Fatiha suresi ayet 7
“O kendilerine nîmet verdiğin mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”
Evet ya Rabbi! Kendilerine inam ettiğin, nîmet verdiğin, nîmetlerine ulaştırdığın peygamberlerinin, salih kullarının yoluna bizi ilet. Nîmet, insanların kendisiyle lezzet bulduğu şeydir. Allah’ın, kullarına in’am buyurduğu nîmetler sayılamayacak kadar çoktur. Nîmetleri önce ikiye ayırıyoruz:
a- Uhrevî nîmetler,
b- Dünyevî nîmetler diye.
Uhrevî olanlar Rabbimizin imtihanı kazanan kullarını cennete koyması ve orada gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akılların alamayacağı nîmetleriyle onlara in’am etmesidir.
Dünyevî nîmetleri de ikiye ayırıyoruz:
a- Vehbî olanlar.
b- Kesbî olanlar.
Kesbî nîmetler, mal kazanmak, nefsi pisliklerden korumak ve arındırmak, ilim elde etmek, ahlâk kazanmak gibi nîmetlerdir.
Vehbî olanları da ikiye ayırıyoruz:
a- Maddî olanlar.
b- Manevî olanlar.
Maddî olanlar idrak, fehim, anlayış, nutuk, konuşmak gibi nîmetlerdir.
Manevî olanları ise, insana ruh üfürülmesi, akıl verilmesi, yara*tılması gibi nîmetlerdir.
Burada dikkat edilecek bir husus da şudur ki; Rabbimiz, peygamberler ve salih kullarının dışındakilere de bu nîmetlerinden vermiştir. Ama başı nîmet gibi görülüp de sonu hüsranla biten nîmetlerin hiç birisi gerçek mânâda nîmet değildir. Başı cefa ve mahrumiyet gibi görünse de sonu safa ve mutluluk ile biten nîmet, nîmettir. Onun içindir ki, burada; “Kendilerine nîmet verdiğin peygamberlerinin yoluna ilet!” diyoruz ve de; “Gazap ettiklerinin, dalâlette bıraktıklarının yoluna değil” diyoruz.
Evet, Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz. Çünkü sırat-ı müstakim, nîmet-i uzma’dır. En büyük nîmettir. Nîmetlerin en büyüğüdür. En önde istenmesi gereken nîmettir. Çünkü unutmayalım ki, herhangi bir nîmetin yoluna, usulüne, kanununa nail olmak, o nîmete sadece bir kere değil, sürekli nail olmak demektir. Meselâ birisinden on bin lira istemek yerine ondan on bin liraya ulaşabilecek bir yolu, bir usulü istemek çok daha evlâdır. Çünkü karşıdaki belki bir kere verecektir, iki kere, üç kere verecektir on bin lirayı ve bitecektir. Ama on bin liraya ulaşmanın yolunu öğrenmek demek, her zaman ona ulaşma imkânına sahip olmak demektir.
Veya meselâ bir problemin çözümü konusunda sizden yardım isteyen bir çocuğa, o problemi çözüvermenizle o problemin çözüm yolunu, usulünü göstermeniz elbette farklı olacaktır. Problemi çözüvermek yerine, o ve benzeri tüm problemleri her zaman çözebileceği bir yolu, bir usulü öğretirseniz, artık o çocuk her defasında çözüm için size gelmeyecek, her zaman kendisi çözebilecektir.
İşte eğer biz burada, Rabbimizden bir kısım nîmetler isteseydik, ya Rabbi bana şu nîmeti ver, bu nîmeti ver deseydik, bu talep gerçekten çok küçük bir talep olacaktı. Ya Rabbi her şeyi ver deseydik, yine küçük bir talep olurdu. Çünkü böyle bir dua kabul olduğu zaman belki bir kaç defa o nîmeti verirdi Rabbimiz, ama nîmetin devamı mümkün olmazdı. Fakat burada olduğu gibi, ya Rabbi bize nîmetlerin yolunu, usulünü göster diye dua edince, bir kere değil sürekli o nîmetlere ulaşma imkânını elde etmiş olacağız demektir. Bunun en kısa, en öz ifadesi de sırat-ı müstakimdir. Çünkü bu yolda nîmetlerin tamamı vardır. Bu yola giren kişi her ân tüm nimetlerle beraber olma imkânına sahip olacaktır.
Peki biz bunu nereden bildik? Nasıl bildik ki, Rabbimizden bunu istiyoruz? Hayır, biz bilmedik, Rabbimiz bildirdi bunu bize. Böyle dememiz gerektiğini, Fâtiha sûresini indiren Rabbimiz öğretti bize. Onun içindir ki, bu sûreye talim-i mesele denir. Yâni istemenin usulünü, yolunu gösteren sûre anlamına. Bir nîmetin yolunu bilmek, her zaman o nîmete ulaşmamız anlamına gelecektir.
Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz, ama burada bir istisna yapıyoruz. “Nîmet içinde yüzüp de haktan, sırat-ı müstakimden sapıp gitmiş, bu yüzden de gazaba uğramış ve dalâlette kalmış insanların yoluna bizi iletme ya Rabbi!”
Kendilerine gazap ettiklerinin ve sapmışların, sapanların, sa-pıkların yoluna değil. Biliyoruz ki; tarih içinde sırat-ı müstakimden iki sapma olmuştur. Birisi yahudi’nin sapması, öbürüsü de hıristiyanın sapması. Biri madde lehine, mânâ aleyhine bir sapma. Mânâyı inkâr ederek, mânâyı, ruhu reddederek materyalistçe bir sapma, diğeri de mânâ lehine, madde aleyhine bir sapmadır. Yâni maddeyi inkâr ederek, maddeyi reddederek, mânâcı kesilerek, ruhçu kesilerek bir sapmadır. Bunlardan birincisi yahudi’nin sapması, ikincisi de hıristiyanlık dünyasının sapmasıdır. Yahudiler mânâyı, ruhu reddederek, insanı sadece maddeden ibaret zannederek materyalistçe bir anlayışı yasallaştırarak sapmış, hıristiyanlar da insanın maddesini, bedenini, bedeninin ihtiyaçlarını bile reddederek ayakları yerden kesilmiş, ruhçu bir anlayışın savunucusu kesilerek sapmıştır.
Bunların birisi ifrat, diğeri de tefrittir. İslâm bunun ikisini de reddeder. İslâm ikisi arasında dengeyi kuran bir dindir. İslâm, Allah’ın dinidir. İnsanı yaratan, onu herkesten iyi tanıyan Rabbimiz; onun bedenini de, ruhunu da, bedeninin ihtiyaçlarını da, ruhunun ihtiyaçlarını da inkâr etmez. İnsanın dünyadan oluşan çamur yönünü de, Allah’tan gelme ruh yönünü de göz ardı etmeyen bir dindir. Ve İslâm’ın ortaya koyduğu yol, sırat-ı müstakim, bu iki sapmanın ikisini de reddeden bir yoldur.
Bir de bu sapmayı şöyle de anlayabiliriz. Yahudi’nin sapma-sında ilim var amel yok, hıristiyanın sapmasında da amel var ilim yok. Böyle bir sapma. Bu ümmet içinde ilmi olup ta amel işlemeyenler ya-hudi’ye, ilimsiz eğri büğrü amel işleyenler de hıristiyanlara benzemektedir. Ve işte böylece Fâtiha sûresiyle günde en azından kırk defa bu tür sapmalardan ve sapanlardan Allah’a sığınmaktayız. İlimsiz amelden de, amelsiz ilimden de, böylece ortaya konan sapıklıklardan da Allah’a sığınıyoruz.
“O kendilerine nîmet verdiğin mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”
Evet ya Rabbi! Kendilerine inam ettiğin, nîmet verdiğin, nîmetlerine ulaştırdığın peygamberlerinin, salih kullarının yoluna bizi ilet. Nîmet, insanların kendisiyle lezzet bulduğu şeydir. Allah’ın, kullarına in’am buyurduğu nîmetler sayılamayacak kadar çoktur. Nîmetleri önce ikiye ayırıyoruz:
a- Uhrevî nîmetler,
b- Dünyevî nîmetler diye.
Uhrevî olanlar Rabbimizin imtihanı kazanan kullarını cennete koyması ve orada gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akılların alamayacağı nîmetleriyle onlara in’am etmesidir.
Dünyevî nîmetleri de ikiye ayırıyoruz:
a- Vehbî olanlar.
b- Kesbî olanlar.
Kesbî nîmetler, mal kazanmak, nefsi pisliklerden korumak ve arındırmak, ilim elde etmek, ahlâk kazanmak gibi nîmetlerdir.
Vehbî olanları da ikiye ayırıyoruz:
a- Maddî olanlar.
b- Manevî olanlar.
Maddî olanlar idrak, fehim, anlayış, nutuk, konuşmak gibi nîmetlerdir.
Manevî olanları ise, insana ruh üfürülmesi, akıl verilmesi, yara*tılması gibi nîmetlerdir.
Burada dikkat edilecek bir husus da şudur ki; Rabbimiz, peygamberler ve salih kullarının dışındakilere de bu nîmetlerinden vermiştir. Ama başı nîmet gibi görülüp de sonu hüsranla biten nîmetlerin hiç birisi gerçek mânâda nîmet değildir. Başı cefa ve mahrumiyet gibi görünse de sonu safa ve mutluluk ile biten nîmet, nîmettir. Onun içindir ki, burada; “Kendilerine nîmet verdiğin peygamberlerinin yoluna ilet!” diyoruz ve de; “Gazap ettiklerinin, dalâlette bıraktıklarının yoluna değil” diyoruz.
Evet, Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz. Çünkü sırat-ı müstakim, nîmet-i uzma’dır. En büyük nîmettir. Nîmetlerin en büyüğüdür. En önde istenmesi gereken nîmettir. Çünkü unutmayalım ki, herhangi bir nîmetin yoluna, usulüne, kanununa nail olmak, o nîmete sadece bir kere değil, sürekli nail olmak demektir. Meselâ birisinden on bin lira istemek yerine ondan on bin liraya ulaşabilecek bir yolu, bir usulü istemek çok daha evlâdır. Çünkü karşıdaki belki bir kere verecektir, iki kere, üç kere verecektir on bin lirayı ve bitecektir. Ama on bin liraya ulaşmanın yolunu öğrenmek demek, her zaman ona ulaşma imkânına sahip olmak demektir.
Veya meselâ bir problemin çözümü konusunda sizden yardım isteyen bir çocuğa, o problemi çözüvermenizle o problemin çözüm yolunu, usulünü göstermeniz elbette farklı olacaktır. Problemi çözüvermek yerine, o ve benzeri tüm problemleri her zaman çözebileceği bir yolu, bir usulü öğretirseniz, artık o çocuk her defasında çözüm için size gelmeyecek, her zaman kendisi çözebilecektir.
İşte eğer biz burada, Rabbimizden bir kısım nîmetler isteseydik, ya Rabbi bana şu nîmeti ver, bu nîmeti ver deseydik, bu talep gerçekten çok küçük bir talep olacaktı. Ya Rabbi her şeyi ver deseydik, yine küçük bir talep olurdu. Çünkü böyle bir dua kabul olduğu zaman belki bir kaç defa o nîmeti verirdi Rabbimiz, ama nîmetin devamı mümkün olmazdı. Fakat burada olduğu gibi, ya Rabbi bize nîmetlerin yolunu, usulünü göster diye dua edince, bir kere değil sürekli o nîmetlere ulaşma imkânını elde etmiş olacağız demektir. Bunun en kısa, en öz ifadesi de sırat-ı müstakimdir. Çünkü bu yolda nîmetlerin tamamı vardır. Bu yola giren kişi her ân tüm nimetlerle beraber olma imkânına sahip olacaktır.
Peki biz bunu nereden bildik? Nasıl bildik ki, Rabbimizden bunu istiyoruz? Hayır, biz bilmedik, Rabbimiz bildirdi bunu bize. Böyle dememiz gerektiğini, Fâtiha sûresini indiren Rabbimiz öğretti bize. Onun içindir ki, bu sûreye talim-i mesele denir. Yâni istemenin usulünü, yolunu gösteren sûre anlamına. Bir nîmetin yolunu bilmek, her zaman o nîmete ulaşmamız anlamına gelecektir.
Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz, ama burada bir istisna yapıyoruz. “Nîmet içinde yüzüp de haktan, sırat-ı müstakimden sapıp gitmiş, bu yüzden de gazaba uğramış ve dalâlette kalmış insanların yoluna bizi iletme ya Rabbi!”
Kendilerine gazap ettiklerinin ve sapmışların, sapanların, sa-pıkların yoluna değil. Biliyoruz ki; tarih içinde sırat-ı müstakimden iki sapma olmuştur. Birisi yahudi’nin sapması, öbürüsü de hıristiyanın sapması. Biri madde lehine, mânâ aleyhine bir sapma. Mânâyı inkâr ederek, mânâyı, ruhu reddederek materyalistçe bir sapma, diğeri de mânâ lehine, madde aleyhine bir sapmadır. Yâni maddeyi inkâr ederek, maddeyi reddederek, mânâcı kesilerek, ruhçu kesilerek bir sapmadır. Bunlardan birincisi yahudi’nin sapması, ikincisi de hıristiyanlık dünyasının sapmasıdır. Yahudiler mânâyı, ruhu reddederek, insanı sadece maddeden ibaret zannederek materyalistçe bir anlayışı yasallaştırarak sapmış, hıristiyanlar da insanın maddesini, bedenini, bedeninin ihtiyaçlarını bile reddederek ayakları yerden kesilmiş, ruhçu bir anlayışın savunucusu kesilerek sapmıştır.
Bunların birisi ifrat, diğeri de tefrittir. İslâm bunun ikisini de reddeder. İslâm ikisi arasında dengeyi kuran bir dindir. İslâm, Allah’ın dinidir. İnsanı yaratan, onu herkesten iyi tanıyan Rabbimiz; onun bedenini de, ruhunu da, bedeninin ihtiyaçlarını da, ruhunun ihtiyaçlarını da inkâr etmez. İnsanın dünyadan oluşan çamur yönünü de, Allah’tan gelme ruh yönünü de göz ardı etmeyen bir dindir. Ve İslâm’ın ortaya koyduğu yol, sırat-ı müstakim, bu iki sapmanın ikisini de reddeden bir yoldur.
Bir de bu sapmayı şöyle de anlayabiliriz. Yahudi’nin sapma-sında ilim var amel yok, hıristiyanın sapmasında da amel var ilim yok. Böyle bir sapma. Bu ümmet içinde ilmi olup ta amel işlemeyenler ya-hudi’ye, ilimsiz eğri büğrü amel işleyenler de hıristiyanlara benzemektedir. Ve işte böylece Fâtiha sûresiyle günde en azından kırk defa bu tür sapmalardan ve sapanlardan Allah’a sığınmaktayız. İlimsiz amelden de, amelsiz ilimden de, böylece ortaya konan sapıklıklardan da Allah’a sığınıyoruz.