Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kalem suresi ayet 1
Nûn, Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.

Müfessirlerin İmamı Mücahid; Kalem'den murad kendisiyle ez-Zikr (Kur'an) yazılan kalemdir. Bundan da yazılmakta olan şeyin (yesturun) Kur'an olduğu anlaşılmaktadır.

Kalem suresi ayet 2
Sen, Rabbinin nimetiyle bir mecnun değilsin.

Burada yemin Kalem ve Kitap üzerinedir. Yani bu Kur'an Vahiy katibinin elleriyle işlenmektedir. Bu husus Allah Rasulü'nün deli olmadığının açık bir hüccetidir. Rasulüllah (a.s) Peygamberlik davasından önce Mekkeliler tarafından yörenin en iyi ve en faziletli insanı olarak kabul edilmekte ve herkesçe O'nun dürüstlüğüne ve ferasetine güven duyulmaktaydı. Ama Kur'an vahyolunmaya başlayınca aynı insanlar O'na deli, mecnun demeye başladılar. Şu anlaşılıyor ki, aslında buna sebep Kur'an'dır. İşte bu yüzden Kur'an'ın bu gibi iddialar için yeterli bir reddiye olduğu buyurulmaktadır. Yüce, açık ve beliğ kelamın içerdiği konular da aynı yüksek meziyete sahiptir. Bu Kur'an, Rasulüllah'a Allah'ın bir lütfudur, kafirlerin iddia ettikleri gibi bir delilik sebebi değildir. Burada dikkate değer bir husus da şudur; hitap Allah Rasulü'ne olmakla beraber aslında kafirlerin ithamlarına cevaplar verilmektedir. Yani, bu ayet Peygamber'e, O'nun deli olmadığına kendisini ikna etmek üzere gönderildiği zannedilmesin. Zaten Rasulüllah'ın böyle bir şüphesi yoktur ki bunu izale etmek için ayet nazil olsun. Asıl gaye kafirlere, Kur'an yüzünden Allah Rasulü'ne mecnun dediklerini ve bu iftiraya en açık kati cevabın Kur'an'ın bizatihi kendisi olduğunu anlatmaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kalem suresi ayet 3
Gerçekten senin için kesintisi olmayan bir ecir vardır.

Yani, insanları hidayete getirmek için çabalaman ve bu yüzden bir sürü eziyet ve cefalara uğramana rağmen, bu vazifeyi yerine getirmen senin için bir ecirdir. Bunun karşılığında sana sayısız ve sonsuz mükafatlar vardır.

Kalem suresi ayet 4
Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.

Bu cümlede iki anlam vardır. Birincisi; insanları hidayete götürebilmek için katlandığı bütün bu eziyetler yüksek bir ahlâk üzere olduğundandır. Aksi takirde, zayıf ahlaklı olan bir insan bunlara tahammül edemez. İkincisi; Kur'an'ın yanında sırf senin bu yüksek ve temiz ahlakın, kafirlerin sana delilik ithamlarında bulunmalarına karşı açık bir delilidir. Onların bu ithamları tamamen mesnetsiz bir yalandır, çünkü yüksek ahlak ve delilik bir arada bulunamaz. Deli, aklî dengesini kaybetmiş kimsedir. Öte yandan, bir kimsede bulunan yüksek ahlak, o kişinin sağlam bir akıl ve fıtrata sahip olduğunun ve zihni dengesinin gayet yerinde olduğunun delilidir. Rasulüllah'ın ahlaki meziyetlerinin Mekkeliler tarafından çok iyi bilindiği malum. Aslında buna işaret etmek yeter.
Mekke'de bulunan her akıl sahibi insan Peygamber (s.a) gibi yüksek ahlak sahibi bir kimseye mecnun demenin ne kadar hayasızlık olduğunu düşünmek zorunda kalacaktır. Bu beyhude ithamlar en sonunda Peygamber'e (s.a) değil bilakis kendilerine zarar verecektir. Muhalefetlerinin şiddetinden muhakemelerini kaybederek Hz. Muhammed (s.a) gibi bir insanı öyle şeyle itham ediyorlardı ki bunu hiç bir akıl sahibi düşünemezdi bile. Enterasandır, bu gün de kendini araştırmacı ve ilim adamı sanan bazı kimseler Peygamber (s.a) için saralı ve cinli ithamında bulunmaktalar. Kur'an-ı Kerim dünyada her yerde kolayca elde edilebilir. Öte yandan Rasulüllah'ın sireti, hayatı da en ince ayrıntısına kadar yazılı olarak her yerde mevcuttur. Herkes inceleyebilir. Kur'an gibi emsali olmayan bir kitabı getiren ve yüksek ahlaka sahip olan Hz. Muhammed'i akıl hastalığı ile itham eden kişi ancak O'na muhalefetinin şiddetinden yapar bunu. Aklını ve muhakeme gücünü kaybetmiş bir insan O'na karşı bu tür iddialarda bulunabilir.
Allah Rasulü'nün ahlakını en güzel şekilde Hz. Aişe'nin şu sözü tarif etmektedir. "Onun ahlakı Kur'an idi" Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace, Darimî ve İbn Cerir lafzen çok az farklılıklarla bunu rivayet etmekteler. Bunun anlamı şudur: Rasulullah (s.a) yalnızca Kur'anî talimatları insanlığa tebliğ etmekle kalmamış, o talimatları kendi zatında da tatbik ederek buna örnek olmuştur. Eğer Kur'an bir şeyin yapılması için emir vermişse onu ilk önce kendi nefsinde uygulamış ve eğer bir şeyden menetmişse gene en fazla kendisi o şeyden sakınmıştır. Kur'an'ın fazilet olarak saydığı sıfatlarla muttasıf, kötü saydığı sıfatlardan da kendini uzak tutan idi. Başka bir rivayette gene, Hz. Aişe şöyle anlatıyor: "O hiçbir zaman kendi hizmetinde bulunan birisini dövmemiş, hiçbir zaman bir kadına el kaldırmamıştır. Allah için cihaddan başka hiçbir yerde hiçbir zaman kimseye eliyle dahi vurmamıştır. Kendisi için kimseden intikam almamıştır. Fakat eğer bir kimse Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşmışsa o zaman sadece Allah'ın rızası için ondan intikam almıştır. İki yoldan kolay olanı seçmek onun sünnetiydi. Ne var ki, kolay olan günah ise müstesna, o zaman ondan en uzak kalan O olurdu." (Müsned-i Ahmed) Hz. Enes (r.a) diyor ki: "Ben Allah Rasulü'nün on sene kadar hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman öf dememiş, hiçbir zaman bana bunu niye yaptın, bunu niye yapmadın dememiştir." (Buhari ve Müslim) .
 

elifeslem

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Nis 2010
Mesajlar
682
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
Allah razı olsun.Emeğinizin ecrini versin inşaALLAH.

Allah'ım bizi,evlatlarımızı,hüm gençlerimizi ve tüm mü'min leri Efendimiz ( s.a )nın ahlakıyla ahlaklandır.Aminnnnnnnnnn
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
elifeslem
Duanıza içtenlikle amin diyorum
Allah CC sizden de razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kalem suresi ayet 5
Artık yakında göreceksin ve onlar da görmüş olacaklar.

"Sen göreceksin, onlar da görecekler." Ahlâk kavramında pratik olarak bir gayeye yürümek, istenen ve beklenen bir şey olduğu için bu âyet de, onun ilerde niyet ve fikirden iş sahasına çıkarak deney sahasındaki belirtileriyle düşmanlar tarafından da görülebileceğine dair bir söz verme ve bu suretle Peygamber'e ve müminlere bir kat daha destek olma ve Peygamber'e deli ve çıldırmış diyen kafirlere bir uyarı ve korkutmadır.

Kalem suresi ayet 6
Sizden hanginiz 'fitneye tutulup-çıldırdığını.'

"O fitne hanginizde imiş?" Mef tûn, ism-i mef'ul olarak, "fitne ve belâya tutulmuş deli" demek olduğu gibi, mastar olarak "fitne ve delilik" mânâsına da gelir. Burada "hanginiz" denilmeyip ile "hanginizde" denilmiş olması açısından tefsirciler ikinci mânâyı daha uygun görmüşlerdir. Öncekine göre mânâ; "içinizde iki taraftan hanginizde imiş veya hanginizle imiş o fitneye tutulmuş deli? Sen mi, yoksa sana o kâfirler içinden mecnun, deli diyen mi?" demek olur. İkinciye göre de mânâ: "İki taraftan hanginizde imiş o fitne ve delilik? S e nde mi, onlarda mı?" demek olur ki iki mânâ da doğrudur. Ancak öncekinde "meftûn" lâfzının görünüşüne bakarak açık olmakla beraber, anlam itibarıyla herkesin kavrayamayacağı ince bir dolaşım vardır. İkincisinde ise "meftûn" lâfzının dış görünüşünün aksi n e olmakla birlikte mânâ açıktır.

Kalem suresi ayet 7
Elbette senin Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidayete erdiğini de daha iyi bilendir.

"Şüphesiz Rabb'in daha iyi bilendir." Bu açıklama da Peygamber'e yukarki hitabı yapan ve güvenceyi veren yüce Allah'ın ortaktan uzak olan kendi ilâhlık şanını; sıfatlarının, ilim ve gücünün yüksekliğini ve dolayısıyle ona inanılıp güvenilerek itaat edilmesi ve aksine hareket etmekten

sakınılması gerektiğini anlatmak suretiyle, bir taraftan yapılacak bildiri ve duyuruları başından ve sonundan vesikalandırarak ve özellikle kendisine yönelterek verilecek duyurulara bir hazırlamadır. Yani sana o ihsanı yapan, o garanti ve güvenceyi veren ve önünü sonunu görüp gözetecek ve eğriye doğruya hak ettiğini verecek olan ancak Rabbındır. Çünkü odur ancak seni yetiştiren, herkesten de senden de daha iyi bilen yolundan sapanı. Aklı varken dünya ve ahirette mutluluğa götürecek hak yolundan sapmış, çığırından çıkmış, sonsuz mutsuzluğa götürecek yanlış yolda kendini kaybetmiş olanları ki gerçekte deliler, sapıklar onlardır. Yine odur ancak en iyi bilen eğrilikten sakınıp doğru yolu tutmuş, neticede arzuladıklarına kavuşacak olanları, ki gerçekte aklı olanlar da işte onlardır.

Kalem suresi ayet 8
Şu halde yalanlayanlara itaat etme.

O halde ancak Rabbine itaat et, Rabbinin gösterdiği yolda git de artık itaat etme o yalanlayıcılara. Bu gerçekleri yalanlayan, yalan çıkarmaya çalışarak yalancılık eden ve sonunda kendi kendilerini yalanlayacak olan inkârcıları dinleme, tanıma, sözlerini tutma, seni sokmak istedikleri yanlış yola gitme, haksızlıklarına, isyanlarına rağmen görevine, o yüce ahlâkın uygulanmasına devam et. "Fâ-i cezâiyy e" nin işaretiyle yukarıki güvencenin ilk neticesi olan bu yasaklama, Allah yolunda yapılacak görevin başlangıcını açıklayan bir öğüttür. Öncelikle ve özel olarak Peygambere hitap olmakla birlikte, sûrenin sonundan anlaşılacağı gibi, dolaylı olarak, akı l taşıyan herkese bir öğüttür. Yani, hakyolunda ilk işin bu olsun. Hakk'ı tanımayan, cezasına inanmayan inkârcıları tanıma, sözlerini tutma, yalanlarına aldanmaktan, düşecekleri kötü sonuca düşmekten sakın, her şeyden önce uyanık ve samimi ol. Temizlik, dü r üstlük her olgunluğun başıdır. Gerçi ahlâkın büyüklerinden birisi de hoş görülü olmak, bağışlamaktır. Fakat bağış, hoşgörülü ve yumuşak huylu olmak, haksızlığı teşvikte, ciddiyetsizlikte ve yağcılıkta değil; temiz, samimi ve cesur olmakta ve bunların neti c elerine sabır ve tahammül ile ilim, irfan ve terbiye yaymaktadır. Şunu da bil ki, sana deli diyen, aldanmış diyen, sapık diyen, öyle yalanlar yayan o yalancılar onu samimiyetle değil, düşmanlık güderek söylediler.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kalem suresi ayet 9
Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.

Zira arzu ettiler ki sen yağcılık yapsan. Onları yağlasan, taptıklarına, alçak maksatlarına, haksızlıklarına ilişmesen, olur desen, yalanlarına yağ sürsen diye istediler de onun için yalanlamaya kalkıştılar. Yoksa sen yağcılık edecek, maksatlarını yerine getirme arzularını devam ettirecek olsaydın, böylece sen de onların sapıklıklarına katılmış bulunsaydın o vakit yaltaklanacaklardı. Onlar da sana yağ çekecek, yalanı doğrulayacak, ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Fakat sen onlara yağcılık yapmayıp doğruyu söylediğin, Allah'ın emrin i, peygamberliğini

bildirdiğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara itaat etme, arzularına yağ sürme. İşte yüce ahlâkın ilk prensibi budur. Demek ki dil, kalem kendilerine yemin edilmeye layık varlıklar olmakla beraber doğruyu söylemek için çalışmayan yağcı diller, yağcı kalemler ve onları dinleyenler büyüklükten, yüce ahlâktan, akıldan uzak ve itaat edilmeye layık olmayan zavallılardır.

Kalem suresi ayet 10
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edipduran, aşağılık,

Şunların hiçbirine ve genel kurullarına itaat etme. Çok yemin edici çok yemin etmeye alışmış, eğriye doğruya yemin eder durur. Yemin bir zorunluluk ve kesin bir gereklilik halinde hakkı vurgulamak ve ortaya çıkarmak için yapılır, pek büyük bir vurgu gücüdür. Çok çok yemin edip durmak ise, onu hafife almak, kendi k e ndinin delilini çürütmektir. Gerçi Allah'ın ismini saygı ile çok zikretmek çok sevaptır. En büyük ibadettir. Fakat onu her şeyde bir destekleme aracı olarak kullanmak, sık sık şahit olarak çağırıp durmak ise Allah'ı anmak ve ona saygı göstermek değil, onun ululuk ve kutsallığına saldırmaktır. Onun için yemin eden kimse son bir zorunluluk halinde, onun şahitlik ve kefilliğine baş vururken bütün hakkından emin olacak şekilde düşüne düşüne titriye titriye başvurmalıdır. Yoksa o yemin o kimsenin saygısızlığını ve yüce Allah'ın ululuğunu tanımadığını, yeminin son derece kutsal tutulması gereken ve hakkın ortaya çıkarılması, güvenliğin yerleştirilip sabitleştirilmesi için her yolun kesildiği en son noktada baş vurulacak en son ve biricik destekleyici güç olduğun u ve onu hafife alanın bütün yasal güvenliği çiğnemiş ve dolayısıyle kendi vicdanında kendine dahi hayat hakkı bırakmamış olacağını duymadığını, düşünmediğini gösterir. Bu ise yeminin hükmünü tanımamak demek olan yeminsizlikten "Onların yeminleri yoktur." (Tevbe sûresi, 9/12) kriteri ile ifade edilen mânâdan daha bayağı bir çelişkidir. Destek almak için başvurduğu en büyük gücün zayıflığını ilan ederek kendini yıkmaktır. Onun için bu, gerek inanç, gerekse amel bakımından her kötülüğün kaynağıdır. Bunu a nlamak için burada her fenalığın başında sayılmasını düşünmek yeter. Bundan dolayı insan kesin olarak bildiği hakta dahi çok çok yemin etmekten sakınmalıdır. Zira düşüncesizce yemin eden, yalan yere yemin etmeye de alışır. Doğruya eğriye yemin etmeye alış m ış olanlarda ise şu niteliklerin hepsi bulunabilir. alçak, görüşü ve düşüncesi önemsiz, bayağı düşünür, kendi kendini küçük düşürür, yalancı, değersiz, her kalıba dökülür, her fenalığa sürüklenir.

Kalem suresi ayet 11
Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan) .

Koğucu: Şunu bunu ayıplar, yerer, arkasından çekiştirir, kötüleyip ayıplayarak bizler, iğneler, dürtüştürür, bizleyici, mahmuzlayıcı. Koğuculukla
gezer, hafiyelik, boşboğazlıkla yaşar.

Kalem suresi ayet 12
Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr,

Hayır engeli, hiç hayra yaramaz. Son derece cimri olduğu gibi başkalarının yapacağı hayra da engel olur. Hayır düşmanı. Sınır tanımaz, haddini aşkın, hakkına razı olmaz, hak yiyen, Günahtan vebalden çekinmez, günah yüklü,
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kalem suresi ayet 13
Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik,

zobu kaba, saygısız, zorba, obur, bulduğunu çarpar yer, ölçüsüz ve yakışıksız sözler söyler, acımasız, despot. Ondan sonra da yani bütün bu fena huyların arkasından da, onlarla beraber bir delme takma, soyu takma, uydurma, yahut fenalıkla tanınan, edepsiz damgalı, yahut dalkavuk.

ZENÎM, "zeneme" den türetilmiştir. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpeye benzer yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan asılı bırakılan sarkıntıya denir ki, her tarafa sallanır durur. Dilimizde o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi Arapça'da da zenim denilir. Burada bundan istiâre edilmiştir ki, bu Türkçe'de en ç ok dalkavuk veya kulağı yirik yahut kulağı kesik yahut kulağı küpeli sözlerindeki mecaz mânâyı andırır. İbnü Cerir'in tefsirinde açıklandığı gibi tefsirciler İbnü Abbas ve diğerlerinden bu kelimenin tanıtımı hususunda şunları nakletmişlerdir: "Nesebi şüph e li, nesebi başkasının nesebine katılmış, piç, kötülükle tanınmış, kötü damgalı, damgalı kâfir, çok zalim, aşağılık, fena huylu...."

Buharî'de bu sûrenin tefsirinde Mücahid ve İbnü Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Zenim, Kureyş'ten kulağında, bazı koyunların kulağındaki küpeyi andırır sarkıntı gibi sarkıntı bulunan bir adamdır." İbnü Cerir ve İbnü Merduye de bu mânâda rivayet etmişlerdir. Fakat "bunun çalışarak elde edilen bir şey olmayıp yaratılıştan var olan bir şey olduğuna göre yerilen huylar arasında sayılmaması gerektiği halde, nasıl olur da huyların en yerileni, en aşağısı sayılır?" diye bir soru sorulduğunda bunun mânâsında bir müşkillik bulunduğunu söylemiş ve çözümünde duraksamıştır. Fakat yine Âlûsi'nin açıklamasına göre, bu özellik söy l ediğimiz gibi hem doğal hem sonradan kazanılmış olabileceği için, bunu sonradan elde edilmiş bir özellik olarak anlamak veya mecazî mânâya almak daha uygun olur. Onun için diğer mânâlarla izah edilmiştir. Sonra aynı soru, kişinin kendi yapması olmadan ona katılan ve ondan ayrılmayan diğer özellikler hakkında da sorulabilir. O halde gerek âyeti ve gerek rivayeti bu özelliğin sonradan kazanılmış olması noktasından ele alarak anlamak gerekir. Bundan dolayı in dalkavuk yahut

küpeli alçak mânâsında olması uygun düşer. Bunlar herhalde bir n yani kaba, saygısız, acımasızın arkasındadır. Yahut utüll, kendisi de öyledir demek olur.

Konu fena huylardan, alçaklıklardan sakınmak ve onların sembolü olup da o yola sevkedebilecek olanların ardına düşmemekle ilgili ahlâkî ve sosyal bir konu olunca, tefsirciler gayet renkli ve zengin olan bu Kur'ân kelimelerini anlayıp anlatarak irşada çalışmışlardır. Zira Kur'ân o fenalık sembollerine itaat etmemeyi emrederken, Kur'ân tertibinin güzellik ve inceliğine bir leke kondurm a mak üzere onları her birinin sırasıyle çok beğenip takındığı şatafatlı bir tavır ve edâ içinde deste deste mimliyerek süzgeçten geçirmiş ve bunlara uyanların, hepsinden aşağılık olduğunu göstermek üzere de "soysuz"u hepsinin sonuna takarak, hepsini bir k üll halinde fırlatıp atıvermiştir.

Tefsirciler bunlarla belirli bir şahıs kastedilip edilmediğini araştırmakla uğraşmışlar ise de doğrusu Ebu Hayyân'ın dediği gibi âyette açık olan budur ki: Bu nitelikler belirli bir şahıs için değildir. Başta "her çok yemin edici" buyrulmasından da açıkça anlaşıldığı gibi belli ve özel bir şahıs kastedilmeyerek hem her birinden hem de bu tür insanların hepsinden birden sakındırılmaktadır. Geçmişi olduğu gibi geleceği de kapsar. Burada "itaat etme" yasağı tekil olarak öncelikle fertlere yöneltilmiş olmakla beraber, uyulmaması istenilen bu niteliklerin bütünüyle bireye ait olması şart değil, bireylerden meydana gelen bütünü, o özellikte bulunan herhangi bir toplumu kapsayacak şekilde ifade edilmiştir. Ancak toplum vicdanı kendini bireylerde göstereceği ve birey olmadan toplum mânâsı mücerred (soyut) bir fikirden ibaret kalacağı için, fikir ve düşünceler bireylerden başlayarak yürütülür.

Kalem suresi ayet 14
Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,

Şimdi, "böyle bir ferde veya topluma, akıllı bir kimsenin itaat etmesi nasıl düşünülebilir?" denilecek olursa, böyle denilmesine sebep olan gerekçe şöyle açıklanıyor: Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye yani servet kazanmış ve kuvveti var, belki bir faydası dokunur veya kötülüğünden sakınılır diye itaat etme, başka bir sebep l e itaat edilmeyeceği öncelikle bellidir. Aklı olan ve onların ahlâkında bulunmayan bir kimsenin onlara başka bir nedenle itaat etmesine ve bir çıkar elde etme gayesiyle doğruyu bırakıp onlar seviyesine inmesine ihtimal yoktur. Şu kadar var ki onun servet i nden veya gücünden kişisel olan veya olmayan bir fayda veya zararından korunmak maksadıyle yağcılık yapmayı uygun görenler bulunabilir. Fakat kişisel istifade maksadı güdenler, onlar da bu "alçak" ve "soysuz" kavramlarının ifade ettiği mânâ kapsamına girm i ş olacaklarından burada bu ihtimal

de ortadan kalkmaktadır. Olsa olsa bir hayra yaramak ve kötülüklerinden korunmak ümidi kalır. Oysa bunlar hayır sahibi değil, hayır engelidirler. Kendi çıkarlarını gözetmeden, istedikleri gibi sürüklemeyi kurmadan bir lokma vermezler. Kötülüklerinden korunmak için öylelerine yağcılık edenler kendilerini daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar. Büyük ahlâk sahibi ise birçok eziyete, sıkıntıya ve yoksulluğa katlanır, sabır ve tahammül eder de onlara itaat ve yağcılık edecek kadar küçülmez. Hak yolunda hayır kapılarının açılabilmesi için öncelikle o engellere göğüs germeye çalışır. "Her kim bir zengine sırf malından dolayı saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider." anlamındaki bir hadis-i şerif de, bu âyetin ifade ettiği mânâ kapsamına girer. , demektir. Bunun, kendinden önceki veya sonraki cümlelere bağlanması hususunda birkaç izah şekli vardır. Birisi önceki kısma bağlı olup açıkladığımız gibi yukarıdaki "itaat etme" emri ile ilgilidir. Birisi de "zenim"e ve y a "hallâf"tan "zenim"e kadar birbirine bitişik olarak hepsiyle ilgili olmak üzere illet-i gaiyelerini de göstermiş olmasıdır ki, onlar neticede mal ve oğul sahibi olmak için bu kötülükleri işlerler demek olur. Birisi de kendinden sonraki kısma ait olmak ü z ere takdir edilen "kibirlendi" fiiliyle veya gelecek olan (dedi) fiiliyle ilgi olmasıdır.

Kalem suresi ayet 15
Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen.

Bu durumda mânâ şu olur: Onlardan birisi mal ve oğul sahibi olduğu için gururlandı, burnunu şişirdi de âyetlerimiz, karşısında okunduğu zaman "evvelkilerin mitolojisidir dedi.

Kalem suresi ayet 16
Yakında biz onun hortumu (burnu) üzerine damga vuracağız.

Yakında biz onu, o hortumun üzerinde damgalayacağız. Burada "burun" yerine "hortum" denilmesi, yukarda takdir edilmiş olduğunu söylediğimiz kibir ve gurur fiiline işarettir. "Burnu büyümek," "burun şişirmek" gibi kibir ve gururdan kinayedir. Sonra hortum fil ve domuz burunlarında kullanıldığı ve yüze, burna damga ve dağ en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu büyük bir şekilde aşağılama mânâsı vardır. Onun için Hz. Peygamber hayvanların bile yüzlerinden damgalanmasını yasaklamış ve bunu yapana lânet etmiştir. Yüzde burun ise en önde olduğu için en göze batan, ilk sakınılması gereken ve şeref ve onur işareti sayılan ve ondan dolayı en muhterem secde yeri olan bir uzuvdur. Hatta bazıları, "yüz güzelliği burundadır" demişerdir ki şairin şu beyti bundandır:

Kısacası hortumunu dağlamak, damgalamak; bizim kullandığımız "burnunu kırmak" deyiminde olduğu gibi son derece aşağılamaktan kinayedir ki nasıl olursa olsun, gerek maddî olsu n, gerek manevî; gerek dünya ile ilgili olsun, gerek ahiretle ilgili olsun.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 14
Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.

"Zalimlerin ve müfsidlerin hareketlerini gözetlemek için pusu kurmak" bir temsil olarak kullanılmıştır. Pusu, aslında, münasip bir an bulduğunda hücum edebilmesi için bir şahsın gizlenerek bakmasıdır. Av, akibetinden habersiz ve gafil olarak gelir ve tuzağa düşer. Zalimlerin Allah (c.c.) karşısındaki durumları da aynen böyledir. Allah'ın kendilerini gözetlediğini düşünmeden dünyada fesad ve fitne çıkarırlar. Kayıtsız ve korkusuzca kötülüklerine devam ederken Allah'ın, artık geçmesine izin vermeyeceği an gelir ve azaba çarpılırlar.

Fecr suresi ayet 15
Fakat insan; ne zaman Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa, ona nimetler verse: "Rabbim bana ikramda buludu" der.

Burada genel ahlâk konusunda eleştirilmektedirler. Yapılan tenkit, dünyada böyle bir tutum içinde olanların sorgulanmayacağı zannı ve yaptıklarının ceza ya da mükafatsız kalmasının mantığı noktasında toplanmaktadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 16
Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: "Rabbim bana ihanette bulundu." der.

Yani, insan materyalist hayat felsefesi gereği bu dünyada mal, varlık ve iktidar elde etmeyi her şeyin ölçüsü kabul eder. Kendisine bunlar verildiğinde "Allah beni şereflendirdi" der. Mali bakımdan biraz zor durumda kalsa bu kez "Allah beni zelil etti" der. Ona göre şeref ya da zilletin ölçüsü mal ve iktidar sahibi olmaktır. Halbuki o, Allah'ın, bu dünyada insanlara verdiği nimeti imtihan için verdiği gerçeğini anlamamaktadır. Allah (c.c.) eğer bir kimseye kuvvet ve güç vermişse, bu, onu imtihan etmesi içindir. Bu durumda ya şükreder ya da nankörlük eder. Eğer Allah (c.c.) bir kimseye yoksulluk ve mali darlık vermişse bu da onun için imtihandır. Söz konusu kişi bu durumda ya sabreder ve helal sınırlar içinde kalarak bu zorluğa dayanır, ya da ahlâk ve doğruluğun sınırlarını aşarak haksız yollara başvurur ve Allah'a küfreder.

Fecr suresi ayet 17
Hayır; aksine, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz.

Yani, bu, kesinlikle izzet ve zilletin ölçüsü değildir. Siz çok yanlış düşünüyorsunuz. Ahlâki iyilik ve kötülük asıl ölçü iken, siz mal ve iktidarı izzet ve zilletin ölçüsü yaptınız.

Yani, babası hayatta iken yetime yapılan muamele başka idi. Babası öldükten sonra komşular ve uzak akrabalar bir yana, kendi amca, dayı ve ağabeyi bile ondan yüz çevirmiştir.

Fecr suresi ayet 18
Yoksula yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

Yani, cemiyetinizde fakirlere yedirme alışkanlığı yoktur. Kendiniz yedirmediğiniz gibi başkalarını da buna teşvik etmiyorsunuz. Buna hiç aldırmıyorsunuz.

Fecr suresi ayet 19
Mirası, sınır tanımaz (helal, haram aldırmaz) bir tarzda yiyorsunuz.

Arabistan'da kadınlar ve çocuklar zaten mirastan mahrum bırakılıyorlardı. Kafirler, mirasın sadece harb eden ve kabilesini koruyan erkeklere ait olduğunu düşünüyorlardı. Bunun dışında kalanların miraslarını ise kim güçlüyse tereddütsüz o sahipleniyordu. Hakkını savunamayanlar, zayıflar da bundan mahrum kalıyorlardı. Hak ve hukukun emniyeti yoktu. Sadece, dürüstlüğü kendilerine gerekli görenler hak sahiplerine haklarını verirlerdi.

Fecr suresi ayet 20
Malı da 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla' seviyorsunuz.

Hak ya da değil, helal ya da haram düşünmüyorsunuz. Yani caiz olup olmamasına, helal veya haram'a aldırmıyorsunuz. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt göstermiyorsunuz. Ne kadar mal sahibi olsanız da gözünüz doymuyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 21
Hayır; yer, parça parça yıkılıp darmadağın olduğu,

Siz, yanlış düşünceniz gereği, bu dünyada istediğiniz gibi yaşayacağınızı ve hiçbir sorguya tabi tutulmayacağınızı sanıyor; ceza ve mükâfatı da inkar ediyorsunuz. Bu nedenle dünyada böyle bir davranış içinde bulunuyorsunuz. Ama o ceza ve mükafaat günü muhakkak gelecektir.

Fecr suresi ayet 22
Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler de dizi dizi durduğu zaman;

Buradaki ifade olan "câe rabbüke" (Rabbin geldi) 'den, Allah'ın bir yerden bir başka yere naklolması anlaşılmaz. Bunu bir benzetme olarak anlamalıyız. Buradaki düşünce; Allah'ın iktidar, saltanat ve kahhariyet alametlerinin gözükeceği maksadını taşımaktadır. Şu misalde olduğu gibi: Bu dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar. Ayetteki ifadede Allah, kendisinin gelmesini bunun için kullanmıştır.

Fecr suresi ayet 23
O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?

Buradaki kelime iki anlama gelebilir:
Birincisi,
o gün insan dünyada ne yaptığını hatırlayacak ve bunun üzerine üzülecek, utanacaktır. Fakat o gün üzülmenin ve utanmanın hiç faydası olmayacaktır.
İkinci olarak,
o gün insan aklı başına gelecek ve peygamberlerin dediğinin doğru olduğunu anlayacaktır. Ayrıca peygamberlerin tebliğini kabul etmemekle ne büyük aptallık ettiğini görecektir. Ancak bu, ona hiçbir yarar sağlamayacaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 24
Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim."

Bu anlamanın hükmü, azap ve zararın şiddetini duymak; hasret ve pişmanlıkla şöyle inlemekten ibaret olur: Der: Keşke hayatım için takdim etseydim. Takdimden maksat, ilerisi için önceden hayırlı işler yapmaktır. 'deki lâm, sebep ve vakit göstermek içindir. Sebep için olduğu takdirde, yani "hayatım için takdim etseydim" mânâsına geldiği takdirde hayattan maksat ahiret hayatı; v a kit için olduğu takdirde ise, dünya hayatı olur. Yani der ki: Ah ne olurdu ben hayatım için, yahut hayatımda önceden hayırlar yapmış, iyi ameller göndermiş olsaydım!...

Fecr suresi ayet 25
Artı o gün hiç kimse, (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz.

Kısacası o gün "Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz". Buradaki "azabehu" ve "vesakahu" kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah'ın o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek olur. Bundan mu r at da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle diyecek olan insanın kendine ettiği azabı baş k a birisi etmez ve kendine vurduğu bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona sırf kendi inkârının ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki "Sana gelen her fenalık da kendindendir."(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâ s ıdır.

Kisai ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri "zâl" ve "sâ"nın fethiyle mechul okunur ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.

Dünyaya gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah'a gönül bağlayan ve huzuru ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefs) nin sonu anlatılmak için de buyuruluyor ki;

Fecr suresi ayet 26
Onun vuracağı bağı da hiç kimse vuramaz.

Yine hiç kimse O’nun vurduğu bağ gibisini vuramaz. Hiç kimse O’nun yakaladığı gibi yakalayamaz. Hiç kimse O’nun azap ettiği gibi azap edemez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zilzal suresi ayet 1
Yer, o şiddetli sarsıntıyla sarsıldığı,

Buradaki "zelzele"nin manası, arka arkaya şiddetli sarsıntıdır. "Zülziletü'l ardu"nun manası, yeryüzünün şiddetle sallanacağıdır. Çünkü yeryüzünün sallanmasının zikredilmesinden, kendiliğinden şu anlam çıkmaktadır; yeryüzünün bir kısmı değil, bütün olarak yeryüzü sallanacaktır. Bunun şiddetini vurgulamak için "zilzaleha" kelimesi izafe edilmiştir. Lafzen manası "onu sallamak"tır. Bunun anlamı; arz öyle sallanacaktır ki, bu gerçek bir sallantıdır. Veya onu aşırı şiddetle sallayacaktır. Bazı müfessirler bu sarsıntıdan muradın, Kıyametin birinci merhalesindeki zelzele olduğunu söylemişlerdir. Yani bütün mahluk helak olacak ve dünyanın mevcut düzeni yıkılarak alt üst olacaktır. Ama bazı müfessirlere göre bundan murad, kıyametin ikinci merhalesinin başlangıcı olan zelzeledir. Yani bütün insanları tekrar diriltecek ve onlar kalkacaklardır. Bu ikinci tefsir daha doğrudur. Çünkü sonraki bütün muhteva buna delalet etmektedir.

Zilzal suresi ayet 2
Yer, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı,

Aynı konu İnşikak suresinde şöyle açıklanmıştır: "İçinde olanları atıp tamamen boşaldığı zaman" (İnşikak 4) . Bunun birkaç anlamı vardır: Birincisi, ölmüş olan insanlar nerede ve hangi halde olurlarsa olsunlar hepsi yer altından dışarıya atılacaklardır. Sonraki ayet, o an onların cisimlerinin tüm parçalarının yeniden biraraya getirilerek dünyadaki ilk şekilleri gibi diriltileceklerine delalet etmektedir. Çünkü eğer böyle olmayacaksa onlar, "bu yeryüzü ne oluyor?" sözünü nasıl söyleyecekler?
İkinci anlamı şudur: Ölü insanları dışarıya atmakla yetinmeyecek, ayrıca insanın dünyadayken işlediği ve kendisine şehadet edecek olan fiiller ve sözlerin de hepsini dışarıya atacaktır. Daha sonraki ayet şuna delalet etmektedir: Yeryüzünde yayılması ve bu halin keyfiyeti açıklanmıştır. Bazı müfessirler üçüncü anlamı şöyle açıklamışlardır: Altın, gümüş, mücevherler ve yer altında gömülü olan her türlü varlık da dışarıya atılacaktır. İnsan görecektir ki, dünyada onlar için can attığı, onların hatırı için katlettiği, başkalarının hakkını yediği, hırsızlık yaptığı, yol kestiği, karada ve denizde korsanlık yaptığı, harp yaparak toplumları mahvettiği şeyler bugün önündedir ve hiç bir işine yaramamaktadır. Tersine, azabına sebep olacaktır.

Zilzal suresi ayet 3
Ve insan: "buna ne oluyor?" dediği zaman;

"İnsan"dan kasıt, her insan olabilir. Çünkü tekrar diriltildiğinde ilk sözü "ne oluyor?" olacak. Sonra anlayacak ki, bu, Kıyamet günüdür. "İnsan"dan kasıt, Ahireti inkar eden insan da olabilir. Çünkü onun imkansız zannettiği şey önüne getirilecek, onu görerek hayret ve şaşkınlık içinde kalacaktır. Ehl-i iman, bu olay karşısında ne hayret içinde kalacak ne de bu onun için perişanlık sebebi olacaktır. Çünkü onlar akideleri gereği böyle bir günü beklemekteydiler. Bir bakıma Yasin suresinin 52. ayeti de bunu teyid etmektedir. Ahireti inkar edenler şöyle diyecekler: "Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" (Yasin 52) Onlara cevap şöyle olacaktır: "İşte Rahman'ın vaadettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş" (Yasin 52) . Ayet bu cevabı kafirlere ehl-i iman'ın vereceğini açıklamıyor. Çünkü ayette bu açıklanmamıştır. Ama bu cevabı Müslümanların verebileceği de ihtimal dahilindedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zilzal suresi ayet 4
O gün (yer) , haberlerini anlatacaktır.

Ebu Hureyre, Rasulullah'ın bu ayeti okuyarak şöyle sorduğunu rivayet etmiştir: "Bu ayetin, nasıl bir hali anlattığını biliyor musunuz?" Sahabe-i Kiram: "Allah'ın Rasulü daha iyi bilir" dediler. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: "Bu hal, yeryüzünde amel işleyen erkek ve kadın her kulun yaptıkları hakkında, filan gün filan işi yapmıştır şeklinde şahitlik edip söyleyeceği haldir." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Neseî, İbn Cerir, Abd b. Humeyd, İbnü'l Münzir, Hakim, İbn Merduye, Beyhaki) Rubeyye el-Hareşî, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Yeryüzünden sakının. Çünkü bu sizin temelinizdir. Üzerinde işlediğiniz iyi ya da kötü amellerin tümünden haberdardır ve ona şahitlik edecektir." (Mu'cem et-Taberanî) Enes, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Kıyamet günü yeryüzü işlenen her ameli meydana çıkaracaktır. Ondan sonra Rasulullah bu ayetleri okudu" (İbn Merduye, Beyhakî) Hz. Ali'nin hayatında onun, beytü'l maldan bütün hak sahiplerine para taksim ederek onu boşalttıktan sonra iki rekat namaz kıldığı yazılıdır. Hz. Ali daha sonra şöyle derdi: "Şahit ol ki, ben seni hak ile doldurdum ve hak ile boşalttım."
Yeryüzü, Kıyamet günü üzerinde olup biten olayları açıklayacaktır. Yeryüzünün nasıl konuşacağı, eski insanlar için hayret verici bir şey olabilir.
Tabiat ilminin bu kadar ilerlediği, mesela radyo, sinema, hoparlör, televizyon ve elektronik alanda çeşitli icatları gören bu devir insanı için bunu anlamak hiç de zor değildir. İnsanın ağzından çıkan kelimeler havada nakşolmaktadır. Radyo dalgaları ile, evdeki duvarlarda, tavanda, yolda, meydanda ya da tarlada konuştuklarının her zerresi korunmaktadır. Allah (c.c.) istediği zaman bu sesleri, insanın ağzından ilk çıktığı şekilde aynen tekrarlatabilir. İnsan bu seslerin kendisine ait olduğunu kulaklarıyla duyacak ve anlayacaktır. Onu tanıyanlar da bunu duyunca o şahsın ses ve lehçesinden anlayacaktır. Ayrıca insan yeryüzünde nerede, ne zaman ve nasıl hareket etmişse, onun her hareketinin aksi, çevresindeki eşyalar üzerinde korunmaktadır, tıpkı fotoğraf gibi. Karanlıkta bile bir hareket yapsa, bu durumda mevcut olan bazı dalgalar aracılığıyla aydınlıkta olduğu gibi resminin aksini alır. Bu bütün fotoğraflar kıyamet günü hareketli bir film gibi insanın önünden geçecektir. Ona dünya hayatında ne gibi ve nerede bir iş yaptığı gösterilecektir.
Allah'ın, her insanın yaptığını doğrudan bildiği bir gerçektir. Ama ahirette mahkeme kurulduğu zaman Allah (c.c.) eğer bir kimseye ceza verecekse, adaletinin bütün şartlarının gereğini yerine getirir. O'nun mahkemesinde her suçlu insan için mahkeme açıldığında, suç işlediğine dair eksiksiz ve mükemmel şehadetler gösterilerek, suç son noktasına kadar ispatlanacak ki suçunu inkar etmeye kalkışmasın. Birinci şehadet, Kiramen Katibîn meleklerinin her zaman, her yaptığı işi kaydettikleri amel defteridir. (Kaf 17-18, İnfitar 10-11-12) Amel defterleri ellerine verilecektir. Onlara şöyle denilecektir: "Hayatta yaptıklarını oku, Hesabın için bu sana yeter." (İsra 14) "İnsan onu okuduğunda kaydedilmemiş en ufak veya en büyük şey kalmadığına hayret edecek." (Kehf 19) Ondan sonra insanın bu dünyada kullandığı cisminin organları kendi lisanlarıyla Allah'ın mahkemesinde şehadet edeceklerdir. Allah'ın mahkemesinde dünyada iken nasıl konuşturduğunu açığa çıkarmak için diline lisan verilecektir. El ve ayakları, onları ne gibi işlerde kullandığına şehadet ettirilecektir. (Nur 24) Gözleri ve kulakları, onları neyi görmek ve neyi duymak için kullandığı yolunda ona karşı şehadet edecektir. Cisimlerinin derisi bütün amellerine şahitlik edecektir. İnsanlar hayret içinde kalarak, azalarına karşı, "sizler bana karşı nasıl şahitlik yaparsınız?" diyeceklerdir. Azaları cevap vererek, "Bu gün Allah'ın emridir, herşey konuşmaktadır ve biz de O'nun emriyle konuşmaktayız" diyeceklerdir. (Fussilet 20-21-22) Ayrıca yeryüzünde ve yaşadığı çevredeki sesleri kulaklarıyla duyacak ve yaptıklarının tamamını film gibi, gözleriyle seyredecektir. Üstelik insanın zihninden geçen düşünceleri, gizli maksatları, amellerinin arkasındaki niyetler onun gözünün önüne serilecektir. Bu, ileride Adiyat suresinde de görülecektir. Bu sebeble, o kadar kati, açık ve kesin ispattan sonra insanın inkâr etmesine ve mazeret ileri sürmesine mahal kalmayacaktır. (Mürselat 35-36)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zilzal suresi ayet 5
Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir.

Zilzal suresi ayet 6
O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp çıkarlar.

Bunun iki anlamı olabilir. İnsanların her birisinden yalnız olarak hesap sorulacaktır. Aile, sülale, parti, kavim gibi bütün bağları kopartılacaktır. Aynı şey Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde de buyurulmuştur. Mesela En'am suresine de Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "O gün görülecektir ki, ilk defa yarattığımızda olduğu gibi şimdi de sen yapayalnız benim huzurumdasın" (En'am 94) Meryem suresinde de şöyledir: "O bize yalnız olarak gelecek." (Meryem 80) , "Onların her biri Kıyamet günü Allah'ın huzurunda yalnız olarak bulunacak" (Meryem 95) . İkinci anlamı da şu olabilir: Yer yer ölen binlerce insan, yeryüzünün her köşesinden gruplar halinde gelecektir. Nebe suresinde buyurulduğu gibi. "Sur'a üflendiği zaman fevc fevc gelecekler" (Nebe 18) . Ayrıca bazı müfessirler çeşitli anlamlar açıklamışlardır. Ancak hiç biri "eştâten" kelimesinin anlamına uygun düşmemektedir. En doğrusu, yukarıda geçen ve Kur'an ile sünnetin Kıyamet izahına uygun düşen açıklamadır.

Bunun iki anlamı olabilir. Birisi, "onlara amelleri gösterilecektir" şeklindedir. Yani herbirisine dünyada ne yaptığı gösterilecektir. İkincisi "onların amellerinin karşılığı gösterilecek" şeklindedir. Bu mana da olabilir. Ancak Allah, "onların amellerinin karşılığını göstereceğiz" değil, "onların amellerini göstereceğiz" demiştir. Eğer Allah, onların amellerinin karşılığını gösterecek olsaydı "onların amellerinin karşılığını göstereceğiz" derdi. Bundan dolayı birinci mana daha kabule şayandır.
Özellikle Kur'an'ın birçok yerinde, kâfir ve mü'min, salih ve fasık, itaatkâr ve asinin her birine kendi amel defterinin muhakkak verileceği tasrih edilmiştir. (Mesela bkz. Hakka 19-25, İnşikak 7-10) Bu da gösteriyor ki, bir kimseye amelini göstermekle onun amel defterini ona havale etmek arasında bir fark yoktur. Ayrıca yeryüzünde bütün olan bitenler açıklandığı zaman, baştan beri devam etmekte ve Kıyamete kadar sürecek olan hak ve batıl mücadelesinin bütün sahneleri ayrıntısıyla gözönüne serilecektir. Orada hak uğrunda çalışanların ne yaptığı ve batıl taraftarlarının onun karşısında ne gibi harekette bulunduğu apaçık görülecektir. Hakk'a çağıranların ve buna karşı dalaleti yayanların bütün konuşmalarının kendi kulaklarına duyurulacağı uzak bir ihtimal değildir. İki tarafın yazıları, literatürleri ve bütün yaptıkları aynen gösterilecektir. Kâfirlerin ehl-i hakk üzerindeki zulmünü, ehl-i hak ile ehl-i batıl arasındaki bütün harplerin manzarasını insanlar haşr meydanında kendi gözleriyle göreceklerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zilzal suresi ayet 7
Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görür;

Zilzal suresi ayet 8
Kim de zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, o da onu görür.

Bu ayetin salt anlamı şudur: İnsan zerre kadar iyilik veya zerre kadar kötülük yapmışsa, onun amel defterinde kayıtlı olarak bulunacağı ve insanın onu göreceği doğrudur. Ama bunu görmeden ona ceza ve mükafat verilmesi şeklinde anlarsak o zaman şu anlamı kabul etmek mümkün değildir: Ahirette, her küçük iyilik için bir kimseye mükafat verilecek ve her küçük kötülük için de ona ceza verilecektir. Orada hiç kimse yaptığı iyiliğe mükafat ve kötülüğe cezadan kurtulamayacaktır. Çünkü bir anlama göre, her kötü amelin cezası ve her iyi amelin mükafatı ayrı ayrı verilecektir. Diğerinden ise şu anlam çıkmaktadır: En salih ve muttakî insanlar bile, işledikleri küçük küçük kusurlar için cezalanmaktan kurtulamayacaklardır. Hiç bir zalim, kafir ve kötü insan da küçük küçük iyiliklerine mükafat almadan kalmayacaktır. Bu iki anlam da Kur'an ve Hadis'in açıklamasına ters düşmektedir. Aklî bakımdan adalet ve insafa uymamaktadır. Aklî olarak düşünürsek, efendisine samimiyetle hizmet eden sadık bir hizmetçisinin küçük kusurlarını efendisinin affetmemesi, onun her bir hizmetine karşılık mükafat verirken, herbir kusurunu da sayarak ona ceza vermesi nasıl kabul edilebilir? Bu, akla da uygun değildir. Ayrıca, yaratıp kendisine sayısız ihsanda bulunduğunuz, ama size karşı gaddar ve vefasız olan, ihsanınıza karşı daima nankörlük yapan bir adamın gaddarlık ve nankörlük tavrını gözardı ederek küçük hizmetlerine mükafat vermeniz de akla uygun değildir. Kur'an ve Hadis'te mü'min, katıksız kafir, müfsid ve zalim kafir vs. çeşitli tip insanlara verilecek ceza ve mükafatın ayrıntılı kanunu beyan edilmiştir. Bu ceza ve mükafatın şekli dünya ve ahireti kapsar.
Bu babta Kur'an-ı Kerim usûl olarak birkaç temel ilkeyi açık olarak şöyle beyan etmiştir.
Birincisi, kafir, müşrik ve münafıkların amelleri (yani iyi sayılan ameller) zayi edilmiştir. Ahirette onlara mükafattan hiçbir pay verilmeyecektir. Eğer bir mükafatları varsa da bu dünyada verilmiştir. Mesela bkz. A'raf 147, Tevbe 17, 67'den 69'a kadar, Hud 15-16, İbrahim 18, Kehf 104-105, Nur 39, Furkan 23, Ahzab 10, Zümer 65, Ahkaf 20.
İkincisi, kötülüğün cezası, yapılan kötülük kadar verilecektir. Ama iyiliğin karşılığı, yaptığından daha fazla verilecektir. Hatta bazı yerlerde her iyiliğin karşılığının on kat verileceği açıklanmıştır. Bazı yerlerde de Allah'ın, ne kadar isterse o kadar vereceği buyurulmuştur. Bkz. Bakara 261, En'am 160, Yunus 26-27, Nur 38, Kasas 84, Sebe 37, Mü'min 40.
Üçüncüsü, Mü'min eğer büyük günahlardan sakınırsa küçük günahları affedilecektir. Nisa 31, Şura 37, Necm 32.
Dördüncüsü, salih mü'minden hafif hesap sorulacaktır. Onun kötülüklerine göz yumulacaktır. Yaptığı en iyi amellere göre mükafaat verilecektir. Ankebut 7, Zümer 35, Ahkaf 16, İnşikak 8.
Bu konu hakkındaki hadislerde de ifade açıktır. İnşikak suresinin tefsirinde Kıyamet gününün hafif ve zor hesabı hakkında açıklama yaparak Rasulullah'tan Hadis nakletmiştik. (Bkz. İnşikak an: 6) Enes'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Bir defasında Ebubekir Sıddık, Rasulullah ile birlikte yemek yiyordu. O esnada bu ayet nazil oldu. Hz. Ebubekir yemekten el çekerek şöyle dedi: Ya Rasulallah! Ben, benden sadır olan zerre kadar kötülüğün de karşılığını görecek miyim? Rasulullah şöyle buyurdu: "Ey Ebubekir! Dünyada hoşunuza gitmeyen olaylarla karşı karşıya geliyorsunuz. Onlar senden sadır olan küçük kötülüklere cezadır. Senin zerre kadar iyiliğin ahirete saklanır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Taberanî el-Evsat'ta, Beyhakî Şu'ab'ta, İbnü'l Münzir, Hakim, İbn Merduye, Abd b. Humeyd) Rasulullah, Ebu Eyyub el Ensarî'ye bu ayet hakkında şöyle buyuruyordu. "Sizden kim iyi bir iş yaparsa onun mükafatı ahirettedir. Kötü bir iş yaparsa o, bu dünyada musibetler ve hastalıklar şeklinde cezasını çekecektir." (İbn Merduye) Katade, Enes yoluyla Rasulullah'tan şu hadisi nakletmiştir: "Allah bir mü'mine zulmetmez. Bu dünyada iyiliklerinin karşılığı olarak onu rızıklandırır. Ahirette de mükafat verir. Kafire, iyiliklerinin karşılığını bu dünyada verir. Kıyamet günü onun hesabından iyilik kalmayacaktır." (İbn Cerir, Mesruk) Hz. Aişe'nin Rasulullah'a şöyle sorduğunu nakleder: "Abdullah bin Cûd'an cahiliye zamanında sıla-i rahim eder, miskinlere yemek yedirir ve misafirperverlik yapardı, esirleri kurtarırdı.
Bütün bunlar onun için ahirette faydalı olacak mı? Rasulullah buyurdu: Hayır! O, ölüme kadar hiçbir zaman Rabb'im ceza günü hatalarımı affet dememiştir" (İbn Cerir) . Cahiliye döneminde iyilik yapmış ancak ölüme kadar küfr ve şirk üzeri kalmış bazıları için de Rasulullah aynı cevabı vermiştir. Ancak Rasulullah'ın bazı sözlerinden şu anlaşılmaktadır: İyilik, kafirleri cehennem azabından kurtaramaz, fakat cehennemde ona, zalim, fasid ve kafirlere olduğu gibi şedid azab verilmeyecektir. Mesela bir hadise göre, Hatim Tayy'a cömertliği dolayısıyla hafif azab verilecektir.
Bu ayet insanı önemli bir gerçek hakkında uyarmaktadır. O gerçek şudur: Her küçük iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Aynı şey kötülük için de geçerlidir. Onlar hesaplanacaklardır, onun için onlardan gafil olmamalı, küçük iyiliği terketmemelidir. Bunlar toplandığında daha büyük bir iyilik olurlar. Küçük kötülükleri de irtikap etmemelidir. Çünkü küçük kötülükler de birikebilir. Aynı şey, pek çok hadiste şu şekildedir: Buharî ve Müslim'de Adiyy b. Hatem'den şu rivayet menkuldür: "Rasulullah buyurdu ki; cehennem ateşinden sakının. Hurmanın bir parçasıyla bile olsa, güzel bir sözle bile olsa." Yine Adiyy b. Hatem'den sahih bir rivayette Rasulullah şöyle demiştir: "Hiçbir iyiliği hakir görmeyin, bir kimseye bir kap su bile verseniz, veya bir kardeşinizi güler yüzle bile karşılasanız." Buharî'de Ebu Hureyre'den şöyle mervidir. Rasulullah kadınlara hitaben şöyle buyurdu: "Ey Müslüman hanımlar, bir kimse komşusuna gönderdiği en küçük bir şeyi bile hakir görmesin, bir keçinin ayağı bile olsa." Ahmed, Neseî ve İbn Mace'de Hz. Aişe'den şöyle bir rivayet vardır: Rasulullah şöyle buyurdu: "Ey Aişe, küçük günah zannettiklerinizden de sakının. Çünkü Allah (c.c.) onlardan da hesap soracak." Müsned-i Ahmed'de Hz. Abdullah b. Mesud'dan şöyle bir rivayet vardır: Rasulullah buyurdu: "Dikkat edin! Küçük günahlardan da sakının, çünkü birikirlerse bir insanı helak ederler."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tarık suresi ayet 1
Göğe ve tarık'a andolsun,

Semâya ve Târık’a yemin olsun ki! Gökyüzüne ve sabah yıldızına yemin olsun ki! Semâya ve geceleyin gelene yemin olsun ki! Semâya ve geceleyin görünüp gündüzün kaybolan, gizlenen parlak yıldızlara yemin olsun ki! Işıkları, aydınlıkları, karanlıkları delen, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kurtaran, yol bulmanızı sağlayan parlak yıldızlara yemin olsun ki! Târık, yıldız demektir. Bir yıldız veya geceleyin ortaya çıkan anlamına tüm yıldızların ismidir bu.

Tarık suresi ayet 2
Tarık'ın ne olduğunu sana bildiren nedir?

Peygamberim! Târık’ın ne olduğunu sen bilir misin? Târık’ın ne olduğunu sen nerden bileceksin? Dinle öyleyse onu sana ben anlatayım kalıbında bir âyet. Kur’an-ı Kerîm’de “Vema yüdrîke” kalıbıyla gelen konunun Rabbimiz tarafından anlatıldığını, ama “Vema edrake” kalıbıyla ortaya konulan konunun anlatılmadığını, bilinmez-liğini anlıyoruz. Bir de bu ifadenin konunun büyüklüğüne delâletini anlıyoruz. Ama elbette bu tür konular bu varlıkların sahibi ve yaratıcısından öğrenilecektir. Başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımız yoktur

Tarık suresi ayet 3
(Karanlığı) Delen yıldızdır.

NECM-İ SÂKIB, delik mânâsına "sakb" kökünden "delen yıldız" demek olup ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir. Nitekim aynı mânâ ile şihaplara yani kıvılcımlara veya akan yıldızlara da "sâkıb" denilir. Bir de kuş yukarı yükseldi demek olan tabirinde olduğu gibi sakb, yükselme mânâsına gelir ki bazıları bu mânâyı göz önünde bulundurarak necm-i sâkıb, yüksek yıldız demek olduğunu söylemişlerdir. Şu halde 'nün başın d aki "lâm" cins ifade eden lâm olmak üzere, gece doğan herhangi bir parlak veya yüksek yıldız cinsi veya lâm ahd için olarak, sabah yıldızı ve İbnü Abbas'tan bir rivayete göre Cediy yıldızı veya Sûresi'nin başında geçtiği gibi Süreyya veya Kur'ân yıldızı o lmak ihtimali de vardır.

İlk akla gelen Sabah yıldızı olmakla beraber Târık manevi şeyler için de kullanılabildiğine ve "yıldızla da yol bulurlar"(Nahl, 16/16) mânâsınca yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna göre "Necm-i Sâkıb"tan maksadın geceleyin gökte doğan herhangi bir parlak yıldızın göze çarpması halinde ışığın şuurumuzda parlayışı gibi manevi semadan nefislerimize gelip vicdanımıza işleyen ve zihnimize nakşedilerek bizi içimizdeki ve dışımızdaki karanlıklardan çıkaran iman ve kesin inanç nurlarıyla manevi kalbe doluşları ve ilâhî irşatları kapsaması daha uygundur. Yani, göğe ve sizi karanlıklardan aydınlatmak için yıldız gibi şuurunuza çarpan ve maddenizi delip gönüllerinize işleyen hak nuruna yemin olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tarık suresi ayet 4
Üzerinde gözetleyici koruyucu bulunmayan hiç bir nefis (kimse) yoktur.

Koruyucu ifadesi ile Allah Teâlâ'nın zâtı kastedilmektedir. O Allah (c.c.) ki, küçük ve büyük yaratmış olduğu herşey, O'nun kontrolü altındadır ve tüm mahlukat O'nun lûtfu sayesinde hayatını sürdürmektedir. Bunun için gerekli olan her imkân sağlanmış ve insan belirli bir süreye mahsus olmak üzere, her afetten korunmuştur. Bu hususun teyidi için gökyüzüne ve akşam karanlığıyla birlikte ortaya çıkan yıldızlara yemin edilmektedir. Ennecmu-s-sakib, Arapça'da 'bir yıldız' anlamına gelmektedir. Ancak burada yıldızların cinsini belirtmek için kullanılmıştır. Böyle bir şey üzerine yemin edilmesinin nedeni, insanoğlunun dikkatini gökyüzüne çekmek içindir. Gökyüzünde asılı duran şu yıldızlara bakın, gecenin karanlığında nasıl da ışıldamakta ve her biri kendi yolu üzerinde hareket etmektedir. Birbirlerinin yollarına tecavüz etmezler ve birbirlerine çarpmazlar. Bütün bunları yaratan bir kudret sahibi olduğuna bizzat kendileri şehadet etmektedirler.

Tarık suresi ayet 5
İnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı?

Gökyüzüne dikkat çekildikten sonra, insanoğlu bizzat kendi varlığını tefekkür etmeye davet ediliyor. Nasıl meydana geldiğinizi bir düşünün! Bir babanın milyonlarca hücresinden sadece bir hücre, yine annenin sayısız yumurtalarından biri ile belli bir sürede birleşir ve insanın hayata gelmesi işte böyle başlar. Bunu yapan kimdir? Kimdir hamile kadının karnındaki bu embriyonu kademe kademe yetiştiren ve sonunda canlı bir insan haline getiren? Ve yine onun annesinin karnında zihinsel ve bedensel özelliklerini tayin eden? Onu doğumundan ölümüne kadar, hastalıklardan, kazalardan, belâlardan koruyan ve yaşaması için ona imkanlar sağlayan? Hayatını sürdürebilmesi için, o kadar çok imkan sağlanmıştır ki, insanoğlunun bizzat kendisi bile tüm bunların farkında değildir. Böylesine muazzam imkanları ancak Allah Teâlâ sağlayabilir. Şayet Allah Teâlâ bu imkanları sağlamamış olsaydı, insanoğlunun hayatta kalabilmesi mümkün müydü?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tarık suresi ayet 6
Dökülüp atılan bir sudan yaratıldı.

"Fışkıran veya sü*ratle akan bir sudan yaratılmıştır."
İlk nazil olan ayet-i kerimeler; "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O in*sanı alaktan yaratmıştır." Yani erkekle kadının menisinin spermlerinin bir araya gelmesiyle ana rahmine yapışan o maddeden yaratılmıştır.

Bu olay Kur'ân-ı Kerim'de çokça hatırlatılır. Neden hatırlatılır? Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi insanlar, yani Mekke parlementosunun üyesi olan ve o günün şartları içerisinde köşklerde yaşıyan bu insanlar, bu günkü ifadeyle; devletin bütün imkanlarını kendi çıkarları için kullanan bu insanlar, Hz. Bilal ve Hz. Âmmar gibi insanları, yani Malı mülkü olmayan, makam ve mevki sahibi olmayan insanları insan yerine koy*muyorlar onları küçümsüyorlardı. Meclislerine almıyorlar, hayvanların*dan daha aşağıda bir değer veriyorlardı.

Rabbim ilk nazil olan ayetlerde topyekün insanlığı uyarıyor. "Hepiniz meniden yaratıldınız." Cumhurbaşkanı da bir meniden yaratıldı, dağdaki çobanda bir meniden yaratıldı. Dünyanın en zengin insanı da meniden yaratıldı, dünyada su içecek bir kabı olmayan insan da bir meniden yaratıldı.

Tarık suresi ayet 7
(Bu su,) Bel kemiği ile kaburgalar arasında(ki organlar) dan çıkar.

Ayetin orijinalinde sülb ve teraib kelimeleri kullanılmıştır. Sulb, bel kemiği, teraib ise, kaburga kemiği demektir. Çünkü erkek ve kadının üreme hücreleri bu bölgeden meydana geldiği için, insanın sulb ve teraib arasından gelen bir sudan yaratıldığı ifade edilmiştir. İnsanın el, kol ve ayakları kesilse bile, bu madde yine de insanda bulunabilir. Bu maddenin insanın vücudunun tamamından geldiği düşüncesi yanlıştır. Aslında bu maddenin kaynağı bedenin üst kısmında bulunan insanın göğüs kafesidir. Burada beyin ayrı olarak zikredilmemiştir. Çünkü beyin omurga kemiğinin bir kısmıdır.

Tarık suresi ayet 8
Hiç şüphesiz (Allah,) onu yeniden-döndürmeğe güç yetirendir.

Allah'ın insanı, ana rahmine düşmesinden ölümüne kadar korumuş olması, onu ölümünden sonra tekrar diriltmeye de muktedir olduğunun apaçık bir delilidir. Şayet Allah (c.c.) ilk kez yaratmaya kâdir ise, ikinci kez yaratamayacağına dair, hiçbir makul delil öne sürülemez. Bu gerçeği inkâr edebilmek için, insanın kendisini yaratanın Allah (c.c.) olmadığını ta baştan kabul etmek zorundadır. Bu takdirde iddia sahipleri, 'Kitaplar, bir yazan ve basan olmadığı halde kendi kendilerine meydana gelmektedirler, dünyadaki tüm şehirler kendi kendilerine inşa olmuşlardır ve evren bir tesadüf eseri sonucunda yine kendi kendine oluşmuştur, diyebilmelidirler. Oysa insanın yaratılışı, bedensel yapısı, zihinsel özellikleri, âzâlarının işleyişleri o kadar komplikedir ki, insanın bizzat icad ettiği şeylerden kat kat üstündür ve bir hikmete mebnidir. Herşeye rağmen bir kimse, tüm bunlara hâlâ 'tesadüf' diyebiliyorsa akli dengesi yerinde değildir. Çünkü ancak akli dengesi yerinde olmayan bir kişi böyle şeyler iddia edebilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tarık suresi ayet 9
Sırların orta yere çıkarılacağı gün;

Bütün sırların yoklanacağı, imtihan meydanına çıkarılıp bildirileceği gün ki bu, arz ve hesap günüdür.

SERÂİR, "Serire"nin çoğuludur ki kalplerde gizlenen inançlar, niyetler, sevgiler, kinler ve maksatlar gibi sırf batıni işlerden olan sırları ve gizli şekilde yapılan iyi veya kötü gizli işleri kapsar. Bu sırların imtihan meydanına çıkarılması, yoklanması da iyisini kötüsünü, pisini temizini ayırmak için ortaya çıkarılıp teftiş ve tetkik edilerek seçilmesi ve tanınmasıdır.

Bazı hadislerde tevhid, oruç, namaz, zekat, cünüplükten temizlenme yüce Allah'ın buyurduğu sırlardır diye buyrulmuştur. Bunların "sırlar" olmasının iki türlü izahı vardır:

Birisi,
bunların doğru olmasının, sırf kalp ile ilgili işlerden olan tasdik ve niyete bağlı olmasıdır. İkincisi de, tevhidin dışındakilerin sırf ibadetle ilgili işlerden olmasıdır.
Bununla beraber hadisten maksadın, sadece bunların sırlardan olduğunu başkalarının olmadığını ifade etmek değil, güzel sırların esaslarının beyan olduğu açıktır. Çünkü âyetteki sırlar, iyi ve kötü bütün sırları içerip kapsaması ve ortaya çıkması da korkulacak kötü sırları içine alması nedeniyle büyük bir korkutma akışı içersinde söylenmiş bulunduğu açık olduğundan belli bazı sırlara mahsus kılınamaz. Onun için Hasan-ı Basri Hazretleri Şair Ahvas'ın:
"Sırların yoklanacığı gün, kalbin ve iç uzuvların derinliklerinde,
Onun için bir sevgi sırrı kalacaktır."
beytini işittiği zaman "Ve's-semâi ve't-târık"tan ne kadar gaflet etmiş! diyerek şairin cahil olduğunu söylemiştir. Çünkü şair kendisinin kalp ve iç uzuvlarının derinliklerinde sevgilisine ait bir sevgi sırrının, sırların ortaya çıkarılacağı gün dahi sır olarak kalacağını iddia etmiş bulunuyor.

Âyetteki "yevm" kelimesi ilk bakışta zannedilebileceği gibi "kâdir" kelimesinin mef'ul (tümlec)ü değil, rec' yani geri çevirme kelimesinin mef'ulü (tümleci)dür. Çünkü Allah'ın buna kudreti o gün ile kayıtlı değil, her zaman için mutlaktır. Onun için bunun, arada mukadder bir soruya cevap olan başlangıç cümlesi olması daha uygundur. Yani, "o geri çevirme ne vakit olacak?" denilirse, "o, sırların ortaya çıkarılacağı gün olacaktır" demek olur.

Tarık suresi ayet 10
Artık onun ne gücü vardır, ne de bir yardımcısı.

O vakit insan için ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı, yani Allah'a karşı kendisini korumak, sırlarını meydana döktürmemek için o gün insanın ne kendinde bir kuvvet bulunur, ne de dıştan bir yardımcı. Çünkü "O gün mülk yalnız Allah'ındır."(Hacc, 22/56) O halde o gün o insanın ortaya dö k ülen sırları yüz karartmıyacak, güzel, temiz, pak sırlar ise; o kimse öyle bir temiz kalp ile yüce Allah'ın huzuruna varmış ise ona ne mutlu! Yok eğer o sırlar içinde yüz karası olacak, ortaya dökülmesi elem verici azap teşkil edecek iğrenç şeyler ise vay haline!... O gün "Allah'a selim bir kalp ile varanın dışında hiç kimseye ne malın ne de oğulların fayda vermeyeceği gün." (Şuarâ, 26/89)dür. Onun için insan neden yaratıldığına bakmalı da, sulb ile göğüs kemikleri arası gibi bir kafes, bir geçit olan dünyada yaratıcının kendisine verdiği kuvveti kötüye kullanmamalı, nefsini uzuvlarının adi ve iğrenç etkilerine kaptırmamalı, üzerinde daima bir koruyucu ve gözetici bulunduğunu bilerek sırların ortaya döküleceği günde temiz sırlar ile Hakk'ın huzuruna varmak için lekesiz bir selim kalp ile hareket etmeli, bu dünya geçidinde sıkıntılara göğüs gererek bu ten kafesinden kâmil bir iman ve güzel bir amel ile Allah'a gitmeye gayret sarfetmelidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Necm suresi ayet 34
Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu.

Bu ayet, Kureyş'in ileri gelenlerinden Velid b. Muğire'ye işaret etmektedir. İbn Cerir et-Taberi'nin rivayet ettiğine göre bu şahıs, Hz. Peygamber'in (s.a) davetini (İslâm'ı) kabul etmeye meyletmiştir. Onun diğer bir müşrik arkadaşı, bundan haberdar olunca, ona gidip şöyle der: "Duyduğuma göre sen atalarının dinini terk edip, Muhammed'in dinini seçecekmişsin. Sen eğer ahiret azabından çekiniyorsan, bana bir miktar para ver, ben senin yerine ahirette azab çekerim." Velid arkadaşına inanıp İslâm'ı kabul etmekten vazgeçer. Va'd ettiği paranın bir kısmını arkadaşına vermekle birlikte, gerisini ödemez. İşte burada bu olaya işaret edilerek, müşriklerin ahiret hakkında ne kadar saçma inanç ve düşünceler taşıdığı vurgulanmıştır.

Necm suresi ayet 35
Gaybın ilmi onun yanındadır da o mu görüyor?

Yani o, bu davranışının kendisine bir yarar sağlayacağını ya da bu şekilde ahiret azabından kurtulacağını nereden biliyor?
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt