceliklerde ona denk biri göze çarpmiyordu. Fikih, Usul-i Fikih, Arapça ve Kelam ilminde de üstün bir seviyeye ulasmisti. Tarikat ilmine ve tasavvuf ehli kisilerin isaret ve inceliklerine de haylice vakifti. Ben, Kur'an ve sünnetin ne demek oldugunu, inceliklerini ve iman gerçeklerini ondan daha iyi bilen birini görmedim. O kusursuz, günahsiz degildi. Ama ben bu özelliklere sahip onun gibi birini görmedim."

Allame Zehebi (öl.748) de söyle der: "Ibnu'l-Kayyim, hadis metinlerini ve hadis ricalini bilmeye çok ilgi duyar, bunlarla çok daha fazla ilgilenirdi. Fikih incelemeleriyle de çok mesgul olurdu. Çok genis ve detayli bir sekilde yazarak Arapça dilbilgisini ögrenmekte, Fikih ve Hadis usulünde çok maharetliydi."

Ilmi Faaliyeti ve Metodu
Ibnu'l-Kayyim, Ibnu Teymiyye'nin baslattigi islah çabasina katki saglamayi, bu çabayi devam ettirmeyi hedeflemistir. Adalet ve toplum yarari temeline dayali dini ve içtimai islah projesi sayilabilecek bu çabanin esasini selefin yöntemi olarak gördügü Kitap ve sünnetin hakemligine bas vurma, seriatin ruhunu anlama, toplumsal olgulari bu baglamda dikkate alip degerlendirme ve buna bagli olarak taklidin yol açtigi fikri donuklukla mücadele etme olusturmaktadir. Bu noktada Ibnu'l-Kayyim özellikle akidenin selef mezhebine dönülmek suretiyle islahi, taklide karsi fikir hürriyetinin hakim kilinmasi, dini oyuncak haline getirenlerin uydurduklari hilelerle mücadele ve seriatin ruhunu anlama gibi hususlar üzerinde durmustur.

Ibnu'l-Kayyim'in yönteminin genel çizgileri "orta yol üzere olma", "gelenekçilik" ve "anlamcilik" olarak ifade edilebilir. Onun orta yolcu tutumunun sonuçlari itikad, usul ve fürua dair görüslerinde açikça görülmektedir. Bu anlayisi Islam dinini diger dinler arasinda ve Ehli Sünnet'i diger mezhepler arasinda konumlandirirken de göstermistir. Ona göre Müslümanlar diger din mensuplari arasinda ortada olduklari gibi, Ehli Sünnet de diger mezhepler arasinda ortadadir.

Ibnu'l-Kayyim, bir islah iddiasiyla yola çiktigi için onun fetvalarinda toplumsal bozulma noktalarini, döneminde ortaya çikan bidat ve hurafeleri tespit etme imkani bulunabilir. Bu tavir onun ayni zamanda selefi tutum ve yönteminin de tabii sonucudur. Nitekim kabir ziyaretinin esasen mesru oldugu kanaatini tasimakla beraber özellikle bazi salih kisilerin kabrini ziyaret amaciyla yola çikilmasini caiz görmez.

Ibadet ve Takvasi
Hafiz ibnu Receb anlatiyor: "O, çok ibadet eden ve gecelerini çok uyanik geçiren biriydi. Namazlari uzun ve huzur dolu olurdu. Her zaman zikreden, çalisan, ugrasan biriydi. Onda Allah sevgisinin bir coskusu ve cezbesi, kullugun özel bir hali vardi. Yüzünde ilahi huzura yönelme, yoksulluk, acizlik ve boynu büküklügün nuru görünürdü. Bu hal içinde ben onu baskasina benzemeyen bir insan olarak gördüm. Birçok kez hacc yapti. Bir süre Mekke'de kaldi. Mekkeliler onun çok ibadet edisinin ve çok tavaf edisinin insani hayrete düsüren hallerini anlatmaktadirlar."

Allame Ibnu Kesir (öl. 774) de kendi tarih kitabinda söyle yaziyor: "Hafiz Ibnu'l-Kayyim çok sevimli bir insandi. Ne kimseye hased eder, ne eziyet eder, ne bir kimsenin ayibini ortaya çikarir, ne de bir kimsede kusur arardi. Ben onun en yakin arkadasi ve sevdigi biriydim. Bizim zamanimizda dünyada ondan daha fazla ibadet eden ve daha çok nafile ibadet yapan biri var miydi bilmiyorum? Namazini uzun uzun kilar, rüku ve secdelerini çok uzatirdi. Bazi kereler dostlari ona kizarlardi ama o bunu terk etmezdi. Sözün kisasi su ki o, genel olarak bütün yönleriyle kendisine benzer kimse az olan biriydi."

Vefati
Hicri 13 Recep 751 (16 Eylül 1350)'de Çarsamba gecesi vefat etti. Bir gün sonra ögle namazini müteakip Cami-i Kebir'de cenaze namazi kilindi ve Babu's-Sag'li mezarligina defnedildi. Allah rahmet eylesin ve derecesini yükseltsin.

Eserleri
Herhangi bir ilimde otorite sayilmasa da Kelam, Tefsir, Hadis, Fikih ve Usul-i Fikih'ta derinlesmis olan Ibnu'l-Kayyim'in kaynaklarda 100'e yakin eserinin adi geçmekte olup bunlarin önemli bir kismi gerek onun ilginç kisiligini, gerekse Hanbeli mezhebinin tarihi birikimini gün isigina çikarma yönünden çagimizdaki insanlarin istifadesine sunulmustur.

Onun eserleri metotlu olus ve tertipli yazilis bakimindan hocasi Hafiz Ibnu Teymiyye'nin eserlerinden daha üstündür. Bunun disinda onun kitaplarinda tasavvuf tatliligi, akici ifade ve insan ruhuna isleyicilik daha çok bulunmaktadir. Herhalde bu onun tabiatinin ve ruhi yapisinin bir sonucudur. Onun ruhi yapisinda celalden (otorite) çok cemal (hosgörü) vardir.

Eserlerinin çok olmasi nedeniyle hepsinin ismini zikretmemiz mümkün degildir. Ancak her ilmi disiplinde önemli olanlarin isimlerini zikretmekle yetinecegiz.

Akaid:

-el-Kasidetu'n-Nuniyye: Ehli Sünnet akaidine ait 3000 beyit içermektedir.

-er-Ruh: Agirlikli olarak rüya, ölümle kiyamet arasindaki süre, kabir hayati ve ruh konusunu ele alir.

-Hidayetu'l-Hayara

Ahlak ve Tasavvuf:

-Medaricu's-Salikin

-Ravzatu'l-Muvakkiin 'an Rabbi'l-Alemin

-Ahkamu ehli'z-Zimme ve'l-Fürusiyye

-Hükmü Tariki's-Salat

Tefsir:

-et-Tibyan fi Aksami'l-Kur'an

-Esmau'l-Kur'an

-Tefsiru'l-Fatiha

-Tefsiru'l-Muavvezeteyn

Hadis:

-Tehzibu Sünen-i Ebi Davud

-el-Menaru'l-Münif

Zadu'l-Mead:

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hayati, günlük yasayisi ve uygulamalarindan çikarilan dini, ahlaki, hukuki vb. hükümlerinin yer aldigi ansiklopedik mahiyette bir eserdir. Eser, Siyer, Hadis, Fikih, Kelam, Tasavvuf ve ihsan kitabidir. Amel ve islah bakimindan Ihyau Ulumi'd-Din'den sonra belki de böyle çok yönlü bir kitap yazilmamistir.

Kaynaklar:

1.Islam Ansiklopedisi, TDV, C. 20, sh. 109-117

2.en-Nedvi, Islam Önderleri Tarihi, C. 2, sh. 425

Kaynak: Vahdet dergisi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Ömer Nasuhi BiLMEN

(1883 m.-1971 m.)



1883'te Erzurum'un Salasar köyünde doğdu. Babası Hacı Ahmet Efendi, annesi Muhibe Hanım'dır.

Küçük yaştayken babasının vefat etmesi üzerine, Erzurum Ahmediyye Medresesi müderrisi ve nakibüleşraf kaymakamı olan amcası Abdürrezzak İlmi Efendi'nin himayesine girdi.

Amcasının ve Erzurum müftüsü Narmanlı Hüseyin Efendi'nin rahle-i tedrisinden geçti.



İki hocası da yakın aralıklarla ölünce, 1908'de İstanbul'a giderek derslerine devam ettiği Fatih dersiamlarından Tokatlı Şakir Efendi'den icazet aldı.

Ders Vekaleti'nce açılan imtihanı kazanarak 1912'de dersiâmlık şehadetnâmesi aldı. Bu arada okumakta olduğu Medresetü'l kudat'ı da bitirdi.

1912 yılının eylül ayında Bayezid Medresesi dersiâmı olarak göreve başladı.

1913'te Fetvâhâne-i Ali müsevvid mülazımlığına tayin edildi.

Bir yıl sonra başmülazımlığa terfi edildi. 1915'te Heyet-i Te'lifiyye üyesi oldu, 1922'de bu dairenin kaldırılması üzerine dersiâmlığa devam etti.

1943'te İstanbul müftülüğüne getirildi.

30 Haziran 1960 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olarak atandı ve daha bir yılını bile doldurmadan emekliye ayrıldı.

On ay gibi kısa bir sürede görevinden ayrılmasının nedeni, dönemin yöneticilerinin Türkçe ezan ve daha bir çok konuda Diyanet İşleri Başkanlığı'nı politik amaçlarına alet etmek istemesiydi.

Ömer Nasuhi Bilmen de, selefleri gibi dini meseleler konusunda asla taviz vermeyen bir yapıya sahipti. Nitekim, 1960'lı yıllarda dinde reform gerekliliğini savunan ve bunun için çabalayanlara:

"Bozulmayan bir dinde reform mu olur" diyor ve İslam'ın ortaya koyduğu iman, ahlak ve hukuk ilkelerinin orjinalliğini, evrenselliğini kendinden beklenen liyakat ve cesaretle savunuyordu.

Uzun memuriyet hayatı boyunca öğretmenlik hizmetinde de bulunan Ömer Nasuhi Bilmen, Darüşşafaka Lisesi'nde yirmi yıla yakın bir süre ahlak ve yurttaşlık dersi okuttu.

İstanbul İmam Hatip Okulu'nda ve Yüksek İslam Enstitüsü'nde usul-i fıkıh ve kelam dersleri verdi. Hayatının sonuna kadar ilmi çalışmalarını sürdürdü ve sekiz ciltlik tefsirini emekli olduktan sonra yazdı.

12 Ekim 1971'de İstanbul'da vefat eden Ömer Nasuhi Bilmen Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğine defnedildi.



Ömer Nasuhi Bilmen, İstanbul müftülüğüne tayin edildiği tarihten itibaren vefat edinceye kadar gerek ilmi ve ahlaki otoritesi, gerekse sâmimi dindarlığı ve tevazuu ile dini konularda ülke insanının

başlıca güven kaynağı olmuştu. Ehl-i sünnet mezhebini şahsında tam bir liyakatla temsil ettiği için herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Bunda şüphesiz, yaşadığı sürece aktif politikanın dışında

kalmasının da önemli bir rolü vardır.

Arapça ve Farsça'yı da çok iyi bilen, Türkçe ile birlikte üç dilde şiir yazabilen Ömer Nasuhi Bilmen, bir ara Fransızca'ya da merak sarınış ve bu dili de tercüme yapabilecek kadar öğrenmişti.

Kendisi Erzurum ağzı ile konuştuğu halde eserlerinde kullandığı üslup ağdalı fakat mükemmel denebilecek kadar sağlamdır.

Gençliğinde yazdığı Türkçe ve Farsça şiirlerinde de duygu, düşünce ve ölçü açısından oldukça başarılıdır.



Hayatının büyük bir kısmını telifle geçiren ve temel islami ilimler alanında çok sayıda eser veren Ömer Nasuhi Bilmen'in



Başlıca eserleri şunlardır:

Latin harflerinin kabulünden sonra Türkiye'de İslam hukuku alanında kaleme alınmış ilk ve en muhtevalı eser olan ve o dönemde akademik çevrelerde büyük yankı uyandıran Hukuk-ı Islamiyye ve Islahat-ı Fıkhıyye Kâmûsu; mezhepler arası mukayeseli sistematik bir İslam hukuku kitabıdır.

Onun Türkiye çapında tanınmasını sağlayan diğer önemli bir eseri de, Büyük İslam İlmihali'dir.

Diğerleri ise;

Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi

Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Tefsiri,

Büyük Tefsir Tarihi,

Kur'an-ı Kerim'den Dersler ve Öğütler,

Sure-i Fethin Türkçe Tefsiri

İ'tilâ-yı İslam ile İstanbul Tarihçesi,

Hikmet Goncaları,

Muvazzah-ı İlm-i Kelâm,

Mülahhas İlm-i Tevhid

Akaid-i-İslamiye,

Yüksek islam Ahlakı,

Dini Bilgiler'dir.

Ömer Nasuhi Bilmen'in ayrıca gençlik yıllarında Farsça olarak yazıp Türkçe'ye çevirdiği Nüzhetü'l ervah adlı bir divançesiyle, İki Şükûfe-i Taaşşuk adlı bir de ,romanı vardır.

Kaynak: www.davetci.com.tr
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Yunus Emre


Yunus Emre'nin 13. yüzyilin ortalarinda, Anadolu Sakarya irmagi cevresinde bir köyde dogdugu ve 14. yüzyilin ilk yarilarinda yine o civarda öldügü saniliyor. Bazi kaynaklara göre egitimden yoksun (ummi), okuma yazma bilmeyen biriydi. Kesinlikle bildigimiz; onun köy kökenli olusudur. Yunus'un Türk dilini kullanmasi da bunu gösteriyor. Cünkü:

O zamanlarda Anadolu sehir hayatinda ilim ve edebiyat dili olarak Arapca ve Farsca etkinligini sürdürüyordu....

Yunus Emre, Anadoluda, Türk dilini harika bir sekilde kullanan ilk sair olmustur. Siirlerinden anlasildigina göre;caginin din ve dünya bilgilerine hic de yabanci degildir. Hatta, biraz Farsca ve Arapca bildigi ve böylece Islam kaynaklarindan uzak kalmadigi, büyük Mutasavvif Mevlana Celaleddin Rumi ile iliskisi bulundugu, dervis olarak tüm Önasyayi gezip dolastigi anlasilmaktadir.

Yunus Emre, Islam aydinlik caglarinin bir harikasidir. Eger, tek basina düsünülmezse; kendinden önceki veya cagdasi büyük düsünürler ile mutasavvif sairler zincirininkendine özgü son halkasi oldugu kolayca anlasilir.





Prof. Dr. M. Es'ad Cosan:


Yunus Emre gerçekten, baska edebiyatlari bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir sairdir. Türk diliyle dinî siir yazan sairlerin en büyüklerinden, en basta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malimiz degildir, dünya kendisinin hayranidir. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yili idi.


Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kaliplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kisa cümleler halinde, misralar halinde anlatabilen bir kimse... Iftihar edecegimiz bir kimse...


Ben Azerbaycan'a gittigim zaman, bana dediler ki: ''Bu Azerbaycan'in bir kasabasi var; istersen seni götürelim. Oranin ahalisi Fuzûlî'nin hayranidir. Hepsi Fuzûlî'nin divanini bastan sona ezbere bilir, ezbere okur.'' Bizim de saniyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzim!.. Çünkü, her siiri ayri harikadir.


Yunus Emre, çok meshurdur ama çok da mechuldür; hayati hakkinda çok sey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarinin bile nerde oldugu hakkinda millet hâlâ münakasa ediyor.


Iki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divani; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... Iki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divani; o da bilimsel olarak nesri yapilamamis bir eserdir. Ama, Kültür Bakanligi'nin nesrettigi Dr. Mustafa Tatçi'nin Yunus Emre Divani, daha ileri bir çalisma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok nesirler yapildi, divan nesredildi. Bu nisbeten onlarin hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmis; güzel, hosuma gitti.


Yunus Emre'nin kendi elinden yazilmis bir divan bize gelmemis. Yunus Emre Divani denilen eserler de karsilastirildigi zaman, birbirlerinden çok farklari var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu siirlerin?.. Belli degil...


Hangi siir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzim!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiginiz, ezberlediginiz, dinlediginiz ilâhilerin bir kismi onun degildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarinca bilinen bir gerçek...


Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi yetismis Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetismis Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almis, Emir Sultan'a bagli... Bu ikinci Yunus daha ziyade, ''Sol cennetin irmaklari'' ''Kâbenin yollari bölük bölüktür'' gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdigimiz siirlerin yüzde altmisi - yetmisi Bursali Yunus'undur.


Bursali Yunus'un Bursa'da kabri vardir ve çok magdur durumdadir. Mahalle arasinda bir evin bahçesi arasinda kalmistir. Ben Bursali arkadaslarimiza rica etmistim, ''Bulun, arayin!'' diye... Buldular, resmini gönderdiler. Söyle bir araliktan geçiliyor. Kimse de, o Sol Cennetin Irmaklari'ni yazan Yunus'un orda yattiginin farkinda degil... Bilseler, yigilacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.


Tabii, bu bizim vazifemiz... Ilim, Kültür ve Sanat Vakfi olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gidecegiz. Belediye baskani eger Çesme belediye baskani kadar yakinlik gösterirse bize; anlatacagiz, diyecegiz ki: ''Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafinin istimlâk edilmesi lâzim, türbesinin güzellestirilmesi lâzim!..''


Bir Yunus o, Bursali Yunus... Bir Yunus da, --simdi belki Aksaray'a baglidir, idârî taksimati bilmiyorum-- Sivrihisar'li... O Sivrihisar, --Eskisehirliler üzülse de söylemek zorundayim-- Eskisehir'in Sivrihisar'i degil... Kizilirmagin kenarinda ama, Eskisehir'deki Sivrihisar degil... Hacibektas kasabasina çok yakin, Sivrihisar diye bir yer var Kizilirmagin kenarinda... Kizilirmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolasip öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazi ile, kitapla Refik Saygun anlatti. Incelemeler yapti, oranin fotograflarini çekti. ''Bu Sivrihisar'dadir Yunus!'' dedi. ''Iste, Tapduk Emre'nin kabri var burda... Iste Yunus'un kabri var burda...'' dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslinda Yunus'un yeri orasi, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzim!..


Ne zaman yasamis; belli degil... Hangi tarihlerde ölmüs; belli degil... Çünkü, bizim vakif kayitlarini, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne ariyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermisler. Gelmisler Istanbulda ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takim evraki çok kalabalik görünce:


''--Ne bunlar burda?..''


''--Efendim, bunlar arsiv belgeleri...''


''--Ne ise yarar?..''


''--Eski yazi...''


''--E, biz devrim yaptik, harfleri degistirdik. Kim bunlari okuyacak?..'' demisler. Vagonlara yüklemisler.


Ismail Hakki Konyali feryad etti, yazilar yazdi: ''Bunlar arsiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kiymetli evraktir!'' diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamiyoruz. Yanginlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.


Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafindan yapilan kalesinin giris kapisindaki kitabeyi, oradaki askerî birligin basindaki bir üstegmen veya yüzbasi kazitmis. Ne istedin o kitabeden, niye kazitiyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzim!.. Kazitmis; simdi ara da bul, kitabe yok...


Mezar taslari Londra'da satiliyormus... Bizim mezarliklardan çalinan mezar taslari, kavuk sekli, tas sekli, yazisi itibariyle antika oldugu için Londra'da haraç mezat satiliyormus. Müsteri buluyormus, oralara kaçiriliyormus. Nasil ediyorlar artik, bilmiyorum.


Onun için Yunus'un mezartasi yok... Arsivler yok, belgeler yok... Gölpinarli söylüyor, ben de gördüm: Haci Bektas kütüphanesinde bir yazmanin üst tarafinda, dogumu su, yasi su kadar, vefati su diye bir kayit var... Ama kim yazmis oraya, nereye dayanarak yazmis, belli degil... Diyorlar ki, iste 1320 yillarinda ölmüstür. Belki dogru olabilir ama, kuvvetli bir belge degil...


Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmis, sonunda tarih atmis. Hicrî 707 tarihinde yazilmis; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlilardan önce o sagmis. Ötekiler, ilim adami olarak bizim yüzdeyüz kabul edecegimiz seyler degil...


Yunus'un divaninda incelemize göre; Yunus Emre evlenmis, çolugu çocugu var... ''Allah bize de çoluk çocuk verdi.'' diyor bir siirinde... Anliyoruz ki, Yunus bekâr göçmemis; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...


Bir sair koca olmus. Yâni yaslanmis. Genç yasta degil, bayagi bir ihtiyarlamis oldugu belli...


Seyh efendi diye çok hürmet etmisler kendisine, siirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anliyoruz. ''Bana seyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayim.'' diye söylüyor; ama ordan anliyoruz ki, seyh demisler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatinda bu hürmeti görmüs.


Ilim bakimindan; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmis, usta bir âlim... Öyle oduncu filân degil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamis bir insan degil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmis ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var siirlerinde... Onlar ayri bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...


Simdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanina yakin Yunus ile, öteki Bursali Yunus arasinda yüz küsur yil zaman farki var... Üslûb farki var... Bu Yunus'un dili baska, Bursali Yunus'un dili baska... Sip diye anlasilir; kullandigi kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çagdas Yunus baska, Bursali Yunus baska... Ikisi ayri sahsiyet...


Bursali Yunus, hiç falso yapmamis olan, siirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememis olan, müteserrî, müeddeb, âsik bir sâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...


Gelelim eski Yunus'a... Eski Yunus, cür'etli bir insan, iddiali söz söyleyen bir insan... Nasil iddiali söz söylüyor?..


Bir kez gönül yiktin ise,


O kildigin namaz degil!..


''Bir kere bir kalb yiktiysan; senin kildigin namaz, namaz degil!'' diyor. Seriat bu kadar siki degil... Seriat biraz müsamahalidir. ''O kusurdur, tamam kalb kirmasi bir kusurdur ama; öbür taraftaki namazi da, namazdir. Ne yapalim, kusurlu bir müslüman... Kusursuz insan olmaz.'' diye düsünülür. Ama, Yunus sert bir insan; öyle seylere pek razi gelemiyor, sapasaglam olsun istiyor. ''Bir kez gönül yiktin ise; o kildigin namaz degil!'' diyor, defterden siliyor. Eski Yunus sert, sertligiyle taniniyor.


Sonra, biraz da Allah'a olan sevgisinden dolayi, bizim hürmet ettigimiz bazi seyleri de küçümser gibi bazi ifadeler kullaniyor; insanin yüregi agzina geliyor.


Cennet cennet dedikleri,


Birkaç köskle birkaç hûri;


Isteyene var anlari,


Bana seni gerek seni!..


Simdi bu çok cür'etli bir söz ama, sonu tatli baglandigi için bir sey de diyemiyoruz. Allah'i o kadar çok seviyor ki, cenneti, hûriyi ve sâireyi de düsünmüyor.


Bu da vardir. Hattâ bizim Naksî tarikatinda vardir. Çâr terk diyoruz biz... Dört seyi terketmesi lâzim dervisin: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk...


Dünyayi defterden silecek, gönlünden çikartacak... Ukbâyi defterden silecek, gönlünden çikartacak. Ukbâda cennet var, hûriler vs. var... Terk-i hestî; varliktan geçecek, kendini yok edecek, fenâ makamina erecek... Terk-i terk; bir de, terkettiklerini kafasinda tutup da, kendisine kibir gurur getirmeyecek, terkettiklerini de unutacak... Yâni, ''Ben sunlari terkettim, ne büyük adamim!'' demeyecek.


Bu bizim ilk Yunus da, acaba nasil bir Yunus?.. Böyle cenneti, hûrileri filân küçümsedigine göre... Bir baska siiri de var, onun bestesi de çok hosuma gidiyor:


Milk-i bekàdan gelmisem,


Fânî cihani neylerem?..


Ben dost cemâlin görmüsem,


Hûr-i cinâni neylerem?..


''Öbür alemden geldim ben buraya; ben burayi ne yapayim?.. Ben cemâlullahi görmüsüm, Allah'i görmüsüm; hûrileri ne yapayim?..'' diyor. Bu da güzel bir siirdir. Hicaz makaminda bestesi çok nefistir.


--Yunus böyle de, acaba Yunus çizgiden çikmis bir insan mi?..


--Hayir!..


--Iddiali olduguna göre, yoksa alevî mi bu adamcagiz?..


--Alevî degil!.. Bilimsel olarak onu da söylemek bizim vazifemiz... Nerden isbat edebiliriz?.. Meselâ televizyonda çikacak karsimiza alevî babalari, dedeleri; ''Yunus alevî idi.'' diyecekler.

''Ahmed Yesevî alevî idi'' diyorlar. Tamam, o zaman Hazret-i Ali de alevî idi. Kendisi netice itibariyle ama, senin bildigin alevî degil... Alevîlik Hazret-i Ali'yi sevmekse, biz de alevîyiz. Hepimiz seviyoruz ama, yasantin nasil?..


Simdi, surda bir sözü var eski Yunus'un:


Namaz kilmayana sen,


Müselmandir demegil,


Hergiz müselman olmaz,


Bagri dönmüstür tasa...


Namaz kilmayana müslüman demiyor eski Yunus... Sinirli ya, asabî mesrebli adamcagiz... Namaz kilmadi mi, siliyor defterden... Hani, kalb yikani defterden sildigi gibi, namaz kilmayani da siliyor. Namaz kilmayanlar yandi... Yunus kovalayacak sopayla... (Hergiz müselman olmaz; bagri dönmüstür tasa...) Hergiz, aslâ demek...


Alevî kardeslerimiz sahabenin arasinda ayirim yaparlar; biz ayirim yapmayiz.


(Ashâbî ken nücûmi) ''Benim ashabim yildizlar gibidir.'' buyurmus Peygamber Efendimiz... (bi eyyihim iktedeytüm ihtedeytüm.) ''Hangisine sarilsaniz, hak yola, cennete gidersiniz.'' buyurmus. Biz ashaba dil uzatmiyoruz. ''Ashaba dil uzatarak benim canimi sikmayin! Ashabim konusunda ileri geri konusup da, beni üzmeyin!'' buyuruyor. Biz ashabin kendi aralarindaki meseleleri bahis konusu etmiyoruz.


Ama onlarda tevellâ ve teberrâ var... Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in dostlarini sevmek var, düsmanlarina düsman olmak var... Bir takim sahabeyi defterden silmek var, aleyhinde konusmak var... Eski Yunus'ta bunlar yok...


Bunlari niçin anlatiyorum?.. Yunus'un gerçek çehresini herkes bilsin diye anlatiyorum. Onu da surda, misaliyle isaretledim. Onu da okuyayim da delilli olsun:


Isksiz adem dünyada,


Belli bilün yokdurur.


Her biri bir nesneye,


Sevgüsi var âsikdur.


Çalab'un dünyasinda,


Yüzbin türlü sevgü var.


Kabul et kendözüne


Gör kangisi lâyiktir.


''Dünyada herkes bir seyi sever. Binbir türlü sevgi var dünyada... Ama sen, bu sevgileri söyle bir göz önüne getir. Bunlarin hangisi sana lâyiktir; seçme yap!'' diyor.


Yâni, ''Rahman'i mi sevmek lâzim, seytani mi sevmek lâzim?.. Imani mi sevmek lâzim, sirki küfrü mü sevmek lâzim?.. Zulmü mü sevmek lâzim, adaleti mi sevmek lâzim?.. Herkes bir sey seviyor ama, sen kendine lâyik olani seç!'' diyor.


Biri Rahmânir Rahîm,


Biri seytânir racîm.


Anun yazugimuz di,


Sevgüye taallukdur.


Dünyada Peygamberün,


Basina geldi bu isk.


Tercemâni Cebrâil,


Ma'sûkasi Hàlik'dur.


Yâni, ''Bu sevgi dedigimiz sey Hazret-i Muhammed'in de basina geldi. Bu askin tercümani Cebrâil AS'dir. Rasûlüllah'in sevgilisi de Allah'tir.'' diyor.


Siirin besinci dörtlügünde:


Ömer ü Osman Ali,


Mustafâ yâranleri.


Bu dördünün ulusi,


Ebû Bekr-i Siddîk'dur.


Ebûbekir Siddîk'in en yüksek oldugunu düsünmek de, ehl-i sünnet akîdesidir. Biliyorsunuz, ehl-i sünnet akîdesine göre, sahabe-i kirâmin efdali Ebûbekir Siddîk Efendimiz'dir. Hilâfet de, fazîlet sirasina göredir. Bizim kanaatimiz böyle... ''Allah böyle takdir etmis; demek ki, bunda bir sebep vardir.'' diye, biz böyle düsünüyoruz sünnî olarak...


Ama alevî kardeslerimiz, ''En üstünü Ali idi. Ötekiler haksizlik etti, gasb etti. Hazret-i Ali Efendimiz, Peygamber Efendimiz'in cenâze isleriyle mesgulken, orda politik entrikalarla kendilerini seçtirdiler.'' demeye getiriyorlar.


Yapmaz o insanlar!.. Diyelim ki, böyle haksizlik yapti... Böyle insana Allah, Peygamber Efendimiz'in türbesinde yatmayi nasib etmez!.. Bu da benim özel delîlim...


Peygamber efendimiz'in yanina herkes yatmadi; kabir arkadasi iki kisi var... Kim?.. Iki kayinpederi... Orda da zerâfet var; ikisinin de kizini aldi ya Peygamber Efendimiz... Birisi Ebûbekir Siddîk, Hazret-i Aise Anamiz'in babasi; ötekisi Ömerül Faruk, Hazret-i Hafsa Validemiz'in babasi... Yâni kayinpeder oluyor, baba oluyor. Allah onlara nasib etmis, Peyggamber Efendimiz'in türbesinde durmayi...


Efendimiz'in kabri surda... Ebûbekir Siddîk Efendimiz'in kabri arkasinda... Ömerül Faruk Efendimiz'in kabri yaninda... Eskiden diyorlardi ki, ''Turna dizilisi gibi, birer metre geriye, birer metre saga kaymis durumdadir.'' Öyle degil...


Son yapilan kazilarda, türbenin duvarini yaparken; kibleye arkamizi dönüp, türbeye dogru teveccüh ettigimiz zaman, sag tarafta kalan yan duvarin tamirini yaparken, tamir edenler iki tane ayak görmüsler. Hemen kapatmislar ve çok üzülmüsler. ''Eyvah! Acaba Rasûlüllah'i mi rahatsiz ettik?'' diye... Sonradan tarih kitaplarini karistirmislar. Anlasilmis ki, Hazret-i Ömer Efendimiz levent oldugu için, boylu poslu oldugu için sigmamis da, ayagi biraz uzamis oraya dogru... Hazret-i Ömer'in ayagi oldugu anlasilmis.


Simdi, böyle bir kötülügü yapmis olsalardi, Allah onlara Peygamber Efendimiz'in yaninda, türbesinde, ayni odada bulunma serefine erdirmezdi. Benim görüsüme göre... Nasib etmezdi, kogardi onlari bilmem nereye... Ne olursa olurlardi. Orada defnedilmek nasib olmus; bu çok önemli bir sey...


Bir de Hazret-i Aise Validemiz'in rüyasi vardir. Hazret-i Aise Validemiz bir rüya görmüs. Ebûbekir Efendimiz de rüya yorumlamayi seviyor. Biraz o hususta mahareti taninmis. Babasina diyor ki:


''--Babacigim, bir rüya gördüm. Gökten üç tane kamer, ay yere indi. Benim hücreme geldiler, topraga daldilar. Acaba bunun yorumu ne?..''


''--Kizim! Senin odana üç kisi defnedilecek. Bunlar yeryüzünün en hayirli insanlaridir.'' diyor.


Peygamber Efendimiz vefat edince de kizina yanasiyor, diyor ki:


''--Kizim, hani sen bir zaman bir rüya görmüstün ya, iste senin üç kamerinden bir tanesi budur ve en hayirlisi budur.'' diyor.


Peygamber Efendimiz oraya gömüldü. Ikincisi kim?.. Ebûbekir Efendimiz... Üçüncüsü kim?.. Ömer Efendimiz...


Evet, Ömer Efendimiz sinirli bir insandi, eli kirbaçliydi. Çarsiya pazara çikardi, belediye reisligi vardi. Esnafi kontrol ederdi. Kamçiyi kafasina indirirdi. Ama Allah için yapardi, adaletliydi. Sevmeyen olabilir, kizan olabilir ama Allah sevdi mi, baskasinin hiç önemi yok...


Peygamber Efendimiz'e de bazi konularda, ''Yâ Rasûlallah, öyle yapmayalim!'' demis ve Hazret-i Ömer'in itiraz ettigi sekilde vahiy inmis sonra... Samimiyetle kanaatini söyleyen insan... Dogruyu sevmek lâzim!..


Bizim burda anlatmak istedigimiz bilimsel bir gerçektir, bir yanlisligi düzeltmektir. Yunus Emre'lerin hiç birisi --Bursalisi zâten degildir de, birinci Yunus da öyle-- seyhayna, yhani Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize söven bir insan degildir. Tevellâci ve teberrâci degildir. Alevî degildir, sünnî akidesindedir. Çok net... Bu siiri onun için buraya koydum. Iki dörtlügü daha var:


Alem fahri Muhammed,


Mi'râca agdugunda,


Çalab'dan diledigi,


Ümmetine azikdur.


Yunus senin aybini,


Gözlegil ayrugi ko,


Kimesnenin aybina,


Sen bakmagil yazikdur.


Sonunda da ahlâkî bir sey söylüyor: ''Ey Yunus!'' diyor kendisine... ''Senin ayibini gözle sen! Kendi ayibina bak, kendini düzeltmege çalis!.. Ayrugi ko; yâni baskasinin ayibini arastirmakla mesgul olma, birak o isi!.. Kimsenin ayibina bakma; günahtir.'' diyor. Yazik, günah demek...


Yunus Emre bir kere akide olarak isbat etmis oluyoruz, namazli niyazli bir insandi. Sonra sahabe-i kirama hürmet eden bir insandi. Ayet-i kerimeleri bilen bir insandi. Alevî kardeslerimiz de bu çizgiye gelsinler, bunun baska çaresi yoktur; çünkü, hak budur.


Yunus'un tasavvufî anlayisini ayrica anlatmak lâzim ama, kisaca söyle anlatalim... Bunu çok kimse bilmez. Bilmedikleri için de Yunus'u anlayamazlar. Yunus'un ne dedigini çok kimse anlayamaz, siirlerini dogru yorumlayamaz. Siirlerini yorumlayan insanlara bakiyorum, tatli insanlar, güzel insanlar, sevimli insanlar, kendilerini de seviyorum; ama, Yunus'un siirini açiklamasi dogru degil!.. Yunus'un siirini anlamamis... Benim anladigim bir takim konular var, noktalar var; açiyorum orayi, anladi mi, anlamamis.


Yunus tasavvuf yönünden Ahmed-i Yesevî ekolüne baglidir; bir... Ikincisi, vahdet-i vücud kanaatine sahibdir.


Biliyorsunuz tasavvufta vahdet-i vücud vardir. Yâni, ''Mahlûkatin vücudu izâfîdir. Varlik, Allah'in varligidir. Gerisi havadir, bostur, yoktur.'' demektir. Vahdet-i vücudu insan, lisedeki edebiyat kitaplarindan ögrenemez. Vahdet-i vücud ince bir konudur. Dikkat etmezse insan, ayagi küfre kayar. Kolay anlasilmaz, ince bir konudur. Yâni, kulun kendi varligini yok bilmesi, Allah'in varliginin yegâne varlik oldugunu bilmesidir. Yunus bu kanaattedir, vahdet-i vücuda sâliktir.


Biz meselâ, sahsen hangi ekoldeyiz?.. Biz vahdet-i suhûd'a sâlikiz. Bu Imam-i Rabbânî Efendimiz'in kanaatidir. Diyor ki: ''Ben murakabelerimde, halvetimde, tasavvufî çalismalarimda çok çok defalar, bütün dikkatimi kullanarak meseleyi tekrar tekrar inceledim; vahdet-i vücud yok, vahdet-i suhud var!'' diyor. Suhud ne demek?.. Allah'in varligina sahid her sey; bu sahidlerin birligi var... Allah var, onun disinda yarattiklari mahlûkat var... Muhiddin-i Arabî'nin dedigi gibi degil, vahdet-i suhud var demis oluyor.


Muhiddin-i Arabî'nin fikirlerine sahibdir Yunus Emre... Bu da normal, anlasiliyor. Çünkü, Muhiddin-i Arabî'nin kanaatinin, tasavvufî ekolünün Anadolu'da yayilmasina sebep olan Sadreddin-i Konevî, Konya'da uzun zaman hizmet etmistir. Malatya'ya ve sâireye gitmistir. Bu vahdet-i vücud düsüncesini Anadolu'da yerlestiren odur. Daha baska mutasavvif sairler vardir. Mevlânâ da vahdet-i vücuda müntesibdir.


Haci Bayram-i Velî'yi inceledi, Ethem Cebecioglu diye bir talebem vardi, simdi doçent Ilâhiyat'ta... Ben emekli olduktan sonra ona sordum:


'

'--Nasil, Hacibayram-i Velî'yi inceledin mi?'' dedim.


''--Maalesef hocam, o da vahdet-i vücudcu...'' dedi.


Maalesef demeye lüzum yoktur. Vahdet-i vücut, öyle maalesef denecek bir inanç degil ama, çok dikkatli olmak lâzim!..


Muhterem kardeslerim! Insânin zâten seriati bilmeden tasavvufa dalmasi tehlikelidir. Önce muhaddis olacak, müfessir olacak, fakîh olacak; ondan sonra tasavvufa girerse ayagi kaymaz. Onlari bilmeden tasavvufa girerse, takliden birisinden duydugu sözü söyler, çok büyük tehlikelere düser.


Ben bazen, tasavvuftan bahseden insanlarin kitaplarini okuyorum, gülüyorum. Anlamiyorlar, yasamadiklari için... Yasamadigi için bilmiyor konuyu, bilmedigi için de hariçten gazel okuyor.


Eskiden gazinolar olurmus. Gazelhâni olurmus, sahnesi olurmus. Hanendesi, sâzendesi olurmus. Içkiyi içince bazilari da cosarmis, hariçten gazel atarlarmis. Oraya yazarlarmis, ''Hariçten gazel atmak yoktur.'' diye...


Yâni kimisi hariçten cosup da gazel atiyor. Öyle degildir. Bu isin sakasi, oyunu yoktur. Burda hariçten gazel atmak insanin ayagini kaydirir, cehenneme düsürür. O bakimdan meseleleri yasamak lâzim, onlarin halet-i rûhiyesini anlamak lâzim!..


Vahdet-i vücud insanin seyr-i sülûkunda ve halvetinde bir duraktir. Sonlara yakin bir duraktir. O duraktan sonra baska duraklar vardir. Kisaca böyle söyleyebilirim. O duraga gelir insan... O durak son durak degildir. O duraktan daha ötedeki duraklara geldigi zaman insan-i kâmil olur.


Yunus Emre'ye göre insanlar dört sinif... Tabii, kâfirler de var... Kâfirleri hiç nazar-i dikkate almiyor.


(Ülâike kel'en'âmü belhüm edal) ''Onlar hayvanlar gibidir, onlardan da saskindir.'' Hayvanlardan daha sasirmistir, kâfir oldugu için...''


Haci Bektâs-i Velî de bunu yaziyor Makàlât'inda... Gayrimüslimleri, Allah'in varligini birligini anlayamamis olduklari için siralamaya almiyor, kayit dahi etmiyor.


Mü'minler vardir. Mü'minler dört siniftir:


1. Ehl-i seriat


2. Ehl-i tarîkat


3. Ehl-i ma'rifet


4. Ehl-i hakîkat


Simdi bu siramayi da kimse bilmiyor. kimisi ma'rifeti öne aliyor, kimisi muhabbeti öne aliyor. Ama Yunus'un ekolünde siralama böyledir. Seriat kavmi, tarikat kavmi, ma'rifet kavmi... Yâni, seriat ilkokuldur diyelim. Tarikat, ortaokul ve lisedir. Ma'rifet üniversitedir. Hakîkat da, üstadliktir; yâni her seyi bitirip, ihtisas yapip da en yüksek pâyeye ulasmis olmaktir.


Yunus seriat, tarikat, ma'rifet kelimelerini kullanir siirlerinde... Bu mânâya kullanilir. Danismend, fakih, sofî kelimelerini kullanir; bu tasnife göre kullanir. Muhib kelimesini kullanir; asik demek... Asik Yunus diye de söyler bazen... Muhib diye de söyler. Iste en yüksek olan da budur. Onun için, kendisi de aski en ön plana almistir.


Yunus'un felsefesi, Mevlânâ'nin zihniyetiyle aynidir. Ikisi de tasavvufî mertebelerin siralanisinda, en yüksek makami ask makami olarak görmüslerdir. Yunus bunu açikça söylüyor:


Yunus öldü diye selâ verilir,


Ölen hayvan imis, asiklar ölmez!


Asigin ölecegini bile kabul etmiyor. ''Yunus öldü diyorlar; ölür mü hiç asik?..'' diyor. Hakîkaten ölmemistir. Bak sana hâlâ konusuyoruz, yasiyor aramizda...


Asktan söz etmistir Yunus... Bastan sona divaninin %80'i, 90'i ask üzerinedir. Mevlânâ da öyledir. Mevlânâ da biliyorsunuz Mesnevîye seyden basliyor:


Bisnev ez ney çün hikâyet mîküned,


Ez cüdâyîhâ sikâyet mîküned.


''Dinle neyden kim hikâyet eyliyor; ayriliklardan sikâyet eyliyor.'' diye basliyor. Neyin bu yanik sedâsinin özüne, vatan-i aslîsine hasretin sebebiyle oldugunu sembolik olarak söylüyor. Sonra da yapistiriyor söyleyecegi sözü:


Atesest in bank-i nâyu nîst bâd,


Her ki in âtes nedâred, nîst bâd.


''Bu neyin içindeki atestir; üfürük degildir, yel degildir, atestir. Kimin içinde bu ates yoksa, yok olsun be!.. Adam mi o?..'' Beddua ediyor. ''Içinde bu ask atesi olmayan yok olsun!'' diye söylüyor. Yunus da öyledir, Mevlânâ da öyledir. Haci Bektâs-i Velî de öyledir. O da ayni makamdan bahsediyor.


Yunus'a göre, tasavvuf çok kiymetli bir ilimdir. Erenler en yüksek insanlardir. Bir siiri vardir ''Eve Dervisler Geldi'' diye... Eve dervisler geldi diye dügün bayram ediyor, siir yazmis. Gazel yazmis. Sevgisini heyecanini ifade eden ilâhi yazmis. Erenler en yüksek insanlardir.


Evliyaya ugramaz ise yolun,


Göçtü kervan, kaldin daglar basinda!..


der Yunus... Onun erenlere saygisinin bir iki misalini vereyim:


Erenlerin nazari,


Topragi gevher eder.


Erenler kademinde,


Toprak olasim gelir.


''Erenlerin ayaginin topragi olmak istiyorum'' diyor.


Sonra, dervislige medhiyeleri çoktur. Ma'rifetullah yolu, askullaha, muhabbetullaha götüren egitim oldugu için, dervislik çok kiymetlidir Yunus'a göre... Dervislik, Farsçada fakirlik demek... Türkçe'de buna miskinlik de diyor Yunus... Miskin Yunus dedigi, dervis Yunus demektir. Yoksa Yunus miskin degildir, civa gibi bir insandir.


Bu dervislik duragi,


Bir acaib durakdur.


Dervis olan kisiye,


Evvel dirlik gerekdür.


Çün anda dirlik ola,


Hak bile birlik ola...


Varligi elden koyub,


Ere kulluk gerekdür.


Diyor ki: ''Bu dervislik bir acaib yoldur. Dervis olan kisiye evvelâ dirilik, hayat, yasam gerek... Yâni, adam ölmüs olmayacak. Itiyorsun, kakiyorsun, çimdikliyorsun, çivi batiriyorsun, igne batiriyorsun; kipirdamiyor. Ölmüs... Tamam, dervis olamaz! Çünkü, hayat yok... Evvelâ dirlik olacak, canli olacak bir kere...


Ikincisi: (Çün anda dirlik ola..) Eger dervis olacak kimsede bir hayat varsa, (Hak ile birlik ola... Varligi elden koyup, ere kulluk gerekdür.) seyhe teslim olacak. Erene, evliyaya kulluk edecek, iyi hizmet edecek ki, varligini benligini koyacak ki, terakkî edebilsin.


Eger bir insanda varlik varsa... Varlik nedir?.. Varlik; kibridir, gururudur, ilmidir, parasidir, mevkiidir, makamidir...


Mevlânâ'nin karsisina zamanin beylerinden bir bey gelmis. Mevlânâ, hiç konusmamis. Böyle basi egik, elleri cübbesinin yeninde böyle durmus. Karsisindaki bey, sultan, mevki makam sahibi insan; hiç iltifat etmiyor, böyle duruyor. Adam durmus durmus, terlemis, kizarmis, bozarmis, demis ki:


'

'--Efendim bana bir nasihat etseniz!''


O da ne kadar zalim olsa gene iyi insan ki, Mevlânâ'yi ziyaret ediyor, bir de nasihat istiyor...


''--Evlâdim, sana ben ne diyeyim? Seni Rahman sultan eylemis, sen seytana kulluk ediyorsun!.. Rahman seni sultan etmis, Rahman'a kulluk edecekken, seytana kulluk ediyorsun, seytana uyuyuyorsun; olur mu böyle sey?.. Halki sana ismarlamis, havale etmis bunlara sefkat eyle, hizmet eyle diye; sen onlara zulmediyorsun. Ben sana ne diyeyim?'' diye adamcagiza öyle agir sözler söylemis ki, hüngür hüngür aglamis adam...


Cesarete bak!.. Kimseye eyvallahi yok, hak sözü gümbür gümbür söylüyor.


Varligi elden koyacak, mevki düsünmeyecek, makam düsünmeyecek, zengin oldugunu düsünmeyecek.


Zenginin yürüsü bile baskadir. Elini cebine koyar. Yürüyüsünden anlarsin ki, bu adam zengindir. Isterse çapaçul giysin, yürüyüsünden belli olur. Dükkâna girisinden belli olur, fiati sorusundan belli olur. Söyle ezile büzüle, ''Bunun fiati kaç acaba?...'' filân derse; fakir, adamin parasi yok, tezgâhtardan korkuyor. Ötekisi ''bunun parasi kaç?..'' der, ''Begenmedim!'' der. Kirk tanesine bakar, kirkbir tanesine bakar... Özür dilemeden, pabuçlarin hepsi meydanda, çikar gider. Hiç birisini almaz. Zengin...


Zenginin halet-i rûhiyesi, mevki makam sahibinin halet- i rûhiyesi... Bir de ilim insana benlik verir. ''Ben ki, söyleyim, böyleyim...'' diye düsünür, o da benlik verir. Bunlarin hepsini koyacak. Varligin elden koyup --çar terk dedigimiz terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk-- ere kulluk edecek. Bir kere su egitimini bir tamamlayacak!..


Hani ne demis Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'ne, Üftâde Hazretleri?..


--Efendim ne olur beni dervis al, kabul et!..


--Evlâdim sen yapamazsin, kadiliga devam et! Bizim isimiz zordur.


--Efendim ne olur... Tamam, yapmaga söz veriyorum, dervisiniz olayim!..


--E peki, o zaman ciger sat bakalim Bursa'nin sokaklarinda!.. Ciger...


Eskiden ciger nasil satiliyor, böyle camekân mi var?.. Belediyenin istedigi sartlara uygun böyle satis yerleri mi var?.. Yok... Sopaya cigerler takiliyor, arkadan kediler miyav miyav geliyor... Adamin sirtinda ciger sopasi... Sokaklarda bagiriyor. Isteyene cigeri kesiyor, veriyor. Yarim okka, bir okka, bilmem ne...


Bursa'nin kadisi, konagi olan, ilmi irfani olan Aziz Mahmud-u Hüdâî'ye ne diyor seyhi?.. ''Ciger sat evlâdim!'' diyor. Niye?.. Nefsi ezilsin diye. Satmis... Çok güzel hizmet etmis, çok güzel tevâzu göstermis. Is bittikten sonra, demis ki: ''Evlâdim, aferin! Basardin bu egitimi... Hadi bakalim seni Istanbul'a vazifeli gönderiyorum. Umarim ki, sultanlar atinin dizgininden tutar, önünden yaya yürür.'' demis.


Ve yürümüstür... Sultan Ahmed dervisi olmustur. Atinin dizginini tutmus ve önünden yürümüstür. Evvelden de, sonrasini gösteriyor Allah evliyâsina...


Kulluk eyle erene,


Sarkdan garbi görene!..


Senden haber sorana,


Key miskinlik gerekdür.


''Seyhe hizmet et ki, o sarki garbi görür.'' --Bak Bursa'da iken, Istanbul'da ilerde olacak hadiseleri keramet olarak haber vermis.-- (Senden haber sorana, key miskinlik gerektir.) Yâni, çok mütevâzi olacaksin, miskin olacaksin... Öyle kibirli olmayacaksin.


Miskin olagör bâri,


Benlikden irak yürü!..


Gönlünde benlik olan,


Dervislikten irakdir.


Eger mütevâzi olamazsan, içinde benlik varsa, o zaman dervislikten irak olursun.


Hak eren, benim dedi.


Varligin erde kodu.


Erenlerin himmeti,


Yerden göge direkdir.


Yine ereni, seyhi medhediyor.


Bu dervislik beratin,


Okimadi müttiler.


Kim ne biliser bunu,


Bir acaib varakdir.


Varak, defter, yaprak demek... ''Bu ilmi kadilar, müftüler okumadi. Bu bir acaib ilimdir, acaib yapraktir. Bunu bilmezler.'' diyor.


Gerçekten öyledir, aziz ve muhterem kardeslerim!.. Ilâhiyat Fakültesi profesörü olarak ilâhiyat hocalarini tanirim, Diyanet'ten müftüler, diyânet isleri baskanlari tanirim; tasavvufî terbiye baska seydir. Ilâhiyatlarda okunmuyor, imam-hatiplerde okunmuyor. Insan alirsa aliyor, almazsa adam olamiyor.


Ey Yunus ârif isen,


Anladim bildim deme!..


Tut miskinlik etegin,


Âhir sana gerektir!


''Ey Yunus! Bildim filân diye, kibir gurur satma; miskinlik, mütevâzilik tarafini tut! Sana gerek olan budur.'' Çünkü, Allah mütevâzi kullarini sever.


Yunus'a göre danismend, ilim ögrenen, henüz daha hamdir. Fakîh --h harfi düsmüstür faki derler-- fikih bilen insan demektir. Sonra sôfî, tarikat erbabi... Girmis tarikata ama, girmek bitimek demek degil ki... Nerde okuyorsun?.. Falanca fakültede... Daha bitirmemis, dur bakalim!... Ön kapidan mi çikacak, arka kapidan mi çikacak; diplomayi hangi dereceden alacak, ne olacak belli degil... Ona da çatar zaman zaman... ''Ey sôfî, sen söyle diyorsun, böyle diyorsun...'' diye ona da çatar Yunus'umuz...


Sevdigi insanlar ârif insanlardir, irfan ehli insanlardir, ma'rifet ehli insanlaridr. Tevâzua çok önem verir, ahlâk-i hamîdeye çok deger verir. ''Insanin ahlâki güzel olmadiktan sonra, sagi solu yikip yaktiktan sonra, kalb kirdiktan sonra kiymeti olmaz!'' diye söyler siirlerinde...


Ve en yüksek makam da, asiklik makamidir. Asik niçin a****?.. Müsahede makamina erdigi için a****. Yâni, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni müsahede zevkine, makamina, rütbesine ulasmis oldugu için, o güzelliin karsisinda mesttir. Gözü ne cennet görür, ne hûri görür, ne baska mevkî makam görür. O ask ile, her yaptigi isi Allah rizasi için yapar. Ve dâimâ Allah'in rizasini gözetir.


Söyledigi sözler dogrudur, katiliyorum. Seriatin ahkâmi konusunda titizligini vurgulamak isterim.


Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi ulûm-u ser'iyyeye, dînî bilgilere kuvvetli bir sekilde âsinâ eylesin... Dinini bilen müslümanlar olalim; bir... Tasavvufî terbiye edidigimiz iç egitimini, vicdan egitimini, nefis terbiyesi islemini görmüs olalim!.. Sivriliklerden, sertliklerden, çirkinliklerden, ahlâkî zaaflardan içimizi yikamis, temizlemis olalim; iki...


Allah-u teâlâ Hazretleri bize ma'rifetini ihsân eylesin... Irfan ehli eylesin... Gözümüze müsâhedeyi nasib eylesin, gönlümüze askini, muhabbetini ihsan eylesin... Sevdigi razi oldugu kullar olarak, onu seven kullar olarak, her yaptigi isi Allah askina yaparak yasamayi nasib eylesin... Huzuruna da sevdigi razi oldugu bir kul olarak varmayi nasib eylesin... Iki cihanda azîz ve bahtiyar olun... Hepinizin dualarini beklerim... Hepinize sevgilerimi, saygilarimi arz ederim...


Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..


(30. 10. 1994 - Çesme / IZMIR Konferanstan bir bölüm.)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt