Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Allah Yolunda deyimi (Cihad) (2 Kullanıcı)

Delete

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2008
Mesajlar
6,076
Tepki puanı
15
Puanları
38
Tevhid Temeli Yıkılınca...

İslam ümmeti her türlü silahlı veya baskıcı dış saldırılara karşı kendisini korumasını bilmiştir fakat iç saldırılara karşı çok zayıf kalmıştır ve her zaman da içerden yıkılmıştır. Öylesineki yıktıktan sonra zorbacılar başlarımızada bizlerden olan yöneticiler koymuşlardır.
Bugün tüm islam ülkelerindeki kurtuluş savaşlarına baktığımızda gördüğümüz senaryo aynı senaryodur.
Kime karşı neden kurtuluş savaşı verilmiştir ?
Neye karşı kurtuluş savaşı verildi ?
Osmalı imporatorluğuna bakıldığında gördüğümüz şey, Osmanlı imparatorluğu'nun yıkılması bizler için büyük bir "kurtuluş sembolü" olarak gösterilmiştir
Kime karşı bu kurtuluş ?
Kim faydalanmıştır osmanlının yıkılısından? islam ummeti mi ?
Haçlı savaşlarının sonuncunda Osmanlı'nın yıkılmış, bununla birlikte haçlı sıcak savaşları Osmanlının yıkılması ile ara bulmuş fakat bitmemiştir bunu devamına zorbacı haçlı kendi zihniyetini yerleştirmek içinde gerekli olan alt yapıyı kurmuş ve fonksiyonel hale getirmiştir. Yani Osmanlı'yı iki şekilde yıkmıştır:
1- Fiziki yıkılış
2- Zihinsel yıkılış

Osmanlıyı hasta adam yapan neydi? Osmanlıyı hasta adam yapan tehvidin temelerini tamamen yıkılması olmuştur. Zaten zorbacılar Ümmete saldırırken de artık silah ile değil içerden, bizlerden olan kişi, gruplar ve kurumlarla birlikte zihinsel saldırı yapıp tehvidin temellerini yıkarak İslam toplumunu yıkmakta ve darmadağan edip istedikleri şekil ve formu vermektedirler buna islami kılıflar dahildir.
Nedir tehvidin temeli ?
Müslüman olmak için gerekli şartlardan ilk öncesi "İnsan olmak"tır arkasından ise kelimeyi şehadet getirmektir, bu sadece müslüman olmak için aynı zamanda mumin olmak için bir başlangıçtır, ama bunun arkasından kalbe inen bu şehadet bizleri "mümin" kılacaktır. Bu şehadetin kalbe inmesi de şehadet’e aynel yakin olmak ile olacaktır ki bu ise bizi İman sahibi yapacaktır
Bu sahip olduğumuz iman ise bizleri iyi ameller teşvik edtirecektir, emril bil maruf nehyil en munker yani iyilikleri ve güzelikleri emretmek ve her türlü kötülükten ise uzaklaştırmak.
İyi ameller bizlerin hakikatten yana olmamızı sağlıyacaktır dolayısı ile hakkı savunmamız gerektirecektir, bu ise bizim ruhsal ve toplumsal birliğimizi beraberliğimizi sağlıyacaktır.
Hakkı savunmamız bizlerin gücümüzün yettiğince her türülü iç dünyamızdaki ve dış dünyamızdaki yanlışı düzeltmeye çalışacaktır, ondan ötesi ise sabır ile onların zorluğuna karşı kendimizi koruyacağız.
Bunların hiç birini yerine getiremiyorsak kaybedenlerden olacağız, çünkü tevhidin temel taşlarını oluşturan tuğlaların yokluğunda kişiliğimiz, dolayısı ile birliğimiz ve beraberliğimiz söz konusu olamaz.
İnsan olmayan, müslüman olup iman etmeyen, iyi ve güzellikleri teşvik edip kötülükten men etmeyen ve de zorluklar karşısında kişiliğini bununla birlikte birliğini ve beraberliği sağlamak için kendini korumayan bir kişi iç dünyasındaki tevhidi sağlıyamaz, çünkü kendisi kaybedenlerdendir; böyle olan bir toplum ise keybeden bir toplumdur, kaybeden bir ümmettir.
Allah, müslümanları Tevhidi gerçek anlamı ile kavrayanlardan ve yaşayanlardan etsin.

M. Taşpınar










Esselamun aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh kıymetli kardeşim.
Değerli katkınız için çok teşekkür ederim,
Allah razı olsun kardeşim,


Birinci Cihan Harbi’ni, 19. Haçlı Seferi olarak yaptılar. Ana hedef Osmanlı’yı yıkıp, bu topraklardan İslâm’ı yok ederek Büyük İsrail’i kurmaktı. bizim ceddimiz Çanakkale destanıyla bütün insanlığı en büyük felaketten kurtardı. Onlar şimdi Haçlı Seferi’ni yapıyorlar. Maksatları yine aynı. Eğer biz görevimizi yapmazsak onları Çanakkale’den geçirmemiş olmamızın hiçbir manası kalmaz.

20. yüzyılın başında Osmanlı devletinin yıkıntıları üzerinde çöreklenen Haçlı-Siyonist ittifakı bu kez 21. yüzyılda Osmanlının torunlarına rağmen 20.yüzyıldan kalan planlarını hayata geçirmenin peşindeler..
Emperyalist ülkeler 20. yüzyılın başlarında bölge haritalarını çizerken bugün var olan durumu ta o zaman hedeflemişlerdir..
Dünyanın 4 bir yanından getirilen yahudileri Filistin toprağı üzerinde toplayan emperyalisler İsrail devletini kurdurdular.
Bu devlet 55 yıldır bölgede yaşanan ve aklımıza gelen tüm sorunların nedeni oldu ..
Emperyalizmin özünde halklara özgürlük ve barış getirme gibi lüks bir amaç yoktur..

Emperyalizmin doğal müttefiği olan siyonistler bile İsrail'de efendilerine hizmet ettikleri ölçüde yaşama şansına sahiptirler.

Bu millet neden hala tarihten ders almak istemiyor..



Allah’a emanet olun,
Selam ve baki dua ile kalın kardeşim.
 

Delete

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2008
Mesajlar
6,076
Tepki puanı
15
Puanları
38
oan12zu.jpg
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
Gözlerimden Bir Damla Yas aksa, adı AKSA olsa…Gözlerimden Bir Damla Yas aksa, adı AKSA olsa…


Ne de haz duyardı gökteki bulutlar, belki de coşa gelir ve yağardı yağmurlar Kudüs’ün yanık bağrına…

Ahh yerlerin minik mücahidleri, ahh göklerin şanlı şehitleri… öpmek isterdim o taş atan minik ellerinizi teker teker. Belki o zaman elleriniz hüzün dolu bağrımı teskin eder. Kapatın beni en rezil zindanlara da, bırakmayın beni utancımın kuytusunda… Takmadım zilletin kolyesini henüz boynuma, takamam da.

Ne vardı da bırakıp gitti tüm güzellikler bizi. Ahh Şeyh Ahmet Yasin, senin gülüşünle gülerdim hep. Sarıldım hayaline, asr-ı saadetten günümüze taşıdığın kokuna doyardım. Ne de büyüktü yüreğin senin, tüm ümmeti kucaklardı çolak ellerin, öpülesi ellerin…

Sokakları düşer aklıma Gazze’nin. Barut, kan ve cesetlerin arasında dirilen, direnen; o kökleri ta cennete, dalları yüreğimizde kutlu sevdanın mubarek, mukaddes, muvahhid erlerini görür gibiyim yanımda. Bağrında bir kurşunla cennete “selam” diyenlerin şehadetini ve meleklerin onlara şahitliğini işitir gibiyim. Okul çıkışlarında, oyun sahalarında taşa karşı mermi oynayan cennet gözlü çocukların tekbirlerine eşlik ederim. Düşerim yollara, kahpe Yahudi’nin inancını boğarım, var gücümle…

Gözlerimden bir damla yaş aksa, adı Aksa olsa… Ruhum bir siper olsa ve kurtulsa Aksa… Bir damla kanım Aksa, cennete kadar, şahitliğe kadar, şehitliğe kadar

el-AKSA!!!


 

Delete

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2008
Mesajlar
6,076
Tepki puanı
15
Puanları
38
İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.

İslâm'da cihad farzdır.

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: "Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı" (el-Bakara, 2/216). "Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın " (el-Bakara, 2/193). "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız" (et-Tevbe, 9/29); "Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız. " (et-Tevbe, 9/36).

Hz. Peygamber (s.a.s.)'de "Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır" (Ebû Davûd, el-Cihad, 33) buyurmuştur.
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
CİHAD'IN SEBEBİ NEDİR?


714 Kur'an-ı Kerim'de: "Müşrikler sizinle nasıl topyekün harb ediyorsa, siz de onlarla topyekün harb ediniz"(12) hükmü beyan buyurulmuştur. Hanefi fûkuhası, bu Ayet-i Kerime'yi esas alarak; müşriklerle ve kafirlerle yapılması emredilen cihad; onların İslâm'a karşı savaş açmalarının sebebiyledir.(13) hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Merginani; savaşın farziyeti ile ilgili olarak bu Ayet-i Kerime'yi zikrettikten sonra: "Ve Resûl-i Ekrem (sav): "Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir" buyurmuştur. Bununla bâkî olan bir farzı murad etmiştir."(14) hükmünü beyan etmektedir.
715 Mü'minlerin; kendi içlerinden bir "Ulû'lemr"seçmelerinin temel sebebi; İslâm'ın emirlerini hakkı ile edâ etmektir.(15) "Ulû'lemr" yeryüzündeki bütün mü'minlerin (Herhangi bir ayırım yapmadan) haklarının takipçisi ve koruyucusudur. Nitekim İmam-ı Serahsi: "Cihad'dan maksad; müslümanların emniyet içinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme (Edâ edebilme) imkanına kavuşmalarıdır"(16) hükmünü zikreder. Darû'l İslâm'a hicret etme imkanını bulamamış, zayıf ve azınlık durumunda bulunan mü'minlere; "Tağuti rejimler" zulmetmeye kalkarlarsa, "Ulû'lemr" derhal cihad ilân edebilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "İman edib hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad'da bulunanları (Muhacirleri) barındırıb, yardım edenler (yok mu?) İşte birbirlerinin velileridir. İman edib de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velâyetiniz yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında muahede bulunan bir kavm aleyhine değil. Allah yapacaklarınızı hakkı ile görücüdür."(17) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine diğer bir Ayet-i Kerime'de: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve acz-û ızdırab içinde bırakılıp: "Ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda (Muzdaz'afinler için) düşmanla çarpışmıyorsunuz?"(18) buyurulmaktadır.
716 Cihad'ın diğer bir sebebi de; kâfirlerin, mü'minlerle olan ahidlerini bozup, yeniden savaş haline geçmeleridir.(19) Nitekim Hudeybiye Andlaşmasını bozan Mekke Müşriklerine karşı, Resûl-i Ekrem (sav) "Cihad" ilân etmiştir.

kuranikerim.com
 

Delete

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2008
Mesajlar
6,076
Tepki puanı
15
Puanları
38
Muâz İbnu Cebel (radıyalahu anh) anlatıyor: "İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihâd yapmayı temenni eden bir kimse, bilâhare ölse de, öldürülse de şehid sevabı kazanır. Kim de Allah yolunda yara alsa veya Allah yolunda -düşmanın sebep olmadığı- bir musibetle bile yaralansa bu yara, kıyamet günü, en büyük hâli içinde rengi zaferân renginde, kokusu da misk kokusunda olarak gelir. Kimin vücudunda, Allah yolunda iken çıkan, iltihab gibi bir yara açılacak olsa bu da onun için Şehidlik mührü olur."

Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 21, (1657); Ebu Dâvud, Cihâd 42, (2541); Nesâi, Cihâd 25, (6, 26).

Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah yolunda yaralanan hiçbir yaralı yoktur ki, kıyâmet günü, yarası kanıyor olarak gelmiş olmasın, bu kanın rengi kan renginde, kokusu da misk kokusundadır."

Buharî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâret 103; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 21, (1656); Nesâî, Cenâiz 82, (4, 78), Cihâd 27, (6,28); Muvatta, Cihâd 29, (2, 461).
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
"Allah'ın laneti, İslam'ın cihat emrini reddedenlerin, cihadı baltalamaya çalışanların, İslam'ı küfür düzeninin çeşnisi bir ucube haline sokmaya çalışanların ve bütün bunları İslam'ın hoşgörüsü olarak sunmaya yeltenenlerin üstüne olsun!..(S.M)"
 

Delete

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2008
Mesajlar
6,076
Tepki puanı
15
Puanları
38
"Allah'ın laneti, İslam'ın cihat emrini reddedenlerin, cihadı baltalamaya çalışanların, İslam'ı küfür düzeninin çeşnisi bir ucube haline sokmaya çalışanların ve bütün bunları İslam'ın hoşgörüsü olarak sunmaya yeltenenlerin üstüne olsun!..(S.M)"

Amin inşaallah
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
"Allah'ın laneti, İslam'ın cihat emrini reddedenlerin, cihadı baltalamaya çalışanların, İslam'ı küfür düzeninin çeşnisi bir ucube haline sokmaya çalışanların ve bütün bunları İslam'ın hoşgörüsü olarak sunmaya yeltenenlerin üstüne olsun!..(S.M)"

tek yol İslam...
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Mü’min, her seviyede cihadla bütünleşen insandır

Mü’min, her seviyede cihadla bütünleşen insandır






MÜ’MİN, HER SEVİYEDE CİHADLA BÜTÜNLEŞEN İNSANDIR



Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Mü’minlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner. Etraflarını çepeçevre fitne kıvılcımları, hattâ fitne alevleri sarar; fitneler de hep fitne doğurur ve neticede evleri, sokakları, çarşı ve pazarları hep birer mel’anet yuvası haline gelir de, artık onlar bu korkunç hadiseler karşısında bile en ufak bir reaksiyon gösterme gayreti taşımaz hale gelirler. Ayrıca, kalplerden cihad arzu ve iştiyakının silinmesi nisbetinde vahyin yümün bereketi, ilâhî maksadı anlama aşk ve şevki de kaybolur gider. Çünki, kalpler artık ilham-ı İlahî’nin indiği yerler olmakdan çıkmış, dolayısıyla kişiler de ilâhi esrardan nasipsiz duruma düşmüşlerdir. Böylelerinin geceleri de karanlıktır, gündüzleri de. Zira ALLAH, sadece cihad vazifesini omuzlayıp, yüce adını azametine uygun olarak yükseltme işini deruhte edenlerin kalplerine tecellî buyurur ve onların içinde yaşadıkları cemiyeti harabezâra çevirmez. Evet, ferdin, ailenin ve topyekün bir cemaatin ma’mûre olması, ALLAH’ın yüce adının ufkumuzda şehbal açması istikametinde gösterilecek gayretlere bağlıdır. Mü’minler bu mevzûda bir gayret ortaya koyabiliyor ve köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Hakkı anlatıyorlarsa, işte bu takdirde ALLAH o topulumu her bakımdan ihyâ edecek demektir. Eğer bir cemaat de bu ruh ve bu aşkdan mahrum ise, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün cemiyetleri mutlaka başlarına yıkılacak ve kendileri de bu yıkıntının altında kalacaklardır. Tarih, nice aziz kerimlerin neticede zelil ve payidarken payimal oluşlarına şâhidlik etmektedir. Bir zaman krallara taç giydirenler, bir zaman sonra el ayak öpecek duruma düşmüşlerdir. Biz bugün onların arkalarından âyetini okuyor, “Arkada nice cennetler, bağ ve bahçeler bırakıp gittiler.” diyoruz. Bir gün gelir, bizim için de (ALLAH korusun) aynı şeyi söylerler. Emevînin, Abbasinin, Selçuklunun ve Osmanlının ruhlarına fatiha çekildi. İslâm Aleminin Anadolu sinesindeki son karakolu olan Türk’ün de “ruhuna fatiha” dedirtmek ve bir mezar haline gelmek istemiyorsak, mezarlara has keyfiyetten uzaklaşarak insana yakışır bir canlılık içinde olmak mecbûriyetindeyiz. ALLAH’ın dinini büyük gördüğümüz ölçüde büyüyecek ALLAH’ın yüce adının kalplerimizdeki büyüklüğü nisbetinde ALLAH nazarında kıymetleneceğiz. Aksi durumda, onu hafife aldığımız, anlatma vazifesini ihmal ettiğimiz ve bu mevzûda misyonumuzu tükettiğimiz nisbette de nazar-ı İlâhî’de küçülecek ve yıkılıp gideceğiz.
Aziz olmayı arzu ediyorsanız, Hz. ALLAH’a kalplerinizde büyük yer verin, O’nu hayatınıza gaye yapın, O’nsuz bir hayata lânet çekin. “Rabbimi sevemeyeceğim, O’nu anlatamayacağım, O’nun emirlerini hayatıma hayat yapamayacağım bir hayat, benim için kabirden daha beterdir; öyle bir hayatı yaşamaktansa, ahiretin koridoru olan kabre girmeyi tercih ederim. Rabbimin kalbimi yıkayan tecellilerinden mahrum bir gönlü sırtımda taşımaktansa, ölmek benim için yeğdir.” deyin ve bu duyguyu, bu anlayışı milletimizin gönlünde ihya edebilmek için, herşeyi ile yıkılmış içtimaî bünyeyi yepyeni bir nesille onarmaya çalışın. İşte o zamandır ki, ALLAH da sizi yerde süründürmeyecek ve aziz kılacaktır.
Mü’min, dünya-ahiret muvazenesi karşısında neyi nasıl tercih etmesi gerektiğini bilen ve dünyanın fanî, zâil umûru karşısında ahiretin ağırlığını vicdanında hisseden insandır. O, batıp giden şeylerle batıp gitmeyen, ufûl edenlerle beraber ufûl etmeyen Hz. ALLAH (Celle CelâluhCelle Celâluh
Mü’min için, dünya işleri karşısında zillet göstermek, zillete maruz kalmanın ilk basamağıdır. Dünyayı dünya olma husûsiyetiyle gaye edinenler, neticede, ahireti kaybettikten sonra dünyayı da kaybetmişlerdir. Ölümden korkan, yaşamak zevki nedir bilmez. Cephede, düşman karşısında paniğe kapılıp, hayat endişesi ve yaşama sevgisiyle çareyi kaçmakta bulan kimseler, hayatı da, yaşamayı da kaybetmeye mahkum kimselerdir. Irz ve namasumu korumak için yuvamın başında duracağım diye bir kulübecik içine sıkışarak mukaddes cihadı terkedenler, neticede ellerindeki o kulübeden de mahrum kalırlar. Dûn-himmet olanlar, himmetlerinin düşüp gitmesine taban bulamaz ve baş aşağı yuvarlanıp giderler. Himmetini âlî tutarak, yıldızlarda umranlar kurmayı düşleyenler ise dünyayı iki hükümdara az görürler ve son vasiyetleri de “Attan inmeyesüz” emri olur. Cihanın fethi de, zaten hep onlara müyesser değil midir?
Ölümü hayata tercih edenler ölümsüzlüğün sırrını keşfetmiş ve ebedî yaşama yolunu bulmuşlardır. Dünyanın maddî cazibesi ve güzelliği karşısında, ben dünyamı koruyacağım diye ona dört elle sarılıp, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkeri terk ve bu mevzûda misyonlar kurmayı ihmal edenlere gelince, böyleleri kendileriyle beraber bütün bir nesli de öldürmüş ve insanımızın başına ardı arkası gelmeyen gailelerin açılmasına sebebiyet vermişlerdir.
Bu gailelerin ortadan kalkması, Hakikat-ı Ahmediye ve Kur’ân hakikatlarının yaşanır hale gelmesi, mü’minin cihadına bağlıdır. Sokaklar, mü’minin cihadıyla saadete erecek, dünyayı kana boğan anarşi mü’minin cihadıyla yeryüzünü terkedecek, insanlık huzuru, mutluluğu mü’minin cihadıyla tadıp tanıyacak ve cennet, yine mü’minin cihadıyla yere inmiş olacaktır. Mü’min işte böyle ulvî bir gaye ve ideal uğruna yola çıkan insandır. Belki gayesine ulaşacak, belki de ulaşamayacaktır ama her iki halde de, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti onu kucaklayacak ve o, davaları uğruna ölmüş kutlularla, rahmetin eteklerinden tutunmuşlarla beraber haşrolacaktır.
Mühim olan neticeye varmak değil, hak yolda olmaktır. Zaten, herkesin aynı ölçüde hedefe ulaşması da, söz konusu değildir. Ne var ki herkes, hedefe varma duygu ve düşüncesiyle hareket etmeli ve ALLAH’ın rızasını tahsile bu yolla çalışmalıdır. Hedefe varma ve ulaşma ise, Cenab-ı Hak kime takdir etmişse ancak onun payına düşecektir.
Osman Gazi, Söğüt’de, dala tutunup, kelebek olma devresini bekleyen bir kurtcuk heyecanıyla, içinde yaşattığı ümniye ve idealleriyle çırpındı durdu. Ancak, onun senelerce sancısını çektiği ideal, Yavuz’la, Kanunîyle tahakkuk etti. Fakat her iki devre arasında atılan adımlar, esasen elde edilen netice kadar mühimdi ve ALLAH katında aynı değer ve kıymete sahipti. Hepsinin yaptığı da, mukaddes cihaddı ve bu cihada katılanların her biri, mücahid defterine yazıldı.
Ata binen, atını tımar eden, sadağını bağlayıp, yayını, okunu sırtlayan, diyar-ı küfre müslümanlığı duyurmak gayesiyle şedd-i rihal yapan herkes, mücahidler listesine kaydoldu. Onlarla Mercidabık ve Ridaniye ovasında savaşlar veren hükümdar arasında ve yine onlarla, bütün Afrika’yı sıcak denizi, soğuk denizi hakimiyeti altına alıp, yeryüzünde muvazene unsuru olan ve turra basıp, hüküm esen cihan hükümdarı arasında fark yoktur. Çünkü hepsi aynı hakikat istikametinde adım atmışlardır.
İnsanlığın gayyanın dibine düştüğü, ahlâken sükut ettiği, anarşinin dört bir yanda kol gezdiği ve milletin kendi neslinden tedirgin ve rahatsız olduğu şu günlerde, yeni bir dünyanın kurulması gerektiğine inanıyoruz. Muhabbet fedailerinin kuracağı bu dünya, bütün insanlığa huzur ve sulh getirecek, onların ebedî teminatının kaynağı, esası ve mesnedi olacaktır. Bunu kurma yolunda atılan her adım mukaddes ve gösterilen en küçük gayret dahi Hakk katında mübecceldir. Eğer atacak bir adımınız varsa, bunu, tek soluğunuzu dahi heba etmeden, ALLAH’ın yüce adını yüceltmek için bu mevzuda size düşen vazifeyi yapma istikametinde atın. ALLAH’a giden yolda meleklerle yarışın ki, ALLAH da sizi aziz etsin ve Kendi katına yükseltsin. Bu yarışı tamamlayamadan ölseniz dahi, ipi göğüslemiş muamelesi görecek ve gayretinizin en küçüğü dahi heba olmayacaktır.
Bu hakikatı Kur’ân bize şöyle anlatır: “Evinden, ALLAH’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek ALLAH’a düşer. ALLAH, Ğafûr ve Rahimdir.” (Nisa, 4/100)
Bir kimse muhacir olarak evinden ayrılır da, sonra eceli gelir yolda vefat ederse, ALLAH (Celle CelâluhCelle Celâluh
Kalplerin ALLAH’a ve ALLAH’a imana muhtaç olduğu o günlerde herkes, her taraftan bu âb-ı hayat ve bu şerbetin menbaı olan Medine’ye doğru akıp akıp geliyordu. Nice gedâ, Medine’ye, Hz. Muhammed (sav)’e doğru azm-i rah etmiş, buzdan dağlar çözülmeye yüz tutmuş ve bu istikamette çığlar meydana gelmişti. Kalpler bir bir erimiş ve düşmanlar, dost oluvermişti... Cündüp b. Damre de bunlardan bir tanesiydi. “Ben de artık Medine’ye gitmeliyim”, demiş ve bir kama gibi küfrü yararak dışarı çıkmıştı. Uzaktan uzağa Medine’den gelen esintiler yüzüne çarparken, bir hastalık kendisini kıskıvrak yakaladı. Daha ileriye gidemedi. Sonra vefat edeceğini anlayınca, ciddî bir teessür ve tahassür içinde iki elini birden kaldırdı: “Ey Rabbim! Bunlardan birini Kendi elin, diğerini de Peygamberin’in eli kabul eyle. Ben bu iki elimi yan yana getiriyor ve Hz. Muhammed (sav) Sana ne üzere biat etmişse, ben de Sana aynısıyla biat ediyorum.” dedi ve vefat etti. Durumu, gelip Efendimize naklettiler. Sahabî, “Cündüp muhacir olamadı, hicretin sevabını alamadı” diyordu. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu. Ayet, Cündüb’ün muhacirînden olduğu müjdesini veriyordu. Evinden ALLAH ve Rasûlullah aşkıyla çıkan, yol meşakkatine katlanan ve sonra hastalık tarafından kıskıvrak yakalanan, vefat ederken de vasıl olamamanın teessürünü vicdanında taşıyan Cündüp b. Damre, aynen diğer muhacirler gibi hicret sevabına nail olmuştu. Doğrunun yolunda olmak da doğruluktur. Doğruya götürücü yollar da mukaddestir. Herkes Ka’be’ye varamayacak, etrafında tavaf edemeyecek, Hacerü’l-esved’e yüz süremeyecek ve Arafat’ta günahlardan arınma imkânını bulamayacaktır. Ama bir insan, bu yola girme ve bu işleri yapma aşkını taşıyorsa ve bunun dertlisiyse, Rahmaniyet ve Rahimiyeti sonsuz olan ALLAH (Celle CelâluhCelle Celâluh
Şanlı Devlet-i Âliye döneminde her paşa ve padişah için, memleketinde bir sadaka-i câriye yapıp, ahirete öyle gitme, en büyük ideal ve ümniye idi. Bu sebeple, fethedilen yerlerde her biri bir cami, bir külliye veya bir şifâhane yapıp gitti. Ecdâdımız, kendi devirlerinin kültürünün gerektirdiği müesseseleri kurdular. İnsan nerde neyi tahsil ederse etsin, ama, Rabbiyle her zaman irtibatlı olsun diye camisiz yer bırakmadılar. Zira camisizlik, cemaatsizlik; cemaatsizlik de, ALLAH’tan uzaklaşma demektir. Bu sebeple ecdadımız, yapılan her müessesenin yanına bir de cami yapmıştır.
İşte bu düşünce Kanunî’ye de Süleymaniye Camiini yaptırdı. Ancak o, yaptıracağı eserin yalnız kendi defterine kaydolmasını arzu ediyor ve Rabbi’ne böyle bir armağan takdim etmek istiyordu. Onun için, ustalara sıkı sıkıya tenbihatta bulundu ve “Kimseden yardım kabul etmeyin” dedi. Cami duvarları her gün yükseledursun, karşıdan bu camii mahzun mahzun seyreden bir nine vardı. İnekleriyle başbaşa, onların sütüyle geçinen bu yaşlı kadın, inkisar içinde kendi kendine, “Ey ALLAHım, Kanunî’ye servet verdin, malk-mülk verdin, Senin uğrunda bir cami yaptırıyor. Bu fakir kuluna birşey vermedin; ne yapayım da, ben de Senin rızanı kazanayım. Benim elimden böyle işler gelmez. Elimden gelen, ustalara bir tas yoğurt ikram etmekdir.” der ve ustalara müracaat eder. Onlar, padişahın izni olmadığını söylerlerse de, kadının ısrarına dayanamayıp, yoğurdu alıp yerler. Büyük hükümdar, o gece rüyada, yaptığı işin mizanda tartıldığını görür. Terazinin bir kefesine Süleymaniye camii, diğerine ise bir tas yoğurt konulmuş ve yoğurt, camiden ağır basmıştır. Sabah olur; Kanunî, ayakları titreye titreye ustaların yanına gelir: “Ne yaptınız, kimden ne aldınız?” diye sorar. “Yaşlı bir nine geldi; çok ısrar etti; yalvarıp yakarmalarına dayanamadık ve bir tas yoğurt aldık.” derler. İşte, Süleymaniye’ye ağır basan yaşlı kadının o bir tas yoğurdudur. Kanunî, gördüğü rüyayı oradakilere nakleder.
Evet, Hakk’ın rızası istikametinde amelin küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Belki o istikamette zerre, batmanlara üstün gelir. Bazan o yolda atılan bir adım, insana öyle yümün ve bereket getirir ki, insan onunla ebedî hayatını ma’mur eder. Onun için, halis bir niyetle kendinizi ALLAH yoluna veriniz. Elinizden geleni kullanınız. Barutunuzu son atımına kadar atınız. ALLAH’ın inayeti mutlaka sizinle beraberdir; bunda şüpheniz olmasın.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
MÜ’MİN, HER SEVİYEDE CİHADLA BÜTÜNLEŞEN İNSANDIR




Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Mü’minlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner. Etraflarını çepeçevre fitne kıvılcımları, hattâ fitne alevleri sarar; fitneler de hep fitne doğurur ve neticede evleri, sokakları, çarşı ve pazarları hep birer mel’anet yuvası haline gelir de, artık onlar bu korkunç hadiseler karşısında bile en ufak bir reaksiyon gösterme gayreti taşımaz hale gelirler. Ayrıca, kalplerden cihad arzu ve iştiyakının silinmesi nisbetinde vahyin yümün bereketi, ilâhî maksadı anlama aşk ve şevki de kaybolur gider. Çünki, kalpler artık ilham-ı İlahî’nin indiği yerler olmakdan çıkmış, dolayısıyla kişiler de ilâhi esrardan nasipsiz duruma düşmüşlerdir. Böylelerinin geceleri de karanlıktır, gündüzleri de. Zira ALLAH, sadece cihad vazifesini omuzlayıp, yüce adını azametine uygun olarak yükseltme işini deruhte edenlerin kalplerine tecellî buyurur ve onların içinde yaşadıkları cemiyeti harabezâra çevirmez. Evet, ferdin, ailenin ve topyekün bir cemaatin ma’mûre olması, ALLAH’ın yüce adının ufkumuzda şehbal açması istikametinde gösterilecek gayretlere bağlıdır. Mü’minler bu mevzûda bir gayret ortaya koyabiliyor ve köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Hakkı anlatıyorlarsa, işte bu takdirde ALLAH o topulumu her bakımdan ihyâ edecek demektir. Eğer bir cemaat de bu ruh ve bu aşkdan mahrum ise, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün cemiyetleri mutlaka başlarına yıkılacak ve kendileri de bu yıkıntının altında kalacaklardır. Tarih, nice aziz kerimlerin neticede zelil ve payidarken payimal oluşlarına şâhidlik etmektedir. Bir zaman krallara taç giydirenler, bir zaman sonra el ayak öpecek duruma düşmüşlerdir. Biz bugün onların arkalarından âyetini okuyor, “Arkada nice cennetler, bağ ve bahçeler bırakıp gittiler.” diyoruz. Bir gün gelir, bizim için de (ALLAH korusun) aynı şeyi söylerler. Emevînin, Abbasinin, Selçuklunun ve Osmanlının ruhlarına fatiha çekildi. İslâm Aleminin Anadolu sinesindeki son karakolu olan Türk’ün de “ruhuna fatiha” dedirtmek ve bir mezar haline gelmek istemiyorsak, mezarlara has keyfiyetten uzaklaşarak insana yakışır bir canlılık içinde olmak mecbûriyetindeyiz. ALLAH’ın dinini büyük gördüğümüz ölçüde büyüyecek ALLAH’ın yüce adının kalplerimizdeki büyüklüğü nisbetinde ALLAH nazarında kıymetleneceğiz. Aksi durumda, onu hafife aldığımız, anlatma vazifesini ihmal ettiğimiz ve bu mevzûda misyonumuzu tükettiğimiz nisbette de nazar-ı İlâhî’de küçülecek ve yıkılıp gideceğiz.
Aziz olmayı arzu ediyorsanız, Hz. ALLAH’a kalplerinizde büyük yer verin, O’nu hayatınıza gaye yapın, O’nsuz bir hayata lânet çekin. “Rabbimi sevemeyeceğim, O’nu anlatamayacağım, O’nun emirlerini hayatıma hayat yapamayacağım bir hayat, benim için kabirden daha beterdir; öyle bir hayatı yaşamaktansa, ahiretin koridoru olan kabre girmeyi tercih ederim. Rabbimin kalbimi yıkayan tecellilerinden mahrum bir gönlü sırtımda taşımaktansa, ölmek benim için yeğdir.” deyin ve bu duyguyu, bu anlayışı milletimizin gönlünde ihya edebilmek için, herşeyi ile yıkılmış içtimaî bünyeyi yepyeni bir nesille onarmaya çalışın. İşte o zamandır ki, ALLAH da sizi yerde süründürmeyecek ve aziz kılacaktır.
Mü’min, dünya-ahiret muvazenesi karşısında neyi nasıl tercih etmesi gerektiğini bilen ve dünyanın fanî, zâil umûru karşısında ahiretin ağırlığını vicdanında hisseden insandır. O, batıp giden şeylerle batıp gitmeyen, ufûl edenlerle beraber ufûl etmeyen Hz. ALLAH (Celle CelâluhCelle Celâluh
Mü’min için, dünya işleri karşısında zillet göstermek, zillete maruz kalmanın ilk basamağıdır. Dünyayı dünya olma husûsiyetiyle gaye edinenler, neticede, ahireti kaybettikten sonra dünyayı da kaybetmişlerdir. Ölümden korkan, yaşamak zevki nedir bilmez. Cephede, düşman karşısında paniğe kapılıp, hayat endişesi ve yaşama sevgisiyle çareyi kaçmakta bulan kimseler, hayatı da, yaşamayı da kaybetmeye mahkum kimselerdir. Irz ve namasumu korumak için yuvamın başında duracağım diye bir kulübecik içine sıkışarak mukaddes cihadı terkedenler, neticede ellerindeki o kulübeden de mahrum kalırlar. Dûn-himmet olanlar, himmetlerinin düşüp gitmesine taban bulamaz ve baş aşağı yuvarlanıp giderler. Himmetini âlî tutarak, yıldızlarda umranlar kurmayı düşleyenler ise dünyayı iki hükümdara az görürler ve son vasiyetleri de “Attan inmeyesüz” emri olur. Cihanın fethi de, zaten hep onlara müyesser değil midir?
Ölümü hayata tercih edenler ölümsüzlüğün sırrını keşfetmiş ve ebedî yaşama yolunu bulmuşlardır. Dünyanın maddî cazibesi ve güzelliği karşısında, ben dünyamı koruyacağım diye ona dört elle sarılıp, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkeri terk ve bu mevzûda misyonlar kurmayı ihmal edenlere gelince, böyleleri kendileriyle beraber bütün bir nesli de öldürmüş ve insanımızın başına ardı arkası gelmeyen gailelerin açılmasına sebebiyet vermişlerdir.
Bu gailelerin ortadan kalkması, Hakikat-ı Ahmediye ve Kur’ân hakikatlarının yaşanır hale gelmesi, mü’minin cihadına bağlıdır. Sokaklar, mü’minin cihadıyla saadete erecek, dünyayı kana boğan anarşi mü’minin cihadıyla yeryüzünü terkedecek, insanlık huzuru, mutluluğu mü’minin cihadıyla tadıp tanıyacak ve cennet, yine mü’minin cihadıyla yere inmiş olacaktır. Mü’min işte böyle ulvî bir gaye ve ideal uğruna yola çıkan insandır. Belki gayesine ulaşacak, belki de ulaşamayacaktır ama her iki halde de, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti onu kucaklayacak ve o, davaları uğruna ölmüş kutlularla, rahmetin eteklerinden tutunmuşlarla beraber haşrolacaktır.
Mühim olan neticeye varmak değil, hak yolda olmaktır. Zaten, herkesin aynı ölçüde hedefe ulaşması da, söz konusu değildir. Ne var ki herkes, hedefe varma duygu ve düşüncesiyle hareket etmeli ve ALLAH’ın rızasını tahsile bu yolla çalışmalıdır. Hedefe varma ve ulaşma ise, Cenab-ı Hak kime takdir etmişse ancak onun payına düşecektir.
Osman Gazi, Söğüt’de, dala tutunup, kelebek olma devresini bekleyen bir kurtcuk heyecanıyla, içinde yaşattığı ümniye ve idealleriyle çırpındı durdu. Ancak, onun senelerce sancısını çektiği ideal, Yavuz’la, Kanunîyle tahakkuk etti. Fakat her iki devre arasında atılan adımlar, esasen elde edilen netice kadar mühimdi ve ALLAH katında aynı değer ve kıymete sahipti. Hepsinin yaptığı da, mukaddes cihaddı ve bu cihada katılanların her biri, mücahid defterine yazıldı.
Ata binen, atını tımar eden, sadağını bağlayıp, yayını, okunu sırtlayan, diyar-ı küfre müslümanlığı duyurmak gayesiyle şedd-i rihal yapan herkes, mücahidler listesine kaydoldu. Onlarla Mercidabık ve Ridaniye ovasında savaşlar veren hükümdar arasında ve yine onlarla, bütün Afrika’yı sıcak denizi, soğuk denizi hakimiyeti altına alıp, yeryüzünde muvazene unsuru olan ve turra basıp, hüküm esen cihan hükümdarı arasında fark yoktur. Çünkü hepsi aynı hakikat istikametinde adım atmışlardır.
İnsanlığın gayyanın dibine düştüğü, ahlâken sükut ettiği, anarşinin dört bir yanda kol gezdiği ve milletin kendi neslinden tedirgin ve rahatsız olduğu şu günlerde, yeni bir dünyanın kurulması gerektiğine inanıyoruz. Muhabbet fedailerinin kuracağı bu dünya, bütün insanlığa huzur ve sulh getirecek, onların ebedî teminatının kaynağı, esası ve mesnedi olacaktır. Bunu kurma yolunda atılan her adım mukaddes ve gösterilen en küçük gayret dahi Hakk katında mübecceldir. Eğer atacak bir adımınız varsa, bunu, tek soluğunuzu dahi heba etmeden, ALLAH’ın yüce adını yüceltmek için bu mevzuda size düşen vazifeyi yapma istikametinde atın. ALLAH’a giden yolda meleklerle yarışın ki, ALLAH da sizi aziz etsin ve Kendi katına yükseltsin. Bu yarışı tamamlayamadan ölseniz dahi, ipi göğüslemiş muamelesi görecek ve gayretinizin en küçüğü dahi heba olmayacaktır.
Bu hakikatı Kur’ân bize şöyle anlatır: “Evinden, ALLAH’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek ALLAH’a düşer. ALLAH, Ğafûr ve Rahimdir.” (Nisa, 4/100)
Bir kimse muhacir olarak evinden ayrılır da, sonra eceli gelir yolda vefat ederse, ALLAH (Celle CelâluhCelle Celâluh
Kalplerin ALLAH’a ve ALLAH’a imana muhtaç olduğu o günlerde herkes, her taraftan bu âb-ı hayat ve bu şerbetin menbaı olan Medine’ye doğru akıp akıp geliyordu. Nice gedâ, Medine’ye, Hz. Muhammed (sav)’e doğru azm-i rah etmiş, buzdan dağlar çözülmeye yüz tutmuş ve bu istikamette çığlar meydana gelmişti. Kalpler bir bir erimiş ve düşmanlar, dost oluvermişti... Cündüp b. Damre de bunlardan bir tanesiydi. “Ben de artık Medine’ye gitmeliyim”, demiş ve bir kama gibi küfrü yararak dışarı çıkmıştı. Uzaktan uzağa Medine’den gelen esintiler yüzüne çarparken, bir hastalık kendisini kıskıvrak yakaladı. Daha ileriye gidemedi. Sonra vefat edeceğini anlayınca, ciddî bir teessür ve tahassür içinde iki elini birden kaldırdı: “Ey Rabbim! Bunlardan birini Kendi elin, diğerini de Peygamberin’in eli kabul eyle. Ben bu iki elimi yan yana getiriyor ve Hz. Muhammed (sav) Sana ne üzere biat etmişse, ben de Sana aynısıyla biat ediyorum.” dedi ve vefat etti. Durumu, gelip Efendimize naklettiler. Sahabî, “Cündüp muhacir olamadı, hicretin sevabını alamadı” diyordu. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu. Ayet, Cündüb’ün muhacirînden olduğu müjdesini veriyordu. Evinden ALLAH ve Rasûlullah aşkıyla çıkan, yol meşakkatine katlanan ve sonra hastalık tarafından kıskıvrak yakalanan, vefat ederken de vasıl olamamanın teessürünü vicdanında taşıyan Cündüp b. Damre, aynen diğer muhacirler gibi hicret sevabına nail olmuştu. Doğrunun yolunda olmak da doğruluktur. Doğruya götürücü yollar da mukaddestir. Herkes Ka’be’ye varamayacak, etrafında tavaf edemeyecek, Hacerü’l-esved’e yüz süremeyecek ve Arafat’ta günahlardan arınma imkânını bulamayacaktır. Ama bir insan, bu yola girme ve bu işleri yapma aşkını taşıyorsa ve bunun dertlisiyse, Rahmaniyet ve Rahimiyeti sonsuz olan ALLAH (Celle CelâluhCelle Celâluh
Şanlı Devlet-i Âliye döneminde her paşa ve padişah için, memleketinde bir sadaka-i câriye yapıp, ahirete öyle gitme, en büyük ideal ve ümniye idi. Bu sebeple, fethedilen yerlerde her biri bir cami, bir külliye veya bir şifâhane yapıp gitti. Ecdâdımız, kendi devirlerinin kültürünün gerektirdiği müesseseleri kurdular. İnsan nerde neyi tahsil ederse etsin, ama, Rabbiyle her zaman irtibatlı olsun diye camisiz yer bırakmadılar. Zira camisizlik, cemaatsizlik; cemaatsizlik de, ALLAH’tan uzaklaşma demektir. Bu sebeple ecdadımız, yapılan her müessesenin yanına bir de cami yapmıştır.
İşte bu düşünce Kanunî’ye de Süleymaniye Camiini yaptırdı. Ancak o, yaptıracağı eserin yalnız kendi defterine kaydolmasını arzu ediyor ve Rabbi’ne böyle bir armağan takdim etmek istiyordu. Onun için, ustalara sıkı sıkıya tenbihatta bulundu ve “Kimseden yardım kabul etmeyin” dedi. Cami duvarları her gün yükseledursun, karşıdan bu camii mahzun mahzun seyreden bir nine vardı. İnekleriyle başbaşa, onların sütüyle geçinen bu yaşlı kadın, inkisar içinde kendi kendine, “Ey ALLAHım, Kanunî’ye servet verdin, malk-mülk verdin, Senin uğrunda bir cami yaptırıyor. Bu fakir kuluna birşey vermedin; ne yapayım da, ben de Senin rızanı kazanayım. Benim elimden böyle işler gelmez. Elimden gelen, ustalara bir tas yoğurt ikram etmekdir.” der ve ustalara müracaat eder. Onlar, padişahın izni olmadığını söylerlerse de, kadının ısrarına dayanamayıp, yoğurdu alıp yerler. Büyük hükümdar, o gece rüyada, yaptığı işin mizanda tartıldığını görür. Terazinin bir kefesine Süleymaniye camii, diğerine ise bir tas yoğurt konulmuş ve yoğurt, camiden ağır basmıştır. Sabah olur; Kanunî, ayakları titreye titreye ustaların yanına gelir: “Ne yaptınız, kimden ne aldınız?” diye sorar. “Yaşlı bir nine geldi; çok ısrar etti; yalvarıp yakarmalarına dayanamadık ve bir tas yoğurt aldık.” derler. İşte, Süleymaniye’ye ağır basan yaşlı kadının o bir tas yoğurdudur. Kanunî, gördüğü rüyayı oradakilere nakleder.

Evet, Hakk’ın rızası istikametinde amelin küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Belki o istikamette zerre, batmanlara üstün gelir. Bazan o yolda atılan bir adım, insana öyle yümün ve bereket getirir ki, insan onunla ebedî hayatını ma’mur eder. Onun için, halis bir niyetle kendinizi ALLAH yoluna veriniz. Elinizden geleni kullanınız. Barutunuzu son atımına kadar atınız. ALLAH’ın inayeti mutlaka sizinle beraberdir; bunda şüpheniz olmasın.
ALTIN LEVHALARA YAZILACAK YAZI BUDUR....Allahcc bir tas yoğurduyla Allahcc yolunda amel edenlerden eylesin...GÖNÜLDAŞ YÜREĞİMİZİN PASINI SİLEN BU YAZIYI KİM YAZMIŞ MERAK ETTİM...ALLAHCC YAR VE YARDIMCIN OLSUN...Allahcce emanet ol...BESMELE...SELAM...DUA..
 

Delete

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2008
Mesajlar
6,076
Tepki puanı
15
Puanları
38

Esselamun aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh kıymetli Damla kardeşim.
Allah razı olsun, değerli katkılarınız için Rabbimiz ecrinizi ziyadesi ile versin İnşaAllah,
Allah’a emanet olun,
Selam ve baki dua ile kalın.

 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
TER KOKUSUMU yoksa KAN KOKUSUMU...
Mesele, Zerkavi'nin öldürülmesi değil. Mesele, ABD/İngiliz/İsrail'in ''terörle
mücadele palavrası''nda bir adım öne geçmesi değil. Mesele, birilerine göre azılı terörist,
birilerine göre direniş öncüsü bir kişinin oyun dışı kalması değil. Mesele, pis bir propagandanın
malzemesi haline getirilişimiz.
Düşüncelerimizle, kanaatlerimizle, algılarımızla, yargılarımızla alay ediliyor oluşu.
Bazılarımızın gönüllü bazılarımızın farkında olmadan bu kirli propagandanın harcı
haline gelişimiz.
Zerkavi mi yargılanıyor, ABD'nin sevmediği herkes mi? İslam dünyası mı?
Yeryüzünde kendilerinden olmayanlar mı? Türkiye'de konuyla ilgili haberlerin hemen
tamamı Pentagon'un psikolojik operasyonunun uzantısıydı. Tonlarca bombayla yerle bir
edilen, tanklarla etrafı kuşatılan, Apache helikopterleriyle asker indirilen evden canlı
çıkan, ABD askerleri tarafından dövülerek öldürülen Zerkavi değildi tartışılan. Bu
coğrafyaydı, insanlarıydı, tarihiydi, değerleriydi, her şeyiydi.
Operasyondan geriye iki şey kaldı; ter kokusu ve leopar desenli iç çamaşırı!..
ABD/İngiliz birliklerinin en büyük düşmanından geriye sadece ter kokusu ve leopar
desenli iç çamaşırı kaldı! Irak'ın içinde bulunduğu durum, iç savaş, işgal, katliamlar,
Bağdat morguna taşınan binlerce ceset, öldürülen yüzlerce akademisyen, kaçırılan
kadınlar ve kızlar, esir kamplarında tutulan çocuklar kimin umurunda!.
ABD ve İngiliz askerleriyle Mossad ajanları, eski elbiseler giyip üzerlerine ter
kokusu veren losyonlar sıkmış! Böylece tanınmaktan kurtulmuşlar. Arap gibi olmuşlar,
Doğulular gibi olmuşlar. Çünkü onların ortak özelliği ter kokmaları, pis olmaları,
pejmürde olmaları. ABD askeri, İngiliz askeri, Mossad ajanları elli derece çöl sıcağında
bile terlemez.
Camilere saldırıp içindekileri katleden Mossad ajanları da ayak kokuları mı sürüyorlardı?
Camilere sığınan yaralıları kameraların önünde kurşunlayan ABD askerleri nasıl
kokuyordu? Basra'da Iraklı çocukları döverken hayvanlar gibi zevk çığlıkları atan İngiliz
askerleri nasıl kokuyordu? Tabi ki ter kokusu değil. Ter kokanlar dayak yiyen çocuklardı,
tecavüz edilen kadınlardı, camide kurşunlara hedef olan yaralılardı, esir kamplarındaki
binlerce insandı, evlerine baskın yapılıp kurşuna dizilen aile üyeleriydi. Onlar pisti,
Arap'tı, Müslüman'dı, doğuluydu, ter kokuyorlardı ve düşmanlardı.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Psikolojik operasyon. Nefret propagandası. Zihinsel ırkçılık. Batı'nın öteki olana
bakışındaki aşağılama. Yüzyıllardır aynısını yapmıyorlar mı? Afganistan'da Sovyetler'e
direnen mücahitler semboldü, Batı'nın kahramanıydı. Sovyetler çöktü, hepsi çapulcu
olmadı mı? Dünyanın en aşağılık mahluklarına dönüşmediler mi? En azılı teröristler
olmadılar mı? ABD'ye karşı olan herkes böyle, İngiltere'ye karşı olan herkes böyle değil
mi? Kötülüğün bütün sıfatlarını hak etmiyorlar mı? Sadece Arapları mı öyle görüyorlar,
bize bakışları fraklı mı sanıyorsunuz?
Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul'a yerleşen İngiltere'ye göre Anadolu'da direnenler
neydi? Ayakları nasırlı, pejmürde, kir pas içinde mücadele eden Anadolu insanı
neydi? Çanakkale'de savaşan Anadolu çocukları neydi? Terörist değil miydi? Ter kokmuyor
muydu? İngilizlerin kullandığı kimyasal silahlarla kör edilen Osmanlı esirleri ter
kokmuyor muydu?
Batı'nın bütün dünyaya bakışındaki aşağılama her olayda karşımıza çıkmıyor mu?
Batı-İslam ilişkilerinde, Batı-Doğu ilişkilerinde hep bu aşağılamanın, hep bu sömürgeci
mirasın, hep bu ırkçılığın tezahürlerini görmüyor muyuz? Direnişçiler ter kokarken,
işbirlikçiler nasıl bu kadar sevilebiliyor? Onlar aynı milletten değil mi?
İngilizlere göre Hintliler ter kokardı, Çinliler ter kokardı, Malaylar ter kokardı,
Araplar ter kokardı, Türkler ter kokardı. Ne çabuk unuttuk bunları! Açgözlülüğü, yağmacılığı,
talanı, kıyımları ne çabuk unuttuk! Bencilliği, kültürel soykırımı ne zaman
unuttuk? Onlar böyle düşünürken bize ne oluyor? Türkiye'nin elitleri ya da onlara
özenenler için de böyle değil mi? Ama aslında onlar da ter kokuyor! Şimdi bu zihinsel
ırkçılığın sözcüleri olsalar da sadece bu coğrafyanın insanı olmaları ter kokmaları için
yeterli.
Kavramlar, değerler, zihinler tersyüz edildi. Doğrularla yanlışlar birbirine karıştı.
Guantanamo'da intihar edenler için söylenen söze bakın: "Bu intihar değil. ABD'ye yönelik
bir eylem biçimi. Bunlar çok kurnaz. Hayata saygıları yok!" Ölenlerin hayata
saygıları yokmuş. İşte, insan aklının çaresiz kaldığı nokta birası. Hasta bir ruh hali budur.
Daha ötesi var mı?
Onlar ter kokmazlar! Ne kokarlar? Kan kokarlar, kan! Bugün dünyada kan akıp da
onların bulunmadığı tek bir yer var mı? Bilen varsa söylesin!!
Kan kokusunu mu tercih edersiniz, ter kokusunu mu?
İbrahim Karagül- Yeni Şafak
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt