_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
Nisa-60 Devamı...
Nisa-60 Devamı...
Rivâyetlere göre Ensâr’dan Müslüman görünen bir münâfıkla bir yahudi arasında bir anlaşmazlık, bir niza söz konusu olur. Medine İslâm toplumunda biliyorsunuz hem yahudiler, hem Müslümanlar, hem de Müslüman görünümünde münâfıklar vardır. Ama bu üçüncü gruptakiler, yâni münâfıklar Müslüman statüsündedirler. İslâm’ın ve Müslümanların güçlü oldukları toplumlarda kâfir oldukları halde etrafları Müslümanlarca kuşatıldığı için menfaatleri gereği kâfirliklerini gizleyip Müslüman görünen kimseler her zaman var olagelmiştir. Bunlar iç dünyalarında kâfir olsalar bile dış dünyalarında Müslüman görünüyorlardı.
İşte bunlardan birisinin bir yahudi’yle problemi vardı. Yahudi dedi ki; gel aramızdaki problemi halledebilmek için Muhammed (a.s) a gidelim, onun hakemliğine başvuralım, onun hükmünü kabullenelim. Müslüman görünen o münâfık da; hayır Kab Bin Eşref’e gidelim diyordu. Kab Bin Eşref’e muhakeme olalım, onun hükmüne müracaat edelim, onun mahkemesine müracaat edelim diyordu. İşte burada Kur’an’ın tâğut dediği, sebebi nüzûle göre Kab Bin Eşreftir. Ama genel mânâsıyla Allah ve Resûlü bir tarafta dururken, Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat etmeyerek, Allah ve Resûlünün dışında problemlerin çözümü için gidilen, çözüm için hükmüne baş vurulan her türlü varlık, her türlü müesseseye Allah tâğut ismini veriyor.
Bakın yahudi diyor ki gel bizim aramızdaki ihtilafı Muhammed (a.s) çözsün. Muhammed (a.s) in hükmüne başvuralım. O ne derse kabul edelim. Zira yahudi kesin biliyor ki kendisi haklıdır ve kesin biliyor ki Muhammed (a.s) peygamber olarak âdil bir hüküm verecektir. Hem peygambere hem de kendisine güvenmektedir. Ama berikisi güya Müslüman, peygamberin hükmüne müracaat etmiyor da yahudilerin reisi olan Kab’a gitmek, onun mahkemesine müracaat etmek istiyor. Adâleti orada görüyor.
Nihâyet Rasulullah Efendimize geliyorlar, Allah’ın Resûlü de dinledikten sonra hükmünü veriyor ve bu konuda yahudi haklıdır, Müslüman da haksızdır diyor. Allah’ın Resûlü hükmünü adâletle veriyor. Yâni o kişiyi yahudi olduğu için haksız çıkarmamıştır Allah’ın Resûlü, bizzat adâlet gereği bu hükmünü vermiştir. Yâni isterse o yahudi’nin karşısında Hz. Ebu Bekir olsun, isterse Hz. Ömer olsun, isterse kızı Fatıma bile olsa Allah’ın Resûlünden adâletin dışında bir hüküm çıkmayacaktır.
Tarih şahittir ki, dost düşman tüm dünya şahittir ki Rasulullah Efendimizden ve onun pırlanta halifelerinden zerre kadar bile bir adâletsizlik, bir haksızlık sadır olmamıştır. Zerre kadar bir kayırma söz konusu olmamıştır. Dünya tarihinde dillere destan bir uygulamadır bu. Yeryüzünde hiçbir melikin, hiçbir devlet başkanının, hiçbir toplumun gerçekleştiremediği bu adâleti Rasulullah ve onun kutlu halifeleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudi’si gelmiştir onların mahkemelerine, hıristiyanı gelmiştir, Mecusi’si gelmiştir, dinlisi gelmiştir, dinsizi gelmiştir, bir Müslümanla muhakeme olmuştur ve haklı olan yahudi’yse hakkı ona verilmiştir, hıristiyansa ona verilmiştir, kâfirse hakkı ona verilmiştir. Müslümanlığından dolayı hiçbir Müslüman haksız olduğu halde onlara tercih edilmemiştir. Bu konuda hiç kimsenin diyebileceği bir şey yoktur.
Ama eğer şu anda yeryüzünde Müslümanlar beş kuruşluk bir menfaati için değil yahudi ve hıristiyan, babasına bile hayır etmiyorsa, bu İslâm’ın değil tefessüh etmiş, Müslümanlıklarının farkında olmadan bir hayat yaşayan dünya Müslümanlarının problemidir. Bu konuda yine İslâm’ı suçlamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Allah’ın Resûlü adâletle hükmünü veriyor ve yahudi’yi haklı, Müslümanı da haksız çıkarıyor. Aslında iş bitmiştir. Ama Rasulullah’ın bu hükmüne kalbi yatışmayan, içinde bir daralma duyan o münâfık ısrarla bir de Ömer’e gidip ona soralım der ve Ömer’e giderler. Duruma muttali olan Hz. Ömer Efendimiz de Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmayan bir kimsenin cezası işte budur diyerek o münafığı öldürür. Allah için bir düşünelim, şu anda Allah ve Resûlünün hükmüne değil de hep başkalarının hükmüne müracaat eden, hep başka yerlerde çözüm arayan, başkalarının mahkemelerinden adâlet bekleyen Müslümanların itikadî durumları nedir? Ömer hayatta olmuş olsaydı bu Müslümanlardan kaç kişi hayatta kalırdı? Halbuki:
Halbuki tâğutu küfretmekle emrolunmuşlardı. Hayatlarına tâğutlar karışmamalıydı. Hayatlarına sadece Allah karışmalıydı. Hayatlarını sadece Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti düzenlemeliydi. Allah ve Resûlünden başkalarını dinlememelilerdi. Arlarında vuku bulan ihtilaflarında sadece Allah ve Resûlüne başvurmalılardı. Allah ve Resûlünün hükmüne başvurmaları gerekiyordu. Tâğutların mahkemelerine gitmemeleri, oradan adâlet beklememeleri gerekiyordu. Ama:
Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmeyi murad ediyor. “Dalalen baiyda”. Şeytan onları çok boyutlu saptırmayı diliyor. Şeytan çok boyutlu saptırıyor insanları. Kazanma boyutunda saptıramazsa harcama boyutunda saptırıyor, evlenirken saptıramamışsa geçinirken saptırır, koca olarak saptıramamışsa baba olarak saptırır, iman boyutunda saptıramamışsa amel boyutunda saptırır, itikat boyutunda saptırama-mışsa uygulama boyutunda saptırır, gece saptıramamışsa gündüz saptırır. Biraz öyle değil miyiz? Kitapsız olmaz, Kur’an’sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız kadar yücetlemedik mi? Allah için kendimizi bir tartalım, bir yargılayalım. Babamızı mı daha yakın tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Hocamızı mı daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Efendimizin, şeyhimizin, üstadımızın, arkadaşımızın, sünnetini mi daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberin sünnetini mi? Evimizi mi daha iyi tanıyoruz yoksa kitabımızı mı? Şeytanın farklı boyutlarda saptırdıklarından mıyız, değil miyiz? iyi düşünelim inşallah. Bakın şeytanın saptırdığı insanlar ne yaparlar? Nasıl davranırlarmış?
Nisa-60 Devamı...
Rivâyetlere göre Ensâr’dan Müslüman görünen bir münâfıkla bir yahudi arasında bir anlaşmazlık, bir niza söz konusu olur. Medine İslâm toplumunda biliyorsunuz hem yahudiler, hem Müslümanlar, hem de Müslüman görünümünde münâfıklar vardır. Ama bu üçüncü gruptakiler, yâni münâfıklar Müslüman statüsündedirler. İslâm’ın ve Müslümanların güçlü oldukları toplumlarda kâfir oldukları halde etrafları Müslümanlarca kuşatıldığı için menfaatleri gereği kâfirliklerini gizleyip Müslüman görünen kimseler her zaman var olagelmiştir. Bunlar iç dünyalarında kâfir olsalar bile dış dünyalarında Müslüman görünüyorlardı.
İşte bunlardan birisinin bir yahudi’yle problemi vardı. Yahudi dedi ki; gel aramızdaki problemi halledebilmek için Muhammed (a.s) a gidelim, onun hakemliğine başvuralım, onun hükmünü kabullenelim. Müslüman görünen o münâfık da; hayır Kab Bin Eşref’e gidelim diyordu. Kab Bin Eşref’e muhakeme olalım, onun hükmüne müracaat edelim, onun mahkemesine müracaat edelim diyordu. İşte burada Kur’an’ın tâğut dediği, sebebi nüzûle göre Kab Bin Eşreftir. Ama genel mânâsıyla Allah ve Resûlü bir tarafta dururken, Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat etmeyerek, Allah ve Resûlünün dışında problemlerin çözümü için gidilen, çözüm için hükmüne baş vurulan her türlü varlık, her türlü müesseseye Allah tâğut ismini veriyor.
Bakın yahudi diyor ki gel bizim aramızdaki ihtilafı Muhammed (a.s) çözsün. Muhammed (a.s) in hükmüne başvuralım. O ne derse kabul edelim. Zira yahudi kesin biliyor ki kendisi haklıdır ve kesin biliyor ki Muhammed (a.s) peygamber olarak âdil bir hüküm verecektir. Hem peygambere hem de kendisine güvenmektedir. Ama berikisi güya Müslüman, peygamberin hükmüne müracaat etmiyor da yahudilerin reisi olan Kab’a gitmek, onun mahkemesine müracaat etmek istiyor. Adâleti orada görüyor.
Nihâyet Rasulullah Efendimize geliyorlar, Allah’ın Resûlü de dinledikten sonra hükmünü veriyor ve bu konuda yahudi haklıdır, Müslüman da haksızdır diyor. Allah’ın Resûlü hükmünü adâletle veriyor. Yâni o kişiyi yahudi olduğu için haksız çıkarmamıştır Allah’ın Resûlü, bizzat adâlet gereği bu hükmünü vermiştir. Yâni isterse o yahudi’nin karşısında Hz. Ebu Bekir olsun, isterse Hz. Ömer olsun, isterse kızı Fatıma bile olsa Allah’ın Resûlünden adâletin dışında bir hüküm çıkmayacaktır.
Tarih şahittir ki, dost düşman tüm dünya şahittir ki Rasulullah Efendimizden ve onun pırlanta halifelerinden zerre kadar bile bir adâletsizlik, bir haksızlık sadır olmamıştır. Zerre kadar bir kayırma söz konusu olmamıştır. Dünya tarihinde dillere destan bir uygulamadır bu. Yeryüzünde hiçbir melikin, hiçbir devlet başkanının, hiçbir toplumun gerçekleştiremediği bu adâleti Rasulullah ve onun kutlu halifeleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudi’si gelmiştir onların mahkemelerine, hıristiyanı gelmiştir, Mecusi’si gelmiştir, dinlisi gelmiştir, dinsizi gelmiştir, bir Müslümanla muhakeme olmuştur ve haklı olan yahudi’yse hakkı ona verilmiştir, hıristiyansa ona verilmiştir, kâfirse hakkı ona verilmiştir. Müslümanlığından dolayı hiçbir Müslüman haksız olduğu halde onlara tercih edilmemiştir. Bu konuda hiç kimsenin diyebileceği bir şey yoktur.
Ama eğer şu anda yeryüzünde Müslümanlar beş kuruşluk bir menfaati için değil yahudi ve hıristiyan, babasına bile hayır etmiyorsa, bu İslâm’ın değil tefessüh etmiş, Müslümanlıklarının farkında olmadan bir hayat yaşayan dünya Müslümanlarının problemidir. Bu konuda yine İslâm’ı suçlamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Allah’ın Resûlü adâletle hükmünü veriyor ve yahudi’yi haklı, Müslümanı da haksız çıkarıyor. Aslında iş bitmiştir. Ama Rasulullah’ın bu hükmüne kalbi yatışmayan, içinde bir daralma duyan o münâfık ısrarla bir de Ömer’e gidip ona soralım der ve Ömer’e giderler. Duruma muttali olan Hz. Ömer Efendimiz de Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmayan bir kimsenin cezası işte budur diyerek o münafığı öldürür. Allah için bir düşünelim, şu anda Allah ve Resûlünün hükmüne değil de hep başkalarının hükmüne müracaat eden, hep başka yerlerde çözüm arayan, başkalarının mahkemelerinden adâlet bekleyen Müslümanların itikadî durumları nedir? Ömer hayatta olmuş olsaydı bu Müslümanlardan kaç kişi hayatta kalırdı? Halbuki:
Halbuki tâğutu küfretmekle emrolunmuşlardı. Hayatlarına tâğutlar karışmamalıydı. Hayatlarına sadece Allah karışmalıydı. Hayatlarını sadece Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti düzenlemeliydi. Allah ve Resûlünden başkalarını dinlememelilerdi. Arlarında vuku bulan ihtilaflarında sadece Allah ve Resûlüne başvurmalılardı. Allah ve Resûlünün hükmüne başvurmaları gerekiyordu. Tâğutların mahkemelerine gitmemeleri, oradan adâlet beklememeleri gerekiyordu. Ama:
Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmeyi murad ediyor. “Dalalen baiyda”. Şeytan onları çok boyutlu saptırmayı diliyor. Şeytan çok boyutlu saptırıyor insanları. Kazanma boyutunda saptıramazsa harcama boyutunda saptırıyor, evlenirken saptıramamışsa geçinirken saptırır, koca olarak saptıramamışsa baba olarak saptırır, iman boyutunda saptıramamışsa amel boyutunda saptırır, itikat boyutunda saptırama-mışsa uygulama boyutunda saptırır, gece saptıramamışsa gündüz saptırır. Biraz öyle değil miyiz? Kitapsız olmaz, Kur’an’sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız kadar yücetlemedik mi? Allah için kendimizi bir tartalım, bir yargılayalım. Babamızı mı daha yakın tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Hocamızı mı daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Efendimizin, şeyhimizin, üstadımızın, arkadaşımızın, sünnetini mi daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberin sünnetini mi? Evimizi mi daha iyi tanıyoruz yoksa kitabımızı mı? Şeytanın farklı boyutlarda saptırdıklarından mıyız, değil miyiz? iyi düşünelim inşallah. Bakın şeytanın saptırdığı insanlar ne yaparlar? Nasıl davranırlarmış?