Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Vehabbilik nedir (1 Kullanıcı)

Hakendiş

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Nis 2008
Mesajlar
112
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
hadislerin içerisinde uydurma olanlarıda vardır...
uydurma olduğunu rivayet eden ravileri ciddiye almamak doğru değildir...
ama konu bu değil...sizin açtığınız konulara bakıyorum hep birilerini tenkid eder haldesiniz...
vaktinizin büyük bir kısmını bu konularla zayi ediyorsunuz...
bence bu konularla vaktinizi zayi edeceğinize kendi ahiretinizi kurtaracak ilmi bilgilerle vaktinizi geçirseniz ve buradada bizimle bu konuları paylaşsanız sizinde bizimde faydamıza olur....
:a15::a15::a15::a15::
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
hadislerin içerisinde uydurma olanlarıda vardır...
uydurma olduğunu rivayet eden ravileri ciddiye almamak doğru değildir...
ama konu bu değil...sizin açtığınız konulara bakıyorum hep birilerini tenkid eder haldesiniz...
vaktinizin büyük bir kısmını bu konularla zayi ediyorsunuz...
bence bu konularla vaktinizi zayi edeceğinize kendi ahiretinizi kurtaracak ilmi bilgilerle vaktinizi geçirseniz ve buradada bizimle bu konuları paylaşsanız sizinde bizimde faydamıza olur....

delilin var mı uydurma dediğin ,tevatür dercesindeki sahih hadislere uydurma demek küfürdür, şeri unsuru olarak Sünneti inkar etmek küfürdür....

sağol inglitere sömürgecilik bakanlığından değil ,ben dinimi Sünnet, hadis , mezheb imamlarından öğrenirim..

ehil, tavsiyelerini kendine sakla istersen, kimseyi ilgilendirmez..

Allah Resulunun (sav ) Sünnetini yalanlayanları tabiki tenkid ederiz, elimezden geldiğince bunlarla mücadele ederiz hiç kuşkuları olmasın :)

el ile dil ile kalb ile bunun dışından kalanlar dışarıda kalır sonra
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
OSMANLI DEVLETİ’NİN HİCAZ BÖLGESİNDEKİ HİZMETLERİ

Hicaz demiryolu

Osmanlıların bu topraklarda yaptıkları en önemli hizmetlerden birisi, başkent İstanbul’u, Mekke, Medine, Şam ve Kızıldeniz’e ulaştıran Hicaz demiryolunun inşâsıdır. Demiryolu, 1908 yılında II. Abdülhamid devrinde inşâ edilmeye başlandı. Demiryolu inşâsı için bir yardım kampanyası açıldı. İlk yılda toplanan paranın miktarı 20 milyon altını buldu. Sultan Abdülhamid bu kampanya için para yardımında bulunanlara verilmek üzere altın, gümüş ve nikel madalyalar bastırdı.


Hicaz Demiryolu, tren istasyonu ve yakınında bulunan Hamidiye Camii aynı yıl yani 1908’de hizmete açılmıştır. 1916 yılında başlayan isyanlarda tren yolunun büyük kısmı tahrip edildi. Bugün ise demiryolu ve istasyon binası perişan bir vaziyette çürümeye terkedilmiştir.


Kubbetu-l hadra (yeşil kubbe)


Resulullah (sav)’in Hane-i Saadetlerinin üzerindeki kubbe Osmanlı padişahlarından II. Mahmud tarafından yaptırılmış ve 1837 yılında yeşile boyanarak Kubbetu-l Hadra diye isimlendirilmiştir. Kubbenin üstündeki 24 ayar som altından hilal II. Abdülhamid tarafından yaptırılmıştır.


Mescid-i kıbleteyn


Resulullah (sav) önceleri Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılarken, bu mescidde nazil olan Bakara Sûresi 144. ayet ile yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevirmiş ve bu sebeple bu mescid Mescid-i Kıbleteyn (iki kıbleli mescid) adını almıştır. Mescidin aslı Resulullah zamanında kerpiç ve hurma ağaçlarıyla yapılmıştı. Bugünkü mescid 1514 yılında Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim tarafından yapılmıştır.


Kuba mescidi


Resulullah (sav) Medine’ye hicret ettiğinde ilk olarak Kuba köyüne ulaştı. Ve burada Kuba Mescidi’ni kurdu. Bugün mevcut olan mescid Osmanlı padişahı II. Mahmud tarafından yaptırılmıştır.


Uhud şehitliği


Osmanlı döneminde Uhud mevkiinde ve Uhud şehitlerinin bulunduğu yerde cami, aşevi ve dinlenme yerleri ile Hz. Hamza ve diğer şehitlerin kabirlerinin üzerine kubbe inşâ edilmişti. Suud zamanında bunlar yıkılmış ve şehitliğin etrafı duvarlarla çevrilmiştir.
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Hadis ilminden başka ilmlerden de size aldanmayacak kadar aklım da yeteri kadar ilmim de var
 

Delete

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2008
Mesajlar
6,076
Tepki puanı
15
Puanları
38

Esselamun aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.
Allah razı olsun kardeşim sizden,
İstifadeli paylaşımlarınız için rabbimizde ecrinizi ziyadesiyle versin kardeşim,
Emeğinize sağlık,
Selam ve baki dua ile kalın.

93270140eb0.gif
97906724wb4.gif

 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41

Esselamun aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.
Allah razı olsun kardeşim sizden,
İstifadeli paylaşımlarınız için rabbimizde ecrinizi ziyadesiyle versin kardeşim,
Emeğinize sağlık,
Selam ve baki dua ile kalın.

93270140eb0.gif
97906724wb4.gif


ve aleykum selam ve rahmetullahi ve bereketuhu, teşekkür ederim, sizden de Allah razı olsun
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
yanlımıyorsam bizim sadece 4 tane mezhebimiz var : Hanefi , Meliki, Şafi, Hanbeli...

bunun dışındakiler batıldır, toprakları işgal için misyonerliğin önünü açan İslam düşmanlarının ortaya attıkları sapık fırkalardır..

( hepsi bu ) :)
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Ajan humpher ’in diğer faaliyetleri

Humpher, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da da iki yıl kalmış ve casusluk faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu dönemi şu şekilde anlatmaktadır: “Büyük Britanya Devleti bir süreden beri sömürgelerini muhafaza edip büyük imparatorluğu ayakta tutmanın yollarını araştırmaktadır. Şu anda bu imparatorluk o kadar genişlemiştir ki denizlerinde, güneşin doğuşunu ve batışını seyretmek mümkündür. Bununla birlikte Britanya adası Hindistan, Çin, Ortadoğu ülkeleri ve diğer bölgelerdeki sayısız sömürgelerine kıyasla çok küçüktür. Diğer tarafta İngiliz egemenliği bütün bu topraklarda eşit değildir. Bazı ülkelerde yönetim dış görünüşü itibariyle yerel halkın elindedir. Ancak sömürgecilik politikası o bölgelerde de tam olarak uygulanmaktadır. Yine de bu ülkelerdeki sözde bağımsızlığın da tamamen ortadan kaldırılarak her bakımdan Britanya’ya bağımlı kılınmasına pek bir şey kalmamıştır. Binaenaleyh sömürgelerimizin idare şeklini yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Özellikle şu iki noktaya gereken önemi vermeliyiz:

1. Bugün tam anlamıyla İngiliz İmparatorluğunun sömürgesi durumunda bulunan bölgelerde imparatorluğun nüfuzunu sağlamlaştıracak önlemler alınmalıdır.


2. Henüz tam anlamıyla Britanya egemenliğine girmemiş olan bölgelerin ele geçirilmesi için planlar yapılmalıdır. İngiliz Sömürgeler Bakanlığı, mezkur planların uygulanabilmesi için bu bölgelerden her birine ister tam sömürge olsun, ister yarı sömürge, casusluk yapmak ve gerekli bilgileri toplamak için heyetler göndermesi zaruretine işaret etmektedir.


Ben, Sömürgeler Bakanlığı’nda işe başladığım günden beri görevimi iyi bir şekilde îfâ etmiş olmam ve özellikle dış görünüş itibariyle bir ticaret şirketi olan ancak asıl görevi Hindistan topraklarını ele geçirmek için çeşitli yollar aramak ve casusluk olan ‘Doğu Hint Şirketi’ndeki inceleme görevini başarıyla sürdürmem ve iyi hizmetler dolayısıyla bu bakanlıkta önemli bir mevkii elde etmiştim.


O dönemde İngiliz Hükümeti, Hindistan hakkında hiçbir endişe duymamakta idi. Çünkü bu yarımadada mevcut olan kültür, din ve ırk ayrılıkları yörede İngiliz sömürgesine karşı ayaklanma fırsatı tanımıyordu. Çin toprakları da bunun gibiydi. Birer ölü dinler olan Buda ve Konfüçyüs dinlerinin takipçileri tarafından İngiltere’yi hiçbir tehlike tehdit etmiyordu. Hindistan ve Çin halkının aralarındaki köklü anlaşmazlıklar nedeniyle özgürlük ve istiklal düşüncelerini taşımaları uzak bir ihtimaldi. Çünkü buralarda söz konusu olmayan tek şey özgürce yaşamayı düşünmekti. Britanya Devleti’nin bu iki bölge hakkında endişe duymaması gelecekteki endişeleri dikkate almasını engellememeliydi. O halde bu milletlerin isyanları hususunda meydana gelebilecek gelişmeleri engellemek için önlemler düşünülmüştü. Bu önlemler, uzun süreli planlar olarak bu topraklarda ayrılıkçılık, cehalet, fakirlik ve hastalığı yayma programları şeklinde düzenlenmişti. Bu bela ve bedbahtlıkları, bölge halklarına yüklerken Budizmin şu ünlü deyişini çalışmalarımıza örnek almıştık: ‘Hastayı kendi haline bırak ve sabırlı ol, sonunda ilacı onca acılığına rağmen kabul edecektir’.


Biz diğer bir hastayla yani Osmanlı İmparatorluğu ile çıkarlarımızı garantiye alan birkaç anlaşma imzalamış olmamıza rağmen, Sömürgeler Bakanlığı uzmanları bu imparatorluğun bir asırdan önce dağılarak tamamen ortadan kalkacağını ileri sürüyorlardı. Aynı şekilde İran ile de bir dizi anlaşma imzalamıştık. Casuslarımız, memurlarımız, İran’da ve İslam ülkelerinde Osmanlıların nüfuzu altında görevlerini îfâ ediyorlardı. İngiliz Devleti’nin amaçları uğruna büyük başarılar elde etmelerine ve bu ülkelerde idarî fesadı, rüşvetçiliği yaymaları ve padişahlara zevkli bir yaşam temin etmek gibi çalışmalar yapmaları sonucunda bölge hükümetlerinin temellerini daha fazla sarsabilmelerine rağmen, ileride değineceğim nedenlerden dolayı Osmanlı ve İran Hükümetlerinin yıkılışının yararımıza olacağından pek emin değildik.


Bunun nedenlerini şöylece sıralayabiliriz:


1. İslam maneviyatının bu bölge halkı üzerinde oldukça etkili olması ve güç kazanmasıdır. Diyebiliriz ki inanç bakımından bir Müslüman bir Hıristiyan papazı ile rekabet edebilir. Bunlar hiçbir nedenle dinlerinden vazgeçmezler.


2. İslam dini tarihî geçmişine göre özgürce ve saygıdeğer bir yaşam dinidir. İslam’ın gerçek takipçileri hiçbir zaman esareti kabul etmez. Geçmişin gururu vücutlarını öyle bir kaplamış ki, bu güçsüz dönemlerinde bile ondan vazgeçmiyorlar. Biz İslam tarihini yorumlayarak Müslümanları uyaracak durumda değiliz. Eskiden var olan büyüklük ve övünmeler o zamanın şartları ve ihtiyaçlarının ürünü idi. Bugün artık şartlar değişmiştir. Eskiye dönmek artık mümkün değildir.


3. Biz her zaman Osmanlı ve İran Devletlerinin uyanıklığı, ileri görüşlülüğü ve tahriklerinden dolayı korku duyuyorduk. Her an bizim sömürgeci planlarımızı anlayabilirlerdi. O zaman da bütün planlar suya düşerdi. Bu iki hükümet son derece zayıflamış ve sadece hükümet merkezine hükmedebiliyorlardı. Oradan da ancak para ve silah temin edebilirlerdi. Her halükarda bu bile gelecekteki başarımızı tehlikeye düşürebilirdi.


4. İslam âlimleri de bizi endişelendiriyordu. El-Ezher müftüleri, İran’da ve Irak’ta Şii mercileri, sömürgeci hedeflerimiz önünde birer büyük engel teşkil ediyorlardı. Bu âlimlerin yeni medeniyet, ilim ve bugünkü durumlar hakkında en küçük bilgileri yoktu. Önem verdikleri tek konu Kur’an’ın vaad ettiği cennete hazırlanmaktı. O kadar mutaassıb idiler ki mevzilerinden bir adım bile gerilemek istemiyorlardı. Halkın büyük bir çoğunluğu padişah ve hükümdarlar bu âlimlerden korkuyorlardı. Sünniler, Şiiler kadar âlimlerinden korkmuyorlardı. İşte bu nedenledir ki Osmanlı İmparatorluğu’nda daima şeyhülislam ile padişah arasında dostâne ilişkiler olduğunu görüyoruz. Âlimlerin manevî gücü hükümdarların siyasî gücüne dayanmaktadır. Ama Şii memleketlerinde halk padişahlardan çok âlimlere ilgi gösteriyordu, âlimlerine görülmemiş bir sevgi besliyorlardı. Padişah ve hükümdarlara pek fazla ilgi ve itibar gösterilmiyordu. Her hâlükârda Şii ve Sünniler arasında âlimler ve padişahlara verilen bu değer farklılığı Sömürgeler Bakanlığı’nın ve İngiliz yöneticilerinin endişelerini azaltmıyordu.


Biz bu ülkeler ile aramızdaki anlaşmazlığı gidermek için defalarca müzakere masasına oturmuş her defasında da hiçbir sonuca varamamıştık. Casuslarımız ve siyasî danışmanlarımızın raporları ve mektupları da müzakerelerimiz gibi ümit verici olmuyordu. Bütün bunlara rağmen ümitsizliğe kapılmıyoruz. Zira sabırlıydık ve güçlü bir ruhi yapıya sahiptik”.


Humpher sözlerine şöyle devam ediyor: “Hatırladığım kadarıyla bir gün Sömürgeler Bakanı Londra’nın en ileri gelen rahibi ve bazı din uzmanları ile -ki 20 kişiydiler- üç saat süren bir toplantı yapmış ve konuyu görüşmüştü. Sonuçta bir neticeye varılamadı. Londra’nın meşhur rahibi toplantıya katılanlara hitaben “yerinizde sağlam oturun ve sabırlı olun. Hıristiyanlık üç yüz yıllık eziyet ve zahmet ve İsa ile arkadaşlarının ölümünden sonra yayılabilmişti. İnşallah İsa gelecekte bize inayet buyurur ve bir üç yüz yıl sonra kafirleri dışarı atarız. İman silahına sarılmalı ve sabırlı olmalıyız. Hıristiyanlığı Müslümanlar arasında yayabileceğimiz her türlü araç ve gereçten yararlanmalıyız. Belki de sonuca asırlar sonra varırız, bir sakıncası var mı? Babalar oğulları için ekmiyorlar mı?”


Bir keresinde de Sömürgeler Bakanlığı’nda Britanya, Fransa ve Rusya temsilcileri ile bir konferans düzenlendi. Konferans üyeleri siyasi heyetler, din adamları ve ünlü şahsiyetlerden oluşmakta idi. Bakana yakınlığım dolayısıyla ben de bu konferansa katılmıştım. Konferansın konusu İslam ülkelerinin ne şekilde sömürülebileceği ve bu yolda karşılaşılan engellerdi.


Konferansa katılanlar Müslümanları birbirine düşürmenin, aralarında nifak ve tefrika icat etmenin yollarını araştırıyorlardı. Müslümanlar arasındaki sarsıntı söz konusu olunca üyelerden bazıları, İspanya’nın (Endülüs’ün) yüzyıllar sonra Hıristiyanlığın kucağına döndüğü gibi bazı İslam ülkelerinin de doğru yola erişeceklerine inanıyorlardı. Bu konferansta konuşulanları ‘Mesih Âlemine Doğru’ isimli kitabımda kaydetmiş bulunuyorum.


Doğudan batıya kadar, bütün yönlere kök salmış bir ağacı kurutmak tabiatıyla kolay değildir. Ama ne olursa olsun bütün bu zorluklara katlanmalıyız. Zira Hıristiyanlık ancak bütün dünyaya yayıldığı zaman muzaffer olacaktır. İsa, sâdık takipçilerine bu müjdeyi vermiştir. Muhammed’in (hâşâ) zaferler elde etmesi yaşadığı tarihte ve dönemin sosyal şartlarından kaynaklanmıştır. Doğu ve batıda, İran ve Roma İmparatorluğu’nun çöküşü Muhammed’in kısa bir zamanda zafer kazanmasına yol açmıştı. Müslümanlar, bu nedenle o büyük imparatorlukları yenebilmişlerdir. Şimdiki tarihî şartlar o zamanın tam tersi bir durum arz ediyor. İslam ülkeleri süratle düşüşe doğru ilerlemekte, Hıristiyan ülkeler de gelişme ve medeniyete doğru ilerlemekteler. Hıristiyanların Müslümanlardan intikam alma zamanı gelmiştir. Kaybettiklerini geri almalıdırlar. İşte zamanın güçlü Hıristiyan ülkesi de Büyük Britanya’dır. Bütün dünyaya gücünü göstermektedir ve İslam ülkeleri ile savaşta önderlik yapma azmindedir”[1]


[1]: Hatırat-ı Humpher, s.10-11
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Ashabı Kiram



Ashabı Kiram hakkında tavrımız, davranışımız nasıl olmalıdır.Bazıları ashabdan, dört Raşid halifeden ileri-geri konuşup, eleştiriyor, taraf oluyorlar, bu doğru mudur ?
Allahrasulü aleyhisselatü vesselamın ashabına -haşa- kötü söz söylemenin, hatta sövmenin, eleştirmenin hükümlerini inceleyelim. Hz.Osman, Hz.Ömer, Hz.Ali (RA) efendilerimize dil uzatan S.Kutup'ların, Mevdudi'lerin ne çirkin bir iş işlediklerini böylelikle anlamaya başlarız!
Hz. Ömer (RA), Mikdad b. Esved'e küfr ettiği için Ubeydullah b. Ömer'in dilini kesmeyi nezr ederek şöyle demiştir: " Bırakın beni, keseyim şunun dilini ki, bundan böyle kimse Peygamberin ashabına küfretmesin." Yine Hz.Ömer (RA), bir bedevinin Ensarı hicv ettiğini görünce : "Eğer bu arabi sahabeden olmasa idi onu öldürürdüm." buyurmuşlardır.

Kur'an-ı kerim'de, muhacirin ve ensar hakkında çeşitli ayetler mevcuttur.[1]
Bu olayı okuyasıya dek, kendimce ashabı eleştirmek yada daha ileri derecede konuşabilmek için yine ashaptan birisi olmak gerek diye düşünürdüm. İnsan kendisini ve çağındaki papaz kafalı reformistleri bir yana bırakıp “yıldızlara” uzanmaya çalışır.
Ehl-i sünnet ve cemaat yazarlarından bile ashaba son derece saygılı olmasına rağmen, Sıffın ve Cemel olaylarını izah ederken, istemeden de olsa tarafsız kalmaya çalıştıkları halde; taraf olanları gördükten sonra, kendi kendime bu hadiseleri şöyle bir okuyup bilgi sahibi olmayı, ama mecbur kalmadıkça kimselerle üzerinde konuşmamayı prensip haline getirdim.

İmam-ı Şafii -rahmetüllahi aleyhin-“O bir kandı, ona elimizi bulaştırmadığımız gibi, dillerimizi de muhafaza edelim.” [2] mealinde gelen düsturunu düstur edinelim.

Evinin bahçesinden, milyonlar kilometre uzaklıktaki yıldızlara çıplak gözle bakan biri ne anlıyorsa, biz de asırlar öncesinin ikliminde, sırf ictihadları yüzünden birbirleriyle mücadele etmiş ve mukadder bir kaderin gereğini yerine getirmiş; Allah Resulünün -sallahü aleyhi vesellem- mübarek nazarlarında, sohbet halkasında yetişmiş sahabe-i kiram hazeratını hayırla ve adaletle yad etmek, duacı olmak borcundayız. Zira Kur’an, İslam, onların icmaı ve eliyle bizlere ulaşmıştır. Onların adaletinden şüphe, Allah korusun insanı İslam’dan şüpheye götürür.

Türk’ü yücelteyim derken, Arap kavminden olma Müslümanlara düşüncesizce dil uzatanlar, imamlarını tashih etmek, yeniden gözden geçirmek zorundadırlar! Ramuz el Ehadis’te -sallahü aleyhi vesellem- efendimiz Selmani Farisi -radiyallahü anh- hazretlerimize hitaben :''Ya Selman, sakın bana buğz (kin, garez) etme ki, DİNİNDEN OLURSUN ! ''buyurunca Hz.Selman :''Ya Resulallah size nasıl buğzedebilirim,'' deyince; ''Araba buğzetmen bana buğz etmek demektir.'' buyurdu. [3] Bu ikaz iyi düşünülmelidir!
“Arabı sevmek İMAN, onlardan nefret etmekse NİFAK (alameti)dir.”(Ramuz,sh: 335)
[1] Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi, Ehl-i Sünnet İtikadı, sh: 120-121 dipnotları
[2] Yusuf Nebhani, Şevahid'ül Hak
[3] Ramuz ül Ehadis terc. Seyyid Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi -kuddise sirruh- (Pamuk yay.)sh: 591, had.no : 6182 Bu kitabın 29.bölümü, sh: 586’dan itibaren sahabe-i kiram -rıdvanullahi teala aleyhim ecmain-den birçok isim tek tek hadis-i şeriflerle meth-ü sena edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bu bölümü okumak çok faydalıdır.Bilindiği gibi Ramuz başta Kütüb’üs Sitte olmak üzere otuzüç kaynak hadis kitabından derlenmiştir.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Vehhabilik Ve Ehl-i Sünnet

Türkiye’de siyasî iktidar İbn Teymiyyeci, İbn Abdülvehhabçı Vehhabîlerin eline geçse ve aşağıda anlattığım işleri yapacak güçleri olsa mutlaka yaparlar:

(1) Başta İstanbul’da Eyyub Sultan semtine şeref veren Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden, mihmandar-ı Resûl-i Kibriya (Sallallahu Aleyhi ve sellem), büyük mücahid Ebu Eyyub el-Ensarî radiyallahu anh efendimizin türbe-i şerifini yıkarlar.

Mezarını düzleyip yerini bilinmez hale getirirler. Ülkede bir tek evliya türbesi bırakmazlar, dümdüz ederler.

(2) Sadece bununla yetinmezler, ne kadar eski yeni Müslüman kabri varsa kırarlar, düzlerler.

(3) Tarikatlar bizde zaten yasak, açıkça zikrullah yapılamıyor; onlar büsbütün yasaklar.

(4) Mevlid-i şerif okunmasını yasak kılarlar.

(5) En makbul ve muteber salavat kitabı olan Delail-i Hayrat’ı yasak ederler, mevcut nüshalarını toplayıp imha ederler.

Gerçek mi söylüyorum?.. Suudî Arabistan’da bu dediklerim yapılmamış mıdır? Sadece Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) türbe-i şerifini yıkmadılar, daha doğrusu yıkamadılar!

Şimdi bazı kimseler itiraz edecekler ve “Onlar namazın ikamesi, cemaate devam, kadınların tesettürü, şer’î hadlerin muhafazası gibi çok faydalı işler de yapıyorlar...” diyecekler. Elbette yapıyorlar, bunları inkâr eden yok. Namaza ve cemaate, tesettüre önem veriyor diye yanlış taraflarına, bilhassa akaid sahasındaki bozukluklarına göz mü yumalım?

Akaid sahasındaki bazı bozuklukları nelerdir?

Müslümanların büyük kısmını şirk ve küfür ile suçluyorlar. Onlara göre dünya üzerindeki Müslüman sayısı pek azdır.

Allah-u Teâlâ hazretlerine cisim, cihet, el, ayak, yüz isnad ederek mücessime fırkasıyla paralellikler arz ediyorlar.

İslâm’ın bir boyutu olan tasavvufu inkâr ediyorlar, tasavvuf ve tarikat büyüklerine müşrik, “Şeytan evliyası” diyorlar.

Tevessülü ve istigaseyi sapıklık olarak kabul ediyorlar.

Vehhabî isyanları esnasında, kendileri gibi inanmayan Müslümanların kanlarını heder, mallarını ganimet olarak kabul etmişler, çok Müslüman kanı dökmüşler, çok yağma yapmışlardır. (Eyüp Sabri Paşa’nın “Tarih-i Vehhâbiyan” kitabını okuyunuz.

Bugünkü Türkçeyle yanında Osmanlıcası hem İslâm harfleriyle, hem latin harfleriyle hepsi tek kitap halinde baskısı vardır.)

Ehl-i Sünnet büyüklerinden Ruhü’l-Beyan tefsiri sahibi Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî hazretleri için “O hâtemü’l-Evliyadır” buyurmaktadır. Vehhabîler ise, pîrleri İbn Teymiyye gibi ona “Şeyh-i Ekfer” (En kâfir şeyh) derler. Vehhabîlerin ve zihniyetlerinin hakim olduğu yerlerde İbn Arabî’yi yüceltmek, açıkça sevmek yasaktır.

Vehhabîlik tek boyutlu ve çok bozuklukları olan bir İslâm anlayışıdır.

Onlar kendilerine Vehhabî denilmesinden hoşlanmazlar, kendilerini Selefî olarak tanıtırlar. Bu selefîlik, İslâm’ın başındaki Sâlih Seleflere mi dayanır? Hayır, kurucusu İbn Teymiyye olan bir fırka veya mezheptir.

Tarih boyunca dünyanın çeşitli coğrafyalarında çeşitli İslâmî uygulamalar olmuştu. Birkaçını zikr edeyim: Emevî uygulaması, Abbasî uygulaması, Fatımî uygulaması, Hindistan’da İslâm sultanlığı uygulaması, Endülüs uygulaması, Osmanlı uygulaması, Vehhabî uygulaması, İran uygulaması...

Bu uygulamada, Kur’ân’a ve Sünnet’e en yakını Osmanlı uygulamasıdır. Nitekim 19’uncu asırda yaşamış büyük alimlerden Mekke Şafiî Reisü’l-uleması Zeyni Dahlan hazretleri Fütuhat-i İslâmiye Tarihi adlı eserinin Osmanlılar bölümünde “Hulefa-i Râşidîn’den sonra Kitap ve Sünnete en uygun İslâmî devlet Osmanlı devletidir” demektedir. (Bu zatı Vehhabîler hiç sevmezler. Çünkü “Ed-Dürretü’l-seniyye fi’r-Reddi’ale’l-Vehhabiyye” adında bir reddiye kitabı yazarak Vehhabîliği çürütmüştür.)

Vehhabîlik konusunda Ehl-i Sünnet âlimleri şu ana kadar binlerce red kitabı ve risalesi telif etmişlerdir.

Günümüzde birtakım ilahiyatçılar Vehhabîliği gerçek İslâmmış gibi yorumluyorlar. Gerçek İslâm Ehl-i Sünnet İslâmlığıdır ve onunla Vehhabîlik arasında hayli derin uçurumlar, büyük uyuşmazlıklar bulunmaktadır.

Suudî Arabistan, petro dolarla dünyanın her yerinde Vehhabîlik propagandası yapmakta, ekipler çalıştırmakta, kitaplar yayınlamaktadır. Bir ara Almanya’daki imamların maaşlarını Mekke’deki Râbitatü’l-İslâmiyye teşkilatı veriyordu.

Keşke bu paralarla Kitap ve Sünnete uygun gerçek İslâm’ın propagandası, daveti yapılsaydı... Heyhat!..

Vehhabîlik mezhebi diyorlar. Doğrusu Vehhabîlik fırkasıdır.

Vehhabîlerin son devirde yaşamış, kendilerince büyük âlimlerinden biri Medine-i Münevvere’deki İslâm Üniversitesi rektörü Abdülaziz bin Baz’dır. Bundan kırk sene önce bu zat ile bir görüşmem olmuştu. Kendisinin iki gözü ama idi, yani görmezdi.

Bir derste Kur’ân’daki müteşâbihatın tevil edilmemesi gerektiğini, zahirî ve lügavî manalarına alınmasını söylemiş. Talebelerinin biri de itiraz etmiş (Ne cesaret), hoca diretmiş, talebe de onu “Bu dünyada kör olanlar, ahirette de kör olacaktır ayetini sizin zihniyetinizle yorumlarsak, siz ahirette de kör kalacaksınız...” diyerek çürütmüş. Öğrencinin akıbeti acaba ne olmuştur?

Bu Bin Baz cenaplarının, yer küresinin yuvarlak olmadığına, güneşin etrafında dönmediğine dair bir de matbu (basılmış) kitabı vardır.

Medine’de iken duymuştum. Bu Abdülaziz bin Baz bir gün o kutsal caminin bir köşesinde şöyle vaaz ediyormuş: “Tarikat velileri, mesela Gazalî, Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî ve diğerleri evliyaurrahman değil evliyauşşeytandır...” Bunu duyan yerli Sünnî Müslümanlar kısık sesle “Neuzübillah (Allah’a sığınırız) diyerek oradan uzaklaşmışlar.

Ülkemizde şu anda hayli Vehhabî yazar, hoca, ilahiyatçı, yayıncı bulunmaktadır. Bunlar bilhassa internet siteleriyle propaganda yapıyor. Yayınladıkları kitap ve risalelerin sayısı da az değildir.

Böyle giderse, petro dolarlarla beslenen bu akım Ehl-i Sünnet’i ikinci plana itebilir
.

(Vehhabîliği reddeden ilmî bir eser: Ehl-i Sünnet’in Müdafaası. Beraatü’l-Eş’ariyyîn min Akaidi’l-Muhalifin kitabının tercümesidir. Bedir yayınevi.

M. Şevket Eygi
 

Azerbaycan_li

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Ocak 2010
Mesajlar
1,201
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Vehhabilik Ve Ehl-i Sünnet



(1) Başta İstanbul’da Eyyub Sultan semtine şeref veren Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden, mihmandar-ı Resûl-i Kibriya (Sallallahu Aleyhi ve sellem), büyük mücahid Ebu Eyyub el-Ensarî radiyallahu anh efendimizin türbe-i şerifini yıkarlar.

Mezarını düzleyip yerini bilinmez hale getirirler. Ülkede bir tek evliya türbesi bırakmazlar, dümdüz ederler.

(2) Sadece bununla yetinmezler, ne kadar eski yeni Müslüman kabri varsa kırarlar, düzlerler.



(4) Mevlid-i şerif okunmasını yasak kılarlar.

(5) hakkında bilgim yok


Müslümanların büyük kısmını şirk ve küfür ile suçluyorlar. Onlara göre dünya üzerindeki Müslüman sayısı pek azdır.

bunu Allah soluyor: 106. Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler (imanlarına az çok bir şirk karıştırırlar). (yusuf)


Allah-u Teâlâ hazretlerine cisim, cihet, el, ayak, yüz isnad ederek mücessime fırkasıyla paralellikler arz ediyorlar.

İslâm’ın bir boyutu olan tasavvufu inkâr ediyorlar, tasavvuf ve tarikat büyüklerine müşrik, “Şeytan evliyası” diyorlar.

Yalan soylemişdir...


Tevessülü ve istigaseyi sapıklık olarak kabul ediyorlar.

Vehhabî isyanları esnasında, kendileri gibi inanmayan Müslümanların kanlarını heder, mallarını ganimet olarak kabul etmişler, çok Müslüman kanı dökmüşler, çok yağma yapmışlardır. (Eyüp Sabri Paşa’nın “Tarih-i Vehhâbiyan” kitabını okuyunuz.



Ehl-i Sünnet büyüklerinden Ruhü’l-Beyan tefsiri sahibi Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî hazretleri için “O hâtemü’l-Evliyadır” buyurmaktadır. Vehhabîler ise, pîrleri İbn Teymiyye gibi ona “Şeyh-i Ekfer” (En kâfir şeyh) derler. Vehhabîlerin ve zihniyetlerinin hakim olduğu yerlerde İbn Arabî’yi yüceltmek, açıkça sevmek yasaktır.



Medine’de iken duymuştum. Bu Abdülaziz bin Baz bir gün o kutsal caminin bir köşesinde şöyle vaaz ediyormuş: “Tarikat velileri, mesela Gazalî, Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî ve diğerleri evliyaurrahman değil evliyauşşeytandır...”

iftira atmış yalamn soylemişdir...Allah imam gazliye ve Abdulkadir geylaniye rahmet etsin...


M. Şevket Eygi


alinti ettiklerimin altina imza atarim...istesenizde istemesenizde sonunda zafer tevhid ehli muslumanlarindir...sizin degiminizle vehhabilerindir...ya buna razi olacaksınız ya da...tagutun askerli olup devrilecksiniz...
 

Abdullah Cafer

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2010
Mesajlar
41
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
En çok dayandıkları Şeyh Abdul Kadir Geylani (Allah ondan razı olsun) "Gunyetut Talibin" kitabında arşa istiva meselesinde bu kimselerle ihtilaf etmiştir. Zaten İstiva meselesinden yola çıkarak Muhammed b. Addulvehhab'a (Allah ondan razı olsun) "Allah'ı cisime benzetiyor" demek suretiyle iftira etmişlerdir.

Yukarıda saydığın 4(5. hakkında bilgim yok) şey hadise dayandırılan şeyler. Tabi hadis uydurmakta ve uydurma hadislerle amel etmekte bir beis görmeyen kimseler sahih hadislere uydurma demekte de bir beis görmezler.

Merak ettiğim şey şu: Allah'ı cisime benzetti diye iftira atıyorsunuz ya Muhammed b. Abdulvehhab'a (ben Allah'ı cisime benzemekten tenzih ederim. O (c.c) yarattığı hiç bir şeye benzemez!) siz neden her cisme Allah diyorsunuz? Vahdet-i Vücud bunu gerektiriyor. Allah'ı cisime benzeten kafir oluyor da her cisime Allah diyen nasıl kafir olmuyor bunu bana izah eder misin ?
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
alinti ettiklerimin altina imza atarim...istesenizde istemesenizde sonunda zafer tevhid ehli muslumanlarindir...sizin degiminizle vehhabilerindir...ya buna razi olacaksınız ya da...tagutun askerli olup devrilecksiniz...
Benim dememle Vehabilik var veya yolk değilki..
Allahcc ve Resulünün dosdoğru yolu Ehli Sünnet Vel Cemaatten saparak varolagelmiştir..
Tevhid, Ehli Sünnetin şiarıdır...
Asrı Saadetten beri Ehli Sünnet Allahcc ve Resulünün yolundadır,tağutun askerleri -İngilizin uşakları Vehabilerdir...
Zafer Allahcc ve Resul yolunun takipçisi Ehli Sünnet Vel Cemaatindir...
Peygamberimizin buyurduğu üzre,ben o yol üzerindeyim,sahabelerim de o yol üzerindedir...
VEHABİLİK,ŞİALIK,MEZHEPSİZLİK VS İSE DOĞRU YOLUN SAPIK KOLLARIDIR...
NOKTA...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
En çok dayandıkları Şeyh Abdul Kadir Geylani (Allah ondan razı olsun) "Gunyetut Talibin" kitabında arşa istiva meselesinde bu kimselerle ihtilaf etmiştir. Zaten İstiva meselesinden yola çıkarak Muhammed b. Addulvehhab'a (Allah ondan razı olsun) "Allah'ı cisime benzetiyor" demek suretiyle iftira etmişlerdir.

Yukarıda saydığın 4(5. hakkında bilgim yok) şey hadise dayandırılan şeyler. Tabi hadis uydurmakta ve uydurma hadislerle amel etmekte bir beis görmeyen kimseler sahih hadislere uydurma demekte de bir beis görmezler.

Merak ettiğim şey şu: Allah'ı cisime benzetti diye iftira atıyorsunuz ya Muhammed b. Abdulvehhab'a (ben Allah'ı cisime benzemekten tenzih ederim. O (c.c) yarattığı hiç bir şeye benzemez!) siz neden her cisme Allah diyorsunuz? Vahdet-i Vücud bunu gerektiriyor. Allah'ı cisime benzeten kafir oluyor da her cisime Allah diyen nasıl kafir olmuyor bunu bana izah eder misin ?
Allahccü cisme benzeten kafir olur,dası fazla...
VAHDET-İ VUCUDUN HAKİKİ ANLAYIŞINI SENİN KAFAN ALMAZ...
MUHİDDİN-İ ARABİ HAZRETLERİ ANLAYAMAMIŞ,İMAM-I RABBANİ HAZRETLERİ ANLAYAMAMIŞTA NE İDÜĞÜ BELİRSİZ DALALET YOLCULARIMI ANLAMIŞ...
HAKİKATTE VAR OLAN SADECE ALLAHDIR..
BÜTÜN KAİNAT ALLAHCCÜN KÜN-OL DEMESİYLE YARATILMIŞTIR...
HAKİKİ MAHİYETİYLE NE SEN VARSIN ,NE BEN...
HAKİKİ VÜCUD VE VARLIK ALLAHCCE MAHSUSTUR...
VAHDET-İ VUCUDU ÇIĞIRINDAN ÇIKARAN SAPIKLARDA VE BU ANLAYIŞIN HAKİKATİNE KARŞI ÇIKAN AHMAKLAR DA İMAN EKSİKLİĞİNE VE KAFADAN YANA KIT OLMALARINA YANSINLAR...
NOKTA...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İmam-ı Rabbani (ks) ;
İkinci cilt birinci mektup ;
Gerçekte varlık ve vücup her ne kadar ALLAH'ın birer sıfatı olsa da, ALLAH bütün isim, sıfat, şe'n ve itibarların ötesindedir. O aşikar ve gizli olmanında ötesindedir. O tecelli, zuhurat, mükaşefe ve müşahadelerinde ötesindedir. ALLAH Sübhanehü ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde sonra yine ötelerin ötesindedir.
Bilindiği gibi “varlık” her hayrın ve kemalin,
“Adem” (yokluk) de her şer ve noksanlığın kaynağıdır.
Şu halde Varlık ALLAH'a sabit, yoklukta mümkün(sonradan yaratılmış) varlıkların nasibi olur.
Şu halde bütün hayır ve kemal ALLAH'a , bütün şer ve noksanlıklar da biz mümkün olan varlıklara aittir.
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Mümkinat alemi için varlık ispat ederek onlara hayır ve kemal isnadında bulunmak hakikatte mülkünde ALLAH'a şirk koşmaktır. Bunun gibi mümkün varlıkları ALLAH'ın ZAT'ının aynısı, mümkün varlıkların fiil ve sıfatlarını O'nun fiil ve sıfatlarının aynısı görmek de edepsizlik olup, gerçekte ALLAH'ın isim ve sıfatlarında sapkınlığa düşmektir.
“Nerde o güç düşük çöpçü için (öyle çöpçü ki) , noksanlık ve zati pislikle vasıflanan”
Onlar gölgesel varlığın ancak hayal ve vehim mertebesinde olduğunu düşünmekte ve mücerred ehadiyetten başka hariçte hiçbir varlığın bulunmadığını savunmaktadırlar. Onlar, Ehl-i Sünnet'in (ALLAH onlardan razı olsun) hariçte ispat ettiği sekiz sıfatın ilim makamından başka bir varlığının olmadığını ileri sürerler. Böylece hem zahir alimleri hemde Muhiddin İbn-i Arabi takipçileri itidalden uzaklaşıp ifrat ve tefrit uçlarında yer almışlardır.
ALLAH'ı alemin aynısı olarak görmek, hatta ALLAH'ı alemle ilişkilendirmeye çalışmak bu fakire çok ağır gelmektedir.

Yani özetlersek ;
“Sana güzellikten her ne ulaşırsa, bil ki Allah'tandır; Kötülükten de başına her ne gelirse anla ki sendendir!” Nisa/79

[/FONT]
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İmam-ı Rabbani (ks) ;

Birinci cilt Mektup 266 ;
Allahü teâlâ, hiçbirşeye hulûl etmez. Hiçbir cism içine işlemez. Hiçbirşey Ona hulûl etmez.
Mümkün olan bizlerin ALLAH'ın ZAT'ı, sıfat'ı ve fiili hakkında hayret ve bilgisizlikten başka nasibi yoktur.
Allahü teâlâ, hiçbirşey ile ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. (Şeyh Muhiddin İbn-i Arabi hakkında) Şeyh keşifte makbul birisi olarak görülüyor. Halbuki ehl-i sünnet'e muhalif düşen bir çok bilgisi yanlıştır. Belki de keşfinde hata yapmış olduğu için mazur sayılabilir. Tabi bu fakirin Şeyh Muhiddin İbn-i Arabi ile ilgili özel görüşüdür. Ben onu makbul kimselerden addediyorum. Fakat aykırı bilgilerini hatalı ve zararlı kabul ediyorum.

Özetlersek;
Bayezıd-i Bestami ve Hallac-ı Mansur’un keşfen ve makamen yaşadıkları bu halleri, hiç şüphe yok ki Muhyiddin-i Arabi'de yaşamıştı. Ancak, onlardan sonra bu iş çığırından çıkmış, bu hali yaşayan ve yaşamayan her sufi, ulu orta bu meseleden konuşmaya başlamıştı.
Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin dini ilimlere vukufiyeti, ne İmâm-ı Rabbânî devrinde, ne de günümüzdeki Vahdet-i Vücudu yaşadığını iddia edenlerde mevcut değildir. Kaldı ki Muhyiddin-i Arabi’nin eserlerinin tahrif edildiği iddiası, sadece günümüzde değil, Osmanlı’nın ulu şeyhülislamı Ebus Suud Efendi tarafından da dile getirilmektedir.
İmâm-ı Rabbânî, tasavvufun büyüklerinde görülen bu hali, bir manevi sarhoşluk (sekr) hali olarak idrak ve ifade ederek, Vahdet-i Vücud halinde karar kılmanın, nakıslık (eksiklik) olduğunu izah etmiştir. Vahdet-i Vücud’un bir üst mertebesinin Vahdet-i Şühud olduğunu, kendi nefsinde ve keşiflerinde yaşayarak, ümmeti, büyük ve girift bir halden kurtarmıştır.
Günümüzde nasibi olmayan, insanları irşad selahiyetinden uzak, daha kendi nefsini terbiye edememiş zevatın, toplumun önüne geçip Vahdet-i Vücud’u anlattıklarını üzülerek müşahade etmekteyiz. Ne var ki Muhyiddin-i Arabi'nin, Hallacı Mansur’un yaşadıkları halleri, aştıkları makamları, içine düştükleri girift ve tehlikeli vartaları (tuzak/hata) bilmeden, bu çıkmaza saplananlar, İmâm-ı Rabbânî'den (ks) hiç bahsetmemektedirler.

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
VELİLER VELİSİ İMAM-I RABBANİ

Üstad Necip Fazıl'ın bu yazıda kaleme aldığı isim, "Veliler Velisi İmam-ı Rabbani" hazretleri... "İkinci Binin Yenileyicisi ," yani " Müceddidi Elfi Sani" diye vasıflandırılan yüce şahsiyet... Nakşi yolunun büyüklerinden...
İslama sokulmaya çalışılan bid'atleri reddeden, İslamın özüne dönüşü ve ruhlarda yeniden dirilişi bayraklaştıran bir gönül adamı... "Maddi ve manevi her türlü saldırıya reaksiyoner bir tavırla göğüs geren ve etkisi yaşadığımız yüzyıla kadar ulaşan" büyük insan İmam-ı Rabbani... Üstad'ın ruh mimarlarından... Belki de en büyüğü... Bu yazıda hayatından kesitler, ince çizgilerle ve ruha nüfuz eden bir derinlikle veriliyor.
Veliler Velisi İmam-ı Rabbani
(1967 Büyük Doğuları, sayı; 2, sayfa; 4-5)
Başta, kanıyle olduğu kadar ruhuyla da babasının mirasçısı, Altın Silsile içinde mukaddes emanetin ilk defa baba elinden alıcısı Şeyh Muhammed Masum Hazretleri, hepsi yedi oğul…
Mürakabede kendilerine, Kaadiri nisbetini veren şeyh zuhur edip, omuzlarına Abdulkadir Geylani Hazretlerinin hırkasını koyuyor. Kadirilik feyzi içinde uçarlarken hatırlarına bir incelik geliyor:
-Ben Nakşi yoluna bağlıyım. Şimdi de beni Kadirilik bağının tecellileri sanmakta… Sakın bu hal Nakşi büyüklerini incitmesin?
-O zaman, üzerlerinde ne kadar bağ varsa hepsinin birden büyükleri tecelli edip bir ağızdan hitap ediyorlar:
--Şeyh Ahmed bizdendir!

Ana cadde Nakşilik… Her nisbetten de kendilerine birer yol…
"Bütün yollar Roma'ya çıkar" sözü madde ölçüsüne göre adi bir laftır; asıl bütün yollar ruh yolları, İmam-ı Rabbani'ye çıkar.
Şeyhin uzaktan cazibesine tutulanlardan biri, günlerce yol alıp Serhind'e geliyor. Kasabaya akşam üstü vardığı için şeyhi rahatsız etmek istemiyor ve bir tanıdığının evine misafir oluyor.
Gece, tanıdığıyla şeyhten konuşuyorlar. Meğer bu tanıdık, İmam-ı Rabbani'yi inkar edenlerdenmiş… Kötü konuşuyor.
Ertesi sabah uzakların yolcusu, huzurda… İmam-ı Rabbani Hazretleri, hiçbir söz açılmadan buyuruyorlar:
- Gece, evinde misafir kaldığın adam, sana bizim hakkımızda bir sürü yalan söyledi.
Kendilerine "İkinci Binin Yenileyicisi" ismini veren büyük zat da, başlangıçta inkar edenlerden… Rüyasında kendisine okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor…

Hastalandılar. Ceviz istediler. Bir kab içinde, yanıbaşlarına ceviz konuldu. Elleriyle kabı karıştırdılar ve ancak bir tanesini yediler ve buyurdular;
-Bu cevizleri alın! Hastalara verirsiniz…
Cevizden yiyen her hasta iyi oldu.
Seyyidlerden, Kainatın Efendisine bağlı mukaddes sülaleden birisi, Muaviye Hazretlerine düşmanlık edermiş… Bir gün bu seyyid, "Mektubat" ı okurken orada Muaviye'nin methedildiğini görür ve öfkeyle "Mektubat" ı yere atar.
Aynı günün gecesi, rüyasında İmam-ı Rabbani Hazretleri…Seyyidi kulağından tutmuş, haykırıyor:
-Cahil! Sözümüze ve ölçümüze güvenmiyorsun, öyle mi? Gel, seni ceddin ve Peygamber Evinin temsilcisi Hazreti Ali'ye götüreyim de işin gerçeğini ondan öğren!
-Huzura çıkıyorlar. Peygamber Evinin temsilcisi ve güya kendisine sevgi iddia edilerek köpürtülen Muaviye nefretinin vesilesi, Büyük İmam, buyuruyorlar:
- Sakın Allah Resulünün sahabilerine düşmanlık etme! Peygamber dostlarına çatan ve Şeyh Ahmed'in bu davadaki hak ölçüsünü dinlemeyen, felakettedir.
Peygamber Evinin temsilcisi büyük sahabi, ayrıca İmam-ı Rabbani'ye emir veriyorlar:
-Bu cahil, sözden anlamıyor. Göğsüne vurun da aklı başına gelsin ve tövbe etsin!..
Emir yüksekten geldiği için yerine getiriliyor. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Seyyidin göğsüne vuruyor.

Seyyid uyanınca, göğsünde müthiş bir sızı… Açıp bakıyor: Şeyh Ahmed'in yumruk izi… Ve kalbinde derin bir nedamet, yeni bir anlayış ve tövbe isteği…
İmam-ı Rabbani'nin mübarek ellerinden öpmeğe koşan ve bir daha bu eli bırakmayan Seyyid…
İlk gençlik çağlarında yazdıkları üç risaleden sonra, tam olgunluk devirlerinde, yalnız mektup yazmakla, suallere cevap vermek ve hakikati tamimlendirmekle yetindiler.Sonradan bunlar toplanılıp "Mektubat" ı teşkil etti ve insan oğlunun en üstün eseri oldu.
Mektubat üç cilttir ve esası Farsça'dır. İçinde birkaç Arapça mektup da vardır. Bütün İslam dillerine tercüme edilmiştir.
İmam-ı Rabbani'nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri anlatır.
"Mektubat" ın getirdiği, İkinci Binin Yenileyiciliği çapındaki yenilik "Vahdet-i Vücut" meselesini aklın son haddiyle tesbit etmesi; ve Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin yanlış anlaşılan ve eserle müessiri bir gösterdiği vehmine düşülen "Vahdet-i Vücut" davasını tam gerçeğe bağlamasıdır:

-Allah, ötekilerin ötesinde, ötekilerin ötesinde; ötekilerin ötesinde…
Yani,nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsın, onun da ötesinde, namütenahi ötesinde…
Meşhur düstur:
-Ne ki, o zannedersin; zannettiğin o şey, Allaha perdedir.
Böylece:
-"Heme ost" değil, "Heme ez ost"… "Her şey o" değil, "Her şey ondan"…
- "Mektubat" İkinci Bin Yıla girerken bin bir fesada bulanan İslam hakikatinin en mahrem inceliklerini, İkinci Bin Yılın Yenileyiciği haysiyetiyle billurlaştırmıştır; ve dağılışın, dağıtılışın, kayboluşun, kaybedilişin, son haddine kadar her şeyi merkezde toplamış ve kazandırmış, muazzam eser…
İlahi tecellilere; ve İmam-ı Rabbani Hazretlerinin büyüklüğüne ve derecesine ait bütün ölçüler Mektubat da:
-"Allah bana rahmetiyle tecelli etti; rahmetten başka hiçbir şey göremedim. Kahriyle tecelli etti; kahrından başka hiçbir şey görmedim".
-Mürid, şeyhine şöyle bağlanmalıdır:
-"Gassal (Yıkayıcı) elindeki ölü gibi"…
-Mihnet ve ıstırap mı dediniz:
- "Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımındandır. Çaresiz katlanılacak… Yoksulluk, dert ve gam… Bunlar lazımdır. Dost sevdiğini,kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar, kararsızlıkta; rahat, rahatsızlıkta… Bu makamda nefse çare aramamak, kendisini mihnet ve ıstıraba bırakmaktır ki, devanın tâ kendisi. O zaman da insan, kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış olur. Devlet bundandır. Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir."
Yakınlık, sadece yakınlık:
-"Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıkla teselli bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa benzer; ve öyle bir visal dilerler ki gurbeti andırır olsun… Yoksa yakınlığa benzer ve visali andırır gurbetlerden ne fayda?"
Ve tek yol:
-"Şerif ve latif mektubunuz, zayıf ve nahif kölenize ulaştı. Sevenlerimiz bilsin ki, Allah ehlinin "Fena" diye isimlendirdiği ve tabii ölümden evvel gelen ölümle ölünmedikçe kuds alemine yükselmek mümkün değildir. Yoksa kalb, batıl dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamaz. İslamın hakikati ve imanın kemaline de eremez."
En büyük mesele:
- "Vahdet-i Vücut ve Zati tecelli davasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakinin yakini halinde sabittir. Hak ehlince çoktanberi bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimdir; Ve Allah hiçbir şeyle ittihad halinde değildir. Vücudu vacib olanın vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki; Muhyiddin-i Arabi ve bağlıları, Allah'a "Mutlak meçhul" derler, onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zati ihata, yakınlık ve maiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allah'ın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir."
Nihayet:
-Bu dava, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük ıstırabı veren bu türlü tevhid ifadesinin verasındaki son hakikati ve o hakikatin ulviliğini henüz kavrayabilmiş değildim. Allaha bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki ilmi ve şer'i inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim... Duam kabul edildi. Önümde hiçbir hicab kalmadı, hakikat bana olduğu gibi göründü. Gördüm ki, alem, sıfati kemallerin aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir. Yoksa, "Vahdet-i Vücut" cuların vehmettiği gibi, "Zahir" ile "Mahzar", "Gölge" ile "Vücut" birbirinin aynı değildir.

Deryadan daha ne göstereyim? Ha birkaç damla, ha dünyanın taşıyamayacağı kadar su…
Necip Fazıl KISAKÜREK
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
VAHDET-İ ŞUHUD

"Vahdeti Vücud"a karşı İmamı Rabbani'nin getirdiği "Vahdeti Şühud" anlayışı İslam akaidine daha uygundur. Vahdeti vücud anlayışını tekfir edenlere karşı, İmamı Rabbani tevil etmiş ve nasıl anlaşılması gerektiğini izah etmiştir.
Vahdet-i Şuhud: Bir görme, salikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellileri olarak görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal sekr, galebe ve gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir. Bu halde iken sâlik, nefsinden fânî olması sebebiyle kendini de görmediğinden Hallac (Mansur) gibi: “Ene’l-Hak” der., Beyazidi Bestami gibi, “Sübhane mâ a’zame şâni”, “Cübbemin altındaki Allah’tan başka bir şey değildir.”der. Yunus gibi, “Ete kemiğe büründü, Yunus didiye göründü.” Der. Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı yaratılandan ayırır. O hâl içinde iken söylediklerine de tövbe eder.
Bende olan aşikâr sensin
Ben hod yokum ol ki var sensin (Fuzûlî)
(Tasavvufi Terimleri Sözlüğü, Prof. Süleyman Uludağ, 553)

İMAM RABBÂNÎ'DE ÎSBÂT-I VACİB (Vahdeti Şuhud):
İmam Rabbânî bir müceddid sıfatıyla Îslâmî ilimlerin hemen her konusunda görüşlerini ve bu hususla alâkalı müdafaalarını, kendisine tevcih edilen sorulara cevap niteliği taşıyan mektuplarında belirtmiştir.
Biz burada tasavvufun tefekkür kısmını içine alan vahdet-i şuhûd hakkındaki görüşlerini aksettirmeye çalışacağız.
İmam Rabbânî'nin “İsbât-ı Vacib” hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
“Allah Taâlâ hiçbir şeyle ittihad halinde değildir. Allah Allah'dır ve âlem âlemdir. Âlem Allah'ın gayrıdır. Vücûdu vâcib olan, vücûdu mümkün olanla birleşemez. Allah Teâlâ her şeyden münezzeh ve mutlak kudret sahibidir. Allah nasıl ve nicelikten münezzeh, âlem ise bu özelliklerle sınırlıdır. Münezzehe, mahdudun aynı demek ve Cenâb-ı Hakk'ı mümkünle bir kabul etmek doğru değildir. Kadîm asla hadisin aynı olamaz.
Mekândan münezzeh olan mekâna sığmaz. Münezzeh olanı, mukayyed olandan ayrı düşünmek gerekir. Afak ve enfüste gördüğümüz Allah Taâlâ'nın alâmet ve şahidleridir. Bahaeddin Nakşbend : “Her ki dîde Şud ve şönide şud ve dânişte şud an heme gayrı ost” —Her ne ki görülmüş, duyulmuş ve bilinmiştir, Allah bunların hepsinden başkadır— diyerek bunu belirtmiştir.
Rabbânî'ye göre eşyanın Allah'ın aynı olduğunu idrak makamı vahdet-i vücûd değildir. Zira bu makamda ittihad (birleşme) aynıyyet (tıpkısı olma) tenezzül (inme) ve teşbih (benzetilme) yoktur. Hak Taâlâ zâtıyla da, sıfatıyla da değişmez ve sonradan olanlara benzemez.
Îmam Rabbânî'ye göre “vahdet-i vücûd” görüşüne sahip olanların “heme ost — hepsi O'dur” sözünden muratları, eşya hakikatte ma'dum (yok) Allah ise mevcuttur demektir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî de Mesnevî'sinde: “Peygamberler halin Hakk'a ulaştırmak için gönderilmişlerdir. Halk ile Hakk tek vücut olsalardı neyi isal edeceklerdi?” diyerek aynı hususu belirtmiştir.
Îmam Rabbânî yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah ile mahlûkâtı arasındaki münasebeti izah ederken vahdet-i vücûd ehlinin görüşlerinden farklı bir ifâde kullanmamakla beraber, daha temkinli ve daha açık bir yol takip etmiştir.
O'na göre Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen «ihata ve kurbiyyet» ilmidir. Yani Cenâb-ı Hakk kâinatı ilmiyle ihata ettiği gibi, insanların şah damarından da ilmiyle daha yakındır. Bu izahı müfessirlerin görüşlerine uygun bir tarzdadır.
îmam Rabbânî esma ve sıfat için durumun başka olduğunu, Cenâb-ı Hakk ile âlem arasında esmâî münasebet bulunduğunu ileri sürer. O'na göre, Allah Taâlâ'nın ilmi olduğu gibi, mümkünde de o ilmin sureti mevcuttur. Kudretin v.s. nin de bu makamda sureti yardır.
Îmam Rabbânî'ye göre Allah Taâlâ'nın zâtı bunlardan ayrıdır. Mümkünün bu zâttan nasibi yoktur. Mümkünün zâtıyla kâim olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Zira mümkün Allah Taâlâ'nm isim ve sıfatlarının suretleri üzere mahlûktur.
Rabbânî'ye göre isim ve sıfatlar Allah Taâlâ'nın mahalli ve mezahiridir. Şayet mümkün olan varlıklarda hayat varsa, o hayat da Hakk'ın mir'atı (aynası) dır. îlim, kudret... v.s. de Allah'ın kudretinin mir'atıdır. Allah Taâlâ'nın zâtının âlemde bir mazhar ve mir'atı yoktur. Çünkü Allah Taâlâ'nm zâtının âlemle hiçbir münasebeti yoktur.
İmam Rabbânî, sûfiyye, alim ve filozofların bu husustaki görüşlerini de şöyle anlatıyor:
“... Sofiyye her ne kadar âlemi hâriçte ma'dum (yok) kabul ederse de, yine onun vehmî bir vücut olduğuna inanırlar. Haricî olan vehmi (gerçekte olmayan, fakat olduğu sanılan) kesreti inkâr etmezler. Bütün bunlara rağmen bu vehmî vücudun hariçte görüldüğünü, vehmin kalkmasıyla kalkıp, sebat ve istikrarı olmayan vehmî varlıklardan olmadığını, belki vehmî bir vücut ve hayâlı bir görüş olduğunu söylerler.
Zira bu vehmî vücut Allah Taâlâ’nın kudretiyle mevcuttur. Zevalden (yok olmak) ve bozulmaktan korunmuştur.”(1)
İmam Rabbânî'nin feylesofların “panteizm” hakkındaki görüşlerini de şu tarzda özetliyebiliriz :
“Panteist feylesoflar da âlemi vehim ve hayalden ibaret Kabul ederler. Eşyanın kalkmasını, vehim ve hayalin kalkmasıyla zannederler. Onlara göre eşyanın vücudu, insanların inançlarına bağlıdır. Onlar Allah Taâlâ'nın icadını inkâr eder ve eşyayı Allah'a delil kabul etmezler.
Âlimler ise eşyayı hariçte mevcut kabul edip, onun vücudunu Hakk'ın vücudu katında zayıf tasavvur ederler ve Allah'ın vücûduna nisbetle mümkün olan vücûdu yok bilirler. “ (2)
İmam Rabbânî sofiyyenin eşyayı, Hakk'ın zuhuratı bildiğini, isim ve sıfatların Allah Taâlâ'nm tenezzülü zannettiklerini söyledikten sonra bu fikirde olmadığını beyan edip, görüşünü şöyle açıklıyor:
“... Meselâ bir insanın gölgesine(bakarsanı), bu gölge insanla ittihad (birleşme) halindedir, onunla ayniyyet nisbetleri vardır, o insan tenezzül edip, gölge suretinde zahir olmuştur, demek doğru değildir. İnsan kendi asaleti üzeredir, ama gölge ondan vücûda gelmiştir, denebilir. îşte zaman zaman tasavvuf erbabı Allah Taâlâ'ya karşı duydukları aşırı sevgiden dolayı, Hakk'ın gölgesi mesabesinde olan mümkünatın varlığını, Allah Taâlâ'dan başka bir şey görmezler, (fena fi't - tevhîd) Bu hallerinde devam ettiği müddetçe “zilli Hakk'ın aynı” zannederler. Bu durum şöyle izah edilebilir. Gölge ma'dumdur, mevcut olan o gölgenin sahibidir.”
İmam Rabbânî bu misâli verdikten sonra, eşyanın da sofiyye katında Allah Taâlâ'nın isim ve sıfatlarının tecellî suretleri olduğunu, aynı olmadığını, “heme ost — herşey O'dur” cümlesinin “neme ez ost — her şey O'ndandır” olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürüyor.
Yine O'na göre şayet bir kimse eşyanın Hakk'ın aynı olduğunu kabul edip “heme ost” diye hükmederse ve eşyanın Allah Taâlâ ile müttehid olduğunu, tenzihi teşbih edip, vacibin mümkünde, sorumsuzun, sorumluda kaybolduğunu iddia ederse, hiç şüphe yok ki inkâr, ilhad, dalâlet ve zındıklığa düşer.
Îmam Rabbânî vahdet-i vücûd makamında ittihad, ayniyyet, tenezzül ve teşbihin olmadığını -ki yukarıda belirtmiştik- Hakk Teâlâ’nın zâtıyla ve sıfatlarıyla değişmediğini, sonradan olanlarla ilgisi bulunmadığını beyandan sonra; âlimlerin hulul ve ittihad endişesinden dolayı “eşya Hakk'ın zuhuratıdır” cümlesini kullanmaktan çekindiklerini hatırlatıyor.(3)
İmam Rabbânî keşfi hatanın da, ictihad hatası gibi mütalâa edildiğini, söyleyerek, keşfinde hatası olan bir velînin de bir sevap kazandığını belirtmiştir. O'na göre müctehidin mukallidleri, müctehid hükmünde olmasına rağmen, keşif sahibinin mukallidleri, yapılan keşfi hatayı taklitten sorumlu olurlar. Çünkü ilham ve keşif başkasına delil olamadığı halde, müctehidin sözleri başkaları için delil sayılmıştır.(4)
İmam Rabbânî şeriat ve tarikatı bir kabul eder. O'na göre aralarında kıl ucu kadar bir ayrılık yoktur. Aralarındaki farkın sadece: İcmal, tafsil, istidlal ve keşiften ibaret olduğunu, şeriata muhalif olan her şeyin merdud olduğunu söyler.

Vücud ve Şuhûdî Tevhîd :
İmam Rabbânî tevhidi; vücûdî ve şuhûdî olmak üzere iki kısma ayırır. O'na göre şuhûdî tevhîd bir görmek (salik'in şuhûdu anında birden başka görmemesi), vücûdî tevhid ise tek mevcut bilmek ve o vücûdun dışındakileri yok kabul etmektir.
Vücûdî tevhid sahibi, Hakk'ın zâtından başka mevcut bilmez, isim ve sıfatları ilmî bir itibar zanneder. Onlara göre mümkünün hakikatlarına vücut kokusu ulaşmamıştır, “ve'l - a'yânu mâ şemmet râyihate'l-vücûdi” derler.
Îmam Rabbâni’ye göre fena ancak şuhûdî tevhid ile gerçekleşir. Sâlik ayne'l-yakîn anında sadece biri görür-ki bu tarîkin zaruretindendir- Bu makamda, bir olanı müşahede, o anda mâsivânın görünmesine imkân vermez. Vücûdî tevhid ise böyle değildir. Diğer bir ifâde ile zarurî değildir. Zira ilme'l-yakîn, ma'rifetsiz meydana gelir ve mâsivânın yokluğunu ifâdeyi gerektirmez.
Rabbânî bu görüşünü müşahhas bir misâlle şöyle anlatıyor:
“... Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temaşa eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda onda güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Bütün buna rağmen bu insan mutlaka, bilir ki, yıldızlar ma'dum değildir. Güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. İşte bu sırada bir kimse yıldızların varlığını inkar ederse hata etmiş olur.
O halde, böyle bir makamda bulunan sâlik, Allah Teâlâ’nın zâtından başkasını nefyediyorsa, bu hal, akla ve şeriata aykırıdır; fakat şuhûd makamında bir görmekte böyle bir tehlike yoktur. Güneş doğduktan sonra, yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.”
Rabbânî'ye göre Hallâc'ın, “ene'l–Hakk”, Ebû Yezîd Bistâmî'nin “Subhânî mâ a'zama şanı” v.s. cümleleri, şuhûdî tevhidin bir sonucudur. Buna benzer sözler söyleyen kimselerin nazarında mâsivâ görünmez.
“Sen çıkınca aradan, kalır seni yaradan”
“Ene'l–Hakk”, “Hakk'dır, ben değilim” anlamına gelmektedir. Aksi takdirde küfür olurdu. “Sübhânî v.s.” dahi Hakk'ı tenzihtir.

**************************************************************************************************
1-Rabbânî, A.g.e. c II, s. 50.
2-a.g.e., s. 50-
3-a. g .e., s. 50.
4- a.g.e., 47.

(Tasavvuf ve Tarikatlar Dr. Selçuk Eraydın, s. 155-159)
 

Abdullah Cafer

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2010
Mesajlar
41
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Allahccü cisme benzeten kafir olur,dası fazla...
VAHDET-İ VUCUDUN HAKİKİ ANLAYIŞINI SENİN KAFAN ALMAZ...
MUHİDDİN-İ ARABİ HAZRETLERİ ANLAYAMAMIŞ,İMAM-I RABBANİ HAZRETLERİ ANLAYAMAMIŞTA NE İDÜĞÜ BELİRSİZ DALALET YOLCULARIMI ANLAMIŞ...
HAKİKATTE VAR OLAN SADECE ALLAHDIR..
BÜTÜN KAİNAT ALLAHCCÜN KÜN-OL DEMESİYLE YARATILMIŞTIR...
HAKİKİ MAHİYETİYLE NE SEN VARSIN ,NE BEN...
HAKİKİ VÜCUD VE VARLIK ALLAHCCE MAHSUSTUR...
VAHDET-İ VUCUDU ÇIĞIRINDAN ÇIKARAN SAPIKLARDA VE BU ANLAYIŞIN HAKİKATİNE KARŞI ÇIKAN AHMAKLAR DA İMAN EKSİKLİĞİNE VE KAFADAN YANA KIT OLMALARINA YANSINLAR...
NOKTA...

Allah'ı cisime benzeten kafir olur ama bütün cisimlere Allah diyen kafir olmaz öyle mi? Bu tezat değil de nedir?

Peki bana söyler misin; kainatta Allah'tan başka bir şey yoksa o halde hata yapan neye göre hata yapmaktadır? Veya Allah'tan başka bir şey vardır diyen kimdir?

.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt