Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tefsir dersleri (2 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Nas-6

Nas-6

“Gerek cinlerden, gerekse insanlardan (olan her hannâs’tan Allah’a sığınırım de).”

Demek ki vesvese sadece şeytandan gelmiyor, bu misyonu üstlenen sadece şeytan değildir; bir de iki ayaklı şeytanlardan söz ediyor Rabbimiz. Bu ve bunun gibi âyetlerden anlıyoruz ki şeytan sade-ce cinlerden değil, insanlardan da olabilmektedir. Şeytanlık neydi? Allah’a kafa tutmak, Allah’a karşı gelmek, secde etmemek, Allah’a kulluktan çıkmak ve secdesizliğine diğer varlıkları da çağırmak. Adem’i ve onun çocukları olan insanları Allah’a kulluktan koparmak ve kendisinin gideceği ebedî azap mahalline onları da beraberinde götürmek.
İşte şeytan budur, şeytanlık da budur. Allah kullarının dinlerini ve yollarını karıştırarak, dini karma karışık bir hale getirerek Allah kullarının yolunu şaşırtmak. İnsanlara küfrü, şirki, isyanı, itaatsizliği, secdesizliği empoze etmek. İşte yeryüzünde şeytanın bu görevini üstlenen, şeytan fonksiyonu, şeytan rolü oynayan bir kısım iki ayaklı insanlar da şeytandır. Bunlar da insanların şeytanlarıdırlar. Bunların ataları İblis değildir, bunların babaları Adem’dir ama bunlar insanlıktan çıkıp İblisin çocukları, İblisin kulları ve aveneleri olmuşlardır.
Şeytanların lideri ve reisi olan İblis, Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki cinlerdendir. Evet o cinlerdendir ama onun emrine giren, onun direktifleriyle çalışan, yeryüzünde onun rolünü ve misyonunu üstlenen, Allah kullarının din eğitimlerini yasaklayan, insanların dinleriyle tanışmalarını engelleyen, dinin önüne barikatlar koyan, dindarlara zulmeden, böylece insanların dine girmelerini engelleyen, dini karıştırmaya çalışan, Allah kullarını Allah’a kulluktan ve secdeden uzaklaştırmak için çırpınan iki ayaklı şeytanlar da vardır. Bu iki ayaklı insan şeytanlarının yeryüzünde bütün dertleri, peygamberleri ve mü'-minleri Allah’tan uzaklaştırmak, Allah’ın kitabından uzaklaştırmak, Allah’a kulluktan çıkarmak ve sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktır.
Gerek cin şeytanları ve gerekse bunların rollerini üstlenen iki ayaklı insan şeytanları Allah’ın kullarını Allah’a kulluktan koparabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. İnsanların önlerine farklı dinler ve yollar çıkarırlar. Daha önce de ifade ettiğim gibi din budur diye insanların önüne resmî dinler çıkarırlar. İnsanların önüne farklı İlâhlar çıkarırlar. Allah’ı farklı tanıtırlar. Hayata karışmayan, insanlara kulluk programı göndermeyen, vahiy göndermeyen, insanları keyifleriyle baş başa bırakan, onlardan hiçbir sorumluluk istemeyen, yeryüzü tanrılarına ses çıkarmayan, egemenlik haklarını onlara devreden uyuşuk bir Allah tanıtırlar. İnsanların karşısına farklı kulluk anlayışları çıkarırlar. Farklı secde makamları çıkarırlar.
Çünkü cin ve insan şeytanları kesinlikle bilirler ki insanlar mutlaka secde edeceklerdir. İnsanlar yaratılış gereği birilerine kulluk yapmaya, birilerine secde etmeye müsait yaratılmışlardır. Tapacaktır onlar bir şeylere. Bunu çok iyi bilen şeytanlar insanların önüne secde edecek mekanizmalar çıkarırlar. Futbolculara, sanatçılara, yıldızlara, artistlere, siyasîlere, güneşlere, büyüklere, büyük bilinenlere, tâğut-lara, tâğutların yasalarına, mallara, makamlara secde ettirirler. Onların tüm dertleri insanlar Allah’a secde etmesinler de kime ve neye secde ederlerse etsinler fark etmez. İnsanların önüne öyle programlar çıkarırlar ki bu programlar içinde insanların Allah’a gitmeleri kesinlikle mümkün değildir. Cin ve insan şeytanlarının düzenledikleri hayat programı insanların Allah’a gitmelerini baştan bitirmektedir.
Gerek iki ayaklı insan şeytanlarının gerekse onların akıl hocaları olan İblis’in şerrinden Allah’a sığınacağız. Hiçbir zaman bunlardan da korkmayacağız. Biz bunlardan Allah’a, Allah’ın yasalarına, Allah’ın gösterdiği hayata, Allah’ın istediği kulluğa sığındığımız, Allah yolunda olduğumuz sürece bunların bize karşı yapabilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Bakın Rabbimiz Nisâ sûresinde bunların zerre kadar bir güçlerinin olmadığını, hilelerinin ve tuzaklarının çok basit olduğunu anlatıyor.
“Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi pek zayıftır.”
(Nisâ 76)
Evet şeytanın hilesi çok zayıftır diyor Rabbimiz. Şeytan bizzat kendisi de itiraf ediyor bunu:
“İblis: “Senin kudretine andolsun ki, onlardan, sana içten bağlı ihlaslı kulların müstesna, hepsini azdıracağım” dedi.”
(Sâd 82,83)
Hayatını Allah için yaşamaya çalışan, Allah’a sığınan, Allah’ın koruması altına giren, Allah’ın dinine sımsıkı sarılan ve Allah’ın yasalarına sımsıkı bağlı olan ihlaslı müminlere şeytan ve dostlarının yapabilecekleri hiç bir şey yoktur.
Öyleyse sürekli istiâzeye devam edeceğiz, sürekli şeytanlardan Allah’a sığınmaya devam edeceğiz. Ama bunu sadece dille değil bizzat hayatımızla da ortaya koyacağız. Rabbimizin bu sûreleriyle bize yol gösterdiği gibi Felâk, Nas ve Âyet el-Kürsi'ye devam edeceğiz. Okuduk bitti değil. Zira namazda başında okuduğumuz halde yine geliyor. O halde okumaya devam edeceğiz. Bakara’ya devam edeceğiz. Bakara’nın sonundaki iki âyeti sürekli okuyacak ve hatırımızda canlı tutacağız. Allah’ın zikrini çoğaltacağız. Abdest ve namaza devam edeceğiz. Günahlardan uzak duracak ve şeytanlara kapı açmayacağız inşallah. Allah yardımcımız olsun.
Rabbimizin hayatımızı düzenlemek adına bizlere gönderdiği Nas süresinide bitirdik Elhamdulillah.
Sübhanekallahümme ve bihamdik, eşhedü en la ilahe illa ente, estağfiruke ve etûbü ileyk. Ve âhiru da’vana enilhamdü lillahi Rabbi’l âlemin.
 

iclal

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Tem 2006
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Allah sizin gibi islam emekçilerini başımızdan eksik etmesin emeğinize sağlık allah razı olsun
 

islaminGüLü

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Ara 2008
Mesajlar
30
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Selamun aleyküm

Cübbeli Ahmet Hocamızın 38 Adet Sohbetten Oluşan Müthiş Tefsir sohbeti sitemize eklenmiştir.
Hocamız bu tefsir derslerinin Herkese duyurulmasını ALLAH rızası için istemektedir.

Biz elimizden geldiğince inşaALLAH aracı olmaya çalışıyoruz. Sizde dinleyin dinletin.

BURADAN TEFSİR DERSLERİNE ulaşabilirsiniz.

Bizde dualarınıza talibiz inşaALLAH.
 

hanife deniz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Tem 2007
Mesajlar
4,279
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
58
Konum
Bursa
Selamun Aleykum Yusuf Kardeşim,
Allah Razı olsun ecrini kat kat versin,derslerin devamı olacak mı Allahın izni ile
Selam ve Dua ile
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Selamun Aleykum Yusuf Kardeşim,
Allah Razı olsun ecrini kat kat versin,derslerin devamı olacak mı Allahın izni ile
Selam ve Dua ile

Aleykümselam Kardeşim
Pek vakit bulup konuları devam ettiremiyorum.
İnşaAllah zamanımız bollaştığı dönmlerde devam etmeye gayret edeceğiz
Mevla cümlemizden razı olsun
Selam ve dua ile
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
tefsır olarak bende eklemek ısterım ama eger yanlışlık yaparsam sılerım ıstersenız
nerden hangı konudan baslıcamı bılmıyorum ama bır konu sectım ınsallah hatta yapmamısımdır...
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Yazar: Doç.Dr. Şadi Eren,
Fatiha sûresinin birçok ismi vardır. Mesela:

Ümmü’l- Kur’an: Çünkü Fatiha Kur’anın başında yer alır, bu açıdan bu sûre Kur’anın aslı ve kaynağıdır. Bundan dolayı ona “Esas” da denilir.

Fatihaya “esas” denilmesi, Kur’anın temel maksatları olan Allaha sena, O’nun emri ve nehyi ile ibadet, vaad ve vaîdini içine alması yönüyle de değerlendirilebilir.

Keza Fatiha sûresi nazarî (teorik) hikmetleri, amelî (pratik) hükümleri ihtiva etmesi itibarı ile de bir “esas”tır. Bunları bilmek, doğru yolda gitmeyi, iyi insanların mertebelerine ve kötü insanların akibetlerine muttali olmayınetice verir. Bundan dolayı Fatiha sûresinin bir adı “Kenz”, bir başka adı “Kâfiye”, diğeri de “Vâfiye”dir. Yani bu sûre bir hazinedir, insanların ihtiyacı olan esaslara kâfi ve vâfidir.

Fatiha sûresi hamd, şükür ve dua sûresidir.

O, “Şafiye”dir, yani şifa verir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:

“O, her derde devadır.”

Fatiha sûresi “Seb’u’l-Mesanî”dir.[SUP]1[/SUP] Çünkü ittifakla, ayetlerinin sayısı yedidir. Ancak bazı âlimler baştaki besmeleyi de Fatihadan sayar, bu durumda

“En’amte aleyhim” müstakil ayet sayılmaz. Besmelenin Fatihaya dâhil olmadığını söyleyen âlimler ise, o kısmı da müstakil ayet kabul ederler.

Fatiha sûresi, namazın her rekâtında okunur, bu da ona “Sebu’l-mesanî” denilmesi sebeplerindendir.

Şayet rivayet doğruysa, Fatiha sûresi iki defa nazil olmuştur.

1-Biri, namaz farz kılındığında Mekkede,
2-Diğeri de kıble Ka’beye çevrildiğinde Medine’de.

Ancak “Andolsun ki, biz sana seb’ul- mesani’yi (tekrarlanan yediyi) verdik.” (Hicr, 87) ayeti sebebiyle Mekkî sûrelerden olduğu anlaşılmaktadır, yani en azından Mekkî olduğu nass ile sabittir.

1- ِبِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ Rahmân - Rahîm olan Allah’ın adıyla.”

Besmele, Fatihaya dâhildir. Her sûrenin başında yer alan besmele de, o sûreden sayılır.[SUP]2[/SUP] Mekke ve Kufenin kurra’ları ve fakihleri bu görüştedirler. İbnu Mübarek ve İmam Şafiî de meseleye böyle bakar. Medine, Basra ve Şam’ın kura ve fakihleri, İmam Malik ve İmam Evzaî de böyle kabul eder.

Ebu Hanife’den bu konuda bir beyan yoktur. Bundan hareketle Besmelenin sûreye dâhil edilmediği görüşünde olduğu zannedilmiştir.

Muhammed İbnu Hasan’a bu konuda sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:

“Mushaf’ın iki kapağı arasında yer alanların hepsi kelâmullahtır.”

Bu görüşü destekleyen çok hadisler vardır. Bunlardan biri Hz. Ebu Hureyreden gelen şu rivayettir:

“Hz. Peygamber (asm) Fatiha sûresini okudu. Okurken besmeleyi de söyledi.”

Her sûre başındaki Besmelenin o sûreye dâhil bir ayet olduğu kabul edildiğinde, besmelenin tek başına ayet olması veya sonrasındaki ayetle beraber sayılması konusunda da ihtilaf söz konusudur. Ama, her hâl ü kârda mushafın içinde yer alanların tamamının Allahın kelâmı olduğunda icma’ vardır.

Fatihadan sonra söylenen (Âmin) ifadesi Fatiha’ya dâhil olmadığından, ümmet bu lafzı Kur’ana yazmamaktadır. Kur’andan olmayanı Kur’ana yazmamakta bu hassasiyeti gösteren ümmetin, Besmeleyi ittifakla sûre başlarına yazması, onun Kur’andan olduğunu göstermektedir.

Allahın adıyla” derken mukadder bir cümle vardır: Yani, “Allahın adıyla okurum” demektir. Çünkü, besmeleden sonra gelen kısım, okunmaktadır.

Keza, her hangi bir işi yapan kimse besmele çektiğinde “Allahın adıyla şu işime başlarım” demiş olur.[SUP]3[/SUP]

Kural olarak, önem verilen şey önce söylenir. Bu durumda Allah adının öne alınarak işe başlanması O’nun adıyla yapılan işin önemine dikkat çeker.

Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır.” (Hûd, 41) ve bu sûrede yer alan “Sadece Sana ibadet ederiz” denilmesinde de benzeri bir incelik vardır.[SUP]4[/SUP]
Bu şekilde Allah adının öne alınarak Besmele çekilmesi, Allahın şanını tazime daha münasiptir. Çünkü herhangi bir fiil Allahın adıyla başlanmadığında şer’an tamam sayılmaz ve bir kıymet ifade etmez Hz. Peygamber şöyle bildirir:

“Allah adıyla başlanmayan her iş, ebterdir.” Yani, sonu iyi gelmez, bir hayır getirmez.

Besmeledeki ِب (ba) harfinin musahabe için olduğu da ifade edilmiştir.[SUP]5[/SUP]

Besmele ile başlamak, “Allahın ismini teberrük olarak okumaya başlıyorum” manasını da ifade eder. Besmeleden, ta Fatiha sûresinin sonuna kadar, kulların dilleri ile Allahın adıyla nasıl teberrükte bulunulacağını, O’nun nimetlerine nasıl hamdedileceğini, O’nun lütfundan nasıl isteneceğini göstermektedir.

اسْمِ İsim kelimesi yükseklik ifade eden “sümüvv” kelimesinden gelir. Çünkü söylenen isim, ismin müsemmasını gösterir ve onun bir alâmeti olur.

Eğer isim ile lafız murat edilirse, bu isim müsemmanın gayrı olur. Çünkü birbirinden kopuk seslerden meydana gelir. Milletlere ve asırlara göre farklılık arzeder. Bazen müteaddid olur, bazen ise ittihad eder. Müsemma ise böyle değildir.

Ama isimden bir şeyin zâtı kastedilirse, isim ile müsemma aynı şey olur. Lakin bu manada kullanımı meşhur değildir.

Kur’andaki,
-“Celal ve ikram sahibi Rabbinin ismi yücedir.” (Rahmân, 78)
-“Rabb-i Âlâ’nın (Yüce Rabbinin) ismini tesbih et.” (Â’lâ 1) ayetlerinde geçen isimlerden, lafız murat edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakkın zât ve sıfatlarının noksanlardan tenzihi vacip olduğu gibi, zâtına delalet için ko nulan isimlerinin de çirkin hallerden ve edebe aykırı durumlardan tenzihi de vaciptir.

Ebu Hasen El-Eşarî’nin de katıldığı şekliyle, eğer isimden murat sıfat ise, Eş’ariye göre isim de sıfat gibi üçe ayrılır:

1-Bir kısım isim, müsemma ile aynıdır.
2-Bir kısmı, müsemmadan ayrıdır.
3-Bir kısmı da müsemmanın ne aynı, ne de gayrıdır.

“Allah ile…” demeyip “Allahın adıyla” denilmesi, teberrük ve yardım istemenin ancak Allahın adının zikriyle olmasındandır.

Veya bu yemin ile teyemmün arasındaki ayırım içindir.[SUP]6[/SUP]
“Bismillah” derken elifin yazılmayışı, çokça kullanılması sebebiyledir. Ona bedel olmak üzere, hat olarak ِب (ba) harfi biraz uzun yazılmaktadır.
َِّهللا Allah” lafza-i celâlinin aslı, ilahdır. Hemze hazfedilmiş ve ona bedel olarak elif-lâm gelmiştir. Bundan dolayı “Ya Allah” derken geçiş yapılmaz hemzeli okunur.
“Allah” lafza-i celâli, mabud-u bilhak olan Allah için kullanılır, “ilah” ise hak ve batıl bütün ilahlar için kullanılabilir. Ancak zamanla Allah için kullanılması galip olmuştur.
Allah lafza-i celâli, “e-le-he” kökünden gelir. Bu ise, ibadet, hayret, sükûnet, sığınmak gibi anlamlar taşır.
Evet, Allahu Teâlâ gerçek mabuddur. Akıllar O’nun marifetinde hayrette
kalır. Kalpler O’nun zikriyle mutmain olur. Ruhlar, O’nun marifetiyle sükûnet bulur. Dehşet içinde kalanlar O’na sığınırlar.
Allah” lafza-i celâlinin “lâhe” kökünden geldiğini söyleyenler de vardır.

Bu kelime, perdelenmeyi ifade eder. Allahu Teâlâ da gözlerin O’nu idrak etmesinden perdelidir.

“Allah” lafza-i celâli, bu tarzda müştak bir kelime olabileceği gibi, doğrudan doğruya Allahın zâtına mahsus bir alem, yani özel isim olması da mümkündür. Çünkü Allahın sıfatlarının kendisine dayandırılacağı bir isim lazımdır.[SUP]7[/SUP]

Eğer “Allah” lafza-i celâli bir vasıf olsaydı, başkaları da o vasıfta müşterek olabileceğinden “La ilahe illallah” dediğimizde tam bir tevhidi ifade etmezdi.
En zahir olarak görülen o ki, aslında “Allah” lafza-i celâli vasıftır. Lakin başkası için kullanılmayıp münhasıran Allah için kullanılması galip olunca, alem (özel isim) gibi olmuştur.

الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ Er-Rahmân – Er-Rahîm, r-h-m kökünden gelen iki isim olup, “ziyadesiyle rahmet eden” manasını ifade ederler.

Rahmet, lügatte rikkat-i kalp manasını taşır. Yani, birisine acıyıp ona ikram etmeyi anlatır. Rahim kelimesi de aynı kökten gelir. Rahimde olana şefkat gösterilmesi gibi, bu iki isim ilâhî rahmeti anlatır.

Allahın isimleri, bu isimlerin nihayeti olan fiilleri itibariyle düşünülmesi uygun olur, yoksa fiilden etkilenme (infial) tarzında başlangıç yönünden ele alınmaması lazımdır.

Rahmân ismi, Rahîmden daha ziyade bir rahmeti ifade eder. Çünkü, aynı kökten gelen iki kelimeden biri diğerinden daha fazla harfle gelirse, o özellikte daha ziyade oluşu gösterir. Bu ziyadelik ise, bazen kemiyet (sayıca çokluk) bazen da keyfiyet, yani kalite itibariyle olabilir.

Mesela “Ey dünyanın Rahmânı, ey ahiretin Rahimi” denilir. Çünkü Allahın rahmeti şu dünyada mü’min ve kâfire umumîdir. Ama ahirette ilâhî rahmet özellikle mü’minler hakkındadır.

Kemiyet ve keyfiyet yönünden baktığımızda ise, “Ey dünya ve ahiretin Rahmânı” “Ey dünyanın Rahîmî” ifadelerini ele alalım. Çünkü ahiret nimetlerinin tamamı büyük nimetlerdir. Dünyevî nimetlerde ise, hem büyük olanlar, hem de küçük olanlar vardır.
Normalde küçükten büyüğe doğru gitmek bir esas iken, önce büyük nimetlere
delâlet eden “Rahmân” isminin, sonra ise daha küçük nimetlere delalet eden “Rahîm” isminin gelmesine de şu açılardan bakılabilir:

Dünyadaki rahmet, ahiretteki rahmetten önce gelmektedir.

Rahmân ismi başkası için kullanılmadığından sanki alem (özel isim) gibi olmuştur, bundan dolayı Rahîm isminden önce gelmiştir. Çünkü Rahmân, “son derece merhamet sahibi Mün’im-i hakîkî” manasındadır. Bu ise Allahtan başkası için kullanılamaz. Çünkü Allahın dışında her şey lütufta bulunurken, nimet verirken ya büyük bir karşılık, ya bir medh ü sena bekler.

Ayrıca, Rahmân ismi büyük nimetlere delalet ettiği için, Rahîm ismi de bunlar dışındaki diğer nimetlere delalet eder, böylece Rahmân ismi için bir tetimme gibi olur, onun manasını tamamlar.

Rahmân ve Rahim isimlerinin besmelede yer alması arif insanın bütün işlerde kendisinden yardım istenilmeye layık olan Zâtın hem şimdiki, hem gelecekteki, hem büyük, hem de küçük bütün nimetlerin sahibinin gerçek mabud olduğunu bilmesi ve her şey ile O’na yönelmesi, O’nun tevfik ipine sımsıkı yapışması, kalbinin derinliklerini O’nun zikriyle meşgul edip başkasından uzaklaştırması içindir.

2- َالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”

Hamd, nimet veya nimetin gayrı güzel şeylere mukabil senada bulunmaktır. Medih ise, mutlak olarak güzele senada bulunmaktır. Mesela, “Zeyd’e ilim ve keremine mukabil hamdettim” dersin. Ama “Zeyde güzelliğinden dolayı hamdettim” demezsin, bunun yerine “güzelliğinden dolayı onu medhettim” dersin. Hamd ve medhin, birbiriyle kardeş olduğu da söylenir.

Şükür ise, nimete söz, amel veya itikatla mukabelede bulunmaktır. Şükür, bu cihetle hamd ve medihten daha genel, bir başka cihetle ise daha özeldir.

Hz. Peygamber şöyle der:
“Hamd, şükrün başıdır. O’na hamdetmeyen, O’na şükretmiş sayılmaz.”

Hamdin zıddı zem (kötülemek – ayıplamak), şükrün zıddı ise küfran, (nankörlüktür.)

Fatiha sûresinin başındaki hamd kelimesinin elif-lamlı “El-hamd” şeklinde gelmesi hamd cinsini ifade etmek içindir.

Veya istiğrak içindir, yani her türlü hamdi ifade etmek içindir. Çünkü her türlü hamd, ancak O’na mahsustur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Size gelen her nimet Allah’tandır.” (Nahl, 53)

Demek ki doğrudan veya dolaylı ne kadar hayır varsa, hepsi O’ndandır. Bunda, Cenab-ı Hakkın hayat, ilim, irade, kudret sahibi olduğunu hissettirmek vardır. Çünkü bunlara sahip olmayan birisi hamde layık olamaz.

Rab, asıl olarak “terbiye” anlamında masdardır. Terbiye ise bir şeyi tedricen, peyderpey kemâline ulaştırmaktır. Sonra bu kelime, “ziyadesiyle terbiye eden” anlamında Allah için kullanılmıştır. Allah için “Adil” yerine “Adl” denilmesi de bu tarzdadır. Adl, “son derece adalet sahibi” anlamına gelir.

“Rab” ismi mutlak olarak başkasına nispet edilmez. Ancak Yusuf sûresinde “Rabbine git” ifadesinde olduğu gibi kayıtlı olarak nispet edilmesi mümkündür. (Yusuf, 50)[SUP]8[/SUP]

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Âlem, “kendisiyle başkasının bilindiği şey” anlamında olup, Sani’in (yüce sanatkâr olan Allahın) kendisiyle bilindiği, ona alâmet olan şey anlamındadır.

Allahın dışındaki her şey, bütün cevher ve araz olanları içine alır. Bunların her biri olması ve olmaması caiz şeylerdir. Var olmalarında vücudu vacip (zorunlu) bir müessire muhtaçtırlar.

Âlem” kelimesinin çoğul gelmesi, âlem ünvanı altında yer alan çeşitli cinsleri içine alması içindir.

Âlem kelimesinin akıl sahipleri için kullanılan sığa ile çoğul yapılması, tağlip yoluyladır.
[SUP]9[/SUP]

Âlem kelimesinin melek, ins ve cinden ilim sahipleri için bir isim olduğu da söylenmiştir. Bu kelimenin bunlar dışındakiler için kullanılması, onlara tabi kılınmaları yoluyla yapılmıştır.

Bazı zâtlar da, âlemlerden muradın insanlar olduğunu söyler. Çünkü her bir insan müstakil bir âlemdir. Büyük âlem Allahı tanıttığı gibi, büyük âlemde olan cevherleri ve arazları müştemil olan insan da Allahı tanıttırır.

Bundan dolayı yüce Allah her ikisine tefekkürle bakmayı müsavî kılarak şöyle bildirdi:
Arzda yakîn sahipleri için nice ayetler vardır. Kendi nefislerinizde de. Hâlâ görmez misiniz?” (Zariyat, 21)

Âlemlerin Rabbi” ifadesinde, varlığı ve yokluğu eşit olan şu varlıkların (mümkinatın) yoktan yaratılmada bir yaratıcıya ihtiyaçları olduğu gibi, varlığı devam ettirmede de bir Rabbe muhtaç olduklarına delil vardır.

3- ِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ O, Rahmân – Rahim’dir.”

Besmelede bu iki isim geçmekle beraber burada da tekrar edilmesi, zikredeceğimiz
bir durumun illetini beyan etmek içindir.

4- ِ مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ O, din gününün mâlikidir.”

Ayetteki “Mâlik” ifadesi, hem “Mâlik” hem de “Melik” şeklinde okunmuştur. Asım, Kisaî ve Ya’kub kıraatinde “Mâlik” şeklinde okunur. “O gün, kimse kimseye fayda veremez. O gün emir yalnız Allah’ındır.” (İnfitar, 19) ayeti de bu kıraati te’yid etmektedir.

Diğer kıraat imamları ise “Melik” olarak okunmuşlardır, tercihe şayan olan da budur. Çünkü Mekke ve Medine (Haremeyn) kıratı de böyledir.

Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Vahid – Kahhar olan Allah’ındır.” (Mü’min, 16) ayeti de bu okuyuşu destekler. Ayrıca, “Melik” ifadesinde tazim (büyüklük ifade etmek) vardır.

Mâlik”, mülk kelimesinden gelir, “sahip olunan şeylerde tasarrufta bulunan” demektir. “Melik” ise, milk kelimesinden gelir,” emir verilenlerde emrederek ve yasaklayarak tasarrufta bulunan” anlamına gelir.
Din günü”, amellerin karşılığının verileceği gündür. “Ne yaparsan karşılığını görürsün” anlamına gelen deyimdeki “din” kelimesi de bu manayı teyit eder.

Ayetteki “din” ifadesinin “şerîat” “itaat” anlamına geldiği de nazara verilmiştir. Bu durumda “din günü” ifadesi “dinin karşılığının verildiği gün” anlamına gelir.

Din gününün mâliki” ifadesi, o günde emir verme yetkisinin sırf Allah’ta olmasını anlatır.
[SUP]10[/SUP]

Onun Rab olarak âlemleri icad etmesi, zâhir ve batında hem bu günlerinde hem de geleceklerinde onlara nimet vermesi, sevap ve ceza gününde onların işlerine mâlik olmasından dolayı bu vasıfların Allahu Teâlâ hakkında cari kılınması, gerçek anlamda hamde layık olanın O olduğuna, başkasının böyle bir hamde liyakati söz konusu olamayacağına delalet etmek içindir.

Çünkü hükmün sıfat üzerine terettüp ettirilmesi, onun illetini de hissettirir.

Ayrıca, mefhum-u muhalif ile de, bu sıfatlarla muttasıf olmayan birinin, değil ibadet edilmeye, hamdedilmeye bile layık olamayacağını hissettirmek içindir.

Böyle olunca, her bir vasıf, kendinden sonrakine bir delil gibi olur. Bu durumda birinci vasıf olan “Âlemlerin Rabbi”, hamdi icab edenin ne olduğunu beyan içindir. O da, âlemleri yoktan var etmesi ve terbiye ile onların vücutlarını devam ettirmesidir.

İkinci ve üçüncü vasıflar olan Rahmân ve Rahim isimleri, Allahın rahmetiyle lütufta bulunduğuna, o rahmetini tecellide tamamen hür olduğuna delâlet etmek içindir. Yani, bu ilâhî rahmetin O’nun zâtından dolayı vacip oluşu veya üzerine bir vazife oluşu söz konusu değildir.

Dördüncü vasıf olan “din gününün mâliki”, hamdin O’na tahsisini anlatır.
[SUP]11[/SUP]

Bu ifade, hamd edenlere bir vaadi, hamdden yüz çevirenlere de bir tehdidi tazammun eder.

5- ُ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Sadece Sana ibadet ederiz ve sadece Senden yardım dileriz.”

Allahu Teâlâ önce hamde layık olanı zikretti, O’nu başkalarından ayıran büyük sıfatlarla vasfetti. Allahu Teâlâ, bir derece belirli bir şekilde bilindi, ardından “ey böyle böyle olan Zât, ibadeti ve yardım dilemeyi Sana tahsis ederiz, yalnızca Sana ibadet eder, sadece Senden yardım dileriz” şeklinde hitap yolunu gösterdi.

Bu şekilde hitapta bürhan makamından ayan makamına bir yükseliş, gaybetten şuhuda bir intikal vardır. Sanki tasarruflarıyla ilmen bilinen Zât (yüce Allah) bu şekilde gözle görülür hâle gelmiş; aklen bilinen müşahede edilir olmuş; gıyabî olan göz önünde hâzır duruma yükselmiştir.

Kelâmın evvelinde “sadece sana ibadet ederiz…” kısmına gelinceye kadar, ârîf insanın zikir fikir ve Allahın isimlerinde teemmülde bulunması, O’nun nimetlerine nazar etmesi O’nun san’at harikalarıyla Sâniin azametine, saltanatının haşmetine istidlâlde bulunması vardır. Ama ardından doğrudan Allaha seslenmekte bu zikir, fikir ve teemmülün neticesi olarak O’nun vusul deryasına dalmak, müşahede ehlinden olmak, böylece ayanen O’nu görmek, şifahen O’na münacatta bulunmak söz konusudur.

Allahım, bizi Zâtına vasıl olanlardan kıl. Sadece eseri dinleyenlerden eyleme.(Amin)

Arabların belağatteki âdetlerinden biri de kelamda tefennün, yani çeşitlilik ve bir üslûbtan başka bir üslûba yönelmektir. Bunda muhatabı dinç ve dinamik tutmak vardır. Mesela, birisine hitap ederken ardından ondan gıyaben bahsedilir veya gıyaben bahsedilen birine birden hitap edilir. Veya burada denilenin tersi de yapılır. Mesela ayette şöyle geçer:
Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O’dur. Gemide bulunduğunuzda, hoş bir rüzgâr onları alıp götürerek tam keyiflendikleri bir sırada, gemiye şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalga gelmeye başlar” (Yunus, 22)
[SUP]12[/SUP]

Bir başka ayette ise şöyle anlatılır:
Ve Allah rüzgârları gönderdi de, derken rüzgârlar bir bulutu harekete geçirir. Derken biz onu (bulutu) ölü bir beldeye sevk ettik. Böylece onunla ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdik.” (Fatır, 9)
[SUP]13[/SUP]

İbadet, hudu’ ve tezellülün nihayet mertebesidir. Bundan dolayı Allaha boyun eğmek manasında kullanılır, başkaları için ibadet kelimesi kullanılmaz.
İstiane, yardım istemektir. İstenen bu yardım ya zaruridir, yani “olmazsa olmaz” türdendir veya zarurî değildir.

Zarurî olan yardım, o işi yapan kimsenin iktidarı, onu tasavvur etmesi, o işi yapmak için gerekli âlet ve iş yapacağı maddenin olması gibi gerekli şartlardır.
[SUP]14[/SUP] Bunların hepsi beraber olduğunda kişi bu işi yapabilmekle vasfedilir.

Ve fiille mükellef olması sahih olur. Zaruri olmayan yardım ise, fiili kolaylaştıran şeylerdir. Mesela, bir yere yürüyerek gidebilecek birine, binek verilmesi onun işini kolaylaştırır. Zarurî olmayan bu tür yardım, mükellef olmak için şart değildir.

Ayette istenilen yardım, yardımın her türlüsünü içine alır. “İbadetleri yerine getirmek için Allahtan yardım istemektir” şeklinde değerlendirenler de olmuştur.

Sadece Sana ibadet ederiz ve sadece Senden yardım isteriz” derken, burada geçen her iki çoğul zamir, Fatihayı okuyan kimse ve onunla beraber olan meleklerdir, keza cemaat namazında bulunan diğer kimseler de bu çoğul zamire dâhildirler. Hatta bütün tevhid ehli böyle demektedirler.

Namaz kılan kişi, ibadetini onların ibadetleri arasına dercederek ve ihtiyacını onların ihtiyaçları arasına katarak onların bereketi ile kendi ibadetinin de kabul edilmesini, duasına cevap verilmesini ümit etmektedir. Cemaatle namaz kılmanın emredilmesi de zaten bu noktadandır.

إِيَّاكَ نَعْبُدُ Sana ibadet ederiz, Senden yardım dileriz” demek yerine “sadece” denilmesi, Allahı tazim içindir, sırf O’na ibadet yapmaya ve yardımı sırf O’ndan istemeye ihtimama işaret eder. İbnu Abbas şöyle der:

“Bunun manası, “Allahım Sana ibadet ederiz, Senden başkasına tapmayız.” Önce ibadeti söylemek, talepte bulunmadan önce yapılması gerekeni gösterir.
[SUP]15[/SUP]

Burada, ibadet eden kimsenin evvelen ve bizzat nazarını Mabud’a çevirmesi gerektiğine bir tenbih vardır.

Mabuddan ise ibadete yönelmelidir. İbadete yönelmesi ise, kendisinden sadır olan bir ibadet olarak değil, kendisiyle Cenab-ı Hak arasında şerefli bir nisbet ve yüksek bir vuslat olması cihetiyle yapılmalıdır. Arif olan kişinin Allaha vasıl olması, ancak O yüceler yücesini mülahazada müsteğrak olmasıyla, O’nun dışında olanların ise, nazarında kaybolmasıyla gerçekleşir.
Öyle ki, kendini her bir hâlini sırf Allah için nazara almalı, O’na intisap açısından değerlendirmelidir. Bundan dolayıdır ki, Cenab-ı Hakkın Habibullah olan Hz. Peygamberle alakalı hikâye ettiği, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe 40) ifadesi, Kelimullah olan Hz. Musa’yla alakalı anlattığı “Rabbim şüphesiz benimledir.” (Şuara, 62) ifadesinden daha üstündür.

إِيَّاكَ İyyake” deki zamirin tekrarı, kendisinden yardım istenenin ancak Allah olduğunu, başkası olmadığını bildirmek içindir.

İbadetin yardımdan önce ifade edilmesi, hem ayet sonlarının uyumu açısındandır, hem de vesilenin ihtiyaçtan önce takdim edilmesinin, o ihtiyacın daha iyi ve süratli görülmesine yol açtığını bildirmek içindir.

Derim ki: Fatihayı okuyan kişi ibadeti kendi nefsine nisbet edince, bundan kendini beğenmek ve kendine güvenmek vehmi hatıra gelebilir. Bundan dolayı hemen peşinde “sadece senden yardım isteriz” ifadesi geldi, ta ki ibadetin de ancak Allahın yardımıyla ve tevfikiyle olduğu bilinsin. Ayetteki vav harfinin hâl ifade ettiğini söyleyenler de olmuştur. Yani, “Senden yardım isteyen kimseler olarak Sana ibadet ederiz.”

6-اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ Bizi sırat-ı müstakime hidayet et.”

Ayetin bu kısmı, istenen yardımı beyan eder. Sanki Allahu Teâlâ “Size nasıl yardım edeyim?” demiş, cevap olarak da “Allahım, bize hidayet et” denilmiştir.

Hidayet, lütuf ile yol göstermektir. Bundan dolayı hep hayırda kullanılır.

Ama zalimler hakkında, “Sonra da hidayet edin (sevk edin) onları cehennem sıratına.” (Saffat, 23) ayetinde geçen hidayet kelimesi, tehekküm üslûbu ile gelmiştir.
[SUP]16[/SUP]

Allahın hidayeti, sayısız şekillerde kendini gösterir. “O, istediğiniz her şeyden size verdi. Eğer Allah’ın nîmetini sayacak olsanız, sayıp bitiremezsiniz.” (İbrahim, 34) Lakin, başlıca birbirine terettüp eden şu şekillerdegörülür:

1-Kişinin, kendi maslahatlarını takip edebileceği kuvveler vermek. İnsana
verilen akıl, zahirî ve batınî duyular gibi.

2-Hak ile batılı, salah ile fesadı birbirinden ayıran deliller ortaya koymak sûretiyle. “Ve ona iki yolu gösterdik.” (Beled, 10) ve “Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.” (Fussılet, 17) ayetleri buna birer misaldir.

3-İrsal-i rusul ve inzal-i kütüp, yani peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek yoluyla. “Onları (peygamberleri) bizim emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiya 73) ve “Şüphesiz ki bu Kur’ân, insanları en doğru yola iletir.” (İsra, 9) ayetlerinde anlatıldığı gibi.
4-Allahın insanların kalplerine sırları açması ve eşyayı gerçekte olduğu gibi onlara göstermesidir. Bu da vahiy, ilham ve sadık rüyalarla olur. Bu tarz hidayet, özellikle enbiya ve evliya içindir. “İşte bunlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir.” (En’am, 90) ve “Uğrumuzda cihad edenleri mutlaka yollarımıza sevk edeceğiz.” (Ankebut, 69) ayetleri bu manayı gösterir.

Fatihayı okuyan kimseler, hidayete ermiş olmalarına rağmen Allahtan hidayet istemeleri

-Ya daha ziyade hidayet istemektir.
-Veya hidayette sebatı talep etmektir.
-Veya hidayete terettüp eden mertebeleri elde etmeyi istemektir. Mesela, Allaha vasıl bir arif hidayeti istediğinde “ya Rabbi, Sende seyr yoluna bizi irşad et, ta ki beşeri hâllerimizin karanlıklarını bizden yok et, böylece Senin mukaddes nurun ile aydınlanalım, Senin nurun ile Seni görelim.” Emir ve dua sığaları, lafzen ve manen ortaktırlar. Ama üstten aşağıya ve aşağıdan üste olmalarına göre farklılık arz ederler.
[SUP]17[/SUP]

Sırat-ı müstakim’den murat, hak yoldur. İslâm dini olduğu da söylenmiştir.

7- ْصِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ Nimet verdiklerinin yoluna.”
Bu, önceki ifadeden tümüyle bedeldir. Bunun ifade ettiği mana, Müslümanların
yolunun dosdoğru olduğunu en kuvvetli ve beliğ bir şekilde te’kid etmek, ortaya koymaktır. Çünkü ayetin bu kısmı, sırat-ı müstakimi tefsir ve beyan gibi kılındı. Yani sırat-ı müstakimin mü’minlerin yolu olması
gayet açıktır, kapalı bir noktası yoktur.
Kendilerine nimet verilenlerden muradın peygamberler, özellikle peygamber
efendimiz ve ashabı olduğu da söylenmiştir. Tahrif ve neshden önce Hz. Musa ve Hz. İsa’nın ashabı şeklinde açıklayanlar olmuştur.
Ayette geçen “in’am”, nimet vermek demektir. Asıl olarak bu kelime, insanın lezzet aldığı hâl anlamındadır, insanın lezzet aldığı nimetler için kullanılmıştır.
Allahın nimetleri “Allah’ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız!”
(İbrahim, 34) ayetinin ifade ettiği gibi, her ne kadar sayısız ise de, başlıca
iki cinse münhasırdır:
1-Dünyevî nimetler,
2-Uhrevî nimetler.
Dünyevî nimetler de iki kısımdır:

1-Vehbî nimetler,
2-Kesbî nimetler.

Vehbî de iki kısımdır:

1-İnsana ruh üflenmesi, akılla ve ona tâbi fehim, fikir ve nazar gibi kuvvelerle
ruhun aydınlatılması gibi ruhanî nimetler.

2-İnsana beden ve o bedende yerleşen kuvveler verilmesi, bunların sağlıklı
olması ve azaların eksiksiz yaratılması gibi cismanî nimetler.

Kesbî olan nimetler ise, rezil hâllerden nefsi arıtmak, onu güzel ahlâk ve faziletli melekelerle donatmak, bedeni fıtrî durumlar ve güzel zînetlerle süslemek, makam ve mal elde etmek gibi durumlardır.

Uhrevî nimetler ise, kişinin günahlarının bağışlanması, Allahın ondan râzı olması, sonsuz hayat boyunca en yüksek derecelere (alây-ı illiyyine) mazhar kılmasıdır.

Allahım, bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet” diye dua ederken, bundan murat işte bu son kısımdır ve buna ulaşmaya vesile olacak şeylerdir.

Yoksa bunun dışındakilerde mü’min ve kâfir müşterektir.

غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ O gadap edilenlerin yoluna değil.”
وَلاَ الضَّالِّينَ Dalalette olanların yoluna da değil.”

Ayetin bu kısmı, önceki ayette nimet verilenlerden bedeldir. Yani, onlar Allahın özel nimetlerine mazhar oldukları gibi, O’nun gadabından ve dalaletten sâlim kalmış kimselerdir.

Veya bu ifade, kendisine nimet verilenleri beyan eden veya kayıtlayan bir sıfattır.

Gadap, nefsin öfke hâlidir ve intikam almak istemesidir. Gadap Allaha nisbet edildiğinde, daha önce de nazara verildiği gibi, bunun nihayeti, yani cezalandırması murat edilir.

Dalalet, kasden veya hata ile doğru yoldan sapmaktır. Dalaletin çok türleri vardır. En aşağısı ile en yukarısı arasındaki farklılık çok ziyadedir.

Onlar, Allah’ın lânetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden bir kısmını maymunlar ve domuzlar kıldığı kimseler ve bir de tağuta ibadet edenlerdir.” (Maide, 60) ayetinin de işaret ettiği şekilde, “gadap edilenlerden
murat Yahudilerdir” ve “De ki: Ey ehl-i Kitap! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış bir kavminhevâlarına uymayın. Onlar, doğru yoldan sapmış kimselerdir.” (Maide, 77) ayetinden hareketle “dalalette olanlardan murat Hristiyanlardır” denilmiştir.

Bu, Hz. Peygamberden de rivayet edilmektedir. Şöyle denilmesi uygun olur: “Gadap edilenler” Allahın emirlerine karşı gelenler, “dalalette olanlar” ise, Allahı bilmeyenlerdir. Çünkü, ilâhî nimete mazhar olan kişi, Cenab-ı Hakkın marifetini elde etmeyi ve hayırlı
amelde muveffakiyeti cem eden kimsedir. Buna mukabil olan durum ise, bu aklî ve amelî kuvvetlerden birini kaybetmektir.

Amelde problemi olan kimse fasıktır, Allahın gadabına maruz kalır. Cenab-ı Hak, kasten öldüren kimse hakkında “Allah ona gadab etmiştir.” demiştir. (Nisa, 93)

Aklını kullanmayan kimse ise cahildir, dalalettedir, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Artık haktan sonra dalaletten başka ne vardır?” (Yunus 32)

Amin” ifadesi, “Allahım, kabul et” anlamındadır. Âlimlerin ittifak ettiği üzere, “Âmin” ifadesi Kur’andan değildir. Lakin sûreyi onunla bitirmek sünnettir. Hz. Peygamber şöyle der:

“Fatihayı bitirdiğimde “Âmin” demeyi Cebrail bana öğretti ve dedi ki: O, yazı üzerine vurulmuş mühür gibidir.”

Hz. Ali, “Âmin”le ilgili şöyle der:
“Âmin”, âlemlerin Rabbinin mührüdür. Kulunun duasını onunla mühürlemiştir.”

İmam, cemaate namaz kıldırdığında “Âmin”i cehrî olarak söyler. Vail b. Hacerden şöyle rivayet edilir: “Hz. Peygamber Fatihayı bitirdiğinde yüksek sesle “Âmin” dedi.”

Ebu hanifeye göre ise, imam “Âmin”i gizli olarak söyler, cemaat de gizli olarak söyler. Abdullah B. Mağfil ve Enesten şöyle rivayet edilir:

“İmam Fatihayı bitirdiğinde “Âmin” deyiniz. Çünkü melekler de “Âmin” derler. Kim, melekler “Âmin” derken bunu söylerse, geçmiş günahları affolur.”

Ebu Hüreyreden rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Übey b. Kâ’ba şöyle der:

“Sana Tevratta, İncilde ve Kur’anda misli indirilmemiş bir sûreyi haber vereyim mi?”
Übey dedi: “Ver, ya Rasulallah.”
Peygamber şöyle buyurdu:

“O, Fatiha sûresidir. O, bana verilen Seb’u’l-Mesanî’dir (yedi ayettir.)”

İbnu Abbastan şöyle nakledilir:
“Hz. Peygamber oturmakta iken bir melek Ona geldi ve “Sana daha önce hiçbir nebiye verilmeyen iki nuru müjdeliyorum:
1-Fatiha sûresi
2-Bakara sûresinin son üç ayeti. Bunları okurken, bunlarla istediğin her şey sana verilecektir.”

Hz. Huzeyfe Bin Yeman’dan, Hz. Peygamberin şu sözü rivayet edilir.
“Allah bir kavme hükmü kesinleşmiş bir belayı gönderirken, o kavimden küçük bir çocuk “Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin” diye Fatihadan okumaya başlar. Allah onun okumasını duyar ve bu sebeple kavimden azabı kırk yıl kaldırır.”

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Dipnotlar:
1 Bu ifade “tekrarlanan yedi” manasına gelir. (Hicr, 87) ayetinden gelen bu ifadeyle
alakalı olarak, ilgili ayetin açıklamasına bakılabilir.
2 Hanefi alimleri, sûre başında yer alan besmelelerin, sûreleri birbirinden ayırmak
için olduğunu kabul ederler.
3 Yani, Allahın adıyla yerim, Allahın adıyla dükkânımı açarım” gibi…
4 Yani, önemli olan Allah adıyla geminin hareket etmesi ve ibadetin Allah için olmasıdır. Yoksa başkaları adına gemilerini yürütebilirler ve Allah dışında mabut kabul ettiklerine tapabilirler.
5 Musahabe, beraber olmayı ifade eder. Yani, Allahın dilemesi ve teyidi olmadan
hiçbir şey meydana gelmez. İnsanda olan cüz’i irade, Allahın küllî iradesinden medet almadan bir şey gerçekleştiremez.
6 Yani, “Bismillah” değil de “Billahi” denilseydi, bu ifade yemin olarak da anlaşılabilirdi.
7 Mesela, “Allah Rahimdir” deriz. Ama, “Rahim Allahdır” demeyiz.
8 Bu ifade, Hz. Yusuf tarafından zindan arkadaşına söylenmiştir. “Efendin olan hükümdara git” anlamında kullanılmıştır.
9 Yani, âlemde insan, melek ve ruhani varlıklar akıl sahibidirler. “âlemîn” ifadesinin,
akıl sahiplerinin çoğul yapıldığı sığa ile gelmesi, diğerlerinin ona tabi kılınması tarzında olmuştur. “Ebeveyn” ve “kameran” kelimelerinde de benzeri bir tağlib vardır. Çünkü “Ebeveyn” kelime olarak “iki baba” demek iken anne-baba için kullanılır. “Kameran” ise “iki ay” demek iken ay ve güneş için kullanılır.
10 Yani, dünyada görünüşte mülke mâlik olanlar, halka hükmedenler vardır. Ama o gün kimsenin ne mülkü kalır, ne de saltanatı.
11Yani, hesap gününün sahibi olmayan, hamde layık olamaz.
12 Ayet, önce onlara hitap ile başladı. Ama “hoş bir rüzgâr onları alıp götürdüğünde”
derken onları gıyabî olarak anlattı. Bu, sanki başkalarına “şunların haline
bakın” tarzında hem bir hayret uyandırma, hem de hâllerini inkârdır.
13Allahu Teâlâ, önce rüzgârları gönderdiğini anlattı. Ardından “Derken biz onu (bulutu) ölü bir beldeye sevk ettik. Böylece onunla ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdik.” şeklinde “biz” diyerek devam etti. Bunda, ölü beldeye
bulutu sevketmenin ve ondan indirilen yağmurla yeri diriltmenin, ziyadesiyle ilâhî sanatla meydana gelmesine işaret vardır.
14 Yani, insan kendi kesbiyle iş yaparken, bu dördü olmazsa, bir şey yapamaz.
15 Yani, insan önce ibadetini yapmalı, Allahtan yardımı sonra istemelidir.
16 Görünüşte ciddi, gerçekte alaydan ibaret olan eğlenmektir. Ta’rizin acı ve ağır kısmıdır. Cimri insana, “Maşallah, Hâtem-i Tâi gibi...”; korkak insana, “Ne kadar da arslana benziyor!”; kötü ahlâklı birisi hakkında, ”Rezalette onunla yarışılmaz” şeklinde ifadeler, birer tehekküm örneğidir. Kur’an-ı Kerim’de kâfir ve münafıklarla ilgili olarak gelen, “Onları elim bir azapla müjdele!” tarzındaki ifadeler de birer tehekkümdür. (Nisa, 138; Tevbe, 3) Çünkü “müjdelemek” güzel şeylerde kullanılır. Azap için kullanıldığında ise, ince bir istihza manası taşır.
17 Türkçede “şöyle yapılmasını rica ederim” denildiğinde, şayet bu söz aşağıdan yukarıya ise istirhamda bulunmak anlamında kullanılır. Ama bir amirin memura bu sözü söylemesi, emir anlamında değerlendirilir. Onun gibi, dua ve emir sığası aynı olmakla beraber, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya olmasına göre manada farklılık olur. Bizlerin emir sığasıyla Allahtan istekte bulunmamız, ancak Onun lütfundan talepte bulunmak anlamındadır. Yoksa hiç bir varlığın Allaha emretmesi düşünülemez
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........

1. DERS: (Bakara Suresi, 1 - 7) Mü’minler ve Kâfirler




Yazar: Doç.Dr. Şadi Eren,

bu ifadeler Kur’anın bir nevi i’cazını gösterir. Daha ilk ifadelerinde, muhataplarının kulaklarına bu i’cazı duyurur. Çünkü harfleri isimleriyle söylemek okuma yazma bilen ve öğreten kimselere hastır. Kur’anı kendisinden dinledikleri Hz. Peygamber ise, okuma yazması olmayan bir ümmîdir. Ondan kitabet ve tilavetin meydana gelmesi, doğrusu hiç beklenmeyen garip bir durumdur, harikulâdedir.

Hem de sûre başlarında geçen bu harfler, öyle dizilmişlerdir ki, büyük edipler de bunu yapmaktan aciz kalır. Şöyle ki:

Sûre başlarında yer alan bu harfler (huruf-u mukattaa) on dört tanedir.

Bu ise, -şayet lâm elif doğrudan bir harf sayılmazsa- harflerin yarısıdır.

Bu harfler, yirmidokuz defa sûre başlarında yer alır, bu ise, hece harflerinin sayısıdır.

Kur’an-ı Kerimde huruf-u mukataa bir, iki, üç, dört ve beş harfli olarak zikredilir.[SUP][SUP]2[/SUP][/SUP]

Huruf-u mukataanın, sûrelerin isimleri olduğu da söylenmiştir.

Ayrıca, bu harflerin, kendilerinin de içinde bulundukları bazı kelimelere bir işaret olduğuna dikkat çekilmiştir.

İbnu Abbasın şöyle dediği rivayet edilir: “Elif, Allahın ihsanlarına, lâm harfi lütfuna, mim harfi de mülkünü işarettir.”

Yine O’ndan şöyle bir rivayet vardır:
“Elif – lâm – mim’in manası: Ben Allahım, bilirim, demektir.”

İbnu Abbasa göre, elif harfi Allaha, lâm harfi Cibrile, mim harfi Muhammede işaret eder. Yani, “Kur’an, Cibrilin lisanı ile Allah tarafından Hz. Muhammede (asm) indirilmiştir.”
Bu harflerin, ebced ve cifir yoluyla kavimlerin müddet ve ecellerine işaret olduğunu söyleyenler de vardır. Rivayete göre, Yahudilerden bir grup Hz. Peygambere geldiğinde, onlara Bakaranın başından “Elif – lâm – mim’i” okudu. Onlar, ebced yoluyla bunu hesaplayıp dediler: Müddeti yetmiş bir yıl olan bir dine nasıl girelim?

Rasulallah (asm) onlara tebessüm etti. Bunun üzerine, “başka da var mı?” dediler. Hz. Peygamber onlara “elif – lâm – mim – sad”, “elif - lâm – ra” ve “elif – lâm – mim – ra”yı okudu. Bunun üzerine, “bize iş karıştı. Hangisini esas alacağımızı bilmiyoruz” dediler.

Bu harflerin Kur’anın isimleri olduğu da söylenmiştir.

Keza, bunların Allahın isimleri olduğuna da dikkat çeken olmuştur.

“Elif – lâm – mim”le alâkalı şöyle bir nükteye dikkat çekilir:
Elif, harfi boğazın gerisinden çıkar. Burası, harflerin çıkış yerlerinin başlangıcıdır.
Lâm harfi dilden çıkar, bu da harflerin mahrecinin ortasıdır.
Mim harfi ise dudaktan çıkar, bu da harflerin mahrecinin sonudur. Demek ki, kulun kelâmının hem evveli, hem ortası, hem de sonu Allahı zikir olmalıdır.

Bu harflerle ilgili olarak, “bunlar sadece Allahın bildiği birer sırdır” görüşüne de yer verilir. Buna yakın bir görüş, dört halifeden ve sahabeden rivayet edilir. Belki de onlar “bu harfler Allah ile Rasulü arasında birer sırdır, hem birer rumuzdur, diğer insanlar bunlara muhatap değillerdir” manasını murat ettiler. Çünkü bir mana ifade etmeyen şeyle hitap etmek, uygun
bir şey değildir.



2- ذَلِكَ الْكِتَابُ İşte o kitap.”
“İşte o kitap” ifadesi, indirilmesi vaad edilen Kur’ana işarettir. Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
Doğrusu biz sana ağır bir söz ilka edeceğiz.” (Müzzemmil, 5) Mukaddes kitaplarda da Kur’andan bahsedilmiştir.[SUP][SUP]3[/SUP][/SUP]

لاَ رَيْبَ فِيهِOnda hiç bir şüphe yoktur.”

Bunun manası “açık ayetleri, parlak delilleri sebebiyle, akıllı kişi düzgün bir bakışla ona baktığında, onun mu’cize seviyesinde ilâhî bir vahiy olduğundan şüphelenmez” anlamına gelir. Yoksa “kimsenin onun hakkında bir şüphesi yoktur” demek değildir. Görmez misin, Allahu Teâlâ şöyle bildirir: “Eğer kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre getirin.” (Bakara, 23)

Bu ayet, onlardan şüpheyi uzak görmedi, ama onlara, kendilerini rahatlatacak yolu gösterdi.

O da, onun herhangi bir sûresine muaraza için ellerinden geleni yapmalarıdır.

Bunu yapamadıklarında şu tahakkuk eder: Demek ki, Kur’anda şüpheye mecal yok, onda tereddüde mahal olacak bir yer bulunmamaktadır.

Şu manaya geldiğine de dikkat çekilmiştir: “O Kur’anda müttakiler için asla bir şüphe yoktur.”

Rayb, (şüphe) kelimesi, nefsin bir şeye mutmain olmayıp tereddütte kalması hâlidir. Şek de aynı manayı bildirir. Çünkü şek, nefsi tereddüde sevkeder, itminana engel olur. Hadiste şöyle bildirilmiştir: “Şüpheli şeyi bırak, şüpheli olmayana bak.”

Çünkü şek, tereddüde sevkeder, sıdk ise itminana sebeptir.

هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ Müttakiler için yol göstericidir.”

Kur’an, onları hakka sevkeder. Hidayetin manası, delâlet, yani rehberlik yapmaktır.

Bu rehberliğin, maksada ulaştıran bir rehberlik olduğuna dikkat çekilmiştir.

Herhalde ya biz, ya da siz mutlak bir hidayet üzereyiz veya açık bir dalalet içindeyiz.” (Sebe, 24) ayetinde hidayet kelimesi dalalet kelimesine mukabil olarak kullanılmıştır.

Kur’an hidayetinin müttakilere has kılınması, bu rehberlikten onların istifade etmeleri ve O’nun ayetlerinden yararlanmaları sebebiyledir. Yoksa Kur’anın yol göstermesi umum insanlaradır. Bir başka ayette “O, insanlara bir rehberdir” (Bakara, 185) denilmesi bunu gösterir.

Kur’an hidayetinden özellikle takva ehlinin istifade etmesi şuna da işaret eder: Ona dikkatle bakanlardan, ancak aklını keskin kılan ve o aklı ayetleri tefekkürde ve mu’cizelere bakmakta kullanan kimse faydalanabilir. Çünkü Kur’an, sıhhati korumak için gereken faydalı gıdalar gibidir. Eğer bünye sağlıklı değilse, o faydalı gıdalar bir işe yaramaz. Şu ayet, bu manaya işaret eder:

Biz Kur’ân’dan, mü’minler için bir şifa ve rahmet indiririz.” (İsra, 82)

Kur’an ayetleri içinde mücmel – müteşabih ayetlerin olması, O’nun yol gösterici olmasına zarar vermez.

Müttaki kelimesi vikaye kelimesinden gelir. Kişinin zararlı şeylerden kendini korumasını ifade eder. Şeriat örfünde “kendini ahirette zarar verecek şeylerden koruyan kimseye verilen isimdir.”

Takvanın üç mertebesi vardır:

1-Şirkten sakınmak.

Bu, ebedi azaptan kurtulmayı netice verir.
“…Ve onları takva kelimesi üzerinde durdurdu.” (Fetih, 26) ayeti bu manaya bakar.[SUP][SUP]4[/SUP][/SUP]

2-Günah fiillerden kaçınmak.

Bazı âlimler küçük günahları terk etmeyi de buna dâhil etmişlerdir.

Şeriatta bu, “takva” namıyla meşhurdur. Şu ayet, bu mertebeye bakar: “O beldelerin halkı iman etseler ve günahlardan korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardık.” (A’raf, 96)


-Kalbinin derinliklerini (sırrını) Hak’tan meşgul edecek şeylerden uzak kılmak ve bütün benliğiyle Allaha yönelmektir.
Bu, hakiki takvadır. Şu ayetten matlup olan da budur: “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun.” (Âl-i İmran, 102)

Konumuz olan, “Müttakiler için yol göstericidir” ayeti üç cihetle de tefsir edilmiştir.

Bakara sûresinin başında yer alan bu dört cümle, birbiriyle son derece kuvvetli irtibatlı olduğundan, ayrıca atıf kullanılmamıştır. Her bir sonraki cümle, öncekini isbat eder.

الم Şuna delalet eder: Kendisiyle meydan okunan Kitap, onların da kullandıkları
böyle harflerden meydana gelmiştir.

ذَلِكَ الْكِتَابُ İkinci cümle olup meydan okuma cihetini ortaya koyar.
لاَ رَيْبَ فِيهِ Üçüncü cümle olup kitabın kemâline şehadet eder. Yani, ilâhî kitap olan Kur’an son derece kemâldedir. Bütün hükümlerinin hak ve yakînî olması bunu gösterir.
هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ Dördüncü cümledir. Bu da Kur’anın hak olduğunu, çevresinde şek ve tereddüde mahal olmadığını te’kid eder.

Veya öncekilerden yola çıkılarak sonrakiler isbat edilebilir. Şöyle ki:
Evvela, kendisiyle meydan okunan ve benzerini getirmekten aciz kaldıkları kitabın, onların da bildiği harflerden müteşekkil olduğu nazara verildi.
Buradan şu sonuç ortaya çıktı: Demek ki, o kitap, en mükemmel bir kitaptır. Öyleyse ona asla bir şüphe arız olamaz. Çünkü, kendisi hakkında şek ve şüphenin olması, mükemmelliğe aykırıdır ve en büyük noksandır. Böyle bir kitap, hiç şüphesiz müttakilere rehberdir.

Bu dört cümlenin her birinde, cezaletli bir nükte vardır.[SUP][SUP]5[/SUP][/SUP] Şöyle ki:
Birinci cümlede hazf ve hükmün illetiyle beraber maksada bir remiz vardır.
İkinci cümlede elif – lâm – ile (“el kitab” şeklinde gelmesiyle) azametini bildirme vardır.
Üçüncü cümlede, batıl bir manayı vehmettirmemek için zarfın te’hiri vardır.[SUP][SUP]6[/SUP][/SUP]
Dördüncü cümlede hem hazf, hem daha etkili anlatım için masdar ile tavsif etmek, azametini beyan için elif – lâmsız getirilmesi ve hidayetin müttakilere has olduğunu beyan etmek vardır.

3- ِالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ Onlar gayba iman ederler.”
Önceki ayette geçen “müttakîn” kelimesi, “takva sahipleri” anlamındadır.
Takva ise, lüzumsuz şeyleri terk etmek anlamına gelir. Kur’anın müttakilere yol gösterici olduğunu beyandan sonra, “onlar gayba iman ederler…” denilmesi, o müttakileri belli kayıtlarla beyan eder.[SUP][SUP]7[/SUP][/SUP]

Bu durumda, onların takva sahibi olmalarını bildirerek kötülüklerden uzak olmalarına, devamında bildirilen özelliklerle de güzel vasıflarla süslenmelerine işaret edilmiştir. Bu, önce demirin paslarını alıp, ardından da istenilen bir şekil verilmesine benzer.
Veya takva kelimesi bütün iyilikleri yapmak ve her türlü kötülükten kaçmak şeklinde de değerlendirilebilir. Buna göre, müttakiler burada belli vasıflarla anılmıştır. Bunlar da, amellerin aslı ve hasenatın esası olan iman etmek, namaz kılmak ve Allah yolunda vermektir. Çünkü bunlar kalp, beden ve malla ilgili amellerin başlıcalarıdır. Bunları yapanlar genelde diğer hayırlı amelleri de yaparlar, günahlardan da uzak kalırlar. Cenab-ı Hakkın şu sözüne bakmaz mısın: “Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor.” (Ankebut, 45)

Hz. Peygamber de şöyle der:
“Namaz dinin direğidir.”
“Zekât, İslâmın köprüsüdür.”
Ameller içinde “gayba iman, namazı düzgün kılmak ve zekâtı vermek” özelliklerinin nazara verilmesi, bunların “takva” ismi altına giren diğer amellere üstünlüğünü ortaya koyar.
İman”, “emn” kelimesinden alınmış olup, lügatte “tasdik etmek” anlamındadır.
Istılah olarak ise iman; tevhid, nübüvvet, yeniden diriliş ve ahirette amellerin karşılığını görmek gibi Hz. Muhammedin dininden olduğu kati olarak bilinen esasları tasdik etmektir.
Hadisçilerin ekserisi, Mu’tezile ve Hariciler nezdinde, iman üç şeyden meydana gelir:
1-Hak bir itikad.
2-Bunu tasdik etmek.
3-Muktezasıyla amel etmek.
İtikatta problemi olan münafıktır, ikrarda (tasdikte) problemi olan kâfirdir, amelde problemi olan fasıktır, Hariciler nezdinde ise, amelde problemi olan da kâfirdir. Mu’tezile ise, amelde problemi olanı küfre dâhil etmez, ama mü’min de saymaz.[SUP][SUP]8[/SUP][/SUP]
Gerçekte ise iman, tasdikten ibarettir. Buna delalet eden durumlardan biri, Cenab-ı Hakkın imanı kalbe nisbet etmesidir. Mesela:
-“İşte onlar o kimselerdir ki, Allah onların kalplerine imanı yazdı.” (Mücadile, 22)
-“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde küfre zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, işte onlara Allah’tan bir gadab vardır.” (Nahl, 106)
-“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir.” (Maide, 41)[SUP][SUP]9[/SUP][/SUP]
-“İman henüz kalplerinize girmedi.” (Hucurat, 14)[SUP][SUP]10[/SUP][/SUP]
Cenab-ı Hakkın Kur’anın nice yerinde sahih ameli imana atfetmesi de iman ve amelin farklı şeyler olduğunu gösterir.
Ayrıca Cenab-ı Hak, mü’minlerin günahlarına da dikkat çekmiştir. (Yani, günah sahibi olmak mü’mini kâfir yapmaz) Mesela:
-“Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından affedilirse,
marûf (aklın ve dinin gereklerine uygun) bir yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir.” (Bakara, 178)
-“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarında sulh yapın.” (Hucurat, 9)[SUP][SUP]11[/SUP][/SUP]
-“İman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır.” (En’am, 82)[SUP][SUP]12[/SUP][/SUP]
İmandan maksad kalp ile tasdik olduğuna göre, acaba mücerret tasdik yeter mi? Yoksa ona imkânı olan kimsenin dil ile ikrarda da bulunması gerekir mi? Bu konuda ihtilaf edilmiştir. İkincinin esas alınması daha doğru görülmektedir. Çünkü Allahu Teâlâ, ihmâli olan cahilden ziyade onu söylemekten kaçınanı kınamıştır.

Gayb, masdardır. “Sonra hepiniz, gaybı da görülen âlemi de bilene döndürüleceksiniz.” (Tevbe, 94) Bu ayette, “şehadet” kelimesi gibi “gayb” kelimesinin de masdar olarak gelişi, mübalağa ifade eder. Gaybtan murat, hissin idrak etmediği ve aklın bedihî olarak gerekli görmediği gizli şeydir.[SUP][SUP]13[/SUP][/SUP]
Gayb, iki kısımdır:
1-Delili olmayan gayb.
2-Delili olan gayb.
Birinciye misal, şu ayettir:
Gaybın anahtarları O’nun katındadır.” (En’am, 59)
İkinciye misal ise, Allahın varlığı ve sıfatları, ahiret günü ve halleri gibi durumlardır. Konumuz olan ayetteki gayb, bu ikinci kısımdandır.
Ancak, ayetteki “gayb” kelimesi, cümle içinde hâl olarak da düşünülebilir.
O zaman mana şöyle olur: “Onlar, sizin gıyabınızda da iman ederler. Münafıklar gibi yapmazlar. Çünkü münafıklar, iman edenlerle karşılaştıklarında “Âmenna” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise “biz gerçekten sizinleyiz. Biz ancak mü’minlerle alay eden kimseleriz” derler. Veya iman edilen şeylerin gaybta olması açısından da bakılabilir.
Şöyle rivayet edilir:
“Kendisinden başka ilah olmayan Allaha yemin ederim ki, hiçbir kimse gayba imandan daha efdal bir imanda bulunmadı.” İbnu Mes’ud, bunu rivayetten sonra “Onlar gayba iman ederler” ayetini okur.

Gaybtan muradın kalp olduğu da söylenmiştir, çünkü kalp de gözden ıraktır. Yani, “Onlar kalpleriyle iman ederler. Yoksa dilleriyle kalplerinde olmayanı söyleyen kimseler gibi yapmazlar.”

وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَVe namazı ikâme ederler.”
Onlar, namazın rükünlerini mu’tedil bir şekilde yaparlar, namazın fiillerine gölge düşürecek durumlardan namazı korurlar.
Keza, onu eda etmek için ciddi bir gayret içinde olurlar, fütur getirmezler, gevşeklik göstermezler.
“Namazı kılarlar” demek yerine, kıyam kökünden gelen “ikâme ederler” denilmesi, namazda aynı zamanda kıyam da bulunduğundandır. Nitekim namazdan diğer rükünleriyle de bahsedilmiştir. Kunut, rükû, sücud, tesbih gibi.[SUP][SUP]14[/SUP][/SUP]
Ancak, ilk nazara verilen mana daha zâhirdir. Çünkü daha meşhurdur ve hakikate daha yakındır. Böyle ifade edilmesi, medhedilmeye layık olan namazın farz ve sünnet şeklindeki zahiri hududlarına ve huşu ve kalben Allaha yönelmek gibi batınî hukuklarına riayet edilen namaz olduğuna uyarıda bulunur. Yoksa namazında gafil olanların namazı medhe layık değildir.
Bundan dolayı Kur’anda “salat” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kelime “dua” anlamına da gelir. Zaten, namazda dua da bulunmaktadır.

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَVe onlara rızık olarak verdiklerimizden (Allah yolunda) infak ederler.”
Rızık, lügatte “pay” anlamındadır. Allahu Teâlâ şöyle bildirir:
Ve rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?” (Vakıa, 82)
Mu’tezile mezhebi, Allah haramdan faydalanmayı men etmiş ve ondan sakınmayı emretmiş iken, haramdan imkân vermesini muhal görerek “haram, rızık değildir” dediler. Bu ayetle de delil getirip “görmez misin, Allahu Teâlâ burada rızkı nefsine isnat ederek, onların mutlak helalden infak ettiklerine dikkat çekti. Çünkü haramdan vermek, medhi icap ettirmez. Ve Allah şu ayette de rızık olarak verdiklerinden bir kısmını haram kılan müşrikleri
kınadı:
De ki: Allah’ın sizin için indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi? Yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 59)
Ehl-i Sünnet ise, üstteki ayette Allahın rızkı nefsine isnad etmesini tazim ve infaka teşvîk olarak anladılar. Diğer ayetteki zemmi (kınamayı) da haram olmayan bir şeyin haram kabul edilmesi yönünden değerlendirdiler. Ayrıca rızkın harama da şümulüne şu hadisten delil getirdiler:
Hz. Peygamber Amr Bin Gurre’ye şöyle der: “Allah seni temiz bir rızıkla rızıklandırmıştı. Ama sen, Allahın sana helâl kıldığına bedel, Allahın sana haram kıldığı rızkı seçtin.”
Ayrıca, şu nokta da önemlidir: Şayet haram rızık rızık değilse, ömrü boyunca haram yiyen birisi rızıklanmamış sayılacaktır. Hâlbuki şu ayette de görüldüğü gibi durum böyle değildir:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 6)
Bir şeyi infak etmek, onu elden çıkarmaktır. Şayet Arabçada ilk iki harfi sırasıyla N-F olan kelimeleri tek tek incelesen, hepsinde gitmek ve çıkmak manasına bir delâlet bulursun.
Bu infaktan anlaşılan, malı farz ve nafile olarak hayır yolunda sarfetmektir.
Ayetteki infakı, “zekâtlarını verirler” şeklinde açıklayan, infakın en efdal şeklini zikretmiş olur veya kardeşi hükmünde olan sadakaya yakınlığı sebebiyle, burada tahsis etmiş olur.
Ayette, mefulün öne alınması, yapılacak infakın başkasının malından değil, bizzat Allahın verdiğinden yapılmasına özen gösterilmesi içindir.[SUP][SUP]15[/SUP][/SUP]
Ayette “onlara rızık olarak verdiklerimizi” denilmeyip “rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” denilmesi yasaklanmış olan israftan mükellefi men etmek içindir.[SUP][SUP]16[/SUP][/SUP]
Ayette, Allahın ikram ettiği bütün zahirî ve batınî nimetlerden başkalarına infak etmekte belli bir kayıt olması da muhtemeldir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Bir kısım ilim vardır ki, bazı hazineden infak edilmediği gibi, başkasına söylenmez.”
Bazıları da şöyle diyerek, Allahın rızık olarak verdiklerinin sırf maddî rızık olmadığına dikkat çekmişlerdir: “Onlar, kendilerine özel olarak verdiğimiz marifet nurlarından başkalarına da feyz olarak verirler.”




4- َ والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ Ve onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere.”Ayette, Abdullah Bin Selâm gibi ehl-i kitaptan iman edenler nazara verilmektedir.
Bu ayet, önceki “Onlar gayba iman ederler” ayetine atfedilmiştir. Bunlar da onlarla beraber medhedilen müttakilere, özel olanların genel içinde dâhil olması şeklinde, dâhildirler. Çünkü biraz sonra iki defa َأُوْلَئِكَ işte onlar” ifadesi gelecektir. Bunlardan birincisi şirk ve inkârdan kurtulup iman edenlerdir.
İkincisi ise, önceden iman etmiş olan kitap ehlinden İslâma girenlerdir. Böylece her iki ayet, müttakileri iki kısmıyla tafsil etmektedir. Bu atıf, İbnu Abbasın görüşüdür.
Veya ayet “müttakiler” ifadesine atıftır, müttaki mü’minleri beyan eder. Sanki şöyle ifade etmiş olur: “Kur’an, şirkten sakınanlara ve diğer dinlerden iman edenlere bir rehberdir.” Burada “Ve onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere” ayetinden murat, doğrudan doğruya önceki iman ettiği bildirilen kimseler olması da muhtemeldir.[SUP]17[/SUP]
Yani, onlar, aklın idrak ettiklerine toptan iman ettikleri gibi, bu imanı tasdik eden bedenî ve mâlî ibadetleri de yaparlar. Aynı zamanda ancak haber yoluyla bilinebilenlere de iman ederler.

Ayette والَّذِينَ onlar ki…” ifadesinin iki defa tekrar edilmesi her iki yolun farklılığına bir tenbihtir.

Veya onlardan bir taife, ehl-i kitaptan İslama girenlerdir. Bu durumda onların ayette bahsi, genel içinde özelin yer alması kabilinden olur. Mesela, “Melekler geldi” dedikten sonra ayrıca Cebrail ve Mikaili de söylememiz gibi. Bu tarzda, genel içinde kitap ehlinden bazılarına dikkat çekilmesi, şanlarının yüceliğini göstermek ve emsallerine teşvikte bulunmak içindir.

İnzal, bir şeyi yüksekten aşağıya indirmektir. İlahi kitapların nüzülü, meleğin ruhanî bir alışla Allahtan alması veya levh-i mahfuzdan hıfz şeklinde alıp indirmesi ve peygambere bildirmesi şeklinde olabilir.

Ayette “onlar sana indirilene iman ederler” denilmiştir. Bundan murat, Kur’anın tamamı ve şerîatın (dinin) tümüdür.
Ayette her ne kadar bir kısmı indirilmemiş ise de inzal fiilinin geçmiş zaman kipiyle ifadesi, henüz inmemiş olanlar da tağlip yoluyla inmiş gösterilmesindendir veya inmesi beklenenleri, sanki inmiş gibi olmasındandır. Bunun bir nazirini şu ayette görürüz: (Ahkaf, 30) Çünkü Cinler Kur’anın tamamını dinlememişlerdi ve o vakitte Kur’anın tamamı henüz inmemişti.

Ayette “hem de senden önce indirilenlere iman ederler” ifadesinden maksat; Tevrat, İncil ve önceki semavi diğer kitaplardır. Onların hepsine toplu olarak iman etmek farz-ı ayndır. Peygamber efendimize indirilene ise, onunla ibadet ettiğimiz için ayrıntılarıyla iman etmek farz olur. Ancak bu herkese tek tek farz olmayıp, farz-ı kifaye yoluyladır. Çünkü herkesin Kur’anı ayrıntılarıyla bilmesi vacip olsa, bu sıkıntıya ve maişette problemlere
yol açar.

وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ Ahirete de kesin olarak onlar iman ederler.”
Ahirete de öyle tereddütsüz inanırlar ki, “cennete ancak Yahudiler ve Hristiyanlar girecek”, ve “cehennem ateşi bize sayılı günler dışında dokunmayacak” gibi batıl inanışlar, bu imanla ortadan kalkar.
Keza, bu yakînî imanla,
-“Cennet nimetleri dünya nimetleri cinsinden mi olacak, yoksa farklı
mı olacak?
-Cennet devam edecek mi?” şeklindeki tereddütlerden kurtulurlar.
Ayette “Ahirete de kesin olarak onlar iman ederler” denilmesi, ehl-i kitaptan İslâma girmeyenlere bir tarizdir. Yani, onların ahiret hakkındaki itikadı, gerçeğe mutabık değildir ve bir yakînden sadır olmamıştır.

Yakîn, tefekkür ve istidlal yoluyla bir şeyi şek ve şüpheden uzak bir şekilde bilmektir. Bundan dolayı Allahu Teâlânın ilmi ve zarurî bilgiler yakîn ile nitelendirilmez.
Ahiret kelimesi “ahir”, yani “diğer” kelimesinin müennesidir. “İşte şu ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz.” (Kasas, 83) ayetinde geçtiği gibi, “dâr” (yurt) kelimesinin sıfatıdır. “Dünya yurdu” yerine kısaca “dünya” denilmesi gibi, “ahiret yurdu” yerine de kısaca “ahiret” denilmektedir.[SUP]18[/SUP]






 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
5- أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ İşte onlardır Rab’lerinden bir hidayet üzere olanlar.”Bu ifade, sûrenin başında bildirilen müttakilerin durumunu bildirir. (Kur’an), müttakiler için yol göstericidir” denilince, sanki “onları buna ehil kılan özellikler nelerdir?” denilmiş, buraya kadar sayılan özelliklerle buna cevap verilmiştir.
Bu ifade, evveline bağlı olmadan müstakil bir cümle de olabilir. Sanki bu, önceki hükümlerin ve özelliklerin bir sonucu olmuştur.
İşte onlardır Rab’lerinden bir hidayet üzere olanlar” ifadesinde, onların sanki bir şeye yükselip binmelerine işaret eden bir temsil vardır.
Böyle bir şeyi elde etmek, ancak:
-Fikri ön kabullerden boşaltmak,
-Yapılan amelle ilgili devamlı nefis muhasebesi yapmakla gerçekleşir.
Ayette hidayet kökünden gelen ىًدُه hüden” ifadesinin elif-lâmsız gelişi, o hidayetin büyüklüğünü gösterir. Öyle ki künhüne ulaşılamaz, kadri tam bilinemez.
Bu hidayetin Allah tarafından verildiğinin ve muvaffak edenin O olduğunun ayrıca bildirilmesi, bu hidayetin büyüklüğünü te’kid eder.
وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ Ve işte onlardır felaha erenler.”
Ayette,أُوْلَئِكَ İşte onlar” ifadesinin tekrarı, onların bu sıfatlarla muttasıf olmalarının, her ne kadar her bir netice onların diğerlerinden ayrılmalarına kâfi ise de, her iki neticeyi de gerekli kıldığına bir tenbihtir.
Bir başka ayette, kâfirler anlatılırken “İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da aşağıdırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf, 179) iki defa أُوْلَئِكَ işte onlar” ifadesinin geçmesi, mevzumuz olan ayetten farklıdır. Çünkü gafletlerinin tescil edilmesi ve hayvanlara benzetilmeleri bir şey olduğundan, ikinci cümle birinci cümleyi ikrar etmektedir. Bundan dolayı atıf münasip olmadığından atıf vavı kullanılmamıştır.
Ama burada ise, her iki cümlenin mefhumu farklı olduğundan atıf vavı ile birbirlerine bağlanmışlardır. Ayette geçen ْهُمُ hüm” zamiri haberi sıfattan ayırır ve nisbeti kuvvetlendirir.
Ayrıca, isnad edilen durumun isnad edilene özel olduğunu ifade eder.[SUP]19[/SUP]
Müflih, matlubunu elde eden demektir. Sanki o, kendisine zafer cihetleri açılan kimsedir.
Bu kelimenin elif – lâm ile “el– müflihun” şeklinde gelmesi, onların ma’lum ve marûf olmalarına delalet eder. Yani, ahirette felaha erecekleri sana anlatılan müttakiler, işte bu kimselerdir.
Veya herkesin felaha erenlerin hakikati ve özelliklerinden bildiğine işaret
eder.[SUP]20[/SUP]
Tenbih: Dikkat et, Allahu Teâlâ müttakilerin nail olacakları şeyleri nasıl da değişik cihetlerden nazara verdi. Bunlar, başka hiç kimsenin nail olamıyacağı hallerdir.
Kelâmın
وَأُوْلَئِكَ
işte onlar…” şeklinde ifadesi, hükmün illetini beyan
eder. Yani, onların önceden sayılan vasıfları, bu mükâfatlarına sebep olmuştur.
وَأُوْلَئِكَ “İşte onlar” ifadesinin tekrarı, manayı kuvvetlendirmekte, yeni bir mazhariyetlerini ifade etmektedir. Haberin elif – lâmlı gelmesi, arada “hüm” zamirinin bulunması, hepsi birer belağat inceliğidir. Bunlar, o müttakilerin kıymetini ortaya koyar, onların peşinden gitmeye insanları teşvik eder.
Mu’tezile, bu ayette “işte onlardır felaha erenler” ifadesinden yola çıkarak ehl-i kıbleden olan fasıkların azapta ebedi kalacaklarına delil getirmek istemiştir. Bu iddiaya şöyle cevap verilir: Ayette anlatılan felaha erenlerden murat, kâmil manada felaha erenlerdir. Buradan, bu özelliğe sahip olmayanların felahın kemaline ulaşamadıkları anlaşılır, yoksa doğrudan doğruya felaha ermeyecekleri manası anlaşılmaz.[SUP]21[/SUP]

6- إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ Şüphesiz o inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler.”
Allahu Teâlâ, has kullarını, seçkin velilerini onları hidayet ve felaha ehil kılan sıfatlarıyla anlattıktan sonra, onların zıddı olan inatçı münkirleri nazara verdi. Bunlara ilâhî hidayet (yol gösterme) fayda vermemekte, ayetler ve uyarılar bir işe yaramamaktadır.

Şüphesiz iyiler naim (cennetin)dedirler ve facirler ise cehennemdedirler.” (İnfitar, 13-14) ayetinde iyiler ve facirlerin akibeti anlatılırken atıf vavı ile birbirine bağlanmışken, burada kâfirlerin kıssası, mü’minlerin kıssasına atıf yoluyla bağlanmamıştır. Çünkü her ikisinde maksat aynı değildir. Orası Kitabın (Kur’anın) zikri ve şanını beyan için iken, burası kâfirlerin inadını ve dalalette ısrarını açıklamak içindir.
Ayette geçen إِنَّ İnne”, te’kid ve tahkik ifade eder. Şu ayette olduğu gibi, tereddüt olan yerlerde kullanılır:
Şüphesiz biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık.” (Kehf, 83 – 84)
Ve Musa dedi: “Ey Firavun! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinden bir elçiyim.” (A’raf, 104)[SUP]22[/SUP]
Müberred, bu konuda şöyle der:

“Abdullah ayakta” dediğinde, bu sadece onun ayakta olduğunu haber vermektir.
“Abdullah gerçekten ayakta” dediğinde ise, onun ayakta olup olmadığını sorana cevap verirsin, “Abdullah, hiç şüphesiz gerçekten ayaktadır” dediğinde ise, onun ayakta olduğunu inkâr edene cevap verirsin.
Ayette geçen َالَّذِينَ “Ellezine” belirlilik ifade eder. Bu açıdan bakıldığında Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velid Bin Muğire ve Yahudilerin bazı âlimleri gibi kimselere bakar, onların iman etmeyeceklerini haber verir.

Veya cins ifade eder, genel anlamda küfürde inat edenlerin durumunu anlatır.
Küfür, kelime itibariyle örtmek anlamındadır. Çiftçiye ve geceye de “kafir” denilir, çünkü çiftçi tohumları örter, gece de her şeyi.

Istılah olarak küfür, Peygamberden geldiği zaruri olarak bilinen bir şeyi inkâr etmektir.
Gayr-i müslimlerin kıyafetine girmek, papaz kuşağı kuşanmak gibi hallerin küfürden sayılması, İslamı yalanlamaya delalet ettikleri cihetten küfür sayılmıştır. Aslında bunlar hadd-i zatında küfür değillerdir. Ancak Hz. Peygamberi tasdik eden birinin böyle şeylere cür’et etmemesi gerekir.

“Kur’an mahlûktur” diyen Mu’tezile, bu ayette küfür fiilinin geçmiş zaman sığasıyla gelmesini de delil olarak kullanır. Hâlbuki, böyle bir durum, ilimde olduğu gibi kelâmda sonradan meydana gelmeyi gerektirmez.[SUP]23[/SUP]

İnzar, korkutmaktır. Burada murat, Allahın azabından korkutulmalarıdır.
Hz. Peygamber hem müjdeleyici hem de uyarıcı olarak gönderilmişken, burada sadece uyarmakla alakalı durum nazara verildi. Çünkü azap ile uyarmak kalpte daha etkili ve nefiste daha müessirdir. Zira zararı def etmek, menfaat celbetmekten daha önce gelir. Durum böyleyken uyarı bunlara fayda vermiyorsa, müjdelemenin fayda vermeyeceği hayli hayli aşikârdır.

Onlar iman etmezler.”

Bu ifade, önceki ayette mücmel olarak anlatılan durumu açıklığa kavuşturmaktadır.
Yani, onlar uyarılsa da uyarılmasa da bir şey değişmeyecek, imana girmeyeceklerdir.
Bu ayet, “teklif-i ma lâ yutak” yani “altından kalkılamayacak bir şeyle Allahın insanları mükellef kılması caizdir” diyenlerin delil olarak kullandıkları ayetlerden biridir. Onlara göre, Allah onlara imanı emretmekle beraber iman etmeyeceklerini de haber vermiştir. Şayet iman etseler, O’nun haberi yalan olacaktır ve onların imanının şümülü, kendilerinin iman etmeyeceklerini de içine alacaktır. Bu ise iki zıddın içtimaı demektir.

Meselenin hakikati şudur: Her ne kadar zâtında yapılamayacak bir şeyle mükellef kılmak aklen caiz olsa bile, yapılacak araştırma neticesinde fiilen böyle bir durumun olmadığı ortadadır. Öte yandan bir şeyin vukuunu ve veya olmamasını haber vermek, ona olan kudreti ortadan kaldırmaz. Kulun kendi iradesiyle yaptığı fiillerde, kaderin bir zorlaması söz konusu değildir.
Uyarmanın bazı kâfirlere fayda vermeyeceği bildirildikten sonra yine de uyarmanın yapılması, onların Allah nezdinde bir delilleri kalmaması içindir.[SUP]24[/SUP]
Aynı zamanda bu durum, Hz. Peygamber için tebliğin efdaliyetini gösterir.
Çünkü ayette “onlar için birdir” denilmiş, “senin için uyarmakla uyarmamak birdir” denilmemiştir. Nitekim bir başka ayette, putlara tapanlara hitaben, “Eğer siz onları yola çağırsanız, size uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha çağırmayıp susmuşsunuz, sizin için fark etmez.” (A’raf, 193) denilmiştir.

Ayetin belli şahısların iman etmeyeceklerini bildirmesi, gaybtan haber vermektir ve bu da Kur’an mu’cizelerinden biridir.

7- ْ خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ Allah onların kalplerini de kulaklarını da mühürledi.”
Ayet, önceki ayette bildirilen belli kâfirlerin iman etmemelerinin sebebini ve onu gerektiren durumu beyan eder.

Aslında kalplerinde bir mühür ve gözlerinde bir perde yoktur. Bundan murat, küfür ve günahı hoş gösteren, iman ve taatı da çirkin gösteren bir durumun nefislerinde meydana gelmesidir. Bu durum,
-Yoldan sapmaları,
-Taklidde kalmaları,
-Sağlıklı bir bakıştan yüz çevirmeleri sebebiyledir. Böylece artık onların kalplerine hak nüfuz etmez, kulakları mühürlenir, öğüt alamazlar. Afak ve enfüste dikilen ayetler,[SUP]25[/SUP] bunlardan ibret alanlara çok manalar ifade ederken,
bunlara fayda vermez. Böylece sanki perdelenmiş gibi olur, görmeleri
engellenir.
Cenab-ı Hakkın böyle mühür ve perde ile anlatması, istiare yoluyla bir anlatımdır.[SUP]26[/SUP]
Allahu Teâlâ, bu tarzda Kur’anda değişik yerlerde onların inkârını nazara vermiştir. Mesela,
İşte onlar, o kimselerdir ki; Allah kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.” (Nahl, 108) Bu ayette onların inkârı, Allahın kalplerini mühürlemesi ile ifade edilmiştir.

Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız kimseye uyma.” (Kehf, 28) Bu ayette onların küfrü, Allahın onları gafil kılmasıyla anlatılmıştır.

“…Ve kalplerini kaskatı kıldık.” (Maide, 13) Bu ayette, onların kalplerinin
katı kılındığı nazara verilmiştir.

Bütün bunlarda temel nokta şudur: Bütün mümkinat (varlıklar) Allaha dayanır, onun kudretiyle meydana gelir. Bu açıdan bunlar Allaha isnad edilir.

Yaptıkları fiillere sebep olma noktasından ise kendilerine isnad edilirler. Mesela şu ayetlere bakalım:

Verdikleri sağlam sözü bozmalarından, Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinden, peygamberleri haksız yere öldürmelerinden ve “kalplerimiz kılıflıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belâlar verdik.)

Aksine, inkârları sebebiyle Allah onların kalplerini mühürlemiştir.” (Nisa, 155)[SUP]27[/SUP]
İşte bu, şu sebepledir: Onlar iman ettiler, sonra inkâr ettiler. Bu yüzden kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Münafikun, 3)[SUP]28[/SUP]
Ayet, onlara sıfatlarının çirkinliğini ve akıbetlerinin vehametini şiddetle
beyan etmektedir.
Mu’tezile mezhebi mensupları, bu gibi ayetlerde hayli zorlandılar ve bunları te’vil için bazı vecihler zikrettiler:
1-Onlara göre, , haktan yüz çevirmeleri ve bunun kalplerinde yerleşmesi sonucu olarak, küfür onların tabiatı haline gelince, kalplerinin tab’ı yaratılışla alakalı fıtrî bir vasfa benzetildi.
2-Bu gibi ayetlerden murat, onların kalplerinin halini, Allahın anlayıştan boş olarak yarattığı hayvanların kalpleri ile temsil etmektir. Nasıl ki ölen biri için “vadi onu alıp götürdü” denilir. Uzun süre görülmeyen biri hakkında,
“Anka kuşu onu uçurdu” ifadesi kullanılır. Bunların temsilî bir anlatım olması gibi, bu ayetler de öyledir, zahirine göre anlaşılmamalıdır.
3-Ayetlerde medar-ı bahs olan durumlar gerçekte şeytanın veya kâfirin fiilidir. Ama, Allahın onlara verdiği güçle bunu yaptıklarından fiilin müsebbibine isnadı şeklinde Allaha nisbet edilmiştir.
4-Onların kalpleri küfürde kökleşti ve sağlamlaştı. Zorla onlara imanı kabul ettirmekten başka bir yol kalmadı, ama mükellef olabilmeleri için de böyle bir yol söz konusu olmadı. Dolayısıyla, onların imanı terki, kalplerinin mühürlenmesiyle ifade edildi. Çünkü bu onların imanına bir engeldir. Bunda, onların azgınlıkta haddi aşmalarını ve dalalete sapmakta çok ileri gittiklerini hissettirmek vardır.
5-Kâfirlerin kalplerinin mühürlenmesi gibi ifadeler, onların hâlini hikâye etmek tarzında onlarla ince bir alay (tehekküm) ve istihza da olabilir. Mesela Kur’an onların şöyle dediğini nakleder:
Dediler: Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır.
Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Seninle bizim aramızda bir de perde var.” (Fussılet, 5)
6-Onların kalplerinin mühürlenmesi ahirette olabilir. Geçmiş zaman

üslûbuyla söylenmesi, bunun muhakak olacağını bildirmek içindir. Şu ayet de buna şehadet eder:
Ve biz, o kâfirleri kıyamet günü yüzleri üstü sürünür bir şekilde kör, dilsiz ve sağır oldukları halde haşredeceğiz.” (İsra, 97)
7-Kalbin mühürlenmesinden murat, meleklerin bildiği nişanla kalplerinin işaretlenmesi de olabilir. Melekler bu nişanı görür ve onlara buğzederler, onlardan uzak kalırlar.
İşte, kalplerin mühürlenmesi veya insanların dalalete sevkinin Allaha nisbet edilmesi gibi meselelerde bizimle Mu’tezilenin meseleye yaklaşımları bu şekildedir.
“… kulaklarını da mühürledi.”
Onların kulaklarının da mühürlü olduğunu anlatan bu ayet, kalplerin mühürlendiğini anlatan kısma atfedilmiştir. Başka bir ayette ise, kulak daha geçer, kalbin mühürlenmesi ona atıfla söylenir:
Hevâsını ilâhı edineni gördün mü? Allah onu bir ilim üzere saptırdı. Kulağını ve kalbini mühürledi ve gözüne de perde çekti.” (Casiye, 23)
Kalp ve kulak, bütün cihetlerden idrak etmekte ortaktırlar. Bundan dolayı, her cihetten gelebilen idrake engel olan mühürlenme cezasına maruz kaldılar. Gözün idraki ise sadece ön cihetten olduğundan, bu cihete mani olan perde ile iktifa edildi. “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürledi” demek yerine “Allah onların kalplerini de kulaklarını da mühürledi” denilmesi yapılan mühürlemenin şiddetine ve her iki mührün farklı farklı olduğuna daha ziyade delâlet etmesi içindir.
وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.”
Ayetteki “ebsar” kelimesi “basar” kelimesinin çoğuludur, “gözün idrak etmesidir.” Mecazen görme kuvveti ve göz için de kullanılır. Benzeri bir durum “sem” kelimesi için söz konusudur. Muhtemelen ayette işitme ve görme uzuvları kastedilmektedir. Çünkü mühürleme ve perdeleme olayının azalarla münasebeti gayet açıktır. Kalp, ilmin mahallidir. Bazen “kalp” denildiğinde bununla akıl ve marifetin murat edildiği de olur. Mesela şu ayette olduğu gibi:
Şüphesiz bunda, kendisinde bir kalp olan yahut gafletten uzak bir halde kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kâf, 37)
وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ Ve onlar için çok azim (büyük) bir azap vardır.”

Ayet, kâfirler için bir tehdid ve onların layık oldukları akibeti beyandır.
Azîm” ve “kebir” kelimeleri ikisi de büyüklüğü ifade eder. “Azîm” kelimesinin zıddı “hakîr” iken “kebir” kelimesinin zıddı “sağîr” (küçük) kelimesidir. Hakîr kelimesi sağirden daha aşağıyı ifade ettiği gibi, azîm kelimesi de kebir kelimesinden daha üstte olanı ifade eder. Buradaki ayette, azabın “azîm” kelimesiyle vasıflandırılması, diğer azaplarla mukayese edildiğinde, diğer azapların buna nisbetle küçük kaldığını anlatır.
Azim” kelimesinin bilinmezlik ifade eden elif-lamsız gelişi, bu azabın künhünün Allah dışında kimsenin bilemeyeceği kadar büyük olduğunu bildirir.

1 Yani, “ey insanlar, size okunan Kur’an, işte böyle harflerden meydana gelmiştir.
Haydi, böyle harfleri kullanarak Kur’anın nazirini yapınız.”
2 Mesela, Nun bir harf, Ha-Mîm iki harf, Elif-Lâm-Mîm üç harf, Elif-Lâm-Mîm-Ra dört harf ve Kef-He-Ye-Ayn-Sad ise beş harftir.
3 “İşte o kitap” ifadesi “hani önceki semavî kitaplarda indirileceği bildirilen kitap
var ya, Kur’an işte o kitaptır” manasına işaret eder.
4 Ayette anlatılanlar, Hudeybiye seferine katılan mü’minlerdir.
5 Cezalet: Kelamı meydana getiren kelimelerin özenle ve hassasiyetle seçilmesi ve bunun sonucu olarak kelamın hem parça parça, hem de bir bütün olarak ihtişamlı olmasıdır. Yani, cezalet nazımla alakalı bir durumdur. Kur’anın mu’cizelik yönlerinden biri de “nazmındaki cezalet”tir. Kur’anın lafzında fesafat, manasında belağat ve nazmında ise cezalet vardır.
6 Yoksa “ama diğer ilâhî kitaplarda bir şüphe var” manası tevehhüm edilebilir.
7 Yani, o müttakiler, “gayba inanan, namazı düzgün kılan, Allah yolunda infakta bulunan” kimselerdir.
8 Buna “el-menzile beyne’l- menzileteyn” denir.
9 Ayet, Tevratın hükmünü uygulamak istemeyen bazı Yahudiler hakkında inmiştir.
10 Ayet, İslama yeni girmiş bazı bedeviler münasebetiyle inmiştir. İmanın hakikatının
henüz kalplerine yerleşmediğini anlatır. Sadece “iman ettik” demekle imanın hakikatına ulaşılmış olmaz.
11 Mü’minlerin birbiriyle dövüşmesi ve savaşması elbette gayet nahoş bir durumdur.
Ama hasbe’l-beşer böyle bir hata işlediğinde de küfre girmiş olmaz. Ayette mü’minlerden iki grup denilmesi, bunun bir delilidir.
12 Ayette geçen “zulüm”den murat şirktir. Bu konuda şöyle rivayet edilir: Ayet nazil olduğunda, bu hüküm sahabilere ağır geldi ve “hangimiz nefsine zulmetmiyor
ki?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ayetin manası sizin
zannettiğiniz gibi değil. O ancak Hz. Lokmanın, oğluna “Çünkü şirk, elbette
çok büyük bir zulümdür.” demesi tarzındadır.” (Lokman, 13)
13 Mesela, melekler bize nisbetle gaybî varlıklardır, biz bunları duyu organlarımızla
idrak edemeyiz. Ayrıca bunların varlığı akıl açısından zorunlu da değildir, ama akıl onların varlığını red de edemez. Eğer varlıkları aklen bedihî olsaydı, kimsenin
melekleri inkâr etmemesi gerekirdi.
14 Mesela bkz. Zümer 9, Mürselat 48, Hicr 98 ve A’lâ 1. ayetlere bakılabilir. Bu ayetlerde, sırasıyla kunut, rükû, secde ve tesbih ifadeleri namazı da tazammun eder.
15 Yani, Ali’den alıp Veli’ye vermek tarzında olmamalı, Allahın kendisine nasip ettiğinden vermelidir.
16 Yani, mallarının hepsini vermezler, bir kısmını verirler. Bir başka ayette, eldeki malın tamamının verilmemesi, açıktan ifade edilmiştir. (İsra, 29)
17 Yani, o müttaki mü’minlerin bir özelliği de, sadece Kur’ana iman etmekle kalmayıp,
önceki semavî kitaplara ve sahifelere de iman etmeleridir.
18 Yani, dünya bu gördüğümüz âlem, ahiret ise, diğer âlemdir.
19 Yani, işte onlardır felaha erenler, başkası değil. Felâha erenleri görmek istiyorsanız
onlara bakınız, çünkü onlar felâha erenlerin ta kendileridir.
20 Yani, bazıları “falanca felaha erdi” deyince, mesela onun zengin olduğunu anlar,
veya büyük bir beladan kurtulduğunu anlar… İşte, ayette müttaki mü’minlerin felaha erdiklerinin anlatılması, felah kelimesinin çağrıştırdığı bütün güzelliklere bunların sahip olduklarını ifade eder. Mesela, bu cümleden olmak üzere şunlar hatırlanabilir:
“İşte onlardır cehennemden kurtulanlar.”
“İşte onlardır Cenab-ı Hakkın rü’yetine nail olanlar…”
“İşte onlardır cennete alınanlar.”
21 Mesela, “bugün çarşıda kazanan falanca kimse oldu” dediğimizde en ziyade onun kazandığı anlaşılır. Bu cümleden yola çıkarak başkalarının hiçbir şey kazanamadıkları
söylenemez. Demek ki, kâmil manada kurtulan, felaha eren kimseler müttaki mü’minlerdir. Ama bundan hareketle fasık – günahkâr mü’minlerin asla kurtulamayacakları, cehennemde ebedi kalacakları söylenemez.
22 Muhatap, söylenen meselede tereddüt içindeyse, “şüphesiz, gerçekten…” gibi ifadelerle mana kuvvetlendirilir. İnsanlar Zülkarneynin saltanatı konusunda şüpheyle bakabildiğinden ve Firavun, Hz. Musa’nın peygamberliğini şüpheyle karşıladığından, “inne” ile anlatılmıştır.
23 Allahın her şeyi kuşatan bir ilmi vardır. O, neyin ne şekilde olacağını önceden de bilir. Bizler ise, bir şey meydana geldiğinde biliriz. Kendi bilmemizi Allahın bilmesiyle
karşılaştırmak, çok yanlış bir kıyas olur. Allahın kelâmı da ilmi gibi bir sıfatıdır
ve ezelidir.
24 Yoksa, “bize bir uyarıcı gelmedi, gelseydi dinlerdik” diyebilirler.
25 Âfak ve enfüs, birbirine mukabil olarak kullanılan iki kelimedir. Âfak, insanın
dışındaki âlemi, enfüs ise insanın kendisini ifade eder. Bu iki kelime, “Âfakta ve kendi nefislerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz.” ayetinden alınmıştır (Fussılet, 53).
26 İstiare, bir kelimenin mânasını geçici olarak başka mânada kullanmak veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın
adını verme san’atıdır. “Adam sevinçten uçuyordu” dediğimizde, “uçuyordu” kelimesinde istiare vardır. Kuşa ait olan bu özellik, mecazi anlamda çok sevinçli kimse hakkında kullanılmıştır. Onun gibi, kâfirlerin kalplerinde bir mühür ve gözlerinde
bir perde olmamakla beraber, bu kelimeler kullanılmak sûretiyle iman etmemeleri
ve gerçekleri görmemeleri çok daha etkili bir şekilde anlatılmıştır.
27 Burada küfür o müşriklere, kalplerinin tab’ı ise Allaha nisbet edilmiştir.
28 Burada iman ve küfür o münafıklara nisbet edilirken, kalplerinin tab’ı inkârlarına bir ceza olarak anlatılmıştır.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
33
Yusuf kardeş yaptıgınız tefsirin kaynakları nedir hiçbirşey yazmamışsınız?
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Nisa Suresi:

" Surede cahiliyenin toplumda var olan fakirlik problemine, yetimlik problemine bakış açıları, kadınlara bakış açıları, kadınlara zulmedişleri, kadınları mîrastan mahrum edişleri, temizlik ve pislik anlayışları, pis olanları temiz olanlara tercih edişleri, fâizi ve tüm haram yollardan, bâtıl yollardan kazanmayı helâl kabul edişleri, emânet mefhumunu kaldırıp haince bir hayat yaşamaları, aile bağlarını koparıp, akrabalık ilişkilerini bozup birbirlerine zulmedişleri gündeme getirile-rek Müslümanların onlar gibi olmamaları öğütlenir. "





İstifade edebilmek duasıyla
Güncelleme...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt