Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İZ BIRAKANLAR (2 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CELÂLEDDÎN TEBRÎZÎ

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Tebriz taraflarında doğduğu için Tebrîzî nisbet edildi. Doğum târihi belli değildir. Celâleddîn lakabı verildi. 1345 (H.746) yılında Bengal bölgesinde vefât etti. İlim tahsîline hocası Ebû Saîd Tebrîzî'nin yanında başladı. Hocasının vefâtından sonra, Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinden ilim öğrenip feyz aldı. Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin nazarlarından istifâde etti. Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefâtından önce Hindistan taraflarına gitti. Onun sohbetleriyle de şereflendi. Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî ve Behâüddîn Zekeriyyâ ile sohbet etti.

Şihâbüddîn Sühreverdî'nin yanında Zâhirî ve bâtınî, maddî ve mânevî ilimleri öğrenen Celâleddîn Tebrîzî, hocasına hiçbir talebeye nasîb olmayan hizmetleri yaptı. Şihâbüddîn hazretleri, her sene hacca giderdi. Sonunda yaşlandı. Zayıf ve güçsüz oldu. Onun için bulundurulan yiyecekler, bünyesine pek uygun değildi. Bu sebepten Şeyh Celâleddîn Tebrîzî, hocası için bir tencere ile tencere altı yapıp başının üzerinde taşırdı. Bunu öyle yapmıştı ki, başını yakmazdı. Hocası yemek isteyince, hemen önüne sıcak yemek koyardı. O mübârek kimsenin duâsı bereketiyle çok yüksek makamlara kavuştu. Şihâbüddîn Sühreverdî bir gün hacdan dönmüştü. Bağdatlılar, huzûruna geldiler. Herbiri fakirlere verilmesi için para ve diğer hediyeler getirdiler. Bu arada bir ihtiyâr geldi ve eski elbisesinin cebinden bir gümüş çıkarıp verdi. Şeyh Şihâbüddîn, o bir gümüşü aldı, hediyelerin en üstüne koydu. Sonra orada bulunanlara; "Kime ne lâzımsa bunlardan alsın." buyurdu. Her biri kalkıp, para kesesi ve elbiseleri aldılar. Şeyh Celâleddîn Tebrîzî de orada idi. Ona işâret edip; "Sen de birşey al." buyurdu. Şeyh Celâleddîn kalktı. İhtiyârın getirdiği gümüşü aldı. Şeyh Şihâbüddîn bunu görünce; "Bunların hepsini sen aldın." buyurdu.

Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin yanında kemâl mertebesine kavuşan Celâleddîn Tebrîzî hazretlerinin kerâmetleri meşhûr oldu. Hülâgü'nün işgâl ettiği Bağdât'ta, halîfe olan Mu'tasım'ın katledileceğini, Allahü teâlânın izniyle, bir gün önceden işâretle haber verdi. Ertesi sabah halîfe hunharca katledildi.

Celâleddîn Tebrîzî, kırk sene gündüzleri hep oruç tuttu. On günde bir kendi ineğinden sağdığı sütten bir mikdâr içer, başka hiç bir şey yemezdi. Bütün gecelerini namazla geçirirdi. Gecede bin rekat namaz kıldığı olurdu.

Allahü teâlânın dînini yaymak ve kullarını ebedî olan Cehennem azâbından kurtarmak için çalışırdı. Müînüddîn Çeştî hazretlerinin hizmetinde bulunmak ve feyzlerinden istifâde etmek için Hindistan taraflarına gitti. Dehli'de bulundu. Onun yüksek derecesi, hâllerinin açıklığı, bâzı kimselerin kıskançlığına sebep oldu. Bunlar arasında zamanın Dehli Şeyh-ül-İslâmı da vardı. Necmeddîn Sugrâ adındaki bu kimse, onu çirkin bir suçla ithâm eyledi ve Bengal tarafına sürdürdü. Bengal'e gelince, bir gün bir su kenarında oturuyordu. Kalktı, yeniden abdest aldı ve orada olanlara; "Gelin, Dehli Şeyh-ül-İslâmının cenâze namazını kılalım. Zîrâ bu saatte vefât etmiştir." dedi. Gerçekten böyle söylediği an vefât etmişti. Namazdan sonra yüzünü insanlara çevirip; "Dehli Şeyh-ül-İslâmı bizi şehirden çıkardıysa, Rabbimiz de onu dünyâdan çıkardı." buyurdu.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (kuddise sirruh), çocukken çok zikreder ve kendinden geçmiş bir hâlde bulunurdu. Öyle ki, ona insanlar; "Kâdı dîvâne çocuk" derdi. Bir defâ Celâleddîn Tebrîzî oraya geldi. "Burada bir derviş var mıdır?" dedi. "Bir çocuk vardır. Dîvâne hâldedir. Büyük mescidde düşmüş kalmıştır." dediler. Şeyh Celâleddîn onu görmeye gitti ve eline bir nar verdi. Çocuk oruçlu idi. O narı oradakilere taksim ettiler. Nardan bir tâne yere düşüp kaldı. İftar vaktinde, çocuk yaştaki Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, o bir tâne ile orucunu açtı. O gün derecesi pek yükseldi. Kendi dedi ki: "Eğer o narı tamâmen yeseydim, kim bilir ne faydalara kavuşurdum." Şeker-Genc, Şeyh Kutbüddîn'e bu hikâyeyi anlattı. Şeyh buyurdu ki: "Bâbâ Celâleddîn ne verdiyse, senin için olan, yediğin o bir nar tânesinde verdi."

Bir vakitler Çin taraflarına gitti. Oranın insanlarının da huzur ve saâdete kavuşmaları için çalıştı. Bir dağ köyünde ikâmet etti. O köylüler ve çevre sâkinleri hep kâfir idi. Onun bereketiyle, bulunduğu köy ve çevresindekiler müslüman olmakla şereflendiler. Bir dergâh inşâ ettiler. Yıllarca orada insanlara feyz membaı oldu. Devlet ileri gelenleri ve diğer kimselerden birçok talebeleri oldu. Tayy-i mekân ve tayy-i zaman sâhibi olup, gitmek istediği yere Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda varırdı. Dünyâ sanki ayağının altındaydı. Her gün sabah namazını Mekke'de kılardı. Her sene Arefe ve bayram günü insanların gözünden kaybolur. Hacca giderdi. Kimse onun nereye gittiğini bilmezdi.

Meşhûr seyyah ve âlim İbn-i Battûta, Seyahatnâme'sinde anlatır: "Çin taraflarında Celâleddîn hazretlerinin ziyâretine gittim. Onun ikâmet ettiği yere iki gün mesâfe kala, talebelerine misâfir oldum. Akşamleyin bana, nereden gelip nereye gittiğimi sordular. Onlara; "Ben Acem memleketinden gelip, Çin memleketine Celâleddîn hazretlerinin ziyâretine gidiyorum." deyince, onlar da onun talebeleri olduklarını söylediler. Bana; "Her gece yatsı namazından sonra Celâleddîn hazretleri yanımıza gelir, bir saat yanımızda kalır ve ondan sonra gider." dediler. Ben bu hâle çok sevindim ve hakîkaten yatsı namazından sonra talebeler bir telâş içine girdiler ve Celâleddîn hazretleri geldi. Biz orada onunla müşerref olduk, bir saat sohbet ettiler ve kalkıp gittiler. Sabah olunca, ben yine onun bulunduğu dağ köyüne hareket ettim. Yanına vardığım zaman elini öptüm. Benim memleketimi suâl ettiler. Acemistan olduğunu söyledim. Sonra şehrimi suâl etti. Bulunduğum şehri de ona söyledim. Sonra talebelerine; "Bu, benim bir Arab misâfirimdir. Ona çok izzet ve ikrâmda bulunun." buyurdu. Ben de; "Efendim! Ben Arab değilim, ben Acemim." dedim. Bana; "Yâ İbn-i Battûta! Senin falan deden Bağdât'tan oraya gitmiştir. Onun için senin aslın Arabdır. Ben de ona istinâden size Arab dedim." buyurdu. Daha önce, benim öyle bir şeyden haberim yoktu. Memleketime döndükten sonra araştırdım. Baktım, hakîkaten o hazretin buyurduğu gibi dedem, Bağdât'tan oraya hicret etmiş ve bizim esas soyumuz Arab imiş.

Celâleddîn hazretlerinin yanında bir müddet kaldım. Birçok kimsenin onu ziyâret için geldiklerini gördüm. Onların içinde inanmıyanlar da vardı. Onun sohbetinde bulunan bu inançsızlar, Allahü teâlânın izni ile hidâyete kavuşurlar, müslüman olurlardı. Öyle kalabalık olurdu ki, gelen misâfirleri evi almaz, mağarada yatarlardı.

Celâleddîn hazretlerinin üzerinde güzel bir elbise vardı. Kalbimden; "Keşke, şu elbiseyi bana verse de bereketlensem." diye geçirdim. Başka bir gün huzûruna vardığımda, bana; "Ey İbn-i Battûta, bu elbiseler bana hocamdan yâdigârdır. Buna rağmen iki parçadan birini sana vereceğim." deyip, elbisenin şal olan parçasını bana verdi. Onun bu söz ve hareketine hayret ettim. Çünkü bu isteğimi yalnız kalbimden geçirmiş, kimseye söylememiştim.

Gideceğim zaman, onun bulunduğu yere vardım ve vedâlaşmak istedim. Yanında edeble oturan bir şahıs gördüm. O anda beni yanına almadı. Bir müddet sonra beni huzûruna çağırdı. Talebelerine suâl edip, yanında bulunan şahsın kim olduğunu sordum. Yanında edeble oturan şahıs, kâfir olan, bu beldelerin pâdişâhıymış. Kısa bir zaman sonra yine Celâleddîn Tebrîzî'nin yanına gittiğimde, o kâfir pâdişâhın müslüman olduğunu öğrendim.

Ertesi sene yine Çin tarafına seyahat edip Hanbalık'a (Pekin'e) gittim. Sagurcî Zâviyesine vardım. Orada Burhâneddîn isminde büyük bir zât vardı. Onun ziyâretine gittim. Üzerime Celâleddîn hazretlerinin hediyesi olan şalı almıştım. O mübârek zâtın elini öpmek istedim. Benim yüzüme bakıp elini öptürmedi. Tutup, elimi kendisi öptü. Sebebini sorduğumda; "Ben, senin elini üzerindeki şal için öptüm. İlk önce şalı tanıdım. Ancak nereden elde edebileceğinizi düşündüm. Hocama râbıta ettim. Kendisinin hediye ettiğini söyledi. Ben de hocamın şalına hürmeten senin elini öptüm." dedi. Burhâneddîn hazretlerinin yanında bir müddet kaldım. Sohbetlerinde hep Celâleddîn hazretlerinden bahseder, onun çok büyük bir âlim ve velî olduğunu söylerdi. Bu durumdan sonra Celâleddîn hazretlerinin büyüklüğü kalbime daha çok yerleşti. Buradan yine onun bulunduğu dağlık bölgeye gittim ve onu ziyâret ettim. Beni görür görmez; "Yâ İbn-i Battûta! Şimdi de benim kardeşim olan Burhâneddîn'den anlat, onun durumu nasıldır acabâ?" dedi. Ben de iyi olduğunu ve selâmlar gönderdiğini söyledim. Sonra; "O, çok mübârek bir zâttır. Üzerinde hocasının şalı bulunan kimseye elini öptürmez ve o onun elini öper." dedi. Ben bu hâle çok hayret ettim ve şaşırdım. Bir müddet sonra yine ziyâretine gittiğimde; "Bundan birkaç ay evvel vefât etti." dediler."

Celâleddîn-i Tebrîzî vefât etmeden önce, vefâtını haber verdi. Vefâtından bir gün önce yanına gelen talebelerine; "Yarın öğle vakti, inşâallah ebedî sefere çıkacağım, onun için vedâlaşmak isterim. Zîrâ, bu dünyâda bir daha birbirimizi görmeyeceğiz." buyurdu. Hakîkaten, ertesi gün öğle vakti, namaz kılarken, son rekatın son secdesinde rûhunu teslim etti.

Köylüler yanına geldiklerinde kaldığı mağaranın yanında kazılmış bir mezar, üzerinde de kefen ve cenâze için gerekli şeyler durduğunu gördüler. Hemen cenâze işlerini tamamlayıp, namazını kıldıktan sonra kazılmış olan mezara defnettiler.

Talebelerine vasıyyetinde; "Benim size nasîhatim, Allahü teâlâdan korkarak, O'nun emir ve yasaklarına riâyet etmenizdir." buyurdu.

Celâleddîn-i Tebrîzî, Behâeddîn Zekeriyyâ'ya yazdığı bir mektubunda; "Allahü teâlâdan başka şeye gönül bağlamak, dünyâya tapmak demektir." buyurdu.

BENDE BİR GÜMÜŞ KALDI

Celâleddîn Tebrîzî hazretleri, Bedâyin şehrine vardığı sıralardaydı. Birgün evin önünde otururken, sokakta bir yoğurtçu göründü. O, yoğurt satmak behânesiyle eşkıyâlık yapıp milleti soyan bir adamdı. Celâleddîn-i Tebrîzî, ona acıdı. Merhametinden keskin nazarlarla bakıp; "Muhammed aleyhisselâmın dîninde, böyle adamlar da olur." buyurdu. Adam, hemen tövbe etti. Şeyh, ismini Ali koydu. Evine gidip yüz bin gümüş getirdi. Celâleddîn Tebrîzî hediyesini kabûl etti ve buyurdu ki: "Bu gümüşleri yine sen sakla, söylediğimiz yere harcarsın." Vel-hâsıl bu gümüşleri herkese, her muhtâca, verdiriyordu. Kimine yüz, kimine elli, kimine daha az, kimine daha çok verin diyordu. En az verdiği beş gümüş idi. Bu dağıtma işi bir müddet devâm etti. Bütün gümüşleri verdi. Sâdece bir gümüş kaldı. Tövbekâr olan bu talebesi, bundan sonrasını şöyle anlatır: Kalbimden; "Bende bir gümüş kaldı. Hocamın en az ikrâmı ise beş gümüştür, bir kimseye daha verin derse, ben ne yapacağım." diye düşünüyordum. Böyle düşünürken, bir dilenci çıka geldi. Şeyh bana: "Bir gümüşü de ona ver." buyurdu.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.382
2) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.50
3) Rıhletü İbn-i Battûta, Beyrût-1960; s.612
4) Persian Literature; c.2, s.971
5) Siyer-ül-Ârifin; No. 12
6) Sefînet-ül-Evliyâ; s.93
7) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.278
8) Nüzhet-ül-Havâtır; s.22
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.66
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
DERVİŞ AHMED SEMERKANDÎ

Mâverâünnehr bölgesinde yetişen âlimlerden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed, nisbesi Semerkandî ve lakabı Derviş'dir. Semerkand'da Zeynüddîn Hafî'nin derslerinde yetiştiği için Semerkandî diye nisbet edilmiştir.

Doğum ve vefât târihleri tesbit edilemeyen Derviş Ahmed, on dördüncü asrın sonlarında vefât etti. Zâhirî ilimlerde Zeynüddîn-i Hafî'nin derslerinde yetişip, kalb ilimlerinde ve tasavvuf yolunda da Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerine devâm etmekle ilerledi. Zeynüddîn-i Hafî, Derviş Ahmed'i çok sever, himâye eder, yetişmesi için husûsî ihtimam ve îtinâ gösterirdi. Ahmed Semerkandî, burada zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer taraftan Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerini kaçırmamaya gayret ederdi. Bir zarûret, mecbûriyet sebebiyle sohbete gidemezse, hocasının sohbet ve hizmetlerinden mahrum kaldığı için çok üzülürdü. Bu acı ve üzüntülerini, Fârisî bir mektubunda yana yakıla, uzun uzun anlatır. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri ile de görüşüp, onun da mânevî feyz ve bereketlerine kavuşan Derviş Ahmed, Hirat'ta bir câmide vâz ederdi.

Sözlerini yanlış anlayanlar, insanları onun vâzına gelmekten men etmeye çalıştılar. Böylece vâzına devâm eden, sâdece yedi sekiz kişi kaldı. Bu hâle çok üzülen Derviş Ahmed, bu günlerde Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri ile karşılaştı. Ona hâlini, içinde bulunduğu zor durumu anlattı. Ubeydullah-i Ahrâr; "Gam çekme, var git, falan mescidde vâz vermeye başla. Öyle anlıyoruz ki, pek yakın bir zamanda vâz meclisiniz, eskisinden çok daha kalabalık olacaktır." buyurdu. Bu habere çok sevinen Derviş Ahmed, kendisine söylenen câmide vâz vermeye başladı. Birkaç gün sonra, vâza gelenler o câmiye sığmaz oldu. Daha büyük bir câmiye geçmek îcâb etti. O câmide de aynı hâl vâki olup, kalabalıktan içeriye girmek mümkün olmayınca, bu şekilde, daha büyük birkaç câmi dolaşıldı. Vâza koşanlar o kadar çok idi ki, herkes çok sıkışık vaziyette otururdu. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr'ın, mânevî feyz, himmet, tasarruf ve bereketleri ile Derviş Ahmed'in vâzına koşanlar, büyük bir câmiye dahî sığmaz oldular.

Derviş Ahmed Semerkandî hazretleri, sohbetlerinde devamlı olarak; Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekr-i Şiblî, Ebû Hafs-ı Haddâd, Ebû Osman Hayrî gibi tasavvuf büyüklerinden anlatırdı. Çok güzel bir anlatımı vardı. Hitâbeti kuvvetli, sözleri hikmetli idi. İnce mânâlardan, tasavvufî hakîkatlardan anlatırdı. Derin meseleler üzerinde konuşurdu.

Birgün yine böyle ince mânâlardan anlatırken, bir kimse ayağa kalkıp; "Böyle hiç kimsenin anlıyamadığı sözleri anlatmanızda ne mânâ var?" dedi. Derviş Ahmed buna dedi ki: "Bir kimse, bu tâifenin yüksek sözlerini anlıyamıyorsa, herkesin de anlıyamadığını nereden anlıyor ki? Tasavvufî hakîkatlerden hiç haberi olmayan birinin bu hâli, başkalarının yüksekliğine mâni değildir."

Tasavvuf ehlinin büyüklerini iyi anlıyan kimseler, Derviş Ahmed'in vâzlarına çok kıymet verirler, çok istifâde ederlerdi. Anlıyamadıkları sözler olursa, îtirâz etmezler; "Derviş Ahmed boş söz konuşmaz. Çünkü o, kendi irâdesi ile konuşmuyor, muhakkak konuşmalarında bir hikmet vardır." derlerdi.

1) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Arabî); s.81
2) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Osmanlıca); s.150
3) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.318
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.339
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CÂFER MEKKÎ

Büyük velîlerden. İsmi, Seyyid Câfer Mekkî'dir. Mekke-i mükerremede doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1721 (H.1134) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Câfer Mekkî, evliyâdan Şeyh Muhammed Velîdî ile aynı zamanda yaşadı. Her ikisi de âlim, kâmil, sâlih ve velî kişilerdi. Talebelerinden Abdülkerîm Şirâbâtî yazdığı eserinde önce Muhammed Velîdî'nin sonra da Câfer Mekkî'nin üstünlüklerini ve kerâmetlerini bildirmiştir.

Şirâbâtî şöyle anlatır: "Câfer Mekkî'nin sayılamayacak kadar çok kerâmetleri vardır. Câfer Mekkî, Mekke-i mükerremede iken yanına bir kervancıbaşı gelip, Medîne-i münevvereye gitmek için izin ve duâ istedi. O da; "Şimdi gitmeyiniz." buyurdu. Birkaç gün sonra tekrar gelip izin istedi. Câfer Mekkî izin vermedi. Kervancıbaşı söz dinlemeyip yola çıktı. Yolda eşkıyâlar yollarını kesip birkaç kişiyi öldürdüler. Mallarını da aldılar. Kervancıbaşı o zaman Câfer Mekkî'yi hatırlayıp ondan yardım istedi. Eşkıyâlar da ona dokunmadılar. O da Mekke'ye döndü ve Câfer Mekkî'nin huzûruna gitti. O zaman ona; "Medîne'ye gitmeyiniz dedim söz dinlemedin ve gittin. Birkaç kişinin katline ve mallarının telef olmasına sebeb oldun. Hem bizden izinsiz gidersin hem de bizden yardım istersin. Mâdem ki kendi fikrine göre hareket ettin. Niçin bizden yardım istedin?" buyurdu. Bunun üzerine o şahıs tövbe etti ve bir daha evliyânın sözünden dışarı çıkmadı."

Yine Şirâbâtî anlatır: "Bir zaman bâzı hasetçiler, Câfer Mekkî'yi katletmek istediler. Gizlice Harem-i şerîfe gittiler. Câfer Mekkî, her gün talebeleri ile gelip, minbere yakın bir yerde namazını kılardı. Onlar da oraya gittiler. Lâkin o gün Câfer Mekkî gelmeyip, sâdece talebelerini gönderdi. Bir Cumâ günü o hasetçiler, onun evi civârına gidip saklandılar. Cumâ namazına çıkmasını beklediler. Çok sonra, talebeleri ile Cumâ namazını kılmış olduğu hâlde geri döndüğünü gördüler. Evinden çıkarken kimse görmemişti. Bunun üzerine tövbe edip, dâvâlarından vaz geçtiler."

Şirâbâtî anlatır: "Câfer Mekkî, hârikulâde hâller sâhibi idi. Ona çok kerre gaybdan rızk gelirdi. Yanındakiler bunu açıkça görürlerdi. Onun bir seccâdesi vardı. Her zaman üzerine oturur, sohbet ederdi. Hizmetçileri ihtiyaç için para istediklerinde, alacakları şeyleri sorar, o kadar parayı seccâde altından alır onlara verirdi. Başka zaman hizmetçiler seccâdenin altına baktıklarında bir şey bulamazlardı."

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.381
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.300
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CÂFER-İ HULDÎ

Bağdât'ın büyük velîlerinden. İsmi Câfer olup, babasınınki Muhammed'dir. Künyesi, Ebû Muhammed el-Havvâs'dır. El-Huldî diye tanınır. Doğumu, yetişmesi ve vefâtı Bağdât'ta olmuştur. 867 (H.253) senesinde doğdu. 959 (H.348) de vefât etti. Kabri Şünûziyye'de, Sırrî-yi Sekatî ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin kabirlerinin yanındadır.

Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinin en büyüklerindendir. Ayrıca, Ebü'l-Hüseyin Nûrî, Ruveym, Semnûn, Ebû Muhammed Cerîrî, İbrâhim Havvâs, Ali bin Abdülazîz, el-Begâvî, Ömer bin Hafs es-Sedûsî, Fadl binCâbir es-Sekâtî, Muhammed bin Mesrûk et-Tûsî, Muhammed bin Yûsuf et-Turkî ve başka birçok büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti ve kendilerinden ilim öğrendi. İlim öğrenmek için pekçok seyâhate çıktı. Kûfe, Mekke, Medîne veMısır'a gitti. Oralarda bulunan büyük âlimlerle görüştü ve onlardan ilim öğrendi. Fıkıh ve hadîs ilminde de söz sâhibi oldu. Sonra Bağdât'a dönüp yerleşti ve ilim öğretti. Kendisinden de, Ebü'l-HasanDâre Kutnî, Ebû Ömer bin Hayve, Ebû Hafs bin Şâhîn, Ebü'l-Abbâs Nihâvendî ve başka zâtlar rivâyetlerde bulundular.

Haram ve şüpheli şeylerden çok sakınır, dünyâya meyletmezdi. Hasır dokuyarak geçimini temin ederdi. Tasavvuf büyükleri arasında zamânın en önde gelenlerinden (en büyüklerinden) olup, kerâmetler ve fazîletler sâhibi, emîn, sâdık ve sika, güvenilir bir zât idi. Tasavvufun inceliklerini ve bu yolun büyüklerinin hayat ve menkıbelerini çok iyi bilirdi. Bu yolun büyüklerinden bir çoğunu hâfızasında tutar; "Yanımda, tasavvufu ve tasavvuf büyüklerini anlatan yüz otuz tane kitap var." buyururdu. Diğer bütün ilimlerde de söz sâhibi olup, ince hakîkatlere vâkıf idi. Çok ibâdet ederdi. Altmış defâ hacca gittiği rivâyet edilmektedir.

Câfer-i Huldî, hâlini gizler, husûsî hâllerini, başkalarına nisbet ederek, menkıbe şeklinde herhangi bir zâtın başından geçmiş bir hâdise gibi anlatırdı. Bir gün şöyle anlattı: "Evliyâdan birisi Harem-i şerîfte bulunuyordu. Bir ara çok acıktı. Hicr-i İsmâil denilen yere gelip duâ etti. Allahü teâlânın bir ihsânı olarak, o anda, yemek hazır oldu. O yemeği yeyip, Allahü teâlâya şükretti. Bu "Birisi" diye, menkıbe gibi anlattığı hâdise, aslında kendi başından geçmişti. O ise kendini gizliyordu.

Câfer bin Muhammed Huldî tasavvuf yoluna girdiği ilk zamanlarında bir gün, kaylûle uykusuna yatmıştı. Rüyâda kendisine; "Yâ Câfer! Kalk! Falan yere git. Orada acâib bir şey göreceksin." dendi. Uyandığında hemen işâret edilen yere gidip bakınca, bir sandık gördü. Sandığı açtı. İçinde bir kitap vardı. Kitapta, altı binden ziyâde evliyânın isimleri, hâl tercümeleri ve menkıbeleri yazılıydı. Her gün oraya gidip, o kitaptan bir mikdar okuyordu. Nihâyet kitap bitti. Ertesi gün, kitabı tekrar baştan okuyabilmek için gittiğinde, kitabın ve sandığın orada bulunmadığını gördü. Çok üzüldü. Lâkin geri döndüğünde, okuduklarının hiçbirisini unutmadığını, hepsinin hâfızasında kaldığını anladı. Bundan sonra, tasavvuf yolunda ilerlemek ona kolay geldi, yüksek derecelere, büyük makam ve hâllere kavuştu.

Bir gün kendisine bir kimse gelip, "Yâ Câfer! İnsanlar bir ihtiyaçları için sana mürâcaat ettikleri zaman, beni hatırla! Beni vesîle ederek Allahü teâlâya duâ et. Allahü teâlânın izni ile onların ihtiyaçları görülür." dedi ve kayboldu. Bu kimsenin kim olduğunu anlayamadı. Ama ondan sonra, kendisine gelen ihtiyaç sâhipleri için, o zâtın hürmetine Allahü teâlâyâ duâ etti. Allahü teâlânın izni ile her müşkül halloldu.

Câfer-i Huldî kendisine sorulan suâllere, velîlere has bir üslûb ile, çok güzel cevap veren, derecesi yüksek bir zât, iyilikler ve fazîletler kaynağı idi.

Câfer-i Huldî buyurdu ki:

"Tevekkül, bir şeyin olması ile, olmaması arasında fark gözetmemektir."

"Allahü teâlâ, günah işlemekten kurtardığı kulunu malsız olarak zengin yapmış, aşîretsiz olarak aziz ve şerefli kılmış, kimsesi olmadığı halde onu arkadaş eylemiştir."

"İntikam alıp da sonunda pişman olmaktansa, affedip de pişman olmak benim için daha sevimlidir."

"Dünyâ ve âhirette iyilik, sabır ile ele geçer."

"Fütüvvet, nefsini aşağı tutup, müslümanlara hürmeti büyük bilmektir."

"Akıl, insanı helâk edici yerlerden uzak tutan şeydir."

"Allahü teâlâya âşık olanlar, insanı O'ndan uzaklaştıran her şeyden uzak olup, alâkalarını keserler."

"Kendine lâzım olan ilimleri öğrenmeli ve bu ilimlerle amel etmeyi de ihmal etmemelidir."

"İlim, Allahü teâlâyı tanımaya ve O'na itâat etmeye vesîle olduğu için, ilim öğrenmek büyük ibâdettir."

"Yediği yemeği, Allahü teâlâya ibâdet etmek ve O'nun dînine hizmet etmek niyeti ile yemeyen kimse, şu üç zarara birden yakalanmıştır. 1. Yemek yerken geçen zamânı zâyi etti, 2. İçinde bulunduğu vakti zâyi etmeye devam ediyor, 3. Gelecek zamânı karşılamak fırsatını kaçırdı."

"Sâlihlerle sohbette berâber olup, onlarla sohbet ediniz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî saâdetin anahtarıdır."

"Allahü teâlâya itâatte tam kul ol ki, mahlûklar karşısında tam hür olasın. Allahü teâlâya ibâdet eden kimseye, mahlûklar itâat ve hizmet ederler."

Ebû Muhammed Huldî, Hocası hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî'nin şu sözünü tekrâr ederdi: "Bir kimse, yaptığı ibâdetlerini ihlâs ile yaparsa, Allahü teâlâ o kimseye, boş hâllerden, lüzumsuz heveslerden halâs olmak, kurtulmak nîmetini, râhatını ihsân eder."

PİŞMİŞ TAVUK

Ebü'l-Hasan Hamza Hemedânî isminde birisi, bir akşam Câfer-i Huldî'nin yanına geldi. Gelmeden önce de, evinde, tandırda bir tavuk kızarttırmıştı. Akşam yemeğini evinde çocuklarıyla berâber yiyecekti. Câfer-i Huldî'nin yanına gelip bir müddet sonra gitmek için izin istedi. Câfer-i Huldî; "Bu akşam burada kal." buyurdu. O kimse, bu akşam burada kalırsam, sabah namazına kadar ayrılamam. Çocuklar da ben gitmeden yemek yemezler ve aç kalırlar diye düşünüp; "Müsâade ederseniz gideyim." dedi. Câfer-i Huldî; "Hayır bu akşam burada kalacaksın." buyurdu. Gelen kimse; "Mühim işim vardır, gideyim." deyince, Câfer-i Huldî; "Sen bilirsin." buyurdu. O kimse evine gelip, hizmetçisine kızarmış tavuğu getirmesini söyledi. Hizmetçi gidip, pişmiş tavuğu getirirken ayağı takılıp, yemek kabı elinden düştü. Yemek kabı kırılıp yemeğin suyu döküldü. Pişmiş tavuk da yola düştü. Ebü'l-Hasan hizmetçisine; "Hiç olmazsa pişmiş tavuğu getir, temizleyip yeriz." dedi. Hizmetçi giderken, oradan geçmekte olan bir köpek, tavuğu kapıp gitti. Ebü'l-Hasan Hamza; "Her şeyi kaçırdık. Bâri, üstâdın sohbetini kaçırmıyalım." deyip, Câfer-i Huldî'nin yanına geldi. Üstâd kendisini görünce buyurdu ki: "Evliyânın kalplerine bir parça gönül vermeyenin ve söz dinlemeyenin tavuğunu, Allahü teâlâ köpeklere verir." Ebü'l-Hasan, bunu duyunca hatâsını anladı ve tövbe etti.

1) Tabakât-us-Sûfiyye; s.434
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.381
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.118
4) Nefehât-ül-Üns; s.212
5) Risâle-i Kuşeyrî; s.167
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.180
7) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.237
8) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.378
9) Mir'ât-ül-Cinân; c.2, s.342
10) Sıfat-üs-Safve; c.2, s.264
11) El-A'lâm; c.2, s.128
12) Târih-i Bağdâd; c.7, s.226
13) Firdevs-ül-Mürşidiyye; s.93
14) Sefînet-ül-Evliyâ; s.151
15) Hazînet-ül-Asfiyâ c.2, s.200
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ

Anadolu evliyâsından. 1842 (H.1258) yılında Erzurum'da doğdu. Babası Erzurum Nakîb-ul-eşrâfından olup, seyyidlerden Gadâyîzâde Muhammed Efendidir. Nesebi Peygamber efendimize ulaşır. İlimde çok kuvvetli olduğundan, İlmî mahlasını kullanırdı. Abdürrezzâk Efendi tahsil çağına gelince, ilk önce ağabeyi Muhammed Efendiden okumaya başladı. 14 yaşından îtibâren babası Muhammed Efendinin mânevî terbiyesi altına girdi. Aynı zamanda medreselerde okunan ilimleri de bitirerek İbrâhim Paşa Medresesi müderrislerinden Solakzâde Ahmed Tevfik Efendiden icâzet, diploma aldı. Tahsîlini tamamladıktan sonra Ahmediyye Medresesinde ders okutmaya başladı.

Abdürrezzâk Ali Efendi, Tasavvuf yolunda da ilerlemek için bir mürşid-i kâmilin talebesi olmak istedi ve Şeyh Hakkı Erzurum'a gelince onun sohbetlerine devâm etti. Şeyh Hakkı hazretlerinin vefâtına kadar hizmetinde bulundu. Sonra tekrar talebe yetiştirmeye başladı. Tefsîr ilminde çok derin âlimdi. Rûhul Beyân Tefsîri'ni birkaç defâ baştan sona talebelerine okuttu.

Abdürrezzâk Ali Efendi, orta boylu, sakalının kırı az, ince, zayıf, sevimli, nâzik, kibâr bir zâttı. Babasının vefâtından sonra Nakîb-ul-eşrâf oldu. Erzurum'da ikâmet eder, üç-dört senede bir Ramazan ayında İstanbul'a giderdi. Çeşitli câmilerde vâz ve nasîhatlarda bulundu. Sümbül Sinan Efendinin mânevî işâreti ile kendisine ayrılan odada elli sene kaldı ve ibâdetle meşgûl oldu. Sözleri çok tesirli idi. Dinleyenler huzur bulurdu. Kimseye halîfelik vermedi. 1907 (H.1325)'de Erzurum'da vefât etti. Büyük Câminin bahçesine defnedildi. Ali Efendinin Halal ve Haram Risâlesi, Musâvât-ı Aded-i Hurûfât, Manzûme-i Nüfûs-ı Seb'a adlı eserleri yanında bir de Dîvân'ı vardır. Hiçbirisi matbû değildir.

Abdürrezzâk Ali Efendi buyururdu ki:

"Kalbi Allahü teâlânın sevgisi ile diri olanın ölümü hayattır. Kalbi nefsin arzuları ile ölmüş olanın hayâtı ölüdür."

"Ölüm, ölmeden önce ölünüz, sırrına eren âşıklara rahmet, devlet, seâdet, izzettir."

Abdürrezzâk Ali Efendi, Allahü teâlânın aşkı ile çok güzel şiirler söylemiştir. Bunlardan birisi:

Cemâlullaha olan âşık hevâ ile sivadan geç

Karışma fi'l-i Hakka ey gönül çûn-u-çirâdan geç.

Bekâdan neş'edâr ol bâde-i tevhîd ile ey dil

Gönülden hâzır ol Hakk'a heman mülk-i fenâdan geç.

Libas-ı fahri neyler câme-i aşk âşıka kâfî

Abâ-yı aşkı gey İlmî bütün dârû devâdan geç.

Ey gönül erbâb-ı câha etme arz-ı ihtiyaç

Bâb-ı Hak meftûh iken gayra ne lâzım ilticâ.

1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.156
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ


Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen velîlerden. Seyyid Abdullah Arvâsî hazretlerinin oğludur. Hazret-i Hüseyin soyundan olup seyyiddir. Nesebi, Abdurrahîm bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutub Muhammed bin Kâsım Bağdâdî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1786 (H.1200) senesinde vefât etti. Kabri Doğu Bâyezîd'de Ahmed Hânî kabristanındadır.

Abdullah Arvâsî'nin oğlu olan Abdürrahîm Arvâsî, Arvas köyünde babalarının medresesinde okudu. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim oldu. Ayrıca babasının sohbetlerine de devâm edip, tasavvuf yolunda olgunlaştı. Zamânının aklî ve naklî ilimlerinde söz sâhibi, tasavufda ise hâl sâhibi meşhûr bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. O sırada Doğubâyezîd'deki meşhûr sarayın bânîsi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm Arvâsî'yi dâvet etti. İshak Paşa Çıldıroğulları âilesinin reisi olup, Osmanlı Devletince, o bölgeye emir tâyin edilmiş paşalardan biriydi. İlme, ilim ve din adamlarına çok kıymet verir, âlimlerle meclis kurar ve onların sohbetlerinden zevk alırdı. Meşhûr ediblerden Ahmed Hânî de onun dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelmişti.

İshâk Paşanın dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelen Abdürrahîm Arvâsî, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, onların dünya ve âhiret saâdetine kavuşmaları için pekçok gayret sarf etti. İlimde ve tasavvufta çok talebe yetiştirdi. Aynı zamanda bölgede yaygın olan Eshâb-ı kirâm düşmanı şiîlerle mücâdele etti. Ehl-i Sünnet îtikâdının yayılması için çalıştı.

Uzun mücâdelelerden ve münâzaralardan sonra şiî fırkasının bozukluğunu herkese kabûl ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzûra kavuştuğu gibi aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar son buldu ve fitne ateşi söndürüldü.

Abdürrahîm Arvâsî bu gayretinin yanında dînî ilimleri öğrenmekten geri kalmıyor öğrendiklerini yaşamak sûretiyle de insanların ebedî seâdete kavuşmaları için bütün gücünü harcıyordu. Onun sohbetlerine yüzlerce kimse katılıp faydalanıyordu. Bu sohbetlerinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî'sinden de parçalar okutuyordu. Böyle sohbet meclislerinden birinde Mesnevî okunurken, orada bulunan İran ahondlarından (mollalarından) biri Mevlânâ'yı ve Mesnevî'yi küçültücü ve tahkir edici maksatla, bildiği hâlde "Ne okuyorsun?" diye sordu. Abdürrahîm Arvâsî hazretleri; "Mesnevî okuyoruz." buyurdu. İranlı ahond cevap olarak; "Meşnevî (dinlemeye değmez)." dedi. Bu söze din gayreti kabaran ve son derece hiddetlenen Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Mesnevî-yi şerîfi rastgele açıp İranlı ahonda; "Şu beyti oku!" buyurdu. İranlı ahond;

"Mesnevî ra meşnevî mehan

Ey sek-i gürgîn bed kerdeî"

yâni Mesnevî'yi meşnevî okuma, ey uyuz köpek kötü bir iş yaptın, meâlinde beyti istemeyerek okuyuverdi. Bu manâlı beyân karşısında ahond ve meclistekiler dehşete kapıldılar. Ahond söyleyecek söz bulamadı. Arslan yuvasına düşmüş, zavallı tilki gibi titremeye başladı. Sonra mecliste bulunanlar Mesnevî'den bu beyti aradıklarında bulamadılar. Bu hâlin Abdürrahmân Arvâsî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı daha edepli ve ölçülü davranmaya başladılar. Buna benzer pekçok kerâmetleri görülmüş olan Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin bu kerâmetleri yıllar boyu dilden dile anlatılagelmiştir.

Ömrü boyunca İslâm dîninin emirlerini öğrenmeye ve öğretmeye çalışan Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Doğubâyezîd'de vefât etti. OradaAhmed Hânî türbesine defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. İhtiyaç ve istek sâhiplerinin ziyâretgâhı hâlindedir. Sırt ağrısından şikâyetçi olanlar sırtlarını kabrinin taşına sürttükleri için taş yıpranmış, üzerindeki Arvâsî kelimesi ile vefât târihi olan 1200 (m.1786) ve Fâtihâ kelimesinden başka yazı kalmamıştır.

Seyyid Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin iki oğlu vardı. Birincisi: Seyyid Muhammed Efendidir. Bunun evlâdı kalmamıştır. Kabri babasının kabrinin sağındadır. İkincisi; Seyyid Hacı İbrâhim'dir. Din ve dünyâ ilimlerinde babasının vârisiydi. Tasavvuf yolunda babasının yerini tutmuş olup âlim, fazîlet sâhibi ve veliyy-i kâmil bir zat idi. Günümüzün tâbiri ile bir diplomat olup Osmanlı-İran münâsebetlerinde, Osmanlı Devletini temsil etmiş, unutulamayacak hizmetleri olmuştur.

Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin Abdürrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ile Seyyide Emine Hanım isminde bir kızı vardı. Kızı Seyyide Emine Hâtunu Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin oğlu Molla Abdülhamîd'e nikâh edip bu evlilikten, Arvas'ın ışığı, ilim ve irşâd kaynağı Seyyid Fehim Arvâsî hazretleri dünyâya gelmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim'in büyük oğlu Abdürrahîm Efendi 1818 (H.1234) senesinde vefât etmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim Efendi de 1832 (H.1248) senesinde Yukarı Doğubâyezîd'de vefât etti. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Büyük oğlu Abdürrahîm Efendinin de kabir taşı hâlen yazıları ile mevcuddur.

Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin diğer oğlu ise Seyyid Abdülazîz Efendi olup babalarının dergâhı ona kalmıştır. İlimde ve tasavvufta babalarının yerini tutmuştur. Kerâmetleri açık bir velî idi. Hayvanlarla konuşur, hayvanlar da ona söylerdi. Hayvanları, hatta yılanları yedirir içirirdi. Hayvanlar onun emrine uyarlardı. Seyyid Abdülazîz hazretleri 1880 (H.1297)'de vefât etmiştir. Kabri Yukarı Doğubâyezîd'de babasının yanındadır.

1) Eshâb-ı Kirâm; s.287
2) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.67
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ


İstanbul-Fâtih-Çarşamba'daki Şeyh İsmet Efendi Dergahının son şeyhi. İsmi, Ali Haydar olup, babası Şerîf Efendidir. Ahıskalı Ali Haydar Efendi diye meşhûr olmuştur. 1870 (H.1288) senesinde Batum'un Ahıska kazasında doğdu. 1960 (H.1380) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi ilk tahsîlini memleketinde yaptı. Erzurum'a gelerek oradaki Bakırcı Medresesine sonra, İstanbul'a gidip Fâtih Câmiinde derslere devâm etti. Tahsîlini tamamlayıp, Bâyezîd Dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmed Hamdi Efendiden 1901 senesinde icâzet aldı. Bir yandan hocasının derslerine devâm ederken diğer yandan kâdı yetiştiren Medreset-ül-kuzât'a gidip 1906 yılında mezûn oldu. Dînî derslerden yapılan imtihanı kazanıp, Fâtih Câmiinde talebe okutmaya başladı. Böylece Fâtih Dersiâmları arasında yer aldı. 1909 senesinde Fetvâhânede fetvâ yazmakla vazîfelendirildi. Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edildi.

Bu sırada talebelere yardım toplamak için gittiği Bandırma'da ramazan ayında halka vâz etti. Vâzlarında, tasavvuf ve tarîkat ehli aleyhinde de konuşuyordu. Bir gün sabah namazında kürsüye çıkarak; "Burada Bezzâz Ali Rızâ Efendi var, şöyle yapar, böyle yapar." diye aleyhinde konuştu. Cemâatin içinde Bezzâz Ali Efendinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi adında biri vardı. Namazdan sonra Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına gidip durumu hocasına anlattı. Bezzâz Ali Rızâ Efendi; "Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecek." cevâbını verdi. Çok geçmeden Ali Haydar Efendinin gönlüne bir ateş düştü. Tasavvufa ve tasavvuf erbâbına karşı alâka duymaya başladı. Cübbeyi ve sarığı çıkarıp câmiden çıktı, pazar yerinde bez satan Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına giderek, söylediklerinden pişmanlık duyduğunu bildirip, yalvararak; "Beni evlatlığa kabûl et." dedi. Bezzâz Ali Rızâ Efendi kolundan tuttu, sırtını okşadı ve; "İstanbul'da Hacı Ahmed Efendi var, ona git." dedi.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi İstanbul'a gelip Hacı Ahmed Efendiyi buldu. O da; "Topkapı'da Ali Efendi var ona git." dedi. Topkapı'ya giden Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisine bildirilen köhne bir evin kapısını çaldı. Yarım saat kadar kapıda bekledi. O anda kendisinin huzur dersleri Baş Mukarrir ve Baş Muhatabı olduğunu düşünüp kendi kendisine; "Böyle bir adamken bu köhne evin kapısında bekliyorum!" dedi. Daha sonra kapı açılıp, bir kız çocuğu çıktı ve; "Buyurun içeri." dedi. İçeri girenAli Haydar Efendi bir saat daha bekledi. Bu bekleyişi sırasında yine makâmını ve mevkıini düşündü. Bu sırada saçı-başı birbirine karışmış, kambur bir adam içeri girdi. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan Ali Haydar Efendi hemen elini öpmek istedi. Fakat o kimse; "Çek, çek elini, ben samîmiyetsizlere el vermem." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisinin sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca o zat; "Sus, sus!" diyerek azarladı. Ali Haydar Efendi ağlamaya başlayınca da; "Yâ! Amma da cümbüş hocasıymışsın, şaka yaptım." dedi. O anda kendinde bâzı değişiklikler hisseden Ali Haydar Efendi Ali Efendiye talebe olup sohbet ve derslerine devâm etti. Tasavvuf yolunda ilerledi. Ali Rızâ Efendinin vefâtı üzerine 1914 senesinde Şeyh İsmet Efendi dergâhı postnişinliğine, vakıf şartı gereğince, Ali Rızâ Efendinin talebeleri tarafından seçildi. Fakat iktidarda olan İttihat ve Terakki hükümeti onun bu vazîfeye getirilmesine mâni oldu. Usulsüz olan bu uygulama dergâh mensupları arasında huzursuzluğa yol açtı.

Derin bir bilgisi ve kuvvetli bir hitâbet gücü olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Mart 1915'te şeyhülislâmlıkta yeni kurulan "Te'lif-i Mesâil Heyeti" reisliğine tâyin edildi. Bu görevi esnâsında Mecelle'yi ikmâl için kurulan komisyonda vazîfe aldı ve iki senede Kitâb-ül-Büyû' (Alış-veriş kitabı) ve Kitab-ül-İcâre'yi hazırladı.

Birinci Dünyâ Harbi boyunca bu vazîfeyi devâm ettiren Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916 senesinden îtibâren her ramazan ayında huzur dersleri (pâdişâh huzûrunda yapılan ilmî ders ve sohbet toplantıları) başmuhâtaplığı vazîfesini yürüttü. Bu vazîfesi 1923 senesine kadar sürdü ve pâdişâhlığın kaldırılmasıyla son buldu.

Ahıskalı Ali Haydar Efendinin postnişinliğine mâni olunmakla ilgili usulsüz uygulama, mürîdândan Hâfız Halil Sâmi Efendi tarafından yazılan bir dilekçe ile saraya intikâl ettirildi. Nihâyet 1919 senesinde Ali Haydar Efendinin postnişinliği pâdişâh tarafından tasdik edilerek vazîfesi kendisine iâde edildi. Bu vazîfesi tekke ve zâviyeler kapanıncaya kadar devâm etti. Şeyhülislâmlığın kaldırılması, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra açıkta kaldı, sâdece dersiâm maaşı ile iktifâ etti. Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Şeyh İsmet Efendi dergâhında ikâmet etti.

Dört pâdişâhın zamanında bilfiil vazîfe yapmış olan ve bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın iltifatlarına kavuşan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Cumhûriyet devri boyunca dînî tedrisât ile meşgûl oldu. Yirmi beş yıl boyunca göz hapsinde tutuldu.

Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

"Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez, devamlı ilimle meşgûl olurdu. Erzurum'dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi."

Din ve devlet hizmeti görenlere büyük kıymet veren Ahıskalı Ali Haydar Efendi talebelerinin ve sevenlerinin ilmî yönden daha ileri olmalarını ister; "Sulbümden değil, yolumdan gelen benim evladımdır." derdi. Kendisi ilmî mütâlaayı hiç bırakmazdı. Zevcesi Hanife Hanıma; "Hanife, Hanife yeni bir câhilliğimi daha gördüm. Yeni bir şey daha öğrendim." derdi. Kendi tahsilinin kısa olduğundan bahs ederek; "Benim tahsil müddetim beş senedir." derdi.

Sert mizaçlı bir insandı. İbâdete çok düşkündü. Geniş çaplı düşünür, müslümanların idâresi hakkında ihlâslı ve temiz insanların söz sâhibi olmasını, milletin ve devletin devâmını isterdi.

Küçük oğlu Behâeddîn Gürbüzler'in ifâde ettiğine göre, ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olurdu. Siyâsetle meşgûl olmazdı. Hatta İttihat ve Terakki fırkasına girmesi için Hüseyin Câhit ve Talat Paşa tarafından teklifte bulunulmasına rağmen, tekliflerini kabûl etmemişti. Talebelerine siyâsetten uzak durmalarını tavsiye ederdi.

Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra Türkiye'de kurulan yeni idâreye karşı olduğu öne sürülerek Ankara'ya götürülmüştü. Ankara'da İskilipli Âtıf Hoca ile birlikte zor şartlar altında hapishânede kaldığı sırada rüyâsında şeyhini gördü. Şeyhi ona; "Oğlum kırk bir defâ Fetih sûresini okursan kurtulursun." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi okumaya başladı. Bir yandan da okuduğu sayıyı ranzaya işâretliyordu. Onun böyle yaptığını gören İskilipli Âtıf Efendi; "Hoca ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Rüyâmda şeyhim böyle böyle söyledi. Sen de oku kurtulursun." dedi. Âtıf Efendi; "Bu gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, ben seni çağırıyorum, sen müdâfaanı (savunmanı) hazırlıyorsun! buyurdu. Ben de müdâfaanâmemi yırttım." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi okumaya devâm etti. Daha sonra kurtuldu.

Dînî ilimlere vâkıf olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kuvvetli hitâbetiyle dinleyenleri tesir altında bırakırdı. Ömrünü İslâm dînini öğrenmeye ve öğretmeye vermişti. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin ederdi. Talebelerine ve sevenlerine nasîhatlarda bulunurdu. Zamânın şartlarına göre dînî konuları anlatmak hâricinde sessiz bir hayat yaşadı.

Vefâtından on gün evvel Fâtih-Çarşamba'daki Şeyh İsmet Efendi dergâhının yakınındaki evinde komaya girdi. On gün bitkisel hayat sürdü. Ağustos 1960 (H.1380) günü yarı beline kadar doğruldu. "Allah" diyerek rûhunu teslim etti. Cenâzesini Mehmed Zâhid Kotku Efendi ile Ramazanoğlu Sami Efendi yıkadılar. Hocası olan Reîs-ül-Ulema Çarşambalı Ahmed Efendinin de kabrinin bulunduğu Fâtih Câmii kabristanına defn edilmesi istendi. Fakat buna müsâde edilmedi. Yavuz Selîm Câmiinde Ramazanoğlu Sâmi Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra Sakızağacı kabristanında defn edildi.

1) Osmanlılarda Devlet ve Tekke Münâsebetleri; s.212,248
2) Ahıskalı Ali Haydar Efendi (Kemal Bozkurt-İslam Mecmuası, Sayı 98 Ekim 1991)
3) Son Devir Osmanlı Ulemâsı; c.1, s.260
4) İstanbul ve Anadolu Evliyâları; c.1, s.562
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
AHMED BİN EBÛ BEKR

Yemen evliyâsından. Hadramut'a bağlı Aynât köyünde doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1611 (H.1020)'de Şecer limanında vefât etti. Türbesi burada olup, ziyâret mahallidir.

Küçük yaşta tahsil hayâtına başlayan Ahmed bin Ebû Bekr âlim bir zât olan babasının terbiyesinde yetişti. Babası ona özel ilgi gösterirdi. Babasına çocukları hakkında sorulduğunda, onlar hakkında hayırla bahseder ve; "Ahmed onların en zâhididir." derdi. Sonra babası onu evliyâ kabirlerini ziyâret etmesi ve Ârif-i billah Ahmed bin Alevî'den ilim öğrenmesi için Terîm'e gönderdi.

İlim tahsîlini tamamlayan Ahmed bin Ebû Bekr, Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret ve hac farîzasını yerine getirmek için Hicaz'a gitti. Mekke ve Medîne'de büyük velîlerle bulunup görüştü. Dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olan hâllere kavuştu. Memleketine dönüşünde babasının kabrini ziyâret etti ve bu sırada pekçok mânevî ilerlemeler katetti. Ahmed bin Ebû Bekr daha sonra Bender-i Şehre denilen yere yerleşti. İnsanlar ondan istifâde için, sohbetlerine koştu. Sevenleri onun açık kerâmetlerini görüp vâsıtasıyla yüksek hâllere kavuştular. Çok talebe yetiştirdi.

Kuûd-i Mısrî diye meşhûr olan velî bir zât ile Ahmed bin Ebû Bekr arasında kuvvetli bir muhabbet vardı. Ahmed bin Ebû Bekr bir gün o zâtı ziyârete gitti. Daha sonra oradan ayrılırken Kuûd-i Mısrî uğurlamak için bir müddet onunla berâber yürüdü. Evine döndüğünde, yüzüğünün kaybolduğunu fark etti. Bütün aramalara rağmen bulamadı. Yorgunluktan uyuya kaldı. Rüyâsında Ahmed bin Ebû Bekr'i gördü. Ahmed bin Ebû Bekr ona; "Yüzük için çok yoruldun. Yüzüğün işte." buyurdu ve parmağına yüzüğü taktı. Kuûd-i Mısrî uyandığında yüzüğünün parmağında olduğunu görünce çok sevindi.

Bir keresinde onun evine birisi sığındı. Onu yakalamak isteyenler evi basıp aradılar. Fakat bulamadılar. Evin etrafı sarılmış olduğu hâlde, kendisine sığınanı Allahü teâlânın izni ile kimse görmeden çıkardı.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.333
2) Meşre-ur-Revî; c.2, s.49
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALÂEDDÎN GONCDÜVÂNÎ

Buhârâ'da yetişen evliyâdan. İsmi, Alâeddîn, nisbeti Goncdüvânî'dir. Buhâra'da Goncdüvan köyünde doğup yetişen Hâce Alâeddîn'in, doğum ve vefât târihleri ve hâl tercümesi hakkında fazla mâlûmât bulunamamıştır. Dokuzuncu asrın ortalarında vefât ettiği bilinmektedir. Mübârek kabri, Buhârâ'nın güneyinde bulunan Fîl-i Merze isimli beldenin ortasındaki bir tepeciğin üzerindedir.

Gençliğinde Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebelerinden oldu. Behâeddîn-i Nakşibend vefât edinceye kadar, onun hizmet ve sohbetinde bulundu. Yanından hiç ayrılmadı. Şâh-ı Nakşibend vefât edince, Hâce Muhammed Pârisâ ve Ebû Nasr-ı Pârisâ hazretlerinin sohbetlerine devâm etti.

Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda harcayan Alâeddîn-i Goncdüvânî, bu yolun edeb ve usûlüne uymakta son derece gayretli idi. Tasavvuf halleri kendisini o derece kaplamıştı ki, söz söylerken kendinden geçtiği olurdu. Tasavvuf ve hakîkat yolunda emek sarfedip uğraşanlar içinde, yükseklik bakımından, görülen az kimselerden biri de Alâeddîn-i Goncdüvânî'dir. Zamânını o kadar kıymetlendirirdi ki, boşa geçirdiği bir ânı yoktu. Bir an Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Kendini bildiği andan îtibâren uykuda olsun, uyanık iken olsun, bir serçe kuşunun başını suya sokup çıkaracağı zaman kadar bile gaflette olmadı. Nâdir insanlarda görülen, gâyet derin, kendinden geçme hâlleri vardı.

Muhammed Pârisâ Buhâra'da bulunduğu sırada, Alâeddîn Goncdüvânî doksan yaşlarında idi. Birgün Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyâret için Kasr-ı Ârifân şehrine gitti. Ziyâretten dönerken, yolda Alâeddîn Goncdüvânî'ye rastladı. Alâeddîn Goncdüvânî ona;

"Ben de sizi, geceyi kabrin başında geçirir zannetmiştim. Buraya onun için geldim." dedi. Bu söz üzerine Muhammed Pârisâ ona katıldı ve geri döndü. Birlikte Kasr-ı Ârifân'a gelip yatsı namazını berâber kıldılar. Namazdan sonra;

"Sizin gibi Hak yolunda bir merde bu geceyi uyumadan ihyâ edip, ibâdetle geçirmek düşer." dedi. Kendisi de, yatsıdan sabah namazına kadar öyle bir kendinden geçme ve teveccüh hâliyle diz çökerek oturdu ki, dizleri bile kıpırdamadı. İnsanın rûhunda kendinden geçme hâli olmadan, iki diz üstünde kımıldamadan sabaha kadar durması hiç kimsenin harcı değildir. Muhammed Pârisâ genç olmasına rağmen, o gece o kadar yorgun ve hâlsiz düştü ki oturduğu yerde uyuyup kalmamak ve biraz açılmak için ayağa kalktı. Alâeddîn Goncdüvânî ona;

"Ağırlığını atmaya mı çalışıyorsun?" dedi. Sonra yine murâkabeye vardı."

Hâce Alâeddîn Goncdüvânî, Hâce Ubeydullah-i Ahrâr'a nasîhat ederek buyurdu ki:

"Tasavvuf yolunda ilerlemek için çok çalış. Bu çalışmayı aslâ bırakma. Şunu iyi bil ki, çalışmadan ele geçen şeyler, devamlı ve kalıcı olamaz."

Hâce Muhammed Pârisâ, yanlarında birkaç büyük âlim ile berâber sefere çıkacaklardı. Bu yolculukta, Alâeddîn-i Goncdüvânî'nin de yanlarında olmasını arzu etti. HâceAlâeddîn, bu sırada doksan yaşını geçmişti ve yolculuk meşakkatine tahammül edebilecek hâlde değildi. Yakınları Hâce Muhammed Pârisâ'ya;

"Efendim, HâceAlâeddîn, yaşının ilerlemesi sebebiyle yolculuğa çıkacak hâlde değildir. Ondan bir hizmet beklenmez. Onu mâzur görseniz..." dediler. Bunun üzerine Hâce Muhammed Pârisâ;

"O, öyle bir kimsedir ki, ondan hizmet diye bir şey beklemiyoruz. Fakat onun yüzünü gördüğümüz zaman, yolumuzun büyüklerini hatırlıyoruz. Yüzünde o büyüklerin sıfat ve latîfelerini görüyoruz. Onun bize bunu göstermekten daha büyük yardım ve hizmeti olamaz. Bu bize kâfi değil midir?" buyurdu.

KERÂMETİNİ GÖREYİM

Ubeydullah-i Ahrâr Semerkand'da iken müthiş bir göz ağrısına tutuldu. Kırk gün bu acıyı çekti. O zaman içine, üstün vasıflarını, hâllerini çok işittiği Alâeddîn Goncdüvanî'yi görmek arzusu düştü. Fakat mübârek yüzlerini görmek nasîb olmamıştı. Buhârâ'ya gitti. Namaz kılmak için bir mescide girdi. Mescidin köşesinde, nûr yüzlü ihtiyar bir zât duruyordu. Ona kapılarak, üç gün sohbetinden ayrılmadı. Üçüncü günü;

"Günlerdir gelip bizimle sohbet ediyorsun. Murâdın nedir? Eğer bu adam şeyhtir, kerâmetini göreyim diye geliyorsan, bizde öyle şey arama! Ama sohbetimizi beğendiysen ve kendinde bir değişiklik hissediyorsan, sana ve bana mübârek olsun." buyurdu. Meğer bu zât, Alâeddîn Goncdüvânî imiş, bu sözlerinden sonra da, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın göz ağrıları birden kesildi."

1) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Arabî); s.60
2) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Osmanlıca); s.103
3) Hadîkat-ül-Verdiyye; s.144
4) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.251
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALİ EFENDİ

Serhad evliyâsının büyüklerinden. Rumeli'nde gâzîler arasında meşhûr olup, onların mânevî desteği oldu. 1596 (H.1005) senesinde Dimitrofça'da vefât edip, Eski Câmi yakınında defnedildi.

Ali Efendi, genç yaşında aklî ve naklî ilimlerde ilerleyip, vakitlerini ibâdet ve Kur'ân-ı kerîm okumakla kıymetlendirmişti. Peygamber efendimizin bildirdiklerine tâbi olmakta ısrarlı olunca, güzel ahlâkta üstün oldu. Birgün Kur'ân-ı kerîmi hatmederken;

"Bu hatm-i şerîfi Resûlullah efendimizin rûhu için okuyacağım." diye niyet eyledi. Hatmi bitirince, Resûlullah efendimizi rüyâsında görmekle şereflendi. Kendisine Allah yolunda ilerleyeceği, yüksek makamlara kavuşacağı bildirildi. Mübârek bir zâta talebe olacağı, ondan çok istifâde edeceği işâret edilip, bâzı alâmetleri gösterildi. Serhat boylarında, Allahü teâlânın rızâsı, insanların huzur ve saâdeti için çarpışan Osmanlı akıncılarının arasına karışıp yıllarca cihâd etti. Rüyâsında işâret edilen Mahmûd ismindeki Allah dostu bir velîden ilim ve feyz alıp kemâle geldi. Halkın arasına karışıp, müezzinlik, imâmlık, hatîplik gibi hizmetlerde bulundu. Halk arasında Hak'la beraber olup, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak ilim ve feyz saçtı. Kendini halktan bir kimse gibi gösterip, gösteriş ve riyâdan uzak bir hayat yaşadı. Hasan Paşa kumandasındaki Osmanlı askerlerinin, Seçen Kalesi civârında yaptıkları savaşta, onların arasındaydı. Bulunduğu savaşlarda onun varlığı askerin mâneviyâtını yükseltirdi. Sık sık akıncı birlikleri arasına karışır, onlara, insanlara iyi davranmaları ve her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaları husûsunda nasîhatlerde bulunurdu.

İşi, fikri ve zikri hep Allahü teâlânın rızâsı olan Ali Efendi, bâzı serhad kasabalarını ziyâret edip, bir kısmında uzun zaman ikâmet etti. İki defâ hacca gitti. Şam'da, Çelebi Halîfe talebelerinden Üveys Efendinin yolunda olan Abdülkerîm Efendi ve kardeşi Muhammed Çelebi ile görüşüp sohbet etti. Üveysiyye yoluna dâhil oldu. Tekrar serhad boyuna döndü. Çok sıkıntılar çekti. Yirmiden fazla çocuğu vardı. Evlâdının hepsi vefât etti. Kalbi merhametinden kan ağlarken, gözünden bir damla yaş akıtmadı. Bu, Allahü teâlânın emrine râzı olmanın bir ifâdesi idi. Veren de, alan da O idi. Çocuklarından Ömer ve Hasan Çelebiler, ilimde icâzet aldıktan sonra vefât etmişlerdi. Baba kalbi bu işe daha fazla dayanamadı. Vücûdu günden güne eridi. Yatağa düştü. O sırada Sultan Üçüncü Mehmed Han, Eğri seferine çıkmıştı. Askerin bâzısı firâr etmiş, Osmanlı ordusu zor duruma düşmüştü. Ordunun yenildiği haberi, Molla Ali Efendinin kulağına kadar gelmişti. Haber kendisine gelince bir mikdâr duraklayan Ali Efendi; "Hayır haber doğru değildir!" dedi. Çok geçmeden ordunun muzaffer olduğu haberi geldi.

Molla Ali Efendi, çok cömert bir kimse idi. Kudretine göre gariblere ve yolculara ziyâfet ve ikrâmlarda bulunurdu. Altmıştan fazla Kur'ân-ı kerîm yazmakla şereflendi. Kur'ân-ı kerîm okumakta, Allahü teâlânın ismini zikir ve tefekkürde devamlı idi. Söylediği söz, okuduğu duâ tesirini hemen gösterirdi.

Pekçok talebe yetiştiren Molla Ali Efendi, talebelerini gazâya gönderir, onları dînimize hizmet için teşvik ederdi. Belgratlı Münîrî Efendi ve Ali Dede onun talebeleri arasındadır.

1) Kitâb-ı Silsile-il-Mukarrebîn ve Menâkıb-ıl-Müttekîn (Münîrî Efendi) Süleymâniye Kütüphânesi, Şehid Ali Kısmı No. 2819/3 vr. 78a
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.64
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALİ BİN EBÛ BEKR EL-İDRÎSÎ

Irak'ta yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ali bin Ebî Bekr bin İdrîs Yâkûbî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1222 (H.619) senesi Bağdât'ta vefât etti. Ukûbe denilen Bağdât'ın kuzeydoğusundaki dergâhına defnedildi.

Ali bin Ebî Bekr ilim, edep ve tasavvuf, kalb bilgilerini Ali bin Heytî'den öğrendi. Evliyânın gözbebeği Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetleriyle yetişip kemâle geldi. Bağdât'ın kuzeydoğusundaki dergâhında sohbetleriyle insanlara doğru yolu gösterdi. Kendisinden kerâmetler, üstün hâller görülmeye başlandı.

Sâlih bin Yâkûb el-Ukûbî şöyle anlatır:

"Babam anlatırdı: "Beş yaşındaki oğlum İsmâil yatalak hasta idi. Onu alıp, Ali bin Ebî Bekr hazretlerine götürdüm. Yolda ona rastladım. Yanında başkaları da vardı. Şifâ bulması için duâ buyurmasını ricâ ettim. Beni kabûl etmedi. Ben de çocuğu oraya bıraktım. Ali bin Ebî Bekr, o zaman elindeki portakalı attı ve portakal oğlumun dizine geldi. O anda oğlum derhâl ayağa kalkıp yürümeye başladı. O da, attığı portakalı aldı ve dergâhına yöneldi. Orada bulunanlar tehlîl (Lâ ilâhe illallah) getirdiler. Oğlumla berâber sevinç içinde geri döndük."

Ali bin Ebî Bekr İdrîsî hazretleri çok mütevâzî idi. Gelenlerin hâline göre davranır, onlara çok iyi muâmele ederdi. İlim sâhiplerini kapıya kadar uğurlar onlara fazlası ile yakınlık gösterirdi.

Hikmetli, mânâlı sözler söylerdi: "Baştan sona bana kâinâtın sırları açıldı. Bu hale ulaşmayan zâten velîlik makâmına kavuşamaz. Cenâb-ı Hak; yer, gök, kabir, Cennet ve Cehennem ehlinin hâllerini evliyâ kullarına gösterir." derdi.

El-İdrîsî hazretleri, gökyüzündeki meleklerin derecelerini ve tesbihlerini (Allahü teâlâyı anmalarını) işitirdi.

El-İdrîsî hazretleri, güzel hâllere kavuşmasını şöyle anlatır: "On sene nefsimin hevâsından uzak durdum. Sonra on sene kalbimi nefsin arzularından korudum. Sonra da on sene sırrımı kalbimden uzak tuttum. Sonra bize verilenler verildi."

BAŞÜSTÜNE

Talebelerinden Abdürrahîm bin Muzaffer şöyle anlatır:

"Zâlim bir kişinin çok zulmünü gördüm. Dayanamayıp, Ali bin Ebî Bekr hazretlerine giderek, durumumu arzettim. Çok heybetli idi. Bahçede akşam namazını kıldı. Daha sonra talebeleri etrafına oturdular. İçlerinden birinin elinde, ok ile yay vardı. Onu aldı, oku yaya takıp bana döndü ve;

"At!" buyurdu. Ben de; "Başüstüne" diyerek, onun dilediği şekilde üç defâ attım. Sonra kendileri alıp attılar. Ok, az ilerideki bir ağacın gövdesine isâbet etti. O zaman;

"Şimdi cezâsını gördü." buyurdu. Ben; "Allahü ekber" deyip tekbîr getirdim. Oradakiler de tekbîr getirdiler. Oradan ayrıldım. Sabahleyin öğrendim ki, o zâlim kişi, baygın bir şekilde yatağa düşmüş, nereden geldiği bilinmeyen bir ok kendisine isâbet etmiş, cezâsını böylece görmüş."

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.164
2) Tekmilet-ül-Vefeyât-in-Nâkile; c.5, s.131
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.85
4) Kalâid-ül-Cevâhir; s.128
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.110
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALİ GAV SULTAN

On birinci asırda yaşamış gâzi ve mücâhid şeyhlerden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir.

Türkler, on birinci asrın başlarından îtibâren Anadolu'ya yoğun bir şekilde akınlar yapmaya başlamışlardı. Bu akınlar Malazgirt Zaferinin ön hazırlıkları mâhiyetinde idi. Mücâhid gâziler ve şeyhler önderliğinde harekete geçen Selçuklu Türkleri, gönül verdikleri İslâm dînini yaymağa ve çoğalan nüfûsa yeni yerleşim yerleri aramaya çalışıyorlardı. Bilhassa Afşin Bey idâresindeki Türklerin yiğitlik, alplik, mertlik, cesâret ve muhâripliğinin yanısıra, İslâmın cihâd rûhu ve emri ile hareket etmeleri, Rumları müthiş bir bozguna uğrattı.

Bu cihat hareketi esnâsında Afşin Beyin kuvvetleri arasında dikkati çeken bir kişi vardı; Derviş Ali. Bu zât, Afşin Bey kumandası altındaki kuvvetlerin mânevî komutanı ve fetihlerin mânevî fâtihidir. Hiç bir ânını boşa geçirmek istemez, her nefesini, Allahü teâlânın dînini yaymak için sarfederdi. Gâzileri devamlı cihâd etmeğe ve İslâmiyeti yaymağa teşvik ederdi. Fırsat buldukça da İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmekle meşgûl olurdu.

Gönülleri cihâd aşkı ile tutuşan gâziler, Gaziantep, Haleb ve Antakya bölgesinde uğramadık yer bırakmadılar. Nihâyet 1068 yılında Konya kuşatma altına alındı. Günlerce süren muhâsaraya rağmen şehir, bir türlü düşürülemedi. Ordu komutanı şehri kuşatan duvarları savaş yoluyla aşamayacağını anlayınca, harp meclisini toplayarak ne yapılması gerektiğini sordu. Bu gibi durumlarda gâzi şeyhlerin sözlerine çok îtibâr edilirdi. Meclistekiler, Şeyh Ali'ye bakarak onun konuşmasını beklediler. Şeyh Ali kısa bir murâkabeye, düşünceye daldıktan sonra;

"Ordumuz kuşatmayı kaldırıyormuş gibi geri çekilsin ve gizlenelim, sonra gizlice kaleye girmenin çâresini araştırırız." dedi. Bu teklif, emirler tarafından beğenildi. Selçuklu kuvvetleri dağınık bir şekilde çekilmeye başladılar.

Selçukluların çevreden tamâmiyle uzaklaştıklarını gören ve günlerce süren muhasaraya rağmen teslim olmadan kuşatmayı atlatmanın sevincine kapılan şehir halkı, birkaç gün sonra normal yaşantılarına başladı. Kapılar açıldı. Çarşı ve pazarda faâliyetler normal seyrine döndü.

Halk şehir içinde olduğu gibi, şehir dışında da bağ, bahçe ve yaylak işleriyle uğraşmağa başlamıştı. Bir gece şehre dönmeye başlayan sığır sürülerinin arasına bir öküz postuna bürünmüş bulunan Şeyh Ali de karıştı ve böylece kimseye belli etmeden şehre girmeye muvaffak oldu. Şehirde, akşam karanlığında kimseye görünmemeyi başararak bir yere gizlendi. Herkesin yorgunluktan derin uykuya daldığı bir saatte yavaşça gidip, şehri kuşatan duvarların kapısını açtı ve o gece yakınlara kadar gelerek bekleşen askerlere kararlaştırdıkları işâreti verdi. Şeyh Ali'nin her türlü tehlikeyi göze alarak açmayı başardığı kapıdan şehre akan askerler, nöbetçileri de tesirsiz hâle getirdikten sonra şehre hâkim olmakta gecikmediler.

İşte şehrin ele geçirilmesi sırasında bu gâzi şeyhe, öküz postuna bürünmesinden dolayı Ali Gav Sultan denildi. Gav, Farsçada öküz demektir. Yine Konya'da bulunan Ali Gav mahallesi bâzı târihî kayıtlarda Mahalle-i Post-pûş şeklinde geçmektedir. Böyle olunca bu mahallenin adı "Posta bürünenin, post örtünenin mahallesi" mânâsına gelmektedir.

Vefâtı hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmayan Ali Gav Sultan, Konya'da Akıncı mahallesi Tolaltı sokağındaki zâviyesinde medfundur.

1) Konya Velîleri; s.139-141
2) Konya Târihi, İ.H.Konyalı; s.912-913
3) Mevlânâ Şehri Konya; s.168-169
4) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.194
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
ALİ BİN MÛSÂ FEŞLİ

Evliyânın meşhûrlarından ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ali bin Mûsâ, künyesi Ebü'l-Hasan, nisbeti Cebertî ve Feşlî'dir. Zebîd şehrinde yaşadı. Doğum târihi bilinmemektedir. 1388 (H.791) senesinde vefât etti. Yemen'in Zebîd şehrinde Bâb-ı Sihâm kabristanına defnolundu. Kabri orada meşhûr olup, ziyâret edilmektedir. Onu sevenler, kabrini ziyâret edenler, rûhâniyetinden istifâde etmektedirler.

Âlim, sâlih ve velî bir zât olan Ali bin Mûsâ'da, bâzı vakitlerde tasavvuf büyüklerinde bulunan cezbe, Allahü teâlânın muhabbetiyle kendinden geçme hâli hâsıl olurdu. Bu hâlde ve her zaman, hep Allahü teâlâyı zikreder, hiç bir zaman O'ndan gâfil olmazdı. Evliyâ olduğunu gösteren keşif ve kerâmetler kendisinde çok görülürdü. Zamânında bulunan birçok âlim ve velî ile görüşüp, onların sohbetlerinde kemâle erdi. Zamânındaki âlim ve velîlerin önde gelenlerinden oldu. Şeyh-i kebîr İsmâil bin İbrâhim el-Cebertî onun talebelerindendir. Şeyh-i kebîr İsmâil Cebertî bu zâta çok hürmet eder, çok saygı ve edeb gösterirdi. Bir iş yapacağı zaman, mutlaka ona arzeder, danışmadan ve onunla istişâre etmeden bir iş yapmazdı.

Ali Mûsâ el-Feşlî hazretleri ibâdet ettiği sırada kendinden geçer, muhabbet-i ilâhiyyeye dalar giderdi. Dış dünyâdan tamâmen habersiz bir hâl alırdı. Bir gece mescidde ibâdet ve tâat ile meşgûl olurken, içeriye bir hırsız girdi. Hırsız gelip, içeride bulduğunu alıp gidiyor, içeride bulunan zâtın kendisine müdâhale etmediğini, kendinden geçmiş hâlde Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduğunu görünce, tekrar tekrar girip mescidden bir şeyler götürüyordu. Nihâyet alacak bir şey kalmayınca, onun üzerinde bulunan elbiseyi almak için tuttu. O da, kendinden geçmişlik hâlinden bir an çıkıp, hırsıza;

"Beni elbisesiz mi bırakacaksın?" dedi. Elbisesini geri çekti. Hırsızın gözü dönmüş olduğundan bu sözleri dinlemeyip elbiseyi çekip aldı ve mescidden çıkıp kaçtı. Bu sırada onu gören gece bekçisi hırsızı yakalayıp, sabah olunca vâlinin huzûruna götürdü. Başka suçları da meydana çıktı. Vâli bunun cezâlandırılmasını, fakîh hazretlerinin elbisesinin de kendisine geri verilmesini emretti.

Fakîh Ali bin Mûsâ el-Feşlî hazretleri Zebîd'de bulunduğu bir sırada, büyük bir yangın çıktı. Bu sırada, ders verdiği medresenin karşısında bulunan bir mescidde ibâdet ve tâat ile meşgûl idi. O mescidin alt kısmında ise odun yığılı idi ve yangın her tarafı sarmıştı. Fakat hikmet-i ilâhî, Fakîh hazretlerine bir şey olmuyordu. Onun içeride bulunduğunu öğrenen İsmâil bin İbrâhim, yanında birkaç kişi ile berâber koşarak acele ile mescide girip onu dışarı çıkardılar. Tam onlar çıkar çıkmaz da mescidin tavanı çöktü. Orada bulunanlar, o büyük zâtın kerâmeti ile ona bir şey olmadığını anlayıp, onu daha çok sevmeye başladılar.

Kerâmetlerini ve güzel ahlâkını bildiren daha nice haberler ve menkıbeler vardır. Talebelerinin en büyüklerinden olan İsmâil bin İbrâhim el-Cebertî (r.aleyh) diyor ki:

"Her kim, fakîh Ali bin Mûsâ'nın kabrini ziyâret edip, orada dört defâ Yâsîn-i şerîf okursa, Allahü teâlâ, fakîh hazretleri hürmetine o kimsenin ihtiyâcını giderir."

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.185
2) Tabakât-ul-Havâs; s.97
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.6
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
DÂVÛD-İ İSKENDERÎ

İskenderiyye'de yetişen büyük velîlerden. Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Dâvûd olup, babasınınki Ömer'dir. Dâvûd-ul-Kebîr diye de bilinir. Künyesi Ebû Süleymân'dır. Kaynaklarda doğum târihine rastlanamayan Ebû Süleymân, 1333 (H.733) senesinde İskenderiyye'de vefât etti. Vefâtı için kaynaklarda başka târihler de bildirilmiştir. Tasavvufta Şâzilî tarîkatına mensûb idi. Bu yolun büyüklerinden Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî ve onun halîfesi olan Tâcüddîn İbn-i Atâullahİskenderî hazretlerinin sohbetlerinde yetişerek kemâle geldi. Mâlikî mezhebi âlimlerinin önde gelenlerinden ve Kur'ân-ı kerîmde medhedilen râsih ilimli âlimlerin imâmlarından ve büyüklerinden oldu. Bilhassa fıkıh, tefsîr, hadîs, nahiv, beyân ve diğer ilimlerde ve evliyâlık yolunda derecesi çok yüksek idi. Çeşitli ilimlere dâir çok kıymetli eserler yazdı.

Îzâh-ul-Mesâlik, Er-Risâlet-ül-Merdıyye fî Şerhi Düâ-iş-Şâziliyye, Şerh-ut-Telkîn, Uyûn-ül-Hakâik, Keşf-ül-Belâga ve Şerh-ül-Cümel liz-Zücâcî bunların belli başlılarıdır.

Ebû Süleymân Dâvûd-i İskenderî hazretleri, "Ameller (in kıymeti) ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise, eline geçecek olan ancak odur." hadîs-i şerîfinde geçen niyet hakkında buyurdu ki: "Bâtındaki derecenin yüksekliği, niyetin yüksekliği nisbetindedir. Yâni niyetindeki üstünlüğün ne kadar ise, bâtınî âlemdeki derece ve yüksekliğin de o nisbette üstündür."

Dâvûd-i İskenderî'nin buyurduğu kıymetli sözlerinden bâzıları şunlardır:

"Mürşid, yol gösterici, rehber; sana ilâcı, tedâvî olmak yolunu gösteren değil, tedâvî eden, mânevî olarak terbiye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmıyana mürşid denmez."

"Allahü teâlânın muhabbetinden bir zerreyi, bin yıllık ibâdete değişme! Çünkü; Hadîs-i şerîfte "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyrulmuştur.

"Şehvetler, bitmeyen arzu ve ihtiraslar, üstü örtülü azaplardır."

"Bir velîde, iki çeşit nûr bulunur. Birincisi; rahmet ve şefkat nûru olup, bu nûrla, evliyâlık yolunda bulunmaya müsâid olanları kendisine cezbeder, çeker. İkincisi ise; feyz, izzet ve kahr nûru olup, bu nûrla da, Allah yolunda bulunmaktan uzak, taşkın kimseleri kendisinden uzaklaştırır."

"Kulun ilmi arttıkça, ilim talebi, daha çok öğrenmek arzu ve ihtiyâcı da artar. Himmeti de yükselir. Çünkü kişi, cehâlet hâlinde, sâdece ilim öğrenmeyi, daha çok ilim sâhibi olmayı ister ve buna kendisini çok muhtaç hisseder. İlmin çok dereceleri vardır. Onun sonu yoktur."

"Âlimler, zâhirî ve bâtınî âlimler olarak ikiye ayrılır. Zâhirî âlim; ilmi arttıkça, zuhûru, ortaya çıkması, tanınması artan kimsedir. Fakat bâtınî âlim bunun zıddıdır. O gizlidir. Mânâlar âleminde ilerledikçe, kendisi, kendisini ve ilmini anlamaktan, idrâk etmekten âciz kalır. İlmi de kendisi ile birlikte gizlidir. Zâhirde, görünüşte onun ilminin ve kendi hâlinin bir belirtisi olmaz. Ancak ehli olanlar tarafından tanınabilirler."

"İnsanlar iki kısımdır. Birinci kısım, dünyâ ile uğraşanlar olup, onu îmâr etmeye çalışır. Onun yolunun esâsı dünyâ ile uğraşmaktır. İkinci kısım insanlar ise, mânâ âlemi ile, mânevî işlerle uğraşan kimseler olup, bunlar, matlûba (Allahü teâlâya) kavuşmak, O'nu istemek arzusuyla yanarlar. Bütün gayretleri bunun içindir."

"Kalbin tam bir ihlâs ile "Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur)" diyerek bir defâ Allahü teâlâya yönelmesi, Allahü teâlâdan gâfil olarak yapılan yer dolusu ibâdetten hayırlıdır."

"Mümin kulların kalbleri, evliyânın kalblerinin gölgeleri altındadır. Evliyânın kalbleri, enbiyânın kalblerinin gölgesi altındadır. Enbiyânın kalbleri de, Allahü teâlânın inâyet ve yardım nûrları altındadır."

"Gönül kapılarının açılmasında elde edilebilecek en büyük nasîb, gaflet hâlinden kurtulabilmektir."

"Bir kimse, sâhibi olan Allahü teâlâyı bırakır, O'ndan başka birine kalb gözünü çevirip, ona bakar ve ona gönül verirse, başına şu üç şey gelir: 1. Kalbinde, ilâhî nûrları müşâhede etmesine, hakkı ve hakîkati görmesine mâni olan perde hâsıl olur. 2. Kalbini hangi sebeple mahlûklara kaptırdığına dâir hesâba çekilir. 3. Allahü teâlâdan başka bir şeye gönül verdiği ve niyeti bozuk olduğu için azap görür."

"Bir kimsenin dünyâ ve âhiretine faydalı olan bir hâli yoksa, o kimse, cansız maddelerden farksızdır. Şâyet bir kimsenin işi gücü şer, kötü işler ve mâsiyet, günah olursa, bu durumda o, bir şeytandan farksız olur. Bir kimse hem dünyâ ve hem de âhiret işlerini birlikte yürütmeye çalışıp, dünyâlık işlere daha fazla önem verirse, o kimsenin hayvandan farkı kalmaz. Düşüncesi, işi, meşgûliyeti yalnız Allahü teâlâ için olan kimse ise, bir melek gibidir."

"Eğer, insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip iyice anlayacak derecede olsalardı, herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu. Çünkü, görünüş îtibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de, Allahü teâlânın bir velî kulu olabilir. Velî, şekil ve şemâil bakımından, giyinip kuşanma bakımından ve diğer birçok beşerî sıfatlarla, öteki insanlardan farklı olmayan bir kimse gibi görünür. Hâlbuki, haddizâtında o, diğer insanlardan tamâmen farklı, apayrı bir insandır. Her ân gönlü Allahü teâlâ iledir ve O'nun muhabbeti ile yanmaktadır. İşte velînin asıl hâlini bildiren bu husûsiyetini, ancak onun gibi olanlar anlar. Diğer insanlar ise, onu kendileri gibi bir kimse zannederler."

"Âbidde (Allahü teâlâya çok ibâdet edende) ve ârifde nefse düşmanlık vardır. Fakat ikisinin düşmanlıkları farklıdır. Âbid, nefsinin yaptıklarının kendisi için zararlı olduğunu bildiği için, nefsin yaptığı işlere düşmandır. Ârif ise, işleriyle birlikte, nefsin kendisine de düşmandır. Çünkü nefs, Allahü teâlâya düşmandır."

"Bir kimse birini severse, onun bu sevgisi, bu sevgiye kavuşmasına sebeb olanı da sevmeyi gerektirir."

"İnsanoğlu dünyâya etten bir kanat ile gelir. Üstünde çeşit çeşit nîmetlerin bulunduğu yükseklikler, altta ise Cehennem ateşi vardır. İnsanoğlu bu kanadını iyi besleyip, damarlarını iyi kuvvetlendirmeli ki, kanat zayıf olup, vazîfesini yapamayacak hâle gelmesin ve sâhibini ateşe düşürmesin."

"Allahü teâlâ bir kulu için hayır murâd edince, onun kalbine hakîkî ilimleri yerleştirir."

"Kur'ân-ı kerîmi hakîkî olarak dinleyebilmenin, böylece onun mânevî lezzetinden haz alabilmenin ilk mertebelerinden birisi, fânî olan mahlûkların hepsini, gözünden ve gönlünden silmektir."

"Bir talebe, kendisine ilim ve edeb öğreten ve hakîkî âlim olan hocasına edep ve muhabbetle nazar edip bakınca, hak yoluna girmiş olur."

"Mahlûklar arasında hîlekârlık, düzenbazlık olmadığı zaman, Allahü teâlânın tevfîk, yardım ve başarı ihsânları yağmur misâli yağmağa başlar."

"Bir kul, kalbini Allahü teâlâya tevcih edip döndürdüğü müddetçe, Allahü teâlâ onun bütün dağınık işlerini toparlar, bir araya getirir.Fakat kul, Allah korusun, kalbini bir kula tevcih eder, kendisi gibi âciz bir mahlûktan meded umarsa, bütün işleri darmadağınık olur."

"Allahü teâlâyı tanıyan âriflerin, dünyâya düşkün olanlardan kaçıp, onlardan uzaklaşmaları, onların üzerinde dünyâ cîfesinin pis kokusu duyulup, etrâfı rahatsız ettiği içindir."

"Bakış durumlarına göre gözler dört kısımdır. Birincisi; peygamberlerin gözleridir ki, görüşü kuvvetli ve keskindir. Tesirini ilk bakışta gösterir. Bu gözlerin sıhhati tamdır. İkincisi; velî zâtların gözü olup, bunların da sıhhatleri tam olmakla berâber görüşleri birinci kısımdakiler kadar kuvvetli değildir. Üçüncüsü; müminlerden gâfil olanların gözüdür ki, görünüşte var olduğu hissedilir ve görülür. Fakat görüşü zayıftır, tesir etmez. Yâni perdelidir. Dördüncüsü ise; kâfirlerin gözü olup, kördür ve hiçbir hakîkati göremezler."

"Evliyâ, bütün gizliliğine ve tanınmamasına rağmen bir lamba gibidir. Etrâfını aydınlatır. İnsanlar, kendilerine gelen birçok faydalı şeyin onun sebebi ve hürmetine geldiğini anlayamazlar. Bunun böyle olduğunu, çoğu zaman velînin kendisi bile bilmez."

"Peygamberler, peygamberlere tâbi olup izlerinde yürüyenler, muhabbet ehli olup, Allahü teâlâyı ve O'nun "Seviniz" buyurduklarını sevenler, ziyandan kurtulup, nîmetlere kavuşmuşlardır."

"Velîlerden bir zât, şarkta Allahü teâlânın dînine âit bir şey konuşsa, garbda bir kimse o velînin sözlerini duyup kabûl etse ve bunlara tâbi olup, uysa, nasîbi kadar o velînin nûrundan istifâde eder. Aradaki uzaklık istifâdeye mâni olmaz."

"Senin, az amel, nûrlu ve parlak bir kalb ile Allahü teâlânın huzûruna çıkman; çok amel, fakat nûrsuz bir kalb ile çıkmandan daha hayırlıdır."

"Âlimler ve velîler, dünyâ hayâtında hakîkî hâlleri ile zuhûr eyleyip meydana çıkmazlar. Ancak ilmî hüviyeti ile zuhûr eyler. Ama Allahü teâlâ, âhirette onları hakîkî hâllerinde gösterecektir."

"Kendisinden ilim ve edeb öğrendiğin üstâda hizmet, babaya hizmetten önce gelir. Çünkü baba, senin, bu birkaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesîle oldu. O kıymetli üstâd ise, seni safâ âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedî saâdetine vesîle olmaktadır."

"Dünyâya gelip, kâmil bir mürşidin (yol göstericinin) mânevî terbiyesi ile yetişmeden ölen bir kimse, kirli, pis olarak ölür. İsterse, insanların ve cinlerin sayısı kadar ibâdet yapmış olsun."

"Allahü teâlânın, kullarına ihsân ettiği nîmetlerin en büyüklerinden birisi, aralarında irfân sâhibi velî bir zâtı bulundurmasıdır. İsterse insanlar onu tanımasınlar ve bilmesinler."

"Âriflerden bir zâtın yanında ve sohbetinde bir an bulunmanın faydası, babanın terbiyesinden, öğretmenin zâhirî meseleleri öğretmesinden çok daha fazladır. Onun bir anlık terbiyesi, öbürlerinin yirmi yıllık terbiyesinden daha fazla ve daha tesirlidir. Çünkü onlar dış görünüşü terbiye etmeye uğraşırlar. Ârif zât ise, insanın bâtınını, rûh yapısını terbiye eder, yetiştirir."

"Cehennem ehli için azapların en şiddetlisi, Cennet nîmetlerinden mahrum olmaktır. Bu mahrum olmanın sıkıntısı, onlara azapların hepsinden daha acı gelir."

"Kadir gecesi, o senenin kalbidir. Îmân dolu bir kalb de, içinde bulunduğu cesedin kadir gecesidir."

ÖYLE BİR KİMSEYLE ARKADAŞ OL Kİ...

Sohbetlerinde şöyle nasîhat ederdi:

"Ey Âdemoğlu! Kendi kendine ne kadar insafsız davranıyorsun. Hayâtın boyunca, her gün dünyâ ile meşgûl olursun, onun geçici ve aldatıcı güzellikleri ile oyalanırsın. Fakat her gün bâkî olan, hakîkî saâdet ve sonsuz nîmetler yeri olan Cennet'e dâvet olunursun. Cennet'e hiç îtibâr etmezsin. Dünyâyı bir tarafa itip, âhirete yönelmedin. Hiç olmazsa ikisini aynı seviyede tutup ona göre hareket etseydin. Sen ise âhireti sanki unutmuş gibisin."

"Yaptığın bütün ibâdetlerde gâyen, sâdece kendisine ibâdet ettiğin Allahü teâlâya yakınlık olsun. Hattâ bu gâye, ecir ve sevaptan daha önce olmalı. Allahü teâlâya yakın olmak nîmeti ele geçince, öyle sevaplar, öyle ecirler gelir ki, anlamak, hesâb etmek mümkün olmaz."

"Amelin ve ilmin hâlis olanını iste! Hâlis niyetle Allahü teâlâya ibâdet ederken, insanlık hâli bâzı kusûrların olursa, onlar için de derhâl tövbe et!"

"Sen, şu anda bulunduğun dünyâda ebedî kalacak değilsin. Bâkî, sonsuz olan âhiret yurduna da henüz ulaşmış değilsin. Bu hâl karşısında sana düşen, kendisine çok yakın olduğun, senin her hâlini gören, duyan ve bilen zâta (Allahü teâlâya) yönelmektir."

"Hakîkî irfân sâhibi makbûl bir zâta tâbi olarak peşinden bir adım gitmen, kendi boş arzunla, nefsine uyarak ve güyâ hak yol zannederek, kendine göre tuttuğun yolda yüz bin fersah yürümenden daha faydalı ve daha hayırlıdır."

"Öyle bir kimse ile arkadaş ol ki, onda maddeye temâyül edecek onu sevecek bir kalb bulunmasın."

"Bir kimse sana, nefsânî hazînesinden bir şeyler vermek isterse, onu sakın kabûl etme! Bir kimse ki, sana akıl hazînesinden bir şey vermek isterse, bunu, içindeki hikmet nûru ile mukâyese et! Arzuna göre ister kabûl et, istersen reddet! Bir kimse de, sana kalb hazînesinden bir şey vermek dilerse, sakın onu reddetme! Hemen kabûl et! Hattâ fazla vermesini, arttırmasını iste! Şâyet bir gün gayb âlemi hazînesinden bir şey dağıtana rastlarsan, sakın onu kaçırma! İyi bil ki, en büyük hazîne odur."

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.8
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.188
3) Bugyet-ül-Vuât; c.1, s.562
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.4, s.140
5) El-A'lâm; c.2, s.333
6) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.2, s.100
7) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.360
8) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.557, 569; c.2, s.133
9) Keşf-üz-Zünûn, s.481, 661, 890
10) Neyl-ül-İbtihâc; s.116
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.76
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
CEMÂLEDDÎN HANSEVÎ

Hindistan'da yetişen velîlerden. İsmi Ahmed, lakabı Cemâleddîn'dir. Hindistan'ın Pencab bölgesinin Hansi şehrinde doğdu ve orada yetiştiği için Hansevî nisbesi verildi. Doğum târihi belli değildir.

Hanefî mezhebine göre fetvâ verir, câmide hatîblik yaparak müslümanlara vâz ve nasîhatlarda bulunurdu. Ferîdüddîn Genc-i Şeker ile tanışınca, her şeyi terk etti. Dili söylemez, eli tutmaz, ayağı gitmez oldu. O şeker hazînesinin elinde işlenip, maddî ve mânevî olgunluğa kavuştu. Üstün derecelere yükseldi. Genc-i Şeker'in sevgi ve muhabbetine mazhar oldu. Genc-i Şeker; "Cemâl, cemâlimizdir." buyururdu. Cemâleddîn Ahmed Hansevî'ye olan muhabbetinden dolayı on iki sene Hansi'de kaldı. "Cemâl, devamlı senin başının etrâfında dolaşmak istiyorum." buyururdu. Kime hilâfet verse, Cemâleddîn Hansevî'ye gönderir, o kabûl etmedikçe hilâfeti geçerli olmazdı. Onun reddettiği kimse, bir daha kabûl görmezdi. Genc-i Şeker; "Cemâl'in yırttığını Ferîdüddîn dikemez." buyururdu.

Bir gün Hansi'den biri, Genc-i Şeker'in huzûruna vardı. Ferîdüddîn Genc-i Şeker ona; "Bizim Cemâl nasıldır?" diye sordu. O kimse; "Size bağlandığı günden beri, arâzi ve mal ile meşgûliyeti ve hatibliği tamâmen bıraktı. Açlık ve sıkıntılar çekerek nefsini terbiye etmeye çalışmaktadır." deyince, Ferîdüddîn hazretleri neşelendi. Rahatlayıp; "Elhamdülillah, iyidir." buyurdu.

Cemâleddîn Hansevî, on üçüncü asrın başlarında Hansi kasabasında vefât etti. Bugün ziyâret mahalli olan türbesine defnedildi.

"Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur." hadîs-i şerîfini işittiği günden beri çok üzülür, bu va'îd ve tehdid sebebiyle huzursuz ve kararsız olurdu. Hakkın rahmetine kavuştuktan bir zaman sonra, kabrinin üzerine türbe yapmak istediler. Kazıcı tuttular. Lahde erişince, kıble tarafında bir oda bulunduğunu, oradan Cennet kokusu geldiğini gördüler. Hemen bırakıp, kabrin üstünü kapadılar, düzeltip tâmir ettiler.

Vefâtından sonra kendisini rüyâda gördüler. Hâlini sordular. "Beni kabre koydukları zaman, iki azap meleği geldi. Arkalarından iki melek daha geldi. "O, akşam namazından sonra kıldığı iki rekat namaz ve farz namazdan sonra okuduğu Âyet-el-kürsî hürmetine bağışlandı." dediler." buyurdu.

Cemâleddîn Hansevî'nin çok güzel şiirlerle süslediği Mülhemât isimli bir eseri vardır. Eser, belâgat ilmi yönünden bir şâheserdir.

1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.73
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.69
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
DURSUN FAKİH (Tursun Fakih)

Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi. Şeyh Edebâlî hazretlerinin dâmâdı. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyin bacanağıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefât etti.

Aslen Karamanlı olup, hocası Edebâlî hazretlerinin hemşehrisidir. Çeşitli ilimleri, Edebâlî'den tahsîl edip, tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde âlim, tasavvufta yüksek derecelere sâhib oldu. Kalbi, kötülüklerin pisliklerinden temizlendi. Dünyâlık olan şeylerden uzaklaşmakta ve takvâda, güzel ahlâkta, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, insanlara doğru yolu göstermekte çok ileri idi.

Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti Sultanının, İlhanlı Gâzan Han tarafından İran'a götürülmesi üzerine devlet parçalandı. Her önüne gelen bey, herkes sığınacak yer arar oldu. Haber Osman Beyin meclisine ulaştı. Mecliste hazır bulunan Osman Beye, hatîb ve vâiz Dursun Fakîh şu teklifi yaptı: "Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan müslümanları bir araya toplayıp idâre etmek basîretini ve gücünü ihsân etmiştir. Allahü teâlânın inâyeti, duâ ordusunun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfurları dize getirip, birçoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuşturmaya gelmiştir. Müsâade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan îlân edelim." dedi. Sultan düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakîh'e hak verdi. O gün Dursun Fakîh, Osman Gâzi adına hutbe okuyup, beyinin sultanlığını îlân etti.

Dursun Fakîh bundan sonra Osman Gâzinin cihâd hareketine iştirak etti. O hem elinde kılıcı ile gazâlara katılıyor hem de namaz vakitlerinde gâzilere namaz kıldırıyordu. Ayrıca gâzilerin dînî meselelerdeki suâllerini de Dursun Fakîh çözüyordu. Bu husûsiyetleri ile onun Osmanlı Devletinin resmî olmamakla berâber ilk kâdıaskeri hüviyetini taşıdığı anlaşılmaktadır.

Dursun Fakîh, okuduğu hutbelerde vâz ve nasîhatlarında gâzilerin gazâ şevkini artırıcı sözler söylerdi. Resûlullah efendimizin ve O'nun mübârek Eshâbının güzel ahlâk ve örnek yaşayışını anlatırdı. Bu mübârek âlimin sözleri ve duâları bereketi ile Osman Gâzinin seçme yiğitleri, Allahü teâlânın dînini yaymaya, insanlara merhametli davranıp zarar vermemeye çok gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı amel işlediler. Nefslerini terbiye edip, ebedî saâdete kavuşmak için gayret gösterdiler.

Osman Gâzi 1302'de memleketi beş idârî bölgeye ayırıp, Bilecik'in idâresini Şeyh Edebâlî hazretlerine bıraktı. Dursun Fakîh bundan sonra hocası Şeyh Edebâlî'nin yanında kalıp onun yerine tefsîr okuttu ve fetvâ işlerini yürüttü. Edebâlî hazretlerinin vefâtından (1326) sonra onun zâviyesinde şeyhlik makâmına oturdu. 1330'da İznik, Orhan Gâzi tarafından alındıktan sonra Bilecik kâdısı olan Çandarlı Kara Halil, İznik kâdılığına getirildi. Bu târihten îtibâren Dursun Fakîh'e de Bilecik kâdılığı vazîfesi verildi. Dursun Fakîh'in bu görevde iken vefât ettiği tahmin olunmaktadır. Kabri Bilecik'teki hocası Şeyh Edebâlî türbesi içindedir. Şeyh Edebâlî hazretleri hatip, kâdı ve şâir olan talebesi Dursun Fakîh ile yanyana yatmaktadır. Bu çok sevilen derviş gâzinin bir makam türbesi de, Söğüt'ün Küre köyü civârında bir tepe üzerindedir.

Dursun Fakîh'in ilmi, zühd ve takvâsı güzel ahlâkı yanında diğer bir yönü de şâir oluşudur. Nitekim onun; Mukaffâ Kalesi Gazâvatnâmesi isimli eseri günümüze kadar gelmiştir.

Dursun Fakîh eserini şu şekilde bitirmektedir:

Yâ İlâhî Habîbinin hürmeti
Rahmetinle bağışla bu ümmeti

Suçumuz çok anı şefi kılıruz
Rahmetini ol sebebden bilirüz

Rahmetin umar isen Dursun Fakı
Resûlullah'ın mücâzâtların oku.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.21

2) Kâmûs-ul-A'lâm; c.4, s.3020
3) Türk Dünyâsı Araştırmaları Dergisi, sayı 6, s.117-130
4) Âşıkpaşaoğlu Târihi; s.27
5) Tâcü't-Tevârih; c.5, s.2-3
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
DERVİŞ MUHAMMED

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmincisidir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1562 (H.970) senesinde vefât etti.

Rûh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı Muhammed Zâhid'in derslerinde yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücâdele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı.

Bir gün ellerini açıp, âcizliğini ve çâresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Âniden Hızır aleyhisselâm gelip; "Eğer sabır ve kanâat istiyorsan, Muhammed Zâhid'in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanâati öğretir." buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid'in yüksek huzûruna varıp, orada ilim tahsîl etti. Güzel terbiye görüp, kemâle geldi. Hocası ona, insanlara doğru yolu anlatmak, ebedî olan Cehennem azâbından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilâfet verdi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, Semerkand'da, doğru yoldan ayrılanlarla ve dîne sonradan sokulan bid'atlerle uğraştı. Bid'atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi.

İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sâhipti. 1562 (H.970) senesinde, ikinci binin yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, Büster kasabasının Dasferar köyünde vefât etti. İnsanları irşâd için yetiştirdiği yüksek talebeleri pekçoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed İmkenegî'dir.

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1050
2) Umdet-ül-Makâmât; s.75
3) Hadâik-ül-Verdiyye; s.177
4) Reşehât Zeyli; s.5
5) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.88
6) Behçet-üs-Seniyye; s.8
7) İrgâm-ül-Merîd; s.67
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.378
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BABA HAYDAR SEMERKANDÎ

Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır.

Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand'da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul'a geldi.

İstanbul'da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi.

Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: "Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.

1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:

"Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı." demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:

"Baba Haydar'ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun." diye emir verdi.

Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.

PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!

Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:

"Efendimiz, Eyüp'teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:

"Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:

"Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp'ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:

"Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:

"Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:

"Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:

"Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:

"Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar'ın yanına giderek:

"Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi.

Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.

1) Mir'ât-ı Kâinât; c.3, s.137
2) Sicilli Osmânî; c.2, s.260
3) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.435
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1069, 1092
5) Hadîkat-ül-Cevâmî; c.1, s.285
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.293-294
7) Kevâkib-üs-Sâire; c.2, s.140
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BABA NÎMETULLAH NAHÇIVÂNÎ

Osmanlılar zamânında yetişen İslâm âlimlerinden ve Nakşibendiyye yolunun büyük velîlerinden. Âzerbaycan'ın Nahçıvân şehrinde doğdu. Asıl ismi Nîmetullah bin Mahmûd Şeyh Alvan'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1514 (H.920) senesinde Konya'ya bağlı Akşehir kasabasında vefât etti. Daha önce vefât ettiği de rivâyet edilir.

Küçük yaştan îtibâren doğum yeri olan Nahçıvân'da bulunan kıymetli âlimlerden dersler almaya başladı. Fen ve din ilimlerini tahsîlden sonra tasavvufa yöneldi. Böylece her yönüyle yetiştikten sonra aldığı mânevî işâret üzerine memleketinden ayrılıp Osmanlı ülkesine gelen Nahçıvânî, Nasreddîn Hoca'nın memleketi olan, Konya'ya bağlı Akşehir beldesinde yerleşti. Burada gerek yaşayış ve gerekse verdiği yazılı eserleriyle herkese ahlâk, fazîlet, ilim ve irfân nümûnesi oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksek idi. Mânevî ilimlerdeki engin bilgisi ile tasavvufta, ilâhî sırlar denizinin dalgıcı olmuştu. Yâni bu yolda derecesi çok yüksek idi. Bununla berâber, kendi hâlini gizler, tevâzu gösterirdi. Gâyet sâde yaşamayı sever, fakîrliği zenginliğe tercih ederdi.

Naklî ilimlerden, bilhassa tefsîr ilminde mütehassıs idi. Fevâtih-ul-İlâhiyye vel-Mefâtih-ul-Gaybiyye isimli tefsîri ve Beydâvî Tefsîrine yazdığı hâşiyesi çok kıymetlidir. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî'nin Füsûs-ül-Hikem isimli eserine ve Gülşen-i Râz isimli manzûm esere hâşiyeleri vardır. Bunlardan başka, Hidâyet-ül-İhvân ve Risâlet-ül-Vücûd isminde tasavvufla ilgili iki risâlesi bulunmaktadır. Fevâtih-ul-İlâhiyye isimli tefsîrinin, bizzât kendi el yazısıyla olan nüshası, Topkapı Sarayı Üçüncü Ahmed Han Kütüphânesinde mevcuddur. 1908 (H.1326)de, Matbaa-i Osmâniyyede iki cild hâlinde basılmıştır. Nahçıvânî bu eserini, 1498 senesinde, Ramazân-ı şerîf ayının ortalarında tamamlamıştır.

Târihte ve günümüzde, bilhassa Akşehirliler arasında; Şeyh Alvân, Nîmetullah Nahçıvânî, Baba Nîmetullah, Baba Nîmet ve Nîmetullah Sultan gibi isimlerle anılan bu büyük Türk-İslâm âlim ve velîsi, zamânındaki âlim ve velîlerin en üstünlerinden idi. Akşehir'de uzun seneler ilme hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Türkçe ile birlikte, Arabî ve Fârisîyi de çok iyi bilirdi.

1514 (H.920) yılında vefât eden Baba Nîmetullah Nahçıvânî'nin türbesi Akşehir'de, Baştekke yolu üzerindedir. Tekkeye giden yolun sağında ve Akşehir deresinin solunda olup, birkaç defâ tâmir görmüştür. Türbenin önünde bir havuz vardır. O büyük zâtı sevenler, kabrini ziyâret ederek, mübârek rûhâniyetinden istifâde etmekte, onu vesîle kılınca yaptıkları duâlar kabûl olmaktadır. Baba Nîmet'in sandukasının dere tarafında, büyüklü küçüklü dört ayrı kitâbe taşı bulunmakta olup, ikinci taşın kitâbesinde şöyle yazmaktadır:

"Hû Dost. Kibâr-ı Ehlullahdan ve müfessirîn-i izâmdan Hâce Nîmetullah kuddise sirruh hazretlerinin merkâd-i münevvereleridir (mübârek, nûrlu kabirleridir)."

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.1, s.398
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.360
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.40
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.497
5) El-A'lâm; c.8, s.39
6) Mu'cem-ül-Müellifin; c.13, s.111
7) Keşf-üz-Zünûn; s.189, 1292, 2028
8) Konya Velîleri; s.169-171
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.292
10) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.401-402
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
BABA YÛSUF SİVRİHİSÂRÎ

Anadolu velîlerinden. Doğum târihi belli değildir. İzmir'in Seferihisar da denilen Sivrihisar kasabasında doğdu. 1511 (H.917) senesinde vefât etti. Evliyânın meşhûrlarından Hâcı Bayrâm-ı Velî tarîkatına mensûb ve bu yolda yetişmiş, edeb ve vakar ehli bir zât idi. Dînin emirlerine uyma husûsunda çok dikkatli davranırdı. İnsanlara vâz ve nasîhat ederdi. Sözleri çok tesirli idi.

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı için geldi ve Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çıkıp vâz etmeye başladı. Tesirli vâzıyla, Pâdişâh ve câmide bulunan cemâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç hıristiyan, Baba Yûsuf hazretlerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok etkilenmişlerdi. Bu üç hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî'nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmiinin ilk açılışında böyle bir hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Sonra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de vermelerini söyledi. Böylece müslüman olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular.

İkinci Bâyezîd Han, Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi çok sever, sohbetinde bulunurdu. O da Sultanı çok severdi. Baba ve oğulluk sözleşmesi yapmışlardı. Bir sohbetlerinde pâdişâh ona; "Hacca gideceğin zaman mutlaka bana gel görüşelim." demişti. Bundan sonra Baba Yûsuf memleketine dönüp, orada bir müddet kaldı. Memleketinde iken rüyâsında Kâbe'de Hacer-i esved yanında manzûm bir kitap yazması işâret edildi. O zamana kadar hiç şiir yazmamıştı. Bu rüyâdan sonra şiir yazma kâbiliyeti hâsıl oldu. Sonra hacca gitmek üzere hazırlanıp, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hanı görmek üzere İstanbul'a gitti. Pâdişâh ona bir mikdâr altın verip; "Bunlar helâldir. Kendi elimle kazandım. Bu altınları Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin türbe-i mutahherasının kandillerine harcarsın. Mübârek türbesinin yanında dersin ki: "Yâ Resûlallah! Ümmetinin koruyucusu, günahkâr kul Bâyezîd sana selâm söyledi ve bu helâl altınları türbenin kandillerine yağ almak için gönderdi." de. Sonra; "Bu hediyenin kabûlü için yalvar, senin vâsıtanla kabûl olacağını ümid ediyorum." dedi. O da bu isteğini yerine getirmek üzere altınları alıp, vedâlaştı ve yola çıktı.

Baba Yûsuf hazretleri, Mekke'ye varıp, hac ibâdetini yaptıktan sonra, bir sene orada kaldı. Rüyâsında Hacer-i esved yanında yazması emredilen manzûm kitabı yazdı. Çok güzel ve büyük bir kitâb oldu. Allahü teâlâ ona, orada daha önce hatırından geçirmediği mârifet kapılarını açtı ve bunları yazdığı kitapta topladı.

Bir sene sonra da Mekke'den Medîne'ye gitti. Medîne-i münevvereye varınca, bir yün elbise giydi. Ellerini esir gibi arkadan bağlattı. Yere yatıp yüzü koyun sürünerek ve şefâat dileyerek Resûlullah efendimizin mübârek türbesine yaklaştı. Türbenin kubbesi dışında değerli bir asâ vardı. Türbedâr onu dikkatle korurdu. Resûlullah efendimiz rüyâda Baba Yûsuf'a bu asâyı almasını, üç parça edip, bir parçasını Bursa'da Seyyid Emîr Sultan türbesine, bir parçasını Hâcı Bayrâm-ı Velî'nin türbesine, bir parçasını da bir başka zâtın (üçüncü zâtın ismi, bu hâdiseyi nakleden tarafından hatırlanamamıştır.) türbesine koymasını emir buyurmuştur. Bu emir üzerine asâyı almak istediğinde, türbedâr mâni olmak istemiş, ancak Peygamber efendimiz türbedâra vermesini işâret buyurunca, asâyı vermiştir. Baba Yûsuf hazretleri, İkinci Bâyezîd'in isteğini arzu ettiği gibi yerine getirip, asâyı da alarak İstanbul'a döndü ve asâ husûsunda buyrulan emri aynen yerine getirdi.

İnsanlara vâz ve nasîhat edip, saâdete kavuşmaları için çok hizmetler yapan Baba Yûsuf Sivrihisârî, Yavuz Sultan Selîm Hanın pâdişâhlığının ilk sıralarında vefât etti. Kabri, Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesi çevresindedir.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.376
2) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.598
3) Bedâyi'ul-Vekâyi; varak 413a
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.41
5) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.402
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.294-295
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt