VAHDET-İ ŞUHUD
"Vahdeti Vücud"a karşı İmamı Rabbani'nin getirdiği "Vahdeti Şühud" anlayışı İslam akaidine daha uygundur. Vahdeti vücud anlayışını tekfir edenlere karşı, İmamı Rabbani tevil etmiş ve nasıl anlaşılması gerektiğini izah etmiştir.
Vahdet-i Şuhud: Bir görme, salikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellileri olarak görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal sekr, galebe ve gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir. Bu halde iken sâlik, nefsinden fânî olması sebebiyle kendini de görmediğinden Hallac (Mansur) gibi: “Ene’l-Hak” der., Beyazidi Bestami gibi, “Sübhane mâ a’zame şâni”, “Cübbemin altındaki Allah’tan başka bir şey değildir.”der. Yunus gibi, “Ete kemiğe büründü, Yunus didiye göründü.” Der. Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı yaratılandan ayırır. O hâl içinde iken söylediklerine de tövbe eder.
Bende olan aşikâr sensin
Ben hod yokum ol ki var sensin (Fuzûlî)
(Tasavvufi Terimleri Sözlüğü, Prof. Süleyman Uludağ, 553)
İMAM RABBÂNÎ'DE ÎSBÂT-I VACİB (Vahdeti Şuhud):
İmam Rabbânî bir müceddid sıfatıyla Îslâmî ilimlerin hemen her konusunda görüşlerini ve bu hususla alâkalı müdafaalarını, kendisine tevcih edilen sorulara cevap niteliği taşıyan mektuplarında belirtmiştir.
Biz burada tasavvufun tefekkür kısmını içine alan vahdet-i şuhûd hakkındaki görüşlerini aksettirmeye çalışacağız.
İmam Rabbânî'nin “İsbât-ı Vacib” hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
“Allah Taâlâ hiçbir şeyle ittihad halinde değildir. Allah Allah'dır ve âlem âlemdir. Âlem Allah'ın gayrıdır. Vücûdu vâcib olan, vücûdu mümkün olanla birleşemez. Allah Teâlâ her şeyden münezzeh ve mutlak kudret sahibidir. Allah nasıl ve nicelikten münezzeh, âlem ise bu özelliklerle sınırlıdır. Münezzehe, mahdudun aynı demek ve Cenâb-ı Hakk'ı mümkünle bir kabul etmek doğru değildir. Kadîm asla hadisin aynı olamaz.
Mekândan münezzeh olan mekâna sığmaz. Münezzeh olanı, mukayyed olandan ayrı düşünmek gerekir. Afak ve enfüste gördüğümüz Allah Taâlâ'nın alâmet ve şahidleridir. Bahaeddin Nakşbend : “Her ki dîde Şud ve şönide şud ve dânişte şud an heme gayrı ost” —Her ne ki görülmüş, duyulmuş ve bilinmiştir, Allah bunların hepsinden başkadır— diyerek bunu belirtmiştir.
Rabbânî'ye göre eşyanın Allah'ın aynı olduğunu idrak makamı vahdet-i vücûd değildir. Zira bu makamda ittihad (birleşme) aynıyyet (tıpkısı olma) tenezzül (inme) ve teşbih (benzetilme) yoktur. Hak Taâlâ zâtıyla da, sıfatıyla da değişmez ve sonradan olanlara benzemez.
Îmam Rabbânî'ye göre “vahdet-i vücûd” görüşüne sahip olanların “heme ost — hepsi O'dur” sözünden muratları, eşya hakikatte ma'dum (yok) Allah ise mevcuttur demektir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî de Mesnevî'sinde: “Peygamberler halin Hakk'a ulaştırmak için gönderilmişlerdir. Halk ile Hakk tek vücut olsalardı neyi isal edeceklerdi?” diyerek aynı hususu belirtmiştir.
Îmam Rabbânî yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah ile mahlûkâtı arasındaki münasebeti izah ederken vahdet-i vücûd ehlinin görüşlerinden farklı bir ifâde kullanmamakla beraber, daha temkinli ve daha açık bir yol takip etmiştir.
O'na göre Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen «ihata ve kurbiyyet» ilmidir. Yani Cenâb-ı Hakk kâinatı ilmiyle ihata ettiği gibi, insanların şah damarından da ilmiyle daha yakındır. Bu izahı müfessirlerin görüşlerine uygun bir tarzdadır.
îmam Rabbânî esma ve sıfat için durumun başka olduğunu, Cenâb-ı Hakk ile âlem arasında esmâî münasebet bulunduğunu ileri sürer. O'na göre, Allah Taâlâ'nın ilmi olduğu gibi, mümkünde de o ilmin sureti mevcuttur. Kudretin v.s. nin de bu makamda sureti yardır.
Îmam Rabbânî'ye göre Allah Taâlâ'nın zâtı bunlardan ayrıdır. Mümkünün bu zâttan nasibi yoktur. Mümkünün zâtıyla kâim olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Zira mümkün Allah Taâlâ'nm isim ve sıfatlarının suretleri üzere mahlûktur.
Rabbânî'ye göre isim ve sıfatlar Allah Taâlâ'nın mahalli ve mezahiridir. Şayet mümkün olan varlıklarda hayat varsa, o hayat da Hakk'ın mir'atı (aynası) dır. îlim, kudret... v.s. de Allah'ın kudretinin mir'atıdır. Allah Taâlâ'nın zâtının âlemde bir mazhar ve mir'atı yoktur. Çünkü Allah Taâlâ'nm zâtının âlemle hiçbir münasebeti yoktur.
İmam Rabbânî, sûfiyye, alim ve filozofların bu husustaki görüşlerini de şöyle anlatıyor:
“... Sofiyye her ne kadar âlemi hâriçte ma'dum (yok) kabul ederse de, yine onun vehmî bir vücut olduğuna inanırlar. Haricî olan vehmi (gerçekte olmayan, fakat olduğu sanılan) kesreti inkâr etmezler. Bütün bunlara rağmen bu vehmî vücudun hariçte görüldüğünü, vehmin kalkmasıyla kalkıp, sebat ve istikrarı olmayan vehmî varlıklardan olmadığını, belki vehmî bir vücut ve hayâlı bir görüş olduğunu söylerler.
Zira bu vehmî vücut Allah Taâlâ’nın kudretiyle mevcuttur. Zevalden (yok olmak) ve bozulmaktan korunmuştur.”(1)
İmam Rabbânî'nin feylesofların “panteizm” hakkındaki görüşlerini de şu tarzda özetliyebiliriz :
“Panteist feylesoflar da âlemi vehim ve hayalden ibaret Kabul ederler. Eşyanın kalkmasını, vehim ve hayalin kalkmasıyla zannederler. Onlara göre eşyanın vücudu, insanların inançlarına bağlıdır. Onlar Allah Taâlâ'nın icadını inkâr eder ve eşyayı Allah'a delil kabul etmezler.
Âlimler ise eşyayı hariçte mevcut kabul edip, onun vücudunu Hakk'ın vücudu katında zayıf tasavvur ederler ve Allah'ın vücûduna nisbetle mümkün olan vücûdu yok bilirler. “ (2)
İmam Rabbânî sofiyyenin eşyayı, Hakk'ın zuhuratı bildiğini, isim ve sıfatların Allah Taâlâ'nm tenezzülü zannettiklerini söyledikten sonra bu fikirde olmadığını beyan edip, görüşünü şöyle açıklıyor:
“... Meselâ bir insanın gölgesine(bakarsanı), bu gölge insanla ittihad (birleşme) halindedir, onunla ayniyyet nisbetleri vardır, o insan tenezzül edip, gölge suretinde zahir olmuştur, demek doğru değildir. İnsan kendi asaleti üzeredir, ama gölge ondan vücûda gelmiştir, denebilir. îşte zaman zaman tasavvuf erbabı Allah Taâlâ'ya karşı duydukları aşırı sevgiden dolayı, Hakk'ın gölgesi mesabesinde olan mümkünatın varlığını, Allah Taâlâ'dan başka bir şey görmezler, (fena fi't - tevhîd) Bu hallerinde devam ettiği müddetçe “zilli Hakk'ın aynı” zannederler. Bu durum şöyle izah edilebilir. Gölge ma'dumdur, mevcut olan o gölgenin sahibidir.”
İmam Rabbânî bu misâli verdikten sonra, eşyanın da sofiyye katında Allah Taâlâ'nın isim ve sıfatlarının tecellî suretleri olduğunu, aynı olmadığını, “heme ost — herşey O'dur” cümlesinin “neme ez ost — her şey O'ndandır” olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürüyor.
Yine O'na göre şayet bir kimse eşyanın Hakk'ın aynı olduğunu kabul edip “heme ost” diye hükmederse ve eşyanın Allah Taâlâ ile müttehid olduğunu, tenzihi teşbih edip, vacibin mümkünde, sorumsuzun, sorumluda kaybolduğunu iddia ederse, hiç şüphe yok ki inkâr, ilhad, dalâlet ve zındıklığa düşer.
Îmam Rabbânî vahdet-i vücûd makamında ittihad, ayniyyet, tenezzül ve teşbihin olmadığını -ki yukarıda belirtmiştik- Hakk Teâlâ’nın zâtıyla ve sıfatlarıyla değişmediğini, sonradan olanlarla ilgisi bulunmadığını beyandan sonra; âlimlerin hulul ve ittihad endişesinden dolayı “eşya Hakk'ın zuhuratıdır” cümlesini kullanmaktan çekindiklerini hatırlatıyor.(3)
İmam Rabbânî keşfi hatanın da, ictihad hatası gibi mütalâa edildiğini, söyleyerek, keşfinde hatası olan bir velînin de bir sevap kazandığını belirtmiştir. O'na göre müctehidin mukallidleri, müctehid hükmünde olmasına rağmen, keşif sahibinin mukallidleri, yapılan keşfi hatayı taklitten sorumlu olurlar. Çünkü ilham ve keşif başkasına delil olamadığı halde, müctehidin sözleri başkaları için delil sayılmıştır.(4)
İmam Rabbânî şeriat ve tarikatı bir kabul eder. O'na göre aralarında kıl ucu kadar bir ayrılık yoktur. Aralarındaki farkın sadece: İcmal, tafsil, istidlal ve keşiften ibaret olduğunu, şeriata muhalif olan her şeyin merdud olduğunu söyler.
Vücud ve Şuhûdî Tevhîd :
İmam Rabbânî tevhidi; vücûdî ve şuhûdî olmak üzere iki kısma ayırır. O'na göre şuhûdî tevhîd bir görmek (salik'in şuhûdu anında birden başka görmemesi), vücûdî tevhid ise tek mevcut bilmek ve o vücûdun dışındakileri yok kabul etmektir.
Vücûdî tevhid sahibi, Hakk'ın zâtından başka mevcut bilmez, isim ve sıfatları ilmî bir itibar zanneder. Onlara göre mümkünün hakikatlarına vücut kokusu ulaşmamıştır, “ve'l - a'yânu mâ şemmet râyihate'l-vücûdi” derler.
Îmam Rabbâni’ye göre fena ancak şuhûdî tevhid ile gerçekleşir. Sâlik ayne'l-yakîn anında sadece biri görür-ki bu tarîkin zaruretindendir- Bu makamda, bir olanı müşahede, o anda mâsivânın görünmesine imkân vermez. Vücûdî tevhid ise böyle değildir. Diğer bir ifâde ile zarurî değildir. Zira ilme'l-yakîn, ma'rifetsiz meydana gelir ve mâsivânın yokluğunu ifâdeyi gerektirmez.
Rabbânî bu görüşünü müşahhas bir misâlle şöyle anlatıyor:
“... Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temaşa eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda onda güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Bütün buna rağmen bu insan mutlaka, bilir ki, yıldızlar ma'dum değildir. Güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. İşte bu sırada bir kimse yıldızların varlığını inkar ederse hata etmiş olur.
O halde, böyle bir makamda bulunan sâlik, Allah Teâlâ’nın zâtından başkasını nefyediyorsa, bu hal, akla ve şeriata aykırıdır; fakat şuhûd makamında bir görmekte böyle bir tehlike yoktur. Güneş doğduktan sonra, yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.”
Rabbânî'ye göre Hallâc'ın, “ene'l–Hakk”, Ebû Yezîd Bistâmî'nin “Subhânî mâ a'zama şanı” v.s. cümleleri, şuhûdî tevhidin bir sonucudur. Buna benzer sözler söyleyen kimselerin nazarında mâsivâ görünmez.
“Sen çıkınca aradan, kalır seni yaradan”
“Ene'l–Hakk”, “Hakk'dır, ben değilim” anlamına gelmektedir. Aksi takdirde küfür olurdu. “Sübhânî v.s.” dahi Hakk'ı tenzihtir.
**************************************************************************************************
1-Rabbânî, A.g.e. c II, s. 50.
2-a.g.e., s. 50-
3-a. g .e., s. 50.
4- a.g.e., 47.
(Tasavvuf ve Tarikatlar Dr. Selçuk Eraydın, s. 155-159)