Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Maun suresi ayet 3.
“Yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse işte odur.”

Ölüm ötesi hayatı reddeden, âhiretteki hesap-kitabı yalanlayan kişi yoksulu doyurmayan, miskinin doyurulmasını teşvik etmeyendir. Miskin, belini doğrultacak hiçbir şeyi, hiçbir malı, mülkü olmayan ve insanlardan bir şeyler isteyen demektir. Bütün imkânlarını kullandığı halde yine de ihtiyaçlarını temin edemeyen ve bu sebeple istemek zorunda kalan kişilere de yardım elimizi uzatmak zorundayız. İslâm aslında dilenmeyi meşru görmez. İslâm toplumunda çalışıp kazanabileceği halde dilenen bir ferdin varlığı asla düşünülemez. Hem dilenenler açısından bu böyledir, hem de o toplumun zenginleri açısından buna imkân yoktur.

Dikkat ederseniz burada “İtam’ul miskin” denmemiş de “Taam’ul miskin” denmiştir. Yani miskini doyurmazlar, fakiri yedirmezler değil de mana, onun kendi yemeğini ona vermezler demektir. Onun kendisine ait olanı kendisine vermeye teşvik etmezler demektir. Yani o yemek zaten o miskinin hakkı iken, onun kendi hakkını ona vermezler, yedirmezler. Halbuki o yedirecekleri yemek onların kendilerinin değil, bizzat o miskinindir. Binaenaleyh birine bir şeyler verirken, bir fakire bir şeyler yedirip ikram ederken söylenebilecek en güzel söz şöyle demektir: “Al kardeşim! Bu benim değil senindir! Ben şu anda sana benim olan, bana ait olan bir şeyi değil, senin kendinin olan bir şeyi veriyorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın içinde sana verilmek üzere Allah’ın hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere bana vermiştir, al hakkını da beni bu sorumluluktan kurtar!” Hani Meâric sûresinde:

“Onların mallarında isteyen ve isteyemeyenlerin hakkı vardır.”
(Meâric 24,25)

Buyuruluyordu ya, işte bu verdiğimiz bizim malımızın içinde onlara verilmek üzere Rabbimizin koyduğu fazlalıktır ve onu onlara güzellikle ulaştırmak zorundayız.

Ama bakın burada âhirete inanmayan insanlar, miskinlerin hakkı olan yemeği onlara yedirmiyorlar. Yani ne kendileri o miskinlerin hakkını onlara verirler, ne de başkalarını bu konuda teşvik ederler. Tabii kendi elinde olanları Allah’ın fakir kullarına yedirmeye yanaşmayan birisinin başkalarını bu konuda teşvik etmesi de düşünülemeyecektir. Yoksulların, fakirlerin doyurulması konusunu başkalarına da hatırlatarak hayırlı bir işe sebep olmazlar. Allah’la arası iyi olmayan, Allah’la iyi bir ilişki içinde olmayan birisinin kullarla iyi ilişkiler içinde olması zaten mümkün değildir. Allah’ın hakkına riâyet etmeyen, elbette kulların hukukuna da riâyet etmeyecektir. Kendisi fakirleri doyurmadığı gibi başkalarının malında da cimrilik gösterir. Bunun sebebi de toplumda garibanların daha çok ezilip ezenlerin hâkimiyetinin devamını sağlamaktır.

Âyet-i kerîmede bunun insanların âhiret anlayışlarının ve buna dayalı olarak da mala bakışlarının bozukluğundan kaynaklandığını anlatıyor Rabbimiz. Sanki Allah’ın fakir kullarından kıskandığı o malı kendisi kazandı, sanki kendisi buldu, sanki kendisinin o mal. Zaten böyle düşünen, kendilerini mülkün sahibi gören insanlar zırnık bile veremezler. Âhirete inanmayanlar bunu asla anlayamazlar. Halbuki Allah herkese rızık takdir ederken fakirlere verilmek üzere bir fazlalık vermektedir ve bu fazlalığın sahiplerine ulaştırılmasını istemektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Maun suresi ayet 4
şte (şu) namaz kılanların vay haline,

"Fe veylün lil musallîn" ifadesi kullanılmıştır. Burada "fe"nin anlamı, ahireti açıkça inkar edenlerin, az önce zikredildiği üzere halini gördün demektir. Şimdi namaz kılan münafıkların hali açıklanacaktır. Yani müslümanların saflarına katılırlar. Zahiren müslüman görünmelerine rağmen ahireti yalanlarlar. Onun halini görün ki, kendine ne gibi bir felaket hazırlamaktadır.
"Musallîn"in manası, "namaz kılanlar"dır. Siyak ve Sibaka göre "musallîn"in anlamı, ileride özellikleri açıklandığında da görüleceği gibi, aslında "namaz kılan" değil, "ehl-i salat" yani müslümanların topluluğuna dahil olandır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Maun suresi ayet 5
Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,

"Fî salâtihim sahun" denmemiştir. "An salâtihim sahun" buyurulmuştur. Eğer "fî salâtihim sahun" kullanılsaydı ayetin anlamı, "namazlarında gafildirler" olurdu. Oysa namaz kılarken bir şeyi unutmak şeriatte nifak değil, hatta günah bile değildir. Aslında bu tip gaflet, hakkında korkutma yapılacak bir eksiklik değildir. Rasulullah da namazda unutmuş ve telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır. "An salatihim sahun"un manası, "onlar namazlarından gafildirler" şeklindedir. Namaz kılıp kılmaması farketmez. Bazen kılar bazen kılmazlar. Kılarken de tam son vakitte kılarlar. Vakit bitmek üzereyken formalite gereği namazı çabucak yerine getirirler. Namaza isteksiz kalkarlar. Namazı kılmaları, bir musibeti başlarından atmak ister gibidir. Namazda elbiseleri ile oynar ve esnerler. Namazlarının Allah'ı anmakla en ufak ilgisi yoktur. Namaz boyunca ne okuduklarını hissetmezler. Okurken de kalpleri başka yerdedir. Namazı çabuk çabuk kılar, rüku ve sücudu doğru dürüst yapmazlar. Namazı sadece bir şekil olarak eda eder ve kurtulurlar.
Pek çokları da, bir yerde namaz kılan varsa kılar, yoksa namaza aldırmazlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler. Ezan sesinin neye davet etmekte ve kimi davet etmekte olduğuna aldırmazlar. Bütün bunlar ahirete iman etmediklerine işarettir. Çünkü müslüman olduklarını söyleyenlerin bu amelleri, aslında namaz kılıp kılmamanın ceza ve mükafat ile karşılanacağına inanmadıklarını gösterir. Namaz kılmazlarsa onlara bir ceza verileceğine, kılarlarsa da mükafat verileceğine inanmazlar. Onun için Enes b. Malik ve Ata b. Dinar diyorlar ki, "Allah'a şükrederim ki O -fi salatihim sahun- değil de, -an salatihim sahun- buyurdu." Yani biz namazlarda unuturuz, ama namazlarımızdan gafil değiliz. Onun için münafıklardan sayılmayacağız....
Kur'an-ı Kerim'de münafıkların durumu başka yerlerde şu şekilde açıklanmıştır. "Namaza üşene üşene kalkarlar." (Tevbe 54)
Rasulullah, bunun münafığın namazı olduğunu bildirmiştir. Rasulullah bu sözünü üç kere tekrarlamıştır. Sözüne devam eden Rasulullah şöyle demiştir:
"Asr vaktinde oturarak güneşin batışını seyreder. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girene kadar seyretmeyi sürdürür. (Yani gurup vaktine yakın bir zamana kadar oturur.) Bu vakitten sonra kalkar, horozun yerden yem toplaması gibi dört defa eğilir kalkar. Allah'ı da çok az zikreder"
(Buharî, Müslim ve Müsned-i Ahmed)
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, oğlu Mus'ab şöyle rivayet etmiştir: "Ben Rasulullah'a namazdan gafil olanlar hakkında sordum. Rasulullah, onların namaz vaktini geciktirdiklerini söyledi"
(İbn Cerir, Ebu Ya'la, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî Evsat'ta, İbn Merduye, Beyhaki es-Sünen'de bu rivayet Sa'd'ın kendi sözü olarak da nakledilmiştir. Bu naklin senedi daha kuvvetlidir.
Bu kavlin, Rasulullah'tan hadis olarak merfuen rivayet edilmesini Beyhakî ve Hakîm zayıf kabul etmiştir.)
Mus'ab'ın diğer bir rivayeti de şöyledir:
Babasına bu ayet üzerinde düşünüp düşünmediğini sormuş ve "Bunun anlamı namazı terketmek mi? Yoksa murad namaz kılan kişinin başka şeye dalması mı?
Bundan murad namazı ziyan etmektir. Namazı gecikerek kılmaktır."
(İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya'la, İbn Münzir, İbn Merduye, Beyhakî Sünen'de.)
Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, namaz sırasında başka düşüncelere dalmak ayrı şeydir, namaza hiç dikkat etmemek ve namazda her zaman başka şeyler düşünmek ayrı şeydir.
Birinci özellik insanın zaafındandır. İrade dışı olarak insanın aklına bazı düşünceler gelebilir. Bir mü'min dikkatinin namazdan kaydığını hissettiği anda yeniden dikkatini toplamaya çalışır.
İkinci özellik ise, namazdan gafil olma tarifine girer. Çünkü onun namazı bir egzersiz gibidir.
Kalbinde Allah'ı zikretme şeklinde bir niyet yoktur. Namazın başından sonuna kadar, kalbi hiçbir an Allah'a yönelmez.
Hangi düşünceyle namaza başlamışsa o düşünceyle namazdan çıkar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 5
Şimdi sen güzelce sabret.

"Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz."

Sabretmeye ilişkin çağrı ve direktif, her davet hareketi ile birlikte gündeme gelmiş, her peygamberin gönderilişi ile bu çağrı tekrarlanmış ve peygambere uyan her müminden sabretmesi istenmiştir. Çünkü yükün ağırlığı, yolun meşakkati karşısında sabır bir zorunluluktur. Uzak bir hedefe yönelmiş, engin ufuklara doğru yol alan ruhları hoşnut ve birbirine bağlı tutmak için sabır kaçınılmazdır. Güzel sabır, insana huzur veren sabırdır. Öfkenin, sıkıntının, vaadin doğruluğuna ilişkin herhangi bir kuşkunun insanın içinde yer etmediği sabırdır. Sonuçtan emin olarak, Allah'ın kaderinden hoşnut olarak imtihanın arka planında bir hikmetin yattığının bilinci ile, herşeyin ondan geldiğini hesap ederek ve Allah'a bağlı kalarak sabretmektir.

İşte dava adamına yakışan bu tür bir sabırdır. Çünkü bu dava Allah'ındır. Çağrı Allah'a yöneliktir. Dava adamının bir çıkarı sözkonusu değildir. Bu çağrının arka planında dava adamının şahsına ilişkin bir amaç yatmaz. Şu halde bu hedefe doğru yol alırken karşılaştığı herşey Allah yolundadır. Dava ile ilgili olan herşey Allah'ın emridir. Şu halde güzel sabır hem bu gerçekle, hem de vicdanın derinliklerinde yer alan bu gerçeğe ilişkin bilinç ile uyuşmaktadır.

Yalanlayanların karşısına dikildiği davanın sahibi Allah'tır. Kafirlerin bir an önce gerçekleşmesini istedikleri, bu arada yalanladıkları vaadin sahibi de O'dur. Kendi belirlediği bir hikmete ve evrensel plana göre olayları ve olayların vakitlerini planlayan O'dur. Fakat insanlar bu planı ve tasarıyı bilmezler, bu yüzden acele ederler. Uzun süre beklediler mi kuşkuya düşerler. Zaman zaman dava adamlarının içine de sıkıntı düşebilir. Allah'ın vaadinin bir an önce gerçekleşmesi arzu ve temennisi onlarında hatırına gelebilir. İşte böyle bir durumda her şeyden haberdar olan ulu Allah'tan bunun gibi güvenceler ve direktifler gelir. "Sen güzelce sabret."

Burada hitap Peygamber Efendimize yöneliktir. Amaç, karşılaştığı kıt anlayışlıktan, kaypaklıktan ve yalanlamadan dolayı kalbine güven aşılamaktır. Bunun yanısıra bir başka gerçek de vurgulanıyor: Buna göre yüce Allah'ın olaylara ilişkin planı insanlarınkinden farklıdır. Onun sınırsız ölçüleri insanların dar kapsamlı, küçük ölçülerine benzemez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 6
Onlar onu uzak görüyorlar.

"Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz: '

Ardından, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan o korkunç azabın yer aldığı, onların uzak, ama Allah'ın yakın gördüğü kıyamet gününden bazı sahneler sunuluyor. Bu sahneler evrenin uçsuz bucaksız alanlarında, insan ruhunun dipsiz derinliklerinde gösteriliyor. Bunlar hem evrende, hem de insan ruhunda şaşırtıcı ve sarsıcı etki bırakan dehşeti gözler önüne seren sahnelerdir
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 7
Biz ise onu yakın görüyoruz.

Bunun iki manası olabilir. Birincisi, "Onlar bunu imkan dışı görüyorlar ama bizim indimizde ise, biz onu çok yakın, sanki hemen yarın olacakmış gibi görüyoruz."
 

Gök Kubbe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Ara 2008
Mesajlar
3,422
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
29
tahsin 33 kardeş "MAAŞALLAH" demeden geçemiycem gerçekten..ne kadar güzel bizimle paylaştığınız yazılar ve bilgiler...allah c.c. razı olsun inşallah selametle....::)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
küçük-kul,
Allah razı olsun elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 8
O gün gök, erimiş bakır gibi olur.

Ayetin orijinalinde geçen "el-Muhl" kelimesi; madenlerin erimiş halidir, tıpkı yağın tortusu gibi. "el-ihn" ise, dağınık, kabarık yün demektir. Kur'an-ı Kerim, birçok yerde, kıyamet günü olağanüstü olayların meydana geleceğinden, evrensel cisimlerin yer, nitelik, dayanak ve bağlantılarının değişeceğinden sözeder. Kıyamet günü gerçekleşecek olaylardan biri de gökyüzünün erimiş madenlere benzeyecek olmasıdır. Doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların bu ayetler üzerinde düşünmeleri gerekir. Çünkü onlarca genel kabul gören görüşe göre gök cisimleri gaz düzeyine gelene kadar eriyen madenlerden meydana gelmişler. -Bu, belli bir süreç içinde gerçekleşen erime ve akma aşamalarından sonraki bir aşamadır-. Belki de bu cisimler kıyamet günü söneceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman." (Tekvir suresi 2) Soğuyup ısınan madenler hâline geleceklerdir. Böylece şimdiki durumları, yani gaz hâlinde olmaları durumu ortadan kalkacak yeni bir şekil alacaklardır.

Her halükarda bu, doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların yararlanabilecekleri bir ihtimaldir. Bize gelince; bu ayetin önünde duruyor, gökyüzünün erimiş maden tortusuna dönüştüğü, dağların etrafa saçılmış kabarık yünler gibi savrulup atıldığı, bu dehşet verici sahneyi düşünüyoruz. Bu sahnenin arka planında ruhları kıskıvrak yakalayan, şaşkına çeviren korkuyu düşünüyoruz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 9
Dağlar, atılmış renkli yün gibi olur.

Dağlar atılmış rengarenk yünler, didilmiş pamuk parçaları gibi olacak. Yani hem paramparça olacak, hem de kazıklığı bitmiş olacak dağların. O gün düzen bitmiş, dünyanın düzeni bitmiş olacak. Yeni bir düzene, yeni bir konuma geçilecek. Yani imtihan konumundan hesap konumuna, ya da imtihan sonuçlarının okunması konumuna geçilecek o gün.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 10
Dost dostun halini sormaz.

O gün hiçbir sıcak dost, hiçbir sıcak dosta kucak açmayacak, açamayacak. Kimse kimsenin hal ve hatırını sormayacak, soramayacak veya kimse kimsenin durumunu muhasebe edemeyecek. Kimse kimseye: “Yahu! Ne var, ne yok? Ne âlemdesiniz? Ne haldesiniz? Bir derdiniz var mı? Bir ihtiyacınız mı var?” diyemeyecek. Kimse kimseyle ilgilenemeyecek, kimse kimseyle ilgi kuramayacaktır o gün. Belki insanlar, dostlar, akrabalar, arkadaşlar, kadınlar, kocalar, evlâtlar, babalar birbirlerini görüp geçecekler veya görmezden gelecekler, hiç kimse kimsenin yakınlığını bile inceleyemeyecek. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun iki manası vardır.

1- İnsanlar, yakınlığı olanlar birbirlerini görecekler ama gör-mezden gelecekler, görmemiş, tanımıyormuş, tanışmıyorlarmış gibi davranacaklar. Neden? Aman bunun derdi de beni bulmasın diye. Aman bunun sebebiyle de karşıma bir hesap gelmesin diye. Aman bunun yüzünden de bana bir dosya açılmasın diye en yakınlarını ta-nımazdan gelecektir insanlar. Gerçekten çok müthiş bir manzara değil mi? Düşünebiliyor musunuz? Adam can-ciğer karısını görecek ama tanımazlıktan gelecek, kadın kocasını, evlât babasını, baba evlâ-dını, kardeş kardeşini, arkadaş arkadaşını görecek ama tanımazlık-tan gelecek, hiç tanımıyormuş gibi davranacak, geçip gidecek.

2- Adam akrabalarını, dostlarını, yakınlarını görecek ama ken-di derdinden, kendi sıkıntısından ötürü sanki görmemiş gibi olacaktır. Görecekler ama telaşlarından sanki görmemiş olacaklar. Kendisiyle uğraşmaktan kendi başının çaresini düşünmekten başka hiçbir hali kalmayacak. Abese sûresinde şöyle denir:

“O gün, kişi kardeşinden, annesinden babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.”
(Abese 36,37)

O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, karısından, oğlundan, kızından kaçacak. Neden? Çünkü o gün herkesin başını aşkın derdi vardır. Herkesin kendine yetecek meşguliyeti vardır. Herkes kendi başının derdine düşmüştür. Kimsenin kimseyi düşünecek mecali de yoktur, zamanı da yoktur. O gün kimse kimsenin hatırını soramayacak, kimse kimseyle ilgilenemeyecektir. Herkes kendi başının derdine düşecektir.

Hattâ Rasulullah Efendimizin, “o gün herkes üryan haşr olacak” beyanına karşılık Ayşe annemizin: “Anam babam sana fedâ ol-sun ey Allah’ın Resûlü! Öyle de, biz o gün vücutlarımızı yabancı erkeklerden nasıl koruyacağız?” şeklindeki sorusuna Allah’ın Resûlü’-nün verdiği cevap gerçekten çok enteresandır: “Üzülme ey Hatice, o gün herkesin başını aşkın bir derdi olacak ve kimse kimsenin vücuduyla ilgilenemeyecektir,” buyurur.

O gün kimse kimseyi göremeyecek. Kimse kimseyle ilgilenemeyecek. Çünkü o gün herkesin başından aşkın bir işi ve derdi olacak. İnsanın sevdikleri bile ona yabancı olmuştur o gün.

Hani bazen çok üzgün, çok dertli, çok karmaşa, çok karışık bir ruh hali yaşadığınız dönemler sokakta yürürken en samimi bir arkadaşınızı, en candan bir dostunuzu görmeden geçtiğiniz olur değil mi? Belinizi büken, kalbinizi yakan, beyninizi sarmış bir üzüntü atmosferinde gezerken, tanıdığınız nice simâlara rastlarsınız da sanki hiç görmemiş gibi yanından geçip gittiğiniz olmuştur değil mi? Görürsünüz, ama sanki görmemiş gibi olursunuz. Bilirsiniz, ama sanki bilmemiş gibi olursunuz. Veya görürsünüz sanki görmezsiniz. Meselâ bir miting alanındasınız ve çok acil birini aramakla meşgulsünüz. Gözünüz onu aramakla meşgul. Böyle bir durumda bildiğiniz tanıdığınız nice simalar görürsünüz de, onların üzerinde hiç durmazsınız bile de-ğil mi? Hatta onları görmezsiniz bile. Niye? Birini aramaktasınız çünkü o anda. Onunla meşgulsünüz. İşte o gün de böyle olacak.

O gün insanlar böyle olacaklar. Peki görmeyecekler mi? Görecekler ama görmezden gelecekler, ya da görecekler ama sanki gör-memiş gibi olacaklar. Çünkü âyetin devamında diyor ki Rabbimiz:

Görecekler, görüşecekler, karşılaşacaklar, karşı karşıya gelecekler, birbirlerini görecekler, görüşecekler ama sanki karşılaşmamış olacaklar. O kadar meşguller ki, o kadar kendi kendilerine dönmüşler ki, sanki tanımazlıktan gelecekler. Çünkü gördükleri halde tanımayanlar, gördükleri halde tanımazlıktan gelenlerin elbette birbirlerine sıcak bir kucak açmaları, birbirleriyle sıcak bir ilgi kurmaları da mümkün olmayacaktır. Zaten dünyada birbirleriyle sıcak ilişki içinde bulunanlar, birbirleriyle dost olanlar, akraba olanlar, eğer orada böyle bir ilişkiyi kaybetmişlerse artık ha görmüş, ha görmemiş, ha tanımış ha tanımamış fark etmez olacaktır. Araya böyle bir soğukluk girmişse tanısa ne olur, tanımasa ne olur?

Dünyada da öyle olur bazen değil mi? Bir vakitler insanlar birbirleriyle o kadar sıcacık dost ki, birbirlerini o kadar seviyorlar ki, sanki bir saat bile görüşmeden edemiyorlardır. O kadar düşkündürler ki, birbirlerine sanki “Fe cismahüma cismani ve’r-ruhu vahid” olmuşlardı. Yani ikisi iki ayrı beden ama ruhları tek ruh olmuştur. Tek ruh tarafından yönetilen iki bedendirler. Sanki öyle yaşıyorlar. Gece beraberler, gündüz beraberler, evden çıkarlar beraber, eve dönerler beraber, sanki ruh dünyaları beraber, sevgileri beraber, nefretleri beraber, her şeyleri beraber. Ama mesâibu’d-dünya dediğimiz dünyanın hadiseleri ve şeytan aralarına öyle bir girer ki, dünyada da: Öyle bir küserler, öyle bir ayrılırlar, öyle bir sırt dönerler ki birbirlerine, sanki daha önce birbirlerini hiç tanımamışlar, hiç görüşmemişler gibi, uzaktan birbirlerini görürler ama sanki hiç görmemiş gibi geçip giderler. Dünyada da bazen bunu görürüz. Öyleyse yapılacak şey sadece ve sadece Allah’la beraber olmak, Allah’la bütünleşmek, Allah’la dostluğu pekiştirmek, Allah’a bel bağlamak, Allah-la yakın diyalog içinde olmaya çalışmaktır. Değilse dünya bu, işte dünyanın değeri, dünyanın kuralı budur işte. Allah’tan başkalarını aşı-rı derecede sevmeye, Allah’tan başkalarına bel bağlamaya gelmez. Arkadaşın olabilir, can-ciğer kardeşin olabilir, gözbebeği hanımın olabilir, oğlun, kızın olabilir veya tanıdığın, bildiğin olabilir ki, biraz sonra sayılacak onlar zaten, işte hepsinden ayrılmak zorunda olacağız. Hepsinden kaçmak zorunda kalacağız.

Öyleyse burada beraberliğimiz Allah için olsun, ayrılığımız da Allah için olsun. Yani karşımızdakinin bizim dünyamızda oluşu bizim İslâm’ımıza aykırı ise hemen ayrılalım ondan. Terk edelim onu. Sevmememiz gerektiğinde sevmeyelim. Küsmemiz gerektiğinde küselim. Ama onun bizim hayatımızdaki varlığı İslâm’ımız açısından güzelse o zaman da sevelim, beraber olalım onunla. Yani sevmemiz de küsmemiz de Allah için olsun. Dün İslâm için sevdiğimiz, Allah için sevdiğimiz, Allah sev dediği için sevdiklerimizi her zaman sevmeye devam edelim. Dün Allah sev dedi diye onu seviyorsak, bugün de aynı Allah aynı İslâm sev diyorsa, sevmeye devam edelim, onlarla küsmeyelim.

Rasulullah’la beraber sahâbeden biri oturuyorken birisi oradan geçer. Rasulullah’la oturan sahâbe der ki: “Ya Rasulullah ben şu giden kişiyi Allah için seviyorum.” Allah’ın Resûlü der ki: “Peki sen ona bu sevgini açtın mı? Ona sevdiğini söyledin mi?” “Hayır ya Rasulal-lah.” “Ama açman gerekirdi, ya da git ona kendisini sevdiğini söyle!” buyurur. Hemen adam onun peşinden gider, az ileride yakalar ve ona der ki: “Kardeşim! Ben seni Allah için seviyorum!” Karşıdaki de der ki: “Kardeşim beni kendisi için sevdiğin, kendi hatırına sevdiğin Allah da seni sevsin” der. Sevdiğimiz kişiye bu sevgimiz ihsas etmemiz gerekiyormuş, hadisten bunu anlıyoruz.

Dünyada birbirlerini sevenler, birbirlerini görmek için can atanlar, sevenler, sevilenler ya da sevdiğini iddia edenler orada eğer birbirlerinden kaçacaklarsa, sevgilerinde bir bozuk düzenlik vardır. Sevgilerinde bir terslik vardır ki, onu dünyada düzeltmemizi istiyor Rab-bimiz bu âyetinde. Rabbimiz bu âyetiyle: “Ey Müslümanlar! Dünyada çevrenizdekilerle ilişkilerinizi Allah’ın istediği biçimde ayarlayın ki, yarın onlardan köşe bucak kaçma pozisyonuyla karşı karşıya kalmayın. Hanımlarınızla ilişkilerinizi Allah’ın istediği gibi ayarlayın ki, yarın onlardan kaçmak zorunda kalmayın. Onlara karşı sorumluluklarınızı şimdiden yerine getirin ki, onlar karşısında rezil bir duruma düşmeyin. Tüm insanlara karşı Allah’ın istediği biçimde davranın ki, yarın onlara bakabilecek yüzünüz olsun. Sevdiklerinizi Allah için sevin, Allah’ın sev dediklerini sevin, Allah’ın sevmeyin dedikleriyle ilişkilerinizi sürdürmeyin” diyor.
Zuhruf sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine düşman olurlar.”
(Zuhruf 67)

O gün aralarında su sızmayan dostlar, birbirlerini candan-ci-ğerden seven nice dostlar ve ahbaplar birbirlerine düşman olacaklar. Dostlukları, arkadaşlıkları düşmanlığa dönüşecektir. Ancak dostlukları Allah için olanlar müstesna. Ancak takva için olanlar, Allah hatırına Allah dininin ikamesi adına olanlar müstesnadır. Allah rızasına matuf olmayan tüm dostluklar, tüm bağlar, tüm arkadaşlıklar o gün düşmanlığa ve pişmanlığa dönüşecektir. Dünyada para, menfaat, makam-mansıp, protokol ve statü, ırkî özellikler için kurulan dostluklar, birliktelikler bitecektir. Bitmenin de ötesinde ayrıca düşmanlığa dönüşecektir. Önderler, önde gidenler, liderler ve kendilerine uyanlar birbirlerine diş bileyecekler. Aralarındaki tüm protokol bağları kopacak.

Aslında bu dostların düşmanlıkları, dostluklarının kaynağından gelmektedir. Yani onları dost kılan kaynaktan gelmektedir. Çünkü on-ların dünya hayatındaki dostlukları birbirlerini günaha teşvik etmek içindi. Günah konusunda birleşiyor ve birbirlerine yardımcı oluyorlardı. Böyle bir dostluğun orada devam etmesi mümkün değildir. Çünkü orada artık işledikleri bu günahların neticesini ayan beyan görmüşlerdir. İşte bunun için birbirlerine düşman kesiliyorlar. “Sen yaptın! Sen ettin! Sen demiştin! Sen istemiştin! Sen yol göstermiş, sen zorlamıştın!” diyerek birbirlerine diş bileyecekler. Ama muttakîler hayatlarını Allah’ın istediği gibi yaşayanların dostlukları böyle değildir. Onlar sevapta birleştikleri, birbirlerini hayra teşvik ettikleri için onlar da yaptıklarının neticesinin ne kadar hayırlı olduğunu görünce birbirlerinden memnun olacak ve birbirlerini tebrik edecekler. Öyleyse arkadaşlarımıza ve arkadaşlıklarımıza dikkat edelim. Arkadaşlarımızın cehennemine sebep olmadığımız gibi, cehennemimize sebep olacak kimselerle de arkadaşlık yapmamaya çalışalım inşallah.

Bakın bu konuda Resûlullah Efendimizin bir hadisini hatırlıyo-rum:

Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse sizden biriniz kiminle arkadaşlık kurduğuna bir baksın”

Bir adam dost ve düşmanlarıyla hayatını yaşar. Hattâ cenaze namazı kılınacağı zaman sonunda değil de başında sorulur. “Bu adamı nasıl bilirsiniz” diye. Ama nereden çıkmış, nasıl gelişmiş bilmiyo-rum, şimdilerde namaz kılınıp bittikten sonra soruluyor. Önce ne idiği, nasıl olduğu bilinmeden kendisine rahmet okunuyor, namazı kılınıyor, sonra da deniliyor ki; “ey cemaat bu adamı nasıl bilirsiniz?” Bir ara bir cenaze için demişler ki iyi biliriz. O arada onun cenaze namazını kıl-dıran imam o kalabalığın arasından geçerken birisi demiş ki; ya bu adam o kadar iyi, o kadar hoş bir insandı ki hiç kimseyle küs değil di, herkesle barışıktı deyince, eyvah diyor hoca efendi. Ne var, ne oldu diyorlar. Eğer ben bu adamın böyle olduğunu önceden bilmiş olsaydım vallahi cenaze namazını kıldırmazdım diyor. Çünkü bir insanın dostu da olmalı elbette düşmanı da. Bir adamın herkesle arası iyi ola-maz.

Aslında sünnete göre o adamın cenaze namazı kılınmadan önce o adam hakkında cemaate sorular sorulmalıdır. Bu adamı nasıl bilirsiniz ey cemaat? Müslüman mıydı? Namaz kılar mıydı? Müslümanlarla beraber miydi? Şehadet eder misiniz bu adamın Müslümanlığına? Borcu var mı? Alacağı var mı? İnsanlarla bir hukuku var mı? Yâni buradaki insanların bu adamla bir sıkıntısı var mı? Küfrüne, şirkine, nifakına bir delil, bir şehadet var mı? Bir diyeceğiniz var mı? Bu-nu baştan sormalıyız. Hattâ Borçlu olan birinin cenaze namazını kılmayan Resûl-i Ekrem efendimizi hatırlayalım da bunu baştan sormayı âdet edinelim elbette. Ya öyle borçlu çıkarsa? O zaman oradakilerden birisi tekeffül eder ve iş biter.

Evet, demek ki insanların dostları da, düşmanları da olacak. Bakın hadislerinde Resûl aleyhisselâm buyurur ki; “Kişi dostunun di-nindedir. Öyleyse sizden biriniz dost edineceği kimseye dikkat etsin”

Kiminle dost olduğunuza, kiminle dostluk kurduğunuza bir bakıverin, bir nezaret ediverin.

Bu “Halil” kelimesinden dolayı İbrahim aleyhisselâmı hatırlamamak mümkün değildir. Halil mi önce İbrahim aleyhisselâm akla ge-lir. Kim halîl ittihaz edinmiş onu? Allah. Allah’ın Halil ittihaz edindiği İb-rahim aleyhisselâmı düşüneceksiniz. O zaman söyleyin, kendi kendinize söyleyin, hiç kimse yokken aynada kendi kendinize bakarak söyleyin, utanmadan, başınıza önünüze eğmeyerek söyleyin, mertçe söyleyin, hatanızı, yanlışınızı bilerek söyleyin, siz kimin dini üzeresiniz? En çok sevdiğiniz, darıltmaya kıyamadığınız, ayrılığına dayanamadığınız, üzerim diye titrediğiniz, tüm gayretinizi kendisini memnun etmeye teksif ettiğiniz halîliniz, dostunuz kim sizin? Yâni Allah’ın peygamberi bu manada size halil olmaya, dost olmaya yeterli değil miydi de başka dostlar edindiniz? Bacanağınız, enişteniz, damadınız, amca oğlunuz, müşteriniz, satıcınız, dost adam, can adam, baba adam dediğiniz insanlar mı? Dikkat edin, bilesiniz ki siz onların dini üzeresiniz. Söyleyin, sizin dininizle onlarınki aynı şeyler mi? Kim sizin halîliniz? Kimin dini üzeresiniz? Hakaret etmek için din anlatılmayacağını biliyorum. Ama siz o dostunuz gibi namaz kılıyorsunuz değil mi? O cami meraklısı olmadığı için siz de gitmemeye başladınız değil mi? Yâni namazda bile öyle değil mi? Sadece namaz, abdest değil, biliyorsunuz din, bir hayat programıdır. Peki siz giyim kuşam konusunda kime benziyorsunuz? Kim gibi davranıyorsunuz? Kiminle berabersiniz? Ye-me içme konusunda kimi dost edinmişsiniz? Veya kendinizin, çocuklarınızın, hanımlarınızın eğitimi konusunda kimin peşi sıra gitmeye ça-lışıyorsunuz?

Yâni eğer insanlar dostlarının, dost bildiklerinin dini üzereyse, eşya anlayışları, kazanma harcama anlayışları, ihtiyaç anlayışı, dert ve sıkıntı anlayışı, şifa ve arama anlayışı hepsi o dostunun mantığına göre olacaksa, peki o zaman siz kimi, kimleri dost edindiniz? Kime benzemeye, kimi örnek almaya çalışıyorsunuz? Bir bakıverin bakalım diyor efendimiz. Çünkü yarın bu konuda hesaba çekileceksiniz. Hani; “arkadaşını söyle, sana senin kim olduğunu söyleyeyim” diye bir söz vardır. Ben bu sözü buradan kaynaklanır anlamıyla kabul ediyorum. Öyle değil mi? Yâni insanlar arkadaşları gibi değiller mi? Peki ama benzemiyorlarsa? O namazsız, o ibadetsiz, o içkiden, o kumardan, o zinadan yanaysa o zaman neden senin arkadaşındır o? Ha, dini duyurmaya müşteri kabul ettiğin, bu anlamda dost bilip eğitmeye çalıştığın, kurtuluşunu kendine dert edindiğin birisiyse o zaman ona diyeceğim yoktur. Elbette o güzel olacaktır.



 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 11
Birbirlerine gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin: oğullarını,

"Bunlar onlara gösterilir." Yani bunlar onları görürler. Kıyamet gününde cin ve insanlardan arkadaşlarının gözlerinin önünde bulunmayacak hiçbir mahluk yoktur. Kişi babasını, kardeşini, akrabalarını, aşiretini görecek fakat herkes kendisi ile meşgul olduğundan ötürü onlara bir soru sormayacak, onlarla konuşmayacak.

İbn Abbas dedi ki:
Onlar çok kısa bir süre birbirlerini tanıyacaklar, bu süreden sonra bir daha birbirlerini tanımayacaklardır.

Haberlerde nakledildiğine göre;
kıyamet ehli, yaptıkları haksızlıklar korkusu ile tanıdıklarından kaçacaklardır.

Yine İbn Abbas dedi ki:
"Bunlar onlara gösterilir." Yani biri diğerini görür ve birbirlerini tanırlar. Sonra biri ötekinden kaçacaktır. Buna göre "bunlar onlara gösterilir" lafzındaki ("bunlar" diye anlamı veriien) zamir, kâfirlere ("onlara" anlamındaki) diğer zamir akrabalara aittir.

Mücahid dedi ki:
Yani yüce Allah, mü'minlere kıyamet gününde kâfirleri gösterecektir. Bu durumda fiildeki zamir mü'minlere, "he" ve "mim': şeklindeki 2amir kâfirlere ait olur. (Buna göre meal bunlara oniar gösterilir şeklinde olabilir.)

İbn Zeyd dedi ki:
Yani Allah, cehennem ateşinde bulunan kâfirlere dünyada iken saptırdıkları kimseleri gösterecekdir. Bu durumda kendilerine gösterilenler tabiler, gösterilen kimseler de kendilerine tabi olunanlardır.
Mazluma kendisine zulmeden, maktule de kendisini öldüren kimse gösterilir, diye de açıklanmıştır.

"Bunlar onlara gösterilir" buyruğunun meleklere ait olduğu da söylenmiştir. Yani melekler, insanların hallerini bilirler ve herbir kesimi kendilerine layık oldukları şekilde önlerine katıp sürerler.

"Bunlar onlara gösterilir" anlamındaki:
buyruğu ile ifade tamam olmaktadır. Bundan sonra yüce Allah: "Her günahkâr" yani kâfir "o günün azabından" cehennem azabından "feda etmeyi temenni eder." Dünyada iken akrabalarından kendisi için en değerli olan varlıkları feda etmeyi temenni edecek; fakat buna güç yetiremeyecektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 12
Zevcesini, kardeşini,

Mearic suresi ayet 13
Kendisini barındıran soyunu, sopunu

"Oğullarını, zevcesini, kardeşini, kendisini barındıran" Mücahid ve îbn Zeyd'in açıklamasına göre kendisine yardımcı olan "soyunu, sopunu" aşiretini.

İmam Malik dedi ki; "Kendisini barındu-an"dan kasıt, onu terbiye eden annesidir, el-Maverdî naklettiğine göre, bu açıklamayı Eşheb Mâlik'ten rivayet etmiştir.

Ebu Ubeyde dedi ki: "Fasile: soy, sop" kabilenin alt birimidir. Saleh dedi ki: Bunlar kişinin yakın atalarıdır. el-Müberred dedi ki: Fasile (soy, sop) bedenin azalarından bir parça demek olup, kabilenin alt bölümüdür. Kişinin yakın akrabalarına onun bir bölümüne benzetilerek "onun fasile"si" adı verilmiştir. Kabile ve diğer birimlere dair açıklamalar daha önce el-Hucurat Sûresi'nde (49/13- âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Soy-Sopa" Yapılan Vakfın Kapsamı

Burada bir mesele sözkonusu edilmelidir, o da şudur: Bir kimse kendi fasilesine (soyuna, sopuna) bir vakıfta bulunacak yahutta onlara bir vasiyette bulunacak olursa, bunun genel bir mana ifade ettiğini kabul edenler bunu aşiret diye yorumlarlar. Özel bir mana ifade ettiğini iddia edenler ise bunu yakınlık sırasına göre atalara yorumlarlar. Ancak konuşma dilinde birincisi daha çok görülen bir anlamdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kendisini barındıran" onu kendisine katan ve korkulacak bir hal ile karşı karşıya kalması halinde korkudan yana ona güvenlik veren kimse demektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 14
Ve yeryüzünde olanların hepsini ve sonra da (bütün bunlar) kendisini kurtarsınlar (diye).

"Ve yeryüzünde olanların hepsini" fidye olarak verdiği takdirde kurtulacağını bilse, şüphesiz onları fidye vermek istiyecektir.

"Ve sonra da kendisini kurtarsın," Yani bu fidye kendisini kurtarsın (isteyecektir.) O halde burada bu takdirin (yani kendisini kurtarmasını isteyecektir anlamındaki takdirin) yapılması kaçınılmaz bir şeydir. Yüce Allah'ın: Çünkü o elbetteki bir fısktır" (d-En'âm, 6/121) buyruğunda olduğu gibi ki bu da: Şüphesiz ki onu yemek bir fısktır, demektir.

buradaki "günahkâr... temenni eder" anlamındaki buyruğun, başına "fe" getirilmiş bir cevabı gerektirdiği de söylenmiştir.

Yüce Allah'ın: Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklar*dı"(el-Kalem, 68/9) buyruğunda olduğu gibi. Bu âyet-i kerimedeki cevap ise; Sonra da kendisini kurtarsın" anlamındaki buyruktur. Çünkü bu da ("sonra" anlamındaki buyruk) atıf harfi erindendir.

Yani: Günahkâr kimse fidye vermeyi ve bu fidye vermenin kendisini kurtarmasını temenni eder."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 15
Asla! Çünkü o alevli bir ateştir.

Burada her iki anlama gelme ihtimali vardır Eğer; "gerçekten, muhakkak" anlamında ise ifade; Kendisini kurtarsın" buyruğunda (14. âyetin sonu) tamam olmaktadır.

Eğer "hayır, asla" anlamında ise ifade burada tamam olmaktadır. Yani, fidye vermesi onu Allah'ın azabından kurtaramaz. Sonra da: "Çünkü o alevli bir ateştir." Yani cehennemdir, ateşi alev alev yanandır. Yüce Allah'ın: "İşte ben sizi oldukça alevli bir ateşi haber vererek korkuttum" (el-Leyl, 92/14) buyruğu gibidir.

Alevli ateş lafzı:
Alevli yanmak'tan türemiştir. Ateşin alev alev yanması"; Ateşin alevlenmesi" demektir. Bunun aslının; Azabı devam ertiği için devam edip giden" lafzından geldiği de söylenmiştir. Bu durumda iki "zf'dan birisi "elif" e kalbedilmiş ve sonunda: olmuştur.

Cehennem tabakalarının ikincisinin adt olduğu da söylenmiştir. Bu hem müenne.s, hem marife bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 16
Deriyi soyup çıkarandır.

"Deriyi soyup çıkarandır" anlamındaki buyruğu Ebu Cafer, Şeybe, Nâ-fi, Ebu Bekir'in kendisinden rivayetine göre Âsim, el-A'meş, Ebu Amr, Haraza ve el-Kisâl "soyup çıkarandır" anlamındaki lafzı merfu olarak; (le-ljj) diye okumuşlardır. Fakat Ebu Amr'ın, Âsımın rivayetine göre nasb ile; (iis's) diye okumuştur.

Ref ile okuyanların bu okuyuşları beş türlü açıklanabilir:

1- "Alevli bir ateş" anlamındaki lafız Çünkü" lafzının haberi olur ve: O': takdiri ile "deriyi soyup çıkarandır anlamındaki bu lafız, merfu okunur. Bu bakımdan: Alevli bir ateş" lafzı üzerinde vakıf yapmak güzel olur.

2- "Alevli ateş" ile "soyup çıkarandır" anlamındaki lafızlar "çünkü" anlamındaki edatın ayrı ayrı haberi olur. Tıpkı: Çünkü o hasıın-laşan bir halktır" demeye benzer.

3- "Soyup çıkaran" anlamındaki lafız "alevli bir ateş"den bedel olur. Bedel olan "alevli ateş" anlamındaki lafız da "çünkü" edatının haberi olur.

4- "Alevli ateş" anlamındaki lafız "çünkü" edatının isminden bedel; "soyup çıkaran" anlamındaki lafız da "çünkü" anlamındaki edatın haberi olur.

5- "Çünkü o" lafzındaki zamir kıssa (şan zamiri) olur. "Alevli ateş" anlamındaki lafız mübtedâ, "soyup çıkarandır" anlamındaki lafız mübtedânın haberi olur. Cümlenin tamamı da "çünkü" anlamındaki lafzın haberi olur. Mana ela şöyle olur: Olay ve haber şu ki, o alevli ateş deriyi soyup çıkarandır.

Soyup çıkaran" anlamındaki lafzı nasb ile okuyanların "alevli bîr ateş" anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmaları ve "soyup çıkarandır" buyruğunu "alevli bir ateş"den kat ile (mana ve i'rab bakımından önceki lafızla ilişkisi koparılarak) nasb etmeleri güzeldir.
Çünkü bu, mahfeyi? bitişik nekre bir kelimedir.
Tekid edici hal olmak üzere nasb edilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın: Halbuki o... doğrulayan gerçeğin ta kendisidir"
(Bakara, 2/91)
buyruğunda olduğu gibi Bununla birlikte bu lafzın: O alev alev yanan ve soyup çıkaran halde bulunandır" anlamında deriyi soyup çıkarma halini anlatan bir ifade olarak nasbe-dilmesi de mümkündür. Onda âmil de "alev alev yanmak" anlamından anlaşılan manadır.

Diğer taraftan ona dair haberi yalanlayan kimselerin halini belirtmek üzere bir hal olması da mümkündür. Bunun kat" ile nasbedilmesi de caizdir. Nitekim: Ben akıllı ve fazilet sahibi (olarak bilinen) Zeyd'e uğradım" demeye benzer.'

Görüldüğü gibi nasb ile okuyuşun da beş şekilde açıklanması mümkün olabilmekledir.

Deri" lafzı 'in çoğuludur, bu da başın derisi anlamındadır. el-A'şâ şöyle demekledir:

"Kuteyle: Ona ne oluyor ki dedi, Onun başının derisi tamamiyle ağarmış saçlarla örtülmüş?"

"Kuteyle:
Ona ne oluyor ki, dedi, Başının derisi ağarmış saçlarla örtülmüş?"

Ebu Übeyd dedi ki: Ebu'l-Hattab el-Ahfeş bu beyiti Ebu Arar b. el-Alâ'ya okudu. Ona: Sen tashîf yaptın (kelimelerin harflerinde değişiklik yaptın.) Bunun doğru hali şeklindedir ki; bu da etrafları, kıyıları demektir. Ebu'l-Hattab sustu, sonra bize: Aksine o tasnif yaptı, çünkü bu kelimenin doğru şekli: şeklinde (beyitte olduğu gibi)dir, dedi.

Sabit el-Bunânî ile el-Hasen dedi ki: "Deriyi soyup çıkarandır."

Ebu'l-Âliye:
Yüzünün güzelliklerini, Kata de: Hilkatinin ve azalarının güzel ve değerli olanlarını (soyup çıkarandır), diye açıklamışlardır.

ed-Dahhak da şöyle açıklamıştır:
(Bu ateş) eti ve deriyi kemikten öyle bir soyar ki, et namına hiçbir şey bırakmaz.

el-Kisâî; bundan kasıt, eklem yerleridir, demiştir. (Dilbilgini) imamlardan birisi de, bundan kasıt ayaklar ve derilerdir, demiştir. İmruu'1-Kays da şöyle demektedir:

"Butlan sağlam, ön ve arka ayakları kalın, kalça sinirleri içerde, Kalça (kürek) kemiklerinin ucu, etlerinin üzerindedir (o atm).

Ebû Salih dedi ki:
Bu el ve ayakların parmaklan anlamındadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mearic suresi ayet 17
"Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi."

Yani o alevli ateş dün ya hayatında Allah'a itaatten yüz çeviren ve imandan dönen, imana arkasını dönen kimseyi çağırır. Onun çağırması ise: Ey müşrik bana gel, ey kâfir bana gel, demesidir.

İbn Abbas dedi ki:
O kâfirlerle münafıkları usimieriyle çok açık ve anlaşılır bir dille; bana doğru gel ey kâfir, bana doğru gel ey münafık, diye çağırır. Sonra da kuşun taneyi gagasıyla almasr'gibi onları öylece yakalar.

Saleb dedi ki:
Çağırır helak eder, demektir. Çünkü Araplar: Allah seni çağırsın" tabirini Allah seni helak etsin anlamında kul*lanırlar.

el-Halil dedi ki:
Bu "gelin" diye çağırmaya benzemez. Onun cehennemlikleri çağırması, onları azaplandırma imkânının ona verilmesi iledir.

Çağıranın cehennem bekçileri olacağı da söylenmiştir. Onların çağırmaları cehenneme izafe edilmiştir.

Bunun bir misal olduğu da söylenmiştir. Yani arkasını dönüp, yüz çeviren kimsenin dönüp varacağı yer orası olacaktır. O bakımdan kendilerini çağıran kimse gibidir. Şairin şu sözleri de buna benzemekledir:

"Biz iki vadiye konakladık ki; bu vadilerinden birisindeki O sinekler, orada bulunanları çağırırlar."

Aslında çağıran sinek değildir. Sineklerin çıkardığı sesler, kendilerine dikkat çekerek böylelikle kendilerine çağırmış (gibi) olmaktadırlar.

Derim ki: Birinci görüş daha önce Kuran âyetleri ve sahih haberler ile açıklandığı üzere hakikatin kendisidir. el-Kuşeyrî dedi ki: Alevli ateşin çağırması, çağıracağı vakit, onda hayatın yaratılması ile olacaktır. Yarın bu tür olağanüstü hadiseler pek çok görülecektir.

Mearic suresi ayet 18
"Toplayıp kaba dolduranı"

yani malı toplayarak onu kabına doldurup ondaki Allah'ın hakkını vermeyen ve bunun sonunda çok mal toplayan, fakat ondaki hakkı çokça engelleyen bir kişi haline geleni (çağırır.)

el-Hakem dedi ki:
Abdullah b. Ukeym kesesini bağlamaz ve şöyle derdi: Ben yüce Allah'ın: "Toplayıp kaba dolduranı" diye buyurduğunu görüyorum
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Şems suresi ayet 11
"Semûd kavmi, azgınlıkları sebebi ile yalanladı."

O kavmin azgınlığı, isyanda haddi aşmaları idi. Bu açıklamayı Mücahid, Katade ve başkaları yapmıştır. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre; "Azgınlıkları sebebi ile" kendilerine vaadolunan azapları demektir. Çünkü o kavme vaadolunan azabın adı "Tağvâ" idi. Çünkü o azab onların üzerine tuğyan etmişti (haddi aşarak on*ları kaplamıştı).

Muhammed b. Ka'b: "Azgınlıkları sebebi ile" hepsi birlikte (yalanladılar), demektir.

Bunun mastar olduğu ve bu şekilde kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü böylesi âyet sonlarına daha uygun düşmektedir. Aslın: "Bitağyahâ" şeklindedir, ancak "fa'la" veznindeki lafızların sonu "ye" olduğu takdirde, isimde isim ile sıfat (isim)in birbirinden ayırdedilmesi için "ye"nin "vav'a dönüştürülür şeklinde de açıklanmıştır.

Genelin kıraati "ti" harfi üstün şeklindedir. Ancak el-Hasen, el-Cahderi ve Hammad b. Seleme mastar gibi "ti" harfini ötreli okumuştur. "Rüc'â, hüsnâ" ve buna benzer mastarlarda olduğu gibi. Bu iki şeklin iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Şems suresi ayet 12
Onların en bedbahtları kalkıp gittiği zaman.

"Onların en bedbahtları" dişi deveyi kesmek üzere "kalkıp gittiği zaman." Bu şahsın adı Kudâr b. Sâlif imiş. Buhari'de Abdullah b, Zemea’dan gelen rivayete göre o Peygamber (sav)'ı hutbe irad ederken dinle*miş. Bu sırada dişi deveyi ve onu keseni sözkonusu etmiş. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş:
"Onların en bedbahtları güçlü, kuvvetli, zorba, fesad çıkartıcı, kabilesi arasında korunup kollanan bir kişi olan en bedbahtları -ki Ebu Zemea'ya benzerdi- kalkıp gittiği zaman..." diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.

ed-Dahhâk, Ali (r.a)'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) ona:
"Öncekilerin en bedbahtlarının kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu, Ben:
"Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim.
"Dişi deveyi kesendir" diye buyurdu. Sonra:
"Sonrakilerin en bedbhatlarının kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ben:
"Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim,
"Seni öldürecek olan" diye buyurdu
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Şems suresi ayet13
Allah'ın elçisi onlara: ' Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın" dedi.

Yüce Allah'ın Peygamberi, bu hareketi yapmadan önce onları uyarmış ve onlara: "Sakın Allah'ın devesine el sürmeyiniz. Sakın bir gün size bir gün deveye ayırmış olduğu suyun bölüşüm düzenini çiğnemeyiniz:' demişti. Çünkü onlar Peygamberden bir mucize isteyince kendilerine bunu şart koşmuş ve bu dişi deveyi bir mucize olarak vermişti. Kuşkusuz bu devenin özel bir durumu vardı
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt