Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fatiha suresi ayet 7
“O kendilerine nîmet verdiğin mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”

Evet ya Rabbi! Kendilerine inam ettiğin, nîmet verdiğin, nîmetlerine ulaştırdığın peygamberlerinin, salih kullarının yoluna bizi ilet. Nîmet, insanların kendisiyle lezzet bulduğu şeydir. Allah’ın, kullarına in’am buyurduğu nîmetler sayılamayacak kadar çoktur. Nîmetleri önce ikiye ayırıyoruz:

a- Uhrevî nîmetler,
b- Dünyevî nîmetler diye.

Uhrevî olanlar Rabbimizin imtihanı kazanan kullarını cennete koyması ve orada gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akılların alamayacağı nîmetleriyle onlara in’am etmesidir.

Dünyevî nîmetleri de ikiye ayırıyoruz:

a- Vehbî olanlar.
b- Kesbî olanlar.

Kesbî nîmetler, mal kazanmak, nefsi pisliklerden korumak ve arındırmak, ilim elde etmek, ahlâk kazanmak gibi nîmetlerdir.

Vehbî olanları da ikiye ayırıyoruz:
a- Maddî olanlar.
b- Manevî olanlar.

Maddî olanlar idrak, fehim, anlayış, nutuk, konuşmak gibi nîmetlerdir.

Manevî olanları ise, insana ruh üfürülmesi, akıl verilmesi, yara*tılması gibi nîmetlerdir.

Burada dikkat edilecek bir husus da şudur ki; Rabbimiz, peygamberler ve salih kullarının dışındakilere de bu nîmetlerinden vermiştir. Ama başı nîmet gibi görülüp de sonu hüsranla biten nîmetlerin hiç birisi gerçek mânâda nîmet değildir. Başı cefa ve mahrumiyet gibi görünse de sonu safa ve mutluluk ile biten nîmet, nîmettir. Onun içindir ki, burada; “Kendilerine nîmet verdiğin peygamberlerinin yoluna ilet!” diyoruz ve de; “Gazap ettiklerinin, dalâlette bıraktıklarının yoluna değil” diyoruz.

Evet, Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz. Çünkü sırat-ı müstakim, nîmet-i uzma’dır. En büyük nîmettir. Nîmetlerin en büyüğüdür. En önde istenmesi gereken nîmettir. Çünkü unutmayalım ki, herhangi bir nîmetin yoluna, usulüne, kanununa nail olmak, o nîmete sadece bir kere değil, sürekli nail olmak demektir. Meselâ birisinden on bin lira istemek yerine ondan on bin liraya ulaşabilecek bir yolu, bir usulü istemek çok daha evlâdır. Çünkü karşıdaki belki bir kere verecektir, iki kere, üç kere verecektir on bin lirayı ve bitecektir. Ama on bin liraya ulaşmanın yolunu öğrenmek demek, her zaman ona ulaşma imkânına sahip olmak demektir.

Veya meselâ bir problemin çözümü konusunda sizden yardım isteyen bir çocuğa, o problemi çözüvermenizle o problemin çözüm yolunu, usulünü göstermeniz elbette farklı olacaktır. Problemi çözüvermek yerine, o ve benzeri tüm problemleri her zaman çözebileceği bir yolu, bir usulü öğretirseniz, artık o çocuk her defasında çözüm için size gelmeyecek, her zaman kendisi çözebilecektir.

İşte eğer biz burada, Rabbimizden bir kısım nîmetler isteseydik, ya Rabbi bana şu nîmeti ver, bu nîmeti ver deseydik, bu talep gerçekten çok küçük bir talep olacaktı. Ya Rabbi her şeyi ver deseydik, yine küçük bir talep olurdu. Çünkü böyle bir dua kabul olduğu zaman belki bir kaç defa o nîmeti verirdi Rabbimiz, ama nîmetin devamı mümkün olmazdı. Fakat burada olduğu gibi, ya Rabbi bize nîmetlerin yolunu, usulünü göster diye dua edince, bir kere değil sürekli o nîmetlere ulaşma imkânını elde etmiş olacağız demektir. Bunun en kısa, en öz ifadesi de sırat-ı müstakimdir. Çünkü bu yolda nîmetlerin tamamı vardır. Bu yola giren kişi her ân tüm nimetlerle beraber olma imkânına sahip olacaktır.

Peki biz bunu nereden bildik? Nasıl bildik ki, Rabbimizden bunu istiyoruz? Hayır, biz bilmedik, Rabbimiz bildirdi bunu bize. Böyle dememiz gerektiğini, Fâtiha sûresini indiren Rabbimiz öğretti bize. Onun içindir ki, bu sûreye talim-i mesele denir. Yâni istemenin usulünü, yolunu gösteren sûre anlamına. Bir nîmetin yolunu bilmek, her zaman o nîmete ulaşmamız anlamına gelecektir.

Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz, ama burada bir istisna yapıyoruz. “Nîmet içinde yüzüp de haktan, sırat-ı müstakimden sapıp gitmiş, bu yüzden de gazaba uğramış ve dalâlette kalmış insanların yoluna bizi iletme ya Rabbi!”

Kendilerine gazap ettiklerinin ve sapmışların, sapanların, sa-pıkların yoluna değil. Biliyoruz ki; tarih içinde sırat-ı müstakimden iki sapma olmuştur. Birisi yahudi’nin sapması, öbürüsü de hıristiyanın sapması. Biri madde lehine, mânâ aleyhine bir sapma. Mânâyı inkâr ederek, mânâyı, ruhu reddederek materyalistçe bir sapma, diğeri de mânâ lehine, madde aleyhine bir sapmadır. Yâni maddeyi inkâr ederek, maddeyi reddederek, mânâcı kesilerek, ruhçu kesilerek bir sapmadır. Bunlardan birincisi yahudi’nin sapması, ikincisi de hıristiyanlık dünyasının sapmasıdır. Yahudiler mânâyı, ruhu reddederek, insanı sadece maddeden ibaret zannederek materyalistçe bir anlayışı yasallaştırarak sapmış, hıristiyanlar da insanın maddesini, bedenini, bedeninin ihtiyaçlarını bile reddederek ayakları yerden kesilmiş, ruhçu bir anlayışın savunucusu kesilerek sapmıştır.

Bunların birisi ifrat, diğeri de tefrittir. İslâm bunun ikisini de reddeder. İslâm ikisi arasında dengeyi kuran bir dindir. İslâm, Allah’ın dinidir. İnsanı yaratan, onu herkesten iyi tanıyan Rabbimiz; onun bedenini de, ruhunu da, bedeninin ihtiyaçlarını da, ruhunun ihtiyaçlarını da inkâr etmez. İnsanın dünyadan oluşan çamur yönünü de, Allah’tan gelme ruh yönünü de göz ardı etmeyen bir dindir. Ve İslâm’ın ortaya koyduğu yol, sırat-ı müstakim, bu iki sapmanın ikisini de reddeden bir yoldur.

Bir de bu sapmayı şöyle de anlayabiliriz. Yahudi’nin sapma-sında ilim var amel yok, hıristiyanın sapmasında da amel var ilim yok. Böyle bir sapma. Bu ümmet içinde ilmi olup ta amel işlemeyenler ya-hudi’ye, ilimsiz eğri büğrü amel işleyenler de hıristiyanlara benzemektedir. Ve işte böylece Fâtiha sûresiyle günde en azından kırk defa bu tür sapmalardan ve sapanlardan Allah’a sığınmaktayız. İlimsiz amelden de, amelsiz ilimden de, böylece ortaya konan sapıklıklardan da Allah’a sığınıyoruz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Adiyat suresi ayet 1
Soluk soluğa koşanlara andolsun,

Bu ayette "koşanlar"dan kastın, atlar olduğu açıklanmamıştır. Sadece "ve'l adiyat" (yemin olsun koşanlara) buyurulmuştur. Bu nedenle, "koşanlar"dan muradın ne olduğu konusunda müfessirler arasında ihtilaf vardır. Sahabe ve Tabiin'den bir grup bundan muradın atlar olduğunu kabul etmişlerdir. Diğer bir grup ise, bundan muradın "develer" olduğunu söylemişlerdir. "Koşanlar"ın atlar olduğunu kabul edenlere göre, ayette, koşan şeyin koşarken çıkardığı ses için kullanılan "dabha" kelimesi atın solumasını ifade etmekde kullanılır. Sonraki ayetlerde de "kıvılcım çıkaranlar", "Sabahleyin akın edenler" ve "toz koparanlar" sözkonusu edilmişlerdir. Bütün bunlar atlar için uygun düşer. Onun için pek çok araştırmacı, "koşanlar"dan muradın atlar olduğunu söylemişlerdir. İbn Cerir bu konudaki iki kavilden, "koşanlar"ın atlar olduğunu kabul eden kavli tercih etmiştir. Çünkü develerin solumasına "dabha" denmez. Bu kelime sadece atlar için kullanılır. Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Koşarken -dabh- eden koşanlara yemin ederim." İmam Razî diyor ki, "Bu ayetlerin kelimelerinden kasıt açıkça atlardır. Çünkü -dabh- sesi atlardan başkası için kullanılmaz. Ayakların taşlara vurduğu zaman kıvılcım çıkması ise sadece atlara mahsustur. Aynı zamanda, sabahleyin akın etmenin en uygun kullanımı da atlar içindir."

Adiyat suresi ayet 2
Ateş saçanlara,

"Kıvılcım çıkarmak" kelimesi, atların gece vaktinde koşmalarına delalet etmektedir. Çünkü ayakları taşlara vurduğunda çıkan kıvılcım ancak gece gözükebilir.

Adiyat suresi ayet 3
Sabah vakti baskın yapanlara,

Düşmanın haberi olmasın diye bir yerleşime akın etmek için gece karanlığında hareket etmeleri Arabların usulü idi. Sabah aydınlığında herşeyi görebilmeleri için, sabahın çok erken saatlerinde aniden, hedef olan kabilelere hücum ederlerdi. Bu arada, düşman onları görüp hazırlanmaya fırsat bulamasın diye çok aydınlık olmamasına da özen gösteriyorlardı.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Adiyat suresi ayet 4
Tozu dumana karıştıranlara,

Derken o dem, bir toz duman savurmuşlardır. Bu fiil cümlesi, önceki isim-i faillerin delalet ettikleri fiiller üzerine atfedilmiştir. Zira ism-i failler üzerindeki (elif-lâm)lar, ism-i mevsul olanlarından sılaları fiil mânâsındadırlar. Onun için mânânın özeti "Harıl harıl koşan atlar, ayaklarından ateş saçtılar, sabah baskını yaptılar, tozu dumana kattılar." demektir. Ancak bunun burada sarih fiile dönüştürülmesi bir nükte ister ki, o da maksadın bu anda tahakkukuna işaret olmalıdır. Tercih etme, başlama ve inceleme mânâlarına 'den olmak da mümkün ise de severan ettirmek (üzerine atılmak), yani heyecanlandırıp savuşturmak mânâsına isare 'den olarak tefsir edilmiştir. Açık olan da budur. zamiri, sabah vaktine racidir.
NAK'AN lügatta toz ve birikmiş su ve haykırmak veya kayırtmak ve öldürmek mânâlarına gelir. Burada en çok gubar yani toz mânâsında tefsir edilmiştir ki, akın esnasında savrulan toz, duman demektir. Bu daha önce koşu esnasında savrulmuş ise de "îrâ" gündüz görülmeyip gece göründüğü gibi, bu da gece görülmeyip gündüz görünmüş olduğu için sabah vakti zikredilmiştir. Bu şekilde önceki "kadh" (hızla çarpmak) ve "îrâ" (çakmak çakma)nın da gece vakti olduğuna işaret olunmuştur. Bundan başka bu toz sonradan bozulur keşfine de işaret olabilir. Bununla beraber "nak'an" çeşitli mânâlarına göre hücum esnasındaki feryatlara, dökülen terlere ve kanlara da delalet ve işaretten uzak değildir.

Adiyat suresi ayet 5
Derken bir topluluğun ortasına dalanlara yemin ederim ki,

Derken onunla (yani o haykırış ile yahut o anda) bir topluluğu ortalamışlardır. Bir düşman toplumunu, ordusunu tam ortasından vurup içine dalarak, yahut çevirip ortaya alarak mağlup ve perişan etmişlerdir.
İkrime b. Ebi Cehl Yermük günü dört yüz cengaverle düşman ordusunun kalbine dalmak üzere, dönmemek üzere sözleştiler ve hepsi de şehid oldular. (r.a)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Adiyat suresi ayet 6
Hiç şüphesiz insan, Rabbine karşı nankördür.

Atın soluması, koşarak kıvılcım çıkarması, sabah erken toz kopararak bir yerleşime hücum etmek ve müdafaa edenlerin arasına girmek, at ile ilgili olarak üzerine yemin edilen şeylerdir. Bazı müfessirlerin bu atları gazilerin atları ve onların kafir topluluğuna hücum etmeleri olarak anlamaları çok gariptir. Halbuki bu yemin, "insanın nankörlük etmesi" karşısında edilmiştir. Bu durumda, cihad eden gazilerin atlarını koşturması ve kafirler topluluğuna hücum etmesi, insanın Allah'a nankörlük etmesine delalet etmez. Sonraki ayetler insanın nankörlüğüne ve onun mal, mülk sevgisine çok düşkün olduğuna şahittir. Allah (c.c.) yolunda cihad eden kişiler için bu ifade uygun düşmez. Onun için, bu surenin ilk beş ayetinin Arabistan'da yaygın olan kan dökme ve anarşiye işaret olduğunu kabul etmek gerekir. Cahiliye döneminde gece korkunç bir şeydi. Çünkü her kabile kendini tehlike içinde hissediyordu.
Kimbilir hangi düşman onlara ne zaman hücum edecekti? Sabah olduğunda, geceyi tehlikesiz geçirdikleri için biraz rahatlıyorlardı. Kabileler arasında sadece kan davası için değil, birbirinin mallarını, hayvanlarını elde etmek, kadınlarını ve çocuklarını köleleştirmek için de savaş çıkardı. Bu zulümlerde ve kan dökmelerde çoğunlukla atlar kullanılıyordu. Allah, insanın Rabb'ine karşı nankör olduğuna dair delil olarak, kendilerine verilen bu kuvvetleri iyilik yerine kötülük için kullanmalarını göstermektedir. Allah'ın verdiği imkanları ve onlara bağışladığı güçleri Allah'ın en nefret ettiği şey olan yer yüzünde fesat çıkarmak için kullanmaları, aslında Allah'a karşı en büyük nankörlüktür.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Adiyat suresi ayet 7
Ve gerçekten, kendisi de buna şahiddir.

Yani vicdanı ve amelleri, pek çok kafirin açıkça Allah'a nankörlük ettiklerine şahittir. Çünkü onlar Allah'ın varlığını bile kabul etmezler. Dolayısıyla bu nimetleri itiraf etmeleri ve Allah'a şükretmeleri de söz konusu olamaz.

Adiyat suresi ayet 8
Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır.

Buradaki ifade "o, hayr sevgisinde şiddetlidir" şeklindedir. Ancak Arapça'da "hayr" kelimesi, sadece iyiliği ifade etmez, mal ve servet için de kullanılır. Meselâ Bakara suresi 180. ayette de "hayr", mal ve serveti ifade etmek için kullanılmıştır. Hayr kelimesinin nerede iyilik için, nerede de mal için kullanıldığı siyak ve sibaktan anlaşılır. Bu ayetteki hayr kelimesi, siyak ve sibaktan da anlaşıldığı gibi iyilik için değil, tersine mal ve servet için kullanılmıştır. İnsanın ameli, Rabb'ine karşı nankörlüğüne şehadet etmektedir. Bu durumda, ayet için "o, iyiliği şiddetli sever" diyemeyiz.

Adiyat suresi ayet 9
Yine de bilmeyecek mi? Kabirlerde olanların 'deşilip dışa atıldığı,

Yani ölen insanlar, nerede ve ne durumda olurlarsa olsunlar, insanî şekillerinde diriltileceklerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Adiyat suresi ayet 10
Göğüslerde olanların derlenip-devşirildiği zamanı?

Yani, zahirî amellerini harekete geçiren kalplerindeki iradelerinin, niyetlerinin, maksatlarının, düşüncelerinin ve fikirlerinin hepsini açığa vuracak ve onlar değerlendirilerek iyilik ile kötülük ayrılacaktır. Diğer bir ifadeyle, sadece zahirî amel üzerine karar verilmeyecektir. Onların bu dünyada iken kalplerinde gizli kalan niyetleri ve iradeleri de hesaba katılarak karar verilecektir. Eğer insan düşünürse, gerçek adaletin ancak Allah'ın huzurunda Kıyamet günü gerçekleşeceğini kabul etmeye mecbur kalır. Bu dünyadaki laik kanunlarda bile usûl olarak sadece zahirî ameller değil, failin niyet ve iradesi de dikkate alınarak nihaî karara varılır. Ancak dünyadaki hiç bir adalet, bir kimsenin niyetini tam olarak tesbit etme imkanına sahip değildir. Bu ancak Allah'a mahsustur ki, insanın her zahirî fiilinin arkasındaki gizli niyetleri, iradeleri bilir ve ona göre nihaî ceza ya da mükafaata karar verir. Ayrıca, bu ayetin kelimelerinden, bu kararın sadece Allah'ın bilmesine dayanılarak verilmeyeceği anlaşılmaktadır.
Allah, insanların irade ve niyetlerini önceden bilse de, Kıyamet günü bu gizli şeyler açığa vurulacak ve onlar açık adaletle değerlendirilerek bunlardan hangisinin hayr, hangisinin şer olduğu gösterilecektir. Bu nedenle ayette, "göğüslerde olan devşirildiği zaman" ifadesi kullanılmıştır. "Hussile"nin manası, bir şeyi meydana çıkarmaktır. Mesela kafatasını kırarak beyni çıkarmak gibi. Ayrıca, çeşitli unsurlara ayırmak anlamında da kullanılır. Onun için burada gizli şeyleri açığa çıkarmak ve ayırt etmek anlamlarının ikisi de kullanılmıştır. Aynı konu Tarık suresinde şöyle beyan edilmiştir: "Gizli sırların tetkik edileceği gün" (Tarık 9) .

Adiyat suresi ayet 11
Hiç şüphesiz, o gün Rableri, kendilerinden gerçekten haberdardır.

O halde dönüş Rablerinedir. "O gün" Rabbleri onların kendilerini durumlarını ve sırlarını bilir. Allah her an ve her durumda onlardan haberdardır. Ancak bu haberdar oluşun, bilişin birtakım sonuçları olacaktır. İşte onların burada dikkatlerini kendi üzerine çeken bu sonuçlardır... Bu öyle bir biliştir ki arkasında ödenecek bedel vardır, arkasında hesaba çekilme ve ceza vardır. İşte burada ortaya çıkan da bu üstü kapalı anlamdır.

Böylece surenin Kur'an'ın metoduna uygun olarak, gerek anlam, gerek sözcük, gerek etki bakımından bu son noktaya ulaşana dek soluk soluğa, çığlık çığlığa ve heyecanlarla dolu olarak izlediği tek bir yolu, tek bir hedefi vardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hakka suresi ayet 38
Hayır; gördüklerinize yemin ederim,

Yani, sizin zannettiğiniz gibi değildir.

Hakka suresi ayet 39
Görmediklerinize de.

Hakka suresi ayet 40
Hiç şüphesiz o (Kur'an) , şerefli bir elçinin kesin sözüdür.

Burada kerim olan Rasül'den kasıt Muhammed'dir (s.a) . Tekvir Suresi 19. ayette ise bundan murad Cebrail'dir (a.s) . Buna delil olarak şöyle söylenebilir: Bu Kur'an'ın, kerim olan Rasul'ün sözü olduğu söylendikten hemen sonra bunun bir büyücünün ya da kahinin sözü olmadığı vurgulanmaktadır. Ve açıktır ki, Mekkeli kafirler Cebrail'e (a.s) değil Hz. Muhammed'e (s.a) büyücü ve kahin demekteydiler. Fakat Tekvir Suresi'nde, bu Kur'an'ın, Rasul'ün sözü olduğu söylendikten sonra "O Rasul güçlüdür, arş sahibinin yanında makamı yüksektir, orada kendisinin sözü dinlenir, emindir, Muhammed (s.a) onu apaçık ufukta görmüştü" denilmektedir. Hemen hemen aynı konu Necm Suresi 5 ilâ 10. ayetler arasında Cebrail (a.s) için beyan edilmektedir.
Burada, "Kur'an, Hz. Muhammed (s.a) veya Cebrail'in (a.s) sözüdür" den ne kastedilmektedir" diye bir soru sorulabilir. Buna şöyle cevap veririz: Yani insanlar bu Kur'an'ı Rasul'ün ağzından duyuyorlardı. Allah Rasulü de onu Cebrail'den (a.s) öğreniyordu. Bu yüzden bir bakıma Allah Resûlü'nun, bir bakımdan da Cebrail'in sözü olmaktadır. Fakat daha ileride de açıklanacağı gibi bu aslında Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed'e, ve onun vasıtasıyla da bütün insanlara aktarılan Alemlerin Rabbi tarafından nazil olan bir kelâmdır. Rasül kelimesi bile bu kelamın onların olmadığı, onların sadece haberci Peygamber oldukları ve bu haberleri veren tarafından vazifelendirildikleri hakikatini açıkça göstermektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hakka suresi ayet 41
O bir şair sözü de değildir. Ne kadar az inanırsınız.

"O" iddia ettikleri gibi "bir şair sözü de değildir." Çünkü Rasulullah (s.a.) şair değildir.

Hakka suresi ayet 42
Bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüp ibret alırsınız.

Yine iddia ettikleri gibi "bir kâhin sözü de değildir." Kahin gaybı bildiği iddiasında bulunan kimsedir.

"Ne kadar az inanırsınız." Sizin .doğrulamanız pek azdır. Burdaki azlık da zahiri anlamıyladır. Zemahşeri ise buradaki azlığı yokluğa ve nefyet*meye yorumlamıştır. Yani kesinlikle iman etmiyorsunuz. Ebu'l Hayyan'na göre burada "az" ile Zemahşeri'nin iddia ettiği gibi katıksız nefy kastedil-memektedir. Çünkü nasb halinde böyle bir anlam söz konusu değildir. Bu ancak ref halinde söz konusudur.

"Ne kadar az düşünüp, ibret alırsınız." Onlar Peygamber (s.a.)'in getirdiği hayır, akrabalık bağını gözetmek, iffet gibi hususların çok az bir kısmına inanmışlar ve onları öğüt olarak kabul etmişlerdi. Fakat bunların kendilerine bir faydası olmamıştı.

Hakka suresi ayet 43
O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.

Kısaca; gördüğün görmediğin şeyler üzerine yemin ederim ki bu Kur'an bir büyücü veya kahinin sözü değildir. Alemlerin Rabbi tarafından inzal edilmekte ve şerefli Rasül tarafından size aktarılmaktadır. Şimdi, üzerine yemin edilen bu görünen şeyler nelerdir bakalım
1) Bu sözleri çok şerefli birisi size takdim ediyor. Bunun böyle olduğu da Mekkelilerin gizlisi değildi. Çünkü ahlaki bakımdan kavminin en iyi kişisiydi. Böyle bir kişiden Allah'a iftira edeceği, kendi uydurduğu şeyleri Allah'a nisbet edeceği düşünülemezdi bile.
2) Şunu da açıkça biliyorlardı ki, Hz. Muhammed (s.a) bu kelamı tebliğ ederek şahsî bir menfaat temin etmiyordu. Üstelik böyle yapmakla pekçok şahsî çıkarlarını feda etmekteydi. Mesela ticareti mahvolmuştu, rahatı bozulmuştu. Toplumda herkesin gözbebeği iken şimdi insanlar ona küfretmekteydiler. Ayrıca yalnızca kendisi değil çoluk çocuğu da toptan aynı eziyetlere maruz kalmaktaydı. O halde, şahsi menfaat peşinde olan bir insan niye kendini bu hallere soksun?
3) Şuna da açıkça şahit oluyorlardı ki; içlerinden iman edenler eski hayatlarından döndüklerinde onlarda ne kadar büyük değişiklikler görülüyordu. Şimdiye kadar ne zaman bir şairin ya da bir kahinin sözleri insanlarda bu kadar büyük ahlaki değişmeyi ve ona inananların onun için her türlü belâ ve tehlikeyi göze almalarını sağlayacak tesirde olmuştu.
4) Şiirin dili ile bir kahinin sözlerinin nasıl olduğunu gayet iyi biliyorlardı. O zaman ancak inatçı olan kimse hâlâ Kur'an'a "bir şiir veya kehanet dilidir" diyebilir.
5) Bütün Arabistan'da hiçbir kimsenin Kur'an gibi fasih ve beliğ bir sözü getiremeyeceğini, değil onun fesahat ve belağatine ulaşmak, yanına bile yaklaşamayacaklarını biliyorlardı.
6) Yine bilmekteydiler ki Allah Rasulü'nün edebî lisanıyla Kur'an'ın edebî uslubu aynı değildi. Ve hiçbir dil alimi Hz. Muhammed'in (s.a) konuşma lisanıyla Kur'an lisanının aynı seviyede olduğunu söyleyemedi.
7) Allah Rasulü'nün peygamberlik davasına başladığı ana kadar, daha önce O'nun ağzından şimdi Kur'an'ın işlediği konular ve içerdiği malumatlar gibisini işitmemişlerdi. Ayrıca Rasulüllah'ın, bu bilgileri başka bir yoldan tedarik edebilmesinin de mümkün olmadığını biliyorlardı; Muhalifleri her ne kadar O'nu bütün bu malumatları gizli bir vasıtayla elde etmekle itham ediyorlardıysa da Mekke'deki diğer insanları buna inandıramıyorlardı.
8) Yerden göğe kadar bu muhteşem nizamın işleyişini müşahade ediyorlardı. Kainatta her şey belli bir nizam içerisinde ve muayyen bir kanuna bağlı olarak işlemekteydi.
Ve bu nizamda O'na bir şirk ve kıyametin inkârı hakkında bir delil bulamıyorlardı. Aksine her tarafta tevhid ve ahiretin hak oluşu hakkında Kur'an'ın da belirttiği işaretler vardır. Bu kainatın yaratıcısının, sahibinin ve hakiminin gerçekten Allah olduğunu, ve kainatta var olan herşeyin O'nun kulu, kölesi olduğunu, onların sahibinin yalnızca Allah olduğunu, Hz. Muhammed'in (s.a) hakikaten Allah (c.c) tarafından Rasul olarak vazifelendirildiğini ve Kur'an'ın O'na Allah tarafından inzal edildiğini ve yukarıdaki ayetlerde bu iki gerçek üzerine yemin edildiğini görmüyorlardı.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hakka suresi ayet 44
Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı,

"Eğer bazı sözleri uydurup bize isnad etseydi" buyruğunda geçen: Uydurup isnad etseydi" buyruğu, kendisini olmadık bir külfetin al*tına sokarak kendiliğinden uydurduğu bir söz ortaya koymuş olsaydı, demek*tir. Bu fiil meçhul kip İle; Eğer uydurulup isnad edilseydi..." diye de okunmuştur.

Hakka suresi ayet 45
Muhakkak onun sağ- elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.

"Biz onu elbette kudretimizle ahverifdik." Güçle, kuvvetle alırdık. "Onü" iafzındaki: zâid bir sıladır,
Bu buyrukta kuvvet ve kudret "yemin: Sağ" ile ifade edilmiştir. Çünkü herşeyin gücü sağlanndadır. Bu açıklamayı el-Kutebî yapmıştır. İbn Abbas ve el-Mücahid'in açıklamalarının anlamı da budur.
Yani kuvvetle alır.

es-Süddî ve el-Hakem; "sağ ile" buyruğunu "hak île" diye açıklamışlardır.
Yani sözü hakkıyla alır, demektir.

el-Hasen: Elbette onun sağ elini koparırdık, diye açıklamıştır. Elbette onun sağ elini iş yapamaz bir hale getirirdik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Neftaveyh yapmıştır

Hakka suresi ayet 46
Sonra onun can damarını elbette keserdik.

Mücahid dedi ki:
Bu kalbin sırttaki bağlantısıdır ki; buna da omurilik de*nilir. Bu koptu mu bütün güçler çalışmaz olur ve kişi ölür. da veti-ni (açıklamalara göre aort damarı ya da omuriliği) kopan kimseye denilir.

Muhammed b. Ka'b dedi ki:
Bundan kasıt kalp, kalbin zarları ve ona bi*tişik olan şeylerdir.

el-Kelbî dedi ki:
Bu boyun damarları ile boğaz arasındaki bir damardır. Boynun iki daman arasında bu damar bulunur.

İkrime dedi ki:
"el-Vetîn (denilen bu damar)" koptuğu takdirde kişi ne acı*kırsa acıktığını, ne doyarsa doyduğunu bilir

Hakka suresi ayet 47
O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı.

Bundan asıl maksat, peygamberin kendi kendine vahiy üzerinde herhangi bir eksiltme ya da artırma yetkisinin olmadığıdır. Eğer böyle yapacak olsa biz onu şiddetle cezalandırırız. Bu husus öyle bir üslupla söylenmekte ki gözünün önüne sanki, kendi tayin ettiği bir memura "Eğer benim adımı kullanarak sahtekarlık yaparsan senin kafanı uçururum" diyen bir kralın manzarası gelmektedir. Bazı kimseler bu ayetten yanlış bir istidlalle "Peygamberlik iddiasında bulunanlar eğer bu konuda yalancı ve sahtekâr iseler Allah'ın, hemen onların şah damarını koparıp boğazlarını keseceğini ve eğer kesmemişse o zaman onların iddialarında haklı olduklarını gösterdiğini" ileri sürmekteler. Halbuki bu ayet gerçek bir peygamber hakkındadır. Yalancı peygamberler hakkında değildir. Bırakın yalancı peygamberleri, ilahlığını iddia eden insanlar bile bu dünyada yıllarca hüküm sürebilmektedirler. Ama bu onların hak olduklarına delalet etmez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hakka suresi ayet 48
Çünkü o (Kur'an, Allah'tan sakınan) muttakiler için bir öğüttür.

Bu Kur'an muttaki kalblere öğüt verir ve bu öğüdü de ancak onlar alır. Kur'an'ın getirdiği bu hakikat onlarda potansiyel olarak önceden vardır. Kur'an o hakikati o kalblere hatırlatarak harekete geçirir, onlar da öğüt alırlar. Kalplerinde korunma duygusu bulunmayan, kalpleri körleşmiş kimseler gaflet içinde olup, ne öğüt alır ve ne de bu kitaptan bir yarar elde edebilir. Muttakiler onda gafillerin bulmadığı; bilgi, aydınlık hayat ve öğüt bulurlar

Hakka suresi ayet 49
Elbette biz, içinizde yalanlayanların bulunduğunu biliyoruz.

Fakat bu, ne bu meselenin gerçeğine etki eder, ne de bu gerçeği değiştirir. Çünkü sizin tutumunuz meselenin gerçeklerini etkileme gücünden yoksundur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hakka suresi ayet 50.
“Doğrusu Kur’an, inkarcılar için bir üzüntüdür.”

Bu kitaba inanmayanlar, bu kitabı yalanlayanlar, bu kitaba ge-reken değeri vermeyenler, bu kitabı yok farz ederek bir hayat yaşayanlar, hayat programlarını bu kitaba sormayanlar için yarın çok büyük bir hasret, çok büyük bir üzüntü kaynağı olacaktır bu kitap. Bu kitaptan habersiz bir hayat yaşadıkları için dünyalarını da, âhiretlerini de mahvedenler, hayatlarını, düşüncelerini kitapsızlığa bina edenler, bu kitapla tanışmadıkları için âhiretteki hesap-kitaptan habersiz olanlar, Allah’la karşı karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a kavuşup O’nun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, burada kâm almaya bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile olmayanlar işte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. “Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza!” diyerek dövünecek, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler.

Dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî zannettiler, aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitmeyecek, tükenmeyecek zannettiler, aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları aldattı. Kuralları gereği bu dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan ge-reği içki içene de, namaz kılana da, zina edene de Allah dokunmuyor-du. Kendisine kendisinin istediği gibi iman edip yaşayanlara da, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu. Kitaba iman edene de, onu yalanlayana da, Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tâğutların, nefislerinin kulu-kölesi olanlara da dokunmuyordu. İşte bu durum onların aldanmalarına sebep oluyordu. Diyorlardı ki: “Bizler şu anda Allah’la çatışma içinde bir hayat yaşıyoruz. Her gün O’nu da, dinini de, elçilerini de inkâr ettiğimiz, O’na isyanlarımızı sürdürdüğümüz halde bizden intikam alan filan yoktur. Hani gök kubbeyi başımızın üstüne yıkan filan yoktur. Ve-ya havamızı, suyumuzu, güneşimizi, oksijenimizi filan kesen yoktur. Öyleyse bu peygamberin ve onun yolunun yolcusu olan Müslümanların dediklerinin tamamı boştur. Allah filan yoktur. Bu dünyada yaptıklarımızdan dolayı kendisine hesap ödeyeceğimiz bir makam da yoktur. Eğer öyle olmasaydı, şu ana kadar bizim cezalandırılmamız gerekecekti” diyorlar.

İmtihan gereği işledikleri günahlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Ama orada eyvah diyecekler. “Keşke ya-lanlamasaydım Allah’ın kitabını! Keşke yok farz etmeseydim Allah’ın hayat programını! Keşke kitaba uygun yaşasaydım! Keşke yaşamasaydım böyle kitapsız bir hayatı. Niye ben böyle şuursuzca bir hayat yaşamışım? Kitap varken, ona ulaşma imkânım varken, Resul varken, örnek varken niye ben başka başka hayat yaşamışım!” diyecek ve hasretlerin en büyüğünü duyacaklar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
nur hacı,
Allah CC sizden de razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hakka suresi ayet 51
Ve şüphesiz o, kesin bir gerçektir (hakku'l-yakin) .

Kuşkusuz o, gerçekliğinde hiç şüphe olmayan bir kitaptır. Şiir, kehanet, zan ve tahmin türünden olmak şöyle dursun ilme'l-yakîn (kesin olarak edinilmiş bilgi) ve ayne'l-yakîn (bir şeyi kendi gözü ile görüp mahiyetini bilme)den de daha yüksek hakka'l-yakîn (gerçekliğinde hiç şüphe olmayan)'dır.

Hakka suresi ayet 52
Öyleyse, büyük Rabbini ismiyle tesbih et.

Muhakkak ki bu kitap çok kesin bir gerçektir. Öyleyse ey insan, azîm olan Rabbinin adını tesbih et. Azîm olan Rabbini yücelt! En yüce olarak O’nu an! Rabbinin ismini ta’zim et! Azîm olan Rabbinin ismini tesbih et, yücelt! Büyükle! Azîm olan Rabbini tam ve mükemmel kabul et! O’nun kendi sıfatlarıyla kabul et! Yani Allah kitabında kendini nasıl anlattıysa, hangi isimlerle müsemma, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirdiyse o şekilde kabullenip inan! Allah’a ait olan bu sıfatları Allah’tan başkalarına vermeyerek Rabbini tesbih et!

İşte Allah’ı böylece kabullenmek tesbihtir. “Ya Rabbi, seni sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz. Senin sıfatlarını parçalamayız. Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rabbi, üstünlük sendedir. Güç-kuvvet sendedir. Ceberut, azamet sendedir. Kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz. Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz” demektir tesbih.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Naziat suresi ayet 27
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etmiştir.

Ey o kendilerini yüce sanıp da Allah'ın gücünü yok saymaya kalkışan inkârcılar! Kendi iddianıza, kendi takdirinize göre şunu bir düşünün bakalım: Siz mi daha çetin, daha zorlusunuz? yaratılmak hususunda. Burada asıl mânâ ölümden sonra yeni bir yaratılışla yaratma üzerindedir. Fakat daha büyük olarak daha kapsamlı olmak üzere soru "mutlak yaratma" üzerine sorulmuştur. Yani gerek önce olsun, gerek sonra olsun mutlak olarak yaratılmak açısından siz mi daha zor ve çetinsiniz yoksa (sizden yüksek ve sizi kuşatıcı olan) gök mü?. Belli ki o daha çetin değil mi? Çünkü siz onun içinde bir zerre demeksiniz. Öyle iken O Allah onu bina etti. BİNA, dağınık parçaları birbirlerine ekleyip bağlayarak toplamından bir bütün meydana getirmektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Naziat suresi ayet 28
Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.

Gök de böyle ince ve yoğun nice madde ve cisimlerin türlü kuvvetlerle özel bir şekilde birleştirilip birbirlerine bağlanmasıyla toplamından meydana getirilmiş bir yapıdır ki onu Allah yapmıştır. Şöyle ki, Allah o göğe boyuna yükseklik vermiştir, direksiz olarak onu yükseğe kaldırmıştır.

SEMK; bir şeyin, yükseklik şeklinde ifade ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya uzaması ve yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya düşünüldüğü takdirde buna "umk" denir. Enine, boyuna olmak üzere "kalınlık" ile de tefsir edenler olmuştur.

Sonra da onu düzledi. "Göğü yükseltti, denge kanunu koydu."(Rahmân, 55/7) âyetinin mânâsınca dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti. Bundan göğün şeklinin tam küre olduğu mânâsını çıkarmak isteyenler olmuşsa da, bütün göğün genel görünümünün tam küre olduğu s a bit değildir. Bunu Allah etraflıca bilir.

Naziat suresi ayet 29
Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı.

Gecesini kararttı. fiili, gece karanlık olmak mânâsına gelen "ğatş" kökünden türetildiğine göre, gecesini karanlık etti, kararttı diye mânâ verilmiştir. Fakat bunda geceyi göğe nisbet ederek "göğün gecesi" denilmesi, içinde bulunan bazı şeylere nazaran çok az bir münasebet kabilinden olmuş olur. Çünkü göğün her tarafı gece olmaz. Bir de "ğatş" ve "ğataşân" Kâmûs'ta

zikredildiği üzere hastalıktan veya ihtiyarlıktan dolayı yavaş yavaş yürümek mânâsına gelir. Bundan, âyette geçen fiilin mastarı olan "ığtaş", yavaş yavaş yürütmek demek olacağından, gecesini derece derece giderdi demek olur. Bu ise şu çıkarma ile pek uygun düşer. Ve kuşluğunu çıkardı. Işığını çıkarıp gündüzünü yaydı.

Rağıb'tan anlaşıldığına göre "Duhâ" kelimesi aslında güneş ışığının yayılması ve gündüzün uzaması demek olup daha sonra bildiğimiz kuşluk vaktine isim olmuştur. Burada gecenin karşılığı olarak ışığın parıltısı ile mutlak gündüz mânâsına olduğu açıklanıyor. Gündüzü n meydana çıkması ise gecenin gitmesi ile uygun düşeceğinden, "geceyi kararttı" demekten çok yürüttü, giderdi demek daha çok yakışıyor. Bunda iki mânâ mümkündür:

Birisi, önceki gibi yerküreye nazaran göğün her gün ardarda gelen gecesi gündüzü olmasıdır ki, bunda yerkürenin yaratılışına ve ay ışığının giderilmesine değinilmiş olur.

Birisi de, göğün kendisinde gece yavaş yavaş, gide gide kalmamış hep gündüz olmuş olmasıdır. Bu mânâ, tam anlamıyla göğün gecesi ve göğün gündüzü şeklindeki tamlamaya da pek uygun ve ince bir mânâdır. Çünkü karanlık, esas itibarıyla, yoklukla ilgili olduğundan güneş ve diğer aydınlatıcı cisimler yaratılmazdan önce gök elbette karanlık gece halinde demek idi. Işık veren cisimler yaratılmaya başlandığından itibaren gitgi de o gece giderilmiş ve gündüzü çıkarılmıştır. Onun için gece, yer küre ve diğer cisimlerin gölgesi düşen hudutları sahasında devam etmekle beraber, diğer gökyüzü sahası gündüz halindedir. Yerküre biraz sonra anlatılacağı için buradaki geceyi ve gündüzü, dediğimiz gibi, göğün kendisinin gecesi ve gündüzü diye anlamak bize daha uygun görünüyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Naziat suresi ayet 30
Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.

Yerküreye gelince, ondan sonra da onu yayıp döşedi. Göğü yaratıp bir nizama koyduktan ve gecesini giderip gündüzünü çıkardıktan sonra yerküreyi, üzerinde yaşama ve yerleşme imkanı olacak şekilde yayıp serdi. Yerkürenin, üzerinde yaşadığımız kabuğunu ondan sonra yaratıp döşek halinde döşedi.

DEHA , yaymak mânâsına "dahv" veya "dahy" kökündendir. Bast da döşek serer gibi yaymak, döşemektir. Bundan açıkça anlaşılan da yerkürenin kendisinin daha önce yaratılmış olmasıdır. Bakara sûresinin

"Sonra iradesini göklere yöneltti de onları yedi gök halinde nizama koydu."(Bakara, 2/29) âyetinde, aynı şekilde (Fussilet, 41/11) âyetlerinde göğün nizama konması, yerkürenin ve onun içinde bulunanların yaratılmasından sonra gibi zannedilebilirse de orada "sonra" kelimesi, zamanda sonralığı ifade etmek için değil, sözde sonra gelme derecesinden dolayı olmak lazım geleceğini buradaki "bundan sonra" sözü izah e diyor demektir. Bununla beraber burada şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, İsrâ Sûresi'nde "Gece alâmetini giderdik."(İsrâ, 17/12) âyetinde geçtiği üzere İbnü Abbas'tan gelen rivayette Ay, söndürülmeden evvel Güneş gibi parlak olduğu ve o zaman o n un gece âyeti olmadığı beyan olunmuştu. Buna göre yerkürenin ilk yaratılışında ve Ay sönmeden önce yeryüzünde gece karanlığı yoktu demek olur. O halde âyeti, Ay'ın sönmesiyle yerküre üzerinde gecenin karartılmış olmasını ifade etmiş ve Ay'ın sönmesi de yerkürenin yayılmasından önce olduğunu karinesi ile anlatmış olur. Şu kadar var ki, Ay'ın ilk yaratılışı yerkürenin yaratılışından sonra olmak itibarıyla yerkürenin yaratılışından sonra da gökte bir düzenleme yapılmış demek olacağını düşünmek gerekir.

Naziat suresi ayet 31
Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.

Ondan suyunu ve otlağını çıkardı. Suyunu yarattı, kaynaklarını fışkırttı, nehirlerini akıttı, otunu, otlağını çiftliğini bitirdi.

Naziat suresi ayet 32
Dağlarını oturttu.

Dağlarını da oturttu, yerleştirdi. İşte yerkürenin yayılıp döşenmesi, yer kabuğunun böyle yaşanabilecek ve yerleşilebilecek bir şekilde döşünmesi demektir

Naziat suresi ayet 33
Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.

Nitekim bu hikmet şöyle açıklığa kavuşturuluyor: Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması, yaşaması için. Demek ki bu büyük yaratma ve kudret hikmetsiz değil; bunlar gayesiz, boşu boşuna, nasıl rast gelirse öyle yaratılıvermemiştir. O halde bu yaşamanın, yaşatmanın da bir hikmet ve gayesi vardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Naziat suresi ayet 34
Fakat o her şeyi bas tıran büyük felaket geldiği vakit,

Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması, yaşaması için. Demek ki bu büyük yaratma ve kudret hikmetsiz değil; bunlar gayesiz, boşu boşuna, nasıl rast gelirse öyle yaratılıvermemiştir. O halde bu yaşamanın, yaşatmanın da bir hikmet ve gayesi vardır.

Naziat suresi ayet 35
O, insanın neyin peşinde koştuğunu anladığı gün,

Bu, o büyük beladan bedeldir. Yani o büyük bela öyle bir gündür ki, insan neye çalışmış olduğunu; hangi arzu peşinde koşmuş; iyiliğine mi kötülüğüne mi, kârına mı zararına mı uğraşmış bulunduğunu o gün anlar.

Naziat suresi ayet 36
Gören kimseler için cehennem hortlatıldığı vakit,

"Ve Cehennem ortaya çıkarılınca". Bu kısım âyetin başındaki vâv harfiyle âyetine bağlanmıştır. Yani o büyük bela gelip cehennem kapıları açılarak o salgın ateş apaçık ortaya çıkarıldığı vakit gören kimseler için, yani her kim olursa olsun, görme özelliği taşıyan kimseler için. Çünkü ri v ayet olunduğuna göre Cehennem açılacak, alevler saçarak fırlayacak, her gözü olan görecek. Çünkü "Hem içinizden hiçbir kimse yoktur ki oraya varacak olmasın. Bu, Rabbinin üzerine vacip kıldığı kesinleşmiş bir hükümdür."(Meryem, 19/71) buyrulduğu üzere h erkes ona varacak, cennete gidecek olanlar da sıratı onun üzerinden geçecektir. Bununla beraber, "görecek kimseler için" demek, girecek kâfirler ve azgınlar için demek de olabilir.

Naziat suresi ayet 37
Artık her kim azgınlık etmiş,

"Artık kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?.

MÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara "revâsî" denilmesi de bu mânâdandır. Buharî'de zik r edildiği üzere geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soruyorlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Naziat suresi ayet 38
ve şu yakın hayatı yeğlemişse.

Ayet-i kerimede geçen "tuğyan" kavramı normal anlamından daha kapsamlı bir mana ifade etmektedir burada. Bu hakkı ve hidayeti aşıp geçen her kişinin vasfıdır. Alanı güç ve otorite sahibi olan zalim iktidar sahiplerini içermekten daha geniştir. Burada tuğyan, hidayetin sınırını aşan, dünya hayatını tercih eden, onu ahiretin önüne geçiren, yalnız dünyaya çalışan, ahiret için hiçbir hesabı olmayan her insanı kapsamaktadır. Ahiret kriteri, insanın elindeki ve vicdanındaki ölçüleri değerlendiren tek ölçüdür. Ahiret hesabı bir kenara itildiğinde veya dünya hayatı ona tercih edildiğinde elindeki bütün ölçüler altüst olur. Ölçüsündeki bütün değerlerin düzeni bozulur. Hayatındaki vicdani ve ahlaki tüm ilkeler ve prensipler yıkılır. Azgın, isyankar, haddini aşan bir insan konumuna düşer.

Naziat suresi ayet 39
Onun barınağa cehennemdir.

İşte bu adamın "Onun barınağı cehennemdir" ortaya çıkarılmış, yaklaştırılmış, gözler önüne getirilmiş her hali ile dehşet verici cehennem.

Naziat suresi ayet 40
Ancak kim Rabbinin huzurunda durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden menetmişse.

Rabbinin huzuruna çıkarılma endişesi taşıyan günaha yönelemez. Beşeri zaafının baskısıyla ona yöneldiği zaman dahi bu yüce makamın endişesi onu hemen pişmanlığa, istiğfara ve tevbeye yöneltir. itaat dairesinde hareket etmeye devam eder.

Kişinin kendisini heva ve hevesten alıkoymasının yolu itaat dairesindeki noktada yoğunlaşmaktır. Çünkü heva ve heves her tür azgınlığın, zalimliğin, her tür haddi aşmanın ve her çeşit günahın itici gücüdür. Belanın esası ve kötülüğün kaynağıdır. insanın başına ne gelirse hevasından gelir. Cahilliğin tedavisi kolaydır. Fakat bilgiden sonraki heva heves, tedavisi için uzun zorlu bir mücadele gereken nefsin başbelasıdır.

Allah korkusu, azgın isteklerin şiddetli saldırılarına karşı sağlam ve muhkem bir kale durumundadır. Heva ve hevesin saldırılarına karşı bu muhkem kaleden başkası ayakta duramaz. Bu nedenle Kur'an'ın ifadesi bunların her ikisini de bir ayette topluyor. Çünkü burada konuşan, nefsin hastalığını en iyi bilen yüce yaratıcı olan Allah'tır. Tedavisini de bilen O'dur. Girintilerini ve çıkıntılarını en iyi bilen de yalnız O'dur. Heva ve hevesinin nerede gizlendiğini, gizliliklerinin ve hareketlerinin nasıl koordine edildiğini bilir.

Yüce Allah, insanı içinden taşkın arzuları hiç geçirmemekle yükümlü tutmuştur. Çünkü yüce Allah insanın buna gücünün yetmeyeceğini bilir. insanın heva ve hevesini serbest bırakmamasını, onu frenlemesini ve dizginini eline almasını istemiştir. Bu konuda korkudan destek almasını istemiştir. Ürpertici, ulu ve büyük olan Rabbinin huzuruna çıkarılma endişesidir bu. Bu çetin cihadına karşı ona cenneti ödül ve sığınak olarak vermiştir.

Naziat suresi ayet 41
Onun barınağı da cennettir.

Böyledir çünkü yüce Allah bu cihadın büyüklüğünü bilir. İnsanın nefsini terbiye etmede, düzeltmede ve en yüce makama yükseltmedeki değerini takdir eder.

Şüphesiz insan, bu alıkoyma, bu cihad, yükseliş ile insandır. Hiçbir insan doğasının gereği budur, yapısında bu vardır diye heva ve hevesini serbest bırakamaz. Nefsin cazibesine kapılarak alçalamaz. Çünkü insanın içine heva ve hevesin dürtülerinden etkilenme yeteneği veren Allah aynı zamanda heva ve hevesin dizginini tutma yeteneğini de vermiştir. Heva ve hevesi frenlemeyi, cazibesinden kurtulup yükselmeyi öneren de O'dur. İnsanın bu mücadelede başarı olarak çıkıp yükselmesi ve yücelmesi halinde ona mükafat ve sığınak olarak cenneti veren de O'dur.

O insana yaraşır bir hürriyet var ki, bu yüce Allah'ın insanı onurlandırmasına uygun düşmektedir. Bu hürriyet heva ve hevesin etkilerine karşı üstün gelme, şehvetin esaretinden kurtulma, dengeli, ölçülü bir şekilde hareket edip seçebilme özgürlüğünü ve insani değerleri korumaya dayanır. Bir de hayvana yakışır hürriyet vardır. Bu da insanın heva ve hevesine karşı yenilgiye uğraması, şehvetine kulluk yapması, iradelerinin dizginini elinden kaçırmasıdır. Buna insanlığını yitiren, köleleştirmiş, köleliğine hürriyetten zayıf bir maske çeken kimseden başkası Talip olmaz.

Eşyanın hakikatını en güzel biçimde değerlendiren islam dininin kriterine göre alçalma ve yükselmenin en doğal seyri ve tabii süreci bu iki durumdur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Naziat suresi ayet 42
Ey Muhammed! Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar.

Müşriklerin inatçı olanları Hz. Peygamberden kıyametin dehşeti ve olaylarına, oradaki hesaba çekilme ve yaptığının karşılığını görmeye ilişkin bir şey duyduklarında hemen bu kıyamet ne zaman kopacak? daha ne kadar var diye sorarlardı

Naziat suresi ayet 43
Sen nerede, onun vaktini söylemek nerede?

"Ne zaman gelip çatacak?" Onların sorularına cevap şudur: "Sen nerede onun vaktini söylemek nerede?" Bu, kıyametin büyüklüğünü ve dehşetini çağrıştıran bir cevaptır. Bu sorunun saçma ve tutarsız olduğunu, çocuklaşmaktan ve haddini aşmaktan kaynaklandığını ortaya koymaktadır. İşte bak Hz. Peygambere şöyle deniyor: "Sen nerede onun vaktini söylemek nerede?!" Kıyamet o kadar büyüktür ki ne sen ondan sormalısın ne de onun zamanı sana sorulmalıdır. Onun işi Rabbine havale edilmiştir. Sadece O bilir onu. O senin işin değildir.

Naziat suresi ayet 44
Onun bilgisi Rabbine aittir.

Kıyametin işinin varacağı son merci O'dur. Onun zamanını da ancak O bilir. Oradaki herşeyi düzenleyen de O'dur.

Naziat suresi ayet 45
Sen ancak, ondan korkacak olanları uyarırsın.

Senin görevin budur. Senin sınırların da budur. Uyarmanın kendisine fayda verdiklerini onunla uyarmalısın. Kıyametin gerçek mahiyetini kalbinde hissedecek ondan yana endişe sahibi olacak ve onun için çalışacak olan da O'dur. Takdis edilmiş güce sahibine havale edilen zamanını bekleyecek olan da O'dur.

Ardından kıyametin dehşetini ve büyüklüğünü duygularda ve düşüncelerdeki etkisiyle birlikte tasvir etmektedir. İnsanların duygularında ve değerlendirmelerinde ahireti dünya ile karşılaştırıyor.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt